Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 137

T.C.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ANABİLİM DALI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HALİT ZİYA’NIN YUNAN EDEBİYATIYLA


İLGİLİ DERS NOTU ÜZERİNE İNCELEME

EREN YAVUZ
2501121397

TEZ DANIŞMANI
DOÇ. DR. SİNAN ÇİTÇİ

İSTANBUL - 2016
ÖZ

HALİT ZİYA’NIN YUNAN EDEBİYATIYLA İLGİLİ DERS NOTU


ÜZERİNE İNCELEME

EREN YAVUZ

Bu tez çalışması Halit Ziya’nın II. Meşrutiyet sonrası Darülfünun’da Batı


Edebiyatı Tarihi derslerine bir giriş olarak verdiği Yunan Edebiyatı Tarihi dersi
sonucunda öğrenci notlarının basılmasıyla oluşan metin üzerine yapılan bir
incelemeden oluşmaktadır. Bu çalışmanın amacı incelenen ders notunun Tanzimat’la
başlayan Türk edebiyatında Yunan antikitesi mirasını tanıma ve benimseme
sürecindeki yerini belirtmek ve bu sürecin bir parçası olarak Halit Ziya’nın eğitimci
ve edebiyat tarihçisi kimliğini göstermeye çalışmaktır.
Anahtar Kelimeler: Halit Ziya, Darülfünun, ders notu, antikite, Yunan
Edebiyatı Tarihi

iii
ABSTRACT

EXAMINATION OF HALIT ZIYA’S LECTURE NOTES ON GREEK


LITERATURE

EREN YAVUZ

This thesis study consists of an examination of the text formed by printed


versions of the lecture notes of Halit Ziya’s Greek Literature History courses given
as an introduction to Western Literature History lessons after the Constitutional
Period in Ottoman university, Dar-el Funun. This study aims to emphasize the
importance of the notes in adoption and acknowledgement process of Greek
antiquity heritage that becomes visible in Turkish Literature after Tanzimat (Reform)
Era and, as a part of this process, tries to show Halit Ziya’s academician and
literature historian identity.
Key Words: Halit Ziya, Dar-el Funun, lecture note, antiquity, Greek Literature
History

iv
ÖNSÖZ
Medeniyetlerin tek bir kaynaktan doğup kendi kendisini geliştirdiğine dair
düşünceler artık yerini yavaş yavaş medeniyetlerin birbiriyle olan etkileşimini kabul
eden ve önemseyen anlayışlara bırakmaktadır. Bu kültürel etkileşim edebiyat ve
edebiyat tarihi alanında da önemli bir yer edinmeye başlamıştır. Kültürlerin bir araya
gelerek oluşturduğu bu mirası sahiplenmenin ve özümsemenin yollarından biri de hiç
kuşkusuz tercümelerdir. Tercümeler vasıtasıyla milletler sadece kendi edebiyatlarına
bu mirastan pay almazlar. Yüzyıllardır oluşturulan ortak kültürel mirasa da katkıda
bulunurlar. Çünkü bu tercüme faaliyetlerinin büyük kısmını teşkil eden klasik
eserler, oluşturuldukları toplumun hemen her özelliğini kendi bünyelerinde
taşıdıkları gibi, beynelmilel vasıflara ayrıca sahiptirler.
Hiç kuşkusuz Batı medeniyetinin kaynağı Yunan ve Latin antikitesine
dayanmaktadır. Bu nedenle Avrupa edebiyatlarından yapılan tercümeler Yunan
antikitesinin pek çok medeniyete doğrudan veya dolaylı yoldan etki etmesine vasıta
olmuştur. On dokuzuncu yüzyılda Batı’dan başlayan tercüme faaliyetleri, Türk
edebiyatında da Antik Yunan Edebiyatı mirasının fark edilmesini sağlamış ve bugün
de devam eden bir sürecin başlangıcı olmuştur.
On dokuzuncu yüzyılda Türk edebiyatı için Batı’nın anlamı, Fransız
edebiyatıdır. Bir medeniyet merkezi olarak Avrupa ve onu oluşturan unsurlardan
olan Yunan antikitesinin Fransız edebiyatındaki yansıması yapılan tercümeler
sayesinde dönemin Türk aydınları tarafından farkedilmeye ve anlaşılmaya başlanır.
Özellike Fransa’da yaşanan klasik edebiyat anlayışıyla vücut bulmuş eserlerin
etkisiyle Türk edebiyatında izleri görülmeye başlayan Yunan antikitesi unsurları
Darülfünun’da verilen Yunan Edebiyatı Tarihi dersleri ile zenginlik kazanır. Konuyla
ilgili önemli merhalelerden biri de Yahya Kemal’in öncüsü olduğu Nev-Yunanîlik
akımıdır. Söz konusu edilen bu süreç doğrudan Yunan antikitesiyle kurulan kültürel
bir ilişkiyi değil, Avrupa’nın Yunan antikitesine verdiği anlam üzerine Türk
edebiyatında oluşan algıyı ifade eder. Yani Türk edebiyatındaki Yunan antikitesi
mirasına dair düşünceler, Avrupa’nın bu miras hakkındaki yorumunun yansımasıdır.
Bu çalışmada anlayış olarak Batı’ya yönelmiş bir edebî grubun (Servet-i
Fünun) mensubu olan Halit Ziya’nın Darülfünun’da verdiği Yunan Edebiyatı Tarihi

v
dersinde tutulan öğrenci notlarından oluşan metin üzerine bir inceleme yapılmaya
çalışılmıştır. Halit Ziya’nın verdiği ders ve oluşan ders notu, Antik Yunan Edebiyatı
mirasının Fransız ve Türk edebiyatındaki şekillenme sürecinin bir parçası olarak ele
alınmıştır.
Bu çalışmanın önemli iki noktası bulunmaktadır. Öncelikle Batı edebiyatını ve
Fransızcayı iyi bilen Halit Ziya’nın edebiyat tarihçiliğine dair bir nümune sunan ve
Yunan Edebiyatı Tarihi hakkında Türkçe’deki ilk müstakil metinlerden olan ders
notu üzerine ilk defa çalışılmış olmasıdır. İkincisi ise daha çok romancılığıyla
tanınan Halit Ziya’nın Darülfünun hayatıyla bir müderris olarak yansıtılmaya
çalışılmasıdır.
Tez çalışması belirtilen önemli noktaların şekillendirdiği dört bölümden
oluşmaktadır. İlk bölümde Türk edebiyatında Yunan antikitesinin varlığını
hazırlayan bir sebep olarak Fransız edebiyatının Yunan ve Latin klasikleriyle olan
ilişkisi üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda öncelikle Fransız edebiyatında Yunan
antikitesine duyulmaya başlanan ilgi, daha sonra da klasik edebiyat döneminin
oluşumu bahis konusu edilmiştir.
İkinci bölümde Türk edebiyatının Yunan antikitesi mirasını fark etme ve
özümseme süreci ele alınmıştır. Bu süreç Halit Ziya’nın Darülfünun hayatının ve
Yunan Edebiyatı Tarihi dersini verdiği dönemin öncesi ve sonrasını kapsamaktadır.
İlk önce Tanzimat dönemi konu açısından incelenmiştir. Bu dönemin özelliği
Fransızca’dan yapılan tercümeler vasıtasıyla Yunan antikitesi unsurlarının Türk
edebiyatında görülmeye başlamasıdır. Bu bölümde tercüme edilen eserlere ve
sonraki yıllarda “klasik” eserler üzerinden yürütülen tartışmalara yer verilmiştir.
Diğer kısım ise Halit Ziya’nın Darülfünun yıllarından sonraki edebî bir gelişme olan
Nev-Yunanîlik anlayışına ayrılmıştır. Halit Ziya ile aynı dönemde Darülfünun’da
bulunan, hatta Halit Ziya’dan sonra Batı Edebiyatı Tarihi dersini veren Yahya
Kemal’in Fransa’da şekillendirdiği Nev-Yunanîlik tezi, gelişme süreci, amacı ve
yöneltilen eleştiriler kapsamında ele alınmıştır.
Üçüncü bölümde ise Halit Ziya’nın Darülfünun hayatı, üniversite hocalığı ve
edebiyat tarihçiliği bir bütün olarak işlenmiştir. Üçüncü bölümün ilk kısmında Halit
Ziya’nın görev yapmaya başladığı II. Meşrutiyet yıllarına kadar Darülfünun
düşüncesinin gelişimi üzerinde durulmuştur. Bu bölümde temel olarak Halit Ziya’nın

vi
bir kısmı yönetici olarak geçen on bir senelik Darülfünun hayatı ve yaşadıkları ele
alınmıştır. Ayrıca Yunan Edebiyatı Tarihi dersinin verilmesini hazırlayan olaylar ve
düşünceler aktarılmış, Halit Ziya’nın dönemin Darülfünun şartlarına, Alman hocalara
dair düşüncelerine yer verilmiştir. Üçüncü bölümün ikinci kısmında ise Halit
Ziya’nın edebiyat tarihçisi yönü incelenmeye çalışılmıştır. Öncelikle Halit Ziya’nın
Darülfünun dönemine gelinceye kadar edebiyat tarihi alanındaki çalışmaları ele
alınmış ve bu çalışmaların önemli bir parçası olarak Darülfünun’da verdiği Yunan
Edebiyatı Tarihi ders notu üzerinde durulmuştur.
Dördüncü bölümde ise Halit Ziya’nın Yunan Edebiyatı Tarihi dersinde tutulan
öğrenci notlarının basılmasıyla meydana gelen metnin farklı kaynaklardan derlenen
açıklamaları da içeren transliterasyonu yer alır. Metinde çoğu isim Fransızca imla ile
yazılmış ya da Fransızca okunuşlarıyla kaydedilmiştir. Bu nedenle transliterasyon
yapılırken isimlerin Fransızcaları kullanılmış, bütünlüğü bozmamak adına Türkçe
okunuşlarına yer verilmemiştir.
Yunan antikitesi mirası ve Türk edebiyatındaki etkisi üzerine konuya farklı
açılardan yaklaşan çalışmalar mevcuttur. Hense Leonard’ın Suat Baydur çevirisiyle
1953’te yayınlanan Hellen-Latin: Eski Çağ Bilgisi adlı kitabı Yunan ve Roma
medeniyetleri hakkında bir kaynak olmasının yanında eski çağın edebiyat dünyasını
da yansıtır. Meslin Has-Er’in Tanzimat Devrinde Lâtin ve Grek Antikitesi ile İlgili
Neşriyat (1254-1350 Seneleri Arasında Neşredilen Kitablar ve Muhtelif
Mecmualarda Çıkan Yazılar) adlı ve 1959 tarihli tez çalışması ise Türk edebiyatında
Yunan antikitesinin etkisi ve tercümeler üzerine yapılan çalışmaların ana kaynağını
oluşturur. Zafer Taşlıklıoğlu’nun 1966 yılında yayınlanan Arkaik Çağ Yunan Şiiri
adlı çalışması eski Yunan şiiri hakkında teknik bilgileri içerir ve şiir türlerine göre
sınıflandırmalar yapılır. Şevket Toker’in 1979 tarihli II.Meşrutiyet Sonrası
Edebiyatımızda Nev-Yunanîlik başlıklı tez çalışması Nev-Yunanîlik’le ilgili ilk
çalışmalardandır. 1990 yılında yayınlanan Güler Çelgin’in Eski Yunan Edebiyatı adlı
ve Kenan Yonarsoy’un 1991 yılında basılan Grek Edebiyatı Tarihi adlı kitapları
müstakil Yunan Edebiyatı Tarihi çalışmalarıdır. Şenol Demir’in 1997 yılında
tamamladığı Türk Edebiyatında Nev-Yunanilik Akımının Kaynakları 1912-1950
başlıklı tez çalışmasında ise Nev-Yunanîlik kapsamlı bir şekilde ele alınır. Süheyla
Yüksel’in 2010 yılında yayınlanan Türk Edebiyatında Yunan Antikitesi (1860-1908)

vii
adlı kitabında yapılan tercümelere yer verildiği gibi Yunan edebiyatı ve mitolojisinin
Türk edebiyatına nasıl yansıdığı da ele alınır.
Halit Ziya’nın edebiyat tarihleriyle ilgili ise yapılan iki tez çalışması
bulunmaktadır. İlk çalışma Halit Ziya’nın Darülfünun’daki hocalığından çok önce
telif olarak kaleme aldığı Fransız edebiyatı ile ilgili eseri üzerinedir. Rafet Şimşek
tarafından hazırlanan 2013 tarihli tez çalışması Halid Ziya'nın Fransız Edebiyatı'nın
Nümune ve Tarihi Adlı Eseri ve Değeri başlığını taşımaktadır. İkinci olarak ise Halit
Ziya’nın Darülfünun’da verdiği İspanyol Edebiyatı Tarihi dersinde tutulan öğrenci
notunun basılmasıyla oluşan metin üzerine tez çalışması yapılmıştır. İlknur Balıkçı
tarafından 2014 yılında hazırlanan ve HaIid Ziya Uşaklıgil’in ‘Tarih-i Edebiyat-ı
Garbiyye’si (Metin) başlığını taşıyan çalışma ilgili ders notunun transliterasyonunu
içermektedir. Halit Ziya’nın Alman ve Latin edebiyatlarıyla ilgili ders notları üzerine
ise henüz çalışma yapılmamıştır.
Halit Ziya ve Yunan Edebiyatı Tarihi’ne ilişkin ders notunu kapsayan bu tez
çalışmasının Yunan antikitesinin Türk edebiyatındaki etkisi üzerine yapılan
çalışmalara olduğu kadar müstakil “Yunan Edebiyatı Tarihi” olarak edebiyat
araştırmalarına katkı sağlamasını, birçok farklı yönü bulunan Halit Ziya’nın edebiyat
tarihçiliği ve eğitimci yönüne ufak da olsa ışık tutmasını umuyoruz.
Tez çalışmamda önerileri ve fikirleri ile yolumu aydınlatan Ahmet
AYDOĞAN’a ve desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen aileme minnettarım.
Çalışma sürecinin başından sonuna kadar eksilmeyen bir hoşgörü ile yardımlarını
esirgemeyen ve çalışmanın en iyi hâlini alabilmesi adına kıymetli vakitlerini ayıran
danışman hocam Doç. Dr. Sinan ÇİTÇİ’ye en içten teşekkürü bir borç bilirim.

Eren YAVUZ
İstanbul - 2016

viii
İÇİNDEKİLER

ÖZ ...................................................................................................................... ii

ABSTRACT ..................................................................................................... iv

ÖNSÖZ ...............................................................................................................v

İÇİNDEKİLER .............................................................................................. viii

KISALTMALAR ...............................................................................................x

GİRİŞ ..................................................................................................................1

1.FRANSIZ EDEBİYATI VE YUNAN ANTİKİTESİ ..................................3


1.1. Avrupa ve Yunan Antikitesi ......................................................................3
1.2. Fransız Edebiyatı'nda Antikiteye Yöneliş ..................................................4

2.YUNAN ANTİKİTESİNİ TANIMA SÜRECİNDE İKİ MERHALE:


TANZİMAT DÖNEMİ TERCÜMELERİ VE NEV-YUNANÎLİK................9
2.1. Tanzimat Döneminde Yapılan Tercümeler ................................................9
2.1.1. Tercümelerin Genel Özellikleri ve Tercüme Kurumları ......................9
2.1.2. Tercüme Edilen Eserler ......................................................................11
2.1.3. Klasiklerin Tercümesi Meselesi .........................................................16
2.2. Nev-Yunanîlik..........................................................................................18
2.2.1. Yahya Kemal ve Nev-Yunanîlik ........................................................19
2.2.2. Yakup Kadri ve Nev-Yunanîlik ..........................................................21
2.2.3. Nev-Yunanîlik Akımına Eleştiriler.....................................................22

3. MÜDERRİS OLARAK HALİT ZİYA ve YUNAN EDEBİYATI


TARİHİ ...............................................................................................................24
3.1.Darülfünun ve Halit Ziya ..........................................................................24
3.1.1. İkinci Meşrutiyet’e Kadar Darülfünun ...............................................24
3.1.2. Darülfünun Müderrisi Olarak Halit Ziya ............................................25

viii
3.2. Halit Ziya ve Yunan Edebiyatı Tarihi Ders Notu ....................................32
3.2.1. Edebiyat Tarihçisi Olarak Halit Ziya ..................................................32
3.2.2. Yunan Edebiyatı Tarihi Dersinin Kaynakları .....................................34
3.2.3. Yunan Edebiyatı Tarihi Ders Notunun Muhtevası .............................36

4.YUNAN TÂRİH-İ EDEBİYYÂTI DERS NOTUNUN


TRANSLİTERASYONU ..................................................................................46

SONUÇ ...........................................................................................................109

KAYNAKÇA .................................................................................................113

EKLER ...........................................................................................................124

ix
KISALTMALAR

a.e.: Aynı eser

a.g.e.: Adı geçen eser

a.g.m.: Adı geçen makale

bkz.: Bakınız

C.: Cilt

Çev.: Çeviren

Der.: Derleyen

Haz.: Hazırlayan

İ.Ö.: İsa’dan Önce

İ.S.: İsa’dan Sonra

M.Ö.: Milattan Önce

M.S.: Milattan Sonra

No: Numara

Prof. Dr.: Profesör Doktor

s.: Sayfa

vb.: Ve benzeri

y.y.: Basım yeri yok

Yun.: Yunanca

yy.: Yüzyıl

x
GİRİŞ
Yunan antikitesine dair edebî, felsefî, tarihî muhtevaya sahip eserlerin
Türkçeye tercümeleri Tanzimat’tan sonra yoğunlaşmış olsa da geniş çerçevede
düşünürsek İslam medeniyetinin Yunan antikitesiyle ilişkisinin daha önceki
dönemlere uzandığı görülür.
İlk tercümeleri, hicrî ikinci asırda Kindî’nin gerçekleştirdiği Aristo ve Plotinus
çevirileri oluştururken Abbasîler döneminde tercümelerin sayısı ve mahiyeti
genişler. 1 Farabî ve İbn-i Sina gibi âlimler Yunan felsefesiyle ilgilenmişlerdir ve
eserlerinde bu ilginin izleri görülür.2
Söz konusu tercüme faaliyetlerinden sonraki yüzyıllarda İslam medeniyeti
dairesinin bir halkası olarak Türk divan şiirinde Yunan antikitesinin etkileri kendisini
hissettirir. Bu etki daha çok belirgin özellikleri olan isimlerin - Tanzimat döneminde
de devam eden şekliyle - İslam medeniyetine ait edebî ve kültürel eserlerde
görülmesi şeklinde gerçekleşir. Yani “felsefe ve tıp alanlarında bir anlamda
efsaneleşmiş Yunan kökenli isimlerin; Arap, İran oradan da Türk edebiyatına
tercümeler” 3 inden sonra divan şiirinde, Aristo akıl, hikmet ve tedbirli görüş ve
düşüncenin4; Eflatun, akıl, güzel görüş ve tedbirin5; Hipokrat akıl, hikmet ve ilmin;
Calinus tıbbın sembolü olarak kullanılmıştır. Batlamyus ise coğrafya ve matematiğin
üstadı olarak kabul görmüş ve şiirlerin kelime hazinesinde bu manasıyla yer
almıştır.6
On yedinci yüzyılda Katip Çelebi, Cihannümâ adlı eserinde “kozmografya
terimlerini Yunanca ve Lâtince’leriyle birlikte”7 gösterir. Johan Corion’dan tercüme
ettiği Târih-i Frengi’de mitolojiden ve Homeros’tan bahseder. Keşfü’z-Zünûn isimli
eserinde ise bazı Yunan filozoflarına ve ilim adamlarına yer verir.8

1
Hakan Yekbaş, “Divan Şiirinde Yunanî Şahsiyetler”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
C.III, No:15, 2010, s.283.
2
Şenol Demir, “Türk Edebiyatında Nev-Yunanilik Eğilimi”, II.Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı,
Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, s.576.
3
Yekbaş, a.g.m., s.286.
4
Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi, Akçağ Yayınları,
Ankara, 2000, s.421.
5
a.e., s.424.
6
Demir, a.g.e., s.578.
7
Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan-Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe
Yayınlar Bibliyografyası, Ege Yayınları, İstanbul, 1996, s.IX.
8
Demir, a.g.e., s.579.

1
On sekizinci yüzyılda Vezir-i Azam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın şair
Nedim’in öncülüğünde oluşturduğu tercüme heyetinin eski Yunan kültürü ile alakalı
yaptığı çalışmalardan biri de Yanyalı Esad Efendi’nin Aristoteles’in Physike adlı
kitabının Yunancadan Arapçaya yapılan tercümesidir. Sekiz kitaptan oluşan
Physike’nin ilk üç kitabının çevirisi olan ve Tercüme-i kütüb-i semâniye li-hakîm
Aristo adıyla basılan bu çalışma, Osmanlı döneminde Yunancadan Arapçaya
doğrudan yapılan ilk tercümedir. Eser, Yunan filozofları hakkında bazı bilgiler veren
telif eserlerden farklı olarak içeriği Yunan antikitesine dayanan çalışmaların elle
tutulur ilk örneği olarak tanımlanabilir.9
1800 yılında basılan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname adlı eserinde,
Abdü’n-Nafi’nin Mutavvel Tercümesi adlı eserinde ve Taşköprülüzâde Ahmet
Efendi’nin Arapça olarak yazdığı, oğlu Kemaleddin Mehmet Efendi tarafından
Osmanlı Türkçesine tercüme edilip 1895’te basılan Mevzuatü’l-Ulûm adlı eserinde
de eski Yunan filozofları hakkında bazı bilgiler verilir.10
Yunancadan Arapçaya tercüme edilen ya da ilgi gösterilen eserler büyük
çoğunlukla felsefe ve tıbba münhasır olmuş, Eski Yunan mitolijisi dinî bakış açısıyla
değerlendirildiğinden ilgi uyandırmamış, edebiyat eserleri ise ya görmezden gelinmiş
ya da sadece ismen zikredilmiştir.11
Tüm bu faaliyetler, Fransızcadan yapılan tercümeler yoluyla eski Yunan’ın
edebî ve mitolojik eserlerinin de tercüme edilmeye başlandığı ve Yunan kültürüne
olan ilginin konu yelpazesi bakımından genişlediği Tanzimat dönemi çeviri
hareketlerine temel teşkil etmiştir. Ayrıca klasik eserlerin tercümesi ile ilgili
tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmalar ise Darülfünun’da Batı edebiyatlarının
tarihine giriş olarak Yunan edebiyatı tarihinin okutulmasına zemin hazırlamıştır.
Genel olarak ifade edilebilir ki bahsi geçen çalışmalar Tanzimat’la başlayan ve
Cumhuriyet devrindeki eserlerde de izleri görülen Yunan antikitesi mirasını tanıma
ve benimseme sürecinin fikrî ve tecrübî hazırlayıcısı olmuştur.

9
Çelgin, a.g.e., s.IX.
10
İsmail Habib Sevük, Avrupa Edebiyatı ve Biz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1940, C.I, s.62.
11
Demir, a.g.e., s.576.

2
1.FRANSIZ EDEBİYATI VE YUNAN ANTİKİTESİ

1.1. Avrupa ve Yunan Antikitesi


Bugünkü Avrupa medeniyetinin fikrî zeminine bakıldığında, tarihsel bir süreç
içerisinde etkilerini ve katkılarını meydana getiren üç temel kaynak kendisini
gösterir. Bu kaynaklar yeri geldiğinde bugünü şekillendiren değişiklikleri
hazırlarken, biraraya gelerek de Avrupa için sosyolojik, tarihî ve fikrî bir mirası
oluşturmuşlardır. Dinî değişimleri, farklı devlet anlayışlarını ve çeşitli düşünce
kalıplarını içeren bu miras kısaca üç kelime ile ifade edilebilir: Yunan, Roma ve
Hristiyanlık.1
Yunan ve Latin mirasını erken dönemlerde fark eden Avrupa, Rönesans ile
birlikte bu mirası tekrar dönülecek ve işletilecek bir maden olarak görmeye başlar.
Hümanizm olarak adlandırılan bu anlayış, antikçağ sanat ve edebiyatına
yaklaşılmasıyla başlar ve gelişme gösterir.2 Bazen Yunan bazen Latin şairler klasik
çağ edebiyatı için öncü kabul edilir. Antik bir şairin baktığı yerden dünyaya ve
yaşanılan çağa bakma arzusuyla Hümanizm, insan sevgisinden ziyade bir irfan sahibi
olma anlamı kazanır. Rönesans ise “klasik” düşüncesinin tüm yönleriyle ihya
edilmesidir. 3 Bu gelişme sürecinde eski Yunan ve Latin edebiyatlarının ürünleri
Avrupa dillerine çevrilir.4 Avrupa lisanlarına çevrilen eserler olduğu kadar Yunanca
ve Latincenin öğrenilip incelenmesi de kapsamlı bir antikçağ bilgisi edinmenin
önemli aşamalarından sayılır. Ayrıca antikçağ şairlerinin eserleri yaşanılan hayatı
anlamlandırmada da estetik ve edebî bir vasıta kabul edilmiştir.5
İsmail Habib Sevük, Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı eserinde Avrupalı yazarların
eserlerine nüfuz edilebilmesini Yunan ve Latin klasiklerini okumaya bağlar. Çünkü
bugünkü Avrupa, tek başına bir medeniyet değildir ve Avrupa’daki ülkelerin tek

1
Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981, s.109.
2
“Bu iki mefhum arasındaki farkı şu şekilde açıklamak doğru olur: Cereyanın ilmî-fikrî cephesi
belirtilmek istendiği vakit hümanizm tabiri, devrin umumî sanat muhtevası belirtilmek istendiği
takdirde ise Rönesans tabiri yer alır.” Şükrü Akkaya, “Hümanizm’in Çıkışı ve Yayılışı”, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.V, Sayı: 2, 1947, s.200.
3
Akkaya, a.g.m., s.201.
4
Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.9.
5
Batıya Yön Veren Metinler: Rönesans, Protestan Reformu, Erken Modern Dönem, Bilim Çağı
(1570-1815), Der. Alev Alatlı, İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksek Okulu,
Nevşehir, 2010, C.II, s.481-484.

3
başlarına oluşturdukları kültürel zeminde gelişmemiştir. Avrupa, Yunan ve Latin
antikitesine dayanır ve bu temelden hareketle Rönesans’ı ve Hristiyanlığı barındıran
bir medeniyet süreci günümüze kadar ulaşmıştır.6
Aynı şekilde T.S. Eliot da “Klasik Nedir?” başlıklı yazısında Avrupa
edebiyatındaki Yunan ve Latin klasiklerinin etkisini bir benzetme ile anlatır. Bu
benzetmeye göre Avrupa edebiyatının damarlarında kan akışını sağlayan ve akışa
hakim olan güç, Latin ve Grek antikitesidir.7
Klasik çağa duyulan hayranlığın neticelerinden biri olarak Avrupalı yazarlar,
klasik yazarlara övgülerini ifade ettikleri mektuplar kaleme alırlar. 8 Bu hayranlık
zaman geçtikçe bazı aşırı fikirleri de gün yüzüne çıkarır. Her şeyin kaynağı olarak
Yunan’ı görmek anlamına gelen “Yunan Mucizesi-Greek Miracle” anlayışına ya da
inancına yapılan en haklı ve basit eleştiriler bile bazı aydınlar tarafından
“nankörlük”le adlandırılmıştır.9

1.2. Fransız Edebiyatı'nda Antikiteye Yöneliş


11. ve 16. asır arası Orta-Çağ Fransız Edebiyatı olarak kabul edilir. Kilisenin
himayesinde ve kontrolündeki bu edebiyat, Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ve Hun-
Cermen istilalarından sonra ortaya çıkar ve gelişir.10
17. asırda kilisenin edebiyat ve sanat sahasındaki baskısı azalır, şairler ve
bilim insanları yavaş yavaş Grek ve Latin eserlerine yönelmeye başlar. İtalya
topraklarının Fransızlarca ele geçirilmesi ile İtalya’daki Rönesans hareketi Fransa'ya
ulaşır. Böylece edebiyat alanında meydana gelecek olan değişim ve yenilenme
yıllarına Rönesans’ın etkisiyle ilk adım atılır. Fransızlar karşılaştıkları Grek ve Latin
eserleri sayesinde edebiyatta Rönesans’ın temelini atarlar. Karşılaşılan ve bir hazine
gibi benimsenen Grek ve Latin eserleriyle klasik edebiyatın ilk nüveleri meydana

6
Sevük, a.g.e., s.V-VI.
7
T. S. Eliot, “Klasik Nedir?”, Eleştiri: Anlamı ve İşlevi, Haz. Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2002, s.210-211.
8
Bu mektuplarda ifade edilir ki bir yazar ya da şair olmanın en önemli şartı Yunan ve Latin
sanatkarları kaynak kabul etmektir. Eğer onların manevî himayesi olmazsa kimse yazar ya da şair
olamaz. Düşünce ve edebiyat dünyasının rehberi onlardır. O manevî himaye sahipleriyle aynı çağda
yaşayamamak ise en büyük üzüntü sebebidir. Batıya Yön Veren Metinler: Rönesans, Protestan
Reformu, Erken Modern Dönem, Bilim Çağı (1570-1815), s.436-439.
9
Demir, a.g.e., s.571-572.
10
Cevdet Perin, Fransız Edebiyatına Toplu Bir Bakış, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1943, s.31.

4
çıkmaya başlar. Bu durum edebî düşünce ve anlayışlar üzerinde farklılıklar meydana
getirir. Bu nedenle edebiyatın Rönensans’ına inananlar tarafından Ortaçağ Fransız
Edebiyatı küçümsenir ve yerilir.11
Fransız edebiyatında eski Yunan ve Latin kültürüne dönüş devrinden klasik
edebiyatın oluştuğu döneme kadar olan zaman “Edebî Rönesans” devri olarak
adlandırılır. Bu devir klasik edebiyat anlayışı için bir hazırlayıcı olarak kabul edilir.12
Çünkü klasik devrin ilk safhası olan 16. yüzyılda Grek ve Latin eserlerinin tercüme
edilmesiyle tohumu atılan klasik edebiyat anlayışının oluşumu uzun zaman almaz.
Eğer bu hazırlık devri yaşanmamış olsaydı klasik edebiyat eserleri belki de hiçbir
zaman edebiyat dünyasına kazandırılamayacaktı. Konuyu daha iyi açıklamak üzere
Fransız edebiyatının Corneille, Moliere, Racin gibi isimlerin varlığını edebî
Rönesans olarak adlandırılan bu döneme borçlu olduğu bile ifade edilebilir.13
Her şeyden önce “Edebî Rönesans”ın ortaya çıkmasına zemin hazırladığı
klasik edebiyatı ve mahiyetini anlamak için “klasik” kelimesinin manası üzerinde
durmak faydalı olacaktır. Latince “donanma” anlamına gelen “Classis” kelimesi,
daha önceleri ordunun ileri saflarını oluşturan bölümleri adlandırmak üzere
kullanılır. Bu kelime daha sonraları halkın ileri gelenleri için de kullanılır. Zaman
geçtikçe her alanda ileri ve üstün olanları ifade etmek için kullanılmaya başlanır.
Sahip olduğu manayı Rönesans döneminde de devam ettiren kelime, Yunan ve Latin
yazarlarını en üstün yazarlar olarak kabul eden düşüncenin bir ifadesi hâlini alır. Her
ne kadar geçen yüzyıllar içinde farklı anlamlar bu kelimenin bünyesinde kendisine
yer bulsa da “klasik” kelimesinin mahiyetini belirleyici unsurların en önemlisi Yunan
ve Latin eserleridir.14
Klasik kelimesinin sahip olduğu mananın edebiyat tarihindeki işlevi açısından
bakıldığında ise Klasisizm “eski Yunanistan ve Roma’da yaratılmış sanat eserlerini
öz ve biçim bakımından tasvir eden ve tanımlayan bir ölçüler ve değer sistemi”15
olarak tanımlanan bir edebiyat akımıdır.

11
a.e., s.42-49.
12
Yusuf Şerif Kılıçel, Muhtasar Avrupa Edebiyatı Tarihi, Maarif Vekaleti, İstanbul, 1935, s.40.
13
Cevdet Perin, Çağdaş Fransız Edebiyatı 1, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İstanbul, 1957, s.6.
14
Müzehher Erim, Lâtin Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987, s.22.
15
Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları Platon’da Derrida’ya, Paradigma Yayıncılık, İstanbul,
2009, s.13.

5
İdeal bir güzellik anlayışına sahip Klasisizm akımının öncüsü Fransa’dır. Edebî
Rönesans’ın merkezi olan Fransa, “klasik edebiyat” anlayışıyla diğer ülkelerden daha
fazla eseri kültür hayatına kazandırdığından dolayı edebî bir egemenlik sahibidir.16
Klasik edebiyatın konusu yalnızca insandır. Bir sanat eseri olarak görülen
mükemmel insanın kaba taslak nüshaları kabul edilen diğer insanlar, barbarlar,
köylüler, çocuklar klasik edebiyat için bahsedilmesi gereksiz şahıslardır. Sadece
mükemmel insanı kendisi için mühim addeden bu anlayış için insan milliyeti ile
değer kazanmaz. Ayrıca beşerî özelliklere sahip olduğu için millî de sayılamayan bu
edebiyat için yapılan tasvirlerde mükemmel insan için gerekli olan güzellik değildir.
Tasvir insana kendi içinde bulunduğu durumu yansıtmalıdır. Böylece tasvir insanın
kötü yönlerini düzeltmesine imkanlar sunan ahlakî bir amaç hâlini alır. Bu amacın
gerçekleşmesi ise söylenmek istenenlerin açıkça ifade edilmesine bağlıdır. Yazarın
tek rehberi akıldır ve bu nedenle yazar geçici heveslere ilgi göstermez. Üslubunun
hedefi ise tasvir edilen konu ya da kişidir. İfade edilen klasik edebiyat anlayışının bu
özellikleri, amaçlanan en olgun hâliyle Fransız edebiyatında kendisini gösterir.
Klasik edebiyat, diğer Avrupa edebiyatlarında ise Fransız edebiyatındaki gibi bütün
temel özellikleriyle tecelli etmez.17
Yunan ve Latin klasiklerine yönelen edebî anlayışın sahip olduğu
özelliklerden biri de Yunan ve Latin yazarlarının taklit edilmesidir. 18 Bu taklitle
alakalı bir nazariye kuran Chénier için taklit edilmesi gereken; Yunan ve Latin
klasiklerinden ilham alan Fransız eserleri değil, onlara bu ilhamı veren asıl kaynak
yani Yunan ve Latin antikitesidir. Chénier’in edebî açıdan yapmak istediği klasik
eserlerin en güzel taraflarını almak ve yaşadığı çağ ile birleştirmektir.19 Ayrıca eski
güzellik anlayışına ve bu anlayışın sanattaki yansımasına, özellikle Homeros’un, lirik
Yunan ve Latin şairlerinin ortaya koyduğu eserlere aşırı derecede hayranlık besler.
Bu hayranlık sadece klasik eserlerin taklit edilmesine yol açmaz. Ayrıca sahip olunan
sanat mahareti de edebî faaliyetlerde rol alır.20

16
Emel Kefeli, Batı Edebiyatında Akımlar, Dergah Yayınları, İstanbul, 2012, s.122-123.
17
Kılıçel, a.g.e., s.117-119.
18
Cemil Göker, Fransa’da Edebiyat Akımları, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Yayınları, Ankara, 1986, s.16.
19
Daniel Mornet, Fransız Edebiyatı Tarihi, çev. Nevin Yürür, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1946, s.161.
20
Kılıçel, a.g.e., s.176.

6
Romantizm edebî anlayışına tepki olarak ortaya çıkan Parnas ekolünün de
Yunan antikitesi ile yakın ilişkisi vardır. 1830’lu yıllarda romantizm akımı içindeki
bazı şairler farklı edebî görüşler ileri sürmeye başlar. Duygusal romantizmin yerine
sosyal konulara ve topluma yönelmeyi teklif eden bu şairler ile “sanat için sanat”
ilkesi geçerlilik kazanır. Parnas kelimesi ise Yunanistan’daki “Parnasos
Dağı”ndan gelir ki inanışa göre burada esin perileri bulunur hatta şairler
sembolik olarak bu dağda oturmaktadır. 21 Parnasizm’e mensup şairler 22 , romantik
şiiri benimseyenlerin aksine Klasisizm düşmanlığını bırakarak Grek ve Latin
klasikleriyle ilgilenmişlerdir. 23 Parnas akımına göre gerçek mutluluk sükûndur.
Mutluluğun kaynağı olarak görülen sükûn aynı zamanda güzelliğin de sembolüdür ve
bu güzelliğin en yüksek ifadesi eski Yunan sanatında kendisini gösterir.24
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Fransız edebiyatında Sembolizm’den
uzaklaşılarak Neo-Klasisizm ile antikiteye, Yunan ve Latin kültürüne dönme eğilimi
ortaya çıkar. Çünkü Sembolizm, dönemi için farklı bir bakış açısına sahiptir ve
alışılagelen edebiyat geleneklerinden ayrı düşer. Bu nedenle insan düşüncesini de
bilinmezlikler içerisinde bırakır.25
Sembolizm’in etkisi altında sanatını geliştiren Jean Moréas zamanla sanat
anlayışını değiştirir ve Klasisizm’e dönülmesi gerektiğini savunmaya başlar.
Atina’da doğan Yunan asıllı şair Jean Moréas bu fikrî ve sanatsal değişimi
Sembolizm anlayışının güçlü olduğu bir dönemde yaşar. Bu değişimden hareketle
Roman Ekolü adı altında ilhamını Klasisizm’den alan bir şiir anlayışı meydana
getirmeye çalışır. Jean Moréas’a göre Fransız edebiyatının temel unsurları Yunan ve
Latin antikitesidir. Kurmuş olduğu Roman Ekolü ise bu unsurların tekrar Fransız
edebiyatında hayata geçirilmesini amaçlar.26

21
a.e., s.42.
22
Parnas ekolüyle beraber anılan Leconte de Lisle’in, akımın kurucusu olarak anılmasını sağlayan
eseri Poémes barbares adlı şiir mecmuasıdır. Buradaki "barbares" kelimesiyle Grek olmayanları
kasteden Leconte de Lisle için gerçek vatan eski Yunanistan’dır. Yetkin, a.g.e., s.67; Parnas
ekolünün en büyük temsilcilerinden biri de Jose Marie de Heredia’dır. Bütün şiirleri Les Trophées adlı
kitabıyla yayımlanan Heredia bu şiirlerde değişik ülkelerde, çağlarda yani Yunanistan’da, Sicilya’da,
Ortaçağ’da, Rönensans’da ve Doğu’da gezinir. Göker, a.g.e., s.45-46.
23
Perin, Fransız Edebiyatına Toplu Bir Bakış, s.128-129.
24
Suut Kemal Yetkin, Edebiyatta Akımlar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967, s.67.
25
Perin, Fransız Edebiyatına Toplu Bir Bakış, s.183.
26
Göker, a.g.e., s.85.

7
Fransa’da ortaya çıkan ve gelişen Klasisizm, Parnasizim ve Neo-Klasisizm
akımları, sadece Fransız edebiyatını değil, Türk edebiyatı dahil olmak üzere
dünyanın diğer edebiyatlarını da etkiler. Yunan antikitesi mirasının tanınması ve
özümsenmesi açısından bakıldığında ise Tanzimat ve sonrasındaki edebî dönemlerde
Yunan antikitesi bahis konusu edilebiliyorsa bunun en büyük vasıtası hiç kuşkusuz
Fransız edebiyatı ve bu edebiyatla ilgili yürütülen tercüme faaliyetleridir. Batılılaşma
dönemi Türk aydınının ve tefekkür hayatının Yunan antikitesine ilgi duymasının
birinci merhalesi Tanzimat döneminde Fransız edebiyatından yapılan bir kısım
tercümeler ise ikinci merhalesi de Yahya Kemal’in Nev-Yunanîlik düşüncesini
oluşturmasında Fransız edebiyatının etkisidir.

8
2.YUNAN ANTİKİTESİNİ TANIMA SÜRECİNDE İKİ
MERHALE: TANZİMAT DÖNEMİ TERCÜMELERİ VE NEV-
YUNANÎLİK

2.1. Tanzimat Döneminde Yapılan Tercümeler

2.1.1. Tercümelerin Genel Özellikleri ve Tercüme Kurumları


Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra hemen her alana hakim olmaya başlayan
Batı’ya yönelme düşüncesi edebiyat ve tercüme hareketlerini de etkiler. Tanpınar’ın
ifadesiyle yeni bir edebiyatın oluşumuna sebep olan medeniyet krizinin
mahsullerinden biri de hiç şüphesiz Batı’dan yapılmaya başlanan tercümelerdir.1 Bu
faaliyetler merak edilen bir medeniyet hakkında bilgi sahibi olmanın en önemli
yollarından biridir. Hatta bu tercümeler söz konusu merakın yüzeysel olarak
giderilmesini değil, merak uyandıran kültür ile onu oluşturan Yunan ve Latin
mirasını daha yakından tanıma fırsatını da sağlar. Dolayısıyla bu ilk tercümeler
sayesinde Osmanlı aydını, hem Yunan ve Latin medeniyetlerinin doğuş ve gelişme
safhalarını hem de Rönesans dönemi duygu ve düşünce hayatını tanımış olur.
Tanzimat dönemindeki tercüme faaliyetlerinin istikameti, genelde Avrupa olsa
da özel de Fransız edebiyatı ve kültürüdür. Çünkü devrin şartları göz önüne
alındığında Avrupa’nın Fransa’ya, Avrupa edebiyatının da Fransız edebiyatına
indirgendiği görülür.
Batı’dan yapılan tercümelerin yoğunluk kazandığı on dokuzuncu yüzyılda
Avrupa, kültürel ve edebî olarak, Yunan ve Latin antikitesini kendisine kaynak kabul
etmiş olmanın meydana getirdiği bir süreci yaşamaktadır. Bu süreç içersinde klasik
Yunan ve Latin eserlerini tercüme eden Avrupa, Rönesans ve Hümanizm’i yaşayarak
günümüze ulaşan medeniyetinin eserlerini ortaya koymuş durumdadır. Edebiyat
açısından bakılır ise, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa eski Yunan ve Latin
klasiklerinden etkilenen ve ilham alan Klasisizm anlayışını kültür ve edebiyat
dünyasında teşekkül ettirmiş ve buradan hareketle eserler vücuda getirmiş edebî bir
sürece sahiptir.2

1
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz. Zeynep Kerman, Dergah Yayınları,
İstanbul, 2007, s.104.
2
Süheyla Yüksel, Türk Edebiyatında Yunan Antikitesi, Asitan Yayıncılık, Ankara, 2010, s.7.

9
Tanzimat dönemi tercümelerinin başlamasında ve gelişmesinde devlet
kurumları öncü rol oynar. Bu kurumlardan biri “Devlet işleri için ecnebî dili bilen
gençlere olan ihtiyacın 1839’dan sonra artması” 3
üzerine kurulan Tercüme
Odası’dır. Bir diğeri ise Darülfünun’da okutulacak ders kitaplarının hazırlanması
amacıyla kurulan Encümen-i Daniş’tir4 ki kurumda Yunanlılarla ilgili olarak Ahmed
Ağribozi’nin Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya isimli eseri yazdığı
bilinmektedir.5
Önemli kurumlardan biri de Daire-i İlmiye’dir. Diğerlerinden ayrılan yönü ise
dahilî üyelerinin Arapça’nın yanında Yunanca ve Latince gibi lisanları da bilmesinin
istenmesidir. Bu kurumun asıl vazifesi okullar için gerekli kitapları hazırlamak,
tercüme etmek ve ettirmek, Avrupa’daki üniversiteler ile ilişkiler kurmaktır. Daha
önemlisi Yunan ve Latin lisanlarını bilen kişiler tarafından yapılacak tercümelerle
Avrupa ve onun temel unsurları olan Yunan ve Latin antikitesi ile bağlantı kurmak
ve Osmanlı’nın da bu kaynaklardan yola çıkarak Batılılaşmasını sağlamaktır.6
Söz konusu kurumlarda veya bağımsız olarak yetişen mütercimler tarafından
Fransız edebiyatından Yunan antikitesine dair pek çok kitap, risale ve daha kısa
yazılı ürünler Türkçeye çevrilir.7 Ancak belirtmek gerekir ki bu dönemde tercüme
edilen eserler daha çok Yunan felsefesi üzerinedir. Çünkü geçmişten Tanzimat
dönemine gelinceye kadar - Tanpınar’ın ifadesiyle - “Greko-Latin veya o kadar
tesirinde kaldığı Ellenistik medeniyetten sadece büyük ilimlerle felsefî eserleri ve
bunların içinde bilhassa akidenin işlenmesi için lazım olan tercüme ve hülasa
şeklinde alınmış, tarih, edebiyat ve hitabet gibi dallara hemen hiç”8 girilmemiştir.

3
Ahmet Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2003,
s.142.
4
Abdullah Uçman, “Encümen-i Daniş”, C.XI, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995, s.177.
5
Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.145.
6
Taceddin Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 135-
140.
7
Yapılan tercümelerin listesi için bkz.: Melin Has-er, “Tanzimat Devrinde Latin ve Grek Antikitesi
İle İlgili Neşriyat (1245-1300 Seneleri arasında Neşredilen Kitaplar ve Muhtelif Mecmualarda Çıkan
Yazılar)”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul, 1959, s.6-189; Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan-Latin Dil ve
Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, s.19-41; Şerif Hulusi, “Tanzimattan
Sonraki Tercüme Faaliyetleri”, Tercüme, Maarif Vekaleti, Ankara, 1940, C.III, Sayı:3, s.296; Sevük,
a.g.e., s.62-81.
8
Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.24.

10
Tanzimat döneminde de aynı şekilde klasik Yunan edebiyatının Homeros,
Aisopos gibi önemli yazarları fazla ilgi uyandırmaz. Bunun nedeni olarak Tanzimat
aydınının, Şinasi, Namık Kemal gibi devrin edebiyatçılarının ve genel olarak hakim
edebiyat anlayışının gündeminde siyasî, politik konuların önemli yer tutması
gösterilebilir. Siyasetin ve siyasî kavramların edebiyatta hakim olması, doğal olarak
tercümelerin felsefî eserlere yönelmesine sebep olmuştur.

2.1.2. Tercüme Edilen Eserler


Fenerli Rumlardan9 olan ve Encümen-i Daniş’in harici üyesi Vasilaki Vuka’nın
Samsatlı Lukianos’dan çevirdiği Dalkavuknâme 10
, diğer tercümelerden farklı
özelliklere sahiptir. Öncellike bu eser Fransızca'dan değil eserin orijinal dili olan
Eski Yunancadan Osmanlı Türkçesine aktarılır. 11 Bir diğer özelliği ise bu eserin
mütercimin ölümünden yaklaşık 15 sene sonra yani 1871 yılında Ahmed Vefik Paşa
tarafından yayınlanmasıdır.12 Tarihlerden anlaşılacağı üzere eserin tercüme tarihinin
Vasilaki Vuka’nın ölüm tarihi olan 1856’dan önce olması gerekir ki Johann Strauss,
“Milletler ve Osmanlıca: Osmanlı Rumlarının Osmanlı Edebiyatına Katkıları (19. ve
20. Yüzyıllar)” adlı makalesinde bu tarihi ihtimal kaydıyla beraber 1850’ler olarak
belirtir. 13 Böylece asıl ismi Peri Parasitou (Asalak Hakkında) olan eser, felsefî
diyalog türünün ilk çevirisi durumuna gelir ve tarih olarak Batı’dan yapılan ilk edebî
tercüme kabul edilen Münif Paşa’nın Muhaverat-ı Hikemiyye 14
(1859) adlı
çalışmasının önüne geçer. Bu bilgilerden yola çıkarak Dalkavuknâme'nin bir Batı
dilinden Osmanlı Türkçesine tercümesi yapılan ancak basımı sonraki tarihlerde
gerçekleşen ilk edebî eser olduğu kabul edilebilir.

9
Fenerli Rumlar, Eski Yunanca, Rumca ve Türkçenin yanında Batı dillerini de bilmekteydiler.
Onların yüksek mevkilere ulaşabilmeleri Osmanlı Türkçesine olan vukûfiyetlerine bağlıydı. Fenerliler
yaptıkları tercümelerde geleneksel inşa üslubunu kullanmışlar, tercümelerini bazen mısra olarak
yaparken Arapça ve Farsça atasözlerinden de sıkça yararlanmışlardır. Ayrıca Farsça tamlamaları
oldukça fazla kullanmalarının yanında birbirine bağlı uzun cümleleri de tercih etmişlerdir. Bu dil ve
üslup tercihleri sebebiyle başta Şemseddin Sami olmak üzere pek çok yazar tarafından
eleştirilmişlerdir. Johann Strauss, “Fenerliler ve Türk Dili”, Çev. Onur Şar-Ragıp Ege, Toplumsal
Tarih, No:193, Ocak 2010, s.76.
10
Lukianos, Dalkavuknâme, Çev. Vasilaki Vuka, Matbaa-ı Âmire, İstanbul, 1287.
11
Yüksel, a.g.e., s. 9.
12
Ömer Faruk Akün, “Ahmed Vefik Paşa”, C.II, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989, s.156.
13
Johann Strauss, “Milletler ve Osmanlıca: Osmanlı Rumlarının Osmanlı Edebiyatına Katkıları (19.
Ve 20. Yüzyıllar)”, Çev. Ayten Sönmez, Kritik, No:2, Güz 2008, s.120.
14
Voltaire, Muhâverât-ı Hikemiyye, Çev. Münif Efendi, Ceridehâne Matbaası, Dersaadet, 1276.

11
Şinasi’nin 1859’da “Fransız lisanından nazmen tercüme eylediğim bazı eş’ar”
adını verdiği, 11 sene sonra kendi matbaasında yaptığı ikinci baskıda
ismini “Tercüme-i Manzume” 15 olarak değiştirdiği eseri; Racine, Esther, Athalie,
Andromaque trajedileri ile La Fontaine, Gilbert, Fenelon ve Lamartine’den seçilen
küçük parçaları ihtiva edip Batı şiirinin seçme örneklerini sergileyen ilk
tercümedir. 16 Tercüme-i Manzume; Yunan ve Latin antikitesine dönme fikrini
savunan ve uygulayan Fransız klasik şairlerinin eserlerinden ilk tercümeleri içermesi
bakımından da farklı bir öneme sahiptir.
Bu dönemde Yunan antikitesine ilgi uyandıran önemli iki eserden biri 1859
yılında yayınlanan Münif Paşa’nın Volter, Fenelon ve Fontenelle’den on bir diyolağa
yer verdiği ve yayınlandığı tarih itibariyle “Batı dillerinden çevrilen ilk edebî ve
felsefî eser olma özelliğini taşıyan” 17 Muhaverat-ı Hikemiyye adlı eseri, diğeri de
Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği Telemak Tercümesi18 adlı çalışmasıdır.
Yine aynı yıllarda Fenelon’un Abrégé de La Vie des Plus İllustre Philosophes
de L’Antiquité isimli kitabı Cricor Chumarian tarafından Evvel Zamanda Azamü’ş-
şan Olan Filozofların İmrar Etmiş Oldukları Ömürlerinin İcmalidir 19 ismiyle
Türkçeye çevrilir ve 1854 yılında İzmir’de basılır.20 Nerdeyse bütün Antik Yunan
filozofları ile ilgili bilgi veren bu eser Bedri Mermutlu’ya göre Türkçeye Batı
dillerinden çevrilmiş ilk felsefî eserdir.21
Bu dönemde Yunancadan yapılan başarılı çevirilerden ikisi Mihalaki’nin
Theokritos 22 ve Anakreon 23 çevirileridir. 24 1864 yılında ise Giyotiyos’un Pinakis

15
Şinasi, Tercüme-i Manzume, Tasvir-i Efkâr Matbaası, İstanbul, 1287.
16
Ömer Faruk Akün, “Şinasi”, C. XI, İslâm Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1979, s. 545-
560.
17
İsmail Doğan, “Münif Ahmed Paşa”, C.XXXII, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006, s.11.
18
Fenelon, Tercüme-i Telemak, Çev. Yusuf Kamil Paşa, Tabhane-i Amire, İstanbul, 1279.
19
Fenelon, Evvel Zamanda Azimüşşan Olan Feylesofların Emrar Etmiş Oldukları Ömürlerinin
İcmali, Çev. Cricor Chumarian, Smyrne (İzmir), 1270.
20
Yüksel, a.g.e., s.13.
21
Bedri Mermutlu, “Türkçe’de Yayınlanmış İlk Felsefe Eseri”, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Yıl:2, Sayı:2, 2000-2001, s.43.
22
Theokritos, “Balıkçılar”, Çev. Mihilaki, Envar-ı Zeka, No:2, 1299, s.40-43; Theokritos, “Polifem”,
Çev. Mihilaki, Envar-ı Zeka, No:2, 1299, s.43-46.
23
Anakreon, “Yunan Şuara-yı Kadîmesinden Anakreon’un Âsar-ı Müntehibesinden Bir Kaç Parça”,
Çev. Mihalaki, Şark, No:2, 1297, s.61-63.
24
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.4-5.

12
isimli eseri Giyotiyos’un Ahlaka Ait Risalesi’nin Tercümesi25 adıyla Yunancadan Ali
Suavi tarafından tercüme edilir.26
Konstandinidi Efendi’nin yazmış olduğu Târih-i Yunanistan-ı Kadîm27 her ne
kadar ilk derli toplu bilgiyi verse de dil ve üslupla ilgili kusurları olan bir eserdir.28
Bu dönemde Teodor Kasap çıkardığı ilk mizah gazetesine Diyojen adını verir
(1870-1873) ve derginin önsözünde “fıçıda yaşamakla ünlü ‘Sinoplu bir meczub-ı
kâmil’ olan ‘hakîm-i Yunaniyye’ meşreb ve mezhebi bu gazetenin muvafık-ı mesleği
olduğundan bu isim ile tevsîmi münasib görüldü” 29 ifadesi yer alır.
1879 yılında Şemseddin Sami’nin büyük bölümünü Yunan ve Roma
mitolojisine ayırdığı Esâtîr 30 adlı eseri ve 1893 yılında Nabizade Nazım’ın yine
Esâtîr31 adını taşıyan eseri, Yunan mitolojisi ile ilgili olarak ayrıca Yahya Kemal’in
büyük bir heyecanla karşıladığı Mehmet Tevfik Paşa’nın Esâtîr-i Yunâniyân32 adlı
hacimli eseri yayınlanır.33 Mehmet Tevfik Paşa kendisini bu eseri yazmaya teşvik
eden Abdülhak Hamid’e teşekkür eder ve ona ithaf ettiği bir şiire yer verir.34
Yunan edebiyatından yapılan tercümelerden bir kısmını Aisopos’dan yapılan
çeviriler oluşturur. “Türk aydınının en çok ilgi gösterdiği ve eserini dilimize aktardığı
ilk eski Yunan edebiyatçısı” 35 olan Aisopos tarafından Yunan nesrinin en eski

25
Giyotiyos, Giyotiyos’un Ahlaka Aid Risalesi’nin Tercümesi, Çev. Ali Suavi, İstanbul, 1864.
26
Demir, a.g.e., s.581.
27
Konstantinidi, Târih-i Yunanistan-ı Kadîm, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1286.
28
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.5.
29
İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergah Yayınları,
İstanbul, 2006, s.67.
30
Şemseddin Sami, Esâtîr, Mihran Matbaası, İstanbul, 1296.
31
Nabizade Nazım, Esâtîr, Kasbar Matbaası, Dersaadet, 1309.
32
Mehmet Tevfik, Esâtîr-i Yunaniyân, Mekteb-i Hayriye Matbaası, Konstantiniye, 1329.
33
Yahya Kemal’in Esâtîr-i Yunaniyân ile ilgili yazısı için bkz.: Yahya Kemal, “Bir Kitâb-ı Esâtîr”,
Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2008, s.172-174.
34
Abdülhak Hamid’in bu esere olan ilgisinden hareketle onun eserleri üzerinde Fransız klasiklerinin
ve dolayısıyla Yunan antikitesinin etkilerinden söz edilebilir. Şöyle ki Hamid, Fransız klasikleri gibi
alelade konulara girmeyerek insanüstü konuları işler ve ayrıca trajedi eserlerinin konularını Fransız
klasikleri gibi tarihten alır. Ancak Fransız klasikleri için bu tarih Grek ve Roma tarihi iken, Hamid
için İslam tarihidir. Bazı trajedilerinin konularını değişitirerek Corneille’den adapteler yapan
Hamid’in tiyatro kahramanları Corneille’in, Racine’in etkilerini taşır. Cevdet Perin, Tanzimat
Edebiyatında Fransız Tesiri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1946
s.159-162; Abdülhak Hamid’in eserlerindeki Yunan mitolojisi etkisi için ayrıca bkz.: İnci Enginün,
Mukayeseli Edebiyat, Dergah Yayınları, İstanbul, 1992, s.266-273.
35
Yüksel, a.g.e., s.71.

13
örnekleri sayılabilecek fabl türü ilk defa meydana getirilir. Fabl ile insanların
davranışları, hayvan hikayeleri üzerinden eleştirilir.36
Ahmed Midhat’ın Kıssadan Hisse37 tercümesinde yer alan otuz beş kıssanın on
sekizi Aisopos’un, on biri Fenelon’un ve bir tanesi de Voltaire’indir. Diğer bir çeviri
ise Diyarbakırlı Çelebizde Agob Lütfi’nin Tercüme-i Yezepos 38 adlı çevirisidir.
Çeviriler arasında dikkat çekenlerden biri de Osman Rasih Efendi’nin Fransızca'dan
tercüme ettiği ve Menâkıb-ı Hayevân Berâ-yı Teşhîz-i Ezhân 39 adını taşıyan
çalışmasıdır.40
Ahmed Midhat’ın Ksenophon’un Kyrou Paideia adlı eserini
De Cyri’nin Fransızca çevirisinden Osmanlı Türkçesi'ne aktardığı Hüsrevnâme41 adlı
eseri de Yunan edebiyatından yapılan tercümeler arasındadır. 42
Tercümenin
kapağında “Meşahîr-i Kudemâ-yı Yunaniyyeden Ksenofon’un 2000 sene evvel
yazıdığı bir eser-i kadîmdir” ifadesi yer alır ve Ahmed Midhat’a göre “Okuyanlara
vereceği ders-i hikmet ve göstereceği nümune-i ibret yanında Fenelon’un Telemak’ı
adeta bayağılaşır”.43
Bu dönemde Yunan edebiyatıyla ilgili tercümelerin önemli bir kısmını ise
Homeros’tan yapılan İlyada çevirileri oluşturur. Hasan Âli Yücel’e göre İlyada’yı
tercüme etmeye ilk teşebbüs eden Sadullah Paşa’dır. İlk on beyiti manzum olarak
“mef’ûlü mefâilün faûlün” veziniyle ve geri kalan 47 sayfayı mensur olarak çeviren
Sadullah Paşa’nın bu çalışması yayınlanmaz. Yücel, bu çalışmayı Mithat Cemal
Kuntay’da görür, izniyle kopyasını alır ve ilk İlyada mütercimi olarak Sadullah
Paşa’yı kabul eder. 44 Tercümenin tarihi konusunda ise herhangi bir bilgi yoktur.

36
Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.58.
37
Kıssadan Hisse, Çev. Ahmed Midhat, Kırkanbar Matbaası, İstanbul, 1287.
38
Aisopos, Tercüme-i Yezepos, Çev. Diyarbakırlı Çelebizade Agob Lütfi, Zartaryan Matbaası,
İstanbul, 1290.
39
Aisopos, Menâkıb-ı Hayevân Berâ-yı Teşhîz-i Ezhân, Çev. Osman Rasih, Bakırcı Başı Mehmed
Efendizâde Süleyman Efendi Matbaası, İstanbul, 1294.
40
Yüksel, a.g.e., s.71-73.
41
Ksenophon, Hüsrevnâme, çev. Ahmed Midhat, y.y., 1032.
42
Yüksel, a.g.e., s.80-81.
43
Ksenophon, a.g.e., s.2.
44
Hasan Âli Yücel, Edebiyat Tarihimizden, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989, s.297.

14
Asım Bezirci de bu eserden bahseder ve tarih bilgisi bulunmamasından dolayı İlyada
tercümeleri sıralamasında ona üçüncü olarak yer verir.45
M. Naim Fraşeri’nin 1887 tarihli tercümesi doğrudan Yunancadan yapılan ilk
İlyada 46 tercümesidir. 47 Önsözünde eserin sırayla neşredileceği ifade edilse de bu
gerçekleşmez. 1900 yılında ise Selanikli Hilmi’nin yine aslından düzyazıya çevirerek
yaptığı ama tamamlanmayan İlyada 48 çevirisi gelir ki dili oldukça ağırdır. 49 İlyas
Yahut Şair-i Şehîr Omiros adını verdiği çalışma hakkında İsmail Habib tarafından
insana itimad veren bir eser olarak görülmediği ve kitabın ismine “İlyas”
denilmesiyle daha ilk adımda hata yapıldığı ifade edilir.50 Eserin ismi Yahya Kemal’i
de şaşırtır. Kemal, bu tercümeyi bir Rum’un eseri zanneder, daha sonra Homeros’un
İlyada adlı eserinin çevirisi olduğunu anlar.51
Dördüncü İlyada tercümesi ise Ömer Seyfettin’e aittir.52 Yeni Mecmua’nın 23
Mayıs 1918 tarihli ve 45 numaralı nüshasından başlayarak 12 nüsha devam eden
tercüme tefrikası İsmail Habib Sevük’e göre Fransızca'da İlyada’nın en güzel çevirisi
olan Leconte de Lisle’nin eserinden düzyazı olarak tercüme edilir.53 Ömer Seyfettin,
Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabiî Yazmak Sanatı54 adlı yazısında Homeros’a ve
İlyada tercümesine dair düşüncelerini ifade eder. Ömer Seyfettin’e göre klasik
yazarların başında Homeros vardır ve o her devrin en büyük muharriridir.
Homeros’un Türkçe hariç Arapçaya, Ermeniceye bile çevrildiğini, üstadların
gayretsizliğinin kendisini üzdüğünü ve bu üzüntü ile İlyada’yı tercüme ettiğini yazar.
Çünkü Homeros’u okumak en faydalı okuyuştur ve her edebî anlayışın tohumu
Homeros’un eserlerinde saklıdır.55

45
Asım Bezirci, Çok Kapılı Oda, Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi, İstanbul, 1992,
s.62.
46
Homer, İlyada, Çev. M. Naim Fraşeri, Karabet ve Kasbar Matbaası, İstanbul, 1303.
47
Demir, a.g.e., s.583.
48
Homeros, İlyas yahud şair-i şehir Omiros, Çev. Selanikli Hilmi, Şems Kitabhanesi, İstanbul, 1326
49
Bezirci, a.g.e., s.62.
50
Sevük, a.g.e., s.65.
51
Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyâsî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti,
İstanbul, 1999, s.100.
52
Tefrikaların bir araya getirilmesiyle oluşan kitap: Homer, İlyada, Çev.Ömer Seyfettin, Maarif
Vekaleti, İstanbul, 1927.
53
Sevük, a.g.e., s.65.
54
Ömer Seyfettin, “Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabiî Yazmak Sanatı”, Türk Kadını Mecmuası,
Sayı: 14-21, 12 Aralık 1918 - 8 Mayıs 1919.
55
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Makaleler 2 – Tercümeler, Haz.Hülya Argunşah, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2001, s.94.

15
2.1.3. Klasiklerin Tercümesi Meselesi
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Fransız edebiyatından yapılan tercümeler ile
Yunan antikitesi ile ilgili olarak “Klasiklerin Tercümesi Meselesi” hakkında
tartışmalar yaşanır. Bu tartışmaların mahiyeti Fransızların Yunan ve Latin
klasiklerine yönelmesinden hareketle klasik eserin mahiyeti, Türk edebiyatında da
bir klasik devrin olup olmadığı, eski Yunan edebiyatını oluşturan klasiklerin
tercümesinin gerekliliği, tercümelerde hangi yöntemin izlenebileceği gibi soru ve
düşüncelerden oluşur.
Klasikler tartışmasını başlatan Ahmed Midhat bu konuyla ilgili önce
Tercüman-ı Hakikat’te (1890) “Mitoloji ve Şiir”56 , “Tekrar Mitoloji ve Şiir” 57 ve
yedi yıl sonra “İkram-ı Aklam” 58 başlıklı yazılarını yayımlar. Ancak Ahmed
Midhat’ın klasikler tartışmasına dair bu yazılarından önce Batı edebiyatından yaptığı
çeviriler onun konu hakkındaki düşüncelerinin oluşumunda önemli bir yer tutar.59
Ahmed Midhat yazdığı yazılarda Yunan mitolojisinden ve diğer milletlerin
mitolojilerinden bahsederken “klasik” kelimesinin zıddı olarak “romantik”
kelimesinin üzerinde durur. Ahmed Midhat’a göre “klasik” her şeyin en üstünü,
“romantik” ise her şeyin en bayağı, âdî olanıdır. 60 Klasik eserde iki özellik
bulunmalıdır. Bunlardan biri hayal diğeri ise belagattir. Klasikler üzerinden uzun
seneler geçse de ilk günkü gibi değerlidir. Goethe’nin, Corneille’in, Shakespeare’in
devrinin kapandığı akıldan bile geçirilemez, onların eserleri hâlâ okunur, sahnelenir,
kitapları tekrar tekrar basılır. 61 Klasik eserlerin üslubu açık ve anlaşılırdır. İçinde
bulundurduğu fikirler topluma uygundur ve herkesin yararlanacağı özelliklere
sahiptir. Ona göre bizde klasik dönem yaşanmamıştır. Bu nedenle Batı’daki
klasiklere benzer eserler yazmamız mümkün değildir. O yüzden şimdilik bu eserlerin
tercüme edilmesi gerekmektedir ki bundan sonra klasiklerden habersiz olmanın
hiçbir gerekçesi olamaz.62

56
Ahmed Midhat, “Mitoloji ve Şiir”, Tercüman-ı Hakikat, C.XI, No: 3542, 1306.
57
Ahmed Midhat, “Tekrar Mitoloji ve Şiir”, Tercüman-ı Hakikat, C.XI, No: 3546, 1306.
58
Ahmed Midhat, “İkram-ı Aklam”, Tercüman-ı Hakikat, C.XV, No: 5823, 1313.
59
Ramazan Kaplan, “Klasikler Tartışması”, Türkoloji Dergisi, C.XI, Sayı:1, 1993, s.166-167
60
Demir, a.g.e., 585.
61
Kaplan, a.g.m., s.168-170.
62
Demir, a.g.e., 586.

16
Ahmed Midhat’ın bu görüşlerine Kemalpaşazade Sait Bey, Ahmet Cevdet,
Cenab Şehabettin ve Hüseyin Daniş’ten birtakım itirazlar gelir. İlk itiraz eden kişi
Ahmet Cevdet’tir. Ona göre lisanımız, klasikleri tercüme edecek kadar
gelişmemiştir. Dilimiz gelişinceye kadar klasiklerin tercümesi ertelenmelidir. 63
Cenab Şehabettin ise Türk edebiyatının klasik dönemi olmadığını, Batı edebiyatının
izlediği yolu izlemediğini bu nedenle klasiklere ihtiyacın olmadığını savunur. Bunun
delili ise klasik eserlere şimdiye kadar rağbet edilmemesidir. 64 Ayrıca klasikleri
oluşturan maddî ve manevî etkenler, zaman ve çevre farklıdır. Bunların taklit
edilmesi Türk edebiyatını eski Yunan’a hatta Tufan devrine kadar geriye götürür.65
Cenab Şehabettin’in bu eleştirilerine Ahmed Midhat, eski Yunan, Latin ve Hint
eserlerinden yararlanılabileceğini ileri sürerek cevap verir.
Kemalpaşazade Sait Bey ise Ahmed Midhat’ın görüşlerini ironik bir üslupla
eleştirir. Kemalpaşazade Sait Bey’e göre, Ahmed Midhat’ın savunduğu fikirler eski
ve modası geçmiştir, Avrupa edebiyatından yararlanmak için klasik Yunan ve Latin
eserlerine başvurulması gerekmez.
Klasiklerin tercümesinin gerekliliğine dair tartışmaların yanında bu
tercümelerde takip edilecek usul ve kullanılacak dil de münakaşa mevzuu olur. Genel
olarak düşünüldüğünde “klâsik vasfını alacak eserlerin vücuda gelmesinin başlıca
şartı, o edebiyatı söyleyen dilin çabuk ve sert deyişmelere mâruz kalmıyacak
istikrarlı bir mükemmeliyete ermesidir”.66
Ahmet Cevdet, tercümeler için dilin istenilen yetkinlikte olmadığını
savunurken, manzum bir eserin mensur şekilde tercümesine de karşı çıkar. 67 Ahmed
Midhat’a göre klasik bir eserin tercümesinde iki yol vardır. Birincisi harfi harfine
yani birebir tercüme, diğeri ise serbest çeviridir. Harfi harfine yapılan çevirilerde
metnin orijinal dilinin özellikleri görülebilir. Ancak bu çeviri yönteminin bazı
kusurları ve sakıncaları vardır. Bu yüzden Ahmed Midhat serbest çeviriyi benimser.
Necip Asım’a göre ise klasik vasfını taşıyan manzum ve mensur eserler, çevirisi en
zor olanlardır ve manzum eserler yine manzum olarak tercüme edilemez. Necip

63
a.e., 586-587.
64
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.9-10.
65
Demir, a.g.e., s.587.
66
Yücel, a.g.e., s.253.
67
Demir, a.g.e., s.587.

17
Asım tercümede, söz ve anlam sanatlarının çeviride aynen korunması, sadece anlam
sanatlarının korunması, serbest çeviri ve taklit yollarının bulunduğunu ifade eder.
Kendi tercihi ise sadece anlam sanatlarının korunması yönündedir.68
Ahmed Midhat’ın ısrarla savunduğu ve Avrupa medeniyetini tanımak için
Yunan ve Latin klasiklerine yoğunlaşılması gerektiğine dair düşüncesi pek çok
itirazlara sebep olur. Bütün bu tartışmalar, çalışmamıza konu olan Yunan Edebiyatı
Tarihi ders notunun meydana gelmesinin de dolaylı yoldan sebebidir. Şöyle ki
Ahmed Midhat, Halit Ziya’ya Batı Edebiyatı Tarihi dersine eski Yunan ve Latin
edebiyatlarından başlamasını önerir ve bu görüş Halit Ziya tarafından kabul görür.69
Kadîm Yunan edebiyatıyla ilgili toplu bilgi veren ilk edebiyat tarihleri ise
Darülfünun’da verilen derslerin notlarının kitaplaştırılmasıyla meydan gelir. İlk önce
1911’de Darülfünun edebiyat şubesi muallimlerinden Mehmed Rauf’un 70 Yunan-ı
Kadîm Târih-i Edebiyyâtı adlı eseri basılır. Bu kitap Darülfünun-ı Osmanî’deki
Kadîm Yunan Edebiyatı Tarihi derslerinde tutulan notlardan oluşur. 71 Bir diğer
Yunan edebiyatı tarihi ise çalışmamızın da konusu olan Halit Ziya’nın
Darülfünun’da verdiği Yunan Edebiyatı Tarihi dersinde öğrenciler tarafından tutulan
notun 1915’te basılmasıyla meydana gelen “Yunan Târih-i Edebiyyâtı”dır.72 1928’de
ise İsmail Hikmet Ertaylan’ın telif ettiği Yunan Edebiyatı Tarihi isimli kitabı
yayınlanır.73

2.2. Nev-Yunanîlik
Klasisizm, Parnasizm ve nihayet Neo-Klasisizm akımlarının Türk
edebiyatındaki etkilerinden biri de Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin öncüsü olduğu
Nev-Yunanîlik hareketidir. Genel olarak ifade etmek gerekirse bu hareket 1912’den
itibaren Paris’te edindiği fikirlerle yurda dönen Yahya Kemal’in aynı fikirleri
paylaşan Yakup Kadri ile beraber yürüttüğü edebî anlayıştır. Her iki edebiyatçı da

68
Kaplan, a.g.m., s.203-205.
69
Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, Haz. Nur Özmel Akın, Özgür Yayınları, İstanbul, 2008. s.893.
70
Servet-i Fünun yazarı Mehmed Rauf ile Darülfünun’da ders veren Mehmed Rauf farklı kişilerdir.
Darülfünun müderrisi Mehmed Rauf, Yunan ve İtalyan Edebiyatı Tarihi dersleri verir. İsminin
karıştırılmaması için ise “M. Rauf” imzasını kullanır. Oğuz Karakartal, “Türkiye’deki İlk İtalyan
Edebiyatı Tarihi: Mehmet Rauf ve İtalyan Tarih-i Edebiyatı Üzerine (1913)”, Mediterraneo, Sayı: 4,
Mart 2009, s.74-75.
71
M. Rauf, Yunan-ı Kadîm Târih-i Edebiyyâtı, Hacı Hüseyin Efendi Matbaası, Dersaadet, 1327.
72
Uşşakizade Halid Ziya, Yunan Târih-i Edebiyyâtı, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1331.
73
İsmail Hikmet Ertaylan, Yunan Edebiyatı Tarihi, Maarif Vekaleti, Ankara, 1928.

18
coğrafî ve kültürel bir değerlendirmenin sonucu olan Akdeniz Uygarlığı düşüncesine
sahip olur. Eski Yunan edebiyatımızda temel alınmalıdır. Çünkü Yunan ve Latin
klasiklerinden başlayarak edebiyatımız sağlam bir zemine oturtulabilir. 74
Bu
düşüceyi Yahya Kemal şu şekilde ifade eder:

“İkimizde bir hülyaya kapıldık; İran’dan Yunan’a geçmek... Eski edebiyatın


mihrâkı, İran’dı. Geç olmakla beraber Yunan klâsiklerine dönecektik.
Nazariye şuydu: Modern edebiyatımız, gerçi Avrupa’ya dönmüştü. Fakat bu
model, Fransızların son şiiri ve son nesri idi. Bu kâfi olamazdı. Bütün
Avrupa’yı anlamak için ancak Yunanlılardan başlamak lâzımdı. Bütün
Fransızların ve onlarla beraber Avrupalıların menbaı olan Yunanlılara
dönmeliyiz ki, tam mânasiyle bir edebiyatımız olabilsin.” 75

2.2.1. Yahya Kemal ve Nev-Yunanîlik


1903’te Paris’e gitmeden önce Yahya Kemal’in edebî dünyası Abdülhak
Hamid’in, Tevfik Fikret’in ve Cenab Şehabettin’in etkisi altında şekillenir. Paris’te
ise onların yerini Gérard de Nerval, Baudelaire, Victor Hugo, Lecont de Lisle,
Mallarmé, Rimbaud, Verlain, José-Maris de Heredia ve Jean Moréas alır. Bu
dönemde Yahya Kemal; Gérard de Nerval’in şiirlerini, Lecont de Lisle’nin
manzumelerini, Heredia’nın Les Trophées kitabındaki soneleri edebiyat
düşüncelerini değiştirecek bir beğeni ile okur. 76
Parnasizm’in mükemmelliği
amaçlayan, müşkülpesent sanat anlayışı, Yahya Kemal’i bu akımın sanatçılarına
yönlendirir. Bu sanatçılar arasında özellike Moréas, Yahya Kemal’in Yunan ve Latin
şiirine ilgi duymasına ve oradan hareketle eski Türk edebiyatına daha müsamahakâr,
hatta sempatik bakmasına sebep olur.77
Camille Julian’ın “Fransız milletini bin yılda Fransa toprağı yarattı”
cümlesinden etkilenen Yahya Kemal, tarihçi Albert Sorel ve şair Herédia tarafından
kendisine açılan yolda geçerek Yunan ve Latin şiirine yönelir.78 Yunanca ve Latince

74
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.43.
75
Yücel, a.g.e., s.255.
76
Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal’e Veda, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1959, s.13-14.
77
Sermet Sami Uysal, Şiire Adanmış Bir Yaşam: Yahya Kemal Beyatlı, Yahya Kemal’i Sevenler
Derneği, İstanbul, 1998, s.124-125.
78
Sadık Turhal, Edebiyat Bilimine Katkılar, Ecdâd Yayınları, Ankara, 1993, s.108.

19
bilmediği için klasik edebiyatın yazı âlemini ancak Fransızca tercümeleriyle tanır.
Yunan şiirinin inceliklerine vâkıf olabilmesi Tanpınar’ın tabiriyle dalgaların
ucundaki köpükleri elleriyle toplaması gibidir. 79 Fakat bu kadarından bile aldığı
zevkle, bir müddet sonra Nev-Yunanîlik’i ideal haline getirir. Kendisi bu tezi şöyle
ifade eder:

“Meselâ, Türk zevkini asırlarca almış olduğumuz Arap ve Acem tesirlerinden


uzaklaştırarak doğrudan doğruya Lâtin ve Yunan edebî terbiyesine bağlamak
ve nihâyet bütün Avrupa milletlerinde olduğu gibi bizde de sırf Yunan ve
Lâtinlerden gelen edebî miras çerçevesinde bir şiir vücûda getirmek hulyâsına
kapıldım.”80

1912’de yurda dönen Yahya Kemal’in zihninde “Bahr-i Sefîd Havza-i


Medeniyeti” düşüncesi önemli bir yer tutmaya başlar.81 Bu düşünce Yahya Kemal
tarafından edebiyat sohbetlerinde dillendirilir. Bu tezin açıklanmasında Yahya
Kemal için Avrupalıların “Yunan Mucizesi – Greek Miracle” anlayışı önemli bir
çıkış noktasıdır. Bugünkü medeniyetin Akdeniz kıyılarından doğar ve insanlık tam
değerini orada bulur. Bu düşüncenin ifadesi olarak “Akdeniz Mucizesi” tanımını
daha uygundur. Çünkü Yunanlılara mâl edilen kültür ve medeniyetin temelinde
Akdeniz kıyısındaki bütün milletlerin payı vardır. Yahya Kemal için Akdeniz, insanî
değerlerin eriyip süzüldüğü ve bir arada toplandığı bir potadır.82 Yahya Kemal bu
düşüncesini kısaca şöyle ifade eder :

“Dövizimiz olarak Eflâtun’un şu sözünü almıştık: Biz medenîler, Akdeniz


etrafında bir havuzun kenarlarındaki kurbağlar gibiyiz”83

79
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.40-41.
80
Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü
Neşriyatı, İstanbul, 1960, s.95.
81
Hisar, a.g.e., s.25.
82
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990,
s.116.
83
Yücel, a.g.e., s.256.

20
Yahya Kemal Peyâm ve Peyâm-ı Edebî’de 1913 ve 1914 senelerinde 28 yazı
yazar. Bunlardan “Çamlar Altında Muhasebe” başlığını taşıyan dokuz yazısında
Nev-Yunanîlikle ilgili düşüncelerini çok açık ve yoğun bir şekilde ifade eder.84
Yahya Kemal’in eski Yunan hayatını konu ettiği şiirleri ise Leconte de
Lisle’nin etkilerini taşıyan “Sicilya Kızları”, Adonis’in bahsi geçen “Biblos
Kadınları” ve Bergama heykeltraşlarını öven “Bergama Heykeltraşları” adlı
şiirleridir. “Karnaval ve Dönüş” adlı şiiri de Yunan mitolojisinden izler taşır.85

2.2.2. Yakup Kadri ve Nev-Yunanîlik


Nev-Yunanîlik hareketinin diğer önemli ismi olan Yakup Kadri, - 1948 yılında
Hasan Âli Yücel’le yaptığı görüşmedeki ifadesine göre - Yahya Kemal’in yurda
döndüğü tarihlerde Anatole France’ın Beyaz Taş Üstünde adlı eserini
okumaktadır. 86 Eski Yunan ve Roma’ya dair olan bu kitap Yakup Kadri’nin eski
Yunan ve Latin antikitesine yönelmesini sağlar. Yahya Kemal’in Greko-Latin
dünyasından bahsetmesi üzerine Yahya Kemal ile kısa sürede anlaşırlar. 87 Bu
dönemde iki edebiyatçının Nev-Yunanîlikle dolu düşünceleri ve hâlleri Hasan Âli
Yücel tarafından şu şekilde tasvir edilir:

“Paris’ten gelen Yahya Kemal’in hulya esen başının içinde Biblos kadınları,
omuzlarında ince boyunlu destileriyle su doldurmaya gidiyorlardı. Yakup
Kadri’nin hacimli ve sevimli kafasında kıvırcık sakallı, büyük cüsseli Yunan
tanrıları, dolgun kalçalarının şehvetli oynayışlarile nazlı nazlı yürüyen Yunan
tanrıçaları Olympos’taki zevk ve neşe meclislerini kuruyorlardı.”88

Yakup Kadri, Peyâm-ı Edebî’de 1913 tarihli ilk yazısı “Bir Muhavere” 89 de
Homeros’a hayranlığını ifade ederken İlyada’yı her türlü kusurdan uzak görür. Bu

84
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.21.
85
Demir, a.g.e., s.600.
86
Yücel, a.g.e., s.262.
87
a.e.
88
a.e., s.255.
89
Yakup Kadri, “Bir Muhavere”, Peyâm-ı Edebî, 1329.

21
yazısında Homeros’u her şeyin kaynağı olarak kabul eden Yakup Kadri için Yunan
ve Roma, Batı medeniyetinin esasıdır.90
Diyalog üslubuyla oluşturulan ve eski Yunan’da Bacchus ayinlerinin
yapıldığı dönemlerde yaşayan bir genç kız ile sonraki yüzyıllarda aynı mekanları
paylaşan Asyalı bir delikanlının karşılıklı konuşmalarından oluşan “Siyah Saçlı
Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” 91 başlıklı yazıda Yakup Kadri’nin
Nev-Yunanîlikle ilgili fikirleri yoğun olarak yer alır.92

2.2.3. Nev-Yunanîlik Akımına Eleştiriler


Nev-Yunanîlik hareketine dönemin bazı edebiyatçıları tarafından itiraz edilir.
Bu itirazlar sanat anlayışlarının farklılığı açısından düşünülebileceği gibi yirminci
yüzyılın başlarında gelişen milliyetçi fikir akımlarıyla, yaşanan Balkan savaşlarıyla
ilgili olarak da düşünülebilir.
İtiraz edenlerden biri olan Rıza Tevfik, Yunan kültürüne ilgi duymakla
beraber, Yahya Kemal’in “Nev-Yunanî” olarak açıkladığı şiir anlayışının “Neo-
Hellenique” adını taşıması gerektiğini düşünür. 93 Yahya Kemal ile görüşmelerinde
sahip olduğu tasavvur ve arzunun “bu memlekette kök tutabileceğine”94 inanmadığını
söyler.
O dönemde Celal Sahir ve Süleyman Nazif de Nev-Yunanîliğe karşıdır. Ziya
Gökalp ise “Deha’ya Doğru” 95 başlıklı yazısında “orijinal” kelimesi üzerinde
dururarak orijinal eserler yazabilmek için Batı’ya yönelmek gerektiğini ifade eder.
Yine Gökalp’e göre Rönesans döneminde Yunan ve Latin klasiklerine başvurulduğu
gibi bizim de halka yönelmemiz gerekir. Bunu başarmaya en çok yaklaşanlar ise
Yahya Kemal ve Yakup Kadri’dir. Gökalp’in görüşleri ile Yahya Kemal’inkiler
arasında benzerlik bulumakla beraber halka yönelirken Yahya Kemal sade dili ifade
eder, Gökalp ise halk edebiyatını bahis konusu yapar.96

90
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.31.
91
Yakup Kadri, “Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri”, Nevsal-i Millî, 1330.
92
Demir, a.g.e., s.603.
93
a.e., s.606.
94
Yücel, a.g.e., s.271.
95
Ziya Gökalp, “Deha’ya Doğru”, Türk Yurdu, C. XXVII, No:5-6, 1942.
96
Şevket Toker, Türk Edebiyatında Nev–Yunânîlik, http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015, s.39.

22
En ağır eleştiri ise Ömer Seyfettin’den gelir. Ömer Seyfettin 30 Mayıs
1941’de yayınladığı “Boykotaj Düşmanı”97 adlı hikayesinde Yahya Kemal’i ve Nev-
Yunanîlik tezini hicveder. Yahya Kemal 1949 tarihinde bu hikaye ile ilgili
düşüncelerini Hasan Âli Yücel’e “O sırada Ömer Seyfettin de Tanin’de maatteessüf,
müddeamızı gülünç gösterecek tehlikeli bir makale yazdı. Bizi Yunan donanmasına
iane toplıyan ve Yunanlılığa hizmet eden iki adam gibi gösteriyordu.” 98 şeklinde
anlatır.
Ömer Seyfettin 1919 tarihli “Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabiî Yazmak
Sanatı”99 başlıklı yazısında ise Yunan antikitesine dair farklı düşünceler ileri sürer.
Bu yazıda sanatın sırrının Yunan ve Latin klasiklerinde olduğunu ifade eden Ömer
Seyfettin’e göre klasik yazarlardan ilk önce Homeros’un okunması gerekir. O her
devrin en büyük muharridir. Bu düşüncelerle İlyada’yı tercüme eder ve Odyyseia’yı
da tercüme etmeye olan isteğini belirtir.100
Ömer Seyfettin, “Güzellik ve Esatir”101 başlıklı yazısında da Yunan esatirine
dair görüşlerine yer verir. Ömer Seyfettin, esatiri etkisini yitiren dinlerin hatırasının
masal şeklinde devam etmesi olarak yorumlar. 102 Yunan esatiri bir din halinde
yaşanıyorken bugünkü edebî vasıflara sahip değildi. Geçen yüzyıllarla beraber bu
esatir masalına hayalî pek çok özellikler eklenir. Sonunda Yunanlılar eski dinlerinin
hatırasını edebî ve sanatsal vasıfları içinde barındıran hacimli bir esatir haline
getirirler.103

97
Ömer Seyfettin, “Boykotaj Düşmanı”, Tanin, 17 Mayıs 1914.
98
Yücel, a.g.e., s.256.
99
Ömer Seyfettin, “Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabiî Yazmak Sanatı”, Türk Kadını Mecmuası,
Sayı:14-21, 12 Aralık 1918 - 8 Mayıs 1919.
100
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Makaleler 2 – Tercümeler, s.94.
101
Ömer Seyfettin, “Güzellik ve Esatir”, Turan, Sayı:1423, 26 Ekim 1915.
102
Ömer Seyfettin’in esatir hakkındaki bu yorumu edebiyat alanında esatirin yerini de belirler. Ömer
Seyfettin’e göre mukaddesat üzerine sanat icra edilemeyeceği için Yunan esatiri edebiyatımıza ve
kültürümüze tam manasıyla yerleşmemiştir. Aynı şekilde İbranî esatiri de mukaddes kitaplara bir giriş
olarak düşünüldüğü için Ömer Seyfettin için mukaddes özelliklere sahiptir ve sanat için kullanılamaz.
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Makaleler 1, Haz. Hülya Argunşah, Dergah Yayınları, İstanbul,
2001, s.375.
103
a.e., s.374-375.

23
3. MÜDERRİS OLARAK HALİT ZİYA ve YUNAN
EDEBİYATI TARİHİ

3.1.Darülfünun ve Halit Ziya

3.1.1. İkinci Meşrutiyet’e Kadar Darülfünun


Yenileşme hareketlerinin yoğunlaşmasıyla beraber medrese dışında bir öğretim
kurumu ihtiyacı duyulur. Yeni bir yüksek öğretim müessessi ile ilgili teşebbüssler on
dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren görülmekle beraber eğitim sisteminde
değişiklikler Tanzimat döneminde meydana gelir. Bu amaç doğrultusunda 1845
yılında kurulan ve Meclis-i Muvakkat adını taşıyan geçici bir maarif meclisinin 1
çalışmaları sonunda hazırlanan layihada ilk defa “Darülfünun” terimi kullanılır.
Darülfünun’un kuruluş amacı devlet kadrolarında çalıştırılacak malumat sahibi
“bendegân” yetiştirilmesidir.2
1863 ve 1865 yılları arasında halka açık konferanslarla Darülfünun düşüncesi
hayata geçer. Fizik, kimya, doğa bilimleri, tarih ve coğrafya ile ilgili konferans
tarzındaki bu dersler iki yıl boyunca düzenli bir şekilde devam eder.3
1869 yılında yayınlanan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”nde İstanbul’da
Darülfünun-ı Osmanî adında bir üniversite açılmasıyla ilgili - ilk defa Batılı bir
eğitim sistemine de işaret eden - kararlar yer alır. 4
Bu nizamnameye göre
Darülfünun-ı Osmanî’de Edebiyat, Tarih-i Umumi, Hikmet-i Tabiiyye, İlm-i Hukuk,
Coğrafya ve Mantık dersleri verilir. 5 Edebiyat dersleri ise “Mükemmel Arapça,
Farsça, Türkçe, Fransızca, Yunanca, Latince dilleri ve gramerleri”6 gibi konuları da
içerir.

1
Ekmelettin İhsanoğlu, “Dârülfünun”, C.VIII, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993, s.521.
2
Mustafa Selçuk, İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi (1900-1933), Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Atatarük Araştırma Merkezi, Ankara, 2012, s.12.
3
Darülfünun’da verilen dersler/konferanslar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: Mehmed Ali Aynî,
Darülfünun Tarihi, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007, s.19-21; Yılmaz İnci, “Tanzimat Döneminde
Dârülfünûn (1846-1873)”, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1997, s.47-57; Emre
Dölen, Türkiye’de Üniversite Tarihi 1: Osmanlı Döneminde Darülfünun, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s.95-96, 115-118.
4
Selçuk, a.g.e., 15.
5
Aynî, a.g.e. s.24.
6
Ali Arslan, Darülfünundan Üniversiteye, Kitabevi Yayınları, İstanbul,1995, s.32.

24
Üçüncü teşebbüs olarak Darülfünun-ı Sultanî ismiyle 1874 ve 1875’de
Mekteb-i Sultanî binasında eğitim verilmeye başlanır. 7 Darülfüfunun-ı Sultanî
Hukuk Mektebi, Turuk u Maâbir Mektebi ve Edebiyat Mektebi’nden müteşekkildir.
Edebiyat Mektebi’nde Arap edebiyatının yanında Yunan ve Latin edebiyatları ve
mitoloji de ders programında yer alır.8
Darülfünun-ı Sultanî’nin kapanmasından 1896 yılına kadar Darülfünun ile
ilgili bir çalışma yapılmaz. II. Abdülhamid döneminin sonlarında ise Darülfünun’un
yeniden eğitime başlaması için faaliyete geçilir. II. Abdülhamid’in tahta çıkışından
25 sene sonra Darülfünun’un dördücü kez açılmasına karar verilir. Darülfünun II.
Abdülhamid’in tahta çıkışının yıldönümünde (1 Eylül 1900) yeniden açılır.9
Darülfünun’un edebiyat şubelerinde Yunan dili ve edebiyatıyla ilgili derslere
rastlanır. Darülfünun-ı Osmanî’de Yunan ve Latin dili ve gramerleri dersi yer
alırken, M. Rauf tarafından Eski Yunan Edebiyatı Tarihi dersi verilir. Darülfünun-ı
Sultanî’nin Edebiyat Mektebi’nde Yunan ve Latin Edebiyatı derslerinin yanında
mitoloji dersi de programa eklenir. Ancak bu derslerin verildiği dönemlerde eğitim
sağlıklı şekilde işlememiş hatta Edebiyat Mektebi’nden mezun bile verilmemiştir.10
Tüm bunlar göz önüne alındığında bu derslerin özellike kadîm Yunan edebiyatına
dair bilgilerin öğrenciler üzerindeki etkisi oldukça zayıftır. Ayrıca II. Meşrutiyet’e
kadar Darülfünun’undaki bu derslerin Yunan antikitesi mirasını tanıma sürecine
önemli katkısının olduğu da söylenemez.

3.1.2. Darülfünun Müderrisi Olarak Halit Ziya


İkinci Meşrutiyet’le beraber Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde yaşanan birkaç
senelik geçiş sürecinin ardından 1908-1909 eğitim öğretim yılı için çoğu dönemin
meşhur edebiyatçılarından oluşan müderrislerin ataması yapılır. Atanan yeni
müderrislerden biri de Halit Ziya’dır. 16 Kasım 1908’de 600 kuruş maaş ile “Târih-i
Edebiyyât” dersi müderrisliğine atanan Halit Ziya, 25 Ocak 1909 yılında da yine 600
kuruş maaş ile “Edebiyyât-ı Türkiyye” dersine müderris olarak atanır. Ders

7
Selçuk, a.g.e., s.13.
8
Aynî, a.g.e., s.32.
9
Dölen, a.g.e., s.270.
10
Selçuk, a.g.e., s.13.

25
programına göre “Târih-i Edebiyyât” dersi sadece üçüncü sınıflara haftada 2 saat,
“Edebiyyât-ı Türkiyye” dersi ise 1. 2. ve 3. sınıflara haftada 2’şer saat verilecektir.11
Halit Ziya Kırk Yıl adlı eserinde Darülfünun’da müderrisliğe atanmasından
bahsederken “Garb Târih-i Edebiyyâtı” dersi ifadesini kullanır. Ancak Halit Ziya’nın
atandığı dersin adı “Târih-i Edebiyyât”tır. Halit Ziya’nın verdiği dersin müstakil
olarak “Garb Târih-i Edebiyyâtı” olarak programda yer alması ise 1915-1916 eğitim
öğretim yılında gerçekleşir. O dönemde Arap ve Fars edebiyatları ile ilgili başka
dersler mevcuttur ve Türk Edebiyatı dersi de zaten Halit Ziya tarafından
verilmektedir. Bu nedenle “Târih-i Edebiyyât” dersi Halit Ziya tarafından Batı
Edebiyatı Tarihi olarak düşünülür ve kabul edilir. Ayrıca Halit Ziya’nın Fransızcaya
ve Avrupa edebiyatına dair bilgisi de bu düşüncenin oluşmasına katkı sağlar.
Halit Ziya, Darülfünun müderrisliğine atandığından ilk başta haberdar olmaz.
Öğrendiğinde ise Darülfünun’u, İzmir İdadisi’nde Fransız ve Türk Edebiyatı
derslerini vermesiyle başlayan edebiyat tarihi çalışmalarının olgunlaşma noktası
olarak düşünür. Ayrıca bu görev gururunu da okşayacak derecede mühimdir. Ancak
Zeyneb Hanım Konağı’nda 12 verdiği derslerde öğrencilerin karşısına çıkan Halit
Ziya’nın zihnini Batı edebiyatına nereden başlayacağına dair kararsızlık meşgul
eder.13
Halit Ziya’nın bu kararsızlık veya arayışı, onun Darülfünun müderrisliğinin
başlangıç noktası olduğu kadar edebiyat tarihi çalışmalarının seyri için de önemli bir
dönüm noktasıdır. Halit Ziya, daha önce farklı zamanlarda parça parça Batı
edebiyatına dair yazılar kaleme alır. Ancak ilk defa bu dönemde, Batı edebiyatının
kaynağına dair fikrî bir arayış içerisine girer. Bu nedenle Halit Ziya, kararsızlık ve
arayışına dair düşüncelerine farklı eserlerinde benzer ifadelerle yer verir.

11
Selçuk, a.g.e., s.61-62.
12
“İstanbul’da Tanzimat döneminin ilk kâgir konaklarından olup bu yapı 1280/1864’te Kavalalı
Mehmed Ali Paşa’nın kızı ve Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeyneb Kâmil Hanım tarafından
yaptırılmıştır. Büyüklüğü, ihtişamı, mefruşatının zenginliği ve özellikle Abdülaziz dönemindeki
debdebeli yaşantısı ile ün yapan konak 1903-1909 arasında, İstanbul’un ilk Müslüman yetimhânesi ve
sanat okulu olan Darü’l-Hayr-ı Âli olarak kullanılmış, 1909’dan itibaren Darülfünun’a tahsis
edilmiştir. Başlangıçta tıbbiye ve hukuk şubeleri dışında kalan ulum-ı edebiye, ulum-ı şer’iye ve fen
şubelerini bünyesinde toplayan konak 1922’de E. Hakkı Ayverdi’nin denetiminde bir onarım geçirmiş
ve 28 Şubat 1942’de vuku bulan yangınla tarihe karışmıştır.” M. Baha Tanman, “Zeyneb Hanım
Konağı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.VII, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı, İstanbul,
1994, s.549.
13
Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.892.

26
Kırk Yıl’daki anlatıma göre Halit Ziya’nın Batı Edebiyatı Tarihi dersine
nereden başlayacağına dair kararsızlığını gideren Ahmed Midhat’tır ki aynı yıl
Darülfünun’da “Târih-i Umumî” dersi vermektedir. Ahmed Midhat, Halit Ziya’ya
Batı edebiyatını etraflı ve esaslı bir şekilde anlatabilmek için öncelikle Yunan ve
Latin edebiyatlarını anlatmak gerektiğini ifade eder. Ahmed Midhat’ın klasiklerin
tercümesi tartışmasında Yunan ve Latin klasiklerine, mitolojilerine yönelmeyi
savunmuş olması, Halit Ziya’ya verdiği tavsiyenin kaynağını da işaret eder.
Sanata Dair adlı eserinin üçüncü cildinde Halit Ziya, arayışını neticelendiren
kişi olarak yine Ahmed Midhat’ı gösterir. Ancak burada farklı olarak Batı
edebiyatına geçmeden önce Yunan ve Latin edebiyatlarını hızlıca anlatmak fikrinin
zaten kendisinde mevcut olduğunu ve danışmak maksadıyla düşüncesini paylaşınca
uzun bir hitabeden sonra Ahmed Midhat’ın kendisini teyit ettiğini kaydeder.14
Sanata Dair’in dördüncü cildinde ise konuyla ilgili olarak Halit Ziya “Yunan
ve Lâtin edebiyatından koşarak geçtikten sonra Fransız, İtalyan, İspanyol, Alman
edebiyatı hakkında”15 dersler verdiğini ifade eder.
Halit Ziya’nın kararsızlık ve arayışına son veren isimlerden biri de İsmail
Habib Sevük’tür. İsmail Habib’in Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı eserinde önceliği
Yunan ve Latin edebiyatlarına vermesi Halit Ziya için bir yol gösterici olur. “Garp
edebiyatını doğuran ve besliyen bu iki kadîm edebiyat olduğu için onların evladını
anlıyabilmek için ilk önce kendilerini tanımak”16 gerektiği düşüncesi Halit Ziya’nın
zihnini meşgul eden kararsızlığı ortadan kaldıracak çarelerden biridir.
Halit Ziya için müderrislik hayatının ilk zamanları 17 memnuniyet verici
değildir. Çünkü öğrenciler üzerinde önemli bir etkisinin olmadığı zannına kapılır.18
Halit Ziya’nın kendisine memnuniyetsizlik aşılayan bu endişeye düşmesinde
önceden hazırlandığı derslerde öğrencilere hitab ederken yaşadığı sorunlar muhtemel
ki büyük bir etken olur. Eğitim hayatında bile ezber konusunda başarılı olamadığını

14
Halid Ziya Uşaklıgil, Sanata Dair, Maarif Vekaleti, İstanbul, 1955, C.III, s.227-228.
15
Halid Ziya Uşaklıgil, Sanata Dair, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1962, C.IV, s.191.
16
Uşaklıgil, Sanata Dair, C.III, s.227.
17
Aynı dönemde Hüseyin Cahit kendisine verilen “Hikmet-i Bedayi-Estetik” dersi müderrisliğini
meşguliyetleri nedeniyle Halit Ziya’ya devreder. Ancak Halit Ziya bu ders için kendisini hazır
hissetmez ve Hüseyin Cahit’le dersi kendisinden alması için görüşür ancak kendisinden olumlu bir
karşılık göremez. Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.893.
18
a.e., s.894.

27
ifade eden Halit Ziya, derslerde yaşadığı duraksamaları beyninin bir tasın içinde
birden bire donmasına benzetir.19
Darülfünun’da geçirdiği bir seneden sonra Halit Ziya’nın müderrislik görevi
kesintiye uğrar. İttihat ve Terakki mensupları II. Abdülhamid’in yerine Mehmed
Reşad’ı tahta geçirdikten sonra bazı kişiler sarayda görevlendirilir. Halit Ziya da
1909 yılının Nisan ayında cemiyetin teklifiyle saraya başkâtip olarak tayin edilir.20
Bu süre içinde Darülfünun hayatından uzak kalan Halit Ziya, Mabeyn’deki görevine
1912 yılına kadar devam eder.21
Halit Ziya için Mabeyn’deki devlet vazifesi saçlarını ve sakallarını ağartacak
kadar yorucu ve yıpratıcıdır. Yaşadığı sıkıntıların da tesiriyle Halit Ziya
Darülfünun’daki müderrislik günlerine özlem duyar. 22 Halit Ziya için vazifeyi bu
kadar yorucu ve yıpratıcı yapan saray hayatının meşguliyetleri nedeniyle okuma-
yazma faaliyetlerinden uzak kalmasıdır. Darülfünun’a döndüğünde hemen çeşitli
yazılar kaleme alır. Böylece yazı ve kültür aleminden uzak kaldığı dönemin ruhuna
verdiği ıstırabı hafifletmeye çalışır. Ayrıca bürokrasinin yoğun, yorucu ve sıkıcı
meşguliyetlerinden de nispeten kurtulmuş olur.23
Birinci Dünya Savaşı yıllarında24 Darülfünun’un durumunu anlatan Halit Ziya,
felsefe, tarih, içtimaiyat, lisaniyat ve edebiyat şubelerinin Zeyneb Hanım Konağı’na
toplandığını, yerleşim bakımından bu binanın yetersiz olduğunu kaydeder. Ancak
savaş nedeniyle öğrenci sayısının yokluk derecesine incirar etmesi; müderrislerin,
muallimlerin ve katiplerin mevcudiyetini büyük bir masraf haline getirir.25

19
Halid Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, Haz.Nur Özmel Akın, Özgür Yayınları, İstanbul, 2012, s.462.
20
Halit Ziya, saraydaki görevine başlamadan önce Batı Edebiyatı Tarihi dersini Ahmet Hikmet’e,
“Hikmet-i Bedayi” dersini de Hamdullah Suphi’ye vekaleten bırakır. Darülfünun’a dönünce Halit
Ziya ısrar etse de Ahmet Hikmet, dersi Halit Ziya’ya iade eder. Hamdullah Suphi ise “Hikmet-i
Bedayi” dersini bundan böyle kendisinin vermesini kabul eder. a.e., 670-671.
21
İsmail Çetişli, Halit Ziya Uşaklıgil, Şule Yayınları, İstanbul, 2000, s.30; Halit Ziya’nın görevine
son verilmesi süreci ise padişah tarafından Meclis-i Âyan üyesi yapılmasıyla başlar. Muhalifler ve
basın tarafından yapılan bir kişinin iki görevi aynı anda yapamayacağına dair eleştiriler üzerine Halit
Ziya üyelikten istifa eder. Ahmet Muhtar Paşa kabinesi zamanında ise görevine son verilir. a.e.
22
Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.596.
23
a.e., s.671.
24
Birinci Dünya Savaşı yıllarından önce Halit Ziya’nın müderrislik görevi yine kesintiye uğrar. Halit
Ziya, 1913’de İttihat ve Terakki tarafından Balkan Harbi nedeniyle kamuoyunda oluşan Türk
aleyhtarlığını ortadan kaldırmak üzere Paris’e gönderilir. Daha sonra Bulgarlar ve Sırplarla yapılacak
görüşmeler için Bükreş’e giden Halit Ziya 1914’de ise karaciğer rahatsızlığının tedavisi için
Viyana’ya bir seyahat gerçekleştirir. Çetişli, a.g.e., s.30.
25
Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.722-723.

28
Halit Ziya, 1915-1916 eğitim yılında maaşı aylık 2500 kuruş olmak üzere
“Garb Târih-i Edebiyyâtı” dersine müderris olarak atanır.26 Yine aynı tarihlerde yani
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra Darülfünun’a Alman
müderrisler getirilir.27 Halit Ziya ise bu konu hakkında menfi düşüncelere sahiptir.
Öncelikle savaş nedeniyle öğrencinin çok az olduğu bir dönemde nerdeyse iki
müderrisin maaşına denk bir ücretle28 istihdam edilen müderrislerin her isteklerinin
yerine getirilmesini eleştirir. Türk müderrisler, Zeyneb Hanım Konağı’nın
yetersizliği nedeniyle ders dışındaki vakitlerini boş buldukları herhangi bir yerde -
bazen kütüphanede bazen müdür odasında - geçirirken, Alman müderrislere istekleri
doğrultusunda özel boyalı döşeli odalar verilmesi Halit Ziya kadar diğer müderrisler
için de önemli bir eleştiri konusudur. Ayrıca Alman müderrisler ile öğrenciler
arasındaki iletişim sorunu da Alman müderrislerin yararlılığı, yapılan masrafların
gerekliliği gibi konularda Halit Ziya’nın olumsuz fikirlere sahip olmasına yol açar.29
Alman müderrisler ders verecek öğrencileri olmadığından müderrisler
arasındaki her toplantıya katılırlar. Söylenenleri merak ederlerse tercümanlar
konuşmaları çevirir ve yine tercümanlar marifetiyle düşüncelerini aktarırlar. Halit
Ziya şahit olduğu bu durumdan yola çıkarak tercüme marifetiyle anlatılan derslerin
ne kadar yararsız olacağını düşünmekten uzak kalamaz.30

26
Selçuk, a.g.e., s.153-155.
27
Birinci Dünya savaşının başlamasından kısa bir süre sonra Türk eğitimi sistemini Fransız etkisinden
kurtarmak amacıyla Enver Paşa’nın girişimiyle 1906’dan beri Alman Dışişleri Bakanlığı Eğitim
Dairesi’nde çalışan Prof. Dr. Franz Schmidt Maarif Nezareti’ne müşavir olarak atanır. Eğitim
sistemini Almanlaştırmaya üst kadrolardan başlamak gerektiğini düşünen Schmidt, dönemin Maarif
Nazırı Şükrü Bey’i Almanya’dan öğretim elemanları getirilmesi konusunda ikna eder. Emre Dölen,
İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler (1915-1918), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2013, s.41-60; Yine bu dönemde Almanya’dan müderrislerin getirilmesi gibi Almaya’ya
eğitim için öğrenciler de gönderilir. Bu konuda usta-çırak okulları ön plana çıkar ve 15-18 yaş
arasındaki yaklaşık on bin genç mesleki ve tenik eğitim almaları amacıyla Almanya’ya gönderilir. Bu
öğrencileri seçen komisyonda Halit Ziya, Hüseyin Cahit, Ahmed Emin Yalman, İttihat ve Terakki
üyelerinden Dr. Nazım Bey, Franz Schmidt yer alır. a.e., s.469.
28
“Alman öğretim elemanları daha önceki akademik konumlarına bakılmaksızın müderris (ordinaryüs
profesör) olarak görevlendirilmiş, daha önce asistan veya privat doçent olanlara yıllık 750 ve profesör
olanlara da yıllık 1000 Osmanlı lirası maaş ödenmiştir. Prof. Dr. Lehman-Haupt’ta ayrıcalıklı olarak
yıllık 1100 Osmanlı lirası maaş verilmiştir. İstanbul’da bulunan ve başka görevleri olanlardan
müderris olarak atanan Almanlara daha düşük maaş ödenmiştir. Almanlara ödenen maaşlar aynı
dönemde aynı konumda bulunan Türk öğretim elemanlarına ödenenlerin katları düzeyindedir.” a.e.
s.85.
29
Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.723-725.
30
a.e., s.725-726.

29
Alman müderrislerle yaşanan bir olay Halit Ziya’nın hükümet tarafından teklif
edilen Almanya seyahatini kabul etmesi için zemin hazırlar. Toplantıların birinde
Alman müderrislere yöneltilen “dersleri hangi esas ve usul üzerine verecekleri”
sorusuna Alman Türkiyat müderrisi itiraz eder ve böyle bir sorunun kendisine
yöneltilmesini eğitim özgürlüğüne karşı şeklinde yorumlar. 31 Ancak bu yorum hazır
bulunan hiçbir Türk müderris tarafından kabul görmez. Bunun üzerine Alman
müderrisler meclisi terk eder. Yaşanan bu olay gösterir ki Darülfünun’da bulunmanın
şu an için Halit Ziya için bir önemi ve faydası yoktur. Halit Ziya, Birinci Dünya
Savaşı’nın ikinci senesinin yaz başlangıcında, eşi ve iki erkek çocuğuyla
Almanya’ya doğru yola çıkar. 32 Batı Edebiyatı Tarihi dersi için yerine 21 Aralık
1915’de Cenab Şehabettin33 müderris vekili olarak atanır.34
1916 yılının Mart ayına kadar süren bu geziden sonra Halit Ziya’nın üstlendiği
görevlerden biri de bugün fakülte dekanlığı denilebilecek Meclis-i Müderrisîn
reisliğidir.35 Halit Ziya, Kasım 1916 – Kasım 1918 tarihleri arasında iki dönem üst
üste Meclis-i Müderrisîn reisliğine seçilir. 36 Halit Ziya ilk anda görevi üstlenmek
konusunda tereddüt yaşar. Ancak bir haftalık düşünme süresinin neticesinde üyelere
teşekkür ederek görevine başlar. 37 Halit Ziya reisliğe seçilişini ve meclisin o
dönemdeki durumunu şu şekilde kaydeder:

31
“Alman müderrislerin tepkisi basit bir biçimde ‘öğretim özgürlüğü’ ile açıklanamaz. Burada Alman
müderrislerinin kendilerini Türklerden üstün görmeleri, Türklerin kendilerini eleştirecek düzeyde
olmadıkları görüşünde olmaları ve en önemlisi kendi eğitim sistemlerini yerleştirerek kabul ettirmek
gibi bir misyona sahip bulunmaları açıkça ortaya çıkmaktadır.” Dölen, İstanbul Darülfünunu’nda
Alman Müderissler (1915-1918), s.533.
32
Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.727-728.
33
Halit Ziya, Sanata Dair’in üçüncü cildinde Cenab Şehabettin’le Batı Edebiyatı Tarihi dersinde
yaşadığı bir hatırasını nakleder. Savaş nedeniyle mevcudu az olan bir sınıfta Halit Ziya ders verirken
kapı açılır ve Cenab Şehabettin içeri girer. Halit Ziya ders anlatmaya devam eder. Dersin sonunda
Cenab Şehabettin, Batı edebiyatını anlatmadaki başarısından dolayı Halit Ziya’yı tebrik eder.
Kendisinin Türkçe edebiyat dersi verdiğini ama başarılı olduğuna inanmadığını söyler. Uşaklıgil,
Sanata Dair, C.III, s.242.
34
Selçuk, a.g.e., s.147.
35
II.Meşrutiyet’ten sonra Darülfünun’da yürürlüğe giren uygulamalardan birisi de Meclis-i
Muallimîn/Müderrisîn’dir. Bu meclis fakültede eğitimin kesintiye uğramaması konusunda önemli bir
yere sahip olmuştur. Bu meclisin en önemli faaliyetlerinden birisi muallim seçimidir. Bu meclisin
edebiyat şubesinde faaliyete geçisi II. Meşrutiyet dönemindeki yeni ders yılında gerçekleşir. İlk
toplantı 21 Aralık 1911 yılında yapılır. Yapılan ilk oylamada Abdurrahman Şeref Bey resiliğe seçilir.
Zamanla meclisin görevleri artar. Bunlar arasında Maarif Nezareti’nden gelen emir ve görevlendirme
yazılarının yanında diğer önemli vazife ise fakülte müfredatının düzenlenmesidir. 1917 tarihinde
meclisin ismi “Meclis-i Müderrisîn” olarak kararlaştırılır. a.e., s.69-78.
36
a.e., s.201.
37
a.e., s.90.

30
“O tarihte refiklerimin [arkadaşlarımın] tensibiyle [onayıyla] müderrsîn
[profesörler] meclisinin riyaset [başkanlık] vazifesi bana verilmişti. Şerh-i
mütûn [metin tahlili] müderrisi Ali Ekrem’e muavin olan İbrahim Necmi de
meclisin kitabetini [katipliğini] üzerine almıştı. Birçok vazifeleriyle beraber bu
işi de görmek için fıtrî [doğal] faaliyeti ve pek zengin kabiliyeti fazlasıyla kâfi
olan bu güzide genç - o zaman henüz gençti - meclisin her içtimaına
[toplantısına] bol bir müzakere ruznamesiyle [gündemiyle], dolgun bir
zabıtname [tutanak] ile gelirdi. Talebesi yok denecek derecede fakir, dersleri
hemen metruk [boş] sayılacak kadar arızalara uğrayan bir müessesede
meclisin müzakerelerine zemin olabilecek neler bulunurdu, bügün tahattur
etmiyorum [hatırlamıyorum]. Tahattur edebildiğim bir cihet varsa o da meclis
azasının saatlerce türlü nazariyat [teori] zemininde uzun mübaheselere
[görüşmelere] fırsat buldukları idi.”38

1918-1919 eğitim öğretim yılı Kasım ayında Alman müderrislerin görevlerine


son verilir. 39 Bunun Darülfünun’daki eğitime yansıması ise bazı derslerin boş
kalması ve programdan kaldırılması şeklinde olur. Bu nedenle yapılan
düzenlemelerin biri Batı Edebiyatı Tarihi zaten verilen dersler arasında yer aldığı
için İngiliz, Fransız ve Alman Edebiyatı Tarihi derslerinin programdan kaldırılarak
Batı Edebiyatı Tarihi dersinin müfredatına eklenmesidir. Ancak Halit Ziya bu
düzenlemeye karşı çıkar. Bunun üzerine İngiliz, Fransız ve Alman Edebiyatı Tarihi
dersleri müstakil olarak kısa süreliğine programa eklenir.40
22 Mart 1919’da ise diğer fakültelerle beraber Edebiyat Fakültesi’nde de Türk
müderrislerle ilgili kapsamlı bir kadro değişikliği yapılır.41 Mütarekeden sonra İttihat
ve Terakki yöneticileri gibi ilim adamları da “İttihatçılıkla” suçlanarak

38
Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.725.
39
Mondros Mütarekesi’nden sonra Maarif Nazırı Rıza Tevfik Bey, İtilaf devletlerinin istekleri
doğrultusunda Alman müderrislerin görevlerine son verildiğini Franz Schmidt’e bildirir. Çeşitli
kademelerdeki Alman eğitimciler 20 Aralık 1918 günü yol paraları ödenerek gemiyle gönderilirler.
Kemal Turan, Türk-Alman Eğitim İlişkilerinin Tarihi Gelişimi, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000,
s.110.
40
Selçuk, a.g.e., s.249-251.
41
Kadro değişikliğinin yapıldığı tarihten önce Halit Ziya yurtdışındadır. 1918’de üyesi olduğu Türk-
Alman Dostluk Cemiyeti’nin yardımıyla Galatasary Sultanisi’ni bitiren oğlu Halil Vedat’ı ve üç
yeğenini Almanya’da bazı okullara yerleştirmek üzere seyahate çıkmıştır. Almanya ve İsviçre’yi
kapsayan 14 aylık uzun seyahatinden sonra 1919’da İstanbul’a döner. Ömer Faruk Huyugüzel, Halid
Ziya Uşaklıgil, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006, s.42.

31
Darülfünun’dan uzaklaştırılır.42 Bu dönemde Halit Ziya ile birlikte Ahmed Ağaoğlu,
Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, Ali Ekrem Bolayır gibi meşhur edebiyatçılar kadro
dışı kalırlar ve bir daha Darülfünun’a dönemezler.43
Halit Ziya’nın çalışmamızın konusu olan Yunan edebiyatı tarihine ve diğer
dünya edebiyatlarına dair ders notlarının oluşmasını sağlayan 1908-1919 tarihleri
arasında devam eden Darülfünun müderrisliği süreklilik göstermez. İlk önce 31 Mart
Vakası’ndan sonra Mabeyn’de başkâtip olarak göreve başladığında Darülfünun’dan
uzak kalan Halit Ziya, sonraki yıllarda da yaptığı yurtdışı seyahatleriyle görevine sık
sık ara verir. Ancak bu süre içinde iki yıl üst üste Meclis-i Müderrisîn reisliği yapan
Halit Ziya için Darülfünun müderrisliği, edebiyat tarihi bilgileri ile eğitimciliğin
birleştiği uygulama alanlarından biri olur. İzmir İdadisi’ndeki öğretmenlik
yıllarından sonra Darülfünun’da da öğrencilerle karşı karşıya gelen Halit Ziya,
edebiyat tarihi bilgilerini - yazılı ürünlerden farklı bir şekilde - bir “ders” çerçevesi
içinde aktarır. Darülfünun yılları Halit Ziya’nın öğrenciler karşısında - her ne kadar
ilk zamanlarında hitabette sorun yaşasa da - edebiyat tarihi anlatma tecrübesinin
olgunlaştığı bir merhale olarak da kabul edilebilir. Ayrıca verdiği derslerde
öğrencilerin tuttuğu notların basılmasıyla da Batı edebiyatına dair önemli müstakil
kaynaklar oluşur.

3.2. Halit Ziya ve Yunan Edebiyatı Tarihi Ders Notu

3.2.1. Edebiyat Tarihçisi Olarak Halit Ziya


Halit Ziya’nın edebiyat tarihiyle ilgili meşguliyetleri Darülfünun’da verdiği
Batı Edebiyatı Tarihi derslerinden öncesine dayanır. Darülfünun’da verdiği dersler
onun önceden beri ilgi duyduğu edebiyat tarihi alanındaki çalışmalarının doğal bir
sonucudur.44

42
Mütareke döneminde İttihatçılıkla suçlanan müderrislerin bazısı sadece Darülfünun’dan
uzaklaştırılmakla kalmaz, bir de İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilir. Aynı dönemde Zeyneb
Hanım Konağı da İngiliz askerleri tarafından işgal edilir. Dölen, Türkiye’de Üniversite Tarihi 1:
Osmanlı Döneminde Darülfünun, s.515-516.
43
Selçuk, a.g.e., s.264-266.
44
Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.892.

32
Halit Ziya’nın cinnete benzettiği 45 edebiyat tarihi ilgisi ilk önce Fransız
Edebiyatı Tarihi yazma isteği ile kendisini gösterir. Bunu sağlayan ise Raymond Péré
ile yaptığı Fransız Edebiyatı Tarihi dersleridir. Bu derslerde tuttuğu notlar ve
hocasının kendisi için önerdiği kitaplar Halit Ziya’nın çalışmalarına yön verir.46
Halit Ziya yazmayı düşündüğü kitabın basit bir edebiyat tarihi değil, Fransız
şair ve yazarların eserlerinden parçaları da içinde barındıran geniş muhtevalı ve bol
örnekli bir edebiyat tarihi olmasını amaçlar.47 Bu gayeyle hazırlanan kitabın Garbtan
Şarka Seyyâle-i Edebiyye başlığı Halit Ziya’ya göre oldukça şairânedir ve bu çalışma
kendisinde bir hastalık hâlini alan edebiyat tarihi ilgisine - daha şiddetli bir hastalık
hâlinde tekrarlanıncaya kadar - az da olsa şifa kaynağıdır.48 1885 yılında basılan bu
eser49 Halit Ziya’nın ilk telif eseri, basılan ilk kitabı olmasının yanında Türkçe’de
yayınlanan ilk “Fransız Edebiyatı Tarihi”dir.50
Bu eserden sonra Halit Ziya, Hizmet gazetesinde “yalnız bir Fransız edebiyatı
tarihi değil, bütün fikir cihanını ihata edecek [çevreleyecek] umumi [genel] bir tarih-
i edebiyatın [edebiyat tarihinin] ilk temellerini atmaya teşebbüs” 51 ettiği dünya
edebiyatıyla ilgili çeşitli yazılar yayınlar. 1888’de “Tarih-i Umumî-i Edebiyat
namıyla tertip etmekte olduğum büyük bir eserden müfrez”52 başlığıyla yayınlanan
yazıların başlıkları sırasıyla şöyledir: Finlandiya Edebiyatından Bir Nebze, İbranî
Edebiyatından Bir Nebze, İsveç Edebiyatından Bir Nebze, Rus Edebiyatından Bir

45
a.e., s.621.
46
a.e., s.268.
47
Halit Ziya bu kitap ile alakalı düşüncelerinden ilk olarak Abdülhalim Memduh’a bahseder. Kendisi
ona destek vereceğini söylese de Halit Ziya onun eser parçalarını tercüme edecek kadar Fransızcaya
vâkıf olmadığını düşünür ve onunla beraber çalışıp çalışmamakta kararsız kalır. Çalışmalarına tek
başına devam eden Halit Ziya, Arakel Efendi ile görüşür. O da Fransız edebiyatı tarihi ile ilgili bir
kitap yazılması fikrini destekler hatta eserin formasına bir lira yazım ücreti vereceğini söyler. Halit
Ziya eseri, ağabeyi Ethem Bey’in Hocapaşa’daki küçük evinde çalışarak vücuda getirir. Yazdıklarını
teslim ettikten sonra tashih için deneme baskılarının kendisine gönderilmesi, düzeltmeler yapıldıktan
sonra kitabın basılması konusunda Arakel Efendi’yle anlaşırlar. Ancak Kitapçı Arakel, tashih için
nüshaları göndermez ve kitap basılır. Kitabı eline alan Halit Ziya pek çok tashih hatasını görerek
sinirlenir. a.e., s.268-271.
48
a.e., s.271.
49
Halid Ziya Uşaklıgil, Garbtan Şarka Seyyale-i Edebiye, Fransa Edebiyatının Nümune ve
Tarihi 1.c. Medhal: Ezmine-i Mutavassıta ve On Altıncı Asır, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul,
1303/1885.
50
Huyugüzel, a.g.e., s.21; Bu eser üzerine yapılan tez çalışması için bkz.: Rafet Şimşek, “Halid
Ziya’nın Fransız Edebiyatı’nın Nümune ve Tarihi Adlı Eseri ve Değeri”, Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul, 2013.
51
Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.457.
52
Huyugüzel, a.g.e., s.121.

33
Nebze, Sanskrit Edebiyatından Bir Nebze 53 , Sanskrit Tarih-i Edebiyatı: Vedalar
(Mekteb Dergisi).54
Halit Ziya’nın bahsi geçen yazılarının haricinde - daha sonra Sanata Dair adlı
eserinin üçüncü ve dördüncü cildinde bir araya getirilerek basılan - dünya ve Türk
edebiyatı ile ilgili inceleme yazıları da yayınlanır.55
Halit Ziya’nın - Fransız edebiyatı tarihi ile ilgili telif eseri dışındaki - müstakil
edebiyat tarihi eserleri ise Darülfünun’da verdiği Batı Edebiyatı Tarihi derslerindeki
öğrenci notlarının bir araya getirilerek basılmasıyla meydana gelir. Tarih-i Edebiyatı-
ı Garbiyeden Fransa Edebiyatı Dersleri ve Tarih-i Edebiyat-ı Garbiye. Kısm-ı Sani:
İspanyol Edebiyatı56 1913 tarihinde, Alman Târih-i Edebiyyâtı ise 1914’de taşbaskı
olarak Darülfünun Matbaası’nda basılır. 1915 tarihli Yunan Târih-i Edebiyyâtı ve
Latin Târih-i Edebiyyâtı ise Matbaa-i Amire’de matbû olarak kitaplaştırılır.57 Halit
Ziya, İtalyan Edebiyatı Tarihi’ne dair bir sene boyunca verdiği derslerin özetlerini ve
Fransız Edebiyatı Tarihi dersine ait ders notlarının bir kısmını ise baldızının evinde
çıkan yangın sonucu kaybeder.58

3.2.2. Yunan Edebiyatı Tarihi Dersinin Kaynakları


Halit Ziya’nın Batı edebiyatına giriş olarak verdiği Yunan Edebiyatı Tarihi
dersinde kullandığı kaynaklar ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Halit
Ziya’nın bahsi geçen derste Fransızca kaynaklar kullandığı değerlendirmesi
yapılabilir. Bu değerlendirmenin somut delili basılan ders notunda Latin harfleriyle
verilen özel isimlerin Fransızca imlaya göre ve Latin harfleriyle yazılmayan isimlerin
de Fransızcadaki okunuşlarına göre yazılmış olması, konuya dair Fransız edebiyat
eleştirmenlerine atıfta bulunulmasıdır. Ayrıca Halit Ziya’nın - edebiyat tarihi
53
Halit Ziya, Sanskrit edebiyatıyla ilgili yazılarından dolayı “maddiyyun mesleğini” yaymak
suçlamasıyla bir soruşturma geçirir. Halit Ziya savunmasında bu yazıları sadece edebiyat tarihi
açısından ele aldığını, eski Hint şiirinden parçalar tercüme ettiğini ifade eder. Ona göre bu yazılar ile
bir felsefe eseri arasında bir bağ kurmak kedileri bile güldürecek bir durumdur. Bu cevaptan sonra
yazılar incelenir ve Halit Ziya sorgulandıktan sonra serbest bırakılır. Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.619-622.
54
Zeynep Kerman, Ömer Faruk Huyugüzel, “Halit Ziya Uşaklıgil Bibliyografyası”, Türk Dili,
Sayı:529, Ocak 1996, s.209; Bu yazıların içeriği hakkında bkz.: Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.458-461.
55
Yazıların başlıkları, içeriği ve tarihleri için bkz.: Kerman, Huyugüzel, a.g.m., s.208-211; Uşaklıgil,
Sanata Dair, C.IV, s.1-220.
56
Bu eser üzerine yapılan tez çalışması için bkz.: İlknur Balıkçı, “Halid Ziya Uşaklıgil’in ‘Tarih-i
Edebiyat-ı Garbiyye’si (Metin)”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli, 2014.
57
Kerman, Huyugüzel, a.g.m., s.208.
58
Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.319.

34
özelliğini taşıyan eserler için - “Bu edebiyat nev’ilerinin en zengin örneklerini
Fransızlarda görürüz” ifadesini kullanması59 ve derin Fransızca bilgisi60 zikredilen
değerlendirmenin sahihliğine ayrıca katkı sağlar. Ayrıca Halit Ziya, Türkçe’de ilk
Fransız edebiyatı tarihini yazmış, bu eseri yazarken birçok yazar ve şairin eserini
incelemiştir. Son olarak Sanata Dair’deki yazılarında Fransız şair ve yazarları
hakkında detaylı bilgileri kaleme almış olması da Halit Ziya’nın Fransız edebiyatı
kaynaklarına olan ilgisini gösterir niteliktedir.
Halit Ziya’nın hangi Fransızca kaynakları kullandığı hakkında ise eserlerinden
ve konu ile alakalı yazılarından yola çıkarak bazı eser isimlerine ulaşılabilir.
Öncelikle Sanata Dair’in ikinci cildinde Agah Sırrı Levend’in Edebiyat Tarihi ile
ilgili yazısında Halit Ziya, edebiyat tarihi içerikli eserlere dair bazı bilgiler verir.
Halit Ziya, Nisard’ın 61, Paul Albert’in 62 edebiyat tarihlerinden ve Emile Fauget’in
Etudes Littéraires63 adlı eserinden övgüyle bahseder. Hippolyte Taine’nin Historie
de La Literature Anglaise64 kitabı ise edebî anlayışları ile bir toplumun siyasî, ahlakî,
içtimaî hâdiselerini bir arada değerlendirerek sonuçlara varması yönüyle önemlidir.
Ayrıca Gustave Lanson’un edebiyat tarihinden 65 “mufassal ve mükemmel” olarak
bahsedilirken, Des Granges’in çalışmasının66 “mücmel” olduğu ifade edilir. 67
Halit Ziya’ya göre, Batı edebiyatı tarihine giriş konusunda İsmail Habib Sevük
ilk önce Yunan edebiyatı hakkında bilgi vererek kendisiyle aynı yöntemi izler. Halit
Ziya’nın bu değerlendirmesi hakkında ifade edilebilir ki İsmail Habib Sevük’ün
Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı eseri kaleme alırken Yunan ve Latin edebiyatları
hakkında kullandığı Histori de Littératures Anciennes et Modernes68 ve La Poesie et

59
Halid Ziya Uşaklıgil, Sanata Dair, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1938, C.II, s.44.
60
Halit Ziya’nın İzmir Rüşdiyesi’nde en çok ilgisini çeken Fransızca dersleridir. Dedesi Fransızca
öğrenmesi amacıyla ona hoca tutar. Halit Ziya Mechitariste okulunda Fransızcasını ilerletir, ilk
Fransızca okumalarını ve tercümelerini yapar. Türkçe yayınlanan ilk Fransız edebiyatı tarihini yazar,
İzmir Rüşdiyesi’nde Fransızca öğretmeni olarak çalışır. Huyugüzel, a.g.e., s.15-21.
61
Désiré Nisard, Histoire de La Littérature Française, Librairie De Firmin Didot, Paris, 1844.
62
Paul Albert, Histoire de La Littérature Romaine, C.Delagrave, Paris, 1871.
63
Emil Fauget, Histori de Littératures Anciennes et Modernes, Lecéne, Paris, 1894.
64
Hippolyte Taine, Historie de La Littérature Anglaise, Librairie Hachette, Paris, 1863.
65
Gustave Lanson, Histoire de La Littérature Française, Librairie Hachette, Paris, 1894.
66
C. M. Des Granges, Histoire de La Littérature Française, Librairie Haiter, Paris, 1914.
67
Uşaklıgil, Sanata Dair, C.II, s.44-45.
68
Histori de Littératures Anciennes et Modernes, G. Poussielgue, Paris, 1893.

35
La Prose Dans Les Trois Langues Classiques69 adlı eserler büyük ihtimalle Halit
Ziya’nın da yararlandığı kaynaklar arasındadır. 70
Yukarıda ifade edilen eserler dışında, Halit Ziya’nın Yunan antikitesini Batı
sanatları için esas kabul eden Fransız edebiyat akımlarından71 ve bu edebî akımlara
mensup sanatkarlardan72 bahseden yazıları da, Yunan Edebiyatı Tarihi dersi için
oluşan bilgi birikiminin menbalarındandır.73

3.2.3. Yunan Edebiyatı Tarihi Ders Notunun Muhtevası


Çalışmamızda Marmara Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi İlahiyat
Fakültesi Bölümü’nde 01867/015322 demirbaş numarası ile kayıtlı nüshayı esas
aldık. Bu nüshada Halit Ziya’nın Yunan ve Latin Edebiyatı Tarihi derslerine ait
notlar bir arada yer almaktadır.
Yunan Târih-i Edebiyyâtı başlığını taşıyan eser 1331/1915’de İstanbul’da
bulunan Matbaa-i Âmire’de basılmıştır. Muallim olarak Uşşâkizâde Halid Ziya ismi
belirtilirken altında “1324 sene-i tedrîsiyesinde Dârülfünûn Edebiyyât Şu’besi
müntehî sınıf talebesi tarafından zabt olunan takrîrlerin sûretidir” ifadesi yer
almaktadır. 70 sayfa olan ders notu Halit Ziya’nın basılan diğer ders notlarına
nazaran daha kısadır ve genel bir özet halindedir. Bu durumun birinci sebebi Halit
Ziya’nın Yunan ve Latin edebiyatını Batı Edebiyatı Tarihi dersine giriş mahiyetinde

69
A. Henry, La Poesie et La Prose Dans Les Trois Langues Classiques, Librairie Classique Eugène
Belin, Paris, 1895.
70
Sevük, a.g.e., s.IX.
71
Halit Ziya, Sanata Dair’in dördüncü cildinde Yunan antikitesine yönelen Parnas ekolünden ve bu
düşünceyi taşıyan şairlerden söz eder. Öncelikle Parnasisizm akımı ve bu edebî anlayışın Yunan
antikitesi ile olan bağı üzerinde durur. Romantik şairlerin hayale fazlaca yer veren şiir anlayışını
değiştirmek ve şiire mükemmeliyet getirmek isteyen genç şairler Parnas adını alırlar. Bu isim ise
Yunanistan’daki mitolojik özelliklere sahip bir dağdan mülhemdir. Bu genç şairlerin öncüsü olduğu
topluluk genişler ve dönemin şiir ortamında söz sahibi olur. Uşaklıgil, Sanata Dair, C.IV, s.138.
72
Parnasisizm akımına mensup Leconte de Lisle’den bahseden Halit Ziya, onun Yunan, Latin ve
İtalyan lisanlarıyla uğraştığını, eski Yunan şairlerinden Théocrite, Anacréon, Sophocle, Eschyle ve
Homeros’tan tercümeler yaptığını ve bu tercümeleri Yunanca metinleri harfi harfine tercüme ederek
oluşturduğunu kaydeder. Aynı edebî akıma mensup Sully Prudhomme’dan, François Coppée’den ve
onların eserlerinden bahseden Halit Ziya, Jose Maria de Heredia’nın sanatındaki Yunan etkisini de
açıklar. a.e, s.83-84, 121-151.
73
Fransız şairlerden sonra Halit Ziya, Yunan antikitesine yönelmiş İngiliz sanatkarları ve eserlerini
konu edinen yazılar da kaleme alır. Alexander Pope, Yunan ve Latin lisanlarıyla ilgilenir ve
Homeros’u İngilizce’ye nakletmeye teşebbüs eder. On iki yıllık bir çalışma ile İlyada’yı kendi başına,
Odysse’yi de yardımcılarıyla beraber tercüme eder. John Keats ise eski Yunan edebiyatından ilham
alarak Hyperion ve Endymion isimli şiirleri kaleme alır. Halit Ziya, Lord Byron hakkında ise onun
eski Yunan akidelerine ve Paganizm inancına bağlı kaldığını belirtiken, Percy Bysshe Shelley’in
şiirinin ise bir dereceye kadar eski Yunan şiirini andırdığını kaydeder. a.e., s.194-218.

36
ele alıp kendi ifadesiyle “hızlıca” geçmesidir. İkinci sebebi ise Halit Ziya’nın,
öğrencilerden alınan takrirler üzerine çalışma fırsatını bulamamış olmasıdır. Kendisi
Kırk Yıl’da bu eserinin yanı sıra diğer ders notlarının da basılış aşamasını izah
sadedinde şu ifadeleri kullanır:

“Talebe [öğrenci] takrirlerimi [notlarımı] sonradan zaptederek [kaydederek]


bastırdılar. Bunları tevsi ve tashih etmek [genişletme ve düzeltme] fırsatını
bulsaydım da ondan sonra basılsaydı elbette biraz daha az utanılacak bir şekil
almış olurdu.”74

Ders notunda düzenli bir başlık koyma sistemi takip edilmemiştir. 75 Bunun
sebebi metnin öğrenciler tarafından tutulan ders notu olmasıdır. Ayrıca bu metin
Halit Ziya tarafından telif edilen bir çalışma da değildir.
Ders notunun genelinde önemli isimler üzerinde detaylı bir şekilde durulurken,
bazı isimler sadece zikredilmekle yetinilir. Konu işlenirken zaman çerçevesi içinde
edebî türler şahıslarla olan bağlantılarından hareketle anlatılır. Konunun
açıklanmasında edebiyata, sosyolojiye, psikolojiye, tiyatro sanatına dair terimler
kullanılırken, yer yer ifadeleri pekiştirmek amacıyla konuyla ilgili edebiyatçıların, dil
bilimcilerin, eleştirmenlerin görüşlerine de başvurulur. Ders notu kadîm Yunan
edebiyatının tarih öncesi dönemlerden başlayarak modern Yunan edebiyatının
temellerinin atıldığı dönemlere kadar uzanan sürecini konu almaktadır. Didaktik,
aşıkâne, keder ve üzüntüyü ifade eden şiirler, destanlar vb. edebî ürünlerin ortaya
çıkışı, zaman içindeki değişimi ve gelişimi şahıs-eser bağlamında ifade edilir.
Putperestliğin giderek etkisini kaybetmesiyle Hristiyanlığın ve Roma kültürünün
şahıslarda ve eserlerde etkili olmaya başlaması da yaşanan edebî sürecin önemli
özelliklerinden biri olarak vurgulanır. Ele alınan dönemde tarih, felsefe, edebiyat,
lisan çalışmaları gibi alanların birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamış olması

74
Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.893.
75
Ders notunda yer alan ve bir başlıktan ziyade bölümlerin başlangıcına işaret eden “Mukaddime,
Devr-i Ûlâ, İstitrâd, Orphée, İstitrâd, İkinci Devre, Üçüncü Devre, Sophocle, Ménandre,
Dördüncü Devre, Beşinci Devre, Altıncı Devre, Yedinci Devre,” gibi ifadeler metnin
transliterasyonunda birer başlık olarak uygulanmıştır. Böylece konunun sınıflandırılması ve metnin
daha düzenli hâle getirilmesi amaçlanmıştır.

37
nedeniyle bahsi geçen ilim ve sanat dalları ders notunda “edebiyat tarihi” konusuna
dahil olarak bir arada verilir.
Ders notunun mukaddime kısmında bir milletin veya ülkenin edebiyatı
hakkında bilgi sahibi olmanın o millet veya ülkenin tarihine ve kültürüne vâkıf
olmaya bağlı olduğu belirtilir. Yunanistan, Avrupa milletleri arasında en eski
medeniyete sahip olanıdır. Ancak beşerî anlamda medeniyetin ve edebiyatın tarihi
Asya’ya, Çin ve Japonya’ya uzanır. Ancak dersin amacı medeniyet düşüncesi ve
edebiyatın Asya’a uzanan kaynağını araştırmak değildir. Yapılmak istenen Batı
edebiyatına bir giriş olarak kadîm Yunan edebiyatı tedkik edilmesidir.76
Ders notunda yer aldığı şekliyle eski Yunan edebiyatı zamana göre, edebiyat
ürünlerinin türlerine göre ve fikirlerin oluştuğu kavimlere/beldelere göre
sınıflandırılıp tedkik edilebilir. Halit Ziya için zaman itibariyle eski Yunan
edebiyatını incelemek daha uygundur. Çünkü zaman itibariyle yapılan bir tedkik,
türlere ve yerlere göre yapılacak bir incelemeyle de uyum içindedir. Şöyle ki her
devirde edebî türler ve edebî gelişmelerin yaşandığı yerler/kavimler değişiklik
gösterir. Zaman bakımından yapılan bir tedkik tüm bu değişiklikleri kapsadığı için
daha verimli bir çalışmaya imkan tanır. Ve bu düşünceden hareketle “otuz asırlık”
bir zamanı içine alan kadîm Yunan edebiyatı yedi devreye ayrılır:
Birinci devre tarih öncesi olan ve bilinmezlikleri içinde barındıran Homeros’un
yaşadığı zamandır. İkinci devre milattan önce 776’dan başlayarak 479 yılına kadar
olan zamanı kapsar. Üçüncü devre Yunanlılar ile İranlılar arasındaki Med
Savaşları’nın bitiş tarihi olan milattan önce 479’dan 323 tarihine kadar uzanır.
Dördüncü devre İskender’in ölümünden Roma imparatoru Auguste’un zamanına
kadar geçen süreyi içine alır ki milattan önce 323 ile 26 tarihleri arasını ifade eder.
Beşinci devre Auguste’un salatanat zamanından Justinyen’in saltanatına kadar olan
zamanı yani milattan önce 28’den milattan sonra 527’ye kadar geçen beş asırlık

76
İsmail Habib Sevük de benzer bir düşünceye sahiptir. O; Yunan ve Latin’i Avrupa medeniyetinin
kaynağı olarak görmekle beraber Yunan ve Latin’in ise Sümer medeniyetine dayandığını iddia eder.
Hilmi Ziya Ülken de Avrupa’nın temel unsurlarından olan Yunan düşüncesinin kaynağının
Sümerlerde ve Çin’de yani Orta Asya’da arandığını kaydeder. Halit Ziya’nın da medeniyetin
kaynağını Çin ve Japon’da bulmasında etkili olan düşüncelerden biri hiç kuşkusuz Sanskrit ve İbranî
edebiyatı ile meşgul olduktan sonraki görüşleridir. Bu çalışmalarında eski Yunan esatiri, İsrail
rivayetleri ve Hristiyanlık konuları arasında görmüş olduğu benzerliklerin ve bağlantıların Halit
Ziya’yı tarih ve medeniyette devamlılık düşüncesine sevk ettiği düşünülebilir. Sevük, a.g.e., s.VI;
Ülken, a.g.e., s.12-15; Uşaklıgil, Kırk Yıl, 459.

38
zamanı içine alır. Altıncı devre Justinyen zamanından yani milattan sonra 527’den
İstanbul’un fetih tarihi olan 1453’e kadar uzanır. Yedinci devre ise Batı
edebiyatlarının tesirinde gelişen modern Yunan edebiyatının temellerinin atıldığı
dönemdir.
Kadîm Yunan edebiyatının tarih öncesi dönemini ifade eden birinci devre
kendi arasında ikiye ayrılır. Birincisi sınırları ve içinde barındırdığı edebî ürünler ve
şahsiyetler bakımından bilinmezlik taşıyan Homeros’tan önceki asırlardır. İkincisi
Homeros’un eserlerinin ortaya çıktığı yıllardır.
Bu asırlar içindeki önemli şairler Mussé, Olen, Linus ve Orphée’dir. Bu
şairlerin oluşturduğu edebî ürünler kendi isimleriyle anılır. Tarih öncesi dönemde
yaşadıklarına inanılan şairler gerçek insanî vasıflardan ziyade mitolojik özelliklere
sahiptirler.
Bu dönemde şikayet içeren ve mersiye sayılabilecek şiirlere Linus, üzüntü ve
hüzünleri barındıran şiirlere Nhréne, sevinç ve neşeyi içeren şiirlere Pean, düğün
şarkılarına da Hymenée adı verilir. Yunanlılar bir şahsiyet olarak varlığı şüpheli olan
Orphée’nin rübabını Apollon’dan aldığını söyleyerek aslında onu övmek isterler.
Orphée hakkındaki cehenneme girerek eşini kurtardığına dair anlatı ise onun
mitolojik kişiliğiyle açıklanabilir. Kadîm Yunan tarihinde varlığı muhakkak olan bir
diğer Orphée ise Orphique adını taşıyan ve edebiyat üzerinde büyük etkisi olduğu
düşünülen mezhebin kurucusudur. Kelime anlamı “flavta çalan” demek olan ve lirik
şiirin mucidi olarak düşünülen Olen’nin de gerçek varlığı şüphelidir ve mitolojik
vasıfları vardır.
Birinci devrenin ikinci kısmını oluşturan Homeros’un İlyada ve Odysse eserleri
ile önceki asırlardaki şiir tarzı yerini destanlara bırakır, şiirler mezhebî itikatlardan
ziyade insanlara, topluma, aileye ait konulara temas etmeye başlar. Homeros’un
eserlerinin genel özelliği şiirin tarih vazifesi görmeye başlamasıdır. Bu şiirler yani
kahramanlıkları anlatan destanlar kadîm Yunanlıların âdetlerini, göreneklerini,
savaşlarını, zaferlerini, üzüntülerini sonraki nesillere aktarmaya yarayan önemli bir
vasıta olmuştur.
Homeros’tan sonra ortaya çıkan şiir tarzı ise didaktik şiirdir ki bu tarzın ilk
kurucusu Hésiode’dur. Homeros’la arasında bir asırlık zaman farkı olan olan

39
Hésiode’un en önemli eseri sekiz yüz mısradan fazla olan İşler ve Günler adlı
eseridir.
Edebiyat tarihi açısından ilk devreye nazaran vesikalara dayanan ikinci devrede
lirik şiir ağırlıktadır. Lirik özelliklere sahip iki şiir nev’i bu dönemde yaygın olarak
kullanılır. Biri “ode” adı verilen ve Osmanlı şiirindeki türler arasında benzerini
bulmanın zor olduğu şiir tarzıdır. Şarkı söylemek fiilinden türeyen “ode” tarzı
Trakya bölgesindeki kadîm Yunan edebiyatının temelidir ve gelişimi müzik ile
beraberdir. Yıllar içinde “ode” Yunanlıların bütün şiir tarzlarını bir araya toplamış ve
Yunan edebiyatının umumi bir şiir tarzı olarak kabul edilir. “Ode” tarzı lirik şiirde
Pindare önemli bir şöhret kazanır.
Yine bu devrede “gnomique” adı verilen, ahlakî ve hikemî şiileri ihtiva eden
bir şiir tarzının yanında, değişkenliğe sahip vezin yapısıyla hiciv için kullanıldığı
kadar diyalog ve nasihat içeren şiirlerde de ön plana çıkan “iambe” tarzının ortaya
çıkışı kayda değer edebî gelişmelerdendir.
Bu devrede tabiat ve yaratılış hakkında varılan bazı gerçekler ve düşünceler
yine şiir yoluyla anlatılır. Bu tarzda yazan önemli şairler Xénophane ve
Parménide’dir. Xénophane, uluhiyeti, mutlak bir kuvvet olarak kabul eder. İlahiyatı
ve tabii kuvvetleri beşer şekline indirgeyip buna dair inanç besleyen mezhebe karşı
çıkar. Parménide’e göre ise vücut bir ve mutlaktır. Onun bu fikri daha sonraları
Panteizm adını alacak olan felsefî düşünceye kaynaklık eder. Ayrıca bu dönemde
Bacchus adına yapılan şenliklerde koro tarafından okunan şiirlerle trajedi ve komedi
türleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar.
Üçüncü devrede trajedi ve komedi tarzında eser veren sanatkarlar ve tiyatro
eserleri; tarih alanında Heredot ve Thucydide; felsefe alanında hakîm Sokrates,
Aristoteles ve Platon yer alır.
Bu devrede kadîm Yunan zekasının ve irfanının lisan ve sanat eserleriyle
yüksek noktaya ulaştığı kabul edilir. Şiir sanatının en güzel örneklerinden hâile yani
trajedi ve mudhike (komedi) türlerinin ilk örnekleri görülmeye başlar. Bu iki tür
Bacchus hakkında düzenlenen ayinlerde hanendegân tarafından söylenen
manzumelerden doğar. Bu manzumelere müzik ve hareketlerin de eklenmesiyle
sahne temsilleri vücut bulur. Trajedi türünün ilk örneğini Thespis isimli şair

40
gösterirken daha sonraları Eschyle, Sophocle, Euripide, Ménandre, Aristophane gibi
isimler bu alanda tecrübe kazanırlar.
Bu dönemin önemli hâile yazarlarından biri Eschyle’dir. Onun edebî açıdan
önemi eserlerinin kıymet derecesinin yanında hâile sanatını olgunlaştırmasıdır. Bu
dönemde birçok oyun kaleme alanlardan biri de sahnede kadınlara daha çok önem
veren, hanendegânın işlevini genişleten, izleyicilerde bir fikir oluşması amacıyla
sahnede renk ve süslemelerle ayrıca meşgul olan Sophocle’dür. Özellike Oedipe adlı
eseri Batı dünyasında hâlâ sahnelenir.
Dönemin diğer önemli tiyatro yazarı Euripide’dir. İlk eserlerinde başarısızlığa
uğrayan Euripide, sahnede asillere ve kadınlara karşı saldırgan bir üslup kullanır ki
bundan dolayı kendisine kadın düşmanlığı yakıştırması yapılır. Iphégénie en Tauride
adlı eseri pek çok Fransız klasik oyun yazarları tarafından taklit edilmiştir.
Eserlerinde hitabet üslubuna çokça başvurması onun en büyük hatalarından biri
olarak sayılabilir. Konuda çıkmaza girdiğinde ise deux ex machina yani sorunları
çözmek amacıyla – gökten indiği duygusu verilmek istenen – oyuncunun yukarıdan
sahneye inmesi usulüne sıkça başvurur. Schiller ise onun hakiki kıymeti olmayan
vasıtalar kullandığını ancak izleyicileri şaşırttığını ifade eder.
Thespis hâilenin mucidi sayılırken, onun çağdaşı Susarion ise eğlence
yerlerinde söylenen şiirleri yavaş yavaş hiciv içeren konuşmalara dönüştürür ve
böylece mudhike yani komedi tarzı meydana gelir. İki kişinin karşılıklı
manzumelerle halkın hoşuna gidecek hikayeleri nakletmesiyle devam eden mudhike
Aristophane ile tanınan isimlerin halkın önünde tenkit edilmesi hâlini kazanır. Bu
durum zamanla o derece uç bir noktaya varır ki bu tenkitlerin sınırlandırılması için
bazı kanunlar çıkarılır. Bu noktadan sonra mudhike artık eski serbestliğini kaybeder
ve mudhike sadece toplumsal eleştirileri bünyesinde barındıran bir tür hâlini alır.
Mudhike alanında çokça şöhret kazanan isim Aristophane’dır. Edebiyatın
sadelik kazanmasına karşı olan sanatkar, hicvin en aşağısından en üst noktasına
kadar çıkar. Hiciv anlayışının sınırlandırılmasına gerek görmez.
Mudhikenin bazı yenilikler kazanmasında ise Ménandre ön plandadır ve
mudhikenin mükemmele ulaşmasında büyük etkisi olur. Aristophane’ın aksine sade
ve zarif bir üslup kullanan Ménandre, felsefî açıdan Epicure’ün tesirinden

41
kurtulamaz, insanı elemler ve üzüntülerle çevrili görür. Onun için ölüm; asaletleri,
servetleri, şöhretleri yok edicidir.
Üçüncü devre hâile ve mudhikeden sonra nesir alanına, tarih ve felsefeye
ayrılır. Bu dönemde kadîm Yunan’ın en önemli iki tarihçisi Heredot ve
Thucydide’dir. “Tarihin Babası” ünvanlı Heredot’un eserlerinin en önemli yanı
geçmişin önemli olaylarından sonuçlara vararak geçmişin bilinmeyen zamanlarını,
artık vesikalara dayanılarak bilinirlik kazanan zamanlara bağlamasıdır. Eserlerinde
başlangıç ve son tayin edilemez ise de fikirlerindeki açıklık ve sadelik verilmek
istenen mananın metnin içinde varlığını sağlar.
Thucydide, sürgünde geçirdiği yıllarını gerçekleşen olayları kaydetmeye ayırır,
farklı yerlerden farklı vesikaları bir araya toplar. Peloponezle Atinalıların
Savaşlarının Tarihi adını taşıyan eseri, kadîm tarihin eserleri arasında önemli bir
yerdedir. Bu eserin kıymeti tarihî muhtevasının yanında Thucydide’in kendi felsefî
ve hikemî düşüncelerini satır aralarında yansıtmasından ileri gelir. Bu düşünceler,
aktarılan tarihî olayların sebeplerini, sonuçlarını ve siyasî etkilerini tedkik eden bir
özelliğe sahiptir. Efsaneler onun için önemli değildir, tarihî gerçeklerden toplumsal
bir ders çıkarmaya gayret eder.
Yine bu devre ünlü hatiplerin de yetiştiği bir dönemdir. Isocrate, Iséee,
Lycurue, Hypéride, Démade, Phocion, Eschine ve Démosthéne dönemin önemli
hatipleridir.
Sokrates, Platon ve Aristoteles de edebiyat tarihi açısından ele alınır. Sokrates
hayatında hiç bir eser bırakmaz. Ancak insanlar üzerinde büyük tesiri vardır.
Sokrates beşerî hakikatleri olduğu gibi görmek ister. İnsanların doğaüstü
düşüncelerle çevrili bir âlemde değil içinde bulundukları dünyanın hakikatleri
arasında yaşamalarını arzular.
Diğer bir önemli filozof Platon ise Sokrates’in öğrencisidir. Onunla ilgili
önemli konular ise Diyalog adını verdiği eseri ve kurduğu Akademi’dir. Platon, bir
yaratıcıya inanır ve bu yaratıcının en önemli özelliği “halîm” ve “rahîm” olmasıdır.
Ahlak ve sanatta rehberi ise güzelliktir. Lisan ve üslubunun güzelliği sayesinde
eserleri, Yunan edebiyatının en güzel örnekleri arasında sayılır. Ayrıca nesirde
kullandığı nutuk verici ulvî edâ nedeniyle kendisine “ilahî” ünvanı verilir.

42
Aristoteles, sayılan diğer filozoflar arasında en meşhurudur. Aristoteles,
Makedonya kralı İkinci Philip’in çocukluk arkadaşıdır ve Eflâtûn’un Akademi’sine
devam eder. İskender’in fikirleri üzerinde çokça etkisi olur. Fikirlerin ve zihinlerin
terbiye edilmesinde önemli bir yere sahiptir. Kendisinden sonraki yüzyıllar boyunca
etkisi devam eder. Araplar arasında Aristoteles felsefenin özü olarak düşünülür ve
kabul edilir. Hatta belli bir dönem Aristoteles’e aykırı düşünmek günah sayılır.
Kadîm Yunan edebiyatının dördüncü devresinde İskender’in fetihleri ile
sınırlar genişlediği gibi edebiyatın da sınırları değişir ve genişler. Farklı bölgelerdeki
kültürler arası bağlar, fikir ve ilim birikimlerinin etkileşimi edebiyatın vasıflarını
değiştirmeye başlar. Örneğin bu devrede öne çıkan eserler “Antoloji” türündeki
çalışmalar olur.
Bu devrenin edebî açıdan en önemli noktası Yunan edebiyatı ve Roma
arasındaki bağlantıdır. Bu dönemde yetişen şairler Roma’da Latin edebiyatını gün
yüzüne çıkaran şairlerin yetişmesini sağlar. Sonuç olarak toprakları ele geçirme
bakımından Roma, Yunanistan’ın hâkimidir. Fikrî bakımdan Yunanlılar da
Roma’nın hâkimidir.
Bu devrede Théocrite, aşıkâne ve kır hayatını anlatan şiirlerin yani “idille”
tarzının mucidi sayılır ve bu tarz ile şöhret kazanır.
Bu devrenin en önemli tarihçisi ise Polybe’dir ki Roma zaferlerini içeren bir
tarih eseri yazarak bir kabileden nasıl cihangir bir kavim çıkarılacağını Yunanlılara
bir ibret dersi olarak göstermeyi amaçlar. Bu nedenle eserine “Pragmatik” adını
vermeyi daha uygun görür. Polybe’in ahlakî düşüncesi hayatta başarı üzerine
kurulmuştur ve “arivizim” yani her ne şekilde olursa olsun maksada ulaşma
anlayışına sahiptir.
Beşinci devrenin en önemli özelliği ise Yunan edebiyatı üzerindeki Latin
edebiyatının tesiridir. Roma İmparatorluğu’nun Yunanistan topraklarını ele
geçirmesi ile fikir ve kültür hayatı da siyasî gelişmelerden etkilenir. Hristiyanlık
yaşanan değişimlerde önemli rol oynar. Fikren putperestlik devam etse de
Hristiyanlık inancı, eserleri ve sanatkârları etkilemeye başlar. Özellikle tarihçilerin
eserleri Roma İmparatorluğu’nun amaçlarına uygun şekilde yazılmaya başlanır. Bu
devrenin en önemli biyografi yazarı Plutarque’tır. Plutarque hem kendi zamanında
yaşayan şöhret sahiplerini hem de geçmiş dönemlerde yaşamış olan filozof ve

43
düşünürlerin hayatlarını karşılaştırmalı olarak kaleme alır. Hayat hikayelerini yazdığı
kişiler hakkında söyledikleri tarihî bir gerçeklik olarak kabul edilemez ise de özenli
ve dikkatli bir araştırma sonucunda çalışmalarını ortaya koyduğu bir gerçektir. Jean
Jacques Rousseau’nun tasvirdeki başarısını övdüğü Platarque, yazdığı hayat
hikayeleriyle Shakespeare, Corneille ve Racine gibi Fransız tiyatro yazarlarına temel
kaynaklar meydana getirmiştir.
Bu dönemde felsefe, kadîm Yunan felsefesinin etkisinden daha çok Roma’da
ortaya çıkan ve olgunlaşma sürecindeki felsefî anlayışın etkisi altında kalır. Bu
devrede felsefe alanındaki önemli isimler Epictéte, Arien ve Marc Auréle’dir. Bunlar
arasında Marc Auréle en dikkat çekici isimdir. Roma imparatorları arasında ahlakî
faziletleriyle ayrı bir mevkiye sahip olan Marc Auréle, edebiyat ve felsefeye olan
ilgisinin sevkiyle zaman zaman bazı düşüncelerini kayıt altına alır. Ahlakî
faziletlerinden biri de insanlara sürekli eşitlik anlayışını hatırlatmasıdır ki İskender
ile seyisinin ölünce aynı mevkide olduklarına dair bir örnekle bunu açıklar. Ölüm
ona göre hayata ait bir fiildir, doğmak ve ölmek arasında kesin bir hüküm olması
bakımından fark görmez.
Dördüncü asırdan itibaren Yunan edebiyatı kendi kaynaklarından beslenmekte
zorlanır. Şairler, edibler, tarihçiler kendi kültür hayatlarına canlılık veren öz
kaynaklarından uzak kalmanın getirdiği atâlet içinde iken hayat parıltısı
putperestliğin etkisinin kaybolması sonucunda Hristiyanlık ile gelir. Edebiyat ve
felsefe eserleri kilisenin etkisi altına girer. Bu dönemde Hristiyanlığın övgüsü ve
Hristiyanlıkla ilgili vaazları içeren pek çok eser vücut bulur.
527-1453 yıllarını kapsayan altıncı devre kadîm Justinien’in felsefeye, belagate
set çektiği, edebî ve felsefî düşünceye Yunanlıların manevî dünyalarını yıkıcı
mahiyette bir darbe vurduğu bir dönemdir ki Kadîm Yunan edebiyatının en uzun
devresini ifade eder. Bu sebeple fikir ve edebiyat alanında yeni sanat eserleri ortaya
koyma yeteneği ve arzusu sönüp gider. Felsefe hikemî bir takım tartışmalara mahal
olurken sonraki nesiller için önem arz edecek ne bir hatip ne de bir filozof yetişir.77
Bunun yanında kültür tarihi açısından fazla ehemmiyeti olmayan pek çok tarihçi

77
“Fakat Romalıların siyasî ve askerî dehaları, an’anelerine ve atalarının ermişliklerine saygıları,
onların düşünce spekülâsyonlarına kabiliyetlerini azaltıyordu: Bunun için birinci derecede hiçbir
filozof yetiştirememişler, hiçbir sistem vücuda getirememişlerdir. Yunan felsefesi, Roma’ya, ancak
mîlâddan evvel ikinci asrın ortasında girebilmiştir.” Safa, a.g.e., s.116.

44
yetişir. Bu isimler tarihten, tarihin ne olması gerektiğinden uzaklaşarak önemsiz
küçük olaylarla ilgilenirler.
Yedinci devrede Yunan lisanının yaşadığı süreç ön plandadır. Yunanlıların
İstanbul’un Fethi’nden sonra kültürel olarak başarıları lisânlarını muhafaza edebilmiş
olmalarıdır. Lisanlarını muhafaza edebilmiş olmaları, onlara Yunanistan’ın
bağımsızlığından sonra Atina merkezli yeni bir edebiyat safhasının açılmasına sebep
olur.
Halit Ziya’ya ait bu ders notu, yeni Yunan edebiyatının ayrı bir tedkik konusu
olduğu belirtilerek kadîm Yunan edebiyatı çerçevesinde sona erer.

45
4. YUNAN TÂRİH-İ EDEBİYYÂTI DERS NOTUNUN
TRANSLİTERASYONU

46
Yunan Târih-i Edebiyyâtı

Muallimi: Uşşâkizâde Hâlid Ziyâ

1324 sene-i tedrisiyyesinde Dârülfünûn Edebiyyât Şu’besi müntehî sınıf


talebesi tarafından zabt olunan takrîrlerin sûretidir.

İstanbul-Matbaa-i Âmire

1331

47
[3] Mukaddime
Akvâmın hayât-ı fikriyyesiyle mevcûdiyyet-i ictimâ’iyyesi arasında büyük
râbıta vardır. Bir milleti lâyıkıyla tanımak, her iki hayâtı ayrı yarı tedkîk etmeye, her
ikisini bütün an’anâtıyla bilmeye tevakkuf eder. Akvâm ve milelin târîh-i
edebiyyâtını tedkîk edebilmek için târîh-i umûmî bilmek lüzûmu derkârdır. Zîrâ bir
kavmin mevcûdiyyet-i ma’neviyyesine müteallik safahâtını tedkîk, hayâtını
bilmeksizin olamaz. Avrupa akvâmı içinde medeniyyeti en eski olan Yunanistân’dır,
fakat bundan maksad bütün akvâm-ı beşeriyye medeniyyetine nisbetle Yunanistan’a
bir hayât-ı kadîme vermek değildir. Bu kıdem husûsunda teselsülât-ı târîhiyye bizi
Âsya’ya sevk eder. Edebiyyâtın ilk mahall-i zuhûrunu, teselsülât-ı târîhiyyeyi
menâbi’ine doğru ta’kîb edersek, Âsya’da bulacağız. Âsya’da târîh-i hayât-ı
fikriyyenin mebde’i Çin ve Japon olarak gösterilebilir. Akvâm ve ümemin menşe’leri
ve büyük muhâceretleri ve yekdiğerine olan temâsları da gösteriyor ki gerek elsine
gerek edebiyyâtta bunların Avrupa akvâm ve mileli üzerinde büyük büyük te’sîrâtı
hâsıl olmuştur. Bütün akvâm-ı sâlifenin hayât-ı fikriyyesinde bir takım irtibâtât-ı
hafiyye vardır ki bir çok ulemâ bunu tedkîk ile ihtisâsât ve efkârın, rivâyât ve
menkûlâtın ne yolda telâhuk ederek nasıl izler ta’kîb ettiğini bulurlar. Biz bu vâdî-i
tedkîkâtın pîç u tâb mecârîsine girmeksizin bir an evvel Garb edebiyyâtına te’mîn-i
vusûl edebilmek üzere en kısa [4] tarîki ihtiyâr ederek Yunan-ı kadîmden
başlayacağız. Şu hâlde bu bir senelik iştigâlâtımızda birinci fasıl olmak üzere Yunan-
ı kadîm edebiyyâtını mebde’-i tedkîk ittihâz edeceğiz.
Yunan-ı kadîm edebiyyâtını tedkîk için üç tarz-ı taksîm ihtiyâr edilebilir:

Evvelâ – Zamân itibâriyle,


Sâniyen – Bu edebiyyâtta doğmuş envâ’-i edebiyye itibâriyle,
Sâlisen – Tahalliyât-ı edebiyyeye sâha olan milletler ve beldelerin nikât-ı
mevcûdiyyetinde tezâhürât-ı fikriyyeyi ayrı ayrı tedkîk etmek sûretiyle yani bilâd ve
akvâm itibâriyle.

Yunanlılarda edvâr-ı edebiyyenin sûret-i teselsülü tedkîk edilecek olursa bu


bâbda zamân itibâriyle olan tarz-ı taksîmi ittihâz etmek en muvâfık bir usûl olabilir.

48
Zîrâ bu usûl ikinci ve üçüncü sûretlerle de az çok hâiz-i mutâbakattır. Yani edvâr-ı
edebiyye-yi Yunaniyye zamân itibâriyle tecelliyâtını değiştirdiği gibi nukât-ı
güşâyişiyle de az çok mütebeddildir. Her devrede tecelliyât-ı edebiyye bir nev’-i
mahsûs ta’kîb etmiş ve zamân tahavvül ettikçe mahall-i güşâyişini de değiştirmiştir.
Binâenaleyh her devre-i mahsûsada bir nev’-i mahsûs-ı edebî güşâyiş bularak envâ’-i
sâireye hükümrân olacak bir mevki’-i mümtâz işgâl etmiştir.
Yunanistan edebiyyâtının ehemmiyeti tamâmıyla edebiyyât-ı atîkasındadır.
Asıl milel-i Garbiyye’nin füyûz-ı fikriyyesine hizmet eden edebiyyât; Yunanistan
edebiyyât-ı kadîmesidir.
[5]Yunanistan târîh-i edebiyyâtı bize otuz asırlık bir zamân kat’ ettirecektir.
Biz bu otuz asrı yedi devreye taksîm edebiliriz:
Birinci devre – Olimpiyatlardan evvele ve Homeros ile edebiyyâtta “Homeros
Edvârı” nâmıyla tanınan devreye âid olan zamândır ki bu bir devre-i kable’t-
târîhiyyedir. Zîrâ bu devre zalâm-ı meşkûkiyyet ve mechûliyyet içinde boğulup
gider.
İkinci devre – Olimpiyatlardan 1 yani kable’l-mîlâd 776’dan başlayarak
Médiques muhârebâtının2 hitâmına kadar götürebilir. (479)
Üçüncü devre – Yunanlılarla İranlıların muhârebâtından başlayarak İskender-i
Kebîr’in vefâtına kadar müntehî olur ki bu da 479’dan 323 târîhine kadardır.
Dördüncü devre – İskender’in vefâtından Roma imparatoru Auguste’un
zamânına kadar olan müddettir. (323-26)
Beşinci devre – Auguste’un zamân-ı saltanatından Justinyen zamân-ı
salatanatına kadar. Kable’l-mîlâd 28’den ba’de’l-mîlâd ve 527’ye kadar olan beş
asırlık bir zamândır.

1
“Olympia Oyunları, Elis bölgesindeki Olympia’da M.Ö. 776’dan itibaren dört yılda bir Zeus
onuruna düzenlenen şenliğin en önemli bölümünü oluşturur. Bu oyunlar her zaman antikçağ
dünyasının en önemli oyunları oldu. Bu genel saygınlıktan ötürü Olympia oyunlarına özgü program
ve kurallar her yerde oyunlar için temel ilke kabul edildi. Oyunlar arasında olimpiyat adı verilen dört
yıllık bir zaman aralığı bulunur, bu süre Yunanlılarca bir tarihleme yöntemi olarak kullanılırdı.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, Editör M.C. Howatson, Çev. Faruk Ersöz, Kitap Yayınevi, İstanbul,
2013, s.676-677.
2
“Yunanlıların M.Ö. 490-479 arasında Perslerle yaptıkları savaşlardır.” a.e., s.714.

49
Altıncı devre – Justinyen’den başlayarak Fâtih Sultan Mehmed Hân
hazretlerine yani kurûn-ı müteâhhirenin mebde’inde kadar gider. (1453-527)
Yedinci devre – Edebiyyât-ı kadîme-i Yunaniyyenin nice buhranlardan, nice
tebeddüllerden sonra bir zâde-i dûr-â-dûru demek olan edebiyyât-ı hâzıra-i
Yunaniyyenin tevellüd eylediği devredir.
[Edebiyyât-ı hâzıra-i Yunaniyyenin en son tecellîyâtı ise edebiyyât-ı kadîme-i
[6] Yunaniyyenin bir zâde-i meşrû’u olmaktan ziyâde Garb edebiyyâtının mahsûl-i
te’sîrâtıdır.]

Devre-i Ûlâ
Bu devre için edebiyyât-ı kadîme-i Yunaniyyenin devre-i kable’t-
târihiyyesidir, demiştik ki bu da iki fasıla ayrılır:
Evvelâ- Homeros zamânından evvelki a’sâr.
Sâniyen- Homeros kasâidinin edvâr-ı zuhûru. Bu fasılların birincisi mübâdisi
ve hudûdu itibâriyle nâ-müteayyin ve üzerine bir çok efsane zulmetleri yığılmış
hâtırât-ı mübheme ile mâl-â-mâldır.

İstitrâd
Milletlerin, târih-i atîkine çıkıldıkça onların menşe’ ve zuhûru hakkında vâzıh
ma’lûmât almak mümkün olamaz. Ez-cümle Yunanîler hayât-ı milliyyelerine
akvâmın medd ü cezri neticesi olarak şurada burada husûle gelen teressübât ile
teşekkül etmiş ufak tefek kavmiyetler sûretinde başlamış olup bunlar menşe’ ve ırk
itibâriyle yekdiğerinden ayrı ayrıdırlar. Yunan-ı kadîm akvâmı Thrace’den 3 gelen
muhâcirîn ile Âsya’dan gelen Pélages4 nâm akvâmın ihtilâtından hâsıl olup şimâlde
Doriensler, vasatta Eolonslar ve cenûbta Ioniensler teşekkül etmiştir.
Yunan-ı kadîm teşekkülâtı pek dağınıktır. Yunanistan’da küçük küçük adalarda
bile birer krallık teessüs etmiştir. Fakat bunlarda bir fikr-i [7] tekâfül mevcûd olduğu

3
Thrace: Trakya. Pars Tuğlacı, Büyük Türkçe-Fransızca Sözlük, İnkılâb ve Aka Kitabevleri,
İstanbul, 1974, s.730.
4
“Tahminen Tunç Çağı göçleri sırasında bütün Yunanistan’a dağılan bir Kuzey Ege halkı. Yunanlılar
bu adı Yunanistan ve Ege’nin Yunan öncesi asıl yerlilerini belirtmek için kullandılar.” Oxford
Antikçağ Sözlüğü, s.703.

50
için yekdiğerini hırpalamakla beraber hariçten gelen muhâcemâta tekâbül için ittihâd
ederlerdi.
Yunanistan’da en ziyâde temâyüz eden şehirler Atina ile Isparta idi. Bunlar
beynindeki rekâbet İran muhârebâtına kadar devam etmişken bi’l-âhire muhârebât-ı
mezkûrede akvâm-ı Yunaniyye hey’et-i umûmiyyesiyle birleşip galebe çalmışlardır.
Fakat bi’l-âhire aralarına giren bir takım münâkaşât bunları muhârebât-ı dâhiliyyeye
sevk ederek nihâyet Makedonya kralı Philippe’in -ki İskender-i Kebîr’in babasıdır-
Yunanistan’a galebe ve tahakkümüne sebeb olmuştur. Vaktiyle İranlılar Yunanlılara
hücûm ettiği gibi İskender de Yunanlılara denizleri aştırmış ve onları muzafferiyetten
muzafferiyete sevk eylemiştir. Vaktâ ki İskender vefât etti, Yunanlılar tekrâr dâhilî
muhâsamâta düştüler. Atinalılar Romalıların vesâtetine mürâcaat ederek
Yunanistan’ın Roma İmparatorluğu tarafından zamîme-i memâlik edilmesine vesîle
ihzâr etmiş oldular. Hulâsa-i târihiyyesi şu bir kaç satırla icmâl edilebilen
Yunanistan-ı kadîmin târih-i hayât-ı fikriyyesine geçelim:
Devre-i kable’t-târihiyyeye âid olarak isimleri mazbût olan şuarâ ber-vech-i
âtîdir:
Mussé, Olen, Linus, Orphée
Fakat bize kadar intikâl etmiş olan şu isimler yalnız bir ber-güzâr-ı
târihiyyeden ibâret olup bunlardan eser nâmına hiç bir şey kalmamıştır. Vâkıâ bu
şuarâdan bazılarına atfedilen bir takım parçalar yed-i ahlâfa düşmüş ise de bunlara
atf-ı vüsûk edilemez.
[8] Pean, Linus, Hymenée, Thréne denilen envâ’-i neşâid işte o zamânlardan
ibtidâ’ eylemiştir.

Orphée
Bu şairin hakikaten mevcûd olup olmadığı pek meşkûktur. Bunun târih-i
mevcûdiyyeti kable’l-mîlâd 13 yahud 14’üncü asıra atfolunmaktadır. Kudemâ
arasında bi’l-hâssa Aristote Orphée’nin hakikaten mevcûd olduğunu inkâr

51
edenlerdendir. Hakikatten ziyâde, şuarâ hayâlinde vücûda gelmiş olan Orphée’nin
Museslerden5 Calliop’un6 oğlu olduğu mervîdir.
Yunanîler, Orhée “Rübâbını Apollon’dan7 almıştır” derlerdi.
Ma’lûmdur ki esâtîrde Apollon Jüpiter’in oğlu olup bi’l-cümle fünûn ez-cümle
ziyâ ma’bûdu idi. Rivâyât-ı esâtîriyyeye nazaran Orphée’de öyle bir teshîr-i füsûnkâr
vardı ki şiiriyle bütün tabiatı kendisine râm ederdi. Esâtîr-i Yunaniyye’de Orphée tâ
cehennemlere kadar girerek zevcesini oradan kurtarmış, fakat tekrâr gâib etmiştir.
Orphée’nin vefâtı da kendisinden ahz-ı sâr etmek isteyen Ménadeslerin eline
düşmesiyle vukû’ bulmuştur. O zamân Musesler Orphée’nin bakâyâ-yı vücûdunu
topladılar ve yalnız başı emvâc-ı bahrde yuvarlana yuvarlana Lesbos adasına kadar
gitti. Cezîre-i mezkûrede (Lyrique 8 rübâbiyyât, lahniyyât) eş’âr bu sûretle vücûda
geldi, derler.
Diğer üç şairi tedkîkden evvel birer kelime ile demin kaydettiğimiz neşâidin ne
gibi şeyler olduğunu anlayalım:
Linus ki buna [9] Hélèneius da derler, şikâyet-âmiz ve mersiye kabilinden eş’âr
idi. Öyle rivâyet olunur ki vaktiyle Yunanistan kadîm mugannîleri -ki Aédes9 ta’bîr
olunur- a’yâd ve meyâdînde icrâ-yı taganniyât ederken şâir, Linus hakkında mersiye
okumakla başlarlar ve sonra diğer kasâidi kırâatla beraber agniyelerini yine bu şâir

5
“Zeus ile Mnemosyne’nin dokuz kızı. Hesiodos, Theogonia’da adlarını şöyle verir: Klio, Euterpe,
Thaleia, Melpomene, Terpsikhore, Erato, Polyhymnia, Urania ve Kalliope. Musa’lar tören kutlayıp
şenlik yapan tanrıları eğlendirir ve Apollon da onlara lyra’sı ile eşlik eder.” Gerhard Fink, Antik
Mitolojide Kim Kimdir, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1997, s.221.
6
“Adı güzel sesli anlamına gelen Kalliope dokuz Musa’lardan biridir. Hesiodos Theogonia’nın
başında Musa’lara seslenip, hepsinin adını sayarken Kalliope için ‘hepsinin başı sayılan Kalliope’ der.
Erken ilkçağlarda Musa’ların yetki alanı sınırlanmış değildir, ama İskenderiye şiirinde Kalliope lirik
şiirin esin perisi sayılır. Başka kaynaklarda epik şiirin denir. Kimi efsaneye göre Kalliope Seiren’lerin,
ozan Linos’un ya da Rhesos’un anasıdır.” Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1972, s.158-159.
7
“Tanrı Apollon, Zeus ile Leto’nun oğlu, Artemis’in ikiz kardeşidir. Tanrılar arasında en Yunanlısı
sayılır, genç ama olgun erkek güzelliğinin, üstün ahlakın somut örneği olarak bilinirdi. Uygarlığın
yararlı yönleri özellikle onunla ilişkilendirilirdi, Yunan kültüründe güzel, atletik, erdemli, kültürlü
genç erkek idalinin yaratıcısıydı. Apollon hastalıkların, salgınların ama öte yandan da hekimliğin,
müziğin, okçuluğun ve biliciğin tanrısıydı.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.68.
8
“Lirik şiirin kökenleri şarkılarla ilişkilidir. Başlangıçta hymnos, threnos, hymenaios ve paian gibi
şarkılarda ve epik destanlarda bulunan lirik unsur İ.Ö. VII. yüzyıldan başlayarak edebi bir tür olan
şiiri yaratmıştır. Özellikle kişisel, bazen de toplu duygu ve heyecanların ifade edildiği bu türün
olgunlaşması müziğin gelişimi ile birlikte olmuştur.” Güler Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1990, s.41.
9
“... ilk şairler olan aoidoslar, dinle uğraşan kişilerdi. Şiirleri de dinî nitelikteydi.” a.e., s. 19.

52
hakkında bu kabîlden neşâidle itmâm ederlerdi. İşte bundan dolayıdır ki bu tarz-ı
eş’âra linus nâmı verilmiştir.
Nhréne de gumûm ve ahzâna dâir olan bir takım neşâiddi. Pean dedikleri şiirler
bi’l-akis sürûr ve bahtiyarîyi mutazammın şiirlerdi. Hymenée düğün şarkılarından
ibâretti.
Linus da Orphée gibi bir efsâne olmak gerektir. Esâtîr-i Yunaniyye’de Linus’u,
Apollon’un Museslerden biriyle olan izdivâcından mütevellid farz ederlerdi. Olen de
hakikat-i vücûdu meşkûk olanlardandır. Bu ismin manâ-yı lûgavîsi “flavta10 çalan”
demektir. Lyrique eş’ârın mûcidi olmak üzere kıyâs edilir. Bu şâire kasâid-i atîkadan
bir çokları isnâd edilmektedir. Délos adasına 11 gelip Apollon mezhebini ve hâtif-i
gayb Oraclesleri onun te’sîs eylediği mervîdir.
Şâir Orphée hakkında mevcûd olan efsâneden bahsetmiş idik.
Yunan kadîm târihinde Orphée nâmında birisinin mevcûdiyyeti muhakkaktır.
Bu Orphée kendi nâmına üstâd edilen bir fırka-i mezhebiyyenin müessisi idi. 12
Târihte Orphique nâmıyla tanılan bu mezhebin edebiyyât üzerinde te’sîrât-ı azîmesi
görülmüştür.
Orphée’den müntakil olmak üzere gösterilen âsâr iki nev’e ayrılabilir: Birincisi
Livres Orphiques nâmıyla tanılan âsârdır ki mezhebe [10] âid olup nazmen
yazılmıştır. Bunların târih-i inşâdı mîladdan beş-altı asır mukaddem olmakla beraber
mîladdan ancak üç asır sonra bulunmuştur. Bize kadar intikâl eden parçaları pek

10
“Batı çalgılarının Türkiye’de ilk defa tanındığı dönemlerde flüt, İtalyanca (flavtuo) okunuşunun
bozulmuş biçimiyle böyle anıldı.” Vural Sözer, Müzik Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul,
2012, s.93; “Eski Yunanlılar flüte ‘aulos’ diyorlardı. (Üflüyorum anlamına ao kelimesinden) Aynı
çalgıya Latinler tuba (-tüp, düdük) adını verdiler, bu isim sonradan trompete alem oldu! ‘Calamus’ (-
kalem, kamış) fransızca chalumeau; ses çıkartacak surette içi oyuk kemik düdük olan tibia, ve flüt
anlamına fistula çalgıları da vardı. Daha sonra, hem fistula sözünden hem de flare (üflemek) fiilinden
ve soluk (ıslık) anlamına flatus kelimesinden çıkma Latinde flauta adının yer aldığı görüldü.” Mahmut
R. Gazimihal, Musıki Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, 1961, s.94.
11
“Ege Denizin’de Kyklad adalarının ortasında küçük bir ada, Yunan mitolojisinde Apollon ile
Artemis’in doğum yeridir. Ada Apollon kültünün önemli bir merkeziydi.” Oxford Antikçağ Sözlüğü,
s.221.
12
“Aşağı yukarı M.Ö. 6. yüzyıl ortasından itibaren gizlitapım dinleriyle ilişkili birçok şiiri
Orpheus’un yazdığı düşünüldü. Bu şiirler arınma ve gizlitapıma kabul konularını işlemekteydi.
Katılanların geçmiş günahlarından artıcağı, onlara ölümden sonrası için mutlu bir yaşam ümidi
vereceği varsayılan gizli ritler, Orpheus ve Musaios’un kitapları uyarınca yerine getirildi. Orifzm
terimi bazen Orpheus’a mal edilen şiirlere dayalı gizli ayinlere katılanların inançlarını ve edimlerini
(amel) ya da kendi çileci edimlere adayanları anlatmak için kullanılır.” a.e., s.671.

53
azdır. Orphée’ye isnâd edilen daha doğrusu Orphée’nin nâmıyla tanılan âsârın ikinci
kısmı Paganisme devresinde Hristiyanlığın zuhûrundan evvel yazıldığı anlaşılır.
Bu kasâid üçtür: 1-Argonautelerin seferi13 2-Kasâid 3-Ahcâr-ı kıymetdâr
Bu dört şâir zamânında vücûda gelmiş olan manzûmâtın târih-i inşâdı ayniyle
mensûb oldukları kavmin menşe’leri ve hayâtları gibi zalâm-ı mechûliyyette
kalmıştır. Fakat Homeros edvârıyla daha ziyâde hâiz-i vuzûh bir takım âsâr zuhûra
gelmeye başlar. Ve bunlarla tab’ ve mizâc-ı kavmî hakkında daha sarâhatle istintâcât
mümkün olur. Bu devreden ahlâfa intikâl eden en güzîde eserler: Iliad ve
Odyssée’dir.
Bu iki eser bugün bile kıymet ve azamet-i edebiyyesinden bir şeyi gâib
etmemiştir. En yüksek erbâb-ı irfân ve dânişin kütübhânelerinde bir mevki’-i ihtirâm
işgâl ettiği gibi mekteb çocuklarının bile eydî-i taallümüne verilmek sûretiyle
muhteremiyyet-i umûmiyyeye mazhardırlar. Yunanîler hâlâ Homeros’un bu
kasâidiyle ezhân-ı etfâlde efkâr-ı vatanperverâneyi tenmiyeye çalışırlar.
Bu kasîdelerle görülüyor ki yavaş yavaş neşâid, mu’tekadât-ı mezhebiyye
dâiresinden çıkarak, mezhebe yine büyük bir sâha bırakmakla beraber artık insânlara
âid şeylere, âile vazâifine, umûr-ı hayâta müteallik ihtisâsât-ı [11] beşere temâs
etmeye başlar. Homeros’dan evvel vücûda gelen tarz-ı neşâid yerine epopée 14

13
“Altın Post’u aramaya çıkan İason’un sefer yoldaşlarına verilen ad. Argonautlar adı, kahramanları
taşıyan ve hızlı anlamına gelen Argo adlı gemiden türetilmiştir. Fakat, bu ad, aynı zamanda gemiyi
inşa etmiş olan Argos’u da anımsatır.” Pierre Grimal, Mitoloji Sözlüğü, Çev. Sevgi Tamgüç, Sosyal
Yayınları, İstanbul, 1997, s.86; Iason: “Thessalia’daki Iolkos’tan olan Aison’un oğlu. Amcası Pelias
tarafından bir zamanlar Phrixos’un giydiği, oğlağın Altın Postu’nu Kolkhis’ten alıp getirmesi için
gönderilir. Çünkü Iason, Poesidon için yapılacak kurban törenine giderken bir ırmaktan geçmiş ve bu
sırada ayakkabılarından birini kaybetmişti. Pelias onun bu şekilde geldiğini görünce aklına, yalnızca
bir ayakkabılı adama karşı kendisinin bir kehanetle uyarıldığı gelir. İşte bu nedenle tehlike yaratacak
yeğenini mahvoluşa yollamak istemektedir. Birçok maceradan sonra Kolkhis ülkesine varırlar ve Kral
Aietes Iason’a Altın Post’u vermeyi vaad eder; ancak kahramana ateş püskürten boğalarla tarla
sürmesini, sürdüğü bu tarlaya ejderha dişleri ekmesini ve ekinden fışkıracak zırhlı savaşçıları
yenmesini şart koşar. Usta bir büyücü olan kralın kızı Medeia aşık olmasa [olması ile] Iason tüm
görevleri başaracaktır. Büyücü kızın yardımıyla hepsinin üstesinden gelir. Aietes kötü şeyler olacağını
sezdiği için sözünü tutmaz. Bunun üzerine Iason yine Medeia’nın yardımıyla postu çalar ve
arkadaşları ve yardımsever büyücü ile Kolkhis’i terkeder.” Fink, a.g.e., s.152-153.
14
“Epos ya da destan, edebiyatta geniş kapsamlı, üslupça görkemli bir şiirdir, bir arayış ya da zorlu
bir uğraş içindeki insanüstü bir kahramanın (ya da kahramanların) serüvenlerini ve başardığı işleri
öyküler. Kahraman gücüyle, yiğitliğiyle tüm diğer insanlardan farklıdır, onların üstündedir, yalnızca
şeref duygusu onu kısıtlar. Destanın bazı özellikleri çok belirgindir: Anlatıcı, anlattığı öykünün
doğruluğuna kefil olur, yakarılara, karmaşık esenleşmelere, uzun konuşmalara, ayrıntlı benzetmelere
(teşbih), konudan sapmalara (digressio), yer verilir, bazı ‘tipik’ öğeler, örneğin kalıp sıfatlar ya da
sözler, kahramanın savaş için silahlarını kuşanması gibi kalıp sahneler sık sık yinelenir.” Oxford
Antikçağ Sözlüğü, s.294.

54
denilen nazmın kâim olduğu görülür. Homeros devrinde şiir beşeriyyette târih
vazîfesini îfâya başlar. Fi’l-hakika Yunan-ı kadîme âid hemen bütün ma’lûmât-ı
târihiyye Homeros’un eserlerinden alınmıştır. Târihin ilk me’hazı bu şiirler olmuştur.
Şiirin epopée [destân-ı kahramânâne] tarzı â’dât-ı kavmiyyeyi ahlâfa nakl ve ihdâ
eyleyen bir vâsıta hizmetini görmüştür.
Homeros kasâidi denilen âsârın bir kişinin âsârı olmaktan ziyâde bir çok
kişinin kaleminden çıkmış olması muhtemeldir. Onun için Homeros’un
mevcûdiyyeti bile taht-ı şüphede kalıyor. Vaktiyle Yunan-ı kadîmde sokaklarda icrâ-
yı tagannî eden bir takım mugannîler, destân-hânlar vardı. Iliad ve Odyssée
kasîdeleri muhteviyâtından bir çoğunun bunlar tarafından tanzîm edilmiş olması pek
şâyân-ı kabûl bir faraziyyedir.
Bugün bir fikr-i tedkîk, Iliad ve Odyssée kasîdelerinde asıl Homeros’a âid olan
parçalar hangileridir, şuâra-yı sâire tarafından tanzîm edilenler hangilerdir, bunu keşf
etmekte pek çok müşkilâta düşer. Hattâ bu nâma isnâd edilen âsâr bir kişinin mi
yoksa bir hey’etin mi olduğu anlaşılmaz. Bu, erbâb-ı tedkîk arasında uzun uzun
mübâhasât tevlîd etmiştir. Homeros’a isnâd edilen kasâidin zuhûrundan sonra
didactique denilen âsâr zuhûr etmiştir. Didactique: Ma’lûmât-ı beşeriyyeyi hâkî olan
insânların muhtereâtına müktesâb ve tecâribine dâir bulunan neşâide denir. Bu
kelimeyi “manzumât-ı tedvîniyye veya âliyye” tabirleriyle tercüme mümkündür.
[12] Yunan-ı kadîm edebiyyâtında bu tarzın ilk müessisi olmak üzere tanılan
ve en büyük şâirlerden ma’dûd olan Hésiode’dur. Homeros ile Hésiode Yunan-ı
kadîmin en büyük sîmâlarıdır. Homeros’a isnâd edilen âsâr kendisinin âvân-ı zuhûru
addedilen zamândan pek çok sonra toplanmaya başlanmış olduğu için o sıralarda
bulunan her eseri Homeros’a isnâd etmişlerdir.
Bunların içinde Iliad ve Odyssée kasîdeleri en ziyâde Homeros’un eseri olmak
üzere mümkinü’t-telakkîdir. Homeros’un tercüme-i hâli hakkında hakikate en çok
mukârib olmak üzere şu ma’lûmât beyân olunabilir:
İzmir’de Melez Çayı kenarında doğmuş. Bunun için ona Mélésigéne diyorlar.
Phémius nâmında bir muallimden mûsikî taallüm eylemiş deniyor. Homeros
muallimine pek az zamân zarfında galebe çaldı. Bi’l-âhire hikâyât-ı kahramânâne
tanzîmiyle iştigâle başlamış ve Yunanîlere âid memleketleri dolaşmak fikrine

55
kapılarak vatanını terk etmiş idi. Müteâkiben Mısır’ı, Ithaque Adası’nı 15, İspanya’yı,
İtalya’yı gezdi; ve nihayet bir göz ağrısına uğrayarak Mentor’a16 ilticâ eyledi. Mentor
kendisine Ulysse 17 hakkında pek çok ma’lûmât verdi. Oradan ayrıldıktan sonra
Peleponez sahilini dolaştı, bundan sonra tekrar İzmir’e avdet etti. Ni’met-i ru’yeti
büsbütün gâib ederek kendi memleketinde kör manasına gelen Homeros nâmını aldı.
Bundan sonra dûçâr-ı fakr u sefâlet olarak Foça’ya gitti. Ve orada eş’âr ve kasâidini
Testorides isminde biri sirkat etti. Homeros Iliad kasîdesini bu târihlerde bitirmişti.
Oradan Sakız Adası’na geçerek [13] bir mekteb te’sîs etti. Odyssée manzûmesini de
burada meydana getirdi. Bi’l-âhire bütün Yunan memleketlerini dolaşarak âsârını
okudu. İos Adası’nda vefâtı vukû’ buldu. Homeros’un az çok şâyân-ı i’timâd
tercüme-i hâlini şu sûretle icmâlden sonra Iliad ve Odyssée’yi tedkîk edelim:
Iliad Yunanîlerin mâ-bihi’l-iftihârıdır. Bu eserde vahdet-i tasvîr ve tasavvur
yoktur. Odyssée ile Iliad’ın mutlaka Homeros’a isnâd edilmesi lâzım gelirse bu
nokta-i nazardan Odyssée’de Iliad’dan daha ziyâde vahdet-i tasavvur vardır. Yani
Odyssée daha ziyâde Homeros’un olabilir.
Iliad, silsile-i vakayi’in tarz-ı tertibi ta’kîb olunarak şu sûretle kâbil-i icmâldir:

İstitrâd
Âsya sâhilinde Truva 18 isminde zengin ve sahib-i nüfûz bir şehir vardı.
Surlarına ma’bûdlar inşâ etmişti. Truva kralı Priam’ın19 elli oğlu vardı. İçlerinde en
cesûru Hector20, en güzeli Pâris21 idi.

15
“Yunanistan’ın en güzel adalarından biridir, ama antikçağın Yunan tarihinde rol oynamaz.
Yunanistan’ın batı kıyısı açıklarında, Kephallenia (kefalonya) adasının doğusundadır. İthake’nin kralı
Odysseus’tur. Homeros bu adayı ‘kayalık’ ve ‘İthake yakındır karaya ve odur batıya en dönük olan’
sözleriyle anlatır.” a.e., s.456.
16
“Odysseus’in Troia’ya giderken evini ve oğlu Telemakhos’u emanet ettiği arkadaşı. Günümüzde
Mentor adı ‘eğitici; öğüt veren kimse’ anlamında kullanılmaktadır.” Fink, a.g.e., s.214.
17
“Yunan mitolojisinde İthake kralı Laertes ile Autolykos’un kızı Antikleia’nın oğlu. Odysseus
Helene’nin taliplerinden biriydi ama seçilme ümidi yoktu. Çünkü yoksuldu. Seçilen damadı
destekleyecekleri konusunda taliplere ant içirmesini Helene’nin babası Tyndareos’a öğütleyen odur.
Odysseus daha sonra Sparta kralı İkarios’un kızı Penelope ile evlenir. Paris, Helene’yi Troya’ya
kaçırdıktan sonra onu geri getirmek için Troya’ya sefer açılır. Odysseus İlyada’da hem akıllıca öğütler
veren bir kişi, hem yiğit bir savaşçıdır, soğukkanlı, capcanlı, incelikli, ara sıra cin fikirlidir.” Oxford
Antikçağ Sözlüğü, s.651-652.
18
“Troia olarak da yazılır, Truva olarak da bilinir, Anadolu Yarımadasının kuzeybatısında,
Çanakkale’nin yaklaşık 30 km. güneyinde, Çanakkale Boğazı’nın Ege Denizine açılan açıldığı
noktadan 6 km. kadar içerideki Hisarlık denen yerde höyük tipi yerleşme. 200 m. uzunluğunda ve 150
m genişliğindeki höyük, ovadan 31 m., deniz düzeyinden 38.5 m. yüksektir. Troya İ.Ö. 3. ve 2.

56
Yunan krallarından Ménélas 22 kadınların en güzeli olan Hélène 23 ile izdivâc
eylemişti. Pâris Ménélas’ı ziyaret etti. Hüsn-i kabûl gördü. Sonra kralın hem karısını
hem hazinesini alarak firâr eyledi.
Ménélas’un birâderi olan Mycènes kralı Agamemnon24 - ki Yunan krallarıın en
kuvvetlisi idi - gidip Truva’dan Hélène’i zorla almaya karar verdi. Diğer Yunan

binyıllarda canlı bir kültür kenti, yerleşik tarım topluluklarını yöneten bir krallığın merkeziydi. İ.Ö..
13. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir yangın geçirdi. Bu yangının Homeros’un İlyada’sında anlattığı
ünlü Troya Savaşı’nın sonunda çıktığı düşünülmektedir. Bundan sonra yeniden imar edilen kent İ.Ö.
1000 yıllarında terk edildi. İ.Ö. 700 dolaylarında Yunanistan’dan gelen göçmenler Troya’ya
yerleşmeye başladılar. Bu yeni yerleşim Ilion asıyla İ.S. 5. yüzyıla değin sürdü. İ.S. 330’da
Konstantinopolis (İstanbul) başkent ilan edildikten sonra Ilion yavaş yavaş geriledi ve unutuldu.” (…),
“Troya”, C.XXI, Ana Brittanica, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.186.
19
“Troia kralı Laomedon’un en küçük oğlu. Kral tarafından aldatılan Herakles kente saldırınca onu
tek prens olarak esirger, çünkü kız kardeşi Hesione onun kurtuluşunu parayla sağlamıştır. Adını bu
satın alma işinden (Yun. priasyhai) alır.” Fink, a.g.e., s.279.
20
“Troya kralı Priamos’la kraliçe Hekabe’nin en büyük oğlu Hektor Anadolu’nun ilk ulusal
kahramanıdır, çünkü Troya savaşı Homeros’un İlyada destanından da anlaşıldığı gibi bölgesel bir
karşılaşma değil, Batı dünyasının Çanakkale Boğazı’ndan Mezopotamya’ya kadar uzanan Asya
kıtasına ilk saldırışı, uygarlık ve zenginlikte Batıyı çok aşmış olan Anadolu’yu ele geçirmek için ilk
denemesi, ilk girişimidir. İlyada Hektor’u hem savaşta bir kahraman hem de günlük hayatında bir
insan olarak canlandırır gözümüzün önünde. Destanda onun kadar derinliğine işlenmiş bir tip daha
yoktur. Çevik ayaklı, oynak tolgalıdır, tanrısal Ares’in dengi, Zeus’un sevdiği, giderek Zeus gibi
akıllıdır. Troya şehrinin koruyucusudur Hektor, onun içindir ki oğluna ‘Astyanaks’ (şehrin efendisi)
adını takmıştır halk. Güçlü ve merttir, öyle ki o yaşadıkça, savaştıkça güven duyar kadın olsun erkek
olsun Troya’lıların hepsi, o ölecek olursa şehrin de tutunamayıp düşeceğine inanırlar.” Erhat, a.g.e.,
s.158-159.
21
“Paris, öbür adıyla Alekssandros, Troya kralı Priamos’la karısı Hekabe’nin en küçük oğludur.
Kraliçe onu doğurmadan birkaç gün önce uykusunda bir düş görmüş: Karnından çıkan bir alev Troya
surlarını sarıyor, bütün şehri yangına veriyormuş. Falcılar bu düşü kötüye yorumlamışlar, doğacak
olan çocuk şehri yıkıma götürecek demişler. Bebek doğunca da Priamos onu İda dağına bırakmak
üzere bir uşağına vermiş. Uşak Paris’i dağa bırakmış, vahşî hayvanlar hakkından gelir diye düşünmüş.
Ama öyle olmamış, bir dişi ayı gelip bebeği emzirmiş. Bir süre bu böyle gitmiş, sonra çocuğu Agelaos
adındaki bir çoban bulmuş, evine götürmüş ve kendi çocuklarıyla bir arada büyütmüş. Paris çobanlar
arasında güzelliği, yararlılığıyla dikkati çekermiş, sürülerine çok iyi baktığı için, ona koruyucu
anlamında gelen Aleksandros adını takmışlar.” a.e., s.303.
22
“Sparta kralıdır. Atrues’in oğlu, Agamemnon’un küçük kardeşi olan Menelaos kardeşi ile birlikte
Thyestes’den kaçarken Kral Tyndareos’un yanına sığınır ve daha sonra Sparta tahtını ve Helena’yı
alır. Helena’nı kaçırılmasından dolayı patlak veren Troya Savaşı’nda Menelaos pek çok kere ön plana
çıkar. Homeros destanlarında Menelaos büyük bir kral ve kahramandır.” Fink, a.g.e., s.213.
23
“Zeus ile Leda’nın -ya da- Nemesis’in kızı. Olağanüstü güzelliğinden dolayı henüz çocuk iken
kaçırılır, ancak kardeşleri Dioskurlar tarafından kurtarılarak Sparta’ya geri getirilir.” a.e., s.127.
“Yunan efsanelik kişilerinin en ünlüsü güzeller güzeli Helena bin bir masal ve öyküye kahraman
olmakla kalmamış, kişiliği de sonsuz tartşmalara yol açarak, çeşitli görüş ve yönlerden
yorumlanmıştır. Helena’nın kişiliğinde İlkçağ yunan dünyasının güzele düşkünlüğü dile geldiği gibi,
güzel ve iyi, yani estetik değerlerle etik, ahlâk değerleri arasındaki karşıtlık da yansımaktadır. Nitekim
Homeros’tan sonraki şair ve yazarlar (aralarında Platon da vardır) bir kadının bunca savaşlara,
Doğuyla Batı arasındaki bu çapta bir çatışmaya etken olabilmesini ahlâkdışı görüp, Helena’nın
kaçırılması olayını olduğundan başka türlü anlatmak yoluna gitmişlerdir.” Erhat, a.g.e., s.164.
24
“Yunan mitolojisinde Atreus’un oğlu, Menelaos’un kardeşi, Klytaimnestra’nın kocası, Myknai ya
da Argos kralı, Troya Savaşı’nda Yunan ordularının önderi. Homeros’un İlyada destanında, yiğit bir
savaşçı, gururlu ve coşkulu bir adam olarak çizilir, ama aynı zamanda kararlarında bocalayan,

57
krallarından da muâvenet istedi. Bu sûretle bin iki yüz sefîneden mürekkeb bir
donanma ile Yunanistan’ın her tarafından gelmiş yüz binden ziyâde muhârib
toplandı. En meşhûr iki kumandan vardı. Biri bütün Yunanîlerin en cesûru ve çeviği
olan Achille25 idi.
[14] Hey’et-i seferiyye Eubèe kıt’asında Aulis limanında toplandı. Fakat rüzgar
muhâlif cihetten esiyordu. Kâhin Calchas26 ma’bûdların azîmete muhâlif olduklarını
beyân etti. Ma’bûdları teskîn için Agamemnon’un kendi kızı Iphigènie’yi27 kurbân
etmesi lâzımdı. Agamemnon buna mütevekkil ve kâil olarak kızını fedâ etti.
Nihâyet Yunanîler Âsya sahiline çıktılar, sefîneleri sahile çektiler,
ordugâhlarının etrâfını çevirdiler. Civardaki kavimlerin kâffesi Truvalıların müttefiki
idi.28 Priam’ın iki oğlundan biri olan cesûr Hector bunlara kumanda ediyordu. Truva

cesaretini kolayca yitiren bir kişidir. Akhilleus ile kavgası destanda gelişen olayların çıkış noktasıdır.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.11.
25
“Yunan mitolojisinde Thessalia’nın Phthia bölgesi kralı ölümlü Peleus ile deniz nympha’si Nereus
kızı Thetis’in tek oğlu. Troya Savaşı’nda Yunan saflarında çarpışan kahramanların en önde gelenidir.
Homeros İlyada’da etkileyici bir Akhilleus portresi çizer. Bütün bu anlatılarda Akhilleus’un tutkulu
bir doğası vardır, diğer Yunanlılardan daha acımasız görünür. Hektor’un ölüsüne gösterdiği
saygısızlık, Patroklos’un cenaze töreninde Troyalı esirleri kurban etmesi kötü eylemler olarak
kınanmıştır. Akhilleus öfkesi kabardığı zaman kimseyi umursamaz, karşısında tanrı olsa bile saygı
göstermez, ama dostu Patroklos’a yürekten bağlıdır. Yaralanmasını önlemek için annesi Thetis onu
çocukken Styks ırmağına daldırdığı söylenegelmiştir. Annesi topuğundan tuttuğu için Akhilleus’un
yara alabileceği tek nokta orasıdır. Akhilleus, Paris’in attığı ok bu topuğa saplanınca ölümcül yarayı
alır.” a.e., s. 28-29.
26
“Kalkhas Yunan efsanesinde, özellikle Troya destanlarında adı geçen en ünlü kâhinlerdendir. Troya
savaşından önce de sonra da Kalkhas’ın yönetmediği bir tek olay yoktur, geleceği görür, haber verir,
sözüne uyulursa, doğru yoldan gidilmiş olur, uyulmazsa tanrı belâlarıyla karşılaşılır. Kendisinden
daha usta bir biliciyle karşılaştığı gün Kalkhas’ın ömrü sona erecek diye bir tanrı sözü varmış,
Kolophon’da Kalkhas kâhin Mopsos’u bulmuş, birbirine sorular sormuşlar, Mopsos hepsini bilmiş,
Kalkhas bilememiş. Öfkesinden canına kıymış ve Kolophon’un yakınında Notion şehrine gömülmüş
derler.” Erhat, a.g,e., s.211-212.
27
“Klytaimestra ile, tanrıça Artemis’in incitilmesini Iphigenie’yi kurban ederek bağışlatacak
Agamemnon’un kızı. Kız tam öldürülecek iken tanrıça onu göklerden uçurup Karadeniz kyısındaki
Tauris’e kaçırır; sunakta kurban olarak dişi bir geyik bırakır. Iphigenie Tauris’te Artemis’e rahibe
olarak hizmet etmek ve Kral Thoas’ın buyruğu ile, barbar ülkeye ayak basan tüm yabancıları kurban
etmek zorunda kalır.” Fink, a.g.e., s.158.
28
“Destanın anlatıldığı Troia savaşı sırasında Troia’nın hâkim olduğu toprakların 9 dynastes
(hanedanlık) arasında bölüşülmüş olduğunu, bunların da Troas adı altında Priamos’un egemenliğinde
yaşadıklarından söz eder. Homeros, Troya ya da İlion’un sahibi Priamos’un yönettiği ülke için Troya,
burasının çevresi ve tüm Hellospontos için ise Troas isimlerini kullanmıştır. Bu iki isimde yerel bir
formda türetilmiş olup tüm bu bölgede Priamos’un egemenliği altında yaşayanlar, Troesliler olarak
adlandırılmışlardır. Bunların yanında destana göre genel olarak Troas Bölgesi dokuz dynastes’liğe
(hanedanlığa) bölünmüştür. Bölgede yaşayan Troesliler dışındaki kabilelerde Priamos’un egemenliği
altnda yaşamışlar ve Troia Savaşı sırasında Troya’ya gelerek savaşa katılmışlardır.” Cem Şahin,
“Troas Bölgesi Antik Dönem Kentleri ve Savunma Duvarları”, Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale,
2008, s.34.

58
muhâsarası on sene sürdü. İki ordu şehrin önünde sahrada harb ettiler. Ma’bûdlar bile
ikiye ayrılmıştı, onlar da insânlarla birlikte harb ediyorlardı.
Iliad kasîdesi bu vak’a-i târihiyyeye âiddir. Sûret-i tertibi ber-vech-i âtîdir:
Achille güzel Briséis isminde bir esireye mâliktir. Buna meftûn idi.
Agamemnon bunu kendisinin elinden aldırdı. Pek müteessir olan Achille gemilerine
çekildi.
Bu sûretle ma’bûdların gazabını ordunun üzerine celb etti ve Agamemnon bir
takım ümîdlere kapılarak Truvalılarla muhârebeye girişti. Lakin Yunanlılar
kahraman Achille muhârebe meydanından ayrıldığı için, zaafa düştüler ve izmihlâle
uğrayaracaklarını anladılar. Hasımları ile bir mütâreke akd etmek istediler. Harbin ilk
musâdemâtında ölen emvâtı defn ettiler. Nihâyet mütâreke resîde-i hitâm olur.
Mücâdele yine ibtidâr eder. Yunanlılar hezimete uğrayarak firâra başlarlar.
Truvalıların kahramanı [15] Hector Yunan ordusu üzerine yürür, onları ta’kîb eder.
Güneş tulû’ eder. Yine muhârebeye başlanır. Hector tecâvüz eder, Yunanîler
gemilere ilticâdan başka bir çare bulamazlar. Yunan’ın inkırâz-ı tâmma uğramasına
mâni’ olacak yalnız Achille olabilir diyerek kendisine mürâcaat ederler. Achille’in
dostu olan Patrocle29 gelip kendisine yalvarır. Refiklerini müdâfaa etmesini rica eder,
Achille cevâb-ı redd verir. Yalnız silahlarını dostuna vermeye râzı olur. Patrocle
Truvalıları geri püskürterek ordugâhı kurtarır. Fakat Hector tarafından katl edilir.
Dostunun vefâtından son derecede hiddetlenen Achille ahz-ı sâr emeliyle
Vulcain’in 30
yaptığı eslihayı alarak muhârebeye atılır, Achille’in hatavât-ı
kahramanânesi önünde her mania mündefi’ olur. Hector da zemîn-i helâke düşer.
Patrocle için bir cenâze alayı tertib edilir.
Kasîdenin mündericâtı bundan ibârettir. Gerek tasvîr ve tasavvurunda gerek
insicâm-ı vakayi’de bir ahenk mevcud ise de tafsîlât ve teferruâtında pek çok

29
“Menoitios’un oğlu Patrokles Akhilleus’un can yoldaşı ve en yakın arkadaşıdır. İkisi de Aktor ve
Aigina’nın soyundan olmakla akraba sayılırlar, ama arkadaşlıkları Patroklos’un Akhilleus’la birlikte
Peleus’un sarayında büyümüş olmasından ileri gelir. İlyada’da Patroklos her an Akhilleus’un
yanındadır, onu sevgisiyle, öğütleriyle destekler.” Erhat, a.g.e., s.305
30
“Sonradan Yunan tanrısı Hephaitos’la bir tutulan eski Roma tanrısı.” a.e., s.373.
Hephaistos: “Yunanlılarda ateş ile zanaatların özellikle (demircilik gibi) ateş kullanılan zanaatların
tanrısı. Yunan mitolojisinde Zeus ile Hera’nın belki yalnızca Hera’nın oğludur. Doğuştan topal olduğu
için Hera onu Olympos’tan aşağı fırlatır. O zaman Lemnos’a (Limni adası) düşer. Adada önemli bir
Hephaistos kültü vardır. Hepsaistos topallığı nedeniyle kendisini Olympos’tan aşağı atan annesi
Hera’yı tuzağa düşürerek öcünü alır. Kurnazca tasarladığı tahta oturan Hera, tahtın gizli zincirlerine
kıskıvrak yakalanır.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s. 376.

59
tenâkuzlara tesâdüf edilir. Bunun için ekser ulemâ Iliad muhteviyâtının başka başka
şuarâ tarafından yazıldığına hükm ederler.
Odyssée: Bu eserde evvelâ Truva muhârebesinden hayli zamân geçmiş
olduğunu ve Ithaque kralı Odysseus’un Truva’dan avdetinde memleketine gelmek
için beyhude yere denizlerde çalkandığını görürüz.
Diğer taraftan zevcesi Pénélope 31 da Odysseus’un gaybûbetinden istifâde
ederek dest-i izdivâcına tâlib olanlara günden güne müşkilât îkâ’ı ile mukâbele
etmektedir.
Oğlu Télémaque 32 pederinin ahvâli hakkında ma’lûmât [16] almak üzere
seyahate çıkar. Maksadı Nestor33 ve Ménélas babasının çare-i istihlâsına dâir istişâre
etmektir. Halbuki Odysseus bu sıralarda Ogygie adasında Calypso 34 tarafından
alıkonulmuştur. Lakin ma’bûdlar onun haline terahhum ederler ve Odysseus kendi
inşâgerdesi olan salın üzerinde yine yola çıkar. Ancak deniz ma’bûdu Neptune 35
Odysseus’un bir düşman-ı bî-insâfı ve muakkib-ı bî-amânıdır. Odysseus hasmının
hışmına uğrayarak salı parçalanır. Yunanîlerin Afrika sevâhilinde mütevattın farz
ettikleri bir kabile-i vahşiyyenin yani Phéacienlerin36 memleketine düşer. Ve orada

31
“Odysseus’un Troia’dan dönüşünü yimri yıl bekleyen karısı, Telemakhos’un annesi. Penelope sadık
bir eş örneğidir. Çok sayıdaki talibini, kayınbabası için bir kefen dokuması gerektiği yalanını
söyleyerek ve gündüz dokuduklarını gece düzenli olarak çözerek oylamasını bilir. Bu numarası üç yıl
boyunca kusursuzca işler; sonunda bir kadın hizmetkâr Penelope’yi ele verir ve talipleri onu gece işi
sırasında basar.” Fink, a.g.e., s.260.
32
“Odysseus’in Penelope’den doğan oğlu, akıllı delikanlı. Annesinin sırnaşık taliplerinin karşısına
bilinçli olarak dikilir ve Menelaos ile Nestor’un yanına giderken yirmi yıldan beri yanlarında
bulunmayan babası hakkında bilgi toplar. Yurduna dönünce babasına Eumaios’un yanında rastlar.
Odysseus bir anlık kararsızlıktan sonra oğluna kendini tanıtır ve baba oğul birlikte talipleri
cezalandırır.” a.e., s.307.
33
“Böylesi ihtiyar tipine ilkçağ yazınında bir daha rastlanmaz, bir eşini bulmak için Shakespeare’leri,
Balzac’ları beklemek gerekir. Nestor, ihtiyardır, ama mutlu bir ihtiyardır. Nestor Neleus’la Khloris’in
en küçük oğludur. Herakles’in öldürdüğü Neleus oğullularından bir o sağ kalmıştır. En doğru öğüdü
verir, herkes de haklı olduğunu kabul eder, ama kavga gene de sürüp gider. Nestor yalnız düşüncede
değil, komutanlıkta da üstündür, orduları savaşa kışkırtmada Agamemnon’un hayranlığını kazanır.”
Erhat, a.g.e., s.276-277.
34
“Odysseia’nın en sevimli kişilerinden Kalypso’yu bir gizem perdesi örter. Adı da öyle: Yunanca
saklamak, gizlemek anlamına gelen ‘kalyptein’ fiilinden türeme. Saklı tanrıça mı, saklayan tanrıça mı
demeli Odysseus’u, eşi Penelope’den sonra en çok seven bu kadına?” a.e., s.212-213.
35
“Roma akarsu tanrısı. Erken bir dönemde Poseidon ile eşleştirilmiştir. Tanrının atla olan özel
ilişkisinden dolayı koşu pistlerinin koruyucusu olarak tapınım görür.” a.e., s.260; Poseidon: “Deniz
tanrısı. Kronos ile Rheia’nın oğlu, Zeus ve Hades’in kardeşi. Silahı üç çatallı tırmık ile denizi
karıştırıp yeri sarsar. Kutsal hayvanı olarak at kabul edilir ve tanrının kendisi de zaman zaman ata
dönüşür.” a.e., s.278.
36
“Homeros’un Odysseia’sında dalgaların Odysseus’u kıyısına sürüklediği Skheria adasının cana
yakın denizci halkı. Kralları Alkinoos’tur.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s. 722.

60
Odysseus kendi menâkıb-ı seyâhati hakkında bir takım hikâyâtta bulunarak
Phéacienlerin celb-i kulûbuna muvaffak olur. Hattâ bunlar kendisini bir takım
hedâyâ ile taltîf ettikten sonra memleketi olan Ithaque adasına kadar götürürler.
Odysseus vürûdunu edebiyyâtta timsâl-i sadâkat add edilen sâdık hizmetkârı
Eumée’ye37 sonra da oğlu Télémaque’a bildirir. Şehre dilenci kıyâfetinde girer. Bi’t-
tesâdüf o gün Pénélope’un dest-i izdivâcını taleb edenler hakkında tertib ettiği
müsâbaka günü idi. Pénélope Odysseus’un yayını gerebilene varacağı şartıyla
taliblere bir müsâbaka tertib etmişti. Müsâbakaya başlandıkda hâzırûn miyânında,
tanınmaz bir kıyâfette bulunan Odysseus ilerleyerek kendi yayını aldı ve başkalarının
germekten izhâr-ı acz eyledikleri bu yayı kemâl-i suhûletle gererek düşmanlarını
mağlûb etti.
İşte Odyssée kasîdesini teşkîl eden mevzû’ da bundan ibarettir. Bu kasîde
aksâm-ı muhtelifesi hem-ahenk bir mecmûa teşkîl eder yani esas [17] vak’a türlü
teferruât arasında yine lisân ve tasvîr itibariyle vahdetini muhâfaza etmiş bulunur.
Ma’lûmdur ki edvâr-ı kadîmede vukûât-ı târihiyye hakkında ma’lûmât-ı
mevsûkaya bedel bir takım efsaneler yol almıştır. Bu hurâfât devirden devire intikâl
ettikçe akvâmın muhayyelâtıyla büsbütün kisve-i asliyyesinden çıkarak mahiyet-i
evveliyyesini gâib etmiş, müşevveş bir hâle gelmiştir. Öyle ki bunlardan bir zübde-i
hakikat istihsâli pek güç olmuştur. Yunan-ı kadîmde bu kahramanların, bu
muhârebelerin hakikaten mevcûd olup olmadığını bilemeyiz. Yalnız kable’-t-târih
vücûda gelen âsârdan istintâc edilecek şey âid oldukları kavimlerin tarz-ı maîşeti,
tıynet ve ahlâkı hakkında bir fikr-i umûmiyyeden ibarettir. Meselâ Agamemnon’u bir
sîmâ-yı târihî olarak telakkî etmek hatâ olur. Eşhâs-ı vak’anın ale’l-infirâd
şahsiyyetinden kat’-ı nazar, mecmû’-ı eserden tereşşuh eden ma’nâ ile o kavmin ne
sûrette yaşadığını ve edvâr-ı kadîmede hissiyât ve efkârın ne derece-i temeddüne
irtikâ ettiğini tetebbu’ etmek ve bu sûretle bir fâide-i târihiyye te’mînine çalışmak
lazımdır.

37
“Eumaios, Odysseia’da önemli bir rol oynayan İthake’li bir domuz çobanıdır. Odysseus uzun
serüvenlerinden sonra yurduna ilk ayak bastığında Eumaios’un yaptığı ve yönettiği ahırlara gider ve
babasının sadık uşağı olan bu ‘tanrısal’ çobanbaşı ile buluşur. Eumaios ihtiyar bir dilenci kılığında
olan Odysseus’u konuklamak, ağrılamakla kalmaz, konuğunun özlemini çektiği efendisi olduğunu
anladıktan sonra da talipleri öldürmekte, malını mülkünü yeni baştan ele geçirmekte yardımcı olur
ona.” Erhat, a.g.e., s.136.

61
Akvâm-ı kadîmenin hurâfât-ı mezhebiyyesi yekdiğerine pek ziyâde müşâbihtir.
Yunan-ı kadîmin ve Âsya akvâmı esâtîri tedkîk edilince aralarında pek çok
münâsebet bulunduğu zâhir olur. Evvelce Avrupa’da Çin ve Sanskirit edebiyyâtı
tedkîk edilmemişti. Halbuki bugün tetebbu’ ediliyor ve hayretle anlaşılıyor ki hemân
her kavmin esâtîri yalnız isim farklarından kat’-ı nazar hemân aynı esâsâta
mübtenîdir. Bir kavmin akvâm-ı sâire ile temâsı yahud bir mahallden diğer mahalle
muhâcereti hurâfhat-ı mezhebiyyenin intikâline sebeb olmuş ve bu hurâfeler her
birinin mizâc-ı hayâliyyesine göre efsaneler vücûda [18] getirmiştir. Max Müller38
Sanskirit lisânından istihrâc ettiği edille-i muknia ile bu faraziyyenin isâbetini isbât
eylemiştir.
Max Müller diyor ki:

“Bütün bu efsaneler kuvâ-yı tabiiyyeyi az çok temsilî, istiârî bir sûrette ifâde
etmek maksadından mütevelliddir. Gerek Âsya akvâm-ı kadîmesinde gerek
Yunan-ı kadîmede mu’tekadât-ı mezhebiyyeyi bir takım istiârât ve temsîlâta
mürâcaatla tebyîne çalışmak mu’tâd idi.”

Meselâ Max Müller’in kavlince Truva muhârebesi muhayyile-i şâirânede


doğmuştur. O diyor ki:

“Achille’in esiresi olan Briséis’in kaçırılmasından murâd kamerin gündüz


güneş tarafından çalınarak gurâbta yine iâde edilmesi demektir. Patrocle da
faytondan, güneşin bulutlar arasında gizlenmesinden ibârettir. Kezâ Achille
vefât eder, deniz kenarında bir ateşgede de vücûdunu yakarlar, merâsim icrâ
ederler. Bu da güneşin gurûbunu tasvîr eder.”

38
“Alman dilbilimcisi, şarkiyatçısı ve mitoloji bilgini (Dessau 1823 – Oxford 1900) Şair Wilhelm
Müller’in oğlu. Leipzig ve Berlin üniversitelerinde okudu, Sonra Paris’de E. Burnouf’un sanskritçe
derslerini takip etti Onun isteğiyle Rig-Veda’yı yayımlama işini üstüne aldı; bu yayım 1849’dan
1875’e kadar sürdü. Müller, 1850’de Oxford’a yerleşti ve Oxford üniversitesinden modern diller ve
edebiyatları profesörü oldu. 1869’da kendisi için kurulan karşılaştırmalı gramer kürsüsünün başına
getirildi”. (…), “Müller, Friedrich Max”, C.IX, Meydan Larousse, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1972,
s.137.

62
Fakat bizce bu faraziyyât ve tahminâtı tedkîke girişmek zâid olur. Yalnız
şâyân-ı kayd nokta: Esâtîr hurâfelerinde Hind ile Yunan-ı kadîmin pek çok teşâbühât
irâe eylemesidir. Mu’tekadât-ı mezhebiyye-i akvâm arasında o kadar şâyân-ı nazar
nukât-ı mütemâsil vardır ki akvâm-ı kadîmeye âid olan esâtîrin menba’-ı zuhûru aynı
mevki’ olması lazım geleceği fikri erbâb-ı tedkîk nezdinde günden güne yer
bulmaktadır. Aynı zamânda hem edebiyyât-ı kadîme-i Yunaniyyeyi hem Âsya’da
mevcûd olan mu’tekadât-ı mezhebiyyenin menâbi’ini tedkîk edenler indinde
tamamiyle şübheden âzadedir ki Yunan-ı kadîmin devre-i kable’t-târihiyyesine âid
olan bütün faraziyyât hakikaten sahne-i âlemde vukû’a gelmiş sayılamaz ve bunların
kısm-ı ekserine muhayyilelerde doğmuş nazarıyla bakmak zarûrîdir. Târih-i
edebiyyâttan [19] ziyâde târih-i edyâna ve târihe âid olmak lazım gelen bu mes’ele
akvâmın ma’neviyyâtı hakkında kıymet-i delâleti itibariyle pek ziyâde hâiz-i
ehemmiyyet olmakla beraber bizce sadedden hâriçtir.
Yunan-ı kadîm edebiyyâtının devre-i ûlâsını ikmâl için Hésiode’dan bahs
edelim: Hésiode Béotie’da39 Ascra kasabasında tevellüd etmiştir. Tercüme-i hâline
âid ma’lûmât yine kendi âsârından istinbât olunur. Ale’l-âde çiftçilik ve çobanlıkla
iştigâl ettiği mervîdir. Bir mîrâs mes’elesinden dolayı birâderiyle aralarına giren
ihtilâf Hésiode’un terk-i diyâr etmesine sebeb olmuştur. Bi’l-âhire icrâ edilen
tedkîkât-ı târihiyyeden anlaşılmıştır ki Homeros ile bu şâir arasında bir asırlık kadar
bir zamân vardır. Bu iki sîmâ-yı edebînin sünûhât-ı şâirânesinde de pek çok farklar
vardır. Biri mücadelât-ı kahramânâneyi tasvîr etmekle ma’rûf iken diğeri hayât-ı
sekîne-i beşeri tagannî eylerdi. Lakin Hésiode’un iştihârına rağmen kendisinin Iliad
ve Odyssée gibi âsâr vücûda getirmiş olması farz edilemez. Bu şâire isnâd edilen âsâr
miyânında sıhhati az çok müsbet vasiyyet-i bülendine aç çok lâyık bir eser olmak
üzere sekiz yüz mısra’ı mütecâviz bir kasîdeden ibaret olan Âsâr ve Eyyâm40 nâm
kasîdesi meşhûrdur. Bu kasîde târih-i hayât-ı beşeriyyenin hikemiyyât ile müzeyyen
bir levhası hükmündedir.

39
“Orta Yunanistan’da, Attika’nın kuzeybatısı ile sınırdaş bir bölge, en önemli iki kenti Orkhomenos
ile Thebai idi, her iki kent de at yetiştirmeye ve buğday ekimine elverişli verimli ovalarda kuruluydu.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, s. 146.
40
“828 mısralık öğretici şiir; bu şiirde, çift adına uygun olarak, işlerin nasıl yapılması gerektiği
(çiftçilik, bağcılık, ev idaresi, ticaret, gemicilik) anlatılmakta ve ek olarak bir köylü ve gemici takvimi
verilmektedir.” Hense Loard, Hellen-Lâtin Eski Çağ Bilgisi, Çev. Suad Y. Baydur, İstanbul
Üniversite Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1948, s.27.

63
Hésiode’un ihrâz-ı muvaffakıyyet ettiği cihette efsane sûretiyle bazı hakayık
ortaya koymasıdır. Şu küçük fıkra-i müstahrece mâhiyyet-i sanatını gösterir:

“Bakınız atmaca andelîb-i demsâza ne dedi? Pençesine takmış [20] tâ


semâların fevkine çıkarıyordu. Atmacanın çengel tırnaklarıyla delik deşik
olan bülbül nevhât-ı şikâyet ile sızlanıyordu. Hasm-ı bî-âmânı bir lisân-ı
huşûnetle dedi ki: Dostum! Ne bağırıyorsun? Senden pek çok kavî bir
düşmanın pençe-i kahrındasın! Ben nereye götürürsem oraya gideceksin.
Sen istediğin kadar bir üstâd-ı terennüm ol! Lakin ben istersem seni parçalar,
kendime tu’me-i heves ittihâz ederim. Yâhûd dilersem salıveririm.
Kendisinden daha kavî olan ile mübârezeye kalkışan mecnûndur. Böyle bir
mücâdelede zafer ümîdi olmaktan başka muhakkak hezîmete bir de hacâlet
inzimâm eder.”

Bir çok hakîmâne eş’ârı arasında pek güzel tasvîrleri de vardır. Âsârı
muhteşem ve pür-hayâttır. Hésiode’a Théogonie41 isminde ma’bûdların ta’rîfâtından
ibaret olmak üzere bir kasîde daha isnâd ediliyor.
Bunlardan başka bir çok eş’âr ve neşâid daha nisbet olunduğu gibi bir
haylisinin de tebeddülât-ı a’sâr arasında gâib olduğu mervîdir. Lakin târih-i
edebiyyâtta şâirin mevki’ini ta’yîn eden asıl Âsâr ve Eyyâm nâm kasîdesidir.
Hésiode’la birinci devreyi bitirmiş oluyoruz.

İkinci Devre
Bu devire âid âsâr birinciye nisbetle daha ziyâde kesb-i vüsûk eder. Târih-i
edebiyyât-ı Yunaniyyenin devre-i sâniyesi mebâdîsinde hükümrân olan eş’âr-ı
rübâbiyyât, lyrique – lahniyyât tarzındadır. Ve bu tarzın en güzel ve şa’şaa-dâr nev’i
“ode”42dir. Bu ta’bîrleri [21] bizde mevcûd envâ’a tatbîk ile tercüme etmek kolay

41
“1022 mısradan oluşan eser, evrenin oluşumunu anlatmaktadır. Hésiode bu sorunu çeşitli efsaneler
yardımıyla açıklamaya çalışmaktadır. Bu açıdan eser, Yunan edebiyatının düşünceye dayanan ilk eseri
olarak kabul edilebilir.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.38; “Bu eserde dünyanın khaos’tan
(karışıklık, düzensizlik) yaradılışı, Uranos, Kronos ve Zeus’un egemenlik zamanları, Zeus’un Titan
adını alan devlerle savaşı ve de büyüklük ve akrabalık durumlarına göre tanrılarla ilgili masallar
anlatılır. Ayrıca Olympos tanrılar sistemi üzerine toplu bir bakış denemesi yapılır.” Kenan Yonarsoy,
Grek Edebiyatı Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1991, s.33.
42
“Ode kelimesi Yunanca kökenli olup, şarkı söylemek (aeido) fiilinden gelmektedir. İşlediği
konulara göre erotica (aşk şarkıları), sympotika (içki şarkıları) ve stasiotika (politik şarkılar veya
şavaş şarkıları) olmak üzere üçe ayrılabilen ode’nin elegaik ve iambik şiirden farkı, mısra halinde

64
değildir. Zîrâ ebyâtın sûret-i tertîb ve tensîki lisândan lisâna mütebeddildir. Envâ’-ı
eş’âr ba’zân tertîb-i şeklîsi ba’zân mevzû’ı itibariyle tenevvü’ eder. Her hâlde bunlar
envâ’-ı şiir-i Osmanîye takarrüb etmez. Maa-ma-fih “ode” şarkıların gazeliyyâtı
mukâbili add edilebilir.
Asyâ-yı Sugrâ’nın Eolies 43 kıt’asında doğan bu tarz-ı nazm esâsen Thrace
kasâid-i kadîmesinden tevellüd etmiştir. “Ode”nin tarih-i tekemmülâtı mûsikî
tekâmülâtı ile tev’emdir. Zâten mûsikî bir müddet şuâra ile beraber gitmiş, her ikisi
yekdiğerine mürtefikân hissiyât-ı insâniyyeyi terennüm eylemiştir.
Bu devirde yetişen şuârayı zemîn-i zuhûrları itibariyle ta’dâd edelim:
Eolies’de Terpandre44, Alcée45, Sapho46, Erinna47, Arion48
Teselya’nın cenûb kısmında, Dorienslerde:
Alcman 49 , Stésichore 50 , Ibcus 51 , Corinne 52 , Timocréon 53 , Anacréon 54 ,
Simonide55, Bacchylide56, Callistate57 nâm şuâra yetişmiştir. Fakat nihâyet lirik şiirde

değil, nesre daha çok benzeyen bir düzen içinde yazılmasıydı. Odeler lyradan daha güçlü bir müzik
âleti olan barbitos eşliğinde söylenirdi. Müziğin rolü burada diğer türlerde olduğundan daha
önemliydi ve müzikle söz hemen hemen eşit ağırlıktaydı.” a.e., s.48.
43
“Anadolu’nun kuzeybatısında bölge, Büyük Mysia’da, Troas ile İonia arasında; adını M.Ö. XI.
yy.da Thessalia’dan (Teselya) gelen Eolislerden alır.” (...), “Eolis”, C.IV Meydan Larousse, Meydan
Yayınevi, İstanbul, 1971, s.286.
44
“Muhtemelen Lesbos’un Antissa şehrinde doğmuş, fakat Sprata’da yaşamıştır. Strabon’a göre dört
telden ibaret olan lyraya iç tel daha ekleyerek müziğin gelişmesine katkıda bulunmuştur.” Çelgin,
Eski Yunan Edebiyatı, s.51.
45
“Lesbos adasındaki Mytilene şehrinde doğmuştur. Soylu bir aileye mensuptur. 612 yılında Lesbos
adası, tiranlarla aristokratlar arasındaki çatışmalara sahne olunca bu karışıklıklar sonucu Alkaios
vatanından sügün edilmiş, Mısır’a ve Thrakia’ya gitmiştir. Alkaios’un son derece şiddetli bir kişiliği
vardı. Şiirleri aristokrat çevrenin hayatını, tiranlara karşı öfkesini, halka karşı duyduğu küçümsemeyi
yansıtmaktadır. Dili sade ve günlük yaşamda kullanılan bir dildir, fakat ifadesi çok kuvvetlidir.” a.e.,
s.48-49.
46
“Yunan edebiyatının en ünlü kadın şairi olan Sappho, Lesbos adasındaki Mytilne veya Eresos’ta
doğmuştur. Zengin bir aileden olduğu için ayaklanmalar sonucunda adadan ayrılarak Sicilya’ya göç
etmek zorunda kalmıştır. Antik çağda Sappho’nun 9 tane şiir kitabı olduğu kabul edilirdi. Sappho
özellikle genç kızlar için düğün şarkıları ve hymnoslar yazmıştır. Şiirlerinde kullandığı dil çok zarif
ve usta bir dildir.” a.e., s.49-50.
47
“Lesboslu veya Teloslu olan Erinna, Sappho’nun öğrencilerinden biriydi. 19 yaşında ölmüştür.
Heksametron vezniyle yazılmış 300 mısradan oluşan Elakate (Öreke) adlı eserinden bazı fragmanlar
kalmıştır. Antik çağda Erinna’nın bu eseri Homeros’un destanlarıyla aynı seviyeye konurdu.” a.e.,
s.51.
48
“Terpandros’un çağdaşı olan Arion, Lesbos’taki Methymna şehrinde doğmuştur. Doğum ve ölüm
tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerini Korinthos ve Sicilya’da yazmıştır. Arion müziği şarkı
için önemli bir unsur haline getirmesi bakımından da önemli bir şairdir.” a.e.
49
“Alkman’ın ailesinin Lydialı olduğu fakat kendisinin Sparta’da dünyaya geldiği sanılmaktadır.
Alkman, Yunanistan’da lirik şiirin kurucusudur. Özellikle genç kız şarkıları (partheneia) ile ün
kazanmıştır. Bunlar Spartalı kızlar için yazılmış aşk şiirleriydi.” a.e.

65
bütün Yunan-ı kadîmin mâ-bihi’l-iftihârı olan Pindare zuhûr etmiş ve artık onun
rübâb dehâsıyla ode falan veya filan kavme âid bir hasîsa-i şiiriyye değil bütün
Yunan’ın bir tercüme-i hiss ve fikri olmak ehemmiyetini iktisâb eylemiştir. Yani o
zamân kadar şiir muhtelif safahât-ı târihiyyeden geçerek her kavmin kendi şu’be-i
lisâniyyesinde [22] terakkî etmiş iken ode tarz-ı şiiri bütün Yunan’ı bir araya
toplamış, Yunaniyyetin umûmî bir tarz-ı şiiri olmak üzere telakkî edilmiştir.
Yunan-ı kadîmin en büyük lirik şâiri olan Pindare (422-522) Béotie kıt’asında
tevellüd ve Atina’da şiir tahsîl etmiştir. Henüz yirmi yaşında iken şâire Corinne
nezdine giderek tekemmül etti. Bi’l-âhire muallimesiyle müsâbakât-ı şâirâneye
kalkışarak odeleriyle iştihâra başladı. Muâsırı olan kahramanları medh ü senâ
eylediği için etrafında pek çok kimselerin teveccühünü celb etti. Bi’l-hâssa
Makedonya hükümdârının pek ziyade makbûlu oldu. Hattâ bir çokları kendisini
misâfir etmek için rekâbet ederlerdi.
Pindare Syracuse’a58 giderek orada dört sene kaldı. Ve Atina şehri kendisine
ebvâb-ı misâfereti güşâde onu beldenin bir misâfir-i umûmîsi olmak üzere tanıdı.

50
“Stesikhoros’un (koro kuran anlamına gelir) asıl ismi, muhtemelen Teisias idi Hayatının çoğunu
Sicilya adasındaki Himera şehrinde geçirmiştir. Şarkılarında efsaneleri konu almış, lirik üslubu ve dili
geliştirmiştir. İşlediği efsaneleri genellikle Hesiodos’tan almıştır.” a.e.
51
“Rhegionlu Ibykos yaklaşık 540 yılına doğru vatanından ayrılmış ve Samos tiranı Polykrates’in
sarayına gitmiştir. Daha çok aşk konusunu ele alan Ibykos; Homeros, Hesiodos ve Stesikhoros’tan
etkilenmiştir.” a.e., s.53.
52
“Bu kadın şair kendi lehçesiyle strophe halinda koro şarkıları yazmış ve eserlerinden kendi
memleketi Boiotia’nın efsanelerini konu almıştır. Eserlerinden günümüze pek az mısra kalmıştır.”
a.e., s.55.
53
“Aynı zamanda bir atlet olan Rhodoslu Timokreon, yazdığı şiirlerde Themistokles’i ve Simonides’i
çok sert bir dille eleştirmiştir. Günümüze kalan şiirlerinden biri ise parayı kötülemektedir.” a.e., s.54.
54
“Ionia’nın Teos (Sığacık) şehrinde doğmuş olan Anakreon, Perslerin İ.Ö. 545 yılında İonia’yı işgal
etmesinden sonra yurdundan ayrılmış ve Batı Thrakia’daki Abdera şehrine göç etmiştir. Fakat
hayatının büyük kısmını Samos adasında Polykrates’in sarayından geçirmiştir. Anakreon, solo
şarkıları yazan şairlerin sonuncusudur. Özellikle aşk ve içki konularını ele almıştır.” a.e., s.50.
55
“Simonides, Samos’ta doğmuş, fakat Samos’un bir kolonisi olan Amorgos adasında yaşamıştır. O
da çağdaşı Arkhilokhos gibi iambik vezinle alaycı şiirler yazmıştır. Bu şiirlerinde özellikle kadınlara
karşı çok acımasız bir dil kullanmış ve onlara çatmıştır. Hayvanlarla insanlar arasında yaptığı
karşılaştırmalar daha sonraki bazı ozanları da etkilemiştir.” a.e., s.47.
56
“Simonides’in yeğeni ve öğrencisi olan Bakkhylides de Keosluydu. Simonides gibi o da Hieron’un
sarayında yaşamış fakat daha sonra sürgün edilmiştir. 1897 yılına kadar şiirlerinden yalnızca bazı
fragmanlar bilinmekteydi. Bu tarihte Mısır papirüsleri üzerinde başka bazı şiirleri de bulunmuştur.”
a.e., s.54.
57
“Elegia’nın kurucusu olarak kabul edilen Kallinos’un hayatı hakkında çok fazla bilgiye sahip
değiliz. Savaş elegiaları, tarihî ve mitolojik şiirler yazmıştır. Eserlerinden yalnızca birkaç fragman
kalmıştır.” a.e., s.42.
58
“Sicilya’nın güneydoğu kıyısında bir Korinthos kolonisi, M.Ö. 773’te Arkhias adlı birinin
önderliğinde kuruldu.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s. 901.

66
Pindare her yerde iştihâr etmiş idi. Hattâ Atinalılar onun nâmına heykel rekz ettiler.
Bugün bile hâlâ Pindare’ın odeleri mütebahhirîn-i edebiyyât-ı Yunaniyye nezdinde
bâis-i hayret olmaktadır. O vâdide kendisini taklîden inşâd-ı eş’âra heves edenler pek
çok olmakla berâber hemân dâimâ onun dûnunda kalmıştır.
Bu devirde ode ile berâber elégie 59 denilen tarz-ı şiir de inkişâf ve terakkî
etmiştir. Elégie, mersiye ve ale’l-umûm mersiye-âmiz, şikâyet-engîz olan eş’ârdır.
Bir taraftan Tyrtée 60
kasâid-i vatanperverânesi ile hissiyât-ı hamâseti
beslemekte iken Archilogue, iambe61 ta’bîr olunun tarz-ı nazmda hicviyeyi bir silâh-ı
müessir hâline getirdi.
[23] Diğer taraftan gnomique 62 yani Şark’ta Mesnevî-i Şerîf, Pend-i Attâr
kabîlinden hikemiyyât-ı ahlâkiyye vâdisinde şiir söyleyenler ez-cümle Phocylide63,
Théognis 64 kezâlik aynı tarz-ı nazm yani iambe usûlünü isti’mâl ederek nasâyih-i
hakîmâneye dâir pendnâmeler yazarlar ve ma’lûmât-ı beşeriyyeyi tasvîr ile terbiye-i
ezhâna hizmet ederlerdi.
Şiirin bu aksâmından başka felsefeye âid olan envâ’ında da daha ziyâde akıl ve
hikmete, mantıka mütekârib bir isti’dâd-ı inkişâf görüldü. Bu zamânlarda tabiat ve
hilkat hakkında istinbât edilen bazı hakayıkı beyân için yine nazmın vâsıta-i
tefhîmiyyesine mürâcaat olunuyordu. Artık felsefe lisânından nazmen hâlık ve

59
“Kökeni tam olarak bilinmeyen bir kelimedir. Elegia başlangıçta bir yas şarkısının adıdır. Fakat bu
elegiac vezin, ozanlar tarafından erkenden kişisel duyguların ifadesi için (anlatımdan ayrı olarak),
teşvikler ve ciddi olsun olmasın pek çeşitli konular üzerindeki düşünceleri ifade etmek için kabul
edilmiştir.” Yonarsoy, a.g.e., s.46.
60
“İkinci Messenia Savaşı zamanı olan M.Ö. 7. yy.’ın ortalarında Sparta’da yaşamış olan ozandır.
Tyrtaios, savaş şarkıları ile Spartalıları yüreklendirmiş ve aynı zamanda elegialar yazmıştır. Bunların
bazıları, halkı politik barışa ve düzene, bazıları erdem ve cesarete yöneltme amacıyla yazılmıştır.” a.e.
61
“Bir kısa bir uzun heceden oluşan ve iambos adını alan ölçüyle yazılan şiirlere iambik şiir denilir.
Iambik veznin bir kısa, bir uzun olan hece ölçüsü bazen iki kısa heceye dönüşebilir. Veznin bu
değişken yapısı, özellikle diyaloğa ve canlı duyguların ifadesine çok uygundur. İlk önce hiciv ve
intikam gibi duyguları yansıtmaya yarayan bu vezin, konuşmaya uygun yapısı yüzünden daha sonra
tragedia ve komedia şairleri tarafından da kullanıldı.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.46.
62
“Yunanca tam karşılığı bilgi, özdeyiş olan gnome sözcüğü, kabul edilen bir doğrunun kısa ve özlü
bir biçimde dile getirilişini belirtir. Gnome’lerin en ünlüleri Delphoi Tapınağı’nda yazılıdır, Gnothi
sauton (kendini tanı, aşırılık etme) ve meden agan (hiçbir şeyde aşırılık etme).” Oxford Antikçağ
Sözlüğü, s. 350.
63
“Miletos’ta doğmuş olan Phokylides, Theognis ile çağdaştır. Yaşamıyla ilgili tarihler kesin olarak
bilinmemektedir. Heksametron vezniyle yazdığı iki mısradan oluşan özdeyişleriyle tanınmıştır.
Şiirleri çoğu kez ‘Bu Pholylides’indir’ ifadesiyle başlar.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.46.
64
“Theognis, Magra’da doğmuştur, doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Aristokrat
sınıfa mensup olduğu için demokrasi zafer kazanınca, memleketinden sürgün edilmiştir. Bu sürgün
yüzünden her şeyini kaybeden ve gururu kırılan Theognis, bütün kin duygularını mısralarına
yansıtmıştır. Theognis’in şiirleri, felsefî ve ahlâkî düşünceler de içerir.” a.e., s.45.

67
mükevvenât hakkında beşeriyyet için daha enîs-i vicdân olacak sesler işitilmeye
başladı.
Bu vâdîde nazm-ı eş’âr edenler bi’l-hassa Xénophane ile Parménide’dir.
Bunlar tabîat hakkında inşâd-ı kasâid ederlerdi. Biraz da lahniyyât kabîlinden eş’âra
mütemâyil idiler. Zaten ezvâka âid ictimâât hep bu tarz eş’âr için bir vesîle-i inşâd
teşkîl ederdi. Fakat bi’l-ahire, bi’l-hassa zevk ü nûş İlahî Bacchus65 nâmına îrâd ve
inşâd olunan manzûmât-ı kurlardan [Choeur, bir zümre-i hânendegân tarafından
muhâtabât sûretinde tagannî edilen eş’âr] yavaş yavaş sıyrılarak devre-i âtiyede pek
muşa’şa’ bir sûrette tecellî eden ve bir çok âsârın vücûda gelmesine zemîn hazırlayan
trajedi (hâile)66 ve komedi (mudhike)67 zuhûra gelmeye başlamıştır.
Şu iki şâir-i hakîmin tercüme-i hâllerini işâret edelim:
Xénophane Colophon’da doğmuş bir hakîmdir ki altı yüz yirmi ile beş yüz [24]
yirmi seneleri arasında yaşamıştır. Âhir-i ömründe ihtiyâr-ı seyâhatle eş’ârını tagannî
ederek te’mîn-i maîşet ederdi. Kendisine pek çok kasâid isnâd edilirse de bunlardan
bize kadar intikâl edenler gayet cüz’îdir. Elde bulunan bakâyâ-yı eş’ârı Tabîat
[Nature] serlevhalı kasîdesinden müfrezdir. Bu şâirin eş’ârını yazmak âdeti değildi.

65
Bacchus (Latince) / Dionysos (Yunanca): “Yunan mitolojisinde Zeus ile Thebai kralı Kadmos’un
kızı Semele’nin oğlu. Dionysos şarabın ve esrikliğin tanrısıydı. Dionysos özde diğer Olympos
tanrılarından tümüyle farklı bir tanrıdır; insana neşe verir (kendisine sonradan takılan Lyaios
‘kurtaran’ sıfatının belirttiği gibi) onu üzüntülerinden kurtarır. Dionysos’a tapanlar onu esrime yoluyla
kavrarlar. Dionysos kültünün belirgin özelliklerinden biri maskedir. Kişinin kimliğinden
vazgeçmesinin simgesi olan maske, aynı zamanda kimliği dönüşüme uğratmanın vasıtasıdır. Dionysos
kültüyle alakalı olarak Dithrambos (Yunan lirik koro şiirinde bir tür), tragedya ve komedya önem
taşımaktaydı ve Dionysos onuruna düzenlenen şenliklerde hepsi sergilenirdi. Dionysos çoğu kez gür,
uzun saçlı, kadısı bir genç gibi gösterilir.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.254-255.
66
“Bu sözcük Yunanca tragoidia’dan gelir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle
‘keçilerin türküsü’ anlamına kullanılır. Dianisos şenliklerinde koro, tanrının ona bağlı kölelerini
simgeliyordu. Tanrının çevresinde hep doğanın yabancı güçlerini temsil eden teke ayaklı satirler
bulunduğu için ilk başlarda, koro da satirlerin biçimine giriyordu; ilk dönemlerde, korodaki oyuncular
teke derileri (tragoi) giyerek oyun alanına çıkıyorlardı. Tragedya türü de tragos’ların şarkılarından
doğdu. Antik Yunan tragedyasının tanımını ilk kez İ.Ö. 320 yıllarında Poetika adlı eseriyle Aristoteles
yaptı. Ona göre tragedya ahlâki yönden ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir
hareketin taklidi idi.” Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1971, C.I, s.31-32.
67
“Komedianın kökeni de tragedia gibi Dionysos şenlikleridir. Büyük Dionysia şenliklerinde
dithyrambostan başka, komos diye adlandırılan neşeli bir gezinti alayı vardı. Bu grup alaylı sözlerle
sokaklarda dolaşır, tanrıça Phales şerefine açık saçık şarkılar söylerdi. İlk önceleri hazırlıksız olarak
yapılan bu tören alayı daha sonra geleneksel bir hal aldı. Komedia kelimesinin etimolojisi de kome
(köy) kelimesinden ziyade komos ve ode şarkı kelimeleriyle açıklanmaktadır. Aristoteles de
komeidanın bu gezinti alayı tarafından söylenen phallos şarkılarından çıktığını yazmaktadır.” Çelgin,
Eski Yunan Edebiyatı, s.104.

68
İnşâd ettiği şeyler zabt olunur68, ağzıdan ağıza intikâl eder, sonra da yavaş yavaş gâib
olup giderdi. Bu şâir-i hakîm kemâl-i şiddetle [anthropo-morphisme] 69 kuvâ-yı
tabîîyyeyi, ilâhiyâtı şekl-i beşerde temsîl etmek akîde-i mezhebiyyesi aleyhine ref’-i
livâ-yı isyân eylemiştir.70 Xénophane’a isnâd edilen sözlerdendir ki:

“İnsanların mebâdî-i mutekadât-ı mezhebiyyede sâdegî-i muhayyilelerinden


nâşî bütün kuvâ-yi tabîîyyeyi birer insân sûretinde temsîl ederlerdi. İnekler de
düşünmeye salâhiyyetdâr olsa idi şüphesiz inek sûretinde ilah tasavvur eder,
kuvâ-yı hilkati onlar da böyle anlarlardı.”

Kendisini ulûhiyyeti bir kuvve-i mutlaka olarak tahayyül ederdi.


Xénephone’dan sonra gelmiş olan Parménide de bu isâbet-i muhâkemeyi ondan
alarak kabûl etmiştir. Parménide milâddan beş asır evvel İtalya’nın Elea şehrinde
tevellüd etmiş ve i’tikâdât-ı mezhebiyyesini Atina’ya gelerek neşr etmeye
başlamıştır. Akâidini sur la natura nâmı verdiği silsile-i manzûmât ile neşr ederdi.
Bu eserin ahlâfa ancak bir kaç parçası kalmıştır.
Silsile-i manzûmâtının birinci kısmında sebeb-i icâd-ı kâinat olan ve bütün
mükevvenâtı idare eyleyen bir kuvve-i hâlıkanın tecellîyât-ı muhtelifesini teşhîr [25]
eder. Şâyân-ı dikattir ki –milâddan beş asır evvel- hakikatin yalnız bundan ibâret
olduğunu iddiâ ederdi. İtikâdınca vücûd bir ve mutlak idi. 71 Bu fikri bi’l-âhire
Panthéisme nâmıyla tanılan meslek-i felsefiyyenin - ki İslâm’da bunun az çok

68
Önceki cümle ile anlam bakımından bir devam sağlanması için yazıya aktarılmadığını ifade etmek
üzere bu cümlenin “zabt olunmazdı” şeklinde olması daha uygundur.
69
“İnsanbiçimcilik. 1.Yunanca insan anlamına gelen anthropos ve biçim, şekil anlamına gelen
morphe sözcüklerinden türetilmiş olan antropomorfizm, genel olarak insana ait özelliklerin insan
dışındaki varlıklara yüklenmesini ifade eder. 2.Antropomorfizm daha özel olarak da Tanrı’nın,
tanrıların ya da doğal güçlerin insan şekline ve insanın niteliklerine sahip olduğunu söyleyen anlayış
ya da Tanrı’nın ya da tanrıların, insanın bilinç, niyet, irâde, duygu ve duyumuna benzer yeti ve
özelliklere sahip olduğu inancına karşılık gelir.” Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü,
Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.63.
70
“Peri Physeos (Doğa Üzerine) adlı bir şiir yazmıştır. Bu şiirde tanrıların mitolojide anlatılan
ayıplanacak eylemlerini eleştirir ve tanrılarla ilgili antropomorphik tasarımlarla alay eder.
Ksenophanes’e göre evren, birlikli, ezeli ve ebedi ve değişmez bir yapıdadır. Ksenophanes’in felsefesi
bir tür pantheizmle sonuçlanır.” Yonarsoy, a.g.e., s.54.
71
Parménide’e göre: “Gerçek evren tek, bölünemez, ezeli ebedi, değişmez bir bütündür ve bilginin tek
nesnesini oluşturur. Değişebilir ve yok olabilir olan şey ve hareket gibi görünümler yanılsamadır ve
bununla ilgili olarak yalnızca tahminlerde bulunabiliriz.” a.e., s.53.

69
mukâbili add edilen nazariyye-i felsefiyyeye vahdet-i vücûd denir - esâsını teşkîl
eylemiştir.
Eserinin ikinci kısmında hadisât-ı tabîîyyeyi tafsîl ve irâe eder. Burada
aldanırdı. Onun i’tikâdınca bütün hadisât-ı kevniyye bir takım eşkâl ve suver-i
zâhiriyyeden ibâret olup hakikatte mevcûd değildir.
Yunanistan’da bu fikr-i felsefiyyenin yani bütün vücûdun bir hayâlden ve
cümle mevcûdâtın yalnız bir akıldan ibâret olduğu i’tikâdının terakkî ettiği görülür.
Şâyân-ı kayd u işârettir ki İslâm’da, mutasavvıfîn miyânında da buna benzer bir
akîde mevcûddur. Eş’ârında bir kıymet-i mahsûsa yoktur. Biraz evvel işâret ettiğimiz
manzûmesinin yalnız mukaddimesi şâyân-ı tezkârdır. Bu mukaddimesinde
kendisinin bir takım ebkâr tarafından alınarak gece ile gündüzün yollarını tefrîk eden
kapılara kadar götürüldüğünü ve burada kapılar açılarak içeriye girdiğini, akıl
âlihesinin huzûruna kabûl edilerek bu kasîdesinde mevzû-i bahs olan hakayıkı ondan
telakkî ettiğini söylüyor ki manzûmesinin bu kısmı oldukça bir kıymet-i edebiyyeyi
hâizdir.
Archiloque, bir hicviyekârdır. Bu nokta-i nazardan biraz Türk edebiyyâtının
Surûrî’sini andırır. Milâddan yedi asır evvel Paros’da dünyaya gelmiştir. Tab’-ı
sitîze-cûsu kendisine bir çok muâsırlarının husûmetini [26] davet ettiğinden nihâyet
tagrîb-i nefse mecbûr olmuştu. Öyle rivâyet ederler ki bir âileden istediği kızı
vermedikleri için tekmîl âileyi hivc etmeye başlar ve zebân-ı zehr-âlûdu bu âileyi o
kadar rencîde eyler ki hepsi birden kendilerini asıp intihâr ederler.72 Bu rivâyette her
halde bir mübâlağa vardır, lakin şâirin hicviyelerinde nasıl âteşîn bir lisân isti’mâl
ettiğine belîğ bir delîl teşkîl eder.
Hayâtı hakkında ma’lûmât-ı sahîha yoktur. Kendisi bir muhârebe esnâsında
kalkanını bırakarak kaçtığından bahs eder, bu sûretle pek izzet-i nefs sahibi
olmadığına yine kendi şehâdetiyle hükm edilir. Hattâ diyor ki:

“Pek âlâ oldu da kalkanımı bir çalının dibinde bırakarak sıvıştım. Ve bu


sayede ölümden kurtuldum. Seni şimdi kim bilir hangi Thracelı kullanarak

72
“Lykambes’in kızı Neobule’ye tutulmuş, fakat kızın babası gençlerin evlenmesine izin vermemiştir.
Arkhilokhos bunun öcünü baba ve kızı dalayıcı yergi şiirleri yazarak almış ve geleneğe göre baba kız
kendilerini asmışlardır.” a.e., s.49.

70
düşmanlarının enzâr-ı havfına tutmaktadır, ey benim eski kalkanım! Sana
geceler hayr olsun. Elbette ben başka birini bulurum ve elbette o da senden
daha fenâ değildir.”

Bu cebânetinden dolayı Isparta hükûmeti kendisini kabûl etmemiştir. Âsârının


edebiyyâtta kıymet-i mahsûsası vardır. Hicviyâtından başka élégienin iştikâiyât
muhteri’lerinden biridir. Bize kadar intikâl edebilen eş’ârı şâir hakkında bir fikr-i
kâfî verecek derecede değildir. Yalnız bu eserlerle mizâc ve tabîatı hakkında bazı
istintâcâtta bulunulabilir. Hevesât ve müşteheyâtına pek ziyâde mağlûbiyeti anlaşılır.
Meselâ şu parçasından gayz ashâbından olduğu istintâc edilir. Diyor ki:

“Ben dünyada yalnız bir şey bilirim. Bu şey pek büyük ve hâiz-i
ehemmiyettir. O da bana fenâlık edene fenâlık etmektir.”

Hele cebânetine âid rivâyât kalkan mes’elesinden [27] ibâret kalmaz. Ez-cümle
şu sözü bu bâbdaki zaafını gösteren diğer bir delîldir: “Tilki çok şeyler bilir, kirpi
yalnız bir şey bilir fakat iyi bir şey.”
Théognis ile Phocydide milâddan beş asır evvel tevellüd etmişlerdir.
Ahlâkıyyâta dâir şiirlerinden başka mersîyeleri, kasâid-i kahramanâneleri vardır.
Lakin ahlâfa intikâl eden eserleri pek azdır. Bu iki şâir isimleri ta’dâd olunan şuarâ-
yı sâire miyânında en ziyâde câlib-i dikkat olanlardandır. Hele Théognis eş’âr-ı
ahlâkiyye husûsunda birinci mevki’de yâd olunur.

Üçüncü Devre
Yunanîlerin İranîlerle olan muhârebâtından başlayarak İskender-i Kebîr’in
vefâtına yani 323-479 târihine kadar imtidâd eyleyen bir zamânı ihtivâ eder. Bu
devreye Yunan-ı kadîm zekâ ve irfânının devre-i feyz-i tâmmı ve sanat ve lisânının
nokta-i müntehâ-yı i’tilâ’sı nazarıyla bakılır. Yunan-ı kadîm edvâr-ı edebiyyesinin en
mühimmi olan bu devrede şiirin en muhteşem zemîn-i tekâmülü hâile ile mudhike
olmuş ve bu vâdîde nazm müstaidd olduğu tekemmülâtın bütün safahâtını irâe

71
etmiştir. Hâile ile mudhike aynı menâbi’-i şiir ve mezhebten tevellüd eylemiştir.
Yani bu iki nev’-i edebînin masdarı Bacchus hakkında tertîb edilen ve a’yâd-ı
mezhebiyyede zümre-i hânendegân tarafından inşâd edilmek üzere tanzîm olunan
manzûmâttır. Ve tedrîcen taganniyât, harekâta inkılâb ederek yani mûsikî ve nazm
evzâ’ ve harekâtta bir refîk-i muâvin bulmaya ihtiyâç görerek bu sûretle yavaş yavaş
temsîlât-ı sahne vücûda gelmiştir. İhtişâm-ı vakâr ve ciddiyyet arasında gâh [28] ü
bî-gâh dıhk-âver ve hicv-âmîz safahâttan geçerek temsîlât-ı sahne Yunan-ı kadîm
meşreb ve mizâcının en güzel bir tecellîsi olduğundan Thespis73 nâm şâir tarafından
bu zemînde gösterilen mebâdî-i tecâribi müteâkib Yunan edebiyyâtının en şa’şaadâr
erbâb-ı dehâsından olan Eschyle, Sophocle, Euripide bi’n-nisbe pek kısa add
edilecek bir zamân içinde eserleriyle ibrâz-ı kemâl etmişlerdir. Eschyle ile Euripide
yekdiğerinden tamamıyla hâiz-i fark iki nev’-i mahsûs irâe eder. Her ikisinin
âsârından müstefîd olduğu için hem Eschyle hem Euripide ile irâe-i müşâbehet
eyleyen Sophocle aralarında bir hazz-ı vasl teşkîl eder. Bunların dehâ-yı sanatıyla
temsîlât-ı sahne muhayyelâttan çıkarak artık hakayıka intikâl eder. Ve mezhebe
müteallik fevka’t-tabîa hissiyyât ve heyecânâttan tasfiye edilen edebiyyât tedrîcen
teessürât-ı beşeriyyenin bir ma’kesi olur.
Bu üç sahib-i dehâdan sonra inhitât gayet serî’dir. Gûyâ şiir havâî bir fişenk
gibi bir noktaya kadar su’ûd ettikten sonra bir sukut-ı serî’ ile inhitâta başlar. Beşinci
ve altıncı asırda hâile vâdîsinde şöhret bulan nâmlar hâiz-i ehemmiyet değildir.
Mudhikeye gelince:
Esâsen meyâdîn-i beldede yâhûd eğlence mahallerinde tagannî edilen neşhat-
âver neşâidden ibâret iken yavaş yavaş hâilenin mûcidi sayılan Thespis’in muâsırı
Susarion 74
ile bir nev’-i muhâvere-i hicviyyekârâne şeklini iktisâb eylemiştir. İki
mugannî karşı karşıya muhâtabât-ı manzûme ile tagannî eyler ve halkın sâmia-i
hezlperverine hoş görünecek hikâyât ve vakayi’ nakl ederlerdi. Ekseriyyet [29] üzere
bu muhâtabâtta gayet perde-bîrûnâne mübâhese temâs olunur, halîü’l-izâr ahvâl
tasvîr edilirdi.

73
“Yunan tragediasının kurucusu olarak kabul edilen Thespis, Attika’nın demoslarından biri olan
Ikaria’da doğmuştur. Thespis, 534 yılında ilk defa düzenlenen tragedia yarışmasında birinci olmuştur.
Thespis, koronun yanına anlatıcı bir oyuncu (hypokrites) ekleyerek lirik unsura bir hareket
kazandırmış oluyordu. Tiyaro maskesini de onun bulduğu söylenir.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı,
s.73.
74
“İ.Ö. 570 yılına doğru Sousarion, Megara’da mısra halindeki ilk farsı yazmıştır.” a.e., s.104.

72
Dorienlerde mudhike Epicharme75 ile kasâid-i mezhebiyyeden ayrılmayarak o
vâdîde kesb-i güşâyişe devâm ederken Atina’da bi’l-akis mecrâsını tahvîl eylemiş ve
Aristophane ile mecrâ-yı aslîsini bulmuştur. Aristophane setr-i fikr-i tenkîde lüzûm
görmeyerek ümerâyı kendi şahsiyyet ve isimleriyle sahneye çeker, muvâcehe-i halkta
tenkîd ve tehzîl ederdi. Bu sanatın ilk tarz-ı tecellîsi bir hicviyye-i sarîha ve
şahsiyyeden ibâret oldu. Elvân ve eşkâl-ı ‘acîbe ile mürtesim nikâblar sayesinde tefrît
edilen ve bununla daha fazla iktisâb-ı kuvvet eyleyen mudhike, âdetâ bu gün sanat-ı
tersîmede cârî tesâvîr-i tehzîliyyenin bir nev’-i zî-hayâtı olmuştur.
Şâir ekseriyyet üzere bu tarz ile iktifâ etmezdi: vak’anın cereyânını
muvakkaten tevkîf ederek bir istitrâd açar ve dil-hâhı vechile gûyâ kürsî-i hitâbette
imişcesine kendi tasavvurâtını teşrîh eder yâhûd husemâsının efkârını, bir vesîle
bularak, tehzîl ve tezyîf eylerdi. Bu zemîn üzerinde o derece tecavüzât vücûda geldi
ki her zamân olduğu gibi ifrât-ı serbestî hakk-ı hürriyyeti tahdîde sebebiyyet vererek
bu bâbda bir takım kavânîn vaz’ olundu. Aristophane ile Eupolis 76 , Cratinus 77
ismindeki şâirlerin ihyâkerdesi olan tarz-ı mudhike yavaş yavaş cevelân-ı
serbestânesini terk etmeye mecbûr oldu. Artık tasvîrât vâdî-i hicvden ayrılmış ve
mudhike doğrudan doğruya cemiyyete âid ahvâlin bir levhası olmakal iktifâya
başlamış idi.
[30] Mudhike bu vâdîye girdikten sonra Ménandre nâm şâir-i şehîr tarafından
zamânımıza kadar devâm edegelen evsâf-ı esâsiyyesini iktisâb ederek Aristophane
mudhikelerinin tarz-ı hicviyekârîsinden tamamen ayrılmıştı.
Eschyle Attique’de 78 Eleusis’de kable’l-mîlâd 525’de doğmuş, 456 târihinde
Sicilya’da Géla’da vefât eylemiştir.

75
“Epikharmos, VI. yüzyılın ilk yarısında (540) Kos’ta doğmuş, fakat çok küçükken Sicilya’ya
getirilmiştir. Hayatının çoğunu Syrakousai’da Hieron’un yanında geçirmiş ve 450 yılında ölmüştür.
Konuları günlük hayattan alınmış komediaların yanında, mitolojik konuları, tanrıları ve kahramanları
dile getiren komedialar da yazmıştır. a.e.
76
“İ.Ö. 446’da muhtemelen Atina’da doğmuştur. Aristophanes’in çağdaşıdır. Yaşadığı dönemdeki
olayları konu alan politik oyunlar yazmıştır. İlk oyunu 429 yılında oynanmıştır. Yazdığı 14 oyundan
7’si ödül kazanmıştır.” a.e., s.107.
77
“Eupolis ve Aristophanes ile birlikte en önemli eski komedia şairlerindendir. Oyunları 454
tarihinden itibaren oynanmaya başlanmıştır. 21 oyun yazdığı sanılmaktadır. Eserleri iki grupta
incelenebilir: Kişisel ve politik hicivleri, mitolojik konulu hicivleri.” a.e.
78
“Atina’yı çevreleyen dağlık ve büyük ölçüde çorak bölge. Orta Yunanistan’ın güneydoğusunda Ege
Denizi’ne uzanan bir yarımada oluşturan Attika’nın yüzölçümü 2.500 kilometrekaredir (ve başlıca
kenti Atina’dır). Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.120.

73
Asil bir aileye mensûb olup iki birâderi cengâverlikle meşhûr idi. Kendi de
Marathon 79 ve Salamine 80 muhârebelerinde âsâr-ı bahâdırâne ibrâzıyla temâyüz
eylemiştir. Müsâbakât-ı şâirânede pek genç iken ihrâz-ı muvaffakıyyet etmiş ve
mazhar-ı mükâfât olmuştur. Bi’l-âhire Sicilya’ya geçerek Kral Hiéron’un misâfir-i
muazzezzi oldu ve orada hâileler tertîb ve tanzîminde devâm eyledi. Ahir-i ömründe
bir ömr-i münzeviyâne geçirmiş ve bir târik-i dünyâ gibi vefât etmiştir.
Eschyle târih-i edebiyyâtta evvelâ: vücûda getirdiği âsâr-ı edebiyyenin kıymeti,
sâniyen: sanat-ı sahnede vukû’a getirdiği tahavvülât ve teceddüdât itibârıyla iki
nokta-i nazardan hâiz-i ehemmiyyettir.
Kendisine isnâd edilen hâileler doksan râddesindedir. Yetmiş kadarının ismi
ma’lûm olmakla beraber bize kadar ancak yedi hâile intikâl etmiş, diğerlerinden
yalnız bazı parçalar kalmıştır. Ahlâf yedinde bulunan âsârı ömrünün eyyâm-ı
ahîresine âiddir. Bunlar bir silsile teşkîl eder, isimleri şunlardır:
Les Perses – Acemler, Teb Aleyhinde Yedi Emir, Zincire Vurulmuş Promete –
Promethée enchainé, Agamemnon, Mutazarrı’alar, Koeforlar – Choéphores,
Eumenidler – Euménides.
Eschyle esâs-ı mevzû’ itibâriyle Homeros’la kesb-i irtibât eder. Bu [31] sûretle
âsârı, Homeros’a nisbet edilen hikâyât-ı kahramânânenin bir zeyl-i tabîîsi hükmünü
almış olur.
Homeros kasâid-i kahramânânede ne ise Eschyle de hâilede odur. Harâret-i
hissiyât, heyecân-ı rûh, asâlet-i efkâr başlıca havâssıdır. Lisânı da bunlara gayet
müsâiddir. İbârâtı pür-ahengtir, kelimâtında haşmet ve tantana vardır. Tasavvurâtı
debdebedâr ve hayâlât ile müzeyyendir. Tasvîr ettiği vakayi’den fevka’t-tabîalığı
iltizâm etmez. Tarz-ı tahkiyede vesâit-i desîsekârâne ve sanat-perdâzâneye tenezzül
etmez. Olduğu gibi söyler. Muvaffakıyyeti vakayi’in sâdegîsinde, sanatın tabîîliğinde
arar. Eschyle’in bütün âsârı tezâhürât-ı muhteşeme-i hissiyyât ile hamâset ve

79
“Attika’nın kuzeydoğu kıyısında, derin körfez boyunca uzanan verimli bir ovaya egemen konumda,
kuzey tarafı korunaklı önemli bir demos (yönetsel bölge). Marathon, M.Ö. 490’da Miltiades
komutasındaki Atinalılar ile Plataiailılar karşısında Yunanistan üzerine yürüyen Perslerin yenilgisine
sahne oldu.” a.e., s.582.
80
“Attika’nın güney batısında dar bir boğazla anakaradan ayrılan, Peiraieus’a (pire) yakın bir ada.
Yunan mitolojisinde Aias’ın babası Telamon’un memleketidir. Salamis M.Ö. 480 Eylül’ünde
Perslerin Yunanlar karşısında büyük bozguna uğradığı deniz savaşına sahne oldu.” a.e., s.837.

74
şecâatle, temâyülât-ı cengâverâne ve ihtirâs-ı vatanperverâne ile leb-rîz-i hayâttır.
Hâilede Eschyle’in vukû’a getirdiği tebeddülâta gelince:
Hâilede Thespis’in neşâidi ile başlayan tahavvülâtı kendi eserlerinde görülen
nokta81-i mükemmeliyyete îsâl etmiş olmasından ibârettir. Lakin bu mesâfe o kadar
azîm bir fark irâe eder ki bunu doğrudan doğruya Eschyle’in eser-i muvaffakıyyeti
olmak üzere telakkî etmekten ise o zamâna kadar gelip geçmiş olmaları lâzım gelen
bir çok şuarânın mahsûl-i mesâîsi olduğunu kabûl etmek daha muvâfık-ı insâftır.

Sophocle
Eschyle gibi Attique dâhilinde Colon’da doğmuştur. [405-495] Mensûb olduğu
âile hakkında ihtilâf vardır. Babasına bir demirci yâhûd bir asilzâde diyenler vardır.
Lakin muhakkak olan bir şey var ise o da genç yaşından itibâren Sophocle’ün
beyne’l-akrân temâyüz etmiş olmasıdır.
Evvelâ rübâbiyyât tarzında nümâyân olan isti’dâd-ı şâirânesi kendisini [32] pek
genç yaşında Eschyle ile müsâbaka hevesine sevk etmiştir. Henüz yirmi sekiz
yaşında iken böyle bir müsâbakada ihrâz-ı muvaffakıyyet etmiştir. Atinalıların
nazarında Sophocle, Eschyle ile hem-mertebe add edilirdi. En ziyâde iştihârına bâdî
olan eseri Antigone hâilesi olmuştur.
İktisâb-ı şöhret ettikten sonra Sisam adasına sevk edilen kuvvetin serdârlığına
ta’yîn edilmiş ve bu münâsebetle kendisine, harekât-ı ceyşiyyeyi idâre eden
ma’nâsına olan stratége unvânı verilmiştir.
Sophocle doksan yaşına kadar menâsıb-ı âlîyede -etrâfın hürmetine mazhar
olarak- yaşamıştır. Kendisine isnâd edilen âsâr-ı temâşâ 130 parçadır. Bu âsârdan
ancak yedisi bize kadar intikâl etmiştir ki şunlardır:
Antigone, Electre, Les trachiniennes, Oedipe roi, Ajax, Phileoctéte, Oedipe a
Colon.
Sophocle’ün sahnede gösterdiği teceddüdâttan başlıcası:
Mümessillerin adedini teksîr etmiş olmasıdır. Âsârında kadınlara tevdî’ ettiği
vezâife daha ziyâde ehemmiyet verir. Sahnede zümre-i hânendegânın vazîfesini de
tevsî’ eylemiştir. Kendinden evvel zümre-i hânendegânın vazîfesini vak’aya

81
Orijinal metinde kelime sehven ‫ ظ‬harfi ile yazılmıştır. ‫ ط‬harfi ile yazılması gerekmektedir.

75
müdâhale sûretinde isti’mâl etmezlerdi. Onları âdetâ boşlukları dolduracak bir âlet
kabîlinden kullanırlardı. Sophocle zümre-i hânedegânı, vakayi’in safahât-ı
muhtelifesini icmâl ve bunlardan sâmiînin ihtisâsâtı üzerinde husûlü matlûb olan
te’sîrâta delâlet husûsunda kullandı. Zümre-i hânendegân onun elinde âdetâ bir
müşerrih, bir müfessir hizmeti gördü.
[33] Âsârın mevki’-i sahneye vaz’ı husûsunda da teceddüdât göstermiştir. Ez-
cümle sahneye âid olan elvâhı, tezyînât ve müştemilât-ı sahneyi, vak’anın zemîn-i
vukû’u hakkında hâzırûnda bir fikir husûlüne hizmet edecek sûrette tersîme teşebbüs
etmiştir. Yani vak’a bir sarayda geçiyorsa sahneyi saray tarzında, kırda cereyân
ediyorsa kır hâlinde göstermek Sophocle’ün eser-i ibdâ’ıdır
Üslûbuna gelince:
Sophocle şiiri nesirden ayıran hudûdda kalmıştır. Ne fevka’t-tabîa bir lisân-ı
şâirâne isti’mâl etmiştir ne de pek sâde bir sûrette ifâde-i hissiyyât eylemiştir.
Sophocle, Eschyle ile Euripide arasında nokta-i itidâlde kalır. Lisânı debdebedâr
değil, fakat gayet sâf ve temizdir. Ba’zân da tarz-ı beyânı Eschyle’in lisânı kadar
iktisâb-ı tantana eder. Hele zümre-i hânendegân tarafından okunan neşâidinde öyle
parçaları vardır ki Pindare ve Simonide eş’ârıyla hem-mertebe bir kıymet-i
edebiyyeyi hâizdir.
Sophocle’ün en ziyâde riâyet ettiği şeylerden biri de evzânın sûret-i intihâbı ve
vezni neşâidin esâsıyla tevfîk etmesidir.
Atinalılarca Sophocle Attiqueli bulunması ve bu havâlîde pek iyi bâl vücûda
gelmesi münâsebetiyle “Attique Arısı” nâmıyla tanınmıştır. Bu unvân onun halâvet-i
lisânına bir işârettir.
Ahlâfa kadar intikâl eden ve Garb temâşâgâhlarından el’ân icrâ edilen eseri
Œdipe roi’dir. Sophocle bu eserinde Œdipe’in 82 mevki’-i iktidârdan sukûtunu ve
geçirdiği safahât-ı sefâleti öyle bir tarz ta’kîb ederek tasvîr eyler ki sâmiîn üzerinde
pek büyük bir te’sîr husûlüne sebeb olur. Hele Œdipe’in hikâyesine âid olan Katl-i
Peder ve [34] İzdivâc-ı Meş’ûm vakayi’ni gayet müessir bir sûrette tecsîm eder.

82
“Oidipus, Yunan mythos’unun en trajik kahramanıdır. Onun kişiliğinde tragedyanın özü ve trajik
kavramının asıl anlamı belirir. Trajik kişi tek başına ya bütün soyuyla birlikte tanrı lânetine uğramış
kişidir, kaderin oyuncağı olur ve istemeyerek, bilmeyerek suç ve günah işler, bundan ötürü de ya
dışarıdan ya da içinden gelen korkunç belâlara uğrar. Oidipus insanın tüyler ürpertici bir dramını dile
getirdiği içindir ki, adı tıp ve ruhbilime varıncaya kadar insanla ilgili bütün bilim ve sanat dallarına
karışmış, her alanda derin iz bırakmıştır.” Erhat, a.g.e., s.288.

76
Ma’lûmdur ki Œdipe iki fecî’ vak’adan sonra ayb ve hacâletinden kızı
Antigone’nin83 delâletiyle Thèbe84 şehrinden firâr eylemiştir.
Œdipe, Thèbe kralı Laios’un oğlu idi. Laios tâli’-i istikbâli hakkında ıttılâ’
hâsıl eylemek üzere kâhinlere mürâcaat etti. Kâhinler oğlu tarafından katl
olunacağını ihbâr ettiler, Laios da yeni doğan oğlu Œdipe’i dağlara attırdı. Lakin
Œdipe çobanlar tarafından tahlîs edilir ve büyütülür. Bi’l-âhire kendi ârzûsuyla
ihtiyâr-ı sefer ederek nereye uğradığından haberdâr olmaksızın pederinin
memleketine gelir; pederiyle cenkte gâlib olur, bilmeksizin kendi pederini öldürür.
Şehrin medhalinde Œdipe Sphinx’e85 tesâdüf eder.
Œdipe Sphinx tarafından şu suâle muhâtab olur: “O nedir ki seherde dört,
zevâlde iki, akşamda üç ayaklıdır?” Œdipe bundan maksat insânın hâl-i sabâveti,
şebâbı, şeyhûheti olduğunu söyler. O zamâna kadar hiç bir kimse tarafından cevâb-ı
müskit alamayan Sphinx’i bu sûretle mağlûb eder. Hâlbuki Sphinx’i mağlûb edene
mükâfât olmak üzere Laios’un zevcesini almak mev’ûd idi. İşte bu sûretle Œdipe
kâhinlerin haber verdiği izdivâc-ı meş’ûmu yapmış olur, yani vâlidesiyle tezevvüc
eyler.
Fakat çok geçmeden 86 bu cinayât kendisine ihbâr olunur. Œdipe kahr ve
ye’sinden nihâyet gözlerini çıkararak memleketini terk eder. İşte mevzû’ bundan
ibârettir.
[35] Sophocle’den sonra Euripide’e geçeceğiz. [407-480] Salamine’de
tevellüd, Makedonya’da vefât etmiştir. Kirâren Aristophane’ın tahkîrâtına vesîle
teşkîl ettiği vechile bir sebzeci ile bir meyhâneciden tevellüd etmiştir.
Euripide gençliğinde felsefeye heves etti. Bi’l-hâssa Prodikos, Anaxagore ve
Socrate’tan ders aldı. Kendisinin esâsen ibrâz-ı iktidâr ettiği şu’be-i felsefiyye

83
“Oidipus’un kendi anası İokaste’den doğma kızı. Antigone tragedya kahramanlarının en cana
yakını, hayat hikâyesi bize en çok dokunanıdır. Davranışı, eylemiyle bugün bile çözümlenmemiş bir
toplum sorununu dile getirdiği içindir ki, çağdaş insanı derin derin etkileyen, sonsuzca düşündüren bir
kişilik taşır.” a.e., s.49.
84
“Yunanistan’da Boiotia’nın en önemli kentidir, Yunan tarihinde Atina ve Sparta’dan sonra en
büyük rolü oynar. Mit ve söylencedeki ünü eşsizdir. Sophokles Thebai’yi ‘ölümlü kadınların tanrılar
doğurduğu biricik kent’ olarak tanımlar. Bildik söylenceye göre kenti kuran Fenikeli bir yerleşmeci
grubunun önderi Kadmos’tur, kızı Seleme ise tanrı Dionysos’u dünyaya getirir.” Oxford Anikçağ
Sözlüğü, s. 925.
85
“(Yun. Sphingein, sıkmak, sıkıştırmak fiilinden türemedir), Yunan mitolojisinde kadın başlı,
(kanatlı) aslan gövdeli olarak betimlenen bir canavar.” a.e., s.882.
86
Orijinal metinden sehven “geçheden ” şeklinde yazılmıştır.

77
“sofizm” 87 dir. Bu felsefe edille-i mantıkiyye iânesiyle tagyîr-i hakayık ve iğlâk-ı
muhâkeme esâsına mübtenî bir tarz-ı tefelsüftü. Felsefe ile iştigâli Atinalıların
i’tikâdlarına karşı isti’mâl-i silâh etmesine zemîn tehyie etmiştir. Bir fikr-i rast-bîn
ile ma’bûdlara âid rivâyât ve hikâyâtı yine onların aleyhinde isti’mâl etmek üzere
mu’tekadât-ı esâtîriyye-yi Yunaniyyeye büyük bir darbe vurmuştur.
Euripide’in ilk eseri Les Pléïades’dir. Bu eserini otuz yaşlarında vücûda
getirmiştir. Yetmiş beş veya doksan iki eseri olduğu mervîdir. Âsârını halkın
kabûlüne mazhar etmekte pek ziyâde müşkilâta tesâdüf etmiştir. Müsâbakât-ı
şâirânede de kolayca ihrâz-i mükâfât edemezdi. Hele ilk defasında eserleri dâimâ
adem-i muvaffakıyyete uğrar, bi’l-âhire bir çok ıslâhâttan sonra mazhar-ı kabûl
olabilirdi. Sanatından yavaş yavaş ve Atinalıların mizâcına hizmet etmek üzere nâil-i
rağbet olmuştur. Aristophane’ın Euripide aleyhinde yazdığı şeylerden anlaşıldığına
nazaran sahnede asilzâdegâna ve bi’l-hâssa kadınlara tecâvüz ederdi. Rivâyete göre
iki defa ihtiyâr ettiği izdivâc neticesinde kadınlara husûmet [36] bağlamıştır. Buna
binâen kendisine “misogyine” ta’bîr ederler ki kadınlardan kaçan demektir. Nihâyet
etrâfında galeyân eden gayzdan ürkerek terk-i diyâra mecbûr olur. Atinalılar bunu
büyük bir teessüfle telakkî ettikleri için avdet etmesini istirhâm ettiler, fakat şâir o
derece muğberr olmuş idi ki bu ricâlara rağmen avdete muvâfakat göstermedi. Sûret-
i vefâtı hakkında rivâyet muhteliftir. Hattâ kadınlar tarafından paralandığı da
mervîdir. Aristophane kendisinin bir rakîb-i muhâsımı olmakla berâber vefâtından
dolayı i’lân-ı mâtem eylemiştir. Atina’da halk ziyâde müteessir olmuş hattâ nâmına -
bir hürmet-i mahsûsa olmak üzere- heykel rekz edilmiştir.
Euripide’in âsârı o kadar muazzez oldu ki Sicilya’da Yunanî esîrler mahzâ,
bunlardan ezber parçalar okudukları için mazhar-ı afv olmuşlardır. Şuarâ-yı
Yunaniyyeden ahlâfa en ziyâde âsârı intikâl eden Euripide’dir. On dokuz parça

87
“Mantıkî olarak, sadece görünüşte doğru olan ve ileride başkalarını aldatmak yahut kendisini
kandırmak için ileri sürülen akıl yürütme. ‘Sofizm’ eskiden maharet, kabiliyet, mâhirâne buluş
anlamlarına gelirken, daha sonraları muhakeme oyunlarıyla halkı aldatan ve bunu meslek ve sanat
haline getiren sofistlerin faaliyetlerine ad oldu, böylece ‘Safsata’ ve ‘Bâtıl iddia’ anlamlarını kazandı.
Sofizm, görünüşte doğru, hakikatta ise yanlış ve aykırı olan muhakeme tarzı ve delilleri ya bir
menfaat temini veya izzet-i nefsi korumak gayesiyle başkalarına karşı ileri sürülmüştür. Sofizm
ispatları doğru olan veya öyle zannedilen birtakım öncüllerden (mukaddemeler) hareket eder, fakat
akla aykırı düşen, inanılması mümkün olmayan sonuçlara götürür. Bu şekliyle sofizm, İlkçağ’da
Yunanistan’da ortaya çıktı. ‘Fizikçiler’ adı verilen ilk Yunan filozoflarına ve onların yolundan giden
bir takım dogmatik düşünürlere bir tepki olarak doğan bu akım, şüpheciliğin başlangıcıdır.” Süleyman
Hayri Bolay, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s.383.

78
hâilesiyle diğer âsârından da bir takım parçalar mahfûzdur. Bunlardan biri hicviye-
âmîz bir mudhikedir ki ismi Cyclope’dir. Diğer on sekiz hâilesi de şunlardır:
Alceste, Médée, Hyppolyte couronné, Hécube, Les suppliants, Les hérazlides,
Andromarque, Hercule, Les troyennes, Electre, Héléne, Ion, Iphégénie en Tauride,
Les phéniciennes, Oreste, Iphigénie en Aulide, Rhesus, Les bacchantes.
Şuarâ-yı müteahhire tarafından [37] en ziyâde taklîd edilen Iphégénie en
Tauride eseridir. Corneille, Racine, Quinault, Duché, Pradon ve sâire tarafından
taklîd edilmiştir.
Bu eser, âsâr-ı sâiresi içinde bir enmûzec-i mükemmel olmak üzere telakkî
edilir. Şâirin kıymet-i edebiyyesi Eschyle ile Sophocle’den sonradır. Bir münekkid-i
meşhûrun dediği gibi Eschyle sahneyi semâdan indirdi ise arzda sâbit kılan şüphesiz
Euripide’dir. Onun âsârında mevki’-i sahneye vaz’ olunan zemîn ma’bûdlara âid
değil, hissiyât-ı beşeriyyeyi musavverdir. O insânlara istihkâk kesb edilememiş bir
takım mesâibden, sebeb ve vechi anlaşılamamış bir takım kazâlardan değil, hayât-ı
mu’tâde-i beşeriyyeye âid hâdisât-ı rûz-merreden bahs eder. Şâir, vak’ayı
ma’bûdların sâha-i fevaka’t-tabiasından çıkararak insânların mıntıkasına indirirdi.
Sahnede cevelân eden hissiyâtta sâmiîn kendi nefislerini görürlerdi. Onun içindir ki
Aristote Euripide hakkında “Şâirlerin en hâile-engîzidir. Teheyyücât-ı rûhiyyenin
ifâde ve edâsında şâyân-ı hayret, hele hissiyât-ı rahm ve şefkatte nebeân eden
hamelât-ı vicdâniyyenin tasvîrinde bî-hemtâdır” demiştir. Euripide’in en büyük
hatâsı âsârında vâdî-i hitâbete sapmasıdır. Hâlbuki sahne bir kürsî-i hitâbet değildir.
Eserlerinden ba’zân vukuât arasında dûr-â-dûr mübâhesât cereyân eder. Hâlbuki
sahnede lâftan değil vak’adan ve vak’anın nâtıka-i belâgatinden istifâde olunur.
Hattâ ba’zân meselâ Anaxagore’un mevcûdât ve ahlâk hakkındaki nazariyyâtını bile
sahnede tedkîke varır ve gayet müfrit bir sanat-ı hitâbetin tantanaları içinde boğulur.
Hâlbuki bunlar sanat-ı temâşâda meziyyet-bahş edecek hasâis olmaktan ziyâde eseri
nakîsedâr add ettirecek hatâyâdır.
[38] Diğer bir hatâsı da âsârında vukuâtın tahkîyesinde sıkıştığı zamân bir çare
bulması, deux ex machina88 usûlüne mürâcaat etmesi, yani hârikulâde bir kuvvetin

88
“Makine ile inen Tanrı anlamına gelir. Eski Yunan tragedyalarının özellikle Aiskhilos’un
oyunlarının sonunda, ortadaki sorunu çözmek için gökten inmiş duygusunu sağlayacak bir Tanrıyı
temsil eden oyuncu, vinçlerle skenenin çatısından indirilirdi. Bu terim daha sonraları - ve bugün -

79
vukuât-ı âdîyeye vukû’-ı müdâhalesini davet eylemesidir. Kendisi mu’tekid
olmamakla berâber eserinin müşkilü’l-idâre aksâmında ma’bûdların müdâhelesine
mürâcaat ederdi. Hele teessürât-ı müfrite husûle getirmek için son derecede iltizâm-ı
ifrât eder, meselâ dilenciliğe düşmüş krallar, sürünerek yürüyen ihtiyârlar icâd ve
tasvîr eylerdi. Hâlbuki bu gibi vesâitle teessürât husûlüne çalışmak hiç bir vakit bir
meziyyet-i edebiyyeye delâlet etmez.
Alman temâşâ-nüvîs şâirlerinden Schiller der ki: “Euripide ekseriyyet üzere bir
kıymet-i hakikiyyeye mâlik olmayan vesâite mürâcaat eder, fakat vurur, şaşırtır ve
heyecâna getirir.”
Nazmındaki selâset-i tabiîyye lisânını nesre takrîb eder. İhtişâmdan ziyâde
zarâfete, vuzûha mâliktir. Pek âhengdâr ve her zemîne mülâyim bir lisânı vardır.
Muâsırları pek kolay şeyleri pek güç yazdığını rivâyet ederler.
Demiştik ki hâilede Eschyle, Sophocle, Euripide mertebesinde, mudhikede de
en bülend-nâm Aristophane’dır. [387-450] Tevellüdü yâ Atina’da veyâ Rodos’tadır.
Vefâtı Atina’da vukû’ bulmuştur. Otuz yaşından evvel mudhike oynatmak memnû’
olduğu için o zamâna kadar yazdığı âsârı nâm-ı müsteârla oynatırdı. Her ne kadar elli
dört tane eseri vardır denirse de ahlâfa bunlardan ancak on bir tanesi intikâl
edebilmiştir ki şunlardır:
Akarniyenler-Acharniens, Şövalyeler-Les chevaliers, Bulutlar-Les nuées,
Yaban Arıları-Les guêpes, Sulh-La paix, [39] Kuşlar-Les oiseaux, Lysistrata,
Bayramlar-Les fêtes, Kurbağalar-Les grenouilles, Kadınlar Meclisi-L’assemblée des
femmes, Plutus.
Bu âsâr gâh hayât-ı siyâsete gâh hayât-ı edebiyye ve ictimâiyyeye âid
olduğundan üç kısma ayrılır ve bu vechile tedkîk olunur. Bu eserleriyle muâsırînin
âdâtına hücûm eder. Nazariyyât-ı ictimâiyyede muhâfazakârdır, yani serbestî-i fikr
aleyhindedir. Edebiyyâtta ihtişâm-ı cengâverâne taraftarıdır. Edebiyyâtın iktisâb-ı
sâdegî eylemesine muhâliftir. Fikr-i hicv Aristophane’da en pest ve zelîl
tabakalardan başlayarak en taşkın zilletlere kadar varır. Aristophane o derece sitîze-

olayların akışına, gelişmesine dayanmayan, tepeden inme, inandırıcı olmayan çözümler için
kullanılmaya başlamıştır.” Haldun Taner, Metin And, Özdemir Nutku, Tiyatro Terimleri Sözlüğü,
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1966, s.25.

80
cûyâne taarruzlarda bulunmuştur ki nihâyet mudhikeler hakkında bir kânûn
tanzîmine ve hudûd-ı hicvin takyîdine lüzûm görünmüştür.
Fransız münekkidlerinden De Şanl89 diyor ki:

“Aristophane öyle bir nehr-i hurûşândır ki orada garîb bir fikrin çirk-âb-âlûd
mevecâtı galeyân eder. Fakat bu nehrin üzerinde câ-be-câ zarîf ve sâf bir şiirin
hudâret-i çemen-zârıyla müzeyyen adacıklar vardır ki rûha bir nefh-i tâze bahş
eyler.”

Aristophane müteahhirîne mukallidü’n-bih olmuştur, fakat onun sanat-ı


mudhikesi, meselâ Moliére’de, bütün levsiyyâttan tecerrüd ederek tamamıyla
başkalaşmıştır.
Vâdî-i mudhikede Aristophane’a rakîb add edilen iki şâirden bahs olunur ki
bunlar Eopolis ve Cratinas’dır.
Birincisi Atinalı bir şâirdir. (411-445) Hicivde kuvveti ve lisânda şîve ve
üslûbu Aristophane’a karîb idi. Âsârından tâm [40] bir şey kalmamıştır. İkincisinin
kable’l-mîlâd beşinci asırda altmış beş yaşında iken ilk eseri vaz’-ı sahne edilmiştir.
Aristophane Cratinas’ın sinniyle eğlenerek: “Şimdi onu görürsünüz ki saçma
söylüyor, ateh getirmiş. Fakat anlamazsınız. Ûdunun anahtarları gevşemiş, teller
kırılmış, altı fersûdeleşmiş, o miskîn ve alîl, başında kurumuş bir taç ile dolaşıyor.”
der. Hâlbuki bu târihten sonra Cratinas bir mudhike yazmış ve onunla Aristophane’a
galebe çalarak ahz-ı intikâm eylemiştir. Kendisini Eschyle’ye benzetirlerdi. Lakin
ahlâfa âsârından hiç bir şey kalmamıştır.

Ménandre
Atina’da tevellüd etmiştir. (290-342) En ziyâde kendisini Théophraste’in,
Epicure’ün nazariyyât-ı hikemiyyesi taht-ı te’sîrinde kalmıştır. Epicure’ün hayât
hakkındaki felsefesi Ménandre’nin tekemmülüne pek ziyâde hizmet eylemiştir.

89
Orijinal metindeki diğer özel isimler Fransızca imlaya göre yazılmıştır. Ancak bu isim hakkında
bilgi bulunamadığı için Türkçe okunuşu ile yazılmıştır.

81
Théophraste (283-337) Aristote’dan sonra en ziyâde iştihâr etmiş olan hukemâ-
yı ahlâkiyyûndandır. Nazariyyât-ı ahlâkiyyesi felsefe nokta-i nazarından hâiz-i
kıymet olan bu hakîm güzel bir kaleme mâlik değildi.
Epicure’e gelince:
(270-341) Bu zât Yunan-ı kadîmin en ziyâde şâyân-ı dikkat bir sîmâsıdır.
Felsefesi hayâttan mümkün olduğu kadar tezevvuk etmek, yani hayâtta her türlü
temâyülât ve hevesât-ı beşeriyyeyi mücâz add eylemek, hiç bir şeyi memnû’ farz
etmemek esâsına mebnîdir. Bunun için ezvâk pîşinde90 koşanlara epicurien derler.
[41] Bazı inkılâbât-ı siyâsiyyenin tahmîl ettiği mecbûriyyet üzerine Ménandre
terk-i vatana mecbûriyyet gördü. Kendisine Mısır’da fevka’l-âde bir hüsn-i kabûl
irâe edileceği iş’âr olunmakla berâber Pirée’de kalmayı tensîb etmiştir.
Ménandre mudhikenin tarz-ı cedîdinde birinci mevki’i ihrâz eder, zîrâ
Aristophane’ın hicviyye tarzında devâm eden mudhikesi tebeddüle uğramış, mecrâ-
yı mudhike değişmiş idi. Bu terakkî ve muvaffakıyyete karşı her zamân olduğu gibi
bazı kimseler tarafından temâyülât-ı hilâf-gîrâne hâsıl olmaya başladığından
Ménandre’nin gösterdiği teceddüdten nâ-hoşnûd olanlar bulundu. Bunun için
Ménandre o kadar teveccüh-i âmmeye mazhar olamamıştır. Lakin müsâbakât-ı
edebiyyede yine ihrâz-ı mükâfât ederdi.
Kendisinin yüz kadar eser vücûda getirdiği söylenmekle berâber ahlâf
tarafından tanınmış ancak sekiz eseri vardır. Bunlar ile de kıymet-i edebiyyesi
hakkında kat’î bir hüküm verilemez. Latin üdebâsı miyânında Ménandre’yi taklîd
edenler pek çoktur. Binâenaleyh Ménandre hakkında verilecek hükmü
mukallidlerinin âsârından istidlâlen bulup çıkarmak daha muvâfıktır.
Eserlerinde îcâbât-ı zamânı ta’kîb etmiştir. Mudhikenin târih-i tekemmülünde
en ziyâde icrâ-yı te’sîr eden Ménandre’dir. Kendisine hâs olan vâdî Moliére’e kadar
hiç bir ârızaya uğramamıştır. Şimdiki mudhikenin mûcidi bulunan Moliére
Aristophane’ı değil Ménandre’yi ta’kîb eylemiştir.
Üslûbu gayet temiz ve tasvîrât-ı âşıkânede mümtâzdır. Tarz-ı beyânda zarâif-
cûluk, felsefesinde de bir hüzn-i amîk vardır. Tahlîl edilen parçalarından anlaşılır ki

90
Orijinal metinde “pîşinde” yazılmakla beraber “peşinde” kelimesi anlamca daha uygundur.

82
Ménandre hiç bir zamân Théophraste ve Epicure’ün te’sîrâtından kurtulmamıştır. O
der ki:

“Sâir kâffe-i mahlûkât insândan [42] mes’ûd ve daha sahib-i iz’ândır. Meselâ
bakınız şu merkebe: Vakıâ tâli’-i nâ-sâzı şâyân-ı terahhumdur. Maa-mâ-fîh
mihen ve meşâkkından hiç biri netîce-i fiili değildir. O ancak tabîatın
kendisine verdiği âlâm ile mahkûmdur, biz bi’l-akis nâ-kâbil-i ictinâb mesâib
ve âlâmdan başka kendi kendimize de bir çok ıztırâbât îcâd ederiz. Birisi
aksırsa endîşeye düşer, nâ-hôş bir kelime telaffuz olunsa rikkate geliriz. Biri
rü’yâ görse dûçâr-ı hirâs olur, bir başkası bağırsa titremeye başlarız. Kavânîn,
hırs, şöhret, rekâbet bütün tabîatın verdiği ıztırâbâta ilâve eylediğimiz
âlâmdır.”

Diğer bir parçasında da diyor ki:

“Ne olduğunu anlamak istersen her şeyin karîn-i zevâl olduğu mezâra bak!
Hükümdârânın, zalemenin, ukalânın izâm ve gubâr-ı bî-hûdesi oradadır.
Asâletlerine, servetlerine, şöhretlerine, sanatlarına en ziyâde mağrûr olanlar
orada rehîn-i inkırâz olmuştur. Ve bütün bu esbâb-ı temâyüz onları zamânın
tahrîbinden sıyânet edemedi. Dûçâr-ı fenâ ve zevâl olarak hepsi zîr-i türâba
geçti. Bunu düşün de kim olduğunu anla!”

Nazım ile iştigâl eden şuarâyı bitirmiş oluyoruz. Bu devrede nesirde de feyz ve
güşâyiş görülür. Nesir o zamân kadar hükûmete âid olan hücec ve vesâikde
müsta’mel iken nihâyet Ebu’t-Târih Hérodote ile lisânın bir beyân-ı ahengdârı
hükmünü 91
almıştır. Eseri evvelâ kıymet-i târihiyyesi i’tibârıyla hâiz-i
ehemmiyyettir. Çünkü Hérodote bize kudemânın akvâm-ı kadîme hakkında mevcûd
olan ma’lûmâtının bir zübdesini irâe eder. Sonra da kıymet-i edebiyye nokta-i
nazarından âsâr-ı mensûrenin en eskisi olmak i’tibârıyla şâyân-ı nazardır.
[43] Yine bu sıralarda fünûnda Hippocrate vasıtasıyla nesir, ciddiyyet ve
ehemmiyyet kesb eder. Biraz sonra Târih-i Thucydide ile devre-i tekemmüle girer.
Ve husûsiyle “Târih-i Hérodote”ca mültezem olan tesâvîr-i mufassaladan kurtularak
gayet mûcez ve münakkah bir tarz-ı beyân iktisâb eder. Fakat nesrin asıl sâha-i

91
Orijinal metinde sehven “ ‫ ” م‬harfi yazılmamıştır. Kelimenin “hükmünü” şeklinde olması anlamca
daha uygundur.

83
inkişâfı sanat-ı hitâbet oldu. Hitâbetin zemîn-i incilâ’sı da Atina’dır. Atina ma’rifet-i
Yunaniyyenin melekesi add edildiği gibi hitâbet de cumhuriyyetin meleketü’r-
rûhudur. Bi’l-âhire bütün cihân-ı beşeriyyete isâle-i feyz eden sanat Atina’dan intişâr
eylemiştir. Bunun için Atina’nın insâniyyette büyük bir te’sîr-i ma’nevîsi vardır.
Atina’da bütün ricâl-i hükûmet ellerindeki cerbeze ve belâgatla her şeye tahakküm
etmişlerdir.
Hérodote ile Thucydide hakkında bir nebze ma’lûmât verelim:
Ebu’t-Târih unvânıyla tanılan Hérodote Halicarnasse’da92 tevellüd etmiştir ve
Thurium’da (406-484) vefâtı vukû’ bulmuştur. Tercüme-i hâli hakkında ma’lûmât
yoksa da bütün asîlzâdegân gibi şebâbında o zamân ki ma’lûmât-ı beşeriyyeyi tahsîl
eylemiş olduğu farz edilir. İsti’dâd ve kabiliyyetinin asıl sebeb-i inkişâfı heves-i
seyâhati olmuştur.
Lakin târih-i seyâhâti ma’lûm ve mazbût değildir. Âsârından Mısır’a, Acem’e,
Bahr-i Siyah sevâhiline, Afrika sevâhiline, Nil menâbi’i vâdîlerine kadar seyâhat
ettiği istinbât olunur. Fevâsıl-ı seyâhâtında ya Atina’da, ya Yunanistan’da veyâ
İtalya’da ihtiyâr-ı ikâmet ederdi. Kendisi memleketin hayât-i siyâsiyyesine de karıştı.
Zâten her milletin mebâdî-i teşkilât-i ictimâiyyesinde bi’l-cümle erbâb-ı zekâ ve irfân
hayât-ı siyâsiyye ve ictimâiyyeye müdâhale eylemişlerdir. Bir yandan siyâset
âleminde bir yandan da ulûm ve ma’rifette [44] tevsî’-i ma’lûmâta ve sanat-ı tahrîr
ve inşâda iktisâb-ı kabiliyyâta çalışırdı. Atina’ya geldiği zamân, eserinden yazmış
olduğu parçaları halka okumaya başladı. Ve bu sûretle iştihâr etti.
Thucydide ancak on beş yaşında iken Hérodote’un bu kırâatlarından gayet
müteessir olurmuş, mükerreren ağladığı vâki’ olmuş. Bi’l-âhire Hérodote Atina
tarafından Thurium’a gönderilen müsta’mirler içinde bulundu. Ve Tevârih 93 nâmı
verilen eserini orada yazdı. Hérodote’un bu eseri o zamân ma’lûm olan memâlikin
kâffesini câmi’dir. Ve yine bu eser sâyesinde Yunanistan ve Âsya arasında cereyân

92
“(Bodrum), Güneybatı Anadolu kıyısında, Kos (İstanköy) adası karşısına düşen bir Karia kenti.
Heredotos ile Dionysios’un doğum yeridir. Klasik dönemde kültür açısından bir İonia kentiydi. Güçlü
ve güzel konumu nedeniyle M.Ö. 4. Yüzyılda Karia kralı Mausolos Halikarnassos’u kendine başkent
yaptı.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.359.
93
“Asıl adı Historiai olmakla birlikte, Herodotos Tarihi diye bilinen eseri, Lydia kralı Kroisos’un
tahta çıkışından, 478’de Sestos adasının zaptına kadar Yunanlılarla Pers İmparatorluğu arasındaki
ilişkileri anlatır. Bu eser İskenderiyeli bilginler tarafından 9 kitaba ayrılmış ve bu kitapların her birine
Mousa’ların isimleri verilmiştir. Bu bölümleme eserin orijinalinde bulunmamakla birlikte eserin
yapısına çok uygundur.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.65.

84
etmiş olan vukûâtı ve Mısır’la Acemistan hakkında o zamân mevcûd olan ma’lûmât-ı
târihiyyeyi öğrenmek mümkün olabilmiştir.
Hérodote, âsârında tarîk-i istidlâli ta’kîb eder, yani ma’lûmdan mechûle doğru
yürüyerek mâzînin vekâyi’-i mühimmesini istinbât sûretiyle tahmîn eylerdi. Sanat-ı
tahkiyesi şâyân-ı hayrettir. Ve bu eser-i nefîsi cihân-ı mechûlü cihân-ı ma’lûma
bağlayan yegâne râbıta olmak üzere telakkî etmek lâzımdır. Hérodote’un rivâyât ve
hikâyâtının şâyân-ı vüsûk olmadığını iddiâ edenler de bulunmuş ise de müdekkikîn-i
ulemânın keşfiyyât-ı ahîresi ile elde edilen âsâr-ı atîka tahlîl ve bi’l-hâssa Mısır’da
hiyeroglifler kırâat olununca anlaşılmıştır ki rivâyâtı tamâmen şâyeste-i i’timâddır.
Lisânı biraz muhtelit olmakla berâber temeyyüz, şa’şaa ve ihtişâma mâliktir. Maa-
ma-fih nesri kendisinden sonra gelenlerin lisânı gibi bir siyâk-ı mantıkî ta’kîb
edememiştir. İbârâtında ekseriyyetle mebde’ ve nihâyet ta’yîn etmez. Fakat
efkârındaki vuzûh-ı ma’nâyı kurtarır. Bi’l-hâssa tesâvîrinde o kadar tabîîdir ki kari’i
üzerinde mutlak bir [45] hüsn-i te’sîr bırakır. Elvâhında haraket ve hayât görülür.
Bütün vukûât heyecân ve hareketle doludur. Ba’zân de istintâcât-ı hikemiyyeye
dalar, yalnız müverrihlik sâhasında kalmayarak istibdâdın, isrâf ve gurûrun netâic-i
müellimesi hakkında ders-i intibâh vermeye çalışır.
Thucydide [402-471] Thrace’da vefât eylemiştir. Hayât-ı siyâsiyyesinde
ihânetle mahkûm edilerek menfâya gönderildi.
Menfâda ikâmete mecbûr kaldığı yirmi seneyi gözü önünde cereyân eden
vakayi’-i târihiyyeyi zabt ve kayda hasr etti. Kendisi erbâb-ı servetten olduğu cihetle
vukûât-ı târihiyyenin muarrız-ı tecellîsi olan mahallerde bir takım muhâbirler
tedârikiyle âsârı için vesâit ve vesâik toplamıştır. Zamânında cereyân eden
muhârebâtı müteâkib vatana avdetine müsâade olunmuştur. Bir sene sonra vefâtı
vukû’ bulmuştur. Bir hasım veyâ bir haydûd tarafından itlâf edildiği mervîdir.
Peloponez’le Atinalıların Târih-i Muhârebâtı nâm eseri âsâr-ı kadîme-i târihiyyenin
en büyük bir rüknüdür. 94
Eserinin kıymet-i târihiyyesinden ziyâde şâyân-ı
ehemmiyyet noktası vakayi’-i târihiyyenin tafsîli sırasında câ-be-câ mev’izeler

94
“Thukyides, Peloponnesos Savaşı’nın tarihini, yani kendisi için çağdaş bir olayın tarihini yazmıştır.
Tarihini yalnızca bu savaş ve savaşan şehir devletleri arasındaki ilişkilerle sınırlayarak Herodotos gibi
konu dışı ayrıntılara sapmadığı için, gerçek anlamda ilk tarihçi olarak kabul edilebilir. Eser,
Peloponnesos Savaşı’nın başlangıcından 411 yılına kadar geçen olayları kapsar. Ölümü eseri daha
ileriye götürmesini engellemiştir. Savaşın geri kalan kısmını Ksenophon Hellenika adlı yapıtında onun
bıraktığı yerden başlayarak anlatmıştır.” a.e., s.129.

85
tertîbiyle efkâr-ı felesfiyye ve nazariyyât-ı hikemiyyesine dâir teşrîhatta
bulunmasıdır. Mesrûdât-ı felsefiyyesi eserinin humsunu işgâl edecek derecede
çoktur. Thucydide bu mev’izelerinde vukûât-ı târihiyyeyi icmâl ve esbâbını tedkîk
ile istintâcât-ı siyâsiyyede bulunur. Vakayi’ini yazdığı hükûmâtı nazar-ı tedkîkten
geçirerek vukûâtın bir târih-i rûhîsini yazar. Hele müverrih olmak haysiyyetiyle
gayet vüsûkperverdir, her vakit müsbetâtı ele alarak hükümler verir. Efsânelere atf-ı
ehemmiyyet etmez. Yalnız hakayık-ı târihiyyeden cem’iyyet için bir ders-i intibâh
[46] çıkarmaya çalışır. Vukûâtın müessirâtını yazar, hikâyâtında ihtirâsât-ı sanat-
cûyâneyi birer birer teşrîh ederek bir taraftan mesâvînin netâic-i elîmesini gösterir,
diğer taraftan hulûs-i niyyetle meydâna gelen teşebbüsâtın semerâtını senâ eyler.
Üslûbu münakkahdır. Ba’zân heyecân-âmîz ise de ekseriyyet üzere tarîk-i îcâzda
ifrâtperverliğe düşerek efkârı muakkadiyyete dûçâr olur.
Atina’nın bu devre-i güşâyişinde iştihâr eden hutebâ’ miyânında birer hatîb
olmaktan ziyâde hitâbet muallimi olan Isocrate 95 ve Isée’den 96 sonra hatîb olarak
Lycurgue97, Hypéride98, Démade99, Phocion100, Eschine101 ve nihâyet Démosthéne

95
“(M.Ö. 436-338) Atinalı hatip. İsokrates, Theodoros adında varlıklı bir Atinalının oğluydu.
Sokrates’in etkisinde kaldı. M.Ö. 392 dolaylarında Atina’da bir okul açtı, aynı zamanda siyasal
söylevler yazmaya başladı. Bu okul daha geniş kapsamlı eğitim vermesi, ahlak üzerinde durması,
ayrıca öğrencilerin çabalarına ve yoğun çalışmasına dayalı bir eğitim yöntemi uygulamasıyla
Sofistlerin okullarından ayrılmaktaydı. Okul büyük ün kazandı. İsokrates düzyazılı söylevi bir sanat
yapıtı olarak ele alan ilk önemli hatiptir. Söz sanatındaki ustalığı uygulamaya yönelik olmaktan çok
edebi nitelik taşır. Siyasal yazıları İsokrates’in en önemli yazılarıdır.” Oxford Antikçağ Sözlüğü,
s.450-452.
96
“Atinalı hatip, yaşamı üzerine bilinen azdır. Atina ya dda Khalkidike doğumlu bilinir, İsokrates’in
öğrencisi, Demosthenes’in öğretmenidir. Tüm söylevlerini başkalarınca verilmesi için yazdı. Siyasete
atılmadı. Ona mal edilen elli kadar söylevden on biri tamamıyla, on ikincisi bir bölümüyle günümüze
ulaştı.” a.e., s.448.
97
“Ünlü Atinalı hatip ve devlet adamı. İsokrates’in öğrencisiydi. Lykurgos, Atina’nın Khaironeia’da
Makedonya kralı II. Philippos karşısında yenilgiye uğradığı M.Ö. 338 tarihinden M.Ö. 3262’ya kadar
kentin para işlerini yönetti. Lykurgos, tragedya ozanları Aiskhylos, Sophokles, Euripides’in
heykellerini diktirdi, onların yapıtlarının birer resmi nüshasını hazırlattı. Lykurgos ölümünden sonra
devlet hazinesine açık verdirmekle suçlandı, açığı kapatmaya gücü yetmeyen oğulları, Hypreides’in
savunmasına karşın zindana atıldılar, ama Demosthenes’in karara ititrazından sonra salıverildiler.”
a.e., s. 565-566.
98
“(M.Ö. 389-322) Atina’nın seçkin hatiplerinden Hypereides Demosthenes’in çağdaşıydı. Meslek
yaşamına para karşılığı söylevler yazarak başladı, zamanla siyaset dünyasına girdi, önde gelen kişilere
yönelttiği suçlamalarla ünlendi.Hypereides İskender’in M.Ö. 323’te ölmesinden sonra Makedonya’ya
karşı ayaklanma (Lamia Savaşı) çağrısı yapanların başında geliyordu. Birleşik Yunan güçlerinin
yenilmesinden sonra Makedonya hükümdarı Atina’dan Makedonya karşıtlarının teslimini isteyince
Demosthenes ve diğerleri ile birlikte yakalanıp ölüm cezasına çarptırıldı.” a.e., s. 424.
99
“Atina’nın yaşayabilmek için Makedonya kralı II. Philippos ile uzlaşması gerektiğini kavrayan
Atinalı hatip ve siyaset adamı. Demades Makedonya ile barışa karşı çıkan siyasetçilerin ölüme

86
zuhûr etmiştir. Felâsife dahî sanat-ı hitâbete temâyül gösterirlerdi. Sofistler,
Eflâtûniyyûn 102 bu sanata pek ziyâde mütemâyildiler. Sanat-ı hitâbet Socrate’ın
elinde ahlâkî bir maksada hâdimdi. Eflâtûn onu meslek-i hayâlîsinin neşr ve tervîci
için âlet ittihâz eder. Xénophane Eflâtûn’un bu zemîndeki muvaffakıyyâtını ta’kîb
eyler. Aristote ise hitâbeti ma’lûmât-ı beşeriyyenin neşrine bir vâsıta-i nâfize olmak
üzere kullanır.
Hayât-ı fikr ve edebe taalluk-ı mühimmeleri olan hükemâya da târih-i
edebiyyâtta bir mevki’ bırakmak lâzımdır. Bunların başında Socrate bulunur. Hakîm-
i şehîr Socrate [400-469] Atina’da tevellüd etmiştir. Kendisi hayâtında hiç bir eser
vücûda getirmemiştir. Fakat ta’lîmât ve tedrîsât-ı hikemiyyesiyle efkâr-ı beşeriyyede
öyle te’sîrât icrâ eylemiştir ki bu vechile târih-i irfân-ı insâniyyette pek büyük bir
mevki’ işgâl eder. Tedrîsâtından i’tibâren teşa’ub eylemiş olan bir çok usûl-i
felâsifenin, Socrate, bir [47] menba’-i zuhûru add edilir. Pederi heykeltırâş idi.
Kendisi de bir müddet eser-i pedere iktifâ etmiş ise de bi’l-âhire mûsikî, hey’et ve
riyâziyyât ile iştigâli daha muvâfık bulmuştur. Mebâdî-i hayât-ı felsefiyyesinde
mugâlatakârâne hâiz-i intisâb iken sonradan neşr-i hakayık vâdîsine girerek onların
bir hasım-i bî-amânı olmuştur. Her şeyin fevkinde bir kuvve-i hâlikaya kâni’ idi.
ma’bûdlara mu’tekid değil idi. Hükemâ-yı Yunaniyye içinde vahdet-i ilahiyyeyi en
evvel keşf eden Socrate’tır. Bi’l-âhire dinsizlikle ithâm edilerek hapishâneye kondu,
lakin Socrate huzûr-ı muhâkemede müdâfaasını bir vekîle tevdî’ etti, muvâcehesinde
bulunduğu hükkâm gûyâ kendi huzûrunda mahkûm etmişler gibi idâre-i kelâm

mahkûm edilmesinde rol oynadı, bunlar Hypereides ile Demosthenes’tir. M.Ö. 319’da Antipatros’un
ölmünü izleyen siyasi entrikalara karışan Demades, Kassandros tarafından idam edildi.” a.e., s. 225.
100
“Makedonya kralı II. Philippos ile oğlu Büyük İskender döneminin öenmli bir Atinalı komutanı ve
devlet adamı. Demosthene ile Hypreides’e karşı Eubulos, Aiskhines ve Demades’i destekledi.” a.e.,
s.736-737.
101
“Atinalı hatip, M.Ö. 390’da ya da daha önce Atina’da doğdu. Demosthenes’in büyük
rakibiyidi.Söylevlerinden yalnızca üçü günümüze kalmıştır. Silik bir ailenin çocuğuydu, ilkin
babasının okulunda yardımcılık sonra tragedya oyunculuğu yaptı, sonra asker yazıldı. M.Ö. 362’de
Mantineia Savaşı’na katıldı. Ardından Atina’nın mali işlerini yöneten Eubulos’un yanında yazmanlık
yaptı. Aiskhines profesyonel bir hatip değildi. Hakkında anlatılan bir öyküye göre, Rodoslular ondan
kendilerine güzel konuşmayı öğretmesini istedikleri zaman bunu kendisinin de bilmediğini söylemiş.
Başkaları için söylevler yazmadığı sanılır, herhalde hitabet konusunda hiçbir eğitimi yoktu, ama söz
sanatının bütün inceliklerini, kurallarını iyi biliyordu.” a.e., s.21-22.
102
“Yunan filozofu Platon (Eflatun)’un kurduğu okulun adı. Platonculuk, duyularla algılanan bu
alemin gölgeler, ideler aleminin ise asıl alem olduğu tezi üzerine dayanır. Ona göre, bu görünüşler
dünyasındaki varlıkların hepsi, ideler alemindeki varlıkların birer gölgesinden ibarettir.” Bolay, a.g.e.,
s.343.

87
eyledi. Xénophon ile Eflâtûn’un rivâyetleri vechile hiddet-i müdâfaasının heyecânâtı
kendisi öyle ta’rîzât-ı müstehzîyâne ve müzeyyifâneye sevk edip götürürdü ki
nihâyet mahkeme tarafından i’dâmına hükm olundu. Hapishânede dâimâ metânetini
muhâfaza etti. Hükm-i i’dâmdan sonra otuz gün süren mahbûsiyyetinde eviddâsı ile
lâ-kaydâne musâhabet ederdi.
Nihâyet etrâfında bulunan muhibbânıyla teâtî-i efkâr ederek zehir içti ve bu
sûretle vefâtı vukû’ buldu.
Socrate’ın felsefesine dâir dûr-â-dûr mütâlaa yürütmeye ne lüzûm ve ne de
imkân var. Yalnız bu hakîmin hakayık-ı beşeriyyeyi olduğu gibi görmeye çalıştığını
ve insânları menâtık-ı fevka’t-tabîadan indirerek hayât-ı hakikiyye-i arzda yaşatmak
istediğini kayd etmek kifâyet eder. Kendisini esâtîr ve i’tikâdât-ı kadîmenin ilk
hâdimi olmak üzere telakkî etmek lâzımdır. Socrate’tan muharrer olarak bir kitâb
kalmamıştır. [48] Ta’lîmât ve nazariyyât-ı felsefiyyesi Xénophon tarafından
Muhtırât nâmıyla neşr edilen mecmûadan istinbât edilir. Felsefede bir bâni olmak
üzere telakkî edilen Socrate’ın târih-i edebiyyâtta tuttuğu mevki’ kendisinden sonra
gelen felâsifenin ilk halkasını teşkîl etmiştir. Hükemâ-yı Yunaniyyeden edebiyyâtta
en ziyâde hâiz-i ehemmiyyet olan Platon (Eflâtûn)’dur.
Platone Atina’da yâhûd Egine’de tevellüd etmiştir. [347-430] Evvelâ nâmı
Aristotekles idi. Bi’l-âhire Socrate tarafından Eflâtûn tesmiye edilmiştir. Bu isim ile
telkibine, omuzlarının geniş gayet geniş olması sebeb olmuştur. Gençliğinde
rübâbiyyât tarzında eş’âra meyl ederek Homeros’u ta’kîb eylemiştir. Lakin bi’l-âhire
Socrate’tan telakkî ettiği efkâr hikemiyye te’sîriyle felsefeye meyl göstermiştir.
Socrate’ın ta’lîmât-ı felsefiyyesine devâm eder iken bu hakîmin bir çok tilâmîziyle
teâtî-i efkâra fırsat-yâb olmuş, muhtelif efkâr ve nazariyyâtı hakkında ma’lûmât
iktisâb eylemiştir. Muharerrât-ı felsefiyyesini üstâdının evâhir-i eyyâmına doğru
neşre başlamıştır. Ve bunların ekseriyyet üzere birbirine muhâlif iki fikri
karşılaştırarak yazdığı için mecmûasına Diyalog - Muhâvere103 nâmını vermiştir. Ve

103
“İki ya da daha fazla kişi arasında geçen felsefî tartışma. Felsefî tez ve tavırları, yazarın düş
gücünün ürünü olan konuşmalar aracılığıyla karşı karşı getiren, kurgusu özel olarak oluşturulmuş
anlatım tarzı. Bir yazım biçimi olarak diyalog tarzının felsefe alanındaki yaratıcısı, felsefesini ana
ilkelerini, felsefî tez ve düşüncelerini, tartışmaya temel oluşturan dramatik bir durumun ve
karakterlerin önem kazandığı karşılıklı tartışma şeklinde ifade eden ve diyalogu aynı zamanda
bağımsız bir edebiyat ya da sanat yaratısı olarak düzeyine yükselten kişi, ünlü Yunan düşünürü Platon
olmuştur.” Cevizci, a.g.e., s.782.

88
bunları öyle bir üslûb-ı latîf ile yazmıştır ki kıymet-i felsefiyyesinden kat’-ı nazar
kıymet-i edebiyye i’tibâriyle hâlâ eyâdî-i takdîrden düşmemiştir. Platon’un asıl bâdî-i
iştihârı olan şey mualliminin vefâtından on beş sene sonra Academus’da teşkîl etmiş
olduğu mektebdir. Bir bahçe derûnunda bulunan bu medrese-i irfânda telâmîziyle
ekseriyyâ cevelânlar yaparak tedrîsâtta bulunduğu için kendilerine Meşşâiyyûn104 –
Péripatéticiens denmiştir. Academus bahçelerinde [49] cereyân eden muhâkemât-ı
felsefiyye hakîmin nâmını çâr-aktâr-ı cihâna neşr etmişti. Kendisi de mütemâdiyen
seyâhat ederek iktisâb-ı ma’lûmât eylemeye çalışırdı. Memleketin umûr-i
siyâsiyyesine karışmaya pek tenezzül etmeyerek bütün zamânını tahrîr-i âsâra hasr
etmiş, 82 sene kadar muammer olmuştur. Diyalog nâm eseri ahlâkıyyât, tabîiyyât,
fünûna dâir ma’lûmâtı câmi’dir. Platon’un nazariyyât-ı felsefiyyesini tedkîk etmek
bizce hâric-ez-saded olmakla berâber işâret edelim ki:
Bir hâlık, mevcûdâtın vücûduna kâil idi, bu hâlıkın başlıca sıfât-ı mütemâyizesi
halîm ve rahîm olmak idi. Onun ale’l-umûm mevcûdâtı kendi zâtında mündemic olan
suver ve temâsîl üzerine halk ve îcâd ettiğine kâil idi. Ahlâkıyyât ve sanâyi’de
rehber-i efkârı olan iyi ve güzelliğin, hüsn ve müfîdin tev’em olması idi. Lisân ve
üslûbu o kadar güzeldir ki âsârı enâfis-i âsâr-ı edebiyyeden ma’dûddur. Nesri şâirâne
ve az çok nutk-perdâzâne bir edâ ile âfâk-ı ulviyyette cereyân eder. Onun için eski
Yunanlılar kendisine İlahî nâmını vermişti. Platon’un muharrerâtından başka
Ta’rîfât’ı, Mekâtîb’i de mevcûddur.
Zümre-i hükemâ içinde Xénophon ahlâfa bi’l-hâssa Socrate’ı tanıtmış olmakla
müştehirdir. Bir kavle göre Xénophon’un muallimi yalnız Socrate olmayıp İsocrate
ve Prodicos’dur. Xénophon (355-445)’un muhârebâtında da yararlılığı görülmüştür.
Kendisi lakonizm ile ithâm edilirdi. (Lakonizm: Ispartalıların tefevvuku
tarâfdânından olmaktır.) Bu sebebten vatanına avdet edemeyerek Corinthe’de 105
vefât etmiştir. Târihî, felsefî, ilmî olmak üzere âsârı üç kısma ayrılır.

104
“İslâm toplumunda Aristo sistemini temel alan felsefî hareketlere verilen ad. Sözlükte ‘yürümek’
anlamındaki meşy kökünden türemiş olup ‘çok yürüyen’ demek olam meşşâ’ kelimesine nisbet eki
getirilmek suretiyle üretilen meşşâî, Aristo doktrinini benimseyen kimseyi ifade eden Grekçe
peripatetikos terimini karşılamak için kullanılmakta ve söz konusu doktrine de meşşâiye
(peripatetizm) denilmektedir.” Mahmut Kaya, “Meşşâiyye”, C.XXIX Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2004, s.393.
105
“Antikçağın en önemli Yunan kentlerinden biri. Homeros İlyada’da ondan söz eder, destanda
geçen bir diğer adı Ephyre’dir. Kuzey Yunanistan’ı Peloponnesos’a bağlayan kıstağın üzerinde ve iki

89
[50] Âsâr-ı felsefiyyesi arasında Socrate’tan zabt ettiği kitâb ile Muhtırât’ı
şâyân-ı kayddır. Bunda Socrate’ı dinsizlikle ithâm edenlere karşı müdâfaa etmiştir.
Lisânı gayet tabîîdir. Efkârını vuzûh-ı tâmm ile ifâde eder. Bir Fransız münekkidi
diyor ki:

“Evsâf ve meziyyât-ı muhtelifesi derece-i i’tidâlde teşekkül eylediğinden bir


aheng-i tâmm irâe eder. Xénophon’un üslûbunda ne fazla bir büyüklük, ne
taşkın bir kuvvet yoktur. Yalnız insânı bilâ-ihtiyâr cezb ve teshîr eden bir
sanat mevcûddur.”

Bu silsile-i hükemânın en meşhûru şübhesiz Aristote’dur. Aristote Thrace’da


tevellüd etmiştir. (322-384) Kendisi Makedonya kralı ikinci Philip’in refîk-i sabâveti
idi. Eflâtûn’un mektebine devâm ederek zekâsıyla üstâdının dikkat ve muhabbetini
celb etti. Her sûretle mümtâz yaratılmış bir âdem idi. Eflâtûn Aristote’a okuyucu,
irfân-ı medrese, zekâ-yı mücessem nâmlarını verirdi. Aristote bu zamânda
ciddiyyetine rağmen zavâhire pek ziyâde ehemmiyet verirdi. Eflâtûna mugâyir-i
minnetdârî muâmele ettiği mervî ise bu rivâyet tahakkuk etmemiştir. Lakin pek tabîî
olmak üzere Eflâtûn’a karşı muhâlif fikirlerde bulunduğu ekseriyyetle vâki’dir.
Kendisi her şeye takdîm olunmasını akdem-i vazâif tanırdı. Aristote nazımda da pek
ziyâde behre sâhibi idi. Ez-cümle en ziyâde sevdiği bir kükümdârın vefâtı üzerine
tanzîm eylediği manzûme ki Fazîlete Bir Neşîde nâmıyla tanınmıştır, pek ziyâde
hâiz-i kıymettir. Rivâyet ederler ki İskender-i Kebîr’in terbiyesini Philip Aristote’a
havâle etmişti.
İskender’in efkârı üzerinde pek ziyâde te’sîri olmuştur. Fakat [51] İskender-i
Kebîr makâm-ı saltanata câlis olduktan sonra yanında kalmamasını tercîh etmiş,
Atina’da Lycée nâmıyla bir mekteb güşâd eylemiştir. Burada ta’lîmâtı esnâsında
İskender kendisini hedâyâya gark ederdi. Aristote mektebin bahçesini bir
nümûnegâha dönüştürmüştü. Atina’da 13 sene kadar ta’lîm ile meşgûl olduktan
sonra “İskender’in tarafdârıdır” diye tard edilerek Makedonya’ya gelmiş ve orada
vefât etmiştir. Hiç şübhe edilemez ki ezmine-i kadîmede en ziyâde tehzîb-i efkâra

önemli deniz (İon Denizi ve Ege Denizi) arasındaki stratejik konumuyla büyük bir deniz gücü olmaya
yazgılıydı.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.506.

90
hizmet eden hakîm Aristote’dur. Mantıka ve belâgate sevk eden hidemâtı bi’l-âhire
Roma efkârında daha sonra da Arablar nezdinde pek ziyâde te’sîrât icrâ eylemiştir.
Hele Arablarca Aristote felsefenin hulâsası olmak üzere telakkî edilirdi. Bir çok
mesâlik-i muhtelife-i felâsife Aristote’un efkârını teşrîh etmek sûretiyle tevellüd
eyledi. Bidâyet-i emrde Aristote mergûb-ı âmme iken bi’l-âhire tabîyyâta dâir âsârı
ortaya çıkınca, bazı sunûf-ı erbâb-ı fikr indinde, bi’l-hâssa Hıristiyâniyyet âleminde
hakîmin makdûhiyyetine hükm olunmuştur.
Hâlbuki asırlarca müddet felsefede Aristote bir hüccet-i katîa idi. Denilebilir ki
o, târih-i felsefede bir nev’-i istibdâd icrâ eylemiştir. Hattâ bir zamân oldu ki başka
türlü düşünmek bir günâh-ı felsefe add edildi.
Bu hakîmin ahlâfa kadar intikâl eden âsârı bir kütübhâne doldurur. Kitâbları
edebiyyâta, hikmet-i bedâyi’e, belâgate, usûl-i nazm ve şiire, mantıka ve’l-hâsıl
umûmî bir ta’bîr ile kâffe-i ma’lûmât-ı beşeriyyeye âiddir. Vücûda getirdiği âsârın
bir kısmı da gâib olmuştur. Ta’dâd-ı esâmîsi [52] dersimizin havsalasına sığmayacak
derecede çok olmakla berâber bunun edebiyyât nokta-i nazarından fâidesi yok
gibidir.
Hatîb Démosthéne hakkında yalnız şu kadarcık kayd ve işâret edelim ki:
(384-326) Kendisi pek ziyâde çalışmak ve ısrâr ve sebât eylemek sâyesinde
fıtraten hâiz olmadığı natûkiyyeti iktisâb etmişti. Geceleri çok çalıştığından kinâye
olarak rukabâsından biri “Nutuklarınız yağ kokar” demişti. O da bi’l-mukâbele:
“Anlaşılan kandillerimiz aynı semerât-ı mesâînin tenvîr ve ihyâsına hizmet etmiyor.”
cevâb-ı zarîfânesini vermiş idi. Üslûbu safvet ve münakkahiyyetin bir enmûzecidir.
Hitâbette netâic-i muvaffakıyyeti nutk-perdâzâne vesâite mürâcaatla istihsâl etmez,
efkâr ve hissiyyâtını doğrudan doğruya şerh ederek te’mîn-i maksad eylerdi.
Démosthéne’in muhâkemâtında sâmiîni bilâ-ihtiyâr sürükleyip götüren bir kuvvet
vardır. Fransız münekkidlerinden Vilmen 106 , Démosthéne’e isnâd edilen nakîseye
cevâb vererek diyor ki:

“Démosthéne’in inâd ve ısrârı isti’dâdının yâhûd kabiliyyât-ı sanatının


fıkdânına değil bi’l-akis hilkatinin evsâf-ı dâhiyânesine delâlet etmek lâzım

106
Orijinal metindeki diğer özel isimler Fransızca imlaya göre yazılmıştır. Ancak bu isim hakkında
bilgi bulunamadığı için Türkçe okunuşu ile yazılmıştır.

91
gelir. Tabîat ancak meziyyât-ı müstesnâ ile techîz ettiği insânlara bu sûretle
bahş-i kuvvet eder. Hattâ denilebilir ki bu hâsse-i sabr u sebât tabîatın
bahşâyişi olan meziyyâtın en mümtâzıdır.”

Dördüncü Devre
Dördüncü devre İskender-i Kebîr’in vefâtından, Auguste’un saltanatına yani
323’ten sonra kable’l-mîlâd 28 târihine kadar devâm eder.
Bu devrede edebiyyât-ı Yunaniyyenin nokta-i merkeziyyesi değiştiği gibi [53]
havâss ve evsâfı da dûçâr-ı tagayyür olmuştur. İskender’in devre-i fütûhâtına kadar
aynı sâha-i hayâtta birleşmiş olan Yunan-ı kadîm memâliki o târihten i’tibâren tevsî’-
i hudûd ettiği gibi edebiyyâta açılan sâha da o nisbette tevessü’ eylemiş olur. Ve bu
sâha-i efkâr Yunanistan’dan Âsya’ya kadar intişâr ettiği gibi İskenderiyye dahî
aralarında gayet mühimm hatt-ı vasl teşkîl eder. Bu nikat-ı muhtelife-i cihândaki,
akvâm arasında bir medd ü cezr-i efkâr, bir hulûl ve nüfûz peydâ olmaya başlar ve bu
galeyân-ı ulûm ve efkârın nokta-i ictimâî Ptoléméelerin107 sarayı olur. Bu devrenin
bi’l-hâssa mevki’-i revâca koyduğu tarz-ı âsârdan biri Antoloji yani müntehabât
mecmûâtıdır ki bizdeki tezâkir-i şuarâya kâbil-i teşbîhtir.
İskenderiyye ulemâ ve üdebâsı sâyesinde terbiyet-yâb olan lisân Aristarque108
sâyesinde kemâle erer. Bir yandan da fikr-i şiir ve edeb terakkî eyler. Idille109 yani
neşâid-i âşıkâne-i râiyânede Théocrite kabîlinden bî-mânend bir üstâd yetişir.
Mersiyede de Callimaque vücûda gelir.
Manzûmât-ı ihbâriyyede [didactique – tedvînî] Aratus, Apolinus gibi şuarâ
yetişir ve bu sûretle bi’l-âhire Roma’da Latin edebiyyâtını ihyâ eden Porperce,
Virgile, Ovide kabîlinden şuarânın yetişmesine bir zemîn ihzâr olunur. Hattâ bundan
nâşîdir ki Roma mülken Yunanistan’ın fâtihi ise de fikren onun esîri olmuştur.

107
“Büyük İskender’in M.Ö. 323’teki ölümünden M.Ö. 30’da Roma’nın fethine kadar Mısır’ı yöneten
Makedonya asıllı Yunan hanedanı.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.790.
108
“Samothrake’de doğmuş ve İskenderiye’de yaşamıştır. Orada Ptolemaios VI Philpmetor’un
çocuklarının eğitimini üstlenmiş, Apollonios’tan sonra da kitaplığın başına geçmiştir. Homeros
metnini imlâ, fiil çekimi, isim çekimi açılarından incelemiş, ayrıca Hesiodos, Arkhilokhos, Pindaros,
Aiskhylos, Sophokles, Herodotos ve Aristophanes hakkında da yorumlar yapmıştır.” Çelgin, Eski
Yunan Edebiyatı, s.171.
109
“Roma döneminde Theokritos’un idealleştirdiği kır yaşamına özgü bazı epizotlar ya da sahneleri
betimleyen şiirlerine verilen ad. O yüzden “idilsi” söcüğü özellikle kırsal yaşamdan kaynaklanan
dingin bir mutluluk durumunu ya da sahnesini belirtmek için kullanılır.” Oxford Antikça Sözlüğü,
s.440.

92
Hakikaten Roma edebiyyâtı tamâmıyla Yunanistan’ın hayât-ı fikriyyesine tâbi’
olmuştur. Müverrihîn-i kadîme Latin unsurunu îcâd-ı efkârdan tehî olmak üzere
telakkî eder. Buna mukâbil Yunanistan’ın en kıymetdâr müverrihlerinden [54] olan
Polybe bi’l-akis Roma’da ikâmetinden te’sîr-yâb olarak yetişmiştir. Aristarque
münekkidîn ve lisâniyûn-ı Yunaniyyenin en râst-bîn ve hakikat-gûsu olmak telakkî
ediliyor. Târih-i edebiyyâtta Aristarque, Zoïle’in ma’kûsu olmak üzere tanınmıştır.
Zoïle gayet hasûd bir münekkitti. Herkesin hürmetine nâil olan üdebânın şöhretini
kesre gayret etmekle zevk alırdı. Hattâ o kadar hasette ileri gidermiş ki muâsırînin
muvaffakıyyetini çekemeyerek kahrından intihâr eylediği mervîdir.
Théocrite:
Idillede iştihâr eden bu şâir kable’l-mîlâd üçüncü asırda Syracuse’da vefât
eylemiştir. Kendisinden ahlâfa otuz parça eser kalmıştır ki bir kısmı Sicilya hayâtına
diğer bir kısmı hayât-ı râiyâneye dâirdir. Bunlar Idille nâmı altında toplanmıştır.
Théocrite bu tarz eşârın mûcidi add edilir. Hattâ bu vâdîde Latin şuarâsının en
bülendi olan Virgile onun pâyesine yetişememiştir.
Yukarıda isimlerini ta’dâd ettiğimiz üdebâdan Apolinus Argonautiques 110
ismindeki neşîdeyi ve Aratus o zamân mevcûd ma’lûmât-ı heyue bihi111 ve ceviyyeyi
nazmen cem’ ederek Phénoménes-Hâdisât112 ve Pronostic-İstikşâfât113 nâmında iki
eser vücûda getirmişlerdir. Bu âsâr İskenderiyye edebiyyâtının en kıymetdâr
mahsûlât-ı şiiriyyesinden ma’dûddur.
Müverrih-i şehîr Polybe:
204 târihinde tevellüd ve 122’de Mégalopolis’de114 vefât eylemiştir. Kendisi
bir takım esbâb-ı siyâsiyyeden dolayı İtalya’ya nefy edilmişti. Ve orada hayâtının on

110
“Argonautların altın postu ele geçirmek için yaptıkları seferi ve başlarına gelenleri dile getiren bu
eser günümüze kadar gelmiştir. Bu efsane daha önce de birçok şair tarafından konu alımıştı.
Apollonios’un bu şairlerden farkı ise, efsanenin tamamını ele almasıydı.” Çelgin, Eski Yunan
Edebiyatı, s.182.
111
Kelime “hey’eti güzel olan” manasını taşımaktadır. “Heyue bihi” yerine “hey’etiyye” kelimesinin
kullanımı “ceviyye” kelimesi ve bahsi geçen eserlerin isimleri açısından daha uygundur. “Heyue bihi”
kelimesi için bkz.: Halil Ahmed Amayire, Feharisu Lisani'l-Arab, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut,
1987, C.X, s.188.
112
“Phainomena (Gökle İlgili Olaylar) adlı eserde Aratos, kendi dönemindeki astronomi bilgilerini
özetlemiştir. Eser 732 mısradan oluşmaktadır.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.182
113
“Diosemeia (Gökyüzü Olayları) adlı 422 mısralık eseri ise, meteoroloji ile ilgilidir.” a.e., s.182.
114
“(Yun. he megale polis, büyük kent), Arkadia’da bir kenti Spartalılara karşı Leuktra’da kazandığı
zaferden sonra Thebaili komutan Epameinondas tarafından M.Ö. 369 ile 362 arasında kuruldu.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.591.

93
yedi senesini imrâr etti. İspanya’da, Mısır’da seyâhati, Roma’da müddet-i medîde
ikâmeti kendisine gayet münevver âfâk-ı ma’lûmât açmıştır. 146-218 târihleri
arasında [55] vukûa gelen Roma muzafferiyyâtına dâir bir târih yazmak hevesine
düştü. Maksadı bir kabîleden nasıl cihângîrâne bir kavim yetişmek kâbil olduğunu
Yunanîlere bir ders-i intibâh şeklinde göstermek idi. Hattâ bu maksada hizmet içindir
ki kendi eserine bir târih demekten ziyâde Pragmatique nâmını vermeyi daha
muvâfık görmüştür. [Pragmatique kelimesi mecelle, düstûr ile tercüme edilebilir]
Onun nazarında târih bir silsile-i vakayi’ olmaktan ziyâde bir ders-i hikmettir.
Muharrir bu eseriyle vakayi-i siyâsiyyeden istintâcâtta bulunur, hükûmet adamlarını
îkâz edecek bir tarz-ı muhâkeme ta’kîb eyler. Gerçi Thucydide de eserinde bu
nazariyyeyi ta’kîb eylemiş ise de o, istintâc edilecek hikmeti vukûâtın yanında kayd
ve işâret ederdi. Polybe’de vukûât verilmekte olan derslerin etrâfında deverân eder.
Denilebilir ki Polybe eski Yunanîlerin meşhûr Prens nâm eserin sâhibi olan İtalyan
hakîmi Machiavel kabîlinden bir sîmâsıdır.
Müverrihin ahlâkıyyâtta kâidesi hayâtta muvaffakıyyet düstûrundan ibâret idi.
Bu felsefe-i ahlâkiyye zamânımızda arivizm yani “her ne vâsıta ile olursa olsun
maksada vâsıl olmak” sûretinde hayât-ı ictimâiyyeye pek ziyâde nüfûz eylemiş bir
düstûr-ı ahlâktır ki ahlâktan ziyâde ahlâksızlığa müsteniddir. Polybe Roma
siyâsiyyâtının künhünü ve Romalılardan ziyâde nüfûz-ı nazarla görmüş ve
gördüklerinden hakikaten birer ders-i hikmet çıkarmıştır.

Beşinci Devre
Auguste’un zamân-ı saltanatından Jüstinyen devrine [B 527- K 68]’ye kadar
devâm eder. Edebiyyât-ı Yunaniyyenin bu devresi Latin edebiyyâtının taht-ı
te’sîrindedir. Roma İmparatorluğu memâlik-i [56] Yunaniyyeyi taht-ı istilâsına
geçirdiği gibi Yunan hayât-ı fikriyyesini de te’sîri altına alır. Buna da asıl sebeb
Hristiyanlıktır. Bu sebeb Yunan edebiyyâtının da mecrâsını değiştirerek onu
tamamıyla vâdî-i mezhebiyyâta sevk etmiştir.
Yunan edebiyyâtının beşinci devredeki tecellîyyâtı Latin edebiyyâtından te’sîr-
yâb olmuş görünür. Efkâr kısmen te’sîrât-ı sanem-perestîyi izhâr etmekle berâber
Îseviyyetin te'sîrâtına kapılmaya başlar. Mahsûlât-ı edebiyyede ezmine-i kadîmeye

94
âid olan feyz ve incilâ rû-nümâ olmakla berâber terakiyyât-ı târihiyye için bir devr-i
küşâyiş ibtidâ eyler. Ve müverrihînin sâha-i tetebbuâtı Roma İmparatorluğu’nun
bütün âmâcgâh-ı cevelânına intikâl etmeye başladığı için pîş-i tedkîkte gayet
semeredâr bir zemîn açılır. Anlaşılır ki müverrihînde fazla bir fikr-i tedkîk hâsıl
olmuştur. Binâenaleyh bu devrede sanat târihin hâsse-i mütemâyizesi olarak
müverrihînde bir endîşe-i cüst ü cû-kâr görüldüğünü kayd etmek îcâb eder. Bu
sûretle Yunanîlerin sanat-ı üslûbta vücûda gelen inhitâtı, Halikarnaslı Denis, Sicilyalı
Diodore, Yojséphe, Strabon, Dion Chrysostôme, Mûsevî Philon ve nihâyet
Plutarque’ın târihte gösterdikleri muvaffakıyyât ile ma’a-ziyâdetin telâfî etmiş
olurlar.
Denis d’Halicarnasse Antiquités Romaines-Roma Kadîmiyyâtı isminde
tetebuât-ı kıymetdâr ile memlû ve Romalıların ezmine-i esâtîriyyesinden başlayarak
edvâr-ı ahîresine kadar inen bir eserin sâhibidir. Müverrih, imparator Auguste
zamânında yaşadı, mîlâddan sekiz sene evvel vefâtı vukû’a geldi.
Sicilyalı Diodore - Diodore de Sicile Bibliothéque historique115 nâmında erbâb-
ı tedkîk indinde gayet hâiz-i kıymet bir eseriyle ma’rûfdur.
Müverrih Yosjséphe aslen Mûsevî olup Kudüs’te tevellüd etmiştir. [94-95]
Menkûlât-ı târihiyye-i İsrâîliyyeye âid olan Antiquités Judaïques-Kadîmiyyât-ı
Yahudiyye116 nâmındaki eseriyle meşhûrdur.
Strabon: İmparator Tiber’in zamân-ı saltanatında yaşamış ve târihten ziyâde
ilmü’l-arza müteallık âsârıyla iştihâr eylemiştir.117
Birinci asr-ı mîlâdînin hatîb-i meşhûru olan Dion Chrysostôme bi’l-hâssa
İşrâkıyyûn-Stoïcisme118 mesleğinin bir müdâfi’-i zî-iktidârı idi.

115
“40 kitaplık Bibliotheke Historike (Tarihî Kitaplık) adlı eseri efsanevî çağlardan Caesar’ın
Gallia’daki savaşlarına kadar geçen dönemi kapsayan evrensel bir tarihtir. I-V. kitaplar ve XI.-XX.
kitaplar tamamen, geri kalanlar ise fragmanlar halinde günümüze kalmıştır.” Çelgin, Eski Yunan
Edebiyatı, s.188.
116
“Ioudaike Arkhaiologia (Yahudilerin Eski Dönemleri) ismini taşıyan 20 kitaplık diğer bir eseri,
dünyanın oluşumundan İ.S. 66’daki Yahudi isyanına kadar Yahudi tarihini konu alır. Bu eser çok
değerlidir, çünkü Ahdiatik ve Ahdicedid arasında 4 yüzyıllık bir boşluğu doldurur.” a.e.
117
“Strabon, Polybios’un eserinin devamı olan 47 kitaplık bir tarih yazmıştır. Historika Hypomnemata
(Tarihî Notlar) adını taşıyan bu eserden yalnızca fragmanlar kalmıştır. Fakat Strabon asıl ününü
Geographika adlı 17 kitaplık evrensel coğrafya eserine borçludur. Yalnızca 7. kitap hariç tam olarak
günümüze gelmiş olan eser, çeşitli kavimlerin köken ve göçlerini anlatır, gelenekler, din ve
kurumlarından söz eder.” a.e., s.195.
118
“Başlıca Zénon, Chyrisppe, Epikte ve Marc-Auréle tarafından temsil edilmiş olan felsefî mektep.
Bunlarda gaye hissizlik (Apathie)dir , hayat ve ölüme karşı kayıtsızdırlar. Determinist ve panteist bir

95
Mûsevî Philon kable’l-mîlâd yirmide İskenderiyye’de tevellüd etmiştir. Âsârı
Eflâtûn’un nazariyyât-ı felsefiyyesiyle rivâyât-ı İsrâîliyyenin mezc ve kalbından
vücûda gelmiştir. Bu hakîmin felsefe-i Hristiyaniyye üzerine pek çok te’sîri vardır.
Ta’dâd edilen müverrihîn miyânında bi’l-hâssa Plutarque’dan bahs etmek
lâzım gelir. Plutarque Chéronée’de119 tevellüd etmiştir. Ahlâkıyyûn-ı Yunaniyyenin
ser-efrâzı ve üdebâ-yı hükemâ-yı kadîmenin ser-bülendi olan Plutarque gerek
meşâhîr-i muâsırîninden gerek hükemâ-yı sâbıkadan bahs ederek tenâzurât ve
mukâyesât tarzında terâcim-i ahvâl yazmakla müştehir bir muharrirdir. Hakîm
Ommonios’un talebesinden olan Plutarque memleketin gayet asîl bir âilesine mensûb
idi. Onun için büyük bir mevki’-i ictimâî işgâl [58] eder ve kendisine vezâif-i
mümtâze havâle edilirdi. Gerek tarz-ı hayâtı gerek etrâfta icrâ ettiği seyâhât-ı
mütevâlîyesi nazar-ı nüfûzuna bir sâha-i vesî’-i tetebbuat açmış bulunduğundan
hilkaten meftûr olduğu kabiliyyât-ı edebiyye fevka’l-âde bir feyz-i tenemmüv ile
tevessü’ eylemiştir.
Hayâtının bir kısmını Roma’da hikemiyyât ve ahlâkıyyâta dâir ders vermekle
geçirmişti. Fakat kırk yaşında iken memleketine avdetle âile hayâtına ilticâyı ihtiyâr
etti ve bu sıralarda Apollon ma’bedine râhib ta’yîn olundu. Her ne kadar kendine 210
parça eser isnâd ediliyorsa da ahlâfa ancak 130 eseri intikâl edebilmiştir.
Plutarque’ın terâcim-i ahvâlini120 yazdığı meşâhîr hakkında verdiği hükümleri
bir isâbet-i kat’iyye-i târihiyyeyi hâiz olmak üzere telakkî etmek biraz ihtiyâtsızlık
olur. Maa-mâ-fîh muharir tedkîk eylediği eşhâs-ı târihiyyenin teferruât-ı
ahlâkiyyesine, tabâyi’ ve emzicesine hulûl ederek hurde-cûyâne ve mûşikâfâne
tefahhusâta ibtidâr eyleyince hâme-i tahkîkine geçen sîmâları öyle bir kuvve-i i’câz

materyalizmi ve metafiziği benimsemişlerdir. Stoacı anlayışta hayat ve ölüm pek değer taşımaz.
Fazilet ihtiraslar hâkim olmaktır. Fiziği değil, ahlâkı mühim görürler. Ahlâk anlayışları sert ve
disiplinli bir yaşamayı gerektirir. Kozmopolit, evrensel ve tek bir devlet anlayışına sahiptirler.” Bolay,
a.g.e., s.377.
119
“Thebaililer ile Atinalıların Makedonya kralı II. Philippos karşısında Boiotia’da uğradıkları
yenilgiye sahne olan yer. Savaşın anısına ne zaman ve kim tarafından olduğu bilinmeyen büyük bir
aslan anıtı dikildi.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.475.
120
“Bioi Paralleloi (Paralel Hayatlar) Plutarkhos’un en önemli eseridir. Muhtemelen 105-115 yılları
arasında yazıldığı sanılmaktadır. 44 veya 46 biyografinin yer aldığı eserde önce bir Yunanlının, sonra
bir Romalının hayatı anlatılır, daha sonra bu iki kişi karşılaştırılır. Bu amaçla kişilerin ailesine, soyuna
dair bilgiler verilir, hayatları anlatılırken karakterlerinden de söz edilir.” Çelgin, Eski Yunan
Edebiyatı, s.191.

96
ile teşhîr eyler ki bu iktidâr-ı tedkîke hayrân kalmamak ve âdetâ tasvîr ettiği çehreleri
hâl-i hayâtta görüyormuşçasına te’sîr-yâb olmamak mümkün değildir.
Bir fıkrasını nakl edecek olursak Plutarque’ın nazariyyât-ı sanatı hakkında bir
fikr-i mücmel almış oluruz:

“İnsanın fazâil ve zemâimi dâimâ ahvâl-i mahdûde dâiresinde vâzıhan


görülmez. Ekseriyyet üzere küçük bir vak’a, ufak bir kelime, bir latîfe;
muhârebât-ı hûnînden, tarrâkadâr cenklerden, muşa’şa’ fütûhâttan ziyâde bir
hasîse-i tabiâti ifşâ eder. Ressâmlar müşâbeheti asl-ı tabîatın mir’ât-ı in’ikâsı
demek olan hutût-ı sîmâiyyede ve gözlerde arayıp aksâm-ı sâire-i vücûdu az
çok ihmâl [59] ettikleri gibi bize de [erbâb-ı tedkîke de] lâzım olan şey rûhun
nukât-ı muhtelifesine hulûl ve nüfûz eylemektir. Binâenaleyh bir muhârebât
ve vekâyi-i mühimmeyi kendi hâllerine bırakarak eâzımın hayât-ı
husûsiyyesine âid ma’lûmâtı te’mîn edecek tedkîkât ile iştigâl edeceğiz.”

Görülüyor ki Plutarque husûsiyyât-ı ahvâli tedkîke ehemmiyet verir. Ve bu


husûsta muvaffakıyyâtı fevkâ’l-âdedir. Hattâ Fransa hükemâ-yı meşhûresinden Jean-
Jacques Rousseau bu muharrir için: “Plutarque büyük adamları küçük şeylerle
tasvîrde gayr-ı kâbil-i taklîd bir iktidâra mâliktir ve intihâb edeceği hutûtta öyle bir
isâbet-i nazar gösterir ki bir hareketle, bir kelime veyâ bir tebessümle mevzû’-i bahs
olan kahrâmanı tamâmen yaşatır.” der. Zâten asl-ı sanat-ı tasvîr de budur.
Plutarque’ın dünyanın en güzel eserlerinden biri diye telakkî edilen mecmûa-i
terâcim-i ahvâli Shakespeare, Corneille ve Racine gibi dühât-ı üdebânın me’hûzât-ı
hakkında hemân bir menba’-i yegâne olmuştur. Plutarque’a karşı serd edilecek
yegâne i’tirâz kendisinin sanat-ı tezyîne fevka’l-âde inhimâkı olmuştur. Hattâ ba’zân
bu i’tilâ-yı sanat kendisini bir muvaffakıyyet-i üslûba büyük bir hakîkati fedâya
kadar sevk eder. Bu muharririn Âsâr-ı Ahlâkiyye nâmında bir takım nazariyyât-ı
hikemiyye ve ahlâkiyyeden müteşekkil diğer bir mecmûası da vardır.
Beşinci devrede Yunan felsefesi felsefe-i kadîme-i Yunaniyyenin taht-ı
te’sîrinde bulunmaktan ziyâde Roma’da sâha-ârâ-yı zuhûr olan tekâmülât-ı
felsefiyyenin taht-ı nüfûzuna girmeye başlar. Bu zamânlarda gerek aslen Yunanî
gerek Latin unsuruna mensûb olarak lisân-ı Yunanîde âsâr-ı felsefiyye vücûda [60]

97
getirmiş eâzım miyânında bi’l-hâssa şu üç nâmı zikr edelim: Epictéte, Arien, Marc
Auréle.
Hakîm-i şehîr imparator Néron’un 121
nedîmi, Epaphrodite’in esîri idi.
Meşhûrdur ki zulüm ve i’tisâf ile muttasıf olan sâhibi bir gün cezâen Epictéte’in
ayağını mengeneye koyarak işkenceye başladığı zamân o hiç feryâd ve nâleye
tenezzül etmeyerek yalnız kemâl-i sükûn ile “Kırılacak!” demiş ve fi’l-hakîka son
dereceye kadar i’tidâl-i demini muhâfaza ederek ayağı kırılınca: “Gördün mü, ben
sana söylemedim mi?” sözlerini ilâve eylemiştir.
Bu hakîmin musâhabâtını Arien toplamıştır. Kendisinin başlıca nazariyye-i
felsefiyyesi: “Mukâvemet et, tahammül et, mücânebet et!” idi.
Yine derdi ki:

“Ben bir akıldan ibâretim. Bütün vücûdum ondan müterekkibtir. Sâat-i


tevellüd ve vefâtım, ilel ve sakatâtım avârızdan ibârettir. Hayât bana teveccüh
etmiş bir vazîfedir ki ben ancak onu îfâ ile mükellefim. Bu hükme kemâl-i
mutâvaatla münkâd olmak yaraşır. Ne şekvâ ne de i’tirâz! Yâ topal, yâ
hükümdâr veyâ sâil olalım. Bize tahsîs olunan mukadderâta göre kanâat
gösterelim: Zîrâ îfâ-yı vazîfe mükellefiyyeti bize, ta’yîn-i vazîfe kuvveti
ma’bûdlara âiddir.”

Arien Slavius, İskender-i Kebîr’in Anabase 122 nâmıyla gayet kıymetdâr bir
târihini yazmış ve ikinci asr-ı mîlâdîde yaşamış bir muharrirdir.
Ta’dâd eylediğimiz üç isimden en ziyâde şâyân-ı dikkat olanı Marc Auréle’dir.
Kendisi Roma imparatorlarının en ziyâde fazâil-i ahlâk ile [61] mümtâz olanlarından
biri idi. Muvaffakıyyât-ı siyâsiyyesi Roma tahtgâhını tehdîd eden akvâm-ı
vahşiyyeye gösterdiği mukâvemet ile sâbittir. Saltanatı bade’l-mîlâd 161-180’e kadar
imtidâd etmiştir.

121
“M.S. 54-68 arasında hüküm süren Roma imparatoru. Neron oldukça yetenekli biriydi, resim çizer,
renkli tablolar, heykeller yapar, şarkı söyler, şiir yazardı. Sanatı koruması, (ara sıra kendisinin de
katıldığı) müzik ve tiyatro yarışmalarını özendirmesi, senatötler sınıfını çok kızdırdığı için halkça
sevilmeyişinin de başlıca nedeniydi.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.641.
122
“Arrianos’un tarih eserleri içinde en iyisi, İskender’in Anabasisi’dir. Bu eser, Eski Çağdan kalan,
Büyük İskender’le ilgili eserlerin en iyisidir. Eser, yalnız Büyük İskender’in Asya’ya yaptığı seferi
anlatmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda, Büyük İskender’in tahta çıktığı andan, ölümüne kadar
olup biten bütün olayları vermektedir. Arrianos, bu eserinden güvenilmez kaynakları (sophistliğin
egemen olduğu bu dönemde bu güvenilmez kaynaklar büyük rağbette olduğu halde) tereddüt
etmeksizin dışta bırakmıştır.” Yonarsoy, a.g.e., s.155-156.

98
Marc Auréle’in felsefe ve edebiyyât hakkında mevcûd olan ibtilâ-yı fıtrîsi
kendisini lâyih-i hâtırı olan bazı mütâlaât ve ihtisâsâtını sıra düştükçe zabt ve kayda
sevk eylemiştir. Bu sûretle vücûda gelen eserine Kendi Kendine nâmını vermiştir. Bu
ser-â-pâ, her zamân ve herkes için düstûr-ı hareket ittihâz olunacak hakâyıkla mâlî
bir eser-i nefîstir. Meselâ der ki:

“Antonine gibi benim de müvellidim Roma’dır. Fakat insân sıfatıyla vatanım


bütün arzdır. Hepimiz hem-şehrîyiz. Birâderiz. Mâdem ki aslımız birdir,
yekdiğerimizi sevmeliyiz.”

Marc Auréle insânlara dâimâ müsâvât ta’lîm eyler ve der ki:

“İskender ve seyisi öldükten sonra aynı mertebededirler. Her ikisinin de


zerrât-ı vücûdiyyesi yâ anâsır-ı müvellideye karışmıştır; yâ eczâ-yı lâ-
yetecezzâ-yı kâinâttan gâib olup gitmiştir.”

Ölüm hakkındaki mütâlaası da şu fıkrasıyla hulâsa edilebilir:

“Kemâle gelmiş bir zeytin nasıl ağacından iftirâk ederse insân da hayâttan
öyle ayrılmalıdır. Zeytin kendisini irzâ’ eden murziayı takdîs ederek arza
sukût eder.
Yâ üç sene veyâ üç ömr-i beşer miktârı yaşamak neye yarar, eğer dâire-i
cevelân mahdûd ise ve neye yarar o dâire-i cevelânda hayâtı dâimâ koşmakla
geçirmek lâzımsa, eğer bu koşmaktaki netîce bîsûd ise.
Ölmek hayâta âid bir fiildir. Terekkübât-ı cihânda ölmek de doğmak [62] gibi
bir hükm ve vazîfe mâhiyyetindedir. Ölüm belki de sâdece bir tahavvülden
ibârettir.
Ey insân! Sen büyük bir beldenin bir sâkinisin; onu bir kalb-i müsterîh ile terk
et! Dikkat et ki senin mukadderâtına hükm eden ve harekâtını idâre eyleyen
kuvvet bir hiddet ve infi’âl izhâr etmiyor.”

Bu asrın üdebâsı miyânında Lucien’i tarîk-i hicv ve hezlde iktisâb-ı şöhret


etmiş olmak üzere kayd edelim. Yine bu şâirin feyz-i sanatıyla tekemmüle yüz tutan

99
hikâye İskenderiyye edebiyyâtının edvâr-ı evveliyyesinden başlayarak bütün Roma
saltanatında devam ede ede güşâyiş-yâb olur ve bu devirde halkın garâib ve acâibe
olan meyelânı târihe âid vukûâtın tahrîfen tasvîr olunmasına sebebiyyet verir.
Ekseriyyet üzere hikâyelerde intihâb edilen zemînler hükümdârânın, hükemânın
ahvâline dâir efsâne-âmîz şeylerdi. Bu sûretle vücûda getirilmiş âsâr lâ-yuadddır.
Hele isimleri mechûl kalmış veyâ nâm-ı müsteâr ile neşr-i âsâr eylemiş muharrirler
tarafından vücûda gelen eserler kütübhâneler doldurur.
Lucien ikinci asırda yaşamış ve Muhâberât-ı Emvât ve Târih Nasıl Yazılır?
nâm eserleriyle temâyüz eylemiştir.
Roma’nın ahvâl-i hayâtiyyesini hezl-âmîz bir vâdîde tasvîr etmekle dahî iştihâr
etti. Ve bu sûretle vücûda gelen âsârı miyânında Mürekkeb nâmı verilen eseri pek
ziyâde meşhûrdur. Bu muharrirlerden mâ-adâ Porphyre, Jamblique, Philostrate,
Eunape ve bi’l-hâssa hikâyât-ı âşıkâne tahrîrinde iktisâb-ı şöhret eden Héliodore,
Longus şâyân-ı kayddır.
[63] Gayet velûd bir muharrir olan hikâye-nüvîs Porphyre pek derin bir
hikmetle muttasıf idi. Bu asrın muharrirîni miyânında meziyyât-ı kadîme-i
hikemiyye ve fikriyyeye en ziyâde vâris bulunan odur. [233-304] İskenderiyye’de
tevellüd eylemiştir.
Jamblique:
Kezâlik ikinci asır muharrirînindendir. Suriye’de doğmuş olan bu şâir
Babyloniques-Bâbiliyyât nâm eseriyle ma’rûfdur.
Hikâye-nüvîs Philostrate:
[175- 249] Limni’de tevellüd etmiştir.
Eunape:
[347-420] Alaşehir civârında tevellüd eylemiş ve Hükemâ ve Bülegâ Terâcim-i
Ahvâli nâm eseriyle tanınmıştır. Her ne kadar bir çok âsâr-ı târihiyye vücûda
getirdiği mervî ise de bunlardan ahlâfa hiç biri intikâl edememiştir.
Héliodore üçüncü asrın hikâye-nüvîslerinden olup Théagène et Chariclé 123
nâm eseriyle şöhret almıştır.

123
“4. yy. ortalarında yazılmış gibi görünmektedir. Bu roman, son eski romandır. Bu romanda
Theagenes ve Khariklea adlı iki sevgilinin başından geçenler anlatılır. Karada ve denizde çıkan

100
Fakat ahlâf nezdinde bu muharrirden daha ziyâde iştihâr eden beşinci asr-ı
mîlâdî hikâye-nüvîsânından Longus’dur. Daphnis et Chloé 124
nâm eseriyle
meşhûrdur. Üslûbunda bir rikkat-i râiyâne vardır. Tasvîrât-ı âşıkânede ba’zân perde-
bîrûnluğu iltizâm etmekle berâber bunu üslûbunun zarâfet-i edâsına, fikrinin mişvâr-ı
sâf-derûnânesine bağışlamamak mümkün değildir.
Yine bu asır esnâsında efsâne, tekâmülât-ı mütederricesine devam ederek bi’l-
hâssa Babriun125 ile vâsıl-ı mertebe-i kusvâ olur ve terbiye-i fikriyye ve ahlâkiyyede
en mühim vesâitten biri olmak ehemmiyetini iktisâb eder.
Üçüncü asr-ı mîlâdî ricâl-i üdebâsından olan Ésope 126 nâm hakîmin lisân-ı
nâsta deverân eden efsânelerini cem’ ve telfîk etmiş olmakla müştehirdir.
[64] Manzûmât-ı ihbâriyyede Oppien nâm şâirin -ki ikinci asrın bir üstâdı idi
ve bi’l-hâssa şikâr ve sayda dâir manzûmeleriyle kesb-i temâyüz eylemişti- feyz-i
sanatıyla güşâyiş-yâb olur.127
Bu devrin felsefesi İskenderiyye mekteb-i hikmeti sâyesinde fikr-i beşere
muşa’şa’ bir ufk-ı tedkîk açar. Bu mekteb-i felsefîye mensûb olan hükemâ miyânında
bi’l-hâssa mesleğin asıl bâni ve muhibbîsi tanılan Plotin ile berâber Ammonius
Sacas, Proclus, Longin felsefenin i’lâ-yı kadrine en ziyâde hizmet eden hükemâdır.

fırtınalar, soygunlar, savaşlar, ihanetler ve başka birçok engeller, çözümü, yani iki sevgilinin
evlenmesini geciktirir.” Yonarsoy, a.g.e., s.168.
124
“Bu romanda Mytilene’de, kırsal bir ortamda, çoban aileleri tarafından beslenip büyütülen, teşhir
edilmiş iki çocuk arasında sevgi duygusunun gelişmesi izlenmektedir. Bu eser Rönesans’ta ve daha
sonraları çok sevilmiş ve okunmuştur. Eser bir çok Batı diline çevrilmiştir.” a.e.
125
“Yurdu ve hayatıyla ilgili olarak hiçbir şey bilinmemektedir. Babrios’un koleksiyonu kholiambosla
yazılmış, 123 öykü içermekte ve muhtemelen düzyazı ile yazılı, Aisopos fablları koleksiyonuna
dayanmaktadır. Çünkü bütün tem’alar Aisopos geleneğinden alınmıştır. Babrios’un şiir gerçekte
mısralarla yazılmış düzyazıdır. Bununşa birlikte, Babrios’un mythiamboslarının şiir değeri ne olursa
olsun, bunlar çocukların eğitiminde o kadar çok kullanılmıştır ki, kısa zaman içinde klasikleşmiştir.”
Yonarsoy, a.g.e., s.148.
126
“Yunan fablları geleneksel yazarı. Heredotos’un daha M.Ö. 5. yüzyılda hakkında bilgi sahibi
olduğu Aisopos’un hayat hikâyesi yakıştırma öykülerle doludur. Aisopos’un Trakya’dan geldiği ve
M.Ö. 6. yüzyılın başlarında Samos (Sisam) adasında köle olarak yaşadığı doğru görünmektedir.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.24.
“Aisopos, fabl türünün yaratıcısı olarak kabul edilmekteyse de bu masalların kökeni muhtemelen daha
eskiye dayanmaktadır. Başlıca sözlü olarak ağızdan ağıza doşalan masallar, VI. yüzyılda Aisopos
tarafından yazıya geçirilmiştir. Yunan nesrinin en iyi örneklerinden olduğu ileri sürülen bu öykülerde
kahramanlar çoğu kez hayvanlardan seçilmiştir, ancak yazar, insana özgü kötülük ve zayıflıkları
hayvan görüntüleri içinde eleştirmektedir.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s. 58.
127
“5 kitaplık Halieutika (Balık Avına Dair) isimli eserinde, balıkları tasvir eder ve balık avı
çeşitlerini anlatır. Ona ait olduğu sanılan Kynegetika (Avcılığa Dair) adlı eser ise aslında İ.S. III.
yüzyılda Syria’daki Apameia’da yaşamış olan başka bir Oppianos’undur.” a.e., s.208.

101
Hakîm-i şehîr Plotin Mısır’da müteesses bir Romalı âileye mensûb idi. [205-270]
Başlıca esâs-ı felsefîsi temâşâ ve istigrâk, vecd ve gaşy ile rûhun feyz ulûhiyyetten
hisse-yâb olacağı fikrine hâdimdi 128 . Ammonius Sacas kezâlik Néo-platonicien 129
mekteb-i felsefîsine mensûbtur.
Proclus bazı âsâr-i hikemiyye hakkında yazdığı şerhlerle iştihâr etmiştir. Palmyre130
melikesi Zenobie’nin 131 vüzerâsından olan Longin 132 Mehbas-ı Ulviyyet 133 nâm
eserin sahib-i zî-kemâlidir. Lakin felsefe bu sûretle tekâmülât-ı mütevâliyesini ta’kîb
etmekte iken sanat-ı târih henüz emeklemek üzeredir. Bu zamânın az çok mütemâyiz
müverrihîninden olmak üzere Diogéne de Laérte, Dion Casisus, Herodied, Ahténée
nâm müverrihîni zikr etmek îcâb eder. Dion Casisus hâlâ bugün dahî mu’teber bir
Roma târihi ile temâyüz etmiştir. 155 târih-i mîlâdîsinde tevellüd eylemiş idi.

128
“Plotinos, felsefî prensiplerine uygun yani, mutlak olarak askatik (münzevi, riyazetçi) bir hayat
sürmüştür. Uykuyu ve yiyeceği mutlak olarak en ölçüye indirgemiş, et yemekten kaçınmış,
evlenmemiş, heykelinin dikilmesi önerisini kabul etmemiştir. Plotinos, felsefesinin tek amacını, tanrı
bilgisi olarak sınırlamakla kalmaz, fakat aynı zamanda en yüksek bilgi derecesine akılla değil, vecd
haline girmekle ulaşılabileceğini öne sürer.” Yonarsoy, a.g.e., s.171.
129
“M.S. 270 yılında ölen Plotin’in Eflâtun’un (Platon) ideler nazariyesine dayanarak ortaya attığı
mistik bir felsefe. Bu felsefe Stoacı ve Epikürcü materyalist felsefeye karşı çıkış ve Eflâtun’un idealist
felsefesine bir dönüş olarak kabul edilir. Plotin’e göre, dünyanın ulvî kaynağı ‘bir-Vâhid’dir. O,
çokluktan uzak, değişmemiş, başkalaşmamış, sırf birlik ve vahdettir. Plotin’in Roma’da kurduğu bu
felsefe Jamblikos ile Suriye’de, Proclus tarafından da Atina’da bir mektep halinde temsil edilmiştir.
Yeni Eflâtunculuk bir varlık ve bilgi nazariyesi olmaktan çok mistik bir hukuk ve devlet felsefesidir.”
Bolay, a.g.e., s.463-464.
130
“Suriye ile Babil arasında bir vahada yer alan ve Babil ticaretini örgütleyen antikçağ kenti.”
Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.684.
131
“M.S. 2. yüzyıldan beri Roma hükümdarlarının koruması altında gönenen Suriye’deki kent devleti
Palmyra’nın hükümdarı Odaenathus’un karısı. Büyük olasılıkla kendisinin öldürdüğü kocasının
ölümünden sonra tek başına tahta oturdu ve yayılma savaşlarına girişti. 217’de oğlunu Augustus ilan
edince imparator Aurelanius Anadolu’yu yeniden ele geçirdi, bir dizi savaştan, zorlu bir kuşatmadan
sonra Palmyra’yı fethetti, kraliçeyi ve oğullarını tutsak aldı. Palmyra tamamıyla yıkıldı, kraliçe
Aurelanius’un zafer alayında teşhir edildi.” a.e., s.1004.
132
“Seçkin bir Yunanlı sözbilimci ve filozof. Yücelik Üzerine başlıklı incelemenin yazarı varsayılan
Longinos’tan ayırmak gerekir. Yeniplatoncuydu, Atina’da ders verdi, Porphyrios’da öğretmenlik
yaptı. Ömrünün son yıllarında Palmyra hükümdarları Odaenathus ile Zenobia’nın en önemli
danışmanı oldu.” a.e., s.553.
133
“Yücelik Üzerine, Yunan edebiyat eleştirisinin seçkin yapıtlarından biri. Üçte biri kayıptır, ne
yazarı, ne de yazıldığı tarih bilinir. İçerdiği kronolojik veriler yapıtın Longinos’a mal edilmesini
engeller ve M.S. I. yüzyılda kaleme alındığına işaret eder. (Pseudo-Longinos [Sahte Longinos] adıyla
da anılan) yazar, yapıtının Kaikilios Kalaktinos’un M.Ö. I. yüzyılda yazdığı aynı başlıklı bir
incelemeye yanıt niteliği taşıdığını söylemektedir. ‘Longinos’ Kaikilios’un yüceliği anlatmada
yetersiz kaldığı, özellikle bu kavramın barındırdığı coşku ögesini yeterince önemsemediği
kanısındadır.” a.e.

102
[65] [170-240] Târihine kadar yaşamış olan Herodied, Marc Auréle’den
başlayarak Gordien’de nihâyet bulan bir Roma târihi yazmıştır.134 Münakkah ve zarîf
bir üslûbu vardır.
Mısır’da tevellüd eden ve üçüncü asır müverrihîninden olan Ahténée Ziyâfet-
kede-i Sofistaiyyûn 135 nâmında ve nazariyyât-ı felsefiyye-i muâsırînini tedkîk ve
tahlîl sûretinde mühim bir eser vücûda getirmiştir.
Diogéne de Laérte ikinci asır müverrihîninden olup felâsifenin terâcim-i
ahvâlini zabt ve kayd eylemiş ve bu sûretle vücûda getirdiği esere hükemânın
husûsiyyât-ı ahvâline ve efkâr ve nazariyyâtına dâir bir çok menkûlât ve rivâyât
îrâdıyla bir kıymet-i fevka’l-âde bahş eylemiştir.136
Yine bu sıralarda Atina’da bir mekteb-i cedîd-i edebî vücûda gelmeye
başlayarak bi’l-hâssa Thémistus, Libanius kabîlinden üdebâ sâyesinde iktisâb-ı
ehemmiyet eylemiştir. Bu mekteb-i cedîd-i edebî menba’-i feyzini Roma’dan alır ve
ale’l-umûm Yunan edebiyyâtında temâyülât-ı müteceddidânenin yavaş yavaş
tegallüb eylediği görülür.
Antakya’da tevellüd edip 314-391 târihine kadar yaşayan Libanius hitâbet ve
fesâhatte bir iktidâr-ı bülend sâhibi idi.
Thémistus dahî dördüncü asıra bahş-i şeref eden fusahâ ve felâsifedendir. Artık
bu sıralarda Yunan edebiyyâtının Garb sâha-i irfânına hulûl için mesâîsi akim kalır.
Ve bu devrede edebiyyât-ı Yunaniyyenin kendi kuvâ-yı hayâtiyyesinde bir nümâ-yı
tâmm âsârı meşhûd olmayarak bi’l-akis efkâr-ı üdebâ ve hükemâ devre-i tevakkuf
içinde gûyâ hâl-i muattaliyyete mahkûm olmuş görülür. Ve ayânen hiss edilir ki

134
“Tes Meta Markom Basileias Historiai (Marcus’tan Sonra İmpratorluk Tarihi) adlı 8 kitaplık
eserinde, Marcus Aurelius’un ölümünden (180), III. Gordianus’un tahta çıkışına (238) kadar geçen
dönemi konu almıştır. Yazarın anlattığı olaylara çağdaş olması, eserine ayrı bir önem kazandırmakta;
fakar, hitabate çok fazla yer vermesi değerini azaltmaktadır.” Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, s.191.
135
“Deipnosophistai (Sophistlerin Şöleni) adındaki eserini tahminen Commodus’un ölümünden sonra
yazmıştır. Antik çağ yazarlarından birçok değerli alıntıyı içeren eser (700 yazar ve 1500 eserden söz
eder) ilginç anekdotlar ve gözlemlerle doludur. Çeşitli konular, fakat özellikle gastronomi ele
alınmıştır. Antik çağda bilim, edebiyat tarihi, gelenekler, felsefe, hukuk, tıp gibi değşik konularda
verdiği bilgiler açısından çok değerlidir.” a.e., s.204.
136
“Antikite’den bize kalan tek felsefe tarihi, Kilikia’daki Laerte’den Diogenes’in ‘Bioi kai Gnomai
ton en Philosophia Eudokimesanton’dur (Ünlü Filozofların Hayatları ve Kanaatları). Yazar, gerek
yazarlık yeteneği, gerek yargı gücü bakımından üstün bir durumda değildir. Bununla birlikte eseri,
içerdiği bilgiler nedeniyle çok değerlidir. Diogenes bütün felsefe okullarını incelemekte ve Thales’ten
Epikuros’a kadar her bir filozof hakkında kısa bir hayat öyküsü, öğretisinin özetini ve eserlerinin
listesini vermektedir. Diogenes birçok defa anekdotlar ve şakalar da vermektedir.” Yonarsoy, a.g.e.,
s.171.

103
kendi mebba-i hayâtından iktisâb-ı kuvvet [66] edemeyerek mahkûm-ı atâlet olan
edebiyyât-ı Yunaniyye bir başka ufuktan gelen nesîm-i feyzin nefehât-ı
hayâtiyyesiyle ve başka bir zamânda canlamaya başlar. Bu nefha-i hayât ile
edebiyyât-ı Yunaniyyede ser-tâ-pâ hükümrân olan sanem-perestînin yavaş yavaş
fikr-i ulûhiyyeti telkîn eylemeye başlayan Îseviyyete terk-i mevki’ eylediği
müşâhede olunur.
Şark’ta âbâ-i kenîsa elinde edebiyyât ve felsefe öyle bir devre-i güşâyişe girer
ki Hristiyanlığın asıl cevelân-ı zuhûru olan yerlerde aynı isti’dâd-ı i’tilâyı bulmak
mümkün değildir.
İkinci asırdan beşinci asıra kadar devâm eden fâsıla-i edebde St. Jean, St.
Justin, St. Clément, St. Basile, Grégoire de Nazianze, Origéne, Chrysostome,
Grégoire de Nysse ve nihâyet Synésius, St.Epiphane ve sâire kabîlinden rehâbîn
nazariyyât-ı Hristiyaneyi Eflâtûn ve Démosthéne’in lisânına lâyık bir üslûb-ı nezîhe
ve güzîde ile neşr ve ta’mîme başlarlar. Ve ilâve edelim ki Hristiyanlığa dâir olan
ahkâm bu eizze-i nasârânın nazariyyâtına ibtinâen teessüs eylemiştir.
St. Justin martyre yani din uğrunda terk-i hayât eden mazlûmîn-i
Hristiyaniyyedendir. Din-i Îsevinin Medîhası nâmıyla bir eser vücûda getirmiştir.
165 senesinde vefâtı vukû’ bulmuştur.
St. Clément 91-100 târihinde papalık makâmını ihrâz etmiş eâzım-ı
rehâbîndendir.
St. Basile [329-379] ahlâka ve ahkâm-ı Îseviyyete dâir muharrerât-ı adîde
sâhibi ekâbir-i esâtîze-i Hristiyaniyyedendir. 137 369-389 târihleri arasında yaşamış
olan St. Grégoire de Nazianze bir çok merâtib-i [67] âliyye-i diniyyede bulunmuş
mücâhidîn ve eizze-i Nasârâdandır. Lakin nihâyet mücâhedât-ı mezhebiyyeden
çekilerek Homélie yani Medâyih-âmîz Mevâiz-i Diniyye138 vücûda getirmiş olmakla
temeyyüz eylemiştir.

137
“Büyük Basileios, birçok ve önemli eserler yazmıştır. Bunlar teolojik içerikli nutuklar, risaleler ve
mektuplardır. Yazarın ‘Pros Tous Neous, hopos an eks Hellenikon Ophelointo Logon’ (Eski Yunan
Yazılarından Yararlanmaları İçin Gençlere) adlı eseri, Grek edebiyatının değerini takdir etmekte ve
bunun karşısında Hristiyanlığın durumunu tesbit etmeye çalışmaktadır.” a.e., s.178.
138
“Gregorios nutuklar, mektuplar ve şiirler yazmıştır. Nutukları arasında en ünlü olanlar, sayıları beş
olan ‘Theologikoi’dur. Bu nutukları İstanbul’da vermiş ve bu nedenle kendisine ‘Theologos’
(Tanrıbilimci) denmeye başlanmıştır.” a.e.

104
Kezâlik Origéne [185-254] dahî medîha-nüvîsân-ı Nasârâdan olup âsârı
kıymet-i mümtâze-i edebiyyeye mâliktir.139
Fesâhatiyle meşhûr olan St. Jean Chrysostome [346-407] Kostantiniyye patriki
idi ki şâyân-ı hayret mevâiz140 bırakmıştır.
St. Grégoire de Nysse [230-400] âbâ-i kelîsâdan ve mantıkının sıhhatıyla
müştehir hükemâ-yı Hristiyaniyyedendir.141
Filistin’de tevellüd etmiş olan St.Epiphane 310-403 târihleri arasında yaşamış
âbâ-i kenîsadandır.
Synésius [365-410] felsefî hikâyât, bir çok kasâid ve muhtelif mekâtîb ve âsâr
ile tanınmış velûd bir hakîm-i edîb idi. Ahlâf nezdinde Synégétique ismindeki
kasîdesi ve Kellik Medîhası nâm risâle-i hezliyyesiyle tanınmıştır. Lakin bi’l-âhire
iştigalât-ı edebiyyeden vazgeçerek ve bütün bütün ruhbâniyyete sülûk ederek bu
meslekte merâtib-i âliyyeye irtikâ eylemiştir.142

Altıncı Devre
Justinien’in devr-i saltanatından başlayarak Kostantiniyye’nin Osmânlılar
tarafından fethine kadar [527-1453] imtidâd eder. Bu devre edebiyyât-ı atîka-i
Yunaniyyenin en uzun devresi olmakla berâber edebiyyât-ı Yunaniyyenin safahât-i
ihtizârını irâe eyler. Efkâr-ı halkta idâme-i zulmet tarafdârı olan Justinien memâlik-i
Yunaniyyedeki mekâtibi sedd ile esâtîze-i [68] belâgat ve felsefeyi tard ve teb’îd

139
“Origenes çok önemli eserler yazmıştır. Bunların içinde en önemlileri şunlardır: Eski Ahd’in
metninin onarılmasına hasredilen ve ‘Ta Eksapia’ Hristiyanlık dogmasının ilk yazım denemesini
oluşturan ‘Peri Arkhon’ (Otoritelere Dair) ve içinde Yeni Platoncu filozof Celsus’un ‘Alethes Logos’
(Doğru Söz) adlı eserinde içerilen Hristiyanlık aleyhindeki suçlamaları çürüttüğü ‘Kata Kelsou’
(Kelsos’a Karşı) Celsus’un söz konusu eseri kaybolmuştur, fakat Origenes’in çürütme çabalarından,
bu eserle ilgili, hemen hemen tam bir fikre sahip olmak mümkündür. Origenes kutsal kitabın çeşitli
kitaplarına skholia (şerhler) ve hypomnematalar (notlar) yazmıştır.” a.e., s.176.
140
“M. S. 386’da piskopos kendisini rahip olarak atmış, kendisine Antiokheia (Antakya) kiliselerinde
vaizlik görevini emanet etmiştir. Khyrysostomos belagati ve erdemiyle o denli ün kazanmıştır ki,
İstanbul piskoposluk makamı boşalınca İmparator Arkadius ve Başbakanı Eutroios bu mevki için en
uygun kişinin Khyrysostomos olduğuna karar vermişlerdir.” a.e., s.179.
141
“Birçok eser yazmıştır. Bunların en zikre değer olanları ‘Ho Megas Katekhetikos Logos’ (Soru
Cevap Metoduyla Öğretme Yöntemiyle İlgili Büyük Yazı) ve ‘Peri Parthenias’ (Bakireliğe Dair), ‘Ta
Makrineia’ adlı risalelerdir. Bu son yazı yazarın ölmek üzere olan kızkardeşi Makrine ile yaptığı
konuşma ile ilgilidir, diyalog şeklinde yazılmıştır.” a.e.

105
eder ve bu sûrîyle asırlardan beri Yunanîlerin gıdâ-yı ma’nevîsini teşkîl eden ezvâk-ı
edebiyye ve felsefiyyeye ale’l-umûm mümaresât-ı fikriyyeye mühlik bir darbe vurur.
Aynı tarîk-i inhitâtı ta’kîb eden Roma hukûku ile mu’tekadât-ı mezhebiyyesi
de Şark imparatorluğuna intikâl eyleyerek burada vücûda gelen sâha-i irfânda efkâr,
hurde-cûluğa dökülür ve bî-nihâye mücâdelât ve münâkaşât arasında gâib olup gider.
Denebilir ki bu devrede kâbiliyyet-i ihtirâ’ ve ibdâ’ tamâmıyla sönmüştür. Zemîn-i
fikr ve edeb hiç bir feyz-i nevîn ile tenemmüv göstermez, felsefe tamâmıyla
münâkaşât-ı mezhebiyye ve hikemiyye vâdîsine dökülür.
Nazariyyât-ı meşşâiyyûnun menkûlât-ı Hristiyaniyye ile tatbîk ve temsîli
sûretine inkılâb eden sanat-ı hitâbet bî-hûde bir takım münâkaşât ile kürsî-i
mev’izeyi işgâl eder. Altıncı asırdan on birinci asıra kadar nâmı ahlâfa şâyân-ı intikâl
ne bir hatîbe ne de bir hakîme tesâdüf edilir. Buna mukâbil müverrih nâmı altında
hâdisât-ı rûz-merreyi zabt ve kayd eden bir takım vakâyi’-nüvîsâna, terâcim-i ahvâl
yazmakla iştigâl eden şâyân-ı ihmâl ve müsâmaha bir çok erbâb-ı tahrîre tesâdüf
edilir. Bu zamânın bütün müverrih nâmını taşıyan erbâb-ı kalemi asıl hedef maksûd
olmak lâzım gelirken hikmet-i târihi ihmâl ederek küçük küçük vak’alarla uğraşır.
Hele en büyük emelleri tuhaf ve zarîf fıkralar bulup nükte-perdâzlık zemîninde ibrâz-
ı mahârete mühasır kalır. Bu miyânda Zosime, Procope, Zonaras, Génesius, Léon le
Diacre, Anne Comméne, Grégoras, Nicholas Calchondile şâyân-ı tezkârdır. Erbâb-ı
lisân miyânında da Eustache, Tjetjes, Pladude, Gaza, Lascaris nâmlarını zikr etmek
kifâyet eder.
[69] Zosime:
Esâtîr-perest idi. Beşinci asr-ı mîlâdî erbâb-ı kaleminden olup Histoire
Nouvelle-Târih-i Cedîd nâmıyla imparatorların -Auguste’dan başlayarak dört yüz
yirmi beş târihine kadar cereyân eden vukûâtı hâvî olmak üzere- bir târihini vücûda
getirmiştir ki sıhhat, vuzûh, hulûs-i niyyetle yazılmış bir eserdir.143 Muharrir esâtîr-
perest olduğu için Roma imparatorluğuna âid olan inhitât-ı şevket ve mikneti
Hristiyanlığın intişârına haml eder.

143
“Yunanca yazdığı tarihi dört kitaptan oluşur ve Augustus’tan M.S. 410’a (Vizigotların Roma’yı
yağmalamasına) kadar uzanan Roma imparatorluk tarihini konu alır. I. Kitap ilk üç yüzyılın olaylarını
özetler, 2-4. Kitaplar 4. Yüzyılı, çzellikle M.S. 395-410 arasını ayrıntılarıyla işler ve o dönem için en
önemli kaynaktır. Çoktanrıcı olan Zosimos imparatorluğun gerileyişini eski tanrılardan
vazgeçilmesine bağlar.” Oxford Antikçağ Sözlüğü, s.1008.

106
Tercümeler, şerhler ulûm ve fünûn-ı mevcûdenin en muğlak yâhûd en vâhî
nukâtı hakkında tetebbuât ve türlü münâkaşât ile tafsîlât… İşte bu on asır içinde
Yunan irfân ve zekâsının mel’abe-i bî-sûdu. Fakat yine şâyân-ı teşekkürdür ki
edebiyyât-ı kadîme-i Yunaniyyenin bütün feyz ve kemâli ezmine-i mutavassıtanın
zalâm-ı cehli içinde mahv ve tebâh olmaktan kurtulabilip Bizans sûrları arasında
hâl-i mü’miniyyette kalabilmiştir. Bu münâsebetle Kostantiniyye’nin fethini
müteâkıb muhâcirîn-i Yunaniyye bu metrûkât-ı irfânı Garb’a nakl etmiş ve bu sûretle
memâlik-i Garbiyye’de Rönesans-Tecdîd-i Hayât devresini ihzâr etmiştir.

Yedinci Devre
Yunanîlerin feth-i Kostantiniyye’den sonra geçirmiş olduğu devredeki
muvaffakıyyetleri yalnız lisânlarını muhâfaza etmiş olmalarıdır. Taganniyât-ı halkta
karndan karna intikâl eden rivâyâtta tahrîbât-ı zamândan masûn kalan lisân bi’t-tab’
az çok tahavvülâttan geçe geçe bütün silsile-i a’sârı aşarak Yunan-ı kadîmin
vârislerine kadar intikâl edebilmiştir. Lakin on altıncı asırda Chrysoloras’ın
tetebbuât-ı lisâniyyesiyle [70] Dosithée’nin târihini, on yedi ve on sekizinci asırlarda
da Fransızca ve İtalyancadan tercüme edilen bir takım âsârı kayd ve tezkâr eylersek
bu zamânın bütün hayât-ı irfânını ikmâl etmiş oluruz. Fakat Yunanistan’ın ihrâz-ı
istiklâliyyetinden sonra tecellîyyât-ı fikriyye bir cevelân-ı nev-hayât iktisâb
eyleyerek yine merkezi Atina’da olmak ve oradan bütün lisân-ı Yunanî ile
mütekellim olan akvâm arasına intişhar etmek üzere bir hareket-i cedide-i edebiyye
ibtidâ eyler.
Muharrirîn-i müteahhire-i Yunaniyye en ziyâde tetebbuât-ı târihiyye ve
lisâniyyede âsâr-ı muvaffakıyyât gösterdiler.
Tedkîkât-ı lisâniyyede Coray, Azopios, Piccolos; tetebbuât-ı târihiyyede
Pappado, Poulo Vreto, Philippidis, Perraebos, Soutzo, Sourmelis, Schinas, Rangabé
nâm muharrirîn şâyân-ı tezkârdır. Bunlardan başka vâdî-i nazm ve şiirde, hikâye ve
temâşâda bir çok muharrirler vücûda gelmiş ve gerçi bunlar miyânında üdebâ ve
şuâra-yı kadîme ile hem-pâye yâhûd eâzım-ı dühât-ı Garb ile mümkinü’l-mukâyese
sîmâlar henüz zuhûr etmemiş ise de edvâr-ı ahîrede inkişâfât-ı edebiyye dâimâ bir
meyl-i i’tilâ ta’kîb ede ede mâzî ile berâber irtibât teşkîl edemese bile edebiyyât-ı

107
cedîde-i Garbiyye’nin civâr-ı tekemmülünde oldukça bir mevki’ işgâl etmek
kâbiliyyetini almak üzeredir. Edebiyyât-ı cedîde-i Yunaniyye tamâmen ayrı bir fasl-ı
mütâlaa teşkîl eylediğinden buna bi’l-âhire sıra gelince avdet olunmak üzere şimdilik
bu noktada tevakkuf îcâb eder.

108
SONUÇ
Bu çalışmada Halit Ziya’nın Darülfünun’da Batı Edebiyatı Tarihi’ne giriş
olarak verdiği Yunan Edebiyatı Tarihi dersinde öğrencilerin tuttuğu notların
basılmasıyla oluşan metin üzerine bir inceleme yapılmaya çalışılmıştır. Bu
incelemenin çerçevesi, Halit Ziya’nın verdiği dersin ve oluşan ders notunun Türk
edebiyatında Yunan antikitesi mirasının benimsenme sürecindeki yeri üzerine
kurulmuştur. Buradan hareketle Yunan Edebiyatı Tarihi ders notunu önceki edebî
dönemlerle bağlantısı olmayan bir “ilk” ya da başlı başına bir “sonuç” olmadığı,
Tanzimat dönemindeki tercümelerle başlayan sürecin “dönüm noktalarından biri” ya
da “merhale”si olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca “merhale” olarak adlandırdığımız
Yunan Edebiyatı Tarihi ders notu 1915’ten günümüze gelen süre içerisinde “Eski
Yunan Edebiyatı Tarihi” çalışmalarına kaynak olması vesilesiyle sonraki dönemler
için de bir “köprü” vazifesi görmüştür.
Türk edebiyatında Yunan antikitesi mirasından bahsedebilmek için öncelikle
Fransız edebiyatını göz önüne almak gerekir. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. İlk
neden Fransız edebiyatı-Yunan antikitesi ilişkisine dayanmaktadır. Fransız edebiyatı
edebî Rönesans’ın merkezi olmuş, başta Klasisizm olmak üzere Parnasizim ve Neo-
Klasisizm edebiyat akımları ile Yunan ve Latin klasiklerini kaynak olarak kabul
etmiştir.
İkinci neden ise Tanzimat döneminde Türk aydınları arasında oluşan kültürel
ve edebî anlayışa dayanmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda Fransızca’dan yapılan
tercümeler yoluyla Yunan edebiyatı ve mitolojisi Türk edebiyatında kendisine yer
bulmaya başlar. Yunan antikitesi mirasını benimseme sürecinin başlangıcı bu
döneme dayanırken, sürecin temel vasfı da yine bu dönemin özelliklerine göre
şekillenmiştir. Bu sürecin temel vasfı, ilk elden ve doğrudan Yunan antikitesine
temas edilememesidir. Türk edebiyatçılarının ve aydınlarının Yunan antikitesi ile
tanışmaları Fransız edebiyatı sayesinde gerçekleşir. Türk edebiyatında Yunan
antikitesinin yorumu, Avrupa’nın özellikle Fransız edebiyatının Yunan antikitesine
verdiği değer ve anlam ile irtibatlı olarak şekillenmiştir. Bu nedenle Fransız edebiyatı
açısından Yunan antikitesinin anlamı ve bu anlam üzerinden Türk edebiyatçılarının

109
ve aydınlarının yaptığı yorum, “klasik” anlayışı üzerine tartışmalar yaşanmasına
zemin hazırlamıştır. Tartışmaların temelinde ise Avrupa’da klasik dönem yaşanması
ve Türk edebiyatında klasik dönemin neden yaşanmadığı, bunun artık gerçekleşip
gerçekleşemeyeceği düşünceleri yatmaktadır. Bunun en bariz örneklerinden biri de
Ahmed Midhat’ın başını çektiği “Klasiklerin Tercümesi Meselesi”dir. Bu tartışmalar
Türk edebiyatında “klasik” adıyla anılacak eserlerin varlığının-yokluğunun
nedenleri, Türk edebiyatında klasik eserlerin yazılabilecek olup olmadığı, klasik
eserlerin tercüme edilmesinin gerekip gerekmediği, tercümenin nasıl olması gerektiği
gibi konuları kapsar.
Halit Ziya’nın Darülfünun hayatı ve Yunan Edebiyatı Tarihi ders notundan
sonra Nev-Yunanîlik edebî anlayışı ortaya çıkar. Yunan antikitesini benimseme
sürecinin parçasından biri olan Nev-Yunanîlik düşüncesinde de Yunan antikitesine
doğrudan temas edilememe durumu mevcuttur. Fransa’da Nev-Yunanîlik
düşüncesini oluşturan Yahya Kemal, Yunan ve Latin klasik şairlerini Fransızca
tercümelerinden okur. Fransız edebiyatçılarının Yunan ve Latin klasiklerine dair
yorumları Yahya Kemal için bir fikir zemini oluşturmuştur.
Yunan antikitesi mirasını benimseme sürecinde Tanzimat döneminden sonra
Halit Ziya’nın Darülfünun hayatı konu açısından önemli bir merhaleyi oluşturur.
Halit Ziya’nın hayatındaki Darülfünun yıllarını iki açıdan ele almak ve
değerlendirmek mümkündür. İlki onun fakülte yöneticiliğini de içine alan
müderrislik dönemidir. Bu dönemde Halit Ziya’nın Darülfünun hayatı önce
saraydaki başkâtiplik görevi ve sonraları sık sık gerçekleşen yurtdışı seyahatleriyle
kesintiye uğrar.
Darülfünun’un asıl önemi ise Halit Ziya’nın edebiyat tarihi ilgisine dayanır.
Halit Ziya’nın hayatında Darülfünun, kendisinin edebiyat tarihçisi kimliğininin bir
devamı ve bu alandaki çalışmalarının ulaştığı yüksek seviye olarak bir mana taşır.
Uzun yıllar edebiyat tarihi alanındaki çalışmaları Halit Ziya’nın Darülfünun’da
verdiği Batı Edebiyatı Tarihi dersinin kaynağı olmuş ve Halit Ziya’nın konuyla ilgili
bilgi birikimini oluşturmuştur.
Halit Ziya, Ahmed Midhat’ın tavsiyesiyle Batı Edebiyatı Tarihi dersini
anlatmaya Yunan edebiyatından başlamıştır. Bu durum Ahmed Midhat’ın klasiklerin
tercümesi meselesinde Antik Yunan edebiyatı ve mitolojisini kaynak almayı

110
savunması açısından değerlendirildiğinde Türk edebiyatında Yunan antikitesi
mirasının benimsenme sürecinin devamlılığı ortaya konulmuş olur.
Çalışmamıza konu olan ders notu Halit Ziya’nın edebiyat tarihçiliği açısından
önemli bir noktaya işaret eder. Yunan Edebiyatı Tarihi dersi Halit Ziya’nın geçirdiği
bir arayış döneminin sonucudur. Halit Ziya, Batı edebiyatına hangi kapıdan
gireceğinin adeta fikrî sancısını çeker. Böylesine bir arayış zamanının ürünü olan
Yunan Edebiyatı Tarihi ders notu, Halit Ziya’nın edebiyat tarihçiliği hakkında
önceden yazmış olduğu Fransız Edebiyatı Tarihi’nden sonra ikinci somut kaynaktır.
Halit Ziya tarafından telif edilen Fransız Edebiyatı Tarihi’nde ifadeler yazılı bir
metin sistemi içinde oluşturulmuştur. Ancak ders notunda Halit Ziya’nın konuşma
üslubu kendisini hisettirir. Çünkü Halit Ziya bu ders notu üzerine çalışma imkanı
bulamaz ve ders notu değişikliğe uğramadan basılır. Bu nedenle Halit Ziya’nın
edebiyat tarihçisi ve müderris kimliğinin en yalın hâli ilk defa bu ders notu ile
kendisini gösterir.
Ders notu, Halit Ziya’nın Darülfünun dönemindeki edebiyat tarihçiliği anlayışı
hakkında bazı teknik değerlendirmeler yapılmasına da imkan tanır. Halit Ziya’nın
edebiyat tarihi çalışmaları her ne kadar önceki yıllara uzansa da Darülfünun’da
yaşadığı fikrî arayış dönemi, onun edebiyat tarihçiliğine farklı tecrübeler katar. Bu
yönüyle Halit Ziya’nın edebiyat tarihi alanında yaşadığı önceki ve sonraki
değişimlerin orta noktası Yunan Edebiyatı Tarihi ders notudur. Halit Ziya’nın
kazandığı tecrübelerden biri de daha önce Fransız edebiyatı merkezli Batı edebiyatı
anlayışına sahipken bu dönemde Batı edebiyatının oluşumu hakkında fikrî arayışlar
içerisine girmesidir. Farklı dünya edebiyatları hakkında bazı yazıları bulunan Halit
Ziya’nın belli bir sistem dahilinde Batı edebiyatını anlatmaya başlamasının ilk adımı
bu ders notudur. Bu çıkarımlar Yunan Edebiyatı Tarihi ile ilgili bir metinden
yapılmasına karşın Halit Ziya’nın edebiyat tarihçiliği hakkında genel düşünceler
şeklinde genişletilebilir. Halit Ziya’nın – Batı’nın temeli sayılan – bir milletin
edebiyatına nasıl ve hangi yönlerden yaklaştığı, nelere dikkat ettiği, şair ya da
yazarları hangi özellikleriyle ele aldığı, ne tür sınıflandırmalar yaptığı somut olarak
görülebilir.
Bu ders notunun diğer bir önemli özelliği ise Türk yazın dünyasında müstakil
“Eski Yunan Edebiyatı Tarihi” alanındaki ilk çalışmalarından biri olmasıdır. Batı

111
edebiyatına kısa bir giriş olarak kabul edilen bir derste tutulan notlardan oluşması
nedeniyle içeriğinin hacmi ve kapsamı belirli sınırlar içindedir. Bunun yanında
kendisinden sonraki “Eski Yunan Edebiyatı Tarihi” çalışmalarında kullanılan az
sayıdaki Türkçe kaynaklardan biri olmuş ve konuyla ilgili yazılan kitaplarda sıkça
başvurulan Türkçe metinler arasında yer almıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren ise Yunan antikitesi, devletin resmi
programı hâline gelen Batılılaşma ve Türkçülük anlayışları açısından ele alınır.
Anadoluculuk ve Hümanizma akımları ile Anadolu’daki eski medeniyetlerin eserleri,
düşünceleri sahiplenilmiştir. Bu düşünceden hareketle özellikle Hasan Âli Yücel,
öncülüğünde Yunan-Latin klasik eserlerinin tercümeleri yapılır. Bu dönemde Azra
Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu’nun Yunancadan yaptıkları tercümeler ön plana çıkar.
Bunun yanında müstakil mitoloji kitaplarının da çevirisi yapılır. Daha sonraki
yıllarda da şiirde, hikayede, romanda ve diğer edebî ürünlerde Yunan antikitesinin
izlerini takip etmek mümkün olmuştur.
Ders notları açısından bakıldığından Halit Ziya’nın Darülfünun’da verdiği
derslerde tutulan notlardan oluşan Alman Edebiyatı Tarihi ve Latin Edebiyatı Tarihi
adlı eserler üzerine henüz çalışma yapılmamıştır. Yunan antikitesine dair olarak ise
Aisopos çevirileri, Nabizade Nazım’ın Esâtîr adlı telif çalışması üzerinde çalışılmayı
bekleyen eserler olarak sayılabilir. Yunan edebiyatının en önemli eserlerinden
İlyada’nın Osmanlı Türkçesine Sadullah Paşa, M. Naim Fraşeri, Selanikli Hilmi ve
Ömer Seyfettin tarafından yapılan çevirileri de Yunan antikitesinin Türk
edebiyatındaki tesiri bakımından bir çalışma alanı kabul edilebilir. Yine müstakil
Yunan Edebiyatı Tarihi olarak M. Rauf’un Darülfünun-ı Osmanî’de verdiğ ders
notlarından oluşan Yunan-ı Kadîm Târih-i Edebiyyâtı adlı kitabı ve İsmail Hikmet
Ertaylan’ın Yunan Edebiyatı Tarihi adlı eseri üzerinde çalışma yapılabilecek
eserlerdir.

112
KAYNAKÇA

1. Halit Ziya Uşaklıgil’e Ait Eserler

Uşaklıgil, Halid Ziya: Kırk Yıl, haz. Dr. Nur Özmel,Özgür


Yayınları, İstanbul, 2008.

Sanata Dair, Hilmi Kitabevi, İstanbul,


1938,C.II.

Sanata Dair, Maarif Vekaleti, İstanbul,


1955,C.III.

Sanata Dair, Milli Eğitim Bakanlığı,


İstanbul, 1962,C.IV.

Saray ve Ötesi, Haz. Nur Özmel Akın,


Özgür Yayınları, İstanbul, 2012.

2. Diğer Eserler

Amayire, Halil Ahmed: Feharisu Lisani'l-Arab, Müessesetü'r-


Risâle, Beyrut, 1987, C.X.

Arslan, Ali: Darülfünundan Üniversiteye, Kitabevi


Yayınları, İstanbul, 1995.

Aynî, Mehmed Ali: Darülfünun Tarihi, Kitabevi Yayınları,


İstanbul, 2007.

Banarlı, Nihad Sami: Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul


Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü
Neşriyatı, İstanbul, 1960.

113
Batıya Yön Veren Metinler:
Rönesans, Protestan Reformu, Erken
Modern Dönem, Bilim Çağı (1570-
1815), Der. Alev Alatlı, İlke Eğitim ve
Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksek
Okulu, Nevşehir, 2010, C.II.

Bezirci Asım: Çok Kapılı Oda, Yazarlar ve Çevirmenler


Yayın Üretim Kooperatifi, İstanbul, 1992.

Bolay, Süleyman Hayri: Felsefe Doktrinleri ve Terimleri


Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara,
2004.

Çelgin, Güler: Eski Yunan Edebiyatı, Remzi Kitabevi,


İstanbul, 1990.

Çelgin, Güler: Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan-


Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin
Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, Ege
Yayınları, İstanbul, 1996.

Çetişli, İsmail: Halit Ziya Uşaklıgil, Şule Yayınları,


İstanbul, 2000.

Cevizci, Ahmet: Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma


Yayınları, İstanbul, 1999.

Demir, Şenol: “Türk Edebiyatında Nev-Yunanilik


Eğilimi”, II.Meşrutiyet Dönemi Türk
Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara,
2007.

114
Dölen, Emre: İstanbul Darülfünunu’nda Alman
Müderrisler (1915-1918), İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2013.

Dölen, Emre: Türkiye’de Üniversite Tarihi 1:


Osmanlı Döneminde Darülfünun,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2009.

Eliot, T.S.: “Klasik Nedir?”, Eleştiri: Anlamı ve


İşlevi, Haz. Ahmet Aydoğan, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2002.

Enginün, İnci: Mukayeseli Edebiyat, Dergah Yayınları,


İstanbul, 1992.

Enginün, İnci: Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan


Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergah
Yayınları, İstanbul, 2006.

Erhat, Azra: Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi,


İstanbul, 1972.

Erim, Müzehher: Lâtin Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul,


1987.

Fink, Gerhard: Antik Mitolojide Kim Kimdir, Kabalcı


Yayınevi, İstanbul, 1997.

Gazimihal, Mahmut R: Musıki Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi,


1961.

115
Göker, Cemil: Fransa’da Edebiyat Akımları, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları, Ankara, 1986.

Grimal, Pierre: Mitoloji Sözlüğü, Çev. Sevgi Tamgüç,


Sosyal Yayınları, İstanbul, 1997.

Has-er, Melin: “Tanzimat Devrinde Latin ve Grek


Antikitesi İle İlgili Neşriyat (1245-1300
Seneleri arasında Neşredilen Kitaplar ve
Muhtelif Mecmualarda Çıkan Yazılar)”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türkoloji Bölümü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul, 1959.

Hisar, Abdülhak Şinasi: Yahya Kemal’e Veda, Hilmi Kitabevi,


İstanbul,1959.

Huyugüzel, Ömer Faruk: Halid Ziya Uşaklıgil, Akçağ Yayınları,


Ankara, 2006.

İnci, Yılmaz: “Tanzimat Döneminde Dârülfünûn (1846-


1873)”, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 1997.

Kantarcıoğlu, Sevim: Edebiyat Akımları Platon’da Derrida’ya,


Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2009.

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları,


İletişimYayınları, İstanbul, 1990.

116
Kefeli, Emel: Batı Edebiyatında Akımlar, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2012.

Kemal, Yahya: Çocukluğum Gençliğim Siyâsî ve Edebî


Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti,
İstanbul, 1999.

Kemal, Yahya: “Bir Kitâb-ı Esâtîr”, Edebiyata Dair,


İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2008.

Kılıçel, Yusuf Şerif: Muhtasar Avrupa Edebiyatı Tarihi,


Maarif Vekaleti, İstanbul, 1935.

Ksenophon: Hüsrevnâme, Çev. Ahmed Midhat, y.y.,


1032

Loard, Hense: Hellen-Lâtin Eski Çağ Bilgisi, Çev. Suad


Y. Baydur, İstanbul Üniversite Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1948.

Mehmet Tevfik: Esâtîr-i Yunaniyân, Mekteb-i Hayriye


Matbaası, Konstantiniye, 1329.

Mornet, Daniel: Fransız Edebiyatı Tarihi, çev. Nevin


Yürür, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1946.

Nutku, Özdemir: Dünya Tiyatrosu Tarihi, Ankara


Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları, Ankara, 1971.
Oxford Antikçağ Sözlüğü, Editör M.C.
Howatson, Çev. Faruk Ersöz, Kitap
Yayınevi, İstanbul, 2013.

117
Ömer Seyfettin: Bütün Eserleri: Makaleler 1, Haz. Hülya
Argunşah, Dergah Yayınları, İstanbul,
2001.

Ömer Seyfettin: Bütün Eserleri: Makaleler 2 –


Tercümeler, Haz. Hülya Argunşah, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2001.

Perin, Cevdet: Çağdaş Fransız Edebiyatı 1, İstanbul


Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İstanbul, 1957.

Perin, Cevdet: Fransız Edebiyatına Toplu Bir Bakış,


İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1943.

Perin, Cevdet: Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri,


İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul, 1946

Safa, Peyami: Türk İnkılabına Bakışlar, Kültür


Bakanlığı, Ankara, 1981.

Şahin, Cem: “Troas Bölgesi Antik Dönem Kentleri ve


Savunma Duvarları”, Çanakkale On Sekiz
Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Arkeoloji Anabilim Dalı, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale, 2008.

Selçuk, Mustafa: İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi


(1900-1933), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Atatarük Araştırma
Merkezi , Ankara, 2012.

118
Sevük, İsmail Habib: Avrupa Edebiyatı ve Biz, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1940, C.I.

Sözer,Vural: Müzik Terimleri Sözlüğü, Remzi


Kitabevi, İstanbul, 2012.

Taner, Haldun; And, Metin; Nutku, Özdemir: Tiyatro Terimleri


Sözlüğü, Türk Dil
Kurumu Yayınları,
Ankara, 1966.

Tanpınar, Ahmet Hamdi: 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi,


Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2003.

Tanpınar, Ahmet Hamdi: Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz.


Zeynep Kerman, Dergah Yayınları,
İstanbul, 2007.

Tökel, Dursun Ali: Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar:


Şahıslar Mitolojisi, Akçağ Yayınları,
Ankara, 2000.

Tuğlacı,Pars: Büyük Türkçe-Fransızca Sözlük, İnkılâb


ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1974.

Turan, Kemal: Türk-Alman Eğitim İlişkilerinin Tarihi


Gelişimi, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000.

Turhal, Sadık: Edebiyat Bilimine Katkılar, Ecdâd


Yayınları, Ankara, 1993.

119
Ülken, Hilmi Ziya: Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü,
Vakit Gazete Matbaa Kütüphane, İstanbul,
1935.

Uysal, Sermet Sami: Şiire Adanmış Bir Yaşam: Yahya Kemal


Beyatlı, Yahya Kemal’i Sevenler Derneği,
İstanbul, 1998.

Yetkin, Suut Kemal: Edebiyatta Akımlar, Remzi Kitabevi,


İstanbul, 1967.

Yonarsoy, Kenan: Grek Edebiyatı Tarihi, İstanbul


Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İstanbul, 1991.

Yücel, Hasan Âli: Edebiyat Tarihimizden, İletişim


Yayınları, İstanbul, 1989.

Yüksel, Süheyla: Türk Edebiyatında Yunan Antikitesi,


Asitan Yayıncılık, Ankara, 2010.

3. Ansiklopedi Maddeleri

Akün, Ömer Faruk: “Şinasi”, C. XI, İslâm Ansiklopedisi,


MEB Yayınları, İstanbul, 1979.

Doğan, İsmail: “Münif Ahmed Paşa”, C.XXXII, Türkiye


Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul,
2006.

120
İhsanoğlu, Ekmelettin: “Dârülfünun”, C.VIII, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993.

Kaya, Mahmut: “Meşşâiyye”, C.XXIX, Türkiye Diyanet


Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2004.

Tanman, M. Baha: “Zeyneb Hanım Konağı”, Dünden Bugüne


İstanbul Ansiklopedisi, C.VII, Kültür
Bakanlığı-Tarih Vakfı, İstanbul, 1994.

Uçman, Abdullah: “Encümen-i Daniş”, C.XI, Türkiye


Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul,
1995.

“Eolis”, C.IV, Meydan Larousse, Meydan


Yayınevi, İstanbul, 1971.

“Müller, Friedrich Max”, C.IX, Meydan


Larousse, Meydan Yayınevi, İstanbul,
1972.

“Troya”, C.XXI, Ana Brittanica, Ana


Yayıncılık, İstanbul, 1990.

121
4. Süreli Yayınlar

Akkaya, Şükrü: “Hümanizm’in Çıkışı ve Yayılışı”,


Anakara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.V, Sayı: 2,
1947.

Hulusi, Şerif: “Tanzimattan Sonraki Tercüme


Faaliyetleri”, Tercüme, Maarif Vekaleti,
C.III, Sayı:3, 1940.

Kaplan, Ramazan: “Klasikler Tartışması”, Türkoloji Dergisi,


C.XI, Sayı:1, 1993.

Karakartal, Oğuz: “Türkiye’deki İlk İtalyan Edebiyatı Tarihi:


Mehmet Rauf ve İtalyan Tarih-i Edebiyatı
Üzerine (1913)”, Mediterraneo, Sayı: 4,
Mart 2009.

Kerman, Zeynep;
Huyugüzel, Ömer Faruk: “Halit Ziya Uşaklıgil
Bibliyografyası”, Türk Dili, Sayı:
529, Ocak 1996.

Mermutlu, Bedri: “Türkçe’de Yayınlanmış İlk Felsefe Eseri”


Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Yıl:2, Sayı:2, 2000-2001.

Ömer Seyfettin: “Genç Kızlarımız İçin Altı Derste Tabiî


Yazmak Sanatı”, Türk Kadını Mecmuası,
Sayı: 14-21, 12 Aralık 1918 - 8 Mayıs
1919.

Ömer Seyfettin: “Güzellik ve Esatir”, Turan, Sayı:1423, 26


Ekim 1915.

122
Strauss Johann: “Fenerliler ve Türk Dili”, Çev. Onur Şar-
Ragıp Ege, Toplumsal Tarih, No:193,
Ocak 2010.

Strauss Johann: “Milletler ve Osmanlıca: Osmanlı


Rumlarının Osmanlı Edebiyatına Katkıları
(19. ve 20. Yüzyıllar)”, Çev: Ayten
Sönmez, Kritik, No:2, Güz 2008.

Yekbaş, Hakan: “Divan Şiirinde Yunanî Şahsiyetler”,


Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, C.III, No:15, 2010.

5. Elektronik Kaynaklar

Toker, Şevket: Türk Edebiyatında Nev –Yunânîlik,


http://www.ege-edebiyat.org/docs/582.pdf,
(çevrimiçi) 29 Aralık 2015.

123
EKLER

Ek:1
Yunân Târih-i Edebiyyâtı Ders Notunun Kapak Sayfası

Kaynak: Uşşakizade Halid Ziya, Yunan-ı Târih-i Edebiyyâtı, Matbaa-i Amire,


İstanbul, 1331

124
Ek: 2
Yunan Târih-i Edebiyyâtı Ders Notunun Mukaddime Sayfası

Kaynak: Uşşakizade Halid Ziya, Yunan-ı Târih-i Edebiyyâtı, Matbaa-i Amire,


İstanbul, 1331

125
Ek: 3
Yunan Târih-i Edebiyyâtı Ders Notunun 16. Ve 17. Sayfası

Kaynak: Uşşakizade Halid Ziya, Yunan-ı Târih-i Edebiyyâtı, Matbaa-i Amire,


İstanbul, 1331

126

You might also like