Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 37

Gülümser ÇANKAYA

‘ŞİİRDE DİŞİL SES’

SÖYLEŞİ Fatma Hatun ESEN


Çeviri

İhtiyar Bir Adamdı Tebriz

Sevgi bir kuştu


Uçtu çatımdan.
Umut nişanlımdı
Düğünümde terk etti beni.
Güneşse komşumun kızı
Abresan'da köprüden atladı!
Ezaniydi itirazım
Vakitsiz okundu!
İhtiyar bir adamdı Tebriz
Huzurevinde unutuldu!
Bense özgürlüktüm
Pazar'da elden ele satıldım..

Qoca Bir Kişi İdi Tabriz

Sevgi bir quş idi


Uçdu damımdan.
Umud adaxlım idi
Toyumda tərk etdi.
Günəşsə qonşumun qızı
Abrəsanda körpüdən atıldı!
Əzan idi etirazım
Vaxtsız oxundu
Qoca bir kişi idi Tabriz
Huzur evində unuduldu!
Mənsə azadlıq idim
Bazar ağzında əl ələ satıldım..!

Rana zare, Şair, yazar, çevirmen, sosyal aktivist 1988de İran_Tebriz'de doğuldu 14yaşından
şiir yazmağa başladı Hukuk bölümünden mezun oldu 2012'de "Bir kamyon korku" adlı ilk şiir
kitabı gün yüzü gördü. 2015de "Sarayın son itirafları" ve 2017de "Uşuyor kapşonum" adlı
kitaplar şiir severlerle buluştu. Bir çok dergide ve gazetede, şiirleri ve çevirileri ve
hikayelerinden basıldı. 2022de Haşim Hüsrevşahi' nin "ölümü gözlerinden gördüm" romanını
farsçaya çevirdi. İranda yaşıyor.
Sunu

“Savaşta Yasalar Susar”

Ama susmaz şairler…

İsrail’in Filistin saldırısı devam ederken başka sunu yazamazdık.


Şairler ağrısına eşlik ediyoruz

Maraşantiya emekçleri adına Fatma Hatun ESEN


İÇİNDEKİLER
DAĞLAR, GEZGİNLER VE…

DENEME-Barış ERDOĞAN

Yol gösterenleriniz az olsun.

Düşüncenin zirvesine ulaşamayan derinliğine de inemez.


Kaşgari’nin haritasında dağlar ateş kırmızısıdır; o kırmızı, tehlikedir, ürpertidir, ölümdür.
Benim için dağlar yeryüzünün domarmış çıbanlarıdır. Bu yüzden dağ benzetmelerinden
korkarım. Hele onların zirveleri! Ulaşmak, aslında tükenmektir; oysa yeni iklimler, zirveler
yeni keşifler, yeni umutlardır. Ne zaman içimdeki yolu tükettim, ona ulaştım. Oysa ben hep
yolcuyum. Bir söz yolcusu, sözcük çiğneye çiğneye. Tanrı’m beni eteklerinde tut diye
yalvarırım.
Böbürlenme abideleridir zirveler, yeryüzüne tepeden bakarlar. Ozanlar ozanı Homeros, korkar
dağ olmaktan, zirve olmaktan; okyanus kıyılarına sığınır. Tagore, Tibet halkının “ana tanrıça”
adını verdiği “Chomolongma”ya (Everest) bir kez bile adım atmaz. Ama bir “pars”ın
iskeletine rastlanır yavru Everest Kilimanjaro’da. Belki gözlerini alan bir ışığa doğru
koşmuştu. Yerli halk, onun insan kılığını terk etmiş bir leopar olduğuna inanır.
Dağları hep uzaktan sevdim, uzaktan sardım. Dağların ateşini aldım, ovaya süpürdüm. Bir kez
yakınlaştım, kemikleri çatırdadı. Sevişim o sevişti.
Amin Maalouf’un Semerkant’ındaki parsın hikâyesi geldi aklıma:
Birincisi: Yaşlı, zengin ve güçlü bir adamın kendilerine saldıran parsa şiddetle cevap vermeye
kalkması, savaşı kaybetmesi.
İkincisi: Bir bilim insanının kaderini bir köpekle bir parsın kavgasına bağlayamayacağını
düşünüp kaçması, tehlikeyi savuşturması.
Üçüncüsü: Bir inanç adamının parsı yola getirip kargaşadan yararlanması.

Zirveleri yüksek gösteren tepeleridir.


Bir dağın ardında bir dağ daha olması ürkütüyor beni. Sonraki dağ, daha sonraki... Nereye
kadar? Bugün ettiğim iri sözler de ürkütüyor. Ya yarın daha iri bir söz söyleyemeyeceksem?
Sanki en arkadaki dağdan küçüklerine iner gibi. Hele bir de çığ düşmüşse... Düştüğü yerde
nerde olduğunu bilememek... Daha derinlere... Khaled Hosseini “Ve Dağlar Yankılandı”da
çığ altında kalan bir insanın nereyi kazıp çıkacağını bilmemesi şokunu yaşamasından söz eder
ki sanki yaşayan benim.

Her dağ bir semboldür. Zirvesini görebileceğinizi seçin.


Bin yıllık soy kütüğümü öğrenmek için ömrümün bir yılını heba ederdim. Şunun için: Tibet
ruhu taşıdığım düşüncesine kapıldığım çok olmuştur. Belki dağlarının yüceliğinden belki
arınmak için çırpındığımdan. Aslında insan gönlünden daha yüce bir dağ olduğuna
inanmıyorum. Everest, Kançencunga, Fujiyama... Everest adını belleğimize çocukken kazıdık,
ama gerçek adını söyleyene rastlamadım. Oysa Chomolungma ne güzel ad. Ona “gökyüzünün
alnı” diyen Nepal halkına da saygı duyuyorum. Zirvelerine çıkıp kendimi boşluğa
bırakıvermeyi elbette isterdim.
Dağlar gezgin ruhluları çağırır derler. En hüzünlüsü Fujiyama. Kutsal dağ... Bekle beni.
Her gezgin kendi dağına tırmanır.
Her gezginin bildiği bir diyalog vardır. Doğada bilinmeyen bir ses, “Nereye gidiyorsun?” diye
fısıldarmış. Gezginlerden başka duyan olmazmış bu sesi. O da, “Bilmiyorum. Bilseydim
başka yerde olurdum.” diye yanıtlarmış.
Dağlara çıkan gezginleri severim, kaçış ruhu egemendir onlarda. Kentin insan ruhunu
bunaltan ikliminden, evlere sığamamaktan, kendini aramaktan kaynaklanan bir kaçış.
Kimileyin her güzergâhta içini döke döke gider, kimileyin her durakta göğsünü sıkıştıran
bunaltıyı boşaltır. Onun biricik sevgilisi, ulaşabildiği zirvelerdir. Yoldaki karahindibalar,
menekşeler, keditırnakları ruhunu kanatanları unutturan semboller. Bütün bunları ayrı göz,
ayrı kulak, ayrı burunla resmederler.
Ben gezginleri oldum olası severim. Sanki ayağımdaki prangaları onlar çözer,
dokunamadığım ağaçları onlar okşar, çıkamadığım zirvelere onlar mektubumu götürür.

Dağlar hazinedir, arayana hazinesini buldurur.


İnanmayacaksınız ama bembeyaz ve tertemiz tavanda içimdeki bütün ülkeleri (dağları,
vadileri, odalarıyla) bütün renkleriyle buluyorum. Bir mezarlıktan geçen kişilerin görebildiği
her şeyi korku öğelerine benzetmesi gibi. Kimi zaman bir resmi izlerken başka bir sanatçının
resmini görmek gibi. Başkalarının göstermek istediği benim görmek istediğim aynı şey değil,
gerçeğin hangisi olduğu konusunda da kararsızım. Yanılıyorum belki, ama benim gerçeğim.
Gezginin dağlarda kendi çiçeklerini toplaması da böyle.

Görmek istemeyene dağ düzlüktür.


Dediler ki, bu bir rüya... Daha iyi... Benim onu nasıl gördüğüm kadar onun bana nasıl
göründüğü de önemli. O bir dağa tırmanıyor, ki o dağ gönül dağı; ben bir vadiye iniyorum, ki
o vadi şiir vadisi. Mesafe gittikçe açılıyor. Renkler bulanıklaşıyor. Sorunlar tepeleme doluyor.
O tepeye çıkabilsem bulut bulut dağılacağım. Bir vadiden dağın göründüğü gibi olmadığını
dağdan vadiye baktığımda anladım. O bana dağı bağışlasa da ben vadiyi bağışlamam. Toprak
beni kandıramaz. Her şey maymun muza doyuncaya değin. Artık dağ zirvesiz, vadi dipsiz.
Blake’in, “Eğer algı kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü; sonsuz.”
sözündeki “algı kapıları” iyice isli, dumanlı, kömür renginde. Hayal gücümün kapılarını iyice
açıyorum, karşımda aklım. Demek ki iç içe geçmişler. Bunları neden otuz yıl önce
düşünemiyordum? Sanki sınırlarımda başka hasletler varmış. Zweig’ın dediği gibi belki:
“Çoğu insanın algı gücü zayıftır. Kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen hiçbir şey akıllarına
kazınmaz, hatta dikkatlerini bile çekmez.”

Elim kimde? Tutanda.


Ay’a ilk çıkan Armstrong, “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım atıyorum.” der,
ancak söz basit bir cümleden ibarettir. Oysa Everst’in zirvesine ilk çıkan Tenzing Norgay
yurduna dönünce hiç konuşmaz, ölümüne yakın annesinin kulağına fısıldar: “Yukarıdan bir
elin uzandığını gördüm, korkumdan elimi kaptırırım korkusuyla uzatamadım.”
ŞİİRDE DİŞİL SES

Gülümser ÇANKAYA- Fatma Hatun ESEN

Fatma Hatun ESEN

Şiirin senin yaşamındaki karşılığı ve anlamı ile başlayalım istiyorum söyleşmeye. Şiirle
tanışmayı bir çarpışma anı olarak düşünürüm ben hep nedense. Bu karşılaşma senin
yaşamında nasıl oldu? Gülümser Çankaya şiirini bir sıfatla anlat deseler, cesur der,
anlatım yalınlığı olan, anlam genişliği sunan, dürtücü bir şiir diye devam ederdim. Bazı
şiirlerinde kullandığın dişil dil, üzerine şiir kurduğun temalar, biçemin ile, şiirde
kendine özgü bir alan yarattığını düşünüyorum. Sen neler söylersin, genelde şiire ve
kendi şiirine bakışın nedir?

Gülümser ÇANKAYA

Şiir bende bir rahatsızlıkla başlar. Her şiirde kendini tekrar eden bir başlangıçtır bu.
Rahatsızlık, beni bir kirpi gibi kırlardan otobana taşıyan ve belki de karşıdan karşıya geçerken
bir otomobilin altında kalıp ezilme tehlikesiyle burun buruna getiren rahatsızlık. Bir bitkinin
kuruyor olmasından duyulan rahatsızlık. Kaba saba, kir pas içinde olanın yarattığı rahatsızlık
Kısıtlamaların hizaya çekilmelerin, dayatmaların yarattığı rahatsızlık..Ezilmelerin yarattığı
rahatsızlık. Yoksulluğun ve yoksunluğun yarattığı rahatsızlık. Deliler gibi susamışken bir
bardak suyun, huzur içinde içilemiyor olmasının yarattığı rahatsızlık. Benim şiirim buradan
doğuyor. Karnımda büyümüş büyümüş doğurmam gerekenin hissettirdiği rahatsızlıkla.
Soğuma adlı kitabımda yer alan devrim başlıklı şiir, aşkın yarattığı bireysel bir devrimi anlatır.
Öz yaşam öykümden imgeler barındırıyor devrim. Fakat insanın gelişim hikayesi birbirinden
çok farklı değil. Bireysel iyileşme yaşandığında toplumsal iyileşme, aşağıdan yukarıya doğru
kendiliğinden gerçekleşir. Yoksa devrim bir ütopya olarak kalır. Şiir benim varoluş döngüm.
Şiirle ben yol olarak birbirimizi seçtik. O benim üzerimden yürüyor, ben onun üzerinden
yürüyorum, öğreniyorum.
Ne yazıyor olursak olalım bence ilk kural söylediğimizin anlaşılır olması. Bunun için de dili
iyi biliyor ve iyi kullanıyor olmamız gerekir. Şiirde biçim, biçem ve ses, birbirlerini doğuran
öğelerdir. Anlattığımız şey bazen uzun dizeleri kabul etmez, tek sözcüklük bir mesafe ister.
Bazen iki sözcük arasından ırmaklar akıtmak gerekir. Kimi düzlükler, kimi sarp kayalar,
kıyılar ya da pınar başları. Tek dizelik kıtalar olur bazen mesela. Tek sözcüklük adalar. Bunlar
bizim kendi şiir biçimimizi oluşturan fenomenlerdir. “Kendine özgü” dediğiniz şey bu olsa
gerek. Benim şiir topografyam. Anlatımda yalınlığı seviyorum. Okurken de yazarken de bu
böyle. Bazen dili zorlayıp bükerek yerinden oynatmak da gerekebiliyor. Eğer anlam böyle bir
ses istiyorsa. Şiir sanatı bütün bunlar için en müsait alan.
Fatma Hatun ESEN

“İçimde kaldı tadım; kurumuş/ nane yapraklarıyım, beni kına!/ soğumak erotik bir
oluşumdur/ nasılsa…// sır verir teni bir çıplağın” diyorsun Soğuma kitabındaki Taş
Plak şiirinin bir bölümünde. Diğer şiirlerinde de yer yer duyuyoruz baskılanan kadının
sesini. Şiirinde yükselen dişil ses, şiir özelinde sanatta susturulan kadının sesini de
duyuruyor okuyucuya. Bu noktada şiirin işlevsel yanı geliyor akla. Şiirde işlevsellik ve
sanatta kadının yeri konusunda düşüncelerini merak ediyorum. Şiirlerinde, kadının
özgür yazabilmesine örnek oluşturduğunu görüyoruz. Bu sorun hakkında kendi
özelinden yola çıkarak, yazın dünyamızda kadının durumunu değerlendirmeni istesem.

Gülümser ÇANKAYA

Varoluşun özden önce geldiğini vurgulayan ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” diyen
Simone de Beauvoir’ı anarak söyleyecek olursam kadın olarak doğdum, bu toplumda kadın
olarak yaşıyorum. İçinde yaşadığım toplumun bana yüklediği kadın kodları var.
Kimliklerimin en baskını bu. Dolayısıyla buradan başladım yazmaya da. Şimdiden ve
kendimden. Sonraları kimlik yıkımlarına kadar vardı düşüncelerim. Merkeze ulaşmaya onu
parçalamaya… Bir toplumsal cinsiyet meselesi var ki her birimizin önünde dağ gibi durur.
İyimser değilim fakat bunun aşılmaz bir dağ olduğunu düşünmüyorum. Oyunu bozmak gerek.
Mücadele için herkes farklı yollar seçer. Sanat en öznel en kıymetli alan bence. İnsana düş
kurmayı hatırlatır, kendini hatırlatır. İstemeyi, arzulamayı, değişme, değiştirebilme gücünü
duyumsatır. Kınamak bir toplumsal ceza biçimidir. Genelde kadınlar kınanır; konuştuğu için,
arzularının peşine düştüğü için, bir şeyi istediği için. Yukarıda andığınız bu şiirde bir meydan
okuyuş var; beni kına! diye haykırıyor kadın. Korkmuyorum, yaşıyorum. Sizden de
cezalarınızdan da korkmuyorum. Bu oyunu bozmak demektir. Muhatabı afallatır. İşte bir
kıvılcım. Bu kıvılcımdan ne yangınlar doğar.

Fatma Hatun ESEN

Sebep ve Soğuma adlı kitaplarını birbirinin ardılı, biri diğerinin yaratıcısı gibi okudum
ben. Genel anlamda, yaşamsal sıralaması var sanki her şiirinin ve her biri özellikle
orada yer alıyor. Ağırlıklı olarak kadın özelinde yaşanan acıları, haksızlıkları, baskıları
kayıt altına alıyor şiirlerin. Modern yaşamın kadını merkezde görmesi de çözemiyor
sorunları sanki. Sen neler düşünerek yazdın, nasıl oluştu kitapların?

Gülümser ÇANKAYA

Bu iki kitaptan yani sebep ve soğuma’dan önce ilk şiir kitabım olan denizden sonra var. Ben
onu çok imgesel buluyorum. Daha kapalı, katmanlı. Denizden sonra şu an piyasada yok.
Mevcut baskı bitti diye biliyorum. Soğuma ve sebep’te bulunan şiirlerin gizli öznesi özgürlük,
umut ve eylem. Keza yıl içinde yayımlanan epikriz adlı kitabımın da öyle. Evet yaralarımız
var, haksızlıklar, baskılar var fakat hayat çok kanallı bir akış. Bir yanda mücadele, bir yanda
hayaller, bir yanda ‘ol’ma halleri, bir yanda gerçekler işliyor. Her şeyden önce insanız,
dünyadayız. Şiirlerim genel anlamda bir öneridir. Bir insan önerisi bir yaşayış önerisi. Ben
şiirlerimdeki insan imgesiyle barışığım. Evet acılıdır belki ama edilgen değildir. Meraklı,
neşeli, heyecanlı, haz dolu, tutkulu…
Neden olmayalım? Gerçi ülkemiz Tanpınar’ın dediği gibi evlatlarına kendisinden başka bir
şeyle meşgul olma imkanı vermiyor. Dünyamız desem de olur. Söyleşi sorularını yanıtladığım
şu sıralar İsrail Gazze’de bir hastane bombaladı.
Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu bomba hepimizin yüreğinde patlamadı mı? Öte yandan
insanın doğaya yönelik yıkım ve tahribatının sonucu olarak yaşadığımız aşırı doğa olayları,
küresel salgınlar, felaketler… Her zaman hayatı önceledim. Ağlak şiirleri sevmiyorum.
Sürekli şikayet eden mızmız, eylemsiz insanları da sevmiyorum. Sebepleri dışarda aramak
sorumluluktan kaçmanın en kurnaz yolu. Yani bizler birbirimize yaşamı kanıtlamalıyız ölümü
değil. Üretmeliyiz, yenilenebilmeliyiz. Ben buraya bakıyorum. Şiirlerim karanlık soğuk
gecede yakılan bir kibrit çöpü alevi gibi kalsa da.

Fatma Hatun ESEN

Yaşamına baktığımızda şiirle kurduğun bağın çok yönlü olduğunu görüyoruz. Annesin,
eşsin, çalışansın, şairsin, dergicisin. 2004 /10 sayı Etken, 2008/ 27 sayı Şiirsaati adlı iki
dergi çıkardın. Bir kadını, kadınlara ayırdın ve her birine başka dünyalar kurdurdun,
nasıl çoğaldın bu kadar? Özellikle, dergici Gülümser Çankaya’nın yolculuğunu özellikle
merak ediyorum.

Gülümser ÇANKAYA

Yaptıklarım arasında en somut olan dergiydi. Çok emek verdim dergiye. Her üç ayda bir yeni
sayıyı elime almak şiiri tutmak gibiydi. Şiiri büyütmek gibiydi. Öyle tatlı bir şeydi. Bireysel
kalıp ordu olabilmenin en iyi yoluydu dergi çıkarmak. Her zaman söyledim etken ve şiirsaati
benim akademimdi. Kimliklerimiz bizi besler. Beni ben yapanlarla başladım, üç dedim
başladım. Şiirlerimi okurken karşılaşmışsınızdır, soğuma’da ‘üç’ adında bir şiirim vardır. Bir
şeyi düşünmek yapmaktan daha zor görünür bana. Fazla düşünmeden kalkıp başlarım.
Karşılaştıkça yanıtlarım. Daha çok sezgisel biriyim. Duygularım kararlarımı etkiler. Yani
mantıkla, hesapla kitapla hareket eden biri değilim. Göç yolda düzeliyor. Hareketi
önemsiyorum. Küçük küçük ama çok fazla şeyi değiştirir hareket. Hayat hareketin
ortasındadır. Doğru çizgiyi git gel ile buluruz. Sevgili Fatma senin de çabanı görüyorum.
Maraşantiya her sayıda bir şairi odağına alıyor. Şiirimiz için kaynak oluşturuyor. Dergi
çıkarmak emek ve özveri işi, tebrik ederim. Maraşantiya uzun soluklu olsun.
Fatma Hatun ESEN

İkinci Yeniden sonra (Yeni Bütün’ü de anmalıyız) adlandırılmamış bir şiir yazılıyor.
Günümüzde yazılan şiirlere dair; bütünlüklü ya da çatı bir isimden söz edemiyoruz.
Çağımız bireyinin varoluş, yaşayış biçiminin etkisin de olduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Nasıl bakıyorsun bugünün şiirine? Bir söyleşinde, çatı başlık olarak “Bütünsel Modern”
tanımlaması öneriyorsun, bu önerini açar mısın biraz?
Gülümser ÇANKAYA

Yazdığım şiirden ve kendi pratiğimden yola çıkarak önerdiğim bir addı bu. Daha çok bir
tespit. Yoksa ben edebiyat otoritesi filan değilim. Gençlerin yazdığı çoğu şiirde de
gözlemliyorum. Bence bizim kuşağın şiir deviniminin adı Bütünsel Modern olmalı demiştim,
yüzyıllık şiirimiz hakkında görüşüm sorulduğunda. Sevgili Rabia Çelik Çadırcı’nın Aksi
Sanat portal için hazırladığı bir dosyaydı bu. Düşüncem değişmedi. Yazarken her şiir
hareketinin tekniğinden içeriğinden faydalandığım oluyor. Türler arası ihlaller yaptığım
oluyor. Geleneği özümsedim bunun şiirime yansıdığı, yansımadığı oluyor. Zengin ve özgür
hissediyorum kendimi. Teknik açıdan da tematik açıdan da. Diğer sanat disiplinleri de şiirimi
etkiliyor. Belirleyici olan şairin estetik ve ideolojik fenomeni, toplumsal gelişim sınırsızlığı.
Bütünsel Modern tamlaması çağın ruhuna uygun düşüyor. Modern çağda her şey çok hızlı
değişiyor. Her şey tüketime yönelik. Şiir araya bir ışık olarak sızabilir. Çatlaklarda çiçek
açabilir. Göründüğü an kaybolan, tuttuğu an bırakan, parladığı an sönen mülkiyetsiz bir ışık
olarak. Bunu öngörüyorum.

Fatma Hatun ESEN

Octavio Paz diyor ki, “İşte şiir şudur; ancak okur veya dinleyici ile hayat kazanan bir
ilişkinin olanağı. Bütün şiirlerin sadece tek bir ortak noktası vardır ve onsuz asla şiir
olamazlar: Katılım.” Bu katılım/sızlığı nasıl yorumluyorsun şiir açısından, şiir ve
okuyucu arası mı açık, yoksa şiir zaten belli bir azınlığın okuduğu bir tür mü sence?

Gülümser ÇANKAYA

Şiir okuyucu ile varlık kazanır. Boyutlanır. Bir sanat yapıtını özel ve önemli kılan da bu
özelliğidir. O olabilmek. O’nun kanatlarını giyebilmek. Umberto Eco’nun Açık Yapıt adlı bir
kitabı var. Eco bu kitapta sanat yapıtlarındaki açıklığı anlatır. Bu poetik teoride açık sözcüğü
imgeyi dışlamak, gizemi ötelemek manasına gelmez. Burada açık sözcüğü yanıtlara ve
yorumlara açık olma halini anlatır ki bu tam da Paz’ın söylediği ‘katılım’a denk düşer. Sanat
yapıtlarında sanatçının bıraktığı boşluğa okur/izleyici konumlanır ve onu tamamlar. Bu
sayede sanat yapıtı daima yeni ve sonsuzdur.
Okurun şiire ilgi göstermediği söylemi bana kötümser bir yaklaşım olarak görünüyor. Bunun
arkasındaki sebepleri düşündürtüyor daha çok. Kitap, yayınevi ve okur üçgeni; üç köşeli bir
diken. Hepsi bize batıyor. Herkes haklı diyerek işin içinden çıkmak istiyorum. Şiir her zaman
kendini arayan biriyle karşılaşır.

Fatma Hatun ESEN

Şiirsaati dergisini çıkardığın dönemde, şiir tarihimize kazandırdığın poetik


mektuplardan oluşan bir eser olarak tanılayabileceğimiz “Mektupta Şiir Var” kitabında
diyorsun ki, “Şiir yolunda mesafe katetmiş şairlerin deneyimleri, yola yeni koyulmuş
genç şaire referans olabilir. Bunun için okumaz mıyız Rilke’nin Genç Bir Şaire
Mektuplar’ını, Pavese’nin Yaşama Uğraşı’nı. İnsan iyi bir gözlemci ise başka
insanlardan, başka hayatlardan çok şey öğrenebilir. Kendi bilgimizi oluşturmanın
yollarından biridir bu da.” Biz de senden şiir tarihimize bir yaprak eklemeni istesek
nasıl bir mektup yazardın genç şaire?
Gülümser ÇANKAYA

Evet, genç şaire mektuplar benim çok inandığım bir projedir. Bilmeyenler için söyleyeyim;
şiirsaati dergisinin her sayısında birini yayımlamak üzere, şiirimizde yer edinmiş kimi
şairlerden genç bir şaire mektup yazmasını istemiştim. İçtenlikle yazılan bu mektuplar zaman
içinde şairlerin kendi şiirine ve genel anlamda şiirimize ilişkin çıkarımlarda
bulunabileceğimiz kıymetli bir toplam oluşturdu. Yedi yıllık bir emeğin, çabanın ürünüdür
Mektupta Şiir Var kitabı. Şiir yazmaya başlayan herkesin okumasını salık veririm. Kitapta
kimler yok ki. Her birinin anısı var bende. Şimdi benden mektup istenmesini de tatlı bir jest
olarak algılıyorum. Kitabın önsözünde biraz temas etmiştim. Şöyle derim:

Sevgili arkadaşım,
şimdi sen şiire dair, söylenenlerin hepsini duyacak ama hiçbirini duymayacak, hepsini
anlayacak ama hiçbirini anlamayacaksın. Çünkü insanın şiir yolu kendinden geçer. Şair
olmak bu benim şiirim diyebilme olgunluğuna ulaşmaktan başka bir şey değildir. Kimi kısa
sürede kat eder bu mesafeyi kimine yıllar sürer. Yazmak bir bakıma ardımızda duran o
büyük kütüphaneyi okuma, insanlığın kültürel tarihini öğrenme, özümseme… sonra
hepsini unutup kendimiz olarak yeniden oluşturma çabasıdır. Şiiri ancak özgür ruhlu
bireylerin yazabileceğine inanıyorum. Kaynak dışarda değil içerde. İçinde kıvılcımlanan
ateşe izin ver. Öfkenin alevi ile ya da özümsenmemiş bilginin çiğliği ile söylenmiş söz
samimiyetin sıcaklığından uzak olur. Okuru hafife alma. Gerçek bir şiir sarrafıdır o. Sahi
olanı yapmacık olandan kolayca ayırır. Sen kendi şiirini üret. Yolun açık olsun. Umut her
zaman olsun.

Fatma Hatun ESEN

Bir süredir gerek jüri üyeleri gerekse katılımcı şairler üzerinden, şiir yarışmaları
hakkında yapılan tartışmalar devam ederken yarışmaların, şiirimize katkı sağlamak
yerine gölge düşürdüğünü görüyoruz. Yakın zamanda,2023 Turgut Uyar Şiir Ödülü'nde
yaşanan intihal olayını da dikkate alarak neler düşündüğünü sormak istiyorum.

Gülümser ÇANKAYA

Ödüllere karşı değilim. İşin dedikodu kısmını sevmiyorum yalnızca. Takip edemiyorum çok
fazla ödül var. Şair çok olunca belki!? Şaka bir yana, ödül bir hediye, kendiliğinden gelirse
ne ala. Bu tarz istisnai olaylar zaman içinde ayıklanır, dedikodular unutulur. Ödüllerin ağırlığı
altında ezilmek de olası. Bu yüzden ödüle değil şiire çalışmak gerektiğini düşünüyorum.
Şarap

Salih MERCANOĞLU

şiir nedir diye soruyorlar


gülmek, ağlamak neyse
odur şiir

ısrar ediyorlar açık bir kapıyı


örtmeye çalışarak
şiir nedir, şiir nedir, nedir şiir?

yanıt bekliyorlar, yalın bir söz


göğü bir ucundan tutup
çekiverecek sanki
giderecek onların susuzluğunu

derken ağzımın çeperinden


dökülüveriyor :
şiir, allah’ın gölgesidir
atında sözcüklerin din’lendiği

bilmiyorlar ki üzüm tanesiyim


beni hep böyle eziyorlar
YAZMAK
Nevruz UĞUR

yazacaksan kaleme de içir


elin derdi ayık çekilmez
uzun bi akıştır katılıp yiteceğin
kıyıdan kıyıya geçilmez
*
her yer karmaşa kargış
yüreğimden uykulara uçuyor düşler
güllerce... güllerce...
*
sessize alınmış usum
gerçeğin cehennemine atılıyor
imgelerle dönüyor dönüyor bumerang
yazdırıyor kendini öteki “ben”
*
belleğine yüklenenleri arıt
diriltme tapıncı
ölü yıkayıcı olma
anlam olsun diye üzme güzelliği
ritmi kayırırken kıyma anlama
*
“bilirler ama yapamazlar”
mutluyum böylece buralarda
şiir sanıyorum yazamadıklarımı
*

bıldır bu vakitte dilimin ucundaydı


nasılsa uçup gitmiş
kokuları kalmış zamanda
onunla o vakitteyim de
yekinip yazamadım
*
dizelerinin
kamuda yaşadığını göremez
küçük dilini yutan şairler
*
akşamı giyiniyor şehir
sarı imgeler uçuşuyor ufkunda
eylülle ilgili yeni bir sözü kalmadı
o da nefret ediyor gül haliyle
koklamasını bilmeyenlere meze olmaktan
*
hiç acıma anlam için yadsıdığın söze
dilinden mi elinden mi
kesip at
kimyanın koktuğu esinlerle yürü
kokla ve yaz
çağırsın seni şiirin perisi
birazdan uçacağın caz
*
beklemeleri bulamamaları
yetişkinlerin bebek halini
elmanın al yanağını
vakitleri renkleri biçimleri
öyle bi yazma ki
dorukların zamana dağılan rüzgarları
şaşırtsın bizi…
*
tutamadığın imgeler
belleğin uzamında savrulup
kristalleşen kar çiçekleridir
avunsun diye yüreğine
uçamayan kelebekler bırakır
*
ne yazsam nasıl yazsam
metinlerarasılık tedirginliği:
kim söylemiş "biz yoğ iken" diyeceğimizi
tanrı iki kez mi getirdi dünyaya bizi
*
ortak bir sevinçte buluşmak için
zamana konuşandır şair
yitirerek kendini kendine koşandır şair
BEN SİLAHIN KENDİSİYİM

Volkan TEPE

Müslüme'ye,
Bergen'e,
Gizem'e,
Biz'e…

BAMMKK
BAMMKK
BAMMKK

ben silahın kendisiyim


tüm hayatım
namluyla şarjör arasında

toprağa dökülen aşk gibi


sakat bırakılan namus gibi
sokak ortasında kesilen töre gibi

emniyet kilidim açıkken


tetiğimin çekilmesiyle
ellerimden kayıp giden
sadece mermi çekirdeği değil

bir sevgilinin son cümlesi


bir kadının son nefesi
bir annenin çığlık sesi

BAMMKK
BAMMKK
BAMMKK

ben silahın kendisiyim


tüm hayatım
namluyla şarjör arasında

gecekondunun en soğuk odasındaki tecavüz gibi


kayanın üstünde bırakılan çıplak bir beden gibi
evine gidemeyen körpe çocuğun ormandaki cesedi gibi

kabzamın solgun siyahlığı


ölümün nefesinden gelir
namlu göstergesindeki tek şey
sadece mermi çekirdeği değil

bir babanın yürek acısı


bir kocanın ömürlük yası
bir kardeşin kabuslu rüyası
BAMMKK
BAMMKK
BAMMKK

ben silahın kendisiyim


tüm hayatım
namluyla şarjör arasında

yüze atılan kezzap izi gibi


kola vurulan neşter kesiği gibi
karına batırılan bıçak deliği gibi

soğutma kanalları bile soğutamaz


içimdeki öfkeyi, gövdemdeki ateşi
hedef tahtasındaki izler
sadece mermi çekirdeği değil

bir sözün unutulan tarafı


bir kanunun uygulanmayan paragrafı
bir duanın hatırlanmayan parçası

BAMMKK
BAMMKK
BAMMKK

ben silahın kendisiyim


tüm hayatım
namluyla şarjör arasında
SEZEN’İ BEN ÖLDÜRMELİYİM

Sacit KIZILOT

Uzaklara bakıyorsun
Görebildin mi geldiğin yolları
Kendi pencerendesin artık
Yanında mı geldiğin yollar
Zaman gözlerden geçer
Göremediğini kalbinde ara
Göz gözü görmüyor gördüm seni
Dağların yanaştı bana
Kurşunlandın kızıl saçlarından
Öldü tebessümün

Sezen’i ben öldürmeliyim


Bitsin bu iş
İçimden geçen bütün şarkıları söylemeden
Daha fazla kırmadan kanatlarımı

Sezen’i ben öldürmeliyim


Yarın ve yılardan sonra
Yüzmeliyim bana vermediği denizi
Karanlığıma girdi
Dehlizlerime
Açtı sarnıçlarımın kapılarını
Bende olmayanı gördü
Martısız bıraktı beni
Çıplaklığımı gördü

Sezen’i ben öldürmeliyim


Kırmalıyım kapılarını çok geçmeden
Öpmeliyim serçe vakti
Yangınımla sarmalıyım
Kirlenmeliyim yedi kat
Yıkanmalıyım şarkılarında
Acelem yok aslında ama
Sezen’i ben öldürmeliyim.
NaNikbin

Asiye CEYLAN

Doktor şiir yazma dedi


Tetikliyormuş hemoroid yaralarını
İçimin filmini çekmek istedi
İstemedim.
Hiç başrolde olmamıştım ki
Röntgen cihazıyla siyah beyaz hikâye yazmak daha güzeldi
Görmesin diye içimdeki ay çekirdeği cesetlerini
Albino numarası yaptım.
Genetik dedi
Soyumuz reflü ve ülsere dayanıyormuş
En iyisi endoskopi yapalım dedi
Etik değil dedim
İçimi göstermeye niyetli değildim
İçimin beyazı grileşmişti
Safra taşı düştü tam kalbimin üstüne
O günden beri nikbin değilim
İyi dileklerimi eski bir çamaşır ipine astım
Uzun zamandır kurumayı bekliyorlar
Sonbahar yağmurlarında biraz üşüdüler
Sırılsıklam aşık olmuşlar
Hemoroid bile koşar adım kaçtı
Kendini erimiş merdivenlere bıraktı
Ben çekilen filmimle uğraşırken
Sınıfım su kaynatmadı, dersi de kaynatmadılar
-SIZ – SİZ

Hakani HAS

çünkü ne verdilerse aldınız


düşeni tutmadık ki şimdi bize düşsün
demediniz, orman yanarken biz ağaç değildik
su aşarken son kıvrımı başkasız
dur durak değildik biz orada değildik
demediniz, ne verdilerse aldınız
yüzünüz çoktu görünen her şeye
ve elinizin tersi yoktu
“fakat” diyor içinizden biri tek kolsuz
“dünya buraya varmamalıydı çatırdayarak”,
–putunu onarmış gülümsüyor bir yandan
dişleri balkonun uzantısı– belli ki kargınmış gibi
korkularınızı korkutup sürmek isterken
dört duvarda sevinçleriniz de sarsıldı
ve tapındığınızın çatlaklarından
sarkan avuç içlerinizle kaldınız
ÖLDÜRMEK ASAYI İSTEMEDEN

Ferhat BEZCİ

I.
Dışı kahkaha içi hüngür bir şairin elinden
Kırmızı kırıklar
Tuz buz olmamak mecburiyetinden yüzün kaosu
Arkaya bakmaması şairin bıçağı çekerken
Hâlâ gözlerinde olmasından kadının
Ancak erdemdir ki onda bulunan
Fişe takılı mikseri patlamadan kire düşürmemektir
Kristal bir bardağı
Kutsal tarifi içmeden evvel
Hohlayarak ovuşturduğunu rafa kaldırması
Kristali düşündüğünden
Düşündüğünden çocukluk pisleyen anları
Öyle bir pis ki
İsrail laboratuvarlarında yok antisi
Anların yok ettiği sürtünmesiz deriden korkusu
Korkudan bu defans
Bu bir kaplumbağa çekilmesi
II.
İçimde kıvranan, her tecrübenin keşkesini
Siyahın maviyi istila edişinde
Suda yansıyan özgürlüğün kahredişinde yazdım
Yazmam, netliğin yoksunluğundan ve silmemekten
Kısaca
Büyük patlamayla neticelenecek kaplumbağanın ne yapacağı
Gül tutup sabırla elin kanayışını izlemek gerekecek
Farkımda hislerin, çekeceklerin
Bilirsin sen kalbim özel bir süttür
Baskın kimyasallardan olma
Lakin mutlak bir zorunluluktan eylemim
Bilirsin
Mecbur olmak ki en nefretimdir diğer birçokları gibi
NERİK KIZI
Atilla KÜÇÜKALA

Kızıl burgaçlara dolanmış


Sevdalar gördüm
Hem yarındım hem dün
Hattuşuli’nin suyundan içtim
Tuttum kendimin ucundan
Bakışlardan oluşan bir söze dokundum
Nefsimi kazıdım ellerimle
Kutsal suyun azmağında arındım

Tünellerin deltasında
Bir ırmak aktı sözlerinden
Dalıp gittim Hitit ellerine
Saklambaç oynadım tanrının boğasıyla

Ve öyküler kurguladım
Çekingen harflerden
Ürkek noktalar koydum hep kendime
Dizelerin zinciriyle
Umutlar çektim yarınlarıma
Altı delik düşler kurdum en çok

Nerik'in kızı kara gözleriyle aydınlattı


Öksüz karanlıklarını bencil kuyuların
incecik bir yürekle yükseldim göğe
Hava tanrısını uçurtmayla kandırdım
Kutsal sular tanrısını yitirdi
Ayazmalar fışkırdı gözlerinden

Ve bir çocuk Annesini doğurdu bakışlarından


AN

Dilek BAYRAM

Şekilci ve içi boş suretler yürüyor


Suretler geçip gidiyor önümden
Çok kalabalık
Kalabalığa karışınca biri omuz atıyor
Biri çantama çarpıyor
Ne öbek öbek bulutları gören var ne de içimin taştığını…
Bazen
Sabahları işe kuş cıvıltıları uğurluyor
Müjde veren de yok, sürpriz yapan da
Nefes almayı kim şükür sayıyor
Ben adımlarımı sayıyorum bazen,
Vertigo yalpalamasıyla yürürken.
Gözlüklerimi taktığımda da göre-mediğim suretler var
Görmek istemediğim yazılar
Görmek istemediğim rakamlar
İstemediğim yüzler var görmek istemediğim.
İki palmiyeli sokağa girerken,
Yeni açmış güle
Dayıyorum burnumu
Kokusunu içime çekerek.
Atlıkarınca bomboş dönüyor
Suretler geçip giderken önünden…
PALAVRA

Çağlar GÜLCAN

Bizi çimlere doğru iten eller arkasındaki suratlar, gülüyorlardı.


Açımın aksine ve ihtimal dışı bir yakınlık esastı dişleriyle aramda
Dudakları kurumuştu,
Gülüyordu
Başardığı öldürüş hazzıydı bu,
"Empati, empati" diye bağırıyordu.
Bu geçiş arasında, bisiklet sürüşlerim oldu,
ya da bir kez oldu
Bu yol hafif,
Göz ağrıtan cinsten
Tenimiz sisten
Çiçek kopar bizden
Güzleri gözlerimiz buğulu
Daha da, dağa, şaha doğru

Çimler güzeldi halbuki,


zaman, bakışlarımı elimden almadan önce

Sevinç sanrılarımın yüzüme doğru yaklaşması, palavra


Salt acı, işte bu palavra
Düşüşen, üşüşen, süzülen yağmurlar
arka bahçeme sonbahar geliyor, haberiniz ola
Yeşile karşı, karışan sapsarı yapraklar
Suretin muazzam, akışı güçlü bir nehir gibi
Dudaklarımdan çıkacak kelimeler sanrı bitince yarım kalır, nehir durulur.
Kafamdaki kaldırımlar daha farklıydı benim,
Kaçışlarımı seyreden gözlerle dolu,
sabır eyleyen yaşlı kaldırım taşları
İşte, işte bu palavra.
Uydurma şeylerin yanına beni de koy
sıvazla başımı,
Derin bir oh çekmek için açılan balkonlar,
göğe düşüyorlar,
İşte, işte bu palavra
Yitik düşmüş bedenimin karşısında ölüyorum
Bağıra, bağıra çağıra
Islıklarımın kesikliği buradan geliyor demek
Şüphe miydi bunlar, şüphelerim sonuca varmaz benim, sürüp gider

Yüceler var, yücelerden yüce


Bu adaletsiz tırmanışlar dağa benzemez,
Dağ diktir adalet aramaz.
Düşünen,
sabır eyleyen,
Kaçan,
kaçışan,
kararan,
Ölen ve ölüşen-ler için
Son kez bağır,
Yüce dağların, ovaların arasında yankılansın
"Sanrılarım bitiyor, bir diğer salt acıda görüşmek üzere..."
TAŞLARI BANA

Rezzan ÇAKAR

bazı günler oturur şaşarım hâlâ


ilk kavgadan seninle nasıl sağ çıktığımıza
oysa ağzımda patlayan sözlerim vardı
mecazlı sözlerim
üstü fosforlu kalemle çizilmiş
kuru sıkı sözlerim
sol elimin galip geldiği yarışta
yan yatmış bembeyaz leşlerimiz vardı
şaşardım, leşlerimiz birbirine sarılır uyurdu

sokağın modifiye isyanı geçerdi


geç saatlerde. sıska, esmer
göz altları bana benzerdi
ardında bıraktığı arabesk kalabalık sana
yükselen sesinin ve şeylerinin arasında
seni ayıp yerlerinden toplardım
küfre yatırdığım bedenimin
sabaha karşı ağlardık sonra
söyleyecek şarkı bulamazdım
saniyede seksen kez kanat çırparmış
sinek kuşu. bunu öğrendim iki gün önce
biz o zamanlar seninle yokuş çıkarken
adımlarımızı senkronik atardık
evler, evlerdeki hayatlar küçülürdü
önümüzde genişleyen yol, ardımızda
bir iğne ucu gibi delerdi göğü
göz göze gelirdik ve içimde
milyonlarca sinek kuşu...

sorular unuttum sana bir sürü


üç yol arasında kalıp geri yürüdüm
biraz coğrafya merakını çoğalttım
dağların isimlerini iyi öğren
ovaların. verimli toprakları ara
çernezyom falan
benim topraklarımı bana geri ver.
taşımaktan yoruldum artık sana
ellerimle solucanlarımı

taşı taşa vurdum çok sonra


sonra taşı taşa vurdum
ama biliyorsun biz seninle artık
soğuk ve medeniyiz
çok çöller aradım kendime
delirmedim
hiçbir çöl kendine delirtmez beni
kumla doldurmak istedim ceplerimi
sarı çöl kumlarıyla, belki birkaç yılan
zararsız, sarsın ve sıksın diye etimi
taşı taşa vurdum çok sonra
sonra taşı bana vurdum

HAYAT ÇARMIHI

Salih KERİMOĞLU

Ayna önünde biri


İki dirhem bir çekirdek
Kabristanda siyah giyintili diğeri
Elinde bir çiçek
Ermez akıl hâllerine
Kaldığın yerden dönmeye devam dünya

Bitmek bilmez bir yol bu


Biz içinde revâne
Kaldırımlarımız inkisarlarımız
Durağımız, durak sandıklarımız
Kalmadı dizlerimizde dermanımız
Kaldığın yerden dönmeye devam dünya

Gerildi hayat çarmıhına


Gözleri mâna dolu ana
Nasıl da ağıt yaktı
Dizlerine vura vura
Hıncahınç dolu gözleri vardı
Döküldü...
Gömülüverdi toprağa

İçin de cehennemdir senin tepeden tırnağa


Kaldığın yerden dönmeye devam dünya
SIRILSIKLAM

Rıdvan YILDIZ

Şiirleri bitirdim, içim türkü dolu


Mavi gözlere karışmış sisli bulutlar
Kuşların açtığı göğe kaçmalı
Sümbüllerin açtığı dağa

Bakışlarında saklı baharın renkli tadı


Ya da sırılsıklam kalbimin iç şarkısı
Ya da bana küsmüş karaladığım kâğıt
Ya da masama düşen mum ışığı
Ya da hiçbiri, hiçbiri dolduramaz karanlığı

Ruhumda bir sıkıntı var;


Son ayrılığı bükelim, son vedayı
Bakışlarında son bulan batığı
Kıyıya söven fırtınayı, durgun suları

Aç kalbimi hırçın dalgalar doyursun


Aç kalbime yorgun deniz büyürsün
Aç, kalbimde sırılsıklam durursun
OLSA OLSA

Kenan KOCATÜRK

olsa olsa bir film oluruz seninle


belirsiz duygular sorgular
sonu karanlık ve bohem
bir enkazda kıpırtısız iki beden
sırlarıyla müsemma

iki nota oluruz el ele


bir İlhan İrem şarkısında
dokunup hassas kalplere
yıllanmak yakışır bize
bir mahzenin en dip köşesinde

derlenmemiş bir türkünün


unutulan nakaratıyız
ömrümüzün son deminde
kaybolmamız an meselesi
son bilenin yorgun zihninde

bir olasılık oluruz seninle


büyükçe bir meteorun
çarpma riski gibi gezegene
sonumuz mu olur bu temas
yoksa kurtulur muyuz

seninle ben
olsa olsa sevgili oluruz
Cide Belediye Başkanlığı tarafından yazar ve şair Rıfat Ilgaz adını yaşatmak, eserlerini
gelecek kuşaklara aktarmak, Türk edebiyatına yeni şiir ve adlar kazandırmak amacıyla
dördüncüsü düzenlenen Rıfat Ilgaz Edebiyat Ödülü, 2024 yılında da şiir alanında verilecektir.
Katılım Koşulları:
1) Yarışmaya aday olarak katılacak yapıtlarda çağdaş bir dünya görüşü, şiir sanatının
gerektirdiği dil bilinci ve estetik temel ölçüt olacaktır.
2) Yarışmaya başvuru, 1 Kasım 2023 tarihinde başlayacak, 15 Nisan 2024 tarihinde sona
erecektir.
3) 1 Ocak 2023 - 31 Aralık 2023 tarihleri arasında yayımlanan bütün şiir kitapları yarışmaya
katılabilir ancak daha önce herhangi bir yarışmada ödül almış kitaplar değerlendirmeye
alınmayacaktır.
4) Ödüle “toplu şiirler” ya da “seçme şiirler” katılamaz.
5) Seçici kurul; Tuğrul Keskin, Haydar Ergülen, Çiğdem Sezer, Kaan Tanyeri ve İbrahim
Tığ’dan oluşmaktadır.
6) Seçici Kurul 25 Haziran 2024 tarihinde online olarak toplanacak ve yarışmaya katılan
yapıtları değerlendirerek sonuçları gerekçeleriyle açıklayacaktır.
7) Ödül bir kitaba verilir ancak seçici kurul, gerekirse, ödülü birden fazla kitap arasında
paylaştırabilir. Birinciliğe uygun kitap bulunamazsa jüri tarafından yine 2023 yılı içinde
yayımlanmış bir kitap ödüllendirilebilir. Ayrıca jürinin kararı doğrultusunda “Jüri Özel Ödülü”
de verilebilir.
Ödül töreni, 29. Cide Rıfat Ilgaz Sarı Yazma Kültür ve Sanat Festivali kapsamında
Temmuz 2024’te Rıfat Ilgaz’ın memleketi Cide’de yapılacaktır.
9) Yarışmada birinci olana 5000 TL ödül ve bir plaket verilecektir.
10) Yarışmaya katılacak kitaplar yedi (7) adet olmak üzere katılımcının kısa öz geçmiş, adres
ve iletişim bilgilerinin bulunduğu bir dilekçe ile en geç 15 Nisan 2024 tarihine kadar (Ömer
Yılmaz / Rıfat Ilgaz Şiir Yarışması Koordinatörü / Cide Belediyesi Basın - Yayın Servisi,
Cide / KASTAMONU Tel: 0 505 595 1544) adresine elden, posta veya kargo yoluyla
ulaştırılacaktır. Posta ve kargo gecikmelerinin sorumluluğu katılımcıya aittir.
11) Yarışmaya katılan kitaplar, sahiplerine geri gönderilmeyecektir.
Ayrıntılı bilgiye Cide Belediyesi web sitesinden ulaşılabili
C18 H22 O2 ya da ŞİİR

Hakan CACUNEL- ŞİİRARANIŞ

Bir “Şey” güzelse, biz onu tarif edebiliriz. Güzelleştirmenin bir yöntemi veya yolu da
açıklanabilir. Bir edebi metnin güzelliğinden haberdar olabiliriz ama NEDEN GÜZELDİR?
Sorusunun somut nedenlerini söyleyemeyiz. Biliriz ki şiir, güzeldir.
“Güzel” olduğuna inandığımız herhangi bir şeyin; neden güzel olduğunun da ardında
öznel veya nesnel bir çok neden olabilir ancak bu da yine “bize göre” olan bir şeydir. Güzel
olanının teorisi de vardır. Ama yalnızca teoride anlatılanları yerine getirdi diye ortaya çıkan
bir ürünün güzelliği de yine görece olacaktır. Bu nedenle güzelin bir tarifi yapılamaz. Tarifle
şiir yazılamaz. Şiir, bir sihirdir. Eski zamanların bütün dinsel ritüelleri şiirle başlar. Öyle ki
kutsal metinlerin tamamı incelendiğinde şiirsel olduğu görülür. Tanrı’nın da şiiri sevdiğini
düşünebiliriz. Dualar bile bir tür şiirdir.
Varoluşun gizemini ya da anlamını sorgulayan bir insana, geleneksel söylemlerle
yanıt verilebilir. –Var oluşun hiç bir anlamı olmaya da bilir- Neredeyse her din, bu soruya
kendince bir yanıt da vermiştir ama sorgulamakta ısrar eden “kişi” için bunların tamamı bile;
büyük sorunun küçük yanıtı olamaz. Biz de sorgular dururuz. Bizden sonrakiler de
sorgulamaya devam edecektir. Varlığın bir anlamı var mı? Varsa ben bu anlama ulaşmadan
mı öleceğim? Öleceğimiz kesin. Ama olması muhtemel anlamın –eğer varsa- bulunabileceği
kuşkulu görünüyor. Gerçi büyük usta Veysel “her kim ki olursa bu sırra mazhar/ Dünyaya
bırakır ölmez bir eser” diyerek bir anlamı / sırrı işaret etmiştir. Görünen o ki “o anlamı tarif
etmek de ayrı bir sır olmalı. Şiir, bir sırdır ve içinde ruhumuz barınır.
Bütün bildiğimiz şu: Bir gün öleceğiz. Ama bunu sıradan bir insan da biliyor. Şairler
de bilir. O halde “Neden şiir” sorusunun yanıtı, bir tür huzursuzluk olmalı. İşin felsefesine
uzanmak bile kendisinden daha az karmaşık galiba. Okumanın akla hayale sığmaz hazzını,
kelimelerin gizemli bir sırayla birikmesinden alıyoruz. Önceden de böyleydi. Her “ŞEY”in
sözle başladığını söyleyenler haklı olmalı. Söylediysen, artık olacaktır. Olmak için zamanını
bekleyecektir, her ne söylediysek. Şiir, bir “söyleme” eylemidir. Olsun istediklerimiz için.
Olduğunu duyurmak istediklerimiz için. Şiir, olmasını istediğimiz her şey için sözdür;
olanları diğerlerine duyurmak için şiir, yemindir.
Böyle olma olasılığı yüksektir de kanıtlamak olanak dışıdır. Zaten “kanıt” tamamen
matematiğin uydurduğu bir yalandır. Aklın uydurmasıdır. Kurallıdır. Yasalıdır. Ruhu
matematik anlamaz. Tanıyamaz. Deneyebilir ama başarmaz. Ama güzellik kendini var
ediverir. Ve kanıta gereksinim duymaz. Şiir, Tanrısaldır. Kendi kendinedir. Ve daimdir.
Biz zaten kendimizi ararız her yerde. Çekilen fotoğraflarda önce kendimizi buluruz.
Bize bir şeyleri hatırlatan kokuların izlerini süreriz. Kaybettiğimiz sesler, koşturur bizi. Kitap
okurken, kendimizi andıran kişileri sever dururuz. Doğamızın, kesin emirleri böyledir.
Genlerimizin kodlarını değiştirmekse çoğunda pek zordur. Ya da olanaksızdır. Ancak
genlerimizde bulunduğu kesin olan şu ki güzellik bizi yörüngemizden savurur ve ona doğru
akarız. Güzellik, bizim eksenimizi değiştirir. Bizi başka evrenlere savurur. Göçe zorlar.
Keşfettirir. Güzelliğe bu meylimiz olmasaydı, aynı yerde kalır, rahata alışır ve çürürdük.
Marquez’in dediği gibi “güzellik karşısında kayıtsız kalamadığımız sürece yaşamaya devam
edebiliriz”
Nasıl oluyorsa şair denen, yarı tanrı çocukları –çünkü yazdıklarının Tanrısal olduğunu
kabul etmiştik- sözlerden büyüler yapmayı başarıverirler bazen. Bu nedenle şair, iktidar
sahipleri için şüphelidir. Güvenilmezdir tarih boyu. Oysa sözler, bir harf yığını ve anlam
enkazlarıdır. Ruhumuz bir şeyleri yaşar, bitirir belki tüketir. Kalıntılardan şiirler oyarız,
yokluğu kaçınılmaz soyut evrenlere. Şair kısmı bu işe harcar bütün enerjisini.
Yarı tanrı çocukları, huzursuzdur, huysuzdur. Sağı solu belirsizdir. Şikayet eder.
Sitemkardır ve bu yönüyle bir bakıma kadındır. Ya da içindeki kadın yanı baskındır.
Östrojenin erkek bedeninde işi nedir? Ama o, olmadan incelemez ruh. Ayrıntı kazanamaz.
Gümüşü telkâriye çevirme işidir şiir. Şiir işçiliktir. Şiir yazmak öngörülemez yapar bizi.
Ezberlerimizi bozar. Kalıpların ve klişelerin dışına atar. İyi ki de atar.
Bizi huzursuz eder. O zaman da yazmak denen geçici delilik başlar. Şair geçici
delidir. Yazarken krizler içindedir. Aklı sanrılarla doludur. “Bu defa olacak” diye düşünür.
Yazılacak asıl şiir, son şiir, en iyi şiir, yüzüncü ad gibidir yazacakları. Öyle zanneder. Çok
önemli bir iş yaptığı sanrısında, işine gömülür. Bu çabanın süresi ne olursa olsun, çabanın
içindeki “şair” huzursuzdur, beklentilidir ama aynı zamanda mutludur. Keder ve hüzünle
mutludur. Ve sonunda yazma işi biter. Anlamı tuhaf haz, sona erer. Ağrılar geçer. Akıl da
beden de hafifler. Doğurma eyleminden çok az farkı vardır. Yazan kim olursa olsun, şiir bir
kadın eylemidir. Dişidir. Bir yanı kadın olanların işidir.
Şair, en sofudan bile daha çok farkındadır ölümün. Telaşı, tedirginliği bundandır.
Ölümün bezemediği bir ten, süslemediği bir ruh yoktur, bunu bilir şair. Ancak yaşayanların
hiç biriyle gerçekleşmeyen sevmenin işteş biçimi; ölenlerle ne kolaydır. Yarı Tanrı çocuğu,
demek ne kadar da doğru. Tanrılığımız yarım, İnsanlığımız ne kadar Tam? Ve sorular ne
kadar da uzak yanıtlardan. İlk nefesini üflediğinde çamurdan yapıldığı iddia olunan
bedenlerimize
Keşke ya o üflemeseydi
Ya da hiç yaratmasaydı.
“Küntü kenzen mahfiyyen fela’hakaltül liya firuni” Ama nedense “O” bile bilinmek
istemiş. Çünkü bir gizli hazine imiş. Bizim neyimiz eksik. Gizli hazine onda varsa bizde de
olmalı. Şiir, bir ihtimalin peşinde olmak, bu ihtimal için toplumun rahatlık sunan
hapishanesinden kaçmayı başarmaktır. Şiir, ar ve namus şişesini taşa çalmak ve bütün
sonuçlarını göze almaktır. Şiir asil bir isyandır ve ölümüne haklıdır. Şiir “hazinedir.
Hazinemizdir. Biz onu yazarız. Bazen saklar bazen de ortaya saçarız. Ruhu incelmiş olan
anlar. Arif olan, sarraf olan anlar. Şiir, hazinemizdir. Altını andırır. Paslanmaz. Bozulmaz.
Değerini kaybetmez. Rus edebiyatının dev yapıtları, Rus Narodniklerinin yaptıkları halk
edebiyatı derlemelerinin üzerinde yükselir. Şiir, siyasal paradigmaları değiştirir. Tutar insanı,
insana sevdirir. Şiir, evrensel bir hazinedir.

Öyle bir hazinedir ki onu bir büyü gibi kulağımıza ve ruhumuza üfleyen de yine bir
kadındır. Hayatımızın en güzel ezgileri, en anlamlı şiirleri ninniler değil midir? Ve dünyanın
her yerinde ninnileri kadınlar üretir. Bizi inceltir ve büyütürler ninnilerle. Diğer dünya dilleri
ile karşılaştırdığımızda Türkçemiz, ninni varlığı ile de son derece zengindir. Şiir/ninni ile
başlayan yaşam yolculuğumuz yine şiirlerle devam eder aslında. Kederlenen, hüzünlenen
ruhun ağrısını türküler dindirir. Hasret çektiğimizde türküler vardır. İsyanlarımıza
koçaklamalar yetişir, yanımızda Köroğlu belirir. Tanrı’ya çatacak olsak Şathiyeleri ile
Kaygusuz önümüzü açar. Gerekirse Tanrı’ya bile çatar, hesap sorar. Sevdalanırız,
Karacaoğlan sazına dokunur. Hayatın ve varlığın sorgulamasını yapacak olsak, gözü görmez
ama gönlü bilir bir Veysel anlatır bize. Bütün türküler gibi Yaş destanları da önce şiirdir sonra
ezgilenir. Ama usta Neşet’in dediği “Kadınlar insandır, biz insanoğluyuz. Gelmiş geçmiş
bütün güzelliklerin ilk anında kadın vardır. Kadının olduğu yerde her koşulda şiir bir yerlerde
mayalanmayı bekler. Bu mayayı bir şair alır, biçimlendirir ve şiiri yaratır.

Dünyevi arzuların ve hazların içindeki şair, kendini arar durur. Ama kendimizi bir
başkasıyla toplamadan nasıl tartarız? Çünkü biz gerçekte aynada gördüğümüz ve bildiğimizi
zannettiğimiz yüzümüzün arkasında bazen uyuyan bazen uyanık olan o ruhun ağırlığını ya da
tarifini arıyoruz. Yaptığımız bütün tanımlamalar, çabamız, kemikten kaskatı bir kutunun
içinde, sıkılmış olan beynimizin dışarıdaki gerçeği araması ama bulamayacağını acıklı bir
şekilde bilmesinin sonucudur. Cesaret ister bu iş. İlk anda da bir karanlıktaydık. Boğuk
seslerin ve küçük bir denizin içindeydik. Tutunmuştuk bir süre. Şimdi de karanlıkta olan –ne
tuhaf ki o da küçük bir denizin içinde- bir aklın kurgularını anlamaya çalışıyoruz. Şair,
anlamaya çalışan; şiir ise anlaşılan tek gerçektir. Şiir’i ya içimizdeki kadın yazar ya da
sevdiğimiz gerçek veya hayali kadın yazdırır. Şiir kadındır.
Bu Kitap İçin Derkenar

Böceklenme

1.Basım Ağustos 2023, Everest

Hüseyin Peker kitabına Böceklenme ismi vererek hem şiirlerini, zamanlama olarak bir çatı
altına almak, hem de şiirlerine ortak bir metafor yaratmayı amaçlamış gibi. “Buruk kutlanıyor
geçmişimiz/ başladı böceklenme” dizeleri bunu düşündürdü bana. Yaşamı her hali ve anı ile
şiire anlatmakla görevliymişçesine yazıyor Hüseyin Peker. Anlam ve sözcük seçimlerindeki
sisli yoğunluk onun şiirinin ayrıksı özelliği.

You might also like