Professional Documents
Culture Documents
Stephen Kern - Zaman Ve Uzam Kültürü (1880-1918)
Stephen Kern - Zaman Ve Uzam Kültürü (1880-1918)
Stephen Kern - Zaman Ve Uzam Kültürü (1880-1918)
Zaman ve
Uzam Kültürü
(1880-1918)
The Culture of Time and Space 1880-1918
ÇEVlREN Ali Selman
�,,,,,
...... .
iletişim
Rudolph Binion'a
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR ................................................................................................................................................. 9
ÖNSÖZ . -.........................................................................................................................11
........................ ....
Giriş . . .
............. ... ................................................. ........................................................ .... . -........................37
1 Zamanın Doğası . . . .. . . . .
.......................... .... ........... ........ .. ..... .... ..... .... ........... ......... 47
2 Geçmiş . . ..
.................................................. ......... ........... . ................ .. .. .
.... . . 81
.... ............. ... ......
5 Hız . ..
... .. . -.............................................................................................. 175
........................... .....
6 Uzamın Doğası . . .
... ...................... ....... ............ .. . -.......................................-... 205
7 Biçim .
......................._. .............................. .. . . . -....................... 271
............ ............... ........ .....
9
melerin verdiği ilham, yönelttiği sayısız öneri ve eleştiri, ayrı
ca tükenmez dostluğu nedeniyle Rudolph Binion'a ithaf edil
miştir.
S. K.
DeKalb, Illinois
10
ÖN SÖZ
11
Özellikle Eugene Minkcwski'nin psikanaliz eleştirisi beni
çok etkiledi. Psikiyatri pratiğine fenomenolojiyi uyarlarken,
Minkowski, hastalarının zamanı nasıl deneyimlediği konusun
da yenilikçi bir değerlendirme yöntemi kullanıyordu. Zama
nın ontolojik önceliğiyle, yani hastalarının fiili deneyim anın
da zamanı nasıl kullandıklarıyla ilgileniyordu; psikanalizin te
mel yorum odağı olan kronolojik zamanın, çocu]duktan başla
yan olgular silsilesinin dizfişinin önceliğiyle değil. Minkows
ki'nin paranoid bir hastası kendi geçmişinden öylesine kopuk
tu ki her gün hayata yeniden başlıyordu. Tehlike ve kaygı gi
bi olağan ve geçici gündelik hislerin duygusal birikimleri için
geçmiş deneyimlerden yararlanamıyor, kişisel hatıraların yatış
tırıcı güveni ile korunamıyor, her gece panik halinde parano
id hezeyanlara ve korkunç bir ölümün onu beklediği düşünce
sine gömülüyordu. Geleceğinin olmadığı, hiçbir şeyin değiş
meyeceği, herhangi bir kötü fiilinin tüm zamanlara kazınaca
ğı ve önü kesilen akarsuda çürüyen organik maddeler gibi vic
danına yüklenebilecek suçluluk duygusunun altında eziliyor
du. jH. astanın paranoyasının birincil olduğunu ve zamansallığı
çaı]ıttığını öne süren geleneksel psikiyatrik düşüncenin aksi
ne Minkowski, çıklama mantığını tersine çeviriyor ve hastası
1
nın zaman duy usunun birincil olabileceğini ve paranoid tep
kiye yol açabile ğini söylüyor. Onun dediği gibi, "daha önemli
olan bozukluğu , geleceğe [zamansallığın/geçiciliğin bir yönü)
yönelik çarpıtıl ış tutum olduğunu, [paranoid) hezeyanların
da llunun dışa vurumlarından bir tanesi olduğunu... varsaya
'
maz mıyız?"1 Minkowski, zamana karşı bu tutuma neden olan
9
bir ocukluk travması aramıık yerine, hastasının şimdiki zama
nı nasıl deneyi rrıjlediğini anfamaya odakl�nıyor. Mi�owski'nin
zaman fenomen �lojisi, psikanaliz modelinin karşısına ikna edi-
ı
ci bir alternatif koyuyor.
Konuyla ilgili okumalarım beni, 1900 yılına yakın bir tarihte,
algısal deneyime dikkat çekmenin yolu olarak fenomenolojiyi
13
da materyallerin düzenlenmesi için bir tasarım yoktu. Aka
demik disiplinlere göre (felsefe, fizik, psikoloji) ve sanat tür
lerine göre (edebiyat, müzik, resim) düzenlemeye yöneldim.
1970'lerin başındaki enerji krizi sırasında bir gece, haberler
de benzin istasyonlarındaki araç kuyruklarını izlerken, tarih
sel anlamda enerjinin çok önemli olduğunu fark ettim. Zira,
verili bir zaman diliminde uzamda yol alma yeteneğimizi etki
liyordu ve enerji kıtlığında yolculuk süreleri uzayacak, böyle
likle de ayırıcı işlevleri arttığı için mesafeler uzayacaktı. Üzeri
ne çalıştığım dönemde, yüzyıl sonunda, ulaşılabilir enerji kay
naklarında çarpıcı bir artış olduğunu düşündüm. Bunun sonu
cunda, hem ulaşım hem de iletişim sürelerindeki keskin kısal
maların yaşanan mesafeyi daraltmasıyla, zaman ve uzam dene
yiminde bir dönüşüm meydana gelmişti. Zaman ve uzam de
neyimlerinde devrimsel etki yapan teknolojik gelişmenin ya
nı sıra kültürel değişikliklerin de kültür dünyası boyunca za
man ve uzamın algılanması ve kavramlaştırılması üzerinde
devrimsel bir etki yaptığını fark ettim: Fizikte (Einstein'ın gö
�
recelilik kuramı), felsefede (Bergson'un sürelilik kavramı), psi
kiya tfride (Freud'un bilinç dışı zihinsel süreçleri), sosyolojide
(Dud<lıeim'ın zaµıan ve melranın sosyal göreceliliği), resimde
(Picasso'nun ku • izmi) ve eciebiyatta (Proust'un kayıp zaman
arayışı ve joyce' 1n bilinç akışı tekniği). Böylelikle, kültürü bu
temel kavramlar! yorumlaım düşüncesi kafamda belirginleşti.
Aynı zamanda, inkowski'nın her bir hastasının zaman dene
yimiılti yorumlayışını, tüm bi� kültürel dönemin zamanı ve ay
nı zamanda uzamı nasıl deneyimlediği yorumuna uygulamanın
da mpmkün olabileceğini düşündµm.
"Z � :?1 an" ve "V zam" temel başlıklarıyla araştırmaya başla
dım. p nce kitabı \ bildiğim daha önceki çoğu kültür tarihi ça
lışmasında olduğu gibi şekillendirmeyi planladım. Yani, akade
mik disiplinler ve sanat türlerine göre bölümlere ayıracaktım.
Bölümler; felsefede zaman ve uzam, bilimde zaman ve uzam,
edebiyatta zaman ve uzam vb. olacaktı. Böylesi bir temalandır
manın benim fenomenolojik yaklaşımımla çatışacağını, zira bu
dönem kültürünün, disiplinler ve türlerin sorgulanmamış kav-
14
ramsal varsayımları üzerinden yorumlanması anlamına gelece
ğini ciddi olarak düşünmemiştim. Araştırmamın bir noktasın
da, Marcel Proust'un ve James Joyce'un çalışmalarında zaman
ve uzam üzerine yazdığım altmış sayfanın, edebiyat bölümü
nün can daman olacağını düşünüyordum. Diğer alanlar üzeri
ne çalışmalarımı da tamamladıktan sonra, kitabın tümünü dü
zenlemek üzere notlarımın üzerinden geçtim. İkilemle yüz yü
ze gelmem bu noktada oldu ve disiplin ve türlerin yorumsal sı
nırlayıcılıklarını fark etmeye başladım.
Eşzamanlılık kavramı hemen her alanda ortaya çıkıyordu:
Fizik, psikoloji, resim, drama, şiir, roman ve sinema. Dönemin
çoğu gazetecisi, yeni ulaşım ve iletişim teknolojilerinin "zaman
ve uzamı yok ettiğini" öne sürüyordu. Bu durumu tarihçiler
daha sonra "eşzamanlılık çağı" diye nitelediler. Titanic'in ba
tışı, telsiz imdat çığlıklarının gökyüzünde çınladığı Kuzey At
lantik'te sergilenen eşzamanlı bir dramaydı. Asıl batış, kurtar
ma botlarına binen yüzlerce kazazede tarafından çıplak gözle
izlenmişti; bir anlamda, seyir halinde olan diğer gemilerin telg
raf operatörleri ve Kuzey Amerika ve hatta Avrupa'daki gaze
te ofislerinin telsiz operatörleri tarafından da Atlantik kablosu
üzerinden gönderilen mesajlarla izlendi. Bu olgu, yeni telsizin
dünya ölçeğinde mümkün kıldığı eşzamanlı deneyimle ortaya
çıkan yeni tarzın birleştirici kabiliyetini örnekliyordu. Tıpkı el
li yıl sonra Kennedy suikastının, televizyonun mümkün kıldı
ğı yeni eşzamanlılığa örnek teşkil etmesi gibi. Benim dönemi
min sonunda, Birinci Dünya Savaşı eşzamanlılığın nihai dra
mıydı ve tarihte ilk kez kol saati takan milyonlarca insan, ka
rargahtan komutanlarına gelen telefon mesajları doğrultusun
da ahenk içinde hareket ediyorlardı.
Eşzamanlılık kavramının bir bölüm başlığı olarak ya da en
azından temel birleştirici bir tema olarak kendini dayatmasının
temel nedeni, zaman ve uzam bağlamında tanımlanmış felsefi
bir kavram olmasıydı. Karşı karşıya kaldığım ikilem, önce bana
basit bir tasanın sorunu gibi görünen durumun yöntemsel bir
soruna dönüşmesinin sonucuydu. Joyce üzerine olan bölümde
eşzamanlılığa zaten iki sayfa ayırmıştım. Eşzamanlılık üzerine
15
bir bölüm yazıp, o iki sayfayı da olduğu gibi bırakamazdım. Bu
durumda ya kendimi tekrar etmiş olacaktım ya da joyce üze
rine tartışmamın temel maddelerini çıkaracaktım. Ne yapılma
lıydı? Geleneksel disiplin ve türlerin yanı sıra eşzamanlılık gibi
başlıklar altında birkaç tematik bölüme de yer vermeyi düşün
düm. Ancak bu da tasanmı içinden çıkılmaz hale getirecek, ay
nca J oyce ile ilgili sorunu çözmeyecekti.
Kitabı, disiplinlere ve türlere göre değil de eşzamanlılık gi
bi kavramlara göre tasarlamaya daha sıcak bakmaya başladım;
çünkü eşzamanlılık, zaman ve uzam için uygun bir felsefi alt
başlık iken edebiyat değildi. Dahası, üzerine çalıştığım insan
lar, özellikle telefonun, telsizin, sinemanın ortaya çıkmasından
sonra, eşzamanlılığı kendi gündelik hayatlannda doğrudan de
neyimlerken, edebiyau deneyimlemiyorlardı. Kitaplann okun
ması dolaysız bir deneyimdi ancak edebiyat değil. Edebiyat, be
lirli bir yazma biçiminin, araştırma alanının, üniversite bölü
münün adı olabilirdi ancak insanlann -zamansallıkla ilgili hız
lı ve yavaş ya da uzamsallıkla ilgili yakın ve uzak gibi- açıkça
ve doğrudan deneyimlediği bir şey değildi.
Kit'
l
hı, zaman ve uzam açısından felsefi anlamda daha tutar
lı alt. aşlıklara gÇ>re bölümlere ayırma karannı vererek ikilemi
1
çözdüm ama bu ncak yerine getirebileceğimden bile emin ola
madığım bir gör v üstlenmek demekti: Yüzyıllarca geriye gi
den kategorilere öre çözümlenmiş, adlandınlmış ve sınıflan
dınlmış materyal eri yeniden tematize etmeliydim. Kavramsal
planl�ma için, diSiplinleri ve türleri bir kenara bırakırken; ha
yatı düzenleyen ve kütüphaneler, kitapçılar, gazeteler, üniver
site*lümleri, akademik serr.inerler ve disiplinlerin uzmanlık
alanlan aracılığı�la öğretilen , ayrıca kendi eğitimim boyunca
okudµğum ve ha a araştırmalanmda kullandığım, öğrencileri
i
me önerdiğim birçok etkileyici kültürel tarih çalışmasında yer
alan ilkeleri terk ediyordum.
Yine de tüm kitabı zaman ve uzam ana alt başlıklanna göre
yeniden düzenlemeye karar verdim. Ancak bunlar ne anlama
geliyordu? Zaman için temel alt başlıklan geçmiş, şimdi ve ge
lecek olarak belirlemek görece kolaydı fakat uzam için bu çok
16
daha zordu. Belirli bir araştırmanın sonucunda biçim, mesafe
ve yön alt başlıklarına karar verdim. Bununla beraber, her şeyi
bu altı alt başlığa göre yeniden düzenlemeliydim aynca zama
nın nitelikleri ve uzamın nitelikleri üzerine iki ana bölüme ek
olarak, zaman ve uzam ana bölümlerinin arasına hız üzerine di
ğer bir ana bölüm ekledim. Temmuz Krizi ve Birinci Dünya Sa
vaşı başlıklı iki sonuç bölümü aslında tek bir sonuç olarak ta
sarlanırken aynı zamanda yöntemim için bir sınama vakası ola
caktı. Önceki dokuz tematik bölümde kullanılan kategori ve
yorumların, ele aldığım dönemin sonuna rastlayan olgusal mo
mentin çözümlenmesi, yorumlanması ve sınıflandırılması için
de uygulanabilir olup olmadığını belirleyecekti. Bazı değerlen
dirmecilerin karşı çıktığı gibi, savaş öncesinde vuku bulan tüm
zamansal ve uzamsal değişikliklerin Birinci Dünya Savaşı'na
neden olduğunu öne sürmedim; aksine, savaş öncesi kültürel
gelişmeleri anlamak için başvurduğum kavramsal yaklaşımın
1914 Temmuzu'ndaki diplomatik başarısızlığı ve izleyen savaşı
anlamak için de uygulanabileceğini öne sürdüm. Aslında, savaş
öncesi dönem kültürünün zaman ve uzam deneyimindeki bazı
değişiklikler (örneğin, felsefe ve edebiyatta özel zamana atfedi
len önemin giderek artması) savaş deneyiminin kendisiyle cid
di biçimde çelişir. Zira savaş deneyimi, zamansallıkları; harekat
çizelgeleri ve savaş planlarının vahşi egemenliğinin etkisi altın
da kalan milyonlarca insanın özel zamanlarını tarihsel anlamda
J:>enzeri görülmemiş biçimde yok eder.
Bulguların tümünü gözden geçirdikçe, felsefi anlamda
uyumlu alt başlıklar bulmam gerektiğini de anladım. Örneğin
ilk bölümde, zamanın nitelikleri konusundaki üç tartışmanın
ikili terimleri yer alır: Sayısı açısından (homojen ya da hetero
jen), dokusu açısından (parçacıklara ayrılmış ya da akışkan),
yönü açısından (yönü değiştirilebilir ya da değiştirilemez). Ni
hayet bu alt başlıkların içinde, materyalleri geleneksel disiplin
lere ve türlere göre bölüp araştırırken, her birinde de birer ki
şiye yer verdim.
Bu kapsamlı tematik bölümleme beni, herhangi bir örnek ve
ya model olmaksızın, daha kesin düşünmeye zorladı ve bu ye-
17
ni tipolojide her bir araştırma adımı, nasıl yorumlanacağı ile
birlikte atıldı. Öncelikle, henüz son haline getirilmemiş joyce
ve Proust bölümündeki materyalleri ayırarak, uygun oldukları
bölümlere dağıttım. O sayfaları doğramak keyifliydi ama kay
gı uyandıran bir yönü de vardı; kaynak materyallerin nasıl bö
lüneceğine ve gruplandınlacağına karar verme zorluğunun ya
nı sıra, bu gruplandırmaların tasnifinde de sorunlarla karşılaş
tım. Örneğin, eşzamanlılık nereye gidecekti? Modem eşzaman
lılığı bir gerçekliğe dönüştüren telefon üzerinden anında elek
tronik iletişim şimdi, gelecek, hız, biçim ve mesafe deneyimle
rini dönüştürmüştü; dolayısıyla da bu bölümlerin herhangi bi
rine girebilirdi. Yeni eşzamanlılık anlayışının anlamı şuydu; ör
neğin, daha önce aynı mekanda bulunan kişilerin iletişimi ile
sınırlı olan başka biriyle konuşma deneyimi, yeni telefonlar sa
yesinde, çok uzun mesafelerin ayırdığı kişiler arasında anında
konuşmaları da kapsar hale geldi. Dolayısıyla, konuşma için
"burada ve şu anda" anlamına gelen "şimdi" deneyimi uzamsal
olarak genişleyerek çok uzak:ardakilerle konuşmayı içerir hale
4
geli en; zamansal olarak ge:ıişleyerek, telefonun kullanılma
ya başlamasında . önce gerçekleştirilmesi çok uzun süren kar
şılıklı iletişimi şi diye getiriyordu.2 Sonuç olarak, eşzamanlı
lık bulgularını şi di bölümüne yerleştirdim çünkü zamansallı
ğın bu yönü ile önüşümünt oldukça çarpıcı biçimde gösteri
yordu. Aynca, he hangi bir bölüme yerleştirilmesi gerekiyordu.
insan deneyim öğelerinin çözümlenmesi (parçalara ayırma),
adladdınlması ve sımflandınhnası yöntemine ben "tematize et
me" diyorum. Tematize etmenin bölümleri için, önceden dü
r,
şünülmüş temala (örneğin, geçmiş, şimdi ve gelecek) kullanı
ı�
larak çözümleme olaylaştınldı. Böylelikle, çözümleme, adlan
,
dırma ve sınıflantlırma görec�li olarak daha kolay ve aşağı yu-
19
öne sürdüğü gibi, iç içe geçer. Zamana dair bazı bulgular hiçbir
yere uygun düşmüyordu. Örneğin kitabın dışında bıraktığım,
j. M. E. McTaggart'ın "The Unreality of Time" (1 908) başlık
lı makalesi etrafında sürdürülen, zamanın gerçek mi yoksa ger
çekdışı mı olduğu felsefi tartışması gibi. Diğer bulguların bazı
ları hemen her yere uygundu. Eşzamanlılıkta olduğu gibi. Ona
yer bulma konusunda yaşadığım sorun, diğer birçok sınıflan
dırmada da tekrar etti. Bazıları daha çetin sorunlardı ama insan
deneyimi parçalar halinde açıkça çözümlenemez. Sabitlenmiş
kategorilerin sınırlarından taşma ve o sınırlan belirsizleştirme
eğilimi ağır basar. Öne sürebileceğim en güçlü iddia, bu ölçüt
leri karşılamaya çalışırken, zaman ve uzam deneyiminin birin
cil bazı yönlerinin aynlıklannı keskinleştiren, kapsayıcı deni
lebilecek bir tipoloji geliştirdiğimdir. Tek kelimelik bölüm baş
lıklarım, zamansal ve uzamsal deneyimi, temel kavramsal alanı
oluşturan bütünlüklü ve sınırlan belli temalar içinde çözümle
me çabamı yansıtmaktadır.
D qrt ölçüt arasında, temalmn aksi olamayacak şekilde sıra
lanıUısı, özelliklç iddialıdır. Bazı kültürel çalışmalar, genelden
'
özele ya da halk aynaklanndan seçkin kaynaklarına gibi belir
gin ilkeler çerçe esinde kurgulanmıştır. Diğer bazı çalışmalar
üniversite bölü lerinin akademik ilgi a�nlan ya da: farklı sı
nıfların kültürle gibi sosyal modelleri iı!lemişlerdir. IBir kısmı
da bölgelerin, şe irlerin, de\'letlerin ya da milletleriıfı kültürü
uzamsal şemasın uygular; ancak neden sıralamayı böyle yap
tıklaııma dair ikna edici bir mantık ortaya koymazlar. Yani, ön
ce iş)i sınıfı sonra üst sınıf kultürü ya da önce kuzey sonra gü
ney �ültürü araştırması yaparken, sıralamanın niye öbür türlü
değil de böyle ol duğunu gerekçelendirm�zler.
Taph, ikna edici bir ilkeye doğası gereği sahiptir: Kronolo
ji. Tarihçiler kronolojinin sağladığı rahat çerçevenin dışına çı
karak tematik çözümlemeye yöneldiklerinde, bölümlerin sıra
laması genellikle keyfi hale gelir. Çoğu tematik kültürel tarih
çalışmasında, örneğin neden Üçüncü Bölüm'ün Dördüncü Bö
lüm'ü izlediği ve tersi olmadığı açıklanmaz. Benim kitabımday
sa şimdi başlıklı bir bölümü neden gelecek başlıklı bir başka-
20
sının izlediğine dair açık bir gerekçe sunmamam haklı olarak
eleştirilebilir. Bu karar sezgiseldir ve zamanın boyutlarının, ge
nellikle sorgulanmadan geçmiş, şimdi ve gelecek olarak sıra
lanması alışkanlığını izler. Ancak Üçüncü Bölüm ve Dördüncü
Bölüm içeriklerini, deneyim kurma -ki bu, deneyim üretme
de geleceğin şimdiden daha önemli olduğu; zira gelecek odak
lı, amaca yönelik deneyim dürtüsünün, geçmiş ile gelecek ara
sında, şimdi momentindeki kısa zamansal konumlarına kıyas
la çok daha anlamlı eylemler doğurduğu iddiasına dayanır- ko
nusundaki önemlerine binaen tersine sıralayabilirdim.
Aslında, zaman konulu bölümleri neden kronolojiye göre
sıraladığımı gerekçelendirmedim, aynca uzamla ilgili bölüm
ler için de bir gerekçem yok. Yine de, keskin çizgilerle temati
ze etmeye odaklanmam, sürdürmesi ne kadar zor olursa olsun,
akılcı bir sıralamaya verdiğim önemi gösteriyor. Tek kelimelik
bölüm başlıklarım, sınırlan belli bölüm konularını görmeyi ve
sıralanışlarının olası gerekçelerini düşünmeyi kolaylaştırıyor.
Aynı zamanda, eğer durum böyleyse, herhangi bir sıralamanın
akılcı olamayacağını da görmek kolaylaşıyor.
Tematik çözümlemenin zayıf ve güçlü yönleri var. En belir
gin zayıflığı, tekil insan hayatlarının veya tekil felsefe ve edebi
yat çalışmalarının bildik kurulu birimlerini parçalara ayırma
sıdır. Biyografiler, doğum, çocukluk, olgunluk ve ölüm sırala
masıyla, ikna edici ve anlaşılması kolay bir kurgusal çerçeve
ye �hiptir. Tıpkı, başı, ortası, sonu olan bir roman ya da man
tıklı bir argüman çevresinde kurgulanmış felsefi bir çalışma gi
bi. Tematik çözümleme, böylesi ikna edici şemalarla kurgula
namaz; bunun yerine, biyografilerin, edebi konuların ve argü
manların kolayca görülür birimlerini parçalayan çözümleme il
kelerine dayanmalıdır. Yazarın görevi, bu parçalamayı başka
ikna edici gerekçelere dayandırmak ve sonra bu parçalardan
bir bütünlük yaratmaktır. Ancak yine de, en dikkatle yapılmış
tematik bölümlemelerde bile, özensiz çözümlemelere, öğelerin
adlandırılmasında muğlaklıklara, tamamlanmamış ve üst üste
binen sınıflandırmalara ve keyfi sıralamalara rastlanır.
Ilgili diğer bir sorun ise şudur; tematik çözümleme bir fel-
21
sef eci ya da yazann diğeri üzerine dolaysız tarihsel etkisinin
(Platon'un Nietzsche veya Balzac'ın Zola üzerindeki etkisi gi
bi) izlenmesini kesintiye uğratır. Geleneksel açıklama tarzlan,
özellikle etkilenen felsefeci ya da yazann bunu onaylamasıyla
güç kazansa da, tarihsel argümanın genellemeci niteliğini öze
le doğru kaydırarak onu etkisizleştirir. Kişisel hayatın veya iş
bütünlüğünün güçlü tekilligi, kendi üzerinde temellenen argü
manın genellemeci niteliğini zayıflatır. Genel entelektüel tarih
ler, dolaysız kişisel etkilerin belirlediği bir dizi entelektüel bi
yografiden kaynaklanabilir; fakat böylesi çalışmalann bedeli,
tekil düşünürlerin bilinçli zihinsel bağlantılannın gücü adına,
kapsayıcı çözümsel şemanın zayıflatılması olacaktır.
Tematik çözümlemenin güçlü yönü ise görünürde farklı kül
türel bulguların tümlenrnesini mümkün kılması aynca farklı
toplumlar ya da tarihsel dönemler arasında kıyaslamalan ko
laylaştırmasıdır. "Tümlenme" (integration) kelimesinin kulla
nımı kolay olsa da tümlenmenin başanlması zordur, zira insan
deneyimi son derece çeşitli ve karmaşıktır. Bireylerin yanı sıra
�
mill tler ve kültürler de ko.aylıkla kıyaslanamayacak benzeş
meyen veçheler , sahiptir; tarihçiler bu veçhelerden birleşik bü
tünler çıkarmalı ırlar. Bir kültüre ait temel öğelerin titiz tema
tik çözümlemes , bu öğelerin bireysel hayat hikayelerinin bas
kın kurgusal şe alannda gı)mülü kaldığı ya da akademik di
siplinlerin veya anat türlerinin kategorilerine göre kısmen te
matize edildiği urumlara ktyasla, her bir öğenin tümlenmesi
nin �aha kapsa lı olmasını nümkün kılar. Proust ve joyce, te
�
lefo ya da film teknolojileri ile ilişkilendirilebilir; ancak çalış
malfnndaki hangi belirgin veçhenin söz konusu teknolojilerin
hangi belirgin v!e
çhesiyle ilişkili olduğ-q çözümlenıpeden, bu
tür � plandırmklar zorlama eşleştirmeler olmanın ötesine ge
çemez. Potansiyel olarak benzeşmeyen böylesi kaynaklann da
ha derin ve sıkı tümlenmesini inandıncı kılacak olan, her biri
ni sınırlan belli alt-temalara ayırmaktır.
Bu kitap boyunca "temel", "asli", "tarih üstü", "evrensel",
"zorunlu" ve "özsel" kelimelerini dönüşümlü kullandım. Her
birinin farklı yan anlamlan var, fakat hepsi de insan deneyi-
22
minin evrensel zeminine atıfta bulunuyor. Bu terimleri kulla
nış biçimimi açıklamak için "öz" üzerine odaklandım. İzleyen
açımlamada kavramı, öz ve rastlantı arasındaki ayrımda oldu
ğu gibi, daha titizlikle ele alacağım. Ancak kavramı bu kitapta
kullanımım derecelidir; zaman ve uzamın az çok özsel (ya da
tarih üstü) öğeleri ile Batı kültürüne ait, içinde vücut bulduk
lan az çok rastlantısal (ya da tarihsel) tarzlan birbirinden ayır
dım. Bu önsözde, kısa tutmak amacıyla, temel başlıklanma de
ğinirken "özsel" ifadesini kullanacağım; ancak bununla kast et
tiğim "olabildiğince özseldir."
Herhangi bir şeyin tarihsel olduğu saptamasını yapabilmek
için onun tarih üstü temelleri belirlenmelidir ve eğer böyle bir
çözümleme insan deneyiminin özsel yönlerinin değerlendirildiği
bir temelde kök buluyorsa daha keskin olacaktır. Tarihçiler özle
re hep şüpheyle yaklaşma eğilimindedirler, zira bunlar tarih dı
şılığın belirtisidir; fakat tarihsel olarak neyin değişmediğini anla
yarak neyin değiştiğini daha açık hale getirmek önemlidir. Örne
ğin, olağan insan varoluşunun özsel yönlerinden biri, kişinin iki
gözü ve stereoskopik bir görüşü olmasıdır. Bireylerin ne kadar
iyi gördüğü, ne gördüğü ve gördüklerinin içeriğini nasıl yorum
ladığı kişiden kişiye farklıdır ve bu farklılıklar bir ömür boyunca
da değişir. Görüşün rastlantısal yönlerinin söz konusu farklılık
ları, bu kitabın konusu olan zaman ve uzamın tarihsel tarzlannın
rastlantısal yönleriyle benzeşir. Kişinin görüşünün bu benzer
siz tekilliğini (yani tarihselliğini) anlayabilmek için olağan görü
şün özünü açıkça anlamak gerekir. Böylesi bir anlamanın yoklu
ğunda, kişi tam anlamıyla göremez ama bunun farkına da vara
maz. Göz doktorlannın, kişinin görme duyusunda neyin benzer
siz (diğer bir deyişle rastlantısal) olduğunu ve nelerin buna yol
açtığını (doğuştan gelen kusurlar, kazalar, hastalıklar ya da yaş
lılık) teşhis edebilmeleri için, gözün anatomisinin ve fizyoloji
sinin, ayrıca olağan insan görüşü standardının özünü bilmesini
bekleriz. Ben, (farklı görüş sorunlanna dair kesin teşhislere ben
zer biçimde) tarihçilerin de insan deneyimi üzerine daha keskin
yorumlar yapabileceğini öne sürüyorum; eğer bu deneyimin ta
rih üstü, özsel temellerini dikkate alırlarsa.
23
Bu öz, görme duyusu gibi statik bir koşul olmak zorunda de
ğildir, aynı zamanda, açlığın doyurulması ya da ergenlik çağın
dan geçmek gibi dinamik fıziksel bir süreç de olabilir. Zihinsel
ve duygusal hayatın özleri, dil öğrenme ya da en yoğun olarak
aşk ile yaşanan ayırma (veya rastlaşma) deneyimlerini içerebi
lir. Toplumsal ve tarihi bir olgu için olası özler; varlığını sür
dürmek için çalışmak, toplumsal hiyerarşilerin oluşturulma
sı ve başkaları üzerinde iktidar sahibi olmak olabilir. Cinsiyet
araştırmaları, birbirinden farklı üretken anatomilerin ve fızyo
lojilerin, aynca cinsiyetleri evrensel olarak bölen -eğer böyle
bir şey varsa- bilişsel ve duygusal özelliklerin dayattığı cinsler
arası farklı özler üzerinde temellenir. Bu sonraki daha karmaşık
örnekler, özsellik üzerine argümanları en uç noktaya taşır; an
cak toplumsal ve tarihsel değişime dair rastlantısal gelişmeler
üzerinden bir ölçüde özsel temelleri çözümleme çabası verimli
olacaktır. Cinsiyet araştırmalarına temel teşkil eden en merkezi
aynın, klasik doğal-eğitsel tartışmasındaki bildik özsel-rastlan
tı54 ayrımının cinsel yönüdür.
Qz ve rastla�tı arasında böylesi ayrımlar yapılmadığında,
kültür tarihçile · nin deneyimin tarih üstü yönlerine tarihsellik
atfetmeleri mu temeldir. Örneğin, insanın toplumsal varolu
şunun, tipik ol ak tarihsel ve kültürel y'önleriyle biraraya geti
rilen özsel öğel rinden biri yabancılaş�dır. Yaban�ılaşmanın,
insan varoluşu un özsel vasfı olmasınıh nedeni hi� kimsenin
diğer biriyle ta men aynı biçimde düşünmemesidir. Diğerle
ri, 1bir ölçüde, deneyimsel derin bir bölünmenin karşı tarafın
da yarolurlar. Bu durum kendisini kültürel ve tarihsel tarzlar
da farklılıklarla ortaya koyarken, bireysel kavgalardan devrim
lere ve savaşla d kadar geni� bir eksendq birbirini izl�en çeşitli
yan)ış anlama Je çelişkiler :aşır. Yabancılaşmayı kapitalizm ve
modern şehirler yaratmamıştır; belirli yabancılaşma tarzlarını
barındırmalarının nedeni insanların özsel ve asli anlamda top
lumsal yapı içinde yalıtılmış benlikler olmalarıdır. Karl Marx'ın
kapitalist toplumda yabancılaşma çözümlemesinin ya da Franz
Kafka'nın modern bürokratik toplumda yabancılaşmayı be
timleyişinin tarihsel yorumu, eğer özsel insan yabancılaşması-
24
nı, 19. yüzyıl sanayi şehirlerinin veya 20. yüzyıl Prag'ının rast
lannsal (başka bir deyişle, tarihsel) tarzlarından ayırmayı dene
mezse eksik kalır.
Çağdaş eleştiri kuramının, özellikle de post-modemizmin
hamlelerinden biri tüm özleri veya evrenselleri reddetmesidir.
Bu konuda post-modemler haliyle çok ileri giderler. Mannksız
bir biçimde, özsel olduğu öne sürülenin genellikle öyle olmadı
ğı noktasından, bu kategorinin tümüyle yok edilmesi noktası
na geçerler. Bizi, neyin özsel olduğu konusuna daha fazla titiz
lik göstermemiz konusunda haklı olarak uyarırlar fakat dene
yimi onsuz anlamlandırmanın nasıl mümkün olacağını göster
mezler. Hastalar, azalan görme duyularını kıyaslayabilecekleri
özsel bir normal görüşü bilmek isterler. Tıpkı, tarih okurları
nın kendi duygulan ve bilişsel yetenekleri ile kıyaslayarak geç
mişin deneyimini anlamlandırmaya çalışmaları gibi. Eğer insan
deneyimi kültürel ve tarihsel anlamda tümüyle değişken olsay
dı, sadece geçmişi değil, post-modemistlerin kuramları da dii
hil olmak üzere başkaları hakkında herhangi bir şeyi anlama
mız da mümkün olmazdı. Dostoyevsky'nin idam mangası kar
şısındaki deneyimi için, evrensel ölüm korkusu duygusuna
başvururuz; her ne kadar, en ilkel haliyle ölüm korkusu, fark
lı toplumsal pratikler ve dini inançlar tarafından tarihsel olarak
önemli ölçüde biçimlendirilmiş olsa da.
Bu kitapta Husserl'ın zaman bilinci felsefesini ele almamın
neqeni, üzerinde çalıştığım dönemde çıkmış olmasıdır. Ancak
aynca onda, basit zamansal algıların özsel niteliklerinin ikna
edici felsefesini de buldum ve bu, benim temel merkezi başlık
ları saptamada fenomenolojiye bağlılığımı güçlendirdi. Husserl
z amansal deneyimin özünü açımlarken, yedi notalı bir melo
di dinlemede içkin olan zamansallığa odaklanıyordu. Bu dene
yimi, sadece 20. yüzyıl felsefecileri için değil, genelde tüm in
sanlar için zorunlu bir şey olarak ele alıyordu. Algıyı ve tam-al
gıyı (apperception) , geri-yönelimi (retention) , anımsama (recol
lection) ve ileri-yönelimi (protention) kapsamlı olarak ele alışı,
herhangi bir zamansal deneyimin bileşenleriyle ilgilidir. Benim
kitabım, zaman ve uzamın böylesi özsel öğelerinin tarihsel bi-
25
çimlerini yorumlamaktadır; örneğin, bir alt-tema olarak geçmiş
duygusu gibi. Geçmiş duygusu deneyimi olmaksızın insan ol
manın mümkün olmadığını düşünüyorum ve bu nedenle, geç
miş duygusu özseldir.
Farklı kültürlerden insanların geçmiş için bir ifadeleri olma
yabilir, onu deneyimlediklerinin bilincine sahip olmayabilirler
ve geçmişe dair farklı düşünceleri olabilir; ancak belli bir tarzı
nı deneyimlemeleri gerekir. Geçmişi nasıl deneyimledikleri bu
gün nasıl davrandıklarını belirler; çocuk yetiştirmek ve gelecek
kurmaktan, bir işgal planı yapmak ve ölüme hazırlanmaya ka
dar, gelecek için her şeyi yapılandırmaya onları hazırlar.
Zaman ve uzamın bu alt-başlıklarının tarihsel biçimleri ile
ilgili benim yorumum, rastlantısal olanla özsel olan, tarihsel
olanla tarih-üstü olan arasında süregiden ayrışma üzerinde te
mellenir. Söz konusu ayrışma süreci, şu örnekle gösterilebi
lir: 1 9 1 4 yılında Almanya'nın Belçika'yı işgali, Almanların ge
nel işgalciliğine göre daha rastlantısal ve daha az özseldir. Bu
na Ifarşılık, her ikisi de, insan varoluşu için -artan özsellik sıra
lamksına göre- işgalden, sınırlan aşarak seyahat etmekten, ge
nel anlamıyla s yahat etmekten, uzamda hareket etmekten, ki
bu uzamın üç a t-öğesinden biri olan özsel alt-öğe mesafeyi de
içerir ve kitabı da bir böhimün odağıc\ır, daha rasµantısal ve
! 1
daha az özseldi .
j 1
Bu tür ayn al çözümlene, rastlantıların (örneğin, Alman
ya'nın Belçika' işgali) tarihini bir zemine, insan deneyiminde
kar$ılık gelen özsel öğelere -bu durumda mesafe ve onun ya
tarzlan olan yakın ve uzak- dayandırmak için gerekli
E
şan
div Neyin yakın ve neyin uzak olduğu, farklı seyahat ve ileti
şim teknolojiletk ne göre tarihsel anlamda değişir; fakat bu tür
�
çift\enmiş uza al kavramlar insanın varoluşsal özünün parça
sıdır, zira bunların herhangi bir türünü deneyimlemeden insan
olmak mümkün değildir.
Benim çalışmam, rastlantısalın kuruluşunda deneyimin özsel
yönlerinin rolünü gösteriyor. Tarihsel olarak değişene "rastlan
tısal" derken kast ettiğim, beklenmedik olması değil. Alman
ya'nın Belçika'yı işgali beklenmedik değildi; ama olmayabilece-
26
ği ve insan olmanın kaçınılmaz bir sonucu olmaması anlamın
da, tarihsel bir rastlantıydı. Buna karşın, yakın ve uzağı, aynı
zamanda geçmiş ve geleceği, zaman ve uzamın diğer özsel öğe
leriyle birlikte zorunlu olarak deneyimleriz. Benim yaklaşımı
mın, tarihsel kaydın farklı yönlerinin tümlenmesi için ortak bir
temel ortaya koyması, üç ana nedenle mümkün oluyor: Dene
yimin bir ölçüde özsel öğelerine odaklandım ki bunlar bir öl
çüde evrenseldi; bu öğeleri en basit alt-öğelerine indirgedim;
bu öğeleri kültürel ölçekte tümleyebilmek için genel yorumsal
bir dil kullandım.
Her ne kadar yöntemim tarihsel yorumlan bu tür çözümle
melere dayandırmayı içerse de, özsel olarak belirlediklerimin,
tarihsel veya kültürel olarak değişken olabilecekleri ihtimaline
-kitabım baskıya girdikten sonra Benjamin Lee Whorfu oku
duğumda olduğu gibi- açık kapı bıraktım. O, farklı kültürle
rin zamanı bütünüyle farklı yollarla deneyimlediğini savlıyor
du. Bu kültürler, evrensel bir deneyim için farklı kelimeler kul
lanmakla kalmıyor ama aynı zamanda, zamanı fiilen farklı yol
larla deneyimliyorlardı ve bu daha sonra dile yansıyordu. Ho
pi dilinde soyut zaman kavramına en çok yaklaşan kelime, yak
laşık olarak "sonra gelmek" gibi bir şeydi. Hopi dilinde, '"za
man', 'geçmiş', 'şimdi' ya da 'gelecek' ya da 'ebedi' ya da 'sürek
li' kelimelerine karşılık gelebilecek kelime, gramatik biçim, ya
pı veya ifade yoktu." İnsanlarda ve şeylerde içkin olan dinamik
süreçlerden bağımsız olarak, genel zaman içinde, boş uzamda
daimi hareket nosyonuna karşılık gelen bir kelime; dolayısıy
la da kavramlaştırma yoktur. Whorfun düşüncesine göre Ho
pi'nin fiili zaman deneyimi bizden farklıdır. Soyut zamana kar
şılık Hopi'de iki temel kategori vardır ve bunlar kabaca nesne
le ve ôznele eştir. Nesnel, yaklaşık olarak İngilizcede hem şim
diki hem de geçmiş zamana tekabül eder. Öznel ise, İngilizce
deki gelecek betimlemesine karşılık gelir; ancak aynı zaman
da, insanlann zihninde ve kalbinde olduğu gibi hayvanlarda,
bitkilerde ve şeylerde de varolandır. Akademisyenler Whorfu
ya da bilinen adıyla "Sapir-Whorf hipotezi"ni sorgularken, za
mana yaklaşım biçimlerindeki bu farklılıklann gerçekten de-
27
neyiınsel olmadığını, dilin yanlış tercümesinin veya yorumlan
masının sonucu olduğunu savundular. Yine de Whorfun yazı
lan, geçmiş, şimdi ve gelecek olarak beliren deneyimin görü
nürde en evrensel temellerinin bile tarihsel ve kültürel anlam
da değişken olabileceğine açık kapı bırakmamız gerektiğini bi
ze hatırlatmaktadır.3
Teknolojinin rolüne dair değerlendirmem de yazdığım sıra
da ve daha sonra değişti. Teknoloji, kültürel değişimi açıklama
da ikna edici bir yol gösterir. 1876 yılında telefonun icat edil
mesinden önce, uzak mesafedeki birisiyle doğrudan konuşmak
mümkün değildi. Daha sonra mümkün oldu. Yeni düşünceler,
bu kadar kesin bir tarihsel momentte ya da böylesine somut bi
çimde, bu kadar çok sayıda insanı etkilemez. Kültür tarihçile
ri, kesin bir başlangıç günü ve açık maddi belirtileri olmayan
romantizm ve realizm gibi akışkan kavramların tedrici değişi
mini açıklayabilmek için uğraş verirler. Telefon gibi teknoloji
ler için böylesi sorunlar yoktur. Tarihi göreceli olarak daha ke
siıt bir başlangıç noktasında etkilemeye başlarlar ve elle tutulur
yalda dokunulabilirdirler. Birçok modemist klasik eserin yap
tığı gibi sadec sınırlı özel bir okuru değil, yığınları etkilerler.
Yaşamın ve dü üncenin ö�el yönlerine odaklanarak, benim fe
nomenolojik klaşımım, bu maddi nesnelerin tarihsel anlam
larına dair yo mlann tümlenmesi içiq bir yol su�r. Bunu ya
parken, edebi . t ve resimde zaman ve dzam gibi so t kavram fu
lar kullanarak,! yaşam ve d'.işüncenin kavramsal temellerini bir
dÖlllemin/çağın nasıl dene;mlediği üzerine genellemeleri bel
gelemeye çalışır.
±
Benim ilk d ·· şüncem, b:rçok kültür tarihi çalışmasında ol
duğu gibi, tek olojiye ayrı bir bölüm ayırmaktı; fakat tüm bul
guları zaman 'e uzam alt-başlıklarına bağlamaya karar verin
ce, bu imkansız hale geld�. joyce ve Proust üzerine ilk bölü
mü parçalara ayırdığım gibi, farklı teknoloji yorumlarının fark
lı yönlerini de parçalara ayırmak durumundaydım. Sonuç ola
rak, tekil teknolojiler çeşitli bölümlerde yer almaktadır. Örne
ğin, telefon çoğu bölümde yer alıyor; çünkü bu dönemin şim-
3 Benjamin Lee Whorf, I..anguage, Thought and Reality, Cambridge, 1956, s. 57 vd.
28
di, gelecek, hız, biçim ve yönü nasıl deneyimlediğini farklı bi
çimlerde şekillendirmesinin yanı sıra, Temmuz Krizi diploma
sisini ve izleyen savaşı da hızlandırmıştır. Tek-nedenli teknolo
jik determinizmden (bir önceki cümledeki "şekillendirme" ke
limesinin ima ettiği) kaçınma niyetimin göstergesi olarak, ki
tabın giriş bölümünde, teknolojinin katkısını abartarak tarih
sel gelişimi açıklamanın ayartıcılığına -zira bu katkı zamansal
özgünlük, açıkça görünürlük ve geniş bir etkiye sahiptir- karşı
bir uyan yer alır. Bu uyarıya rağmen, tarihsel olarak önemli bir
rol oynadıkları her bölümün başına teknolojik gelişmeleri koy
madan edemedim. Böyle yapmanın, onları başa koymanın ima
ettiği; aynı zamanda hem birincil önemde oldukları ve hem de
zaman ve uzanım o bölümün konusunu teşkil eden yönüne da
ir değişen düşünceler için maddi ve tarihsel anlamda özgül ne
densel açıklama da sağlamalarıdır.
Kitabın birçok disiplinden ve sanat dalından akademisyenle
rin ilgisini çekmesinin nedeni, sanının, iki özsel kavrama iliş
kin yaptığım değişen biçimler yorumudur. Zaman ve uzam her
akademik disiplin için, hem zımnen hem de açıkça, asli kav
ramlardır. Kitap, edebiyat eleştirmenleri, felsefeciler, coğrafya
cılar ve sosyologların yanı sıra; toplum, diplomasi, savaş, bilim,
müzik ve resim tarihçileri tarafından da ilgiyle değerlendirildi.
Bu alanlarda birçok ders için, aynca peyzaj mimari, şehir plan
lama , tüketici kültürü ve zaman antropolojisi gibi çok geniş bir
alı1:ndaki farklı dersler için kaynak oldu. Bu geniş açılı ilgi, ki
tapta yer alan kültür-ölçekli genellemelerle tümleştirdiği kay
nakların da genişliğinin yansımasıdır. Bu genellemelerin ikna
ediciliği, bir ölçüde, giriş bölümünde ortaya koyduğum diğer
bir yöntemsel düşüncenin (kavramsal mesafe) ürünüdür. Bir
dönemin düşüncesine dair genellemelerin ikna ediciliği, onu
destekleyen bulguların kaynaklan arasındaki kavramsal mesa
feyle orantılıdır. Bu cümlede "mesafe"yi, konu ve yöntem ara
sındaki farklılıkları ifade etmek için metaforik anlamda kulla
nıyorum. Zaman ve uzam üzerine odaklanmam sayesinde kay
naklarımın kavramsal çeşitliliği neredeyse sınırsız hale geldi;
çünkü tüm insan deneyimleri, bu iki kavramın çevrelediği dört
29
boyut içinde yer alır. Dolayısıyla bu çalışma, edebiyat ve resim,
felsefe ve bilim, psikiyatri ve sosyoloji, aydınlatma ve iklim
lendirme, şehir planlama ve betonarme, telefonlar ve telsizler,
filmler ve gazete röportajlan, harekat çizelgeleri ve savaş plan
lan alanlanndaki tarihsel gelişmelerin tümlenmesini mümkün
kılmıştır. Hedef, bu bir araya getirmenin ikna edici olmasıdır.
Kültürel ölçekte genellemeler için en güçlü bağlan, görüntü
de birbirinden uzak kaynaklardan gelen yapısal ve işlevsel an
lamda benzeş bulgu çiftlemeleri sağlar. En heyecan verici olan,
kavramsal mesafenin çok uzak göründüğü durumlarda, bilinç
li bir teşhis ve açık bir anlatımla bu köprüyü kurmaktır. Bir re
sim tarzı olarak Kübizm ile bir savaş teknolojisi ya da tekniği
olan kamuflaj arasındaki bağıntı böyle bir durumdur. Her ikisi
de görsel deneyim alanındaki nesnelerin kurucu değerini, arka
planlannın yapısal görünüşlerine eşdeğer kılma temel uzamsal
işlevini paylaşırlar.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kamuflajı bulan, Fransız res
samıı Guirand de Scevola'dıı. Kamuflajı, Birinci Dünya Savaşı
Marhe Muhare esi sırasında bir topçu birliğinde telefon ope
ratörü olarak ça ıştığı sıram düşünmüştür. Kitabımın ilk bas
l
kısında, nesnele · n, arka plmdaki savaş 1 alanının görüntüsüne
karışmaları için 'biçimlerini" ve "doğal 1 nı" değişti ken, na
sıl kübist bir etk ye maruz kıldıklarına ir bir alıntıya yer ver
�r
dim. O günden ugüne, bu keşfe dair d ha fazla bulguya ulaş
tım. Telefonla rargahın enirlerini cephedeki topçu birliğine
ak�dıktan birkaç dakika sJnra birlik düşman ateşiyle vuru
�
lun a, Scevola birliğin düşman uçaklan tarafından hedef alın
t
dığı�ıı keşfetti. Daha sonra şöyle yazacaktı: "O anda, önce belli
belirsiz, daha so ra kesin bir biçimde kamuflaj düşüncesi doğ
du. Şadece silah anınızı değil, aynı zamanda onu kullanan in
sanları da gizlemenin pratik bir yolu olması gerektiğini dü
şündüm . . . llk düşüncem, materyalin biçim ve rengini değiş
tirerek, onları görünmez yapamasam da daha az görünür ha
le getirmekti. "4 Bu sıra dışı alıntı, Scevola'nın yoğun savaş ko-
32
cı olanları seçtim. Neleri seçeceğime dair verdiğim karar sezgi
seldi ve kuramsal fenomenoloji, fenomenolojik psikiyatri, ta
rihsel veriler arasında gidip gelerek yapuğım okumalara daya
nıyordu. Ana başlık olarak pozitif-negatif uzamı tespit edip, öz
gün tarihsel biçimini saptadıktan sonra, Kübizm ve diğer kül
türel boyutların, asli işlevlerde ona nasıl paralellik kazandırdı
ğını yorumlamaya giriştim. Bunları, geçmişte negatif ya da yok
luk olarak görülenin bir parçası olan yeni pozitifler anlayışının
bir dizi benzeş kültürel dışavurumu olarak Altıncı Bölüm' de in
celedim. Kübizm için geçmişteki negatifler, sanat tarihçilerinin
"negatif uzam" olarak adlandırdığı arka plan ve nesneleri çev
releyen uzamdı. Daha sonra, Kübizmde imgenin bu yönleriy
le yeni pozitif kurucu işlevi ile mimaride açık uzamın yeni ku
rucu rolünü; heykeli çevreleyen boş uzamı; şiirin beyaz kağı
dım; Amerika sınırlarındaki boş topraklan; müzikteki sessizli
ği; aynca, biraz esnek bir yorumla, genişleyen demokratik seç
men kitlesinin oluşturduğu yeni siyasal destek gruplarım iliş
kilendirdim.
Bu yorumsal hamle, şüpheli bir yöntem olan analoji ile tar
tışmanın bir türevi olan benim izah tekniğimin kırılganlığı
m gösteriyor. Aslında ben metafor ve analojiyi, özellikle uzak
kaynaklardan gelen materyalleri ilişkilendirmek ve aynca yo
rumlarımı, akademik disiplinlerin katı sınırlamaları ile bulgu
ve tartışma için öne sürdükleri zorlama koşulların ötesine ta
şıyabilmek için kullandım. Ancak böylesi bağlantıları, dünya
yı nasıl deneyimlediklerini betimlerken, en geniş vizyona, zi
hinsel derinlik ve cesarete, aynca en yüksek düzeyde yetene
ğe sahip, önde gelen sanatçı ve entelektüellerin kurduğuna ka
ni oldum. Eğer var olan belgeler, bilinçli bir şekilde kabul edi
len nedensel etkilerle böylesi bağlantıları desteklemiyorsa -Kü
bizm ile kamuflaj arasında tespit ettiğim gibi- bağlantıları, ma
kul olanın sınırlarına kadar götürmeyi göze almak gerekir; zi
ra insan bilinci, çok geniş ve genellikle izi sürülemez deneyim
uzantılarına yayılır. Bu etkiler bazen bilinçli ve açık, bazen de
bilinçdışı ve gizlidir ve bazen de kesinlikle reddedilirler. 5 Daha
5 Picasso'nun bu tür bağlantılan nasıl reddettiği konusunda bkz. 6. Bölüm.
33
çok metafor ve analojiyle bu bağlantıların saptanması, benim
yöntemimin açık ucunu oluşturur. Bunların hepsinin, bilinç
li nedensel bağlantılar cılarak başarıya ulaşmasını beklemiyo
rum; fakat benim Kübizm ile kamuflaj arasında bulduğum tür
den bağlantıların keşfedılmesini mümkün kılarlar ve insan de
neyiminin geleneksel bölümlenmelerini çapraz kesen asli deği
şimlere işaret ederler.
Bu türden özsel tarihsel gelişmelerin yeniden yapılandırılma
sı, zamansal olarak eşzamanlı, uzamsal olarak yakın ve neden
sel olarak ilişkilendirilmiş fenomenlerle sınırlandırılamaz. Eğer
öylesine sınırlı olsalardı, yeniden yapılandırılmaları kopuk ko
puk ve tutarlılıktan yoksun olurdu. Kültürel tarihçinin en bü
yük yöntemsel sorunlanndan biri, genellikle en açık ve en bi
lindik olan, açıkça belgelenmiş ve nedensel olarak ilişkilendi
rilmiş fenomenlerin ötesine nasıl geçileceğidir. Ben, felsefi çö
zümlemeye, betimlemeye ve yorumlamaya titizlikle bağlı kala
rak, daha ilerisine nasıl geçileceğine dair bir yol önerdim. Bu
yöntemler esas olarak en basit algısal insan deneyimi için geliş
�irilmiş olsa da, benim bu kitapta çözmeye çalıştığıma benzer
karmaşık i an deneyirr.leri konusunda daha geniş tarihsel ge
·
34
şık hale geldi. Benim yaklaşımım, modemizm ve postmoder
nizmi ayrık kavramlar değil; ama belirli akademik disiplin ve
sanat türlerinin yanı sıra ulaşım ve iletişim ile ilgili yeni top
lumsal formasyon ve teknolojilerde vuku bulan yeni gelişme ve
baskıların tetiklediği kademeli bir hareketlenmenin aşamaları
olarak görmeme yol açtı.
Kitabı yazdığım günden bugüne modemizm yorumlan, fel
sefi, sanatsal, edebi ve bilimsel gelişmelere odaklandı. Bazıları
bu alanların her biri içindeki gelişmelere yoğunlaşırken diğer
leri hepsini birden kesen gelişmeleri saptadılar.6 Benim yakla
şımım, disiplinleri ve .türleri kesen yorumlan belli bir derinlik,
genişlik ve somutlukta birleştirecek bir yol gösteriyor. Yorum
sal çerçevesi, deneyimin en temel boyutlarına göre kurulması
bakımından, geleneksel disiplin ve türlere kıyasla çok daha de
rindir. Geleneksel bölümlenmelere göre daha geniş bir kavrayı
şa izin verir çünkü zaman ve uzam tüm deneyimlere zemin sağ
lamanın yanında, belirli sanat türleri ve akademik disiplinle
rin sınırlı çerçevelerinin içinde başarılabilecek olandan çok da
ha geniş bir kültürel ürün yelpazesinin tümlenmesini mümkün
kılar. Son olarak, zaman ve uzam kavramlaştırmalannda ve de
neyimlerinde meydana gelen değişikliklerin nasıl şekillendiği
ni ya da teknoloji tarafından öne çıkarıldığını göstererek, bu
dönemin kültürünü yorumlamak veya kısmen açıklamak için
somut bir zemin sunar.
Kitap, 1 983 yılında ilk baskı için matbaaya gittiğinde, uz
manların nokta eleştirilerine kendimi hazırladım. Onların, ki
taptaki dizine yönelerek kendi uzmanlıklarına giren entelektü-
35
el ya da sanatçıyı bulacaklarını ve eleştirilerini onları ele alışım
daki bir ihmal, basitlik ya da hata üzerinde yoğunlaştıracakla
rını bekliyordum. Beklentilerimin aksine, uzmanlar karşılaştı
ğım zorlukları genellikle anlayışla karşıladılar ve yaptığım ge
nellemeleri beğendiler. En lehte tepkiler, kitabımın gösterdiği
dört şey üzerinde toplanıyordu: Zaman ve uzam gibi görünüş
te soyut kavramların zengin bir somut tarihi vardı, kavramsal
ağ çalışmam (gridwork) geniş ölçekli disiplinler arası bir sen
tezi mümkün kılmıştı; zaman ve uzam deneyimlerini teknolo
ji şekillendiriyordu ve son olarak, savaş öncesi döneme dair za
man ve uzam yorumum, 1 9 14 diplomatik Temmuz Krizi ve Bi
rinci Dünya Savaşı muharebeleri gibi somut gelişmeleri ele al
mak için bir yol öneriyordu . Kitabı değerlendirenler nadiren te
ma tik çözümlememe ya da fenomenolojik yorumuma değindi
ler ancak yine de onların ilgisini çeken konuların da bu özellik
lerin ürünü olduğunu düşünüyorum.
Bazı eleştirmenler, kültür tarihçilerinin çok iyi bildiği ne
�
de lerle genellemelerimi eleştirdiler. Bunların arasında en zor
lu olanı, özleıin reddiydi. Bu kuşkucu bombardımana rağmen
insan varoluş nun, tarihsd ve kültürel tarzlar içinde kaynaşık,
özsel yönleri lduğuna inanmayı sürdürüyorum. Aksi takdir
de, farklı yer zamanlardan insanlar hir yana, birbirimiz hak
kında herhan · bir şeyi ruml anlayabil�rdik? Bir çağın kültürü
ne dair inand cı genellemeler mümWündür ve insan deneyi
minin, tüm in anlar ve zamanlar için asli olan öğelerine dayan
�lıdır. Ancak bu yolla ktltürel farklılıkları ve aralarındaki ta
l
riij.sel değişimleri kıyaslamak ve dolayısıyla da anlamak olası
.
dıİ . Elinizdek araştırmanın, bu amaca ulaşmak için sunduğu
çözümsel ve y rumsal ara�lar, Batı kültürünün en hareketli dö
nemlerinden iri üzerinde uygulanmıştır.
36
Giriş
37
mn geçmiş, şimdi ve geleceği nasıl deneyimledikleri üzerinde
odaklanıyordu. Akut psikotik bozuklukları olan ve psikanali
tik yöntemin beklediği gibi genetik ya da tarihsel olarak yaşam
larım yeniden kuramayan hastalarım anlamak için fenomeno
lojik yöntemi uyguladı. Yöntemi, özellikle psikotiklere uygun
dur, zira bu hastaların geçmiş kişiliğini, genellikle parçalanmış
ve düzensiz olan fiili patolojik kişiliği ile ilişkilendirmek müm
kün değildir. Fenomenolojik yöntemin bu yönünü ben dolaylı
olarak uyarladım; demiryollan seyahat tarifelerinin Dünya Sa
at Standardı'mn tesis edilmesine doğrudan gerek duyması ya da
uzam anlayışının telefon ile birlikte hemen ve doğrudan değiş
mesi gibi zaman ve uzama dair değişen düşüncelerin kaynak
larım veya "nedenlerini" saptamak bu yolla mümkündü. Tüm
çeşitliliğine rağmen bir çağın kültürü, psikotik birinin zihnine
kıyasla, daha tutarlı bir bütünlük oluşturur. Ancak benim ön
celikli amacım zaman ve uzanım deneyimlenmesindeki anlam
lı değişiklikleri araştırmak ki bunlara, belirgin bir "neden" sap
ta}famadıklanm da dahil. Telefonun neden icat edildiğini ya da
ndlen bilinç alnşı romanlmnın ortaya çıktığını açıklamamam
bu nedenledir.
Temel felsef kategoriler olarak zaman ve uzam, genel kültür
tarihi için özel ikle uygun bir çerçeve �ağlar; çünkp kapsayıcı,
evrensel ve öz ldir.
1 1
Tüm dene " mler zamar. ve uzamınl içinde yer fl,ldığından,
bu iki kategor kapsayıcı bir çerçeve sunar. Ö yle ki bu çerçe
veJ Kübizm, eşzamanlı şiir ve kesik tempolu müzik ile buhar
&
lı emi, gökdelen ve makineli tüfek gibi çok geniş bir yelpaze
de ı vuku bulan kültürel gdişmeleri kapsar. Böyle çeşitli kay
t
naklan bir ara a getirmenin yaratacağı karışıklıktan kaçınmak
içi:p., ilk dokuz 'bölümü oluşturan alt-başlıkların (Zamanın Do
ğası, Geçmiş, Şimdi, Gelecek, Hız, Uzanım Doğası, Biçim, Me
safe, Yön) her birinin özsel doğasına uygun materyalleri seçtim
ve geçmiş dönemlerden anlamlı bir fark yaratan bu gelişmele
ri vurguladım.
Alt-başlıklara ulaşmak için iki çizgiyi takip ettim: Zamanın
üç türü (geçmiş, şimdi ve gelecek) felsefeden geliyordu ve Min-
38
kowski'nin kavramsal çerçevesinin bir bölümünü oluşturuyor
du. Hemi Bergson bile -ki o, zaman akışının üç ayrık parça
ya bölünmesinin özsel olarak akışkan doğasını çarpıttığı konu
sunda ısrarlıydı- çözümlemesinde bu terimleri defalarca kulla
nıyordu. Bu zaman türleri, insanın tüm olası zaman deneyim
leri için, doğal, ikna edici ve kapsayıcı alt-bölünmeler gibi gö
rünüyor. Uzam için alt-başlıklar belirlemek daha zordu. Alan
Henrikson ile yaptığım bir görüşmede, haritacıların, uçuş ha
ritalarının gösterebileceği dört uzamsal boyut (şekil, alan, me
safe, yön) saptadıklarını öğrendim. Bu kategoriler, önceden ka
rara bağladığım zaman kategorileri kadar kapsayıcı bir çerçeve
sunuyordu. "Şekil" ve "alan"ı birleştirerek "biçim" yaptım ve
zamanın doğası için olduğu gibi, uzanım doğası üzerine de gi
riş niteliğinde bir bölüm ekledim. Böylelikle kategorilerim çok
geniş bir yelpazedeki insan faaliyetlerini kuşatıyordu ve birbir
leriyle ayrışıktı - hıza dair materyaller hariç. Hızı ayrı bir bö
lümde ele aldım çünkü yüzyıl dönümünde çok fazla tartışılmış
tı ve ilgili materyallerin sadece zamansal ya da sadece uzam
sal olarak sınıflandırılması imkansızdı. Ayrıca, zaman ve uza
nım birleşme noktası olarak, aralarında doğal bir geçiş oluştu
ruyordu.
Tekrardan kaçınmak için tek bir külliyatı kitabın bölümleri
ne dağıttım. Örneğin Marcel Proust'un çalışmalarına, Zamanın
Doğası, Geçmiş, Uzanım Doğası ve Mesafe bölümlerinde de
ğiniliyor. Proust gibi önemli kişiler öylesine benzer biçimler
de yorumlandı ki; kültürel çevreye yaptığı katkı, bir kaya ka
dar ağır ve sabit hale geldi. Bu rutin yorumlarda çatlaklar aça
rak, külliyatın çeşitli bölümlerinden katkılan saptayıp, onlar
üzerine kendi görüşlerimi bu kitabın bölümleri arasında dağı
tarak yapmaya çalıştığım, yeni yüzeyler açığa çıkarmak; ayrıca
zaman ve uzamın uygun, belirlenmiş türlerine bu katkılan bağ
lamaya çalışmaktır.
Başlıkların kapsayıcı genişliğini daha da iyi gösterebilmek
için son iki bölümde, bu değişikliklerin diplomatik krizi ve Bi
rinci Dünya Savaşı'nın fiili muharebelerini nasıl şekillendirdi
ğini araştırıyorum. Bireyler zamanın akışından kopanldıklan-
39
nı hissettiklerinde, aşın biçimde geçmişe bağlandıklarında, bu
günde yalıtıldıklannda, geleceksiz olduklarında ya da bunlar
dan birine doğru savrulduklannda, birbirlerinden ayn davra
nırlar. Uluslar da zamana karşı diğerlerinden farklı tutumlar
sergiler. Örneğin, Avusturya-Macaristan'ın zamanlarının tüke
niyor olduğuna inanması, Rusya'nın ise hala zamanlarının ol
duğunu düşünmesi arasındaki çelişki çarpıcıdır ve diplomatik
belgelerde defalarca kendini gösterir. Uzamsal deneyim de ulu
sal hatlar boyunca önemli ölçüde farklılaşır: Almanya gibi bazı
ülkeler daha fazlasına ihtiyaçları olduğuna inanır; Avusturya
Macaristan ise sahip olduğu uzamın fazlasıyla heterojen ve par
çalanmış olduğunu düşünür. Rusya ise, ülke olarak uzamsal sı
nırsızlığa sahip görülür (ve bundan korkulur) . Final bölümleri,
bu soyut felsefi kategorilerin ele alınışında ve deneyimlenme
sinde meydana gelen değişikliklerin, somut tarihsel durumda
nasıl tecelli ettiğini resmeder. Dolayısıyla, zaman ve uzam ka
�
i
tegorilerinin sağladığı kapsayıcı kuramsal çerçeve sadece kül
tür l spektrum boyunca birçok alanın tümlenmesine izin ver
� �
mekle kalmaz ; . akat aynı :zamanda "yüksek kültür"den halk
kültürüne ve g ndelik hayatın maddi yönlerine kadar giden
kuramsal dikey ksen boyunca da tüml nmeyi mü n kılar.
Bütün toplu lann kralları, meclisle i, işçi sendi alan, bü-
f
yük şehirleri, b rjuva sınıftan, Hıristiy n Kiliseleri, diplomat
ları ya da donan lan yoktur. Bu öğele n tarihlerin n bir anla
E
mı olup olmadı mı sorgulamıyorum, sadece evrensel olmadık
lanlj13 işaret edi orum. Zaman ve uzam ise evrenseldir. Tüm in
sanltr, her yerde, tüm çağlarda, ayn bir zaman ve uzam dene
yimtne sahiptir; , bunun bilir.cinde olmadıklarında bile, bunun
la ilgili bir meflıµm vardır. Sınıf yapılarının, üretim tarzlarının,
dip�omasi örneklerinin ya da savaş araçlarının tarihsel ortaya
çıkışlarını, zaman ve uzam deneyimlenmesindeki değişiklikler
bağlamında yorumlamak mümkündür. Yani, sınıf çelişkisi top
lumsal mesafenin bir sonucu olarak görülür; üretim bantları,
Taylorizm ve zaman yönetimi araştırmaları ile birlikte yorum
lanır; Temmuz 1 9 1 4 diplomatik krizi tarihsel anlamda benzer
siz bir zamansallık olarak görülür; Birinci Dünya Savaşı Kübist
40
bir metafor ile yorumlanabilir. Fonografi ve sinema, "geçmiş"
anlayışını değiştirmesi bağlamında değerlendirilirken, telefon
ve Dünya Saat Standardı'nın "şimdi" deneyimini yeniden yapı
landırdığı düşünülür; buharlı gemi ve Schlieffen Planı geleceği
denetim altına alma arzusunu yansıttr; kentleşme giderek kü
çülen yaşam uzamı süreci olarak görülür; emperyalist politika
daha fazla uzam talebine dönük evrensel bir itkidir; zenginlik
zaman ve uzamı denetleme iktidarı olarak anlaşılır.
Bu yorumlar indirgemecidir. Ancak bir çağın kültürü üzeri
ne genellemeler yapılacaksa, çok çeşitli fenomenlerin, özsel do
ğaları ya da işlevleri açısından belirli ortak özelliklere sahip ol
duklarının gösterilebilmesi gerekir. Aynı zamanda, bu özellik
lerin ortak bir dille de yorumlanabilmesi gerekir. Sınıf yapılan,
diplomasi ve savaş taktikleri gibi fenomenlerin zaman ve uzam
türleri bağlamında yorumlanması, edebiyat, felsefe , bilim ve sa
nat alanlarında zaman ve uzamla ilgili açık düşünceler ile özsel
benzerliği göstermeyi olanaklı kılar. Bir araya getirildiklerinde,
dönemin özsel kültürel gelişmeleriyle ilgili genellemelerin te
melini oluştururlar. Aynca kültür, zaman ve uzamın türevi ola
rak yorumlandığında, farklı çağlan ve farklı kültürleri başlık
lar alnnda kıyaslamak mümkün hale gelir ve meclisler, sendi
kalar, aileler ya da burjuvazi gibi tarihsel ve kültürel anlamda
özgül yorumsal kategorilerin tartışılmasına kıyasla, daha az ka
rışıklığa yol açar. Böylelikle mümkün hale gelen, Rönesans ve
ya Aydınlanma'nın zaman ve uzam deneyimini, 19. yüzyıl sonu
deneyimi ile kıyaslayarak aradaki yıllarda meydana gelen özsel
değişiklikleri keşfetmektir. Bu çalışma, böyle büyük bir tarih
projesine katkı sağlıyor.
Başlıklanmm özsel olduğunu öne sürerek, başka noktalara
odaklanmış kültürel tarihlerin özsel olmadığını ima ediyor ol
ma tehlikesini göze alıyorum. Aklında sabit iki başlıkla, yıllar
ca bir çağın kültürünü araştıran birinin, her şeyi o bağlamda
görmesi kaçınılmazdır; kaynaklan farklı bir biçimde sınıflandı
ran ve yorumlayan başkalarının çalışmalarını bile. Tek bir ulu
sa ya da şehre odaklananlar da dahil, dönemin genel kültür ta
rihleri, dikkatimi kaynaklar üzerine çekme ve onlara dair çok
41
çeşitli yorum sunma konularında ilham verici ve yönlendirici
oldular. Her araştırmacının başına gelebilecek doğal önyargıla
nn farkındayım ancak yine de, tamamen felsefi bir bakış açısın
dan, benim asli başlıklanmın daha özsel olduğu iddiasını dil
lendirmeyi göze almalıyım. Roger Shattuck, H. Stuart Hughes
ve Cari E. Schorske'nin başlıkları, geleneksel akademik disip
linler ve sanat türlerine göre çerçevelenmiştir. Bu çerçeveleri,
kitabın bölümlerindeki alt başlıklarda kullansam da, temel ka
tegorilerim, iki özsel felsefi kategoriden (Kant'ın öne sürdüğü
gibi, tüm deneyimlerin kaçınılmaz temeli olmaları anlamında
özsel) türemiştir. Shattuck, dönemin Fransız kültürünün dört
teması üzerine odaklanır: Çocukluk, mizah, rüya ve çok an
lamlılık, dört tür bağlamında (resim, müzik, drama, şiir) ifade
edilir. Schorske, Viyana'daki edebiyat, mimari, şehircilik, psi
kiyatri, sanat ve müzik politikalarını yorumlar. Hughes ise top
lumsal düşüncedeki özgül bir buluşu inceler, ki bu buluş, ye
ni uzam anlayışının bir boyutu olarak (perspektivizm) yorum
lan�bilir.1 Bu çalışmaların sınırlı alanlara odaklanmış olmaları
sayesinde yazar. an daha fazla detaya girebilmişlerdir; fakat be
� �
.
nim yaptığım : bi, deneyimin özsel temellerini çözümlemeye
çalışmamışlard r.
Başta, yeni d şünceyi geleneksel san türlerine v akademik
disiplinlere gör kurgulamayı planladı ; ancak ço u konu bu
tür bölümleme · in bölüm sınırlarını aşı ordu. Sonu da kuram
sal çerçeveyi fe efi kavramlara dayandırmaya karar verdim; zi
ra l?öylelikle, ö eğin eşzamanlılık gibi kavramları bir bütün
olalak ele almam mümkün 1Jluyor, çeşitli tür ve disiplinlere gö
re cyluşturulan bölümlere
. dağıtmak gerekmiyordu. Bu durum
beni geniş külli!Vatlan bölümlere ayırm�ya zorladı v;e böylelik
le qer bir bölüJ.ün farklı btkılannı daha kesin biçimde değer
lendirebildim; aynca beni, dönem kültürünün tarihsel anlamı
üzerine yeni terimlerle düşünmek durumunda bıraktı. Bu yak-
1 Roger Shattuck, The Banquet Years: The Origins of the Avant Garde in Fran
ce, 1 885 toWorld War I, New York, 1958; gözden geçirilmiş baskı 1967; Cari
E. Schorske, Fin de siecle Vienne: Politics and Culture, New York, 1 980; Stuart
Hughes, Consciousness and Society: The Reorientation of European Social Thou
ght 1 890-1 930, New York, 1958.
42
laşım ile eşzamanlılığı (geleneksel bölümlemelerin hepsini bir
den kesen bir kavram) kapsayan uygun bir alt başlığa karar ver
meye mecbur kaldım ve bu durum sorun yarattı. Eşzamanlılı
ğı gerçeklik haline getiren anlık elektronik iletişim, şimdi, hız,
biçim ve mesafe anlayışını etkiliyordu. En benzersiz etkisinin,
"şimdi" anlayışı üzerinde olduğuna karar verdim.
Teknolojik gelişmeler, çok fazla sayıda insanı etkileyen, öz
gül zamansal olgular olmaları nedeniyle, tarihsel açıklama için
inandırıcı kaynaklardır. Kültürel tarihte, tek nedenli teknolojik
determinizmden kaçınmak için, teknoloji ve kültürün nasıl ke
siştiklerinin açıkça gösterilmesi kaçınılmazdır.
Bazı kültürel gelişmeler için yeni teknolojiler doğrudan esin
kaynağıdır. james joyce sinemadan etkilenerek, ilk film yapım
cılarının montaj tekniklerini, Uly ss es 'de kelimelerle canlandır
maya çalışmıştır. Fütüristler modem teknolojiyi yücelterek be
yanlarında ve sanatlarında övmüşlerdir. Bazı şairlerin yazdı
ğı "eşzamanlı" şiir, elektronik iletişimin mümkün kıldığı eşza
manlılık deneyimden etkilenmiştir. Yine de birçok zaman ve
uzam kavramlaştırması, çeşitli tür ve disiplinlerde oluşan bas
kılardan etkilenerek, teknolojiden bağımsız olarak değişim ge
çirmiştir. Paul Cezanne'ın resimde uzama yaklaşımı bir devrim
yaratırken, Sainte Victoire Dağı'nın ölümsüz biçimine ve natür
mortlarındaki şişe ve elmaların düzenlemesine odaklanır. Ein
stein'ın Newtor.'a meydan okumasını mümkün kılan, icat edi
len yeni bir makine (inferometre) sayesinde yapılabilen bir de
neydir fakat bundan daha fazla, fiziğin yıllardır boğuştuğu ore
tikal problemlerin ele alınmasıdır. Teknolojinin özendirdi
ği gelişmeler ile ondan bağımsız gelişmeler arasındaki tematik
benzerlikler, en geniş anlamıyla bir kültürel devrimin gerçek
leşmekte olduğunu göstermektedir ki bu devrim, insan dene
yiminin özsel yapılarını ve insanın kendini ifade edişinin temel
biçimlerini bir arada barındırmaktadır.
Diğer teknikler, yaşamın ve düşüncenin değişen yapısıy
la ilgili metafor ve analojiler sağladı. X-ışınları aracılığıyla in
san vücudunun içsel anatomik alanının açılması, vücut, zi
hin, fıziksel madde ve uluslar için neyin tam olarak içeride ne-
43
yin dışarıda olduğunun yeniden değerlendirilmesinin bir par
çasını oluşturur. Thomas Mann'ın Büyülü Dağ'daki karakteri,
X-ışınlan aracılığıyla kuzeninin içini gördüğünde, mezara ba
kıyormuş gibi hissettiğini söyler. Edmund Husserl, algının zi
hinde oluştuğuna dair Kartezyen düşünceye karşı çıkar ve al
gılayan ile algılanan şey arasındaki ilişkiden söz eder. Kübist
ler, nesneleri hem içsel hem dışsal olarak, tek bir tuval üzerin
de çok çeşitli perspektiflerden betimleyerek sanattaki gelenek
sel uzamsal ve zamansal sınırlan aşarlar. Uçak, ulusal sınırla
rın ve toplumlar arasındaki geleneksel coğrafi engellerin anla
mını değiştirir.
Böylesine çeşitli kaynakların tümlenmesi sürecinde, çalışma
ilkesi olarak, "kavramsal mesafe"yi kullanıyorum. Verili bir ko
nuda iki felsefecinin düşünceleri arasındaki kavramsal mesa
fe ile kıyaslandığında, bir mimar ile bir felsefecinin düşüncele
ri arasındaki kavramsal mesafe çok daha büyüktür. Aynca ben,
bir çağın düşüncesine dair herhangi bir genellemenin, dayan
$
dı � kaynaklar arasındaki lavramsal mesafe ne kadar büyük
se, b kadar ikna edici oldugunu düşünüyorum. Ancak bu me
ı vıanalojiye
safe çok çok b - k olmamalı ya da bir araya getirme zorlama
olmamalıdır. B nu da dikkate alarak , zaman zaman, özellik-
r,
le "uzak" mate alleri ilişkilendirmek iç n metafor
başvurarak yo 1 mlanmı katı akademik disiplinler e zorlama
bulgu ve tartış a gereklilfderinin sın rlanndan k rtarmaya
çalıştım. Böylel kle, örneğin, negatif uzanım kurucu işlevinin
keşfi tartışması, tüm Batı kültürü boyunca bulguları bir araya
getiHr: Fizikte alan teorisi, mimari uzamlar, heykelde boşluk
K
lar, übist pozitif-negatif marn, Mallarme'nin şiirindeki durak
b
ve boşluklar, ed biyat ve müzikte sessizlik. Disiplinler arası ve
�
türler arası böyl sine geniş }apılar, geleneksel kültür alanların
da rkdikal bir saptırmayı ihtiva eder.
Bu, açık bir bağ olmaksızın ilişkilendirilen gelişmelerin te
matik gruplandırılması yöntemi, nadiren de olsa bir bağın keş
fine yol açabilir. 1 9 1 5 yılında Paris'te geçit töreni yapan kamuf
lajlı araçları gören Picasso'nun, kamuflajın Kübistlerin icadı ol
duğu yönünde Gertrude Stein'in dikkatini çekmesi ile Kübizm
44
ve kamuflaj arasındaki bağ öne sürülmüş oldu. Bu iki fenome
nin tarihsel anlamı birçok nedenle ve çarpıcı biçimde benzer
olsa da, ne Picasso ne de Gertrude Stein bu bağı belgelemiştir.
Dolayısıyla önce, benim bu kitap boyunca başka kültürel ge
lişmelerle ilgili yaptığım gibi, bu anlamlı benzerliğe işaret et
tiğini varsaydım. Ancak daha derin araştırma, kamuflajı bulan
adamın Kübistlerden esinlendiğini ve bu borcun kabul edildi
ğini gösteriyordu . Bunu keşfetmek, Birinci Dünya Savaşı fiili
muharebelerindeki büyük değişiklikler için Kübist metafor do
layımından yaptığım yorumu pekiştirdi. Ancak bazı analojiler
sadece analoji olarak kaldı ve her ne kadar öğeleri arasında fi
ili bir bağ kuramasam da (mesela, fizikte alan kuramı ile Fütü
ristlerin "güç çizgileri"), ikisi arasındaki benzerlikler yeterince
güçlü olduğundan kurulacak bağ, araştırmamın da doğruladı
ğı tek yolla (analojik olarak) mümkündü; kendi disiplin ya da
türlerinde benzer yapı veya işlevlere sahip olmakla, ayrıca be
nim keşfedemediğim ama aslında muhtemel iletişim teknikle
ri üzerinden ilişkilendirilmeyle. Bu analojiler düşüncemin açık
ucunu oluşturuyor ancak (o dönemde nedensel veya en azın
dan bilinçli olarak ilişkilendirilen benzer kültürel işlevlerin ge
lişimine dayalı) savlanmın tamamını oluşturmuyor.
Dönem boyunca meydana gelen zaman ve uzam deneyimin
deki tüm değişiklikleri kuşatan tek bir tez saptamak müm
kün değil. Aslında büyük değişikliklerden biri, zamanların ve
uzamlann çoğulluğunun doğrulanmasıdır. Yine de, her bir ana
başlık için en önemli gelişmeyi saptamak mümkün: Özel za
manın gerçekliğinin doğrulanması ve geleneksel uzamsal hiye
rarşilerin düzlenmesi. Bergson felsefesi, özel zaman tezinin ku
ramsal çekirdeğini oluşturur ve Kübizm, resmin öznesinin, me
sela arka plandan daha önemli olduğu geleneksel nosyonunu
grafiksel anlamda reddeder. Batı kültürünün çeşitli alanlarında
hiyerarşinin düzlenmesi, görüleceği gibi, aristokratik toplum
daki eşitlenmeye, demokrasinin yükselmesine ve dinin kutsal
ve dünyevi uzanılan arasındaki ayrımın çözülmesine paralel
dir. Bu paralel gelişmeler arasındaki bağın bilinçli olarak kurul
ması için bazı doğrudan kanıtlar olsa da (Louis Sullivan'ın ye-
45
ni "demokratik" mimariyi doğrulaması gibi) bu bağ, inandırıcı
benzerliklere dayalı bir analoji olarak kalacaktır.
Amacım bu çalışmanın fiili sorunlarla "ilişkisini" basitçe
göstermek olmasa da kavramlaştırmalar son yılların enerji kri
zi ile ilişkilendirilmiştir. Enerji kaynaklarında, özellikle ulaşı
mı etkileyenlerde uzun vadeli azalmanın yıkıcı sonuçlan üze
rine derinlemesine düşününce, ele almak istediğim dönemde
yeni enerji kaynaklarının, zaman ve uzam deneyiminde dev
rimsel nitelikte değişikliklere yol açtığını şaşkınlıkla fark et
tim. Aslında bu dönemin kendine özgü bir enerji krizi vardı:
Bolluk krizi. Demiryollarında ve buharlı gemilerdeki olağa
nüstü gelişme, aynca otomobil ve uçağın icadı, ulaşımı büyük
ölçüde hızlandırırken, insanların bu yeni hızla seyahat ede
bilecekleri yerlerin sayısını artırdı. Petrol sanayi, otomobiller
için geniş ölçekte yakıt arzına başladı ve elektrik santrallerinin
dağıttığı elektrikle geceler aydınlandı, elektrik motorları çalış
tı. Şu anki enerji krizinin tam tersi gerçekleşiyordu, zira döne
f
miv felaket tellalları yeni e:ıerji kaynaklarının aşın fazlalığıyla
ve bunun olası korkunç sonuçlarıyla ilgileniyorlardı. Kaynak
ların tükenme inden çok c.z söz ediliyordu. Panik yaratan şu
anki krizden f: rklı olarak, savaş öncesi dönemin krizi genel-
�
likle umuda yo açıyordu.
�· j'
Her bir bölü . , zaman ve uzam tarzı ı şekillend ren tekno-
lojik ve kuru al gelişmelerle başlıyor. Daha sonra geleneksel
akademik disip inleri ve sar.at türlerini llzleyerek kültürel kayıt
lar araştırılıyor. Her bir alt Jölümde olguları kronolojik olarak
�
ye iden kurdum. Bu çalışmanın ele aldığı dönemin son günü
do�al bir tari�l durumla belirlenmiştir, ancak başlangıç gü
nü kesin değild\ir. Bazı olgular, örneğin Jules Verne'.in 80 Gün
de Devri Alem '*-itabının 1873 yılında yayınlanması veya 1 876
yılıhda telefonun icadı, bu dönemin öncesindedir. Ancak, de
ğişikliklerin büyük çoğunluğu yüzyıl dönümünde toplanmıştır
ve genel anlamda tutarlı bir kültürel bütün teşkil eder.
46
1
Zama m n Doğası
1 Arthur O. Lovejoy, Essays in the History of Ideas, 1 948; yeniden basım New
York, 1 970, s. xiv, xv.
47
çasal ya da akışkan olması, geri döndürülebilir ya da döndü
rülemez olması.
00
�
larını deneyimlemişlerdir ancak 1 9 . yüzyılın sonlarına kadar
hiq kimse zamanın homojenliğini sistematik biçimde sorgu
lamamıştır (b lki de bunun tek istisnası, Tristram Shandy'de
� �
özel zamanı k şfeden Laurence Sterne'dir) . Zira her yıl üre
tilen milyonla a saatin gösterdiği, bu homojenliğ� kanıtur.
14. yüzyılda . mekanik saatin keşfind · n sonra, te · tip kamu
da standart za t
sal zamanın tarihindeki en önemli gel me, 1 9 . yü yıl sonun
1
nın tanınnasıdır. Te tip zamanı savunanla
49
gulamasına geçtiği gün, 1 8 Kasım 1 883 , "iki öğlen günü" ola
rak anılıyordu; çünkü gün ortasında, her bir dilimin doğu kıs
mı saatlerini geri almak zorundaydı - demiryollarının işlerini
çok karmaşık hale getiren ve karlarını düşüren karışıklığa son
vermesinin önündeki son bir kaçınılmaz engel. 1 884 yılında
yirmi beş ülkenin temsilcileri Washington'da toplanan 1. Me
ridyen Konferansı'nda Greenwich'i sıfır meridyen noktası ta
yin etmeyi önerdiler, kesin gün uzunluğunu saptadılar, her bi
rinin arası bir saat olmak üzere dünyayı yirmi dört zaman dili
mine böldüler, evrensel gün için sabit bir başlangıç tespit etti
ler. Ancak dünya, apaçık kolay uygulanabilirliğine karşın, sis
temi uygulamakta yavaştı.
Japonya, 1 888 yılında demiryollarını ve telgraf sistemini
Greenwich'in dokuz saat ilerisine ayarladı. Onu, 1 892 yılın
da Hollanda ve Belçika; 1893 yılında Almanya, Avusturya-Ma
caristan ve ltalya izledi; fakat 1 899 yılında John Milne, ülkele
f
rin tüm dünyada saatlerini Greenwich'e göre nasıl ayarladıkla
f.
rı ı araştırdığında, hala çok büyük karışıklık vardı. Çin, aşağı
ytikarı Şangh ile aynı saati kullanıyordu; kıyı limanlarında
ki yabancılar, ·· neşe göre düzenledikleri kendi yerel saatlerini
kullanıyorlar ; diğer tüm Çinliler ise �üneş saati kullanıyordu.
Rusya'da tuha, yerel saatler kullanılıy � rdu; öme �
St. Peters
�
lerle duyurul . yordu. 5
'
r
burg saati, Gr�enwich saatinden iki sa t bir dakifill 18, 7 saniye
+ f
ileriydi. Hind · tan'da yüzlerce yerel sa t çanlarla, S lahlarla, zil-
'
t
sa[daydı. Bazı bölgelerin djrt ayn saati vardı ve hiçbirinin Gre
ertwich saati ' nsinden basitçe ifadesi mümkün değildi. Her bir
yerel saatin a ğı yukarı dört dakika gerisinde, sabit yıldızlara
d�yandınlan tronomik 5aat vardı. Demiryolları, Greenwich'e
göre dokuz dakika yirmi bir saniye ileri olan Paris saatini kulla
nıyordu. 1 89 1 yılında çıkan yasa ile Paris saati yasal saat oldu,
fakat demiryolları bunun beş dakika gerisinden gelerek yolcu
ların binmesi için fazladan zaman yaratıyordu. Dolayısıyla, tren
istasyonlarındaki saatler, vagonlardakinden beş dakika ileriy-
5 Hugh Mili, "Time Standards of Europe" , Nature, 23 Haziran 1892, s. 1 75.
50
di.6 1 9 1 3 yılında Fransız gazeteti L. Houllevigue bu "geriden
gelen uygulamayı" ulusal gururun sonucu olarak açıklıyordu;
bu durum, 1 9 1 1 yasasının, Avrupa'nın diğer ülkelerinde yirmi
beş yıldır uygulanan sistemi devreye sokarken kullandığı dilde
dışa vuruluyordu . Yasa durumu şöyle ifade ediyordu : "Fran
sa'nın ve Cezayir'in yasal saati, ortalama Paris saatinin dokuz
daki�a yirmi bir saniye geri alınmış halidir. " Houllevigue, ifa
denin Anglofobik niyetine işaret eder: "Yasa, mazur görülebilir
bir suskunlukla, tanımlanan saatin Greenwich saati olduğunu
söylemekten kaçınmıştır ve böylelikle bizim özsaygımız Argen
tan saatini uyguladığımızı varsayar gibi görünür ki zaten Ar
gentan, İngiliz gözlemevi ile neredeyse kesinlikle aynı merid
yen üzerindedir. " 7 Baştaki yalıtılmış durumuna rağmen Fran
sa, 1884 yılında çizilen çerçevede tek tip dünya saatine geçme
hareketlerinin liderliğini aldı. Sıfır meridyeni İngiliz toprakla
rından geçiyorsa o zaman en azından dünya saatinin kurumlaş
ması Fransa'da olmalıydı. Başbakan Raymond Poincare'in giri
şimiyle Paris, 1 9 1 2 yılında Uluslararası Zaman Konferansı'na
ev sahipliği yaptı ve burada kesin saat ayarlarının saptanması
ve sürdürülmesi için tek tip bir yöntem uygulanması ve aynca
bunun dünyaya yayılması yönünde kararlar alındı.
Tüm bunları mümkün kılan telsiz telgraftı. 1 905 gibi erken
bir zamanda Bi:leşik Devletler Donanması Washington' dan tel
sizle saat ayadan gönderebiliyordu. Fransa'nın yasal saati ilan
edilmeden önce, 1 9 1 0 yılında Eiffel Kulesi'nden Paris saati ile
tilebiliyordu . 1 9 1 2 yılında Nancy'de, Charleville'de ve Lang
res'de kurulan tesislerle sistem genişletildi ve böylelikle tüm
ülke aynı ayan eşzamanlı almaya başladı. Houllevigue, Paris'in,
"meridyenlerin merkezi olan Greenwich'in gerisinde kalsa da
ilk saat merkezi, dünyanın saati ilan edilmesi" ile övünür.8 Pa-
6 john Milne, " Civil Time" , The Geographical ]ournal, 13, Ocak-Haziran 1899,
s. 1 79.
7 L. Houllevigue, "Le Probleme de l'heure", La Revue de Paris, Temmuz-Ağus
tos l 9 1 3 , s. 871 . Aynı zamanda bkz. M. Ferrie, "La Telegraphie sans fil et le
probleme de l'heure" , Revue scientifique, 1 9 1 3 , s. 70-75; aynca Conference in
ternationale de l'heure, Paris, 1912.
8 Houllevigue, "Probleme de l'heure" , sayı 875.
51
ris Gözlemevi, astronomik verileri Eiffel'e gönderecek, bu ve
riler dünyanın çeşitli yerlerindeki sekiz istasyona aktarılacak
tır. Eiffel Kulesi 1 Temmuz 1 9 1 3 saat 10.00'da tüm dünyaya ilk
saat ayarını iletir. Küresel elektronik ağın çerçevesi bir kez ku
rulunca bağımsız yerel saat sistemi çökmeye başlar. Yerel saa
tin geçmişteki cazibesi ne olursa olsun, artık dünya için, ışık
hızında uyanların harekete geçirdiği alarmlar ve zillerle uyan
mak kaçınılmaz olur.
Uluslararası Zaman Konferansı'mn toplandığı sıralarda, tak
vim reformu için de çeşitli öneriler ortaya atıldı. Bunlardan so
mut bir şey çıkmasa da, kamusal zamanın akılcı hale getiril
mesine koşut bir çabayı yansıtır. 1 9 1 2 yılında Amerikalı bir re
formcu, yıl, ay ve günün doğal bir temeli varken hafta ve saa
tin bütünüyle yapay olduğuna değinir. Ona göre takvimin bu
düzenlemesi "aptalcadır" ve yılın 9 1 günlük dört eşit döneme
bölünmesi, yılbaşı gününün dışarıda bırakılması ve dört yılda
f
bir diğer bir günün dışarıda bırakılmasıyla basitleştirilmesi ge
re'-ir .9 Paul Delapone'nin l 9 1 3 tarihli takvim reformu önerisi
ni ! tanıtırken, ransız bilim yazan Camille Flammarion, Ulus
.
mesi önerisini lcı
1 �
lararası Zama Konferansı'm onaylıyor; yılın eşit olmayan bö
lümlerinin tad 1 edilmesin: öneriyor v� Delaporte'ı;ıin her ayın
yirmi sekiz gü e indirilerek, artık dö · min yıl or · ına eklen
. estekliyordu. Böylelikl işçilere dö der haftalık
ödemeler yapı�bilecek, kiralar buna g - re düzenle ecek ve fa
izler her ay eş� t uzunlukta zaman dili . leri için h planacak
�
l
tı. Her yıl aynı günle başlayacaktı ve böylece takvimlerin yeni
dep basılması gereksiz hale gelecekti . 1 0 1 9 1 4 yılında bir İngiliz,
h
işl meler ve vlet kurumlan için programlama güçlüklerini
vurgulayarak, lın her çeyreğinin iki adet otuz bir 1 bir adet de
i
otuz günlük a lardan oluşmasını ve artık yılın da hesaba katıl
mimasını önerdi. 1 1 Alman bir reformcu günün, her biri yakla
şık çeyrek saate eşit yüz saatten oluşmasını önerdi. Ondalık sis-
9 Charles W. Super, "Time and Space" , The Popular Science Monthly, Mart 1 9 1 3 ,
s . 283.
10 Paul Delaporte, Le Calendrier universel, Paris, 1913.
11 Alexander Philip, The Reform of the Calendar, Londra, 19 14, s. 34.
52
temin uzamsal ölçülerde kullanılmasıyla Alman toplumu hız
lı bir ekonomik gelişme göstermişti ve buradan şu sonuca varı
yordu; zamansal ondalık sistemin uygulanması da başka alan
lardaki kaynaklan harekete geçirebilirdi. 1 2
Mars'ta hayat konusunda 1893 tarihli bilimkurgu bir roman,
önceki on yılda standart saat konusunda kat edilen mesafe
ye yer veriyordu. Henry Olerich'in A Cityless and Countryless
World kitabında, her bir ikametgah ve bütün iş yerleri, astrono
mik olarak düzenlenen ve elektronik olarak senkronize edilen
saatlerle donatılmıştı. Para standardı zamandı: "lş dünyasında
bir ürün için siz şu kadar dolar, sent istiyorum diyorsunuz ; biz
ise şu kadar gün, saat, dakika ve saniye istiyorum diyoruz. " 1 3
Mars parası, zaman birimleriyle damgalanmış kağıt banknot
lardan oluşuyor. Bu zaman-paraya ilham veren, muhtemelen
işçiler için tasarlanmış zaman kaydeden makinelerin kullanı
mıdır. Olerich'in kitabının yayınlandığı yıl, Scientific Ameri
can'da yayınlanan bir makale, 1 890'dan beri kullanılan ve işçi
lerin kartlarına giriş-çıkış saatlerini basan bir makineyi betim
ler. 1 4 Dolar ile ödeme yapılsa da miktarı belirleyen, saat kayıt
bandıdır. Olerich'in yaptığı tek küçük değişiklik, zamanın para
olduğu hayali dünyayı yaratmaktır.
Dakiklik ve çalışma saatlerinin kaydedilmesi bu dönem
den kaynaklı değildir; fakat daha önceki hiçbir dönemde za
mansal kesinlik, elektrik çağı kadar tam ya da yaygın olma
mıştır. 1 5 Bu, en başından beri eleştirilmiştir. George Beard'in
American Nervousness isimli tıbbi felaket haberleri kataloğun
da bazı patolojik etkilerine değinilir. Burada , saatlerin mü
kemmelleşmesini ve kol saatlerinin icadını sinirliliğe sebep
olmakla suçlamakta; "birkaç dakikalık gecikmenin umutla-
00
:
Bu dönemin i gesel edebiyatında , te tip kamu ı zamanın �
hükmüne yön lik saldırılar arasında e:ııı dolaysız olanı, Rus bir
r
anarşistin anla ıldığı josep:ı Conrad'ın The Secret Agent ( 1 907)
kitabıdır. Ajan provokatör olarak lngiltere'deki görevi, Gre
enjNich Gözlemevi'ni havaya uçurmaktır. Conrad bundan daha
uygun bir ana rşist hedef merkezileşmiş siyasal otoriteyi daha
! �'
faz a yansıtan ir grafik singe bulama ı.
I
ı<1-
"
Ozel zamanılfn heterojenliği ve kamusal zamanla olan çelişki-
si, birçok edebi çalışmada ortaya kondu. Oscar Wilde 1 890 yı-
lında, roman kahramanı Dorian Gray'in beden saati ile kamu
sal zaman arasında uğursuz bir uyumsuzluk hayal eder. O genç
kalırken, portresi onun yerine yaşlanmaktadır. Dorian'ın por
treye bıçak saplamasıyla büyü bozulur ve iki zaman da olması
16 George M. Beard, American Nervousness, New York, 1 88 1 , s. 103.
54
gerektiği hallerine döner: Portre masum gençliğe dönerken Do
rian'ın yüzü portrenin sakladığı bozulmayı yaşar.
Marcel Proust'un Remembrance of Things Past'ı, Dreyfus va
kasından Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan, açıkça belirlene
bilecek kamusal zamanda geçer. Ancak anlatıcısı Marcel'in özel
zamanı düzensiz bir tempoda seyrettiği için diğer kahramanla
rın zamanıyla sürekli olarak çelişir ve herhangi bir standart sis
temle uyuma direnir. Marcel, bedeninin uyurken kendi zama
nım yaşadığını düşünürdü ; "bir kadran üzerindeki görüntüde
değil ama giderek tazelenen gücümün izin verdiği, kocaman
bir saat gibi, beynimden bedenime azar azar akıttığı" zamam. 1 7
Bedeninde uzun zaman önce yer etmiş, çıkarsanamaz ve büyü
leyici yollarla hatırlanan anıların belli belirsiz kıpırtıianna ku
lak kabartmayı öğrenen Proust için, kayıp zaman arayışında,
mekanik zaman parçalan düpedüz yararsızdır.
Proust için bir kadran üzerindeki görüntü olan zaman, Franz
Kafka'nın sorunlu kahramanları için gerçek bir düşmandır.
Gtegor Samsa Değişim'de kocaman bir böcek olarak uyandığı
zaman, treni kaçıracağını anladığında üzüntüsü daha da arttı.
Kamusal zamanın rutininden bu ilk kopuş, dünya ile ilişkisinin
topyekun kopuşunu sembolize eder. Dava'da ( 1 9 14- 1 9 1 5 ) , jo
sef K. patronuna ilk duruşmasına çağrılışından söz eder: "Bana
telefon açıp bir yere gitmemi söylediler ama ne zaman gideceği
mi söylemeyi unuttular. " Dokuzda gitmesi gerektiğini düşün
müş fakat uyuyakalınca bir saat gecikmiştir. Birkaç dakika son
ra, sorgu hakimi onu azarlar: "Bir saat beş dakika önce burada
olmalıydın. " 1 8 Bir hafta sonra doğru zamanda tekrar gittiğinde
ise hiç kimse yoktur. Bu karışıklık dünya ile ilgili daha büyük
sorunlarım yansıtır Randevularım kaçırmasının sorumlusunu
.
55
lüğüne bir not düşer: "Uyumak imkansız, uyanmak imkansız,
hayata ya da daha kesin 5öylersem hayaun sürekliliğine dayan
mak imkansız. Saatler uymuyor. İçsel olan kötü ruhların yön
lendirmesiyle ya da şeytanca yollarla (her durumda insanlık dı
şı) hızla giderken, dışsal olan sendeleyerek, mutat temposunda
ilerliyor. " 1 9 Kahramanlan, kendilerini erken geldiklerinde saç
ma geç geldiklerinde suçlu hisseder.
Proust'un görüntüsel, Kafka'nın ise korkutucu bulduğu ka
musal zamanıjoyce, hayaun farklı zamansal deneyimlerini dü
zenleme konusunda keyfi ve uygunsuz bulur. Ulysses'de, Odys
seus'un yirmi yıllık seyahatini, Dublin'in dükkanlarında ve bar
larında dolaşmakta olan Leopold Bloom'un hayatının on altı
saa tlik bölümüne sıkıştırarak, zamanın geleneksel ele alınışı
nı değiştirir. Gün boyunca Leopold Bloom'un yaptığı, düşün
düğü ve hissettiği her şeyin mikroskobik bir hikayesi anlatılır;
ancak hikayenin sınırlı süresi boyunca içsel monologlar ve Blo
om'un benzersiz zaman deneyimi ile ilgili, aynca bu zaman de
ıp.eyiminin, kozmik zamanın sonsuz genişliğiyle ilişkisi ile ilgi
I.li yazara ait örüşlere yer vererek, ] oyce bu zamansal yelpaze
yi genişletir. ·
56
ğunu, tıpkı adımlan gibi düşüncelerinin de sorular ve cevaplar
şeklinde art arda dizildiği bir ilmihal gibi betimler. Son bölüm
de ise ritim Molly'nin bilinç akışı gibidir.
Bloom'un evine girmek üzere arkadaki çiti nasıl devirdiği
ne dair anlatımın ortalarında Joyce metni birden keserek, Blo
om'un kendisini en son ne zaman tarttığı betimlemesinin ola
sı yollarım listeler. "Miladi takvim 1 904 (Musevi takviminin
5664, Hicri takvimin 1 3 22) artık yılı Mayıs ayının on ikinci gü
nü, altın sayısı 5 , ay yılı 1 3 , güneş çevrimi 9 , dominikal harf
lere göre C B, Roma ölçümüne göre 2 , Jülyen dönemi 66 1 7 ,
MXMIV. "21 Bize anlatılan, Bloom'un Dublin sokaklarında ke
sinlikle 1 6 Haziran 1 904'te dolaştığıdır, fakat joyce bunun tam
da ne zaman olduğunu düşünmekle bizi baş başa bırakır.
joyce'un zamanın ölçüldüğü sisteme göreceli olduğu hatır
latması, Einstein'ın tüm zamansal koordinatların belirli bir re
ferans sistemine göreceli olduğu kuramına da işaret eder. Ernst
Mach'ın 1 883 tarihli bir kitapta klasik fizik hakkında ortaya
koyduğu bazı sorular, gelmiş geçmiş en büyük bilimsel devrim
lerden birinin habercisiydi. Mach, Newton'un mutlak uzam ve
mutlak hareket görüşüne karşı çıkıyor, mutlak zamanı da "ya
rarsız bir metafizik kavramlaştırma" nitelemesiyle reddediyor
du. 22 Klasik mekaniğe yönelik bu kısa atak bir dizi değişikliği
tetikledi ve Einstein tarafından çarpıcı bir biçimde dağıtılması
ile son buldu. Mutlak zamana yönelik bir sonraki darbe bir de
ney ile geldi. Deneyin göstermeye çalıştığı, içinde ışık yayılımı
nın gerçekleştiği ışık saçan eterin varlığıydı. Klasik mekaniğe
göre, dünyanın eterin içinden geçerken oluşturduğu akışa di
key olan ışık, ona paralel olan ışıktan daha hızlı olmalıydı an
cak Michelson ve Morley'in 1888'de yaptıkları ünlü deney, sap
tanabilir bir fark olmadığını gösteriyordu. Bu can sıkıcı sonuç,
zamanın eterin içinde hareket ederken yavaşlayıp yavaşlamadı
ğına dair çeşitli hipotezlere yol açtı.
1 895 yılında Hendrick Lorentz, iki ışık hızının eşit gözlem-
57
lenmesinin, zamanın eter içindeki hareketten dolayı genleş
mesinden olabileceğini varsaydı.23 Bu yaklaşım, klasik fizik ile
görecelilik kuramı arasındaki yan yoldu. Hareketin zaman öl
çümlerini değiştirdiğini, "yerel zamanların" çoğulluğunu ve
bunların her birinin saatin ve gözlemcinin göreceli hareketine
bağımlı olduğunu öne sürerek göreceliliğe kapı aralıyordu. An
cak yine de, tıpkı bir gaz veya sıvının içinde elastik cisimlerin
kendi hareketinden dolayı büzüşmesine benzer biçimde, eter
deki hareket sonucundaki değişikliğin aslında cisimde oldu
ğunda ısrar ederek, geleneksel mutlak zaman kavramına bağlı
kalıyordu. Lorent, zamanın genleşmesinin gerçekliğine inanı
yordu ve dolayısıyla mutlak zaman kavramına tutunmayı sür
dürdü. Einstein için ise, zamanın genleşmesi sadece perspekti
fin etkisiydi ve bunu yaratan da gözlemciyle gözlemlenen cisim
arasındaki göreceli hareketti. Nesnenin kendisinde içkin so
mut bir değişiklik değil ama sadece ölçüm eyleminin sonucuy
r
du. Böylesi bir yorum mutlak zamanın reddidir; zira zaman sa
�ce ölçüm yapılıyorsa vardır, aynca bu ölçümler ilgili iki cis
min göreceli areketine göre değişir.
1 905 yılın . a özel görecelilik kuramıyla Einstein, belli bir
hızda hareke eden bir referans siste indeki za nın, kendi *
sine göreceli larak hareketsiz olan şka bir sist mden bakıl
dığında nasıl yavaşladığını hesaplad . 1 9 1 6'da g nel göreceli
lik kuramıyl� ise, bunu genişleterek, ivme kazan ış cisimler
de zaman de 4işimini incdedi. Evren eki her bir maddenin çe
kıim kuvveti bluşturduğu ve çekimin de ivmeye eşit olduğun
clm hareketi�, "her bir referans nesnenin kendi zamanı oldu
�
ğu" sonucun vardı.24 Daha sonra kuramım po�üler hale ge
tirirken, tek saat kullanan eski me kla nik ile kıYFlslandığında
kendi kuramının "istedi�miz kadar �aat" hayal e tmemiz anla
�ına geldiğini söylüyordu. 25 Mecazen söylersek, genel görece-
58
lilik kuramının etkisi, evrendeki her bir çekim alanına bir sa
at koymak olmuştur; her biri o noktadaki çekim alanının yo
ğunluğunun ve gözlemlenen cismin göreceli hareketinin belir
lediği hızda hareket eder. Bem patent dairesinde çalıştığı sıra
da odasında tek bir duvar saati bulunduramayan Einstein, tüm
evreni her biri farklı ama doğru zamanı gösteren saatlerle dol
durmuştur.
Geç 19. yüzyılda zamanın sosyal kökleri konusunda bazı in
celemeler yapılsa da,26 önemli ilk büyük çalışmayı Emile Durk
heim yapmıştır. Dönemin sosyolojisi ve antropolojisi, ilkel top
lumlara dair birçok bilgiyle doludur; yaşamın periyodik süreç
lerinin ve gökcisimleri hareketlerinin kutsanması, mevsimsel
değişime ayrıca bitki ve hayvanların ritmik fiillerine yaşam
sal bağlılık, atalarının deneyimlerini anma, döngüsel ve vahiy
sel tarih anlayışları. Durkheim'ın zamanın sosyal göreceliliğine
inanmasına şaşmamak gerekir.
Durkheim, Primitive Classification ( 1 903) çalışmasında, za
riıanın sosyal düzene sıkı sıkıya bağlı olduğuna şöyle bir de
ğindikten sonra , The Elementary Forms of the Religious Life
( 1 9 1 2) çalışmasında konuyu daha ayrıntılı ele almıştır. Bura
da, özel zaman i�e toplumsal bir temele sahip "genel zaman"ı
ayırır: "Zaman kategorisinin dayanağı, sosyal hayatın ritmi
dir. " Daha somut olarak, "günler, haftalar, aylar, yıllar gibi
bölümlemeler; törenler, bayramlar ve toplumsal seremoni
lerin periyodik yinelenmelerine tekabül eder . " Toplumların,
zamanın içinde kurdukları düzen ve oluşturdukları ritimler,
giderek, tüm zamansal faaliyetler için geçerli olan genel çer
çeveyi oluşturur. Dolayısıyla , " takvim, kolektif faaliyetlerin
26 Franz Lukas, Dit Grundbegriffe in den Kosmogonien der alten Volker, Leipzig,
1893, s. 238-263'te iki temel kozmolojik biçim belirler: Madde ile başlayanlar
ve zaman ya da uzam gibi ilkeyle başlayanlar. ikinci kategoride zaman, sos
yal olarak görecelidir ve her şeyi yaratan ve tarihi başlatan Chronos gibi bir
tanrısallıkla şekillendirilmiştir. Christian Pflaum, "Prolegomena zu einer völ
kerpsychologischen Untersuchung des Zeitbewusstseins" , Annalen der Na
turphilosophie, 1, 1902, zamanın sosyal temellerine yaklaşımın ilkelerini ve bu
temellerin çocuklann zaman duygusu ile karşılaşunlmasını ortaya koyar. 11-
gili diğer bir çalışma, Gustav Bilfinger, Untersuchungen über die Zeitrechnung
der alten Germanen, Stuttgart, 1899-190 1 .
59
ritminin ifadesidir ama aynı zamanda, işlevi de düzenlilikle
rini sağlamaktır. "'27
Zamanın göreceliliği savlan, psikiyatrlar ve felsefeciler tara
fından da öne sürüldü. Kari jaspers'ın fenomenolojik psikiyat
ri çalışması, zihinsel hastalıklarda ortaya çıkabilecek farklı za
man ve uzam algılannın çerçevesini çizer.28 Pierre janet, hafıza
ve zaman düşüncesi tarihinde, öznel zamanı inceleyen 1 9 . yüz
yıl sonu "bir kuşak" deneysel psikolog ve klinisyenin katkıla
rını aktarır. Zihinsel hastalarda bozulmuş zaman duygusunu,
Ntvroses et idees fixes ( 1 898) çalışmasında kendisinin nasıl ele
aldığına değindikten sonra, jean Guyau'nun 1 890 tarihli met
ninin "zaman psikolojisinde yeni bir çığır" açtığını söyler.29 ja
net, Charles Brondel'in zihinsel hastaların farklı zamansal dün
yalarını incelediği 1 9 1 4 tarihli La Conscience morbide çalışma
sını da ele alır. Hastalardan biri yaşamını, "hayvanlar gibi, gün
delik ve adeta geçmişten ve gelecekten bir nevi kaçış olarak"
yaşarken, zaman sonsuz görünür. Birkaç gün önce, yıllar ön
�esi gibidir ve zaman içindeki tüm olguların birbirine karışma
sı bir kabust r. Diğer bir hasta, Gabrielle, için zaman daralmış
1 �
tır ve gelece e dair korkunç olgular geçmişe aktarılarak kaygı
ya sebep olu . Adeta, zaten olmuştur ve sonsuza kadar sürecek
tir. Zihni, tü zamansal yelpazeyi s rekli taraya ak dehşet ve
rici düşünce .eri bugünde toplayıp y ğunlaştınr ibidir ve kay
gı deneyimi çınılmazdır. 30 .
00
f,
!i
27 Emile Durkheim, The Elrnıentary Fomıs of the Religious Life, 1912; yeniden
basım New York, 1965, s. 22, 32.
28 Karl jaspers, General Psychopathology, 1913; yeniden basım Chicago, 1 963 .
29 Jean Guyau, La Genese de l'idte du trnıps, Paris, 1890; Pierre janet, L'Evolution
de la mtmoire et de la notion du trnıps, Paris, 1928, s. 47.
30 Charles Blondel, La Conscience morbide; essai de psychopathologie gtntrale, Pa
ris, 1914, s. 2 14-225 .
60
Saatler, her bir tik-tak ile zamanın parçasal niteliğini sesli ola
rak hatırlatırken, bölmeleri de görsel yönünü temsil eder. Sa
niye ibresi akıcı olarak hareket eden elektrikli modem saatler
1 9 1 6'da icat edildi. O güne kadar saatler zamanın akışkanlığı
na model teşkil etmiyordu.31 Deneysel psikologlar, insan tepki
lerinin kesin aralıklarını ve kişinin algılayabileceği en kısa anı
belirlemeye çalıştılar. Gustav Fechner ve Wilhelm Wundt'un
laboratuvarlarında, insan yaşamının ölçülebilir zaman parça
lan olarak kuruluşunu araştırmak üzere metronomlar ve saat
ler kullanılıyordu.
1 870'lerin sonunda sinemanın iki öncüsü , fotoğraf serileri
aracılığıyla parçasal hareketi araştırdılar. Eadweard Muybridge
dörtnala kalkmış bir atın hareketini, ince bir telin at koştukça
obj ektif kapaklarım harekete geçirdiği, parkur boyunca dizi
li bir dizi kamera ile kaydetti. insan ve hayvan hareketleri üze
rine ardışık fotoğraf çalışmaları yapmaya da devam etti. 1 882
yılında Fransız fizikçi E. ] . Marey, "krono-fotoğraf' (edebi bir
ifadeyle; "zamanın fotoğrafı") olarak adlandırdığı bir teknik
le, hareket konusunda çalışmaya başladı: " Çok kısa ve eşit za
man aralıklarıyla çekilmiş bir dizi enstantane fotoğraf aracılı
ğıyla hareketleri çözümleyen bir yöntem . " 32 Marey özellikle
uçuşun aerodinamiği' ile ilgileniyordu ve kuşları üç ayn açıdan
eşzamanlı olara:CC fotoğraflayan bir aygıt geliştirdi. Hareketi an
lamak için onu parçalara ayırmanın, sonra da bileşik bir fotoğ
raf ya da plastik modelde yeniden kurmanın en iyi yol olduğu
na inanıyordu.
1896 yılında, ilk kez kamu huzurunda gösterime sunulacak
kadar geliştiğinde, sinema da hareketi ayn parçalara bölüyor
du . Fütürist fotoğrafçı Anton Bragaglia, objektifin yeteri kadar
uzun bir süre açık tutulmasıyla, hareket halindeki cismin gö
rüntüsünü bulanık olarak kaydetmeye dayalı, "foto-dinamizm"
36 Yayına hazırlayan Edward fry, Cubism, Londra, 1 966, s. 57, 60, 62, 66-67.
37 Ernst Te Peerdt, Das Problem der Darstellung des Moments der Zeit in den Wer
ken der malenden und zeichnenden Kunst, Strassburg, 1 899, s. 40.
63
Hiçbir motif, zamanın parçasal niteliğini grafik olarak hatır
latmada saatin yerini tutamaz ve bu dönem resminde çok az sa
at vardır. 1870'ler civarında Paul Cezanne, akrep ve yelkova
nı olmayan -resminde yaratmak istediği zaman-dışılığı sembo
lize eder- büyük siyah bir saatin hakim olduğu bir natürmort
yapmıştır. Batı resminin önemli eserleri arasında, 1 9 1 2'de juan
Gris'in Watch tablosuna kadar hiç saate rastlamadım. Bu tablo
da zaman birkaç nedenle konu dışıdır: Saat, ilk bakışta okuma
yı güçleştirecek biçimde doksan derece döndürülmüştür. Dört
çeyreğe ayrılmıştır ve bunların sadece ikisi görülür durumda
dır. Diğer ikisi karartılınışnr, yelkovan yoktur ve bu durum ça
ba gösterilse de saa ti kesin olarak okumayı imkansız hale ge
tirir. Bu kübist saatte zaman parçalara ayrılmıştır, süreksiz ve
belirsizdir ama gôrünür çe}Teğinde XI'i gösteren akrebi ile son
suza dek sabitlenmiştir. 1913 yılında Albert Gleizes Kübist bir
portreye , rakamların yarısının silindiği bir saat yerleştirir.38
Tam olarak 2.35'i göstermektedir fakat zamanı okumada silik
bölümün hiçbir faydası yoktur. Gleizes, tıpkı nesneler ve uzam
gibli zamanı da kolaylıkla p:ırçalara ayırmıştır.
foıı yılında:; Giorgio d e Chirico, açıkça görülebilen bir saat
çizdi. Küçük bi figürün gö�kemine baktığı çok büyük bir yapı
�
ya yerleştirilmi ti. De Chirico'nun birçok resminde yer verdiği
belirgin biçim öne çıkan ;aatleri Van ogh'un gü eşleri gibi
dir: The Deligh of the Poet ( 19 13) , The Soothsayer' Recompen
i
se ( 1 9 13) , The hilosopher'� Conquest ( 9 14) ve Ga . e Montpar
nasse (The Mel ncholy of Departure) ( 19 14) . Bunların hepsin
de, l ama özellikle birincisin:le geçip gitmekte olan tren, demir
yolları ile tam 'a 1 9 1 2'de küresel ölçekte uygulanmaya başla
yan standart sa !ui bilerek bir araya getirpiğini düşü � dürmekte
dir. Her ne kadar resimlerin isimleri uz *m ve zamanda aşkınlı
ğı düşündürse de saatler, eylemi tek ve değişmez bir anda sabit
ler. Tren yolculuğunun veya kahince [soothsayer] yorumların
değiştiremeyeceği katı ve statik bir niteliğe sahiptirler. Cezan
ne, Gris ve Gleizes'ten farklı olarak de Chirico plastik sanatla-
38 Albert Gleizes, "Portrait of the Publisher Figuiere" , (ilk sergilenişi 1913); bkz.
Daniel Robbins, Albert Gleizes 1 881 - 1 953, New York, 1 964, s. 3 1 .
64
nn tekil an'a mahkum olduğunu kabullenmeyi seçer ve evren
sel sembolünü böylesine ön plana çıkararak saatin başat gücü
nü kutsar.
Yuvarlak ve tümüyle görülebilir saatlere verilen taviz katla
nılmaz olmalı ki birkaç yıl sonra, 1 93 1 'de Salvador Dali, The
Persistence of Memo ry'de üç eriyen saat resmetti. Bunlardan bir
tanesi, herhangi bir olayın süresinin hafızada uzayabileceği
ni hatırlatırcasına, bir ağaçta asılıydı. Üzerinde sinek olan di
ğeri, hafıza nesnesinin eriyebildiği gibi çürüyebilen bir leş de
olabileceğini akla getiriyor. Şekli bozulmuş üçüncü saat, melez
embriyonik bir gövdenin üzerinde kıvrılıyor - hayatın, meka
nik zamanın geometrik şeklini ve matematik kesinliğini çarpıt
ma biçiminin bir simgesi. Hayatımızın zamanını tüketen, eri
meyen diğer bir saat ise, onu tüketiyormuş gibi görünen karın
calarla kaplı.
Açıkça görülebilir ve okunabilir saatlere yer veren Chirico
dışında tüm diğer ressamlar, sanat türlerinin zamanı yansıtma
imkansızlığının hatırlatıcılannı, şekilsizleştirmiş, belirsizleştir
miş ve okunmaz hale getirmiştir. Lessing'in tunç yasasına mey
dan okunmuş ancak hiçbir zaman üstesinden gelinememiştir.
Zamanın akışkanlığı lehinde görüşleri daha etkin olarak taşı
yanlar, onu daha geniş bir çerçevede formüle eden filozoflar ve
romancılar olmuştur.
65
bu kısır tarzla daraltılması" ve duygu parçacıklarının bu "gayri
meşru" ve "kötü" ele alınışı konusundaki betimlemeleri, Berg
so ıi'un zamanın uzamsal ifadelerini "kusur" olarak niteleme
sinin habercisidir. james, duyucu (sensationist) psikologların
yok saydığı ayrı "sabit bölümler" ile akıcı "geçişken bölümler"
arasında ayrım yapar. Zihinsel faaliyetle ilgili olarak en sevdiği
metafordan yararlanır ve çağrışımcı (associationist) psikoloji
nin, nehrin "kovalar dolusu" sudan müteşekkil olduğunu söy
lüyor olmasıyla dalga geçer. Aslında, "zihindeki her bir imge,
çevresinde özgürce akan suda şekillenir ve renklenir. " Her zi
hinsel olgu, kendisini çevreleyen bir ışık "halkası" ve "şeridi"
işlevi gören, önce ve sonra olanla, yakın ve uzak olanla bağlan
tılıdır. Zihinsel yaşamımız için, "birbirini izleyen uçuş ve tüne
melerden ibaretmiş gibi görünen, bir kuşun hayatı gibi" tek bir
doğrultu yoktur. Bütün olarak hızlanır ve yavaşlar, bazı parça
lan farklı hızlarda ilerlerken sert bir akıntının burgaçları gibi
t890
ı
birbirlerine değerler.
yılında james, yaygın olarak bilinen bir psikoloji ders
kitabında bu s · vlannı yineledi ve bilahare ünlenen bir formü
� 1
lasyon ekledi: ' Bilinç kendisine küçük parçalara doğranmış gi
bi görünmez . ' incir', 'tren' gibi kelimeler de onu betimlemek
için tam anlam yla uygun c.eğildir . . . Za en birbirin ekli bir şey
x
değildir; akar. ıOnu betimleyen en do al metaforl r 'nehir' ve
'akış'tır. Dola · ıyla , artık ondan bahs derken dü ünce ya da
t
bilinç akışı de eliyiz. " 40 Her ne kada james ve ergson dü
şü ceyi nitele ede farklı metaforlar kullansalar da ayn parça
'
lar n oluşmadığında; bilincin, daima değişen geçmiş ve gele
ce ' ·n sentezi o Jduğunda VE: aktığında hemfikirdiler.
.
1903 tarihli IAn Introduction to Meta hysics kitaqında Hemi
f
p
Bergson, zama ın akışkan niteliği konusuna eğilir ken, iki bil
'
me biçimini birbirinden ayırıyordu: Göreceli ve mutlak. Birin
cisi, kısıtlanmış olanı, konunun etrafında dolaşarak ya da onun
gerçek niteliklerini yansıtmayan sembol ve kelimeler aracılığıy
la edinilir. Mutlak bilgi, adeta bir şeyin içinden deneyimlenir
cesine edinilir. Bu mutlak bilgi sadece sezgiseldir ve bunu "bir
40 William james, Principles of Psychology, New York, 1890, 1, s. 239.
66
tür entelektüel ilgi" olarak tanımlar, "ki bu ilgi aracılığıyla kişi
nesnesinin içinden bakarak, onda neyin benzersiz ve dolayısıy
la da ifade edilemez olduğunu yakalar. " Burada büyük bir so
runla karşılaşırız: Eğer felsefesinin hedefi olan mutlak bilgi ifa
de edilemez ise, onun hakkında nasıl faydalı bir şeyler yazabili
riz? Bergson bu tür bilmenin aracısı olmak için mücadele eder
ve bu varoluşun sonucu olan, hepsini aceleyle benimsediği bir
dizi analoji ve metafor, hiçbir zaman durumu bütünüyle ifade
etmez. Yine de metaforlar bir ölçüde başarılıdır zira bir sezgi de
neyimini hepimiz paylaşırız: "Zaman içinde akan kendi kişiliği
miz - sürdürdüğümüz kendi benliğimiz. " Kendi içsel benliği
ne yöneldiğinde Bergson, "sürekli akışkanlık, her biri kendin
den sonrakinin habercisi ve öncekinin taşıyıcısı olduğunu gös
teren durumlar silsilesi" görür. Bu içsel yaşam, bir spiralin olu
şumu gibi ya da bir topun üstüne sürekli ipi dolamak gibidir.
Ancak bu teşbihleri öne sürdükten hemen sonra, bunların ya
nıltıcı olduğunu kabul eder; zira uzamsal olana atıfta bulunur
lar oysa zihinsel yaşam, kesinlikle uzamda değil zamanda yol
alır. Yaklaşık da olsa bir analoji ortaya koyabilmek için Bergson,
son bir çaba göstererek okurun şunu hayal etmesini ister: "Son
suz elastikiyeti olan büzülmüş bir cisim düşünün [ki bu hayal
edilemez] ve eğer mümkünse [mümkün değil] matematiksel bir
noktada yer alsın. " Bu noktadan çekildiğini hayal edin ve ilgini
zi çekilen cisme değil, çekme eylemine odaklayın. Sonra da, "sa
dece hareketin kendisine, gerilim ve uzantıya, kısacası yalın ha
rekete yoğunlaşabilmek için hareketin ardında yatan uzamdan
kendimizi sıyıralım. Artık, devamlılık halinde benlik değişimi
miz hakkında daha doğru bir imgeye sahip olabiliriz. "41 Aslın
da Bergson, hayal edilemez bir şeyi hayal etmemizi, hayal edile
mez bu imgenin anlaşılmaz eylemini anlamamızı ve ilgimizi bu
eylemin bir yönü üzerinde toplamamızı -ki bu da imkansız- is
tiyor. Bu analoji denemesinin gösterdiği, Bergson'un "sürelilik"
(Durte) diye adlandırdığı, zaman içinde varoluşun gerçek nite
liğini kelimelerle ifade etmenin zorluğudur.
67
Bergson çağdaş düşüncenin, özellikle bilimin, gerçek durte
deneyimini tahrif etme ve saat üzerinde olduğu gibi onu
uzamsal olarak ifade etme biçimine öfkelidir. Saatin bir çey
reği, sınırını yelkovanın çizdiği, daire üzerindeki doksan de
recelik bir yaya dönüştürülür. Zamanın uzama tercüme edil
mesi üzerine diğer bir tartışmasında , Zeno'nun hareket ve
değişimin imkansızlığı "kanıtlarını" çürütür. Zeno , uçmak
ta olan bir ok, yolu üzerindeki bazı noktalardan geçiyor ise ,
o noktalardayken duruyor; dolayısıyla d a aslında hiç hare
ket etmiyor demektir sonucuna varır. Bergson, okun bir nok
tada olabileceğini varsaymanın yanlış olduğunu söyleyerek
karşı çıkar: "Ok tabii ki hiçbir zaman herhangi bir noktada
değildir. En fazla söyleyebileceğimiz orada olabileceği , ora
dan geçtiği ve orada durabileceğidir. " 42 Hareket de zaman gi
bi bölünemez bir akışkanlığa sahiptir. Zeno , böyle bir bölün
menin mümkün olduğu ve "izlenen yolu çizen çizgi için ge
w
ü i
çerli olanın, hareketin kendisi için de geçerli olduğu" varsa
mıyla batağa saplanır. Çizgi bölünebilir, fakat hareket bö
l nmez. Za ' ana gelirsek: Hareketi, duraklamaların toplamı
olarak göre eyeceğimiz gibi; zamanı da zamansal parçaların
toplamı olar k göremeyz, meğerki özsel akışkan nitelikleri-
� i
ni çarpıtmay hm.
�
Bergson'un sürelilik kuramı, en teşli deste ten en öfkeli
suçlamaya dar değişen çok geniş b r eksende, k farklı kül
türel tepkile aldı. 1 890'da George Sorel sosyalist devrim için
�eliştirdiği b r projeyle, işçilerin genel greve kaulmalannı sağ
�
l �yarak onlarda sosyalizn "sezgisi" yaratmayı amaçlıyordu. So
rel, Bergson · bir dil kullanarak, devrimci sosyalizmin bilim
sel çözümle esinin statik olduğunu ve tarihsel
1
�eğişimin
sü
resel akışka . ığında sezilebilecek olaiı özsel niteliğini ıskaladı
ğını savunuyordu . Zeno'nun uçarken duran oku gibi, Avrupa
emekçi sınıfının da devrimci süreçte durakladığı sonucunu çı
karıyordu - değişim ve hareketin özsel bölünemezliğini belir
sizleştiren çözümlemesiyle yapay bir donma yaşıyordu .43 Char-
42 Henri Bergson, Creative Evolution, 1907; yeniden basım New York, 1944, s. 335.
43 Georges Sorel, Rejlexions sur la violence, Paris, 1908.
68
les Peguy, Fransız düşünce hayatını kısır bir katılığa hapsetti
ğini düşündüğü Kartezyen geleneğe saldırmak için Bergson'un
felsefesini kullandı.44 Peguy, modern Hıristiyanlığın ruhani
ölümünü sabit fikirlerin akılsızca tekrarlanması ile açıklıyor
du: Gerçek inancın dinamik enerjisi alışkanlık katmanları al
unda boğuluyor.
Creative E v o l u tion' un son paragrafında Bergson, tüm sabit
sembollerle bağını koparan filozof için uygun hedefi tarif edi
yordu : "Maddi dünyanın tek bir akışkanlığa , sürekli akıcılı
ğa, oluşa geri dönüşünü görecektir. " Bu yaklaşım bazı Berg
son eleştirmenlerini korkuttu. Onu küçük düşürmeye çalışan
lar arasında en renkli ve en çılgın olan, İngiliz sanatçı Wynd
ham Lewis idi. 1927 yılında, Bergson'un akışkanlıkla olan aşkı
nın modem dünyadaki en talihsiz gelişmenin başlangıcı oldu
ğu , şeffaf bir çözümlemenin tüm anlaşılır aynmlannı bulanık
süresel bir çorbaya dönüştürdüğü sonucuna vardı. Bergson'u ,
uzam ve zaman arasına çizgi çekmekle suçladı ve kendi ateşli
itirazını dillendirdi:
l
den yaratma amacı taşısa da, aşağıdaki pasajın da gösterdiği gi
bi, bilincin zamansal akışkanlığını aktarmaya daha uygundur.
lı Saat çal
miz; ha
maklar. elki de erken çıkmıştır;
�yesini anlatmalıyım. Me
� g
or, alu, bekltdiğim saat. lşte gireceğim ev, orada biri
siyle bul şacağım; ev: hol; içeri girelim. Akşam oldu; hava te
da mutlulu!< veren bir şeyler var. Merd�ven; ilk basa
en yapar; a a ona günü-
l
mün hi iven sahanl ı; geniş, ay
dınlık merdiven boşluğu; pencere . O iyi bir i n, arkada
şım; aşk ilişkimle ilgili her şeyi o , anlatum. D er bir keyif
li akşam başlıyor. Heı neyse, artık bundan sonra benimle alay
t
edemez. Harika zaman geçireceğim. 47
1
1 "
71
tamakta yararsızdır. Molly'nin bunları ne zaman düşündüğü
nü! sormak, tıpkı nerede düşündüğünü sormak gibi, yersizdir.
Zihninden geçen her düşüncede ve her cinsel kıpırdanışta de
ğişen hayat hikayesi, sonsuz kere yeniden yazılmaktadır. Hafı
zası, geçmişten sabit düşünceleri taşıma yetisi değildir; şu an
ki bilincinin sonsuz bir yaratıcılıkla onlan devamlı dönüştüre
bilmesini sağlar ve hepsi, ayn ayn düşünceler ya da yalıtılmış
anlar olmaksızın, akıcıdır.
00
t
ve hatta duran zaman tahayyülleri ile sorgulanmıştır. Yüzyıl so
�
nu da, zamanın oku her zaman düz ve gerçek değildir.
Bu hesaplaş
, 1
iki tekno.ojik gelişmeden kaynaklanır: Elek
trik lambası v sinema . T:cari anlamda kullanışlı ilk ampul
1 879 yılında T omas Alva Edison taraf dan icat e "ldi ve ken
disi üç yıl somla, New Yorıc'un Pearl addesi'nde Ik elektrik
şebekesini kurarak elektrik ışığının yay n olarak k llanılması
nın yolunu açtı!. Saygın mimari tarihçis Rayner Ba ham, elek
q
trik kullanımı ın, "ateşin bulunmasıntlan beri, insanlık tari
yl-ü
hiDfleki en bü k çevresel devrim olduğunu" söyledi. Bu çok
�
t
yö lü, ucuz ve güvenilir aydınlatma biçiminin sayısız etkilerin
den biri de gü üz ile gece arasındaki aynını bulanıklaştırma
sıdır. Mum ve az lambalan da tabii ki geceleri aydıfilatıyordu,
fa19t t ampulleri büyük gücüne sahip değillerdi ve gündüz ile
gece arasındaki rutin geçişlerde bir değişim yaratamazlardı. Bu
na benzer birçok gözlemden bir tanesi 1 898 tarihli bir romanda
yer alır. Broadway'de akşam karanlığında bir sokak sahnesi, ge
ceyi "sonsuza dek" gündüze çeviren etkisiyle, "ışıl ışıl elektrik"
seli ile aydınlatılmıştır. 50
50 Ellen Glasgow, Phases of an Infcrior Planet, New York, 1898, s. 4.
72
Diğer bir açıdan bakıldığında sinema, zamanın değişmez
liği ve geri döndürülemezliğiyle oynayan çok çeşitli zaman
sal fenomenler ortaya koydu . Fransa'da sinemanın öncüle
rinden Georges Melies, sinemada bir dizi hileye imkan vere
cek bir kaza yaşadı. 1 896 yılında, Place de l'Opera'da bir so
kak sahnesi çekerken kamerası sıkıştı ve çok kısa bir süre son
ra yeniden çalıştırarak çekmeye devam etti. Daha sonra bütü
nü perdeye yansıtıldığında, büyük bir otobüsün cenaze araba
sına dönüştüğü yanılsamasını yaratıyordu. 51 Bu durum, kame
rayı durdurup sahneyi değiştirerek yaratılabilecek diğer bir
çok etki konusunda Melies'e fikir verdi. Bu tekniği, bir iske
letin birden yaşayan kadına dönüştüğü ve böylelikle zamanda
iki yönlü sıçramayı ima eden, 1 896 tarihli The Vanishing Lady
filminde kullandı.
Melies bu etkileri yaratabilmek için kamerayı durdurmuş
tu . Amerikalı film yapımcısı Edwin S. Porter, montaj yoluy
la zamanın çok daha kolaylıkla sıkıştırılabileceğini, genişleti
lebileceğini ya da tersine çevrilebileceğini keşfetti. Zamansal
bölümler, kesilerek gerçekten akıştan çıkarılabilir ve isteğe
göre zamansal düzen değiştirilebilirdi. Bu teknikleri 1 902'de
The Life of an American Fireman filminde uyguladı. Burada,
önce yangın alarmını susturan birini, daha sonra da alarm çal
madan önce uyumakta olan itfaiyeciyi görürüz. David Griffith
geliştirdiği paralel montajlama tekniğiyle , tek bir olay karşı
sında eşzamanlı eylemi göstererek zamanı genişletti. Griffith,
1 909 tarihli Comer in Wheat'de, oyuncuların hareketsiz kal
masıyla zamanın durduğu yanılsaması yaratan görüntü don
durma tekniğini ilk defa kullandı. 52 1 9 1 6'da Hugo Münster
berg, çağdaş bazı oyun yazarlarının sinemayı taklit etmeyi de
nediğini ve Charlotte Chorpenning'in Between the Lines'ın
da olduğu gibi zamanda geri dönüşleri sahnede kullandıkla
rını belirtir. Bu oyunda, "ikinci, üçüncü ve dördüncü sahne-
t
! -
kronolojik sonuna götüremezsiniz. Once onun hakkında güç-
lü bir izlen�m yaratmalı ve sonra geçmişi üzerinde geri ve ile
ri hareket elisiniz.
Hayat s· e şunu anlatnaz: 1914 yıhnda kapı komşum Bay
Slack, bir ış bah çesi inşa etti ve onu Cox'un yeşil alümin
yum boyasıyla boyadı Konu üzerine düşündüğünüzde, Mr
56 Ford Madox Ford , jos eph Conrad: A Personal Reminiscence, Boston, 1924, s.
192-195.
57 Virginia Woolf, A Writer's Diary, New York, 1954, s. 93- 136. Malcolm Brad
bury ve James McFarlane, modem romanın en önemli meselelerinden biri
nin öyküsel sanatı "olaylar dizisi kurma zahmetinin belirleyiciliğinden" kur
tarmak ve "çizgisel öyküyü, manuklı ve ilerlemeci dizilişi" sorgulamak oldu
ğu sonucuna varırlar. Bkz. Modemism 1 890-1 930, New York, 1976, s. 393.
58 Sigmund Freud, Letter to Wilhelm Fliess, 25 Mayıs 1 897, The Standard Edition
of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Londra, 1953 1, s. 252.
75
tamamıyla hiçe sayar. 1920'de kuramını özetlerken, bilinçdışı
zihinsel süreçlerin "zaman-dışı" olduğunu zira geçen zamanın
onları hiçbir şekilde değiştirmediğini ve "zaman düşüncesinin
onlara uygulanamayacağını" söyler.59
Henri Hubert ve Marcel Mauss'un kaleme aldığı 1 909 tarihli
"Summary Study of the Representation of Time in Religion and
Magic" te (Din ve Büyüde Zamanın Temsili Üzerine Özet Çalış
ma) , din ve büyüde zamanın sosyal bir işlevi olduğu ve ardıl
lık açısından niceliksel değil niteliksel bir deneyimin çerçeve
sini çizdiği savunulur. Zamanın, heterojen, kesintili, genişleye
bilir ve kısmen geri döndürülebilir olduğunu düşünmektedir
ler. Zamanın sosyal kökünün heterojenliğini sağladığını, Durk
heim ile savunurlar. Takvimin niceliksel olduğu yönündeki ço
ğu yaklaşımın tersine, özel gün ve mevsimlerden oluştuğu için
niteliksel olduğunu ileri sürerler. Dini zaman da kesintilidir,
zira tanrısal olanın ortaya çıkması olağan akışı kesintiye uğra
tır. Kronolojik olarak ayrılmış dönemler kutsal işlevleri bakı
mırdan birbirine bağlandığında "süreksizlik özelliği" kazanır
lar . Bazı özel anlar, ardından gelen zaman aralığını "damgalar
lar;, ve aynı di · anlamı taşıyan zaman parçalan birleşebilir. Za
man genişleye ilir de çünkü "olağan insan varoluşunun bir sa
atinde, kahra anlar yıllarca süren büyülü bir hayıJt yaşayabi
�
lirler. " Giriş ve, çıkış törenlerinin zama i?inde bi� eşebilecek �
.
lenne _ gozl
daır _ mlen, �
. sonını başlangıçl bırleşmesı �nlamında,
kısmi tersine ç vrilebilirliği ima eder.
Hubert ve M uss, Bergscın'u izleyerek zamanın dinamik ol
fı
�
du nu düşünüyorlardı ve onun , zamansal imgelerin konum
ve ardıllığını · erine , "biLncin, bağımsız süreliliklerin uyu
munu ve farklı 'ritimleri gerçekleştirmesini sağlaya11 aktif geri
lim" olarak za an kavramını koymasın1 onaylıyorlardı. Kamu
sal };amanın, içsel zaman bföncinin parçası olduğunu kabul et-
59 Freud, Standard Edition, XVIII, s. 28. Marie Bonaparte, "Time and the Un
conscious", Tht Inttnıational]ournal of Psycho-Analysis, 2 1 , 1940, s. 427-468.
Burada, çocuklarda, rüyalarda, fantezilerde, aşkta, ilaca bağlı durumlarda,
mistik kendinden geçmede, psikozda ve peri masallannda gözlemlenen bi
linç-dışı süreçlerin "zaman-dışılığı" konusunda psikanalitik yaklaşımın kap
samlı bir incelemesi yer alır.
76
mede gösterdikleri esneklik noktasında ise Bergson'dan ayrılı
yorlardı. Onlara göre kamusal zaman, "bilinç gerilimleri yelpa
zesinin bir kutbunu" oluşturuyordu. "Ardıl imgeler psikolojik
gerçekliğini ayırt etmemizi sağlayan nosyonlar oyunu , iki ayn
dizi anlatıma bağlıdır. Bir tanesi sabit ve düzenlidir: Takvim . . .
Diğeri ise, yeni anlatımlar oluşturma eylemi aracılığıyla sürek
li olarak kendini yeniden kurar. Zihin , bu iki diziye ait belir
li öğeleri tek bir gerilimde birleştirmek için sürekli çalışır. " Bü
yü ve dinin zamanı , tek tip ve homojen zamanın özel deneyim
lenmesinin yarattığı ruhsal gerilimler arasında bir uzlaşıdır. Bir
yıldönümü kutlaması, özellikle de büyü ve dine dair bir olayla
özdeşleştirilmişse , benzersiz özel yaşam ritmimizin sosyal bir
topluluğun yaşadığı tek tip ritimle bütünleşmesidir. 60
Zamanın bölümlenmesinin, "sınırlarını çizdiği meseleyi fe
na halde kesintiye uğrattığı" savları, Einstein'ın, zamanın ge
ri döndürülemezliği klasik kuramına meydan okuyan zaman
ve maddenin etkileşimiyle ilgili devrimci kuramına koşuttur.
Newton maddi dünyadaki hiçbir oluşun zamanın akışını etki
leyemeyeceğini düşünüyordu; fakat Einstein, cisimle gözlem
cisi arasındaki göreceli hareketin, cismin geçiş zamanının ha
reketsiz bir noktadan gözlemlenmesine kıyasla, daha yavaş gö
rüneceğini savundu. Dolayısıyla, göreceli hareket hesaba katıl
dığında; belirli bir noktadan gözlemlenen ve B olgusundan ön
ce gerçekleştiği görülen A olgusunun, başka bir noktadan göz
lemlendiğinden sonra gerçekleşmesi mümkündür. Ancak ay
nı yerde gerçekleşen olguların sırası ve nedensel olarak bağın
tılı olguların ardıllığı, herhangi bir gözlem noktasına göre ter
sine dönmez ve dolayısıyla görecelilik kuramına göre mutlak
kalır.61
�
Iu ıbal örgütlenmenin türevi olarak farklı gruplar arasında ola
bil�r- ilgili kur mlaştırmalan tetikledi. Benzer biçimde, zama
nın dokusuna lgi gösteren düşünürler, onun kan;ıusal ya da
özel görünüml rine odaklananlar olarak ayrıldılar. Zamanın,
.
takVimde kutulanmış günler kadar keskin biçimde ayrılmış ke
sintili parçalardan oluştuğuna dair yaygın düşünce, genel kanı
da hakimiyetini sürdürürken en yenilikçi yaklaşım gerçek za-
62 Samuel Alexander, Space, Time and Deity, Londra, 1890; Camile Vettard,
"Proust et le temps" , Les Cahicrs Marcel Proust, 1, 192 7, s. 194; Lewis, Time
and Westem Man.
78
manın, akışkan dokusuyla özel zaman olduğuydu . Zamanın
tek bir doğrultusu olduğu çevresindeki tartışmalar da kamusal
ve özel zaman çizgilerine göre ayrıldı. Değişik hareket referans
sistemlerinden izlendiğinde farklı dizilişlerde olduğu gözlenen
özel olgu serileriyle, kamusal zamanın tersine döndürülemezli
ğine sadece Einstein karşı çıktı. Tüm diğerleri, kamusal zama
nı döndürülemez biçimde ileriye doğru akışına bıraktılar fakat
özel zamanın yönünün, rüya görenin hayal gücü kadar değiş
ken olduğunda ısrar ettiler. Romancıların, psikiyatrların, sos
yologların zamansal geri dönüşleri, özel zamanın, kamusal za
manın mecrasının yam başında uyum içinde aktığı geleneksel
düşüncesini daha da sarstı.
Dönemin dürtüsü , tek bir kamusal zamana karşı özel zama
nın gerçekliğini doğrulamak ve heteroj en, akıcı ve geri döndü
rülebilir niteliklerini saptamaktı. Bu doğrulama, aynı zamanda,
dönemin bazı büyük ekonomik, sosyal ve siyasal değişimlerini
de yansıtıyordu . Her ülkede ekonomi merkezileşti; insanlar şe
hirlerde kümelendi; siyasal bürokrasi büyüyüp devlet gücü art
tı; telsiz, telefon ve demiryolları sefer çizelgeleri, modem dün
yada yaşamın koordine edilebilmesi için evrensel zaman siste
mini zorunlu hale getirdi. Demiryollarının kırsal bölgelerin di
rencini ve yalıtılmışlığını kırdığı gibi, özel zamandaki özel de
neyimin benzersizliği de , evrensel kamusal zamanın kullanı
mıyla saldın altında kaldı. Hemen göze çarpmayan bu saldın,
tarihsel bir perspektiften bakıldığında, yüzyıl dönümünde ol
duğundan daha keskin görünür. Dünya saatinin otoritesi ile bi
reysel olanın özgürlüğü arasındaki gerilimi, Conrad dramatize
ederken, anarşist lider Bay Verloc'a kendisini ispat etmek için
"meridyeni havaya uçurmasını" önerir. Ancak birçok özel za
man sözcüsü, yeni dünya zamanı ile kentlerde kümelenme, te
kel, bürokrasi ya da büyük devlet arasındaki bağlantıyı tespit
etmemiş olsa da; beyanlarına yol açan, kısmen, Dünya Standart
Saati dahil muhtelif kolektifleştirici güçlerin saldırısına karşı
tepkileridir.
iletişim ve ulaşım teknolojileri ve okur-yazarlığın yaygın
laşması, daha çok insanın uzak yerleri gazetelerde okumasına,
79
filmlerde izlemesine ve daha çok seyahat etmesine neden oldu.
lnsan bilincinin uzamda yayılmasıyla, farklı yerlerde çok fark
lı alışkanlıklar olduğunu ve hatta farklı zaman ölçümleri oldu
ğunu fark etmek kaçınılmaz hale geldi. Durkheim'ın zamanın
sosyal göreceliliği konusundaki ısrarının Batı Avrupa'nın za
mansal etnik-merkezciliğine meydan okuması gibi, özel zama
na dair edebi arayışlar da, dünya zamanının otoriter ve buyur
gan eğilimlerine benzer bir yolla karşı çıkışur.
Tüm kültürel kaynaklar boyunca kutuplar tespit ettik: Za
manın nitelikleriyle ilgili üç bölümlemenin (sayısı, dokusu ve
yönü) yanı sıra, kamusal zamana karşı özel zamanın gerçekliği
nin oluşturduğu temel kutuplaşma. Bu dönemde oluşan zaman
anlayışının kaynağı fen bilimleri, sosyal bilimler, resim, felse
fe , roman, oyun ve somut teknolojik değişikliklere dair tartış
malar ve gerilimlerdi. Çeşitli geçmiş, şimdi ve gelecek tarzları
nı izlerken, kültürü çelişki üzerinden şekillendiren, farklı ko
nular üzerine başka kutuplar göreceğiz.
80
z
Geçmiş
2 William Thompson, "On the Age of the Sun's Heat" , Macmillan's Magazine,
Mart 1862.
82
bir vicdansızlıkla, lütfettikleri yıllan dilim dilim kestiler ve en
sonunda bazıları süreyi on milyonun altına indirdi. " 3 Diğer
yandan, Amerikalı jeolog Thomas Chamberlain, "zaman blo
ğu konusunda çekinmeden yaptığı sınırlama tasarılarından"
dolayı Kelvin'i övüyordu .4 Diğer bir bilimsel keşfin zaman blo
ğu için sağladığı cömert kaynak sayesinde bu tartışma genişle
yen zaman lehine dönerek yatıştı. 1 903 Martı'nda Pierre Curie
ve Albert Laborde, radyum tuzunun sabit düzeyde ısı saldığını
duyurdular ve j eologlar da bu bulguyu hızla dünyanın yaşını
uzatmakta kullandılar. Salınan ısının, dünyanın soğuma hızını
düşürmüş olması gerektiğini düşündüler. Henüz Ekim 1 903'e
gelindiğinde john jolly, " tekbiçimlilik doktrininin öngördü
ğü yüz milyon yılın, fizikçiler tarafından, hem de memnuni
yetle, hemen kabul edilebileceğini" yazdı. 5 Sadece yüzyıl için
de dünyanın yaşı, lncil'e ait kronolojinin dar zamansal tahmi
ninden, neredeyse sonsuz Lyell zaman ölçeğine; Kelvin'in kı
sır yirmi milyon yılına ve yeniden yüz milyonlarca yıla yükse
len dalgalanmalar yaşadı. jeolog ve biyologlar bu çok uzun za
man şeritlerinde vuku bulan gelişme örüntüleri üzerinde ça
lışırken, insanlık tarihi giderek sonsuz kısalıkta bir parantez
olarak ortaya çıktı.
00
l r.
kalıcılığının e şimdi üzerindeki etkisinin sessiz savunusunu
oluşturuyor! r. Çağdaş psikologlar ve filozoflar, bu kültürel
· .•
eserlerin ne ifade ettiğini açıklama · için Proust lve Simmel'in
fı
izlediklerine oşut bir yol izlediler. zıları belle ·n, canlı do-
ku içinde, is · mli hareketlerin ve be ensel süre erin tortusu
olarak hapse ildiğini düşündüler. Hehry Maudsley 1 86 7 yılın
dr organik b llek kavramnı ortaya atarken, bunu belleğin vü
c pdun her bölgesinde, hatta "kalpte ve bağırsak duvarlarında
j
dağıtılmış sin rsel hücrelerde bile" 1 4 bulunduğu gözlemine da
yandırıyordu ' Bu, Alman psikolog Ewpld Hering'ip klasik met
ninde yenidev formüle edildi ve her Hir yaşayan Hücrenin, ana
11 Marcel Proust, Pleasures am1 Days, 1 9 1 3 ; yeniden basım New York, 1957, s.
286. Türkçe çevirisi; Marcel Proust, Swann'lann Tarafı, çev. Roza Hakmen,
YKY Yayınlan, 1999; 9. Baskı İstanbul, 20 1 1 , s. 63.
12 Marcel Proust, Swann's Way, 19 14; yeniden basım New York, 1928, s. 85.
13 Georg Simmel, "Die Ruine" , 1 9 1 1 , Kurt Woolf, Georg Simmel: 1 858- 1 91 8
içinde, Columbus, Ohio, 1959, s . 265-266.
14 Henry Maudsley, Physiology and Pathology of the Mind, Londra, 1867, s. 182.
86
hücrenin ve hatta tüm geçmiş hücre nesillerinin deneyim belle
ğini içerdiği sonucuna vanldı. 1 5 Her ne kadar Bergson kalıtım
sal belleği dışarıda bıraksa da, Samuel Butler 1878 tarihli Life
and Habit'te, Bergson 1896 tarihli Matter and Memory'de aslında
aynı şeyi savundular. Bergson'a göre her hareket, izleyen tüm
fiziksel ve zihinsel süreçleri etkilemeye devam eden izler bıra
kır. Geçmiş, hem vücudun hem de zihnin dokusunda toplanır
ve dans edişimizin, yürüyüşümüzün yanı sıra düşünme biçi
mimizi de belirler. Geçmişin organik devamlılığı düşüncesinin
aynntılandınlmış korkunç örneklerinden biri, Bram Stoker'in
1897 tarihli Dracula'sıdır. Dört yüz yaşındaki kahramanın da
marlarında, birkaç yüzyıllık kurbanların kanı, atalarının kanıy
la -kont, Habsburglardan ve Romanovlardan çok daha eski ol
makla övünmektedir- birlikte dolaşmaktadır.
188l'de bellek kavramı, üç ülkede birden yeniden gözden
geçirilir. Viyana'da joseph Breuer'in histerik hastası Anna O'da,
aralarında paralitik kontraktür, hissizlik, titreme, konuşma,
duyma ve görme bozukluklarının da bulunduğu çok çeşitli be
lirtiler görülmektedir. Tedavi sürecinde, hasta belirtilerin baş
lamasına sebep olan geçmiş olaylan şifahen anlattığında, be
lirtilerin kaybolduğunu tespit eder. Mesela, bastırılmış öfkesi
ni yenerek bir kôpeğin bardaktan su içtiğini görüşünü anlattı
ğında, su içme korkusu yok oldu. Bu tür başarılar sonucunda
Breuer, geçmiş travmatik deneyimlerin kronik patojenik etkile
rinin tanımlanmasına dayalı bir teknik geliştirdi. 1 6 Aşağı yukarı
aynı dönemde Fransız psikiyatr Theodule Ribot, olayların unu
tulmasında belirleyici olan kurallar üzerinde çalışıyordu. Belle
ğin yok olmasının regresyon kuralına göre gerçekleştiği sonu
cuna vardı - "daha yeni olandan daha eskiye, karmaşık olandan
basit olana, gönüllü olarak yapılandan otomatik olana, daha az
organize olandan daha çok olana doğru. " 1 7 Bellek geri geldi-
15 Ewald Hering, Ueber das Gediichtnis als eine allgemeine Funktion der organizi
erten Materie, Viyana, 1870.
16 Sigmund Freud ve joseph Breuer, "Studies in Hysteria" , Standart Edition,
1895; yeniden basım Londra, 1953, il, s. 2 1 -47.
17 Theodule Ribot, Les Maladies de la mtmoire, Paris, 1895 , s. 1 64.
87
ğinde regresyon tersine işliyordu: Çocukluk anılannın dönü
şü son derece sağlamdı ve bir bellek yitimi durumunda en son
da
kayboluyordu. Aynca Ahnanya'da psikolog Wilhelm Preyer,
ilk sistematik çocuk psikolojisi kitabını yayınladı ve bu çalış
ma, çocukluk deneyimlerinin yetişkin meslek seçimlerini, aşk
ilişkilerini, sanatsal çalışmaları, zihinsel hastalıkları ve rüyala
rı nasıl belirlediğine dair daha ileri çalışmaların yolunu açtı. 1 8
Hafıza, hatırlama ve çocukluğun rolü konularındaki bulgu
ların birçoğu, dönemin büyük retrospektif sisteminde (psika
nalizde) birleştirildi. Kayıp yapıları bulmak için arkeologla
nn yerkabuğunu kazmaları gibi, Freud da hastadaki nevrozun
�
tı yaş) ve son olarak da
üç yaşına geri çekildi. Çeşitli vesileler
.e, çocukluk dönemine doğru geri gidişi dramatik bir dille an
"fattı: "Cinse · iğin bastın1maya başladığı patojenik koşullarla il
1 t
gili araştırın mda -ki bu koşullar aynı zamanda semptomların
kaynağını teşkil ediy<Jrdu- hastanın geçmişine doğru yol al
mak zorund kaldım ve sonunda ç cukluğunu ilk yıllarına
�
ulaştım. Şair}erin ve insan doğası ar tırmacıları ın her zaman
iddia ettikle · doğru çıkıyordu: Yaşa . ın bu erke . dönemlerine
dair izleniml r, her ne kadar bunlar Çoğu zaman lmutulmuşlu
f gömülse e, sökülme;: izler bırakır. " 1 9
1 Freud, ge�işin etkileri üzerine düşünmek konusunda beş
18 l
Bu zihinsel fenomenlerin çocukluktaki kö lfleri konusun� bkz. Bernard Pe
rez, L'Enfant de trois d sept ms, Paris, 1886, � . 275; Friedric� Scholz, Die Cha
rakterfehler l des Kindes Leipdg, 189 1 , s. 101- 102; Friedrich Scholz, Schlaf und
Traum, Leipzig, 1 887, s. 34-36. Yetişkin cinsel patolojisinin çocukluktaki
kökleri konusunda bkz. Jean-Martin Charcot ve Valentin Magnan, "lnversion
du sens genital" , Archives de Neurologie, ili-iV, 1 882, s. 3 1 5 ; jules Dallemag
ne, Dtgtntrts et dtstquilibrts, Brüksel, 1894, s. 525-527; Anton von Schrenck
Notzing, The Use of Hypnosis in Psychopathia Sexualis, 1896; yeniden basım
New York, 1 956 , 1 , s. 1 54- 155; Havelock Ellis, Sexual Inversion, Philadelphia,
1 908, s. 1 56.
19 Freud, Standard Edition, XX, s. 33.
88
ayn katkı sunar: En uzak geçmişimizin, erken çocukluk dö
nemimizin en önemlisi olduğunu; önemli deneyimlerin cinsel
nitelikli olduğunu; en önemli anıların sadece unutulmadığını
ama aynı zamanda baskılandığını; tüm rüya ve nevrozların kö
�
Bergson şöyle yazıyordu: "Ya evrenin mucizevi bir biçimde
iltrleyen zamanın her bir anında öldüğünü ve yeniden doğdu
ğunu varsay · aksınız ya da onun geçmişini, sürekliliği olan ve
� *
şimdiye uzay n bir gerçeklik kabul edeceksiniz. "23 O, seçimi
ni süreklilikt n yana yapmıştı ve geçmişin otomatik bir işleyiş
le ve hatırla aracılığıyla varlığını s dürdüğü s nucuna var
e
dı. Vücut, "gellecek ile geçmiş arasınd durmadan ilerleyen bir
ara bölge" idi; ' geçmiş eylemi bütünleş irerek ileriy yöneltiyor
du. Geçmiş, z hinsel imgelerde de ortaya , çıkabilirdi ve bunları
ç �k çeşitli me forlarla betimleyerek, şimdi üzerindeki etkisini
gqsteriyordu. 1889'da, bir ezginin notaları gibi, geçmiş evrele
ri 'birbirinin " 1çine işleyen" , "eriyen" , ya da "çözülen" bir ben
likten söz ediyordu. Diğer bir metafor \ "karşılıklı i\ç içe geçme
yi, karşılıklı bMlantıyı" doğuran içsel özümüzün b ilinçli evre
lerine değinmişti.24 1896'da eylemi bir karıştırma, birbirine do
lama, "geçişim süreci" olarak tarif ediyordu ve diğer iddialı bir
23 Henri Bergson, Matter and Memory, 1896; yeniden basım New York, 1959, s.
52, 142.
24 Henri Bergson, Time and Frec Will, 1889; yeniden basım New York, 1960, s.
101.
90
metaforla, şimdiyi "geçmişin geleceği aşındırdığı görünmez bir
süreç" olarak betimliyordu. 2 5 Yıllar sonra , sürelilik imgesinin
"geçmişin geleceği aşındıran ve ilerledikçe büyüyen kesintisiz
gelişimi" olduğunu tekrar ediyordu. Geçmişi, şimdi üzerinde
ki çiğneme eylemi olarak detaylandırıp, metaforu daha da ileri
taşıyordu: "Gerçek sürelilik şeyleri aşındırır ve üzerlerinde diş
izlerini bırakır. " 26 lnsan bilinci, çağrışımcı psikologların hayal
ettiği gibi, birbirinden ayn düşüncelerin sessiz geçidi değildir;
aksine, belleğin şimdiye dolandığı, içine işlediği, onda eriyen,
yıkan ve aşındıran şiddetli bir eylemdir.
William james , geçmişin kalıcılığını, insan bilincinin akı
cı niteliğinin sonucu olarak görüyordu ve Bergson gibi, geçmi
şin şimdi ile dinamik bir ilişkisi olduğuna inanıyordu - bir asli
farkla. James, şimdinin parçası olan yakın hatıralar ile ayn bir
şey olarak hatırlanan uzak hatıralar arasında keskin bir ayrım
görüyordu ; Bergson ise, ne kadar uzak geçmişte gerçekleşmiş
olursa olsun, tüm geçmiş deneyimlerin şimdi ile sabit karşılık
lı bağını vurguluyordu . lki çeşit bellek ayrımını, özellikle de ja
mes'in yaptığı, uzak ve yakın gibi uzamsal terimlerle belirlen
diğinde, asla kabul etmezdi. Bergson'un duree (sürelilik) anla
yışında hiçbir şey "çok uzak" değildi.
Bergson ve jarnes gibi Edmund Husserl da geçmişte olmuş
bir şeyi başka bir anda nasıl bilebiliriz noktasından hareket et
ti. Tıpkı onlar gibi, bir melodiyi dinlerken eğer geçmiş sesler
tamamen yok oluyorsa, birbiri ile ilişkisiz notalar duyulacağı
ve melodinin anlaşılamayacağı doğrultusunda akıl yürütüyor
du. Ancak geçmişin şimdi ile bütünleşebilmesi için, asli biçimi
ne göre yoğunluğunun azalması gerekirdi; aksi takdirde melo
dininı gittikçe şiddetlenen sesleri, dayanılmaz bir karışıklık ya
ratırdı. Geçmiş bilinçte kalıyordu fakat değişerek.
Husserl, James'in iki tür geçmiş deneyim olduğu görüşünü
paylaşıyordu: Yakın olan "geri yönelim" (retention) , uzak olan
"hatırlama" (recollection) . Algılanan yavaş yavaş canlılığını yi-
�
daha hızlı veya daha yavaş akışım sağlayabiliriz. "27 Husserl, en
basi�I algının, mesela melodi11in tek bir notasının bile, zamansal
bir yapısı oldu a ve geriye doğru uzanan hatıraların geri yö
t t
nelim veya hatır nmasına bağlı bir tarz içinde bilinçte "kurul
�
duğuna" inamyo du.
Üç felsefeci, g çmişin şimdi üzerinde ç . k büyük bi tkisi ol
duğu inancını · ylaşırlar. Bergson'un g çmişi şimd" · aşındı
nr, james'inki şi diye akar ve Husserl'ın eçmişi şim ·ye yapı
şır. Ancak, bu et iye atfettik:eri değer bakımından farklıdırlar.
Hus�erl'ın feno enolojik yöntemi böyle bir değerlendirmeden
kaçııp.ırken; james'e göre tüm yaşam, bellek şeritleri ve yaydığı
ışık ile renklenir 1 Bergson'unzaman metafıziği, değer meselesi-
ne en açıkça kafd yoranıdır. 1 1
1
00
93
Sezgiyle kazanılan mutlak bilgi, gerçekliği bilmenin sadece da
l
ha iyi bir yolu değildir; içinde:d iyi hayatı yaşamak için kaçınıl
mazdır ve geçmişi bugünde bütünleştirme yeteneğimiz, özgür
lüğümüzün kaynaklarından biridir.29
Bütünüyle süreliliğe açık bir hayatın erdemlerini açıklayabil
mek için, Bergson, bundan yoksun olanların kısır yaşamlarına
değinir. Sadece şimdide yaşamak ve anlık dürtülere tepki ver
mek, aşağı hayvanlara uygundur; insanlar için bu, tepkisel bir
hayat oluşturacakur. Diğer aşın uçta, sadece geçmişte yaşayan
insan hayalperesttir. Bu iki kutbun ortasında, geçmiş ve gelece
ğe kolayca ulaşabildiği şimdide her daim etkin bir dengede du
ran, sağduyulu yaşam yer alır. Bergson belirli insani özellikle
!
1
özgürlüğün kayn klarından biri olduğu mefhumudur. Bu sü
relilik deneyimin dinamiklerinde aranmalıdır. "lçine daldığı
mız süreliliktir, b . sürelilikte daima hareket eden ge miş, ta
mamen yeni olan imdi ile giderek genişlehı ektedir . . . . Kişiliği
•
94
Bergson'un tezinde bir bölüm, Proust'un romanına davet gi
bi okunabilir:
Eğer cesur bir romancı, geleneksel egomuzun zekice ördü
ğü perdeyi yırtıp atarak, adlandırıldığı anda zaten varlığı so
na eren binlerce farklı izlenimin sonsuz sayıda iç içe sızması
nın bitişik dizilişini bize gösterebilirse, bize kendimizi bildi
ğimizden daha i}i gösterdiği için övgüler düzeriz. Duyguları
mızı homojen bir zamana yaydığı ve öğelerini kelimelere dök
tüğü gerçeği, bize sadece onun gölgesini sunduğunu gösterir:
Ancak bu gölgeyi öylesine düzenlemiştir ki onu yansıtan nes
nenin olağan dışı ve akıl dışı niteliğinden şüphe duymamı
32
zı sağlar.
95
medik şekilde annesi bütün geceyi onun yanında geçirmiştir.
O gece, son zamanlardaki yalnızlığının ve çektiği acıların, rast
lann.sal bir talihsizlik değil, hayatın bir parçası olduğunun far
kına vanr; çocukluk mutluluğunun acımasızca sarsılmasının
başlangıcı ve kaybedilen zamanla yitirilen budur. İyileşme sü
reci yıllar sonrasına ertelenmiş olabilir, ta ki gerçek hayatta ilk
kez yaşadığında yazan çok sarsan çay ve peksimetin tadıyla il
gili deneyim bu süreci başlatana kadar. Kurgusal versiyonun
da, Marcel'in annesi çayla birlikte tatlı çörekler verir. Aldığı tat,
tüm vücudunun hazla ürpermesine yol açarken, kendisini sıra
dan ya da ölümlü hissetmekten vazgeçer. Diğer bir yudum, tey
zesi Leonie'nin ona çocukken verdiği limon aromalı çaya ba
tırılmış tatlı çörek tadı aldığını hatırlatır. Bu olayın zekice ba
sitliğiyle kıyaslandığında, onunla başlayarak akıp giden hika
yenin karmaşıklığı, Japonların suda yüzen kağıttan çiçekleri
nin akıp gidişi gibidir. Marcel bize, neden bu hatıranın onu o
zaman çok mutlu ettiğini bilmediğini ve bunu nasıl keşfettiği
}
ni aµlatmayı "uzun süre ertelemek" zorunda olduğunu söyler.
1
Oktfyucu, annesinin öpücüğüyle kaybetmeye başladığı ve yıl-
lar Sonra bir fın an çayla yeniden ele geçirdiği zamanı arayışı
nı paylaşmalıdır
Marcel, daha endisi doğmadan önce 1vuku bulan+ komşusu
Swann'ın Odett 'e kur yapışını anlatma � için hikayefini keser.
(momq t bienheureıf) çay yu
,
Marcel ilk büyüJjt mutluluk mını
f
dumlarken yaşa ; Swann'ın geçmişe açılması ise bir müzik par
çasıyla harekete l geçer. Kur yaparken çalındığını duymuştur ve
yıllalr sonra, kıskançlık geçmişteki hassas duygulan yok ettiğin
�
de, müzik sancı ı anılar selini harekete geçirir. Aşklarının en
d
olağanüstü anını yaşadıklarını düşündü ılü akşam o ette'in eş
cinsel bir ilişkiyf girdiğini keşfetmesiyl d Swann'ın ykşadığı
yı
kım; Marcel'in geçmişini ele geçirdiğinde yaşadığı zevk ile çar
pıcı bir tezat oluşturur. Haber, yaşam süresini ikiye böler ve o
gecenin hatırası acının çekirdeği haline gelerek, "bu noktada
belli belirsiz oyalandıktan sonra tüm önceki ve sonraki günlere
doğru taşar. "34 Şimdinin karışıklığı yıllar sonra yok olduğunda,
96
geçmişle ilgili hakikat her iki adam için bilinir hale gelir. An
cak Swann'ın geçmişi keşfetmesi sefalete, ölüm düşüncesine ve
travmanın obsesif tekrarı olarak defalarca görünen bir zamana
daldırılma haline yol açarken; Marcel'in geçmişi, sonunda mut
luluk kaynağı ve zamanın acımasız akışından kurtuluş olur.
Daha sonraki bir ciltte, Swann'ın, başka bir adamla olduğu
korkusuyla Odette'i aradığı anın, tüm sonraki kadınlara duy
duğu aşka hükmettiğini öğreniriz. "Swann ile aşık olduğu ka
dın arasında biriken bu acı, zaten var olan şüphelerden inatçı
bir yığın oluştururken . . . artık yaşlanmakta olan bu sevdalının,
şimdiki gözdesini 'onu kıskandıran kadının' o bildik ve genel
hayali içinde sevmesine neden oluyordu, yeni aşkını amaçsız
ca bu hayalin içinde cisimleştirmiş ti. "35 Odette ile olan geçmiş
deneyimi aşkın demir kanununu yaratmıştı ve bu onu sonsu
za kadar ilk kasvetli deneyimine mahkum etti. Swann geçmi
şinden sıyrılmak için çaba gösterirken, Marcel bunun anlamı
nı araştırıyordu ve birbirine paralel ama karşıt, kendi yolların
da ·kayıtsızlıkla ilerliyorlardı.
Son ciltte Marcel nihai çarpıcı ifşaatlarına doğru yöneldi
ğinde, biliyoruz ki çok zaman geçmişti. Albertine'ye duyduğu
aşk bilincinden silinmişti fakat uzuvlarından hala Albertina'ya
doğru "rastgele anılar" eskisi gibi uzanıyordu. Çocuğun uyanıp
dünyayla iletişim icurduğu, romanın giriş sayfaları özetlenerek
yinelendiğinde, anılardan rüya bulutlarının arasında kaybol
muş vaziyette yatakta uzanmış olan daha yaşlı Marcel, ölmüş
gözdesinin hayaletvari mevcudiyetine fiziksel bir tepki verir.
Kollan ve bacakları, gövdesinin durgun anılarıyla doludur. Ko
lundaki bir anı, eskiden o yanında yatarken yaptığı gibi, el yor
damırla zili aramasına neden olur. Bunlar, kayıp zamanın gize
minden birkaç rastgele anı ile Marcel'de beliren bedensel duyu
lardaki güçlü hatırlanabilir enerjinin alametleridir.
Marcel savaş tan sonra Paris'e döndüğünde Guermantes
Prensesi'nin partisine gider; oraya varmasıyla birlikte, beş rast
gele anıyla karşılaşır ve bu anılar, kendi gizemli güç ve eğlen-
35 Marcel Proust, Wıthin a Budding Grove, 1918; yeniden basım New York, 1970,
s. 72.
97
ce kaynaklarını ona açıkça gösterirler. Birincisini, ayağının al
tındaki dengesiz bir parke taşının yarattığı his harekete geçi
rir ve yıllar önce Venedik St. Mark Vaftizhanesi'nde yaşadı
ğına benzer hissi yaşatarak, geleceğe dair tüm kaygılarını yok
eder ve çaya batırılmış tatlı çörek tadını aldığındaki mutlulu
ğunu hatırlatır. İzleyen rastgele anılar, olağanüstü potansiyel
lerini gösterirler: Ona, kayıp zamanlarını (le temps perdu) geri
verirler. En basit fiil, kelimelerin yaratamayacağı, renkler, sah
neler ve sıcaklıklarla birleşir; ancak rastgele anılar, bu bileşim
lerin duyumsal yoğunluğuyla geçmişi hatırlattığında, anın bü
yük mutluluğunun (moments bienheureux) yoğun zevkini dene
yimleriz. Şimdi, gerçekliğin ana hatlarını fark edebilmemiz açı
sından fazla karmaşıktır ve akıl, onu yakalamamızda yararsız
dır. Sadece geçen zamanın ve geri kazanılan zamanın perspek
tifinden geçmişi anlayabilir ve geri kazanmanın keyfine varabi
liriz: "Gerçek cennetler, sadece kaybettiğimiz cennetlerdir."3 6
�
Metaforlar gibi hatırlamak da ayn düşmüş olanları birleştire
rek f aydınlanma ve zevk sağlar. Marcel onlarla, "uzak bir anın
hatıbsında ki b radan geçrr.işin şimdiye el uzatması sağlanmış
f �
tır" şimdiyi de yimler.37 "lamanın dışındaki" şeylerin özünü
gösterirler ve z manın katı düzeninden kurtularak ttarcel, bir
an için ölüm d şüncesine kayıtsız kalı Daha önc ' leri, elden
çabucak kayıp giden ve yakından bakıl ığında dağ lıveren bu
anlan ele geçirı:p.enin bir aciliyeti vardı ; fakat bu s fer, onları
bir romanın ko �usu yaparak elde tutmanın yolunu bulmuştur.
Proust haya dnın hikaye�ini yazmaya karar verir ama gele
nehl.el "iki-boytı tlu psikoloji" ile değil, hayatın zaman içinde
ki hareketini y1niden kuracak olan "üç-boyutlu psikoloji" ile.
1 91 2 tarihli bir mektubumla bunu şöyİ e anlatır: " ir düzlem İ
geometrisi vardlr, bir de uzam geometrib i. Benzer biçimde, be
nim için de roman sadece düzlem psikolojisi değil zamanda ve
uzamda psikolojidir. Yalıtmaya çalıştığım görünmez asli mese-
36 A.g.e. , s. 132.
37 A.g.e. , s. 133. Ayrıca, metaforun ve geri kazanılan zamanın işlevi konusunda
bkz. Roger Shattuck, "Proust's Binoculars: A Study of Memory, Time and Re
cognition" A la recherche du temps perdu, içinde, New York, 1963 .
98
le zamandır."38 Çoğu roman zamanda geçer ancak geçip giden
zaman deneyimini, kaybedilen zamanın boşluğunu ve -hayat
taki tek gerçek zevk olan- kaybedilen zamanın geri kazanılma
sını, yakalayamazlar. Romanın amacını ifade eden son cümle,
hayatın zamansal boyutunun önceliğinin altım çizer: "İnsanı
her şeyden önce Zaman boyutunda tuttuğu yerle betimlemek. . .
onlara uzamda atfedilen sınırlı yerle kıyaslandığında, çok da
ha anlamlıdır."
Eğer Proust'un yok etmek istediği tek bir yanılsama varsa,
o da hayatın esasen uzamda yaşandığıdır. İçinde yaşadığımız
uzamlar bizi sarar ve gemi geçtikten sonra yok olan denizde
ki iz gibi kaybolur. Yaşamın özünü uzamda aramak, geçip gi
den geminin izini suda aramak gibidir: Oysa sadece, zamanda
ki kesintisiz hareket akışının hatırası biçiminde varolur. Bu
lunduğumuz yerler, zaman içindeki yaşamımızın kısa ömür
lü ve rastlantısal sahneleridir ve onları yakalamak imkansız
dır. Ancak zaman, vücudumuzda çay ve kek anılan olarak mu
hafaza edilirken bize çocukluk günlerimizi ve o günden bu ya
na üzerlerini kaplayan olaylar akışını geri vererek hayatımızı
oluşturur.
Hepsi de Yahudi olan Bergson, Proust ve Freud'un, tüm ha
yatın -güzelliğin, özgürlüğün ve zihinsel sağlığın- özsel kayna
ğının geçmiş olduğunda ısrar etmeleri gerçeği, kendi hayatla
rıyla zaman kuramları arasında bir bağlantı olduğunu düşün
dürür. Yahudilerin zamansal deneyimiyle bu çalışmalar arasın
da bazı çarpıcı benzerlikler vardır. Hem Musevilik hem de Hı
ristiyanlık, geçmişe derin bir saygıyı paylaşırlar ve geçerlilikle
rini kısmen geleneğe dayandırırlar. Buradaki örtük etik, eski
nin i}j_i olduğudur. lkisi arasında daha eski olanı Museviliktir ve
kimlik arayışı araştırmaları, daha eski tarihi nedeniyle, zaman
ölçeğinde Hıristiyanlığın üstünde yer almasını sağlayacaktır.
Bu adamların sadece geçmişin gerçek olduğu, sadece geçmişin
yeniden ele geçirilmesinin sanata ilham olabileceği ya da nev
rozu tedavi edebileceği yönündeki ısrarları, Yahudi deneyimi
nin bu özelliğiyle bağıntılı olabilir.
38 Marcel Proust, The Letters of Marcel Proust, New York, 1 966.
99
Yahudi deneyimine atfedilebilecek ikinci bir benzerlik, za
manda yaşamın uzamda yaşamdan daha önemli olduğunu ,
birbirlerinden bağımsız öne sürmüş olmalarıdır. Bergson, za
manın uzamsallaştırılması üzerine düşündüğünde öfkelenir;
Freud, hastalarının yaşamlarını geçmişte yeniden kurmaya ça
lışır ve Proust da karakterlerinin yaşamlarını "uzamda atfedi
len sınırlı yerle kıyaslandığında çok daha anlamlı" olan zaman
boyutunda yaratır. Çalışmalarında paylaşılan bu özellik, getto
larının dışa kapalı sıkışıklığı dışında kendilerine ait bir uzama
sahip olmayan Yahudilerin deneyimine koşuttur. Uzamsal va
roluşları, çevreleyen dünyadan yalıtılmışlıklarının şüpheli ve
acı hatırlatıcısı olurken zamanda varoluşlarından çok daha az
önem taşımıştır. Dolayısıyla Gezgin Yahudiler sadece zamanda
yurtlanır. Yahudi dini aynı zamanda, gerçekliği ve iyiliği tarih
teki fiilleriyle bilinir olan tanrısallığın tüm uzamsal temsillerin
den uzak durmuştur. Modem Avrupa Yahudi tarihinin varlığı
�
nı sürdüren bir toprak parçası yoktur. Topraklarını içselleştir
mef ve yazılı ya da sözlü belleklerinde saklamak zorunda kal
f
mışlardır; oysa Hıristiyan dünyasında geçmiş, anıtlar aracılığıy
la elle tutulur b ·çimde konınmuş, kolaylıkla görülebilirliğini ve
imgelemde ye iden yaratıhbilirliğini uhafaza etrp.iştir.39 Ya
hudilerin bu deneyimi, üç düşünürün amandaki arlığımızın
önceliği değerlendirmelerini şekillendi iş olabilir J1
ı �
Ayp.ca, düşün tarzlarının, sosyal yap ların ve organik yapıla
rınl geçmiş tarafından şekillendirilme biçimlerine de özel bir il
i
gi oldu. Düşü enin tarihsdleştirilmesi, tüm bilginin duyular
dan ka ynaklandığı yön ü n deki Locke' � n görüşün� kadar geri
gidiyordu. Ay�ınlanma filczofları, doğttştan fikirlet ve a priori
insan niteliklerini çürütebilmek ve insanın bütünüyle tarih ve
toplum tarafından şekillendirildiğini ispat edebilmek üzere, bu
ilke üzerinde çok çalıştılar. 19. yüzyılda Comte, Hegel, Darwin,
39 Burada, Martin Buber'in "Antik çağda Yahudi, gören varlık olmaktan ziyade
duyan varlıktı ve yaklaşımı uzamsal değil zamansal bağlamdaydı" gözlemi ge
çerli. Yayına hazırlayan Martin Buber, Jüdische Künstler, Berlin, 1903 , s. 7.
1 00
Spencer ve Marx'ın paylaştığı düşünce, felsefelerin, uluslann,
sosyal yapıların ve canlıların zamandaki ilerici dönüşümler
le olduklan noktaya ulaştıklanydı; yani fiili herhangi bir yapı,
daha önce olmuş olanın izlerini taşıyordu. 19. yüzyıl sonlanna
doğru, insanın din üzerinden tanımlanmasında yaşanan gerile
me sonucunda, birçoklan bu sistemlerden beslenerek Tannsız
bir dünyada yaşama anlam kazandırmaya çalıştılar. Eğer insan
ölümsüzlükte bir yeri olduğuna artık inanmıyorsa, belki de ta
rihsel hareketin içinde kendine yer bulabilirdi.
1 9 . yüzyılın tarihselci sistemlerinin yam sıra Dilthey, Berg
son, Proust ve Freud'un çalışmalan tarihsel ya da genetik yak
laşımı yönlendirirken, pek çok çağdaşı bunu şiddetle redde
diyor ve geçmişin şimdiyi etkisi altına alabileceği düşüncesi
ni mahkum ediyorlardı. Geçmişin bir yük olduğu yaklaşımı,
Alman bir felsefeci, Norveçli bir oyun yazan, İrlandalı bir ro
mancı, Avusturyalı bir mimar ve bir grup İtalyan yazar tarafın
dan, güçlü biçimde ortaya kondu. Bu keskin bir tutum değil
di", zira hepsi derin geçmiş duygusuna sahiptiler ve taşıdığı po
zitif değere saygı duyuyorlardı; ancak en ayıncı yönleri, hatıra
lar, alışkanlıklar ve geleneklerin sakatlayıcı ve tahrip edici et
kisini güçlü bir değerlendirmeyle ortaya koyan çalışmalanydı.
The Use and Abuse of History (Tarihin Yaran ve Kötüye Kulla
nımı). başlıklı, 1 8 74 tarihli metinde Friedrich Nietzsche, tarih
selciliğin egemenliğine sert tepki gösterdi. Başlığın da ima etti
ği gibi, ele alışı kısmen de olsa dengeliydi ve "her insanın ya da
milletin belli ölçüde geçmiş bilgisine ihtiyacı olduğunu" kabul
ediyordu; fakat ana mesajıyla, önceden olan üzerinde aşın ka
fa patlatma konusunda uyanyordu. Bu akut zavallılık için, tari
hi a�artmak bir kurtuluş, "şimdinin gücünden ve heybetinden
duyulan nefretin geçmişe yönelen aşın beğeniyle maskelenme
sini sağlayan bir örtüdür." Muhafazakarlar geçmişte huzur bu
lurlar - eski ev, portreler galerisi, değişen dünyada anlam ve is
tikrar sağlar. Bu "antika meraklısı tarih" , eyleme dönük itkileri
gizler ve "bibliyografi masasından dökülen tüm kırpıntılan bir
solukta tüketir." Bireyin koşullara boyun eğmesine ve içsel be
cerilerinden feragat etmesine neden olur. Şimdinin, insanlığın
1 01
yaşlı hali olduğunu , insanlann ak düşmüş saçlarla doğan "sona
kalanlar" olduğunu öğretir. Herhangi bir şeyin değiştirilebilme
ihtimali konusunda kinizme yol açar ve sanatsal enerjileri sa
katlar. Tüm bu çağ "habis tarihsel ateşle" yanmaktadır ve Ni
etzsche'yi özellikle geçmiş örneklere zincirli olup daha da ağır
bellek ve gelenek birikimi altında ezilenleri çileden çıkarıyor
du. "Her şeyi tarihsel olarak hissetmek isteyen birisi sürekli ge
viş getiren bir hayvana dönüşür. " Bu kronik geviş getirme, bu
tarihsel duygunun aşın büyümesi "ister insan ya da halk, ister
se bir kültürel yapı olsun, sonunda canlıyı yok eder."40
On yıl sonra Nietzsche, hükümran kişisel geçmiş duygusu
nun bireysel irade üzerindeki etkisiyle ilgili eleştirel bir çözüm
leme yazdı. Thus Spoke Zarathustra (1 883-1 885) kitabında Ni
etzsche, anılar, pişmanlıklar ve suçluluk duygusuyla çoğu in
sanda baskı altına alınan, iktidar iradesi kavramını ortaya attı.
"Kurtuluş Üzerine" başlıklı bölümde yegane gerçek kurtuluşu;
�
iktidar iradesinin, zaman üzerinde ve geçmişin önüne çıkardı
ğı e�geller üzerinde hakimiyeti olarak tanımlar. "Yapılan karşı
sında güçsüz o n [irade] gtçmiş olanın öfkeli izleyicisidir. ira
� f
1
de geçmişe yön lemez, zammı bölemez ve zamanın iştahını kı
ramaz, iradeni melankolik büyük yaln�lığı buradafiır." lrade,
bireyi geçmişin ; tortusundan kurtarma için çaba h rcar fakat
�
"yerinden oyna tamadığı taşın adı 'olm ş olan'dır . . . Bu, sadece
bu, .intikamın ta : kendisidir: iradenin za , ana karşı h, sumeti ve
onun 'olmuş ol n'ı. " Geçmişin bu kalıcı niteliğinin ve ağırlığı
nın yarattığı ha al kırıklığı, hınç ve suça; aynca ceza ve intikam
�
gib� yıkıcı tepkiılere neden olur. İradenin bundan kendini kur
tarabilmesi "bü tün 'olmuş olan'ı, 'ben · irademle du'ya dö
nüştünnesi " ile mümkün olacaktır.41 B ylece geçm· , artık ya
f.
ratıcı bir güç, 1iurtancı, mutluluk ka ağı ve gele eğe köprü
olarak, doğru biçimde işleyen iradenin denetimine girecektir.
Nietzsche'nin çözümlediği geçmişin yıkıcı etkileri, Henrik
40 The Use and Abuse of History olarak tercüme edilmiştir, New York, 1957, s.
3-49.
41 Friedrich Nietzsche, "Thus Spoke Zarathustra" , The Portable Nietzsche, ya
yına hazırlayan ve tercüme eden Walter Kaufınann, New York, 1954, s. 250-
253.
1 02
Ibsen'in yazdığı bir dizi oyunun konusudur ve bu oyunlarda
kalıtım, geçmişleriyle ilgili beklenmedik bir ifşaat ya da iz bı
rakan bir hatıra, karakterler üzerinde yaptığı etkiyle onları sa
katlar ya da öldürür.42 Erken dönem oyunlarındaki karakterler,
özel bir çaba göstererek geçmişlerini alt edebilirlerdi fakat 1 879
tarihli A Doll's House'la birlikte daha karamsar olur. Son sahne
de Nora, evliliklerinin yürümesi için bir "mucizeler mucizesi"
gerektiğini söylese de kocasını bırakıp çıkarken sergilediği ta
vır bu ihtimalin kapısını da kapatır. 1 88 1 tarihli Ghosts'da, tar
tışmasız olarak zaferle çıkan, geçmiştir ve bundan sonra karak
terleri, kalıtımsal hastalıklarla, rahatsız edici anılarla ve ölü
lerin ruhlarıyla canlandırılan geçmişin iktidarı karşısında bo
şuna çırpınırlar.43 Bu durum Mrs. Alving'in haykırışında güç
lü bir biçimde belirir: "Neredeyse hepimizin hayalet olduğuna
inanacağım - hepimizin . . . İçimizde dolaşan sadece anne ve ba
bamızdan kalıtımla aldığımız değil. Kısır düşünceler ve her çe
şit eski ve mutlak inançlar . . . kendimizi hiçbir zaman bunlardan
kurtaramayacağız. "44
Diğer iki oyunda, beklenmedik ifşaatlar dramatik odağı oluş
turur. 1 884 tarihli The Wild Duck'ta, Hjalmar Ekdal, kansının
başka bir adamla olan ilişkisinden kızı Hedvig'i doğurduğunu,
evliliklerinin kurgulandığını ve kendisini de bu işe alet ettiği
ni öğrendiğinde, mutlu aile hayatı yıkılır. Karısını kendisine
tuzak kurup alda:makla suçlayan Hjalmar, Hedvig'i de redde
der. Onun sevgisini geri kazanmak için çaresizce çırpınan Hed
vig intihar eder. Birlikte Hedvig'in kurban olmasının saçmalığı
na kafa patlatırlarken, sarhoş bir karakter, çoğu insanın kendi-
42 lqsen'de geçmişin işlevi ve bu dönemdeki genel geçmiş yaklaşımıyla ilgili tar
�mam büyük ölwde, Rudolph Büıion ile yapnğım görüşmelerden.kaynaklanı
yor. içeriğini ve kaynaklarını benimle paylaşnğı, 19. ve 20. yüzyılda, geçmişin
şimdi üzerindeki iktidarı çalışması, The Present Past başlığıyla yayınlanacak.
43 Norveççe Gegangere'nin "Ghosts" (Hayaletler) olarak çevrilmesi kötü bir ter
cihtir . Ibsen kendisi, Almancaya Gespenster olarak çevrilmesinin doğru olma
dığını Magnus Hirschfeld'e söylemiştir ve her ikisi de "geri dönenler" anlamı
na gelen Fransızca Les Revenants çevirisinin aslına daha yakın olduğunda an
laşmışlardır; Magnus Hirschfeld, "Literarische Selbsterkenntnis. Zu Meinem
60. Geburtstag", Literarische Welt, iV, sayı 2 1 -22, 25 Mayıs 1928.
44 Henrik Ibsen, Glıosts and Three Other Plays, New York, 1962, s. 163.
1 03
sini destekleyecek bir "yaşamsal yalan" a ihtiyaç duyduğunu ve
hiçbir şeyin bunu ifşa etmek ve geçmişle ilgili çıplak hakikati
açık etmek kadar tehlikeli olamayacağını anlatır. Little Eyolfun
( 1 894) ebeveynleri, onlar se,işirken oğullarının masadan dü
şüp sakat kalmasını onlara hatırlatan suçlu belleklerini yok et
meye çalışırlar. Bu durum, Eyolf suda boğulduğunda ortaya çı
kar. Baba, bu büyük kayıplarının "vicdanlarını kemirdiğini"
fark eder ve başka çocuklara yardıma kendilerini adamaya ka
rar verirler. Hiçbir zaman unutamayacaklarını unutmak, hatır
lamaları gerekeni hatırlamak üzere ömürlük bir projedir bu.
lbsen'in diğer oyunlannda geçmiş, acı veren inatçı bir bellek
tir. 1 888 tarihli The Lady from the Sea oyununun kadın kahra
manı, yıllar önce başım döndüren cesur denizcinin hatırasının
eski modeli, onu yıllar önce terk ettiğini; çünkü soyunup poz
verdi$inde ve ona kendisini Çlplak olarak sunduğunda tepkisiz
kaldığını, sadece ."çok mutlu olay" için teşekkür etmekle ye-
ı
tindiğini söyler. ıllar sonraki karşılaşma artık ölü oldukları-
nın farkına varma annı sağlarve son sahnede, o zaman gerçek
leşmemiş olan ol için bir dağa tırmanırlarken çığ düşmesiyle
-geçmişin birikm ş ağırlığı ve baskın gücünü sembolize eder
sürüklenirler. Ro mersholm'ün ( 1 886) kahramanının malika
nesin�e yaşamlarını sürdüren ölüler, arazisindeki beyaz atlarla
sembÔ lize edilirk�n, duvarlarda sıralanmış portre galerisiyle de
ı·
J
anıtlaştınlırlar ve tlaima hıyar.etle hatırla rlar.45
>i
ye ya lır. Kesinlikle Proustvari bir algıyla, bazı hatıralar "insan
kalbinin en karaniık köşelerinde gizlenir fakat yok olmazlar,
tesadüfi bir kelimenin aniden onlan çağırmasını beklerler ve en
farklı koşullarda yüzleşmek üzere ayağa kalkarlar. " Bahsettiği
tesadüfi koşulların çeşitleri Proust'tan da gelebilirdi: "Yumuşak
bir mayıs akşamı biçilmiş çimlerin üzerinde" ya da "unutulmaz
leylak bahçesinde . " Ancak joyce'un hatıralara genel yaklaşımı,
46 James joyce, uThe Dead" , Dubliners, 1916; yeniden basım New York, 1 96 1 .
1 05
sınırlarına ve tehlikelerine odaklanır: Sanatçıyı felç etme potan
siyeline, suçu destekleme gücüne ve detay meraklıları tarafın
dan sömürülmesine.
Stephan Dedalus, belleğin kimliği koruduğunu bilir: "Ben,
entelekya, biçimlerin biçimi, biteviye değişen biçimlerin etki
si altında bir hafıza mıyım? " Hafıza onu bütün tutar fakat bir
sanatçı olarak özgür iradesi üzerinde kurulu bütünlüğü kır
ma konusunda çaresizdir. Benzersizliği hiçe sayılmıştır; ben
liği fazlasıyla her şeyin parçasıdır, adeta Meryem'e doğru uza
nan muazzam bir göbek bağıyla bağlanmış gibidir: "Hepsi
nin bağı geriye doğru uzanır, tüm insanlığın birbirine dolan
mış bağlan. " Kimliği, kendisine ait dünyaya akar ve geçmiş
le hatırlanır. Kıyıda gördüğü, gemi enkazından arda kalanlar,
bir zamanlar bu sahile doğru gelen İspanyol kalyonlarının za
manına onu geri götürür; Danimarkalı Vikinglere ve eski za
manların balina avcılarına. "Kanlan benim içimde" diye düşü
nür, "arzulan bende kıpırdıyor." Zamanın akışına dibine ka
t
dar gpmülmüş diğerleriyle birlikte, kendisine ait kalıba dökül
müş hayata kapılµıış hissediyordu. En acı vereni ise, annesinin
1 r
ölümü ve cenaze e katılmayı reddedişini sürekli hatırlıyor ol
masıydı. joyce b rahatsız edici suçluluk duygusuna, her ha-
tırladığında Step en'in zihn:nde yankıl nan ve tari . nefreti
ta bulunuyordu. 1
ni ateşleyen "vic �an azabı" (agenbite of nwit) ifade iyle atıf-
1 08
anılar, efsaneler ve harabelerden oluşan berbat öğeleri de dahil
tüm passtiste (nostaljik) güzelliğin cenazesini ilan ediyordu.49
00
1 09
neyimlerle aniden zamana gömülüşümüzün şok ve hazzına de
ğer �erir. Proust'un Marcel larakterinin "zaman dışı" kendin
den geçme ve ölümsüzlük hissi, zamana aniden yeniden gir
mesi ve zamanın biteviye akışından kurtulması nedeniyledir.
Proust için sürelilik, bir dizi yalıtılmış anlardan oluşur. Bu an
ların yeniden ele geçirilmesinin hazza yol açmasının ana nede
ni birbirlerinden uzak olmalarıdır. Bergsoncu sürelilikte ise ,
her bir an her bir izleyen anla bileşik, dolayısıyla da kesintisiz
dir. Eğer Bergson'un süreliliği bir pınarsa, Proust'unki unutul
muş aralıklı hatıra dalgalarını zihnin yeniden ele geçirdiği bir
dizi çağlayan havuzudur. Hatırlama sürecine yaklaşımları da
farklıdır. Bergson, geçmişin yeniden ele geçirilmesinin "güç
lü çaba" gerektiren bir girişim olduğunu düşünse de bu çaba
nın herhangi bir zamanda gösterilebileceğine inanır. Buna kar
şın Proust, ilk aşamanın rastlantısal olması gerektiğini savunur.
1 9 1 2 tarihli bir mektubunda bu konuyu değerlendirirken, ro
�
�
manlarının Bergsoncu olmadığını zira "romanlarının, Bergson
cu fe efede yeri olmayan hatta onunla çelişen bir aynın üzerin
de kurulduğunu ifade eder.51 Bu can alıcı aynın istençli ve is
�
tençdışı bellek a mıdır: Proust, Bergson'da aklın devreye gir
diğini oysa kendi yaklaşımın6l hiçbir istemli fiilin bel eği oluş
turamadığında ıs r eder. Bergson da bel ğin kendili "nden fa
·
139.
110
tençdışı hafızanın beklenmesi. Bir kez ortaya çıktığında, bir ro
manda onu cisimleştirmek için kendisinin ortaya koyduğu ola
ğanüstü çalışmada olduğu gibi, aktif anlam arayışı başlayabi
lir. Freud'un psikoterapisinde sistematik bir prosedür hakim
dir. Geçmiş arayışında, terapistlerin eski hastalarıyla yaşadıkla
rı deneyimlerin model oluşturduğu sabit zamanlı seanslar dü
zenlemekten daha aktif bir yöntem hayal etmek zordur. Bilinç
dışı süreçler, gelişme aşamaları ve hastanın geçmişini ortaya çı
karmayı geciktirebilecek örtüleri açmaya yardımcı olabilecek
muhtemel saplantı noktalan ile ilgili psikanaliz de bir kuram
lar cephaneliğine sahiptir. Bu geçmiş arayışı, tilki avı kadar ak
tiftir ve bastırılmış hatıralar yıllarca sürebilecek bir sürek avı
nın nesnesidirler. 53
Diğer bir tür aktif arayış, Henry james'in 1 9 1 7 tarihli The
Sense of the Past romanında yer alır. Aurora Coyne'a yaptığı
kurlardan sonuç alamayan Amerikalı beyefendi Ralph Pend
rel, İngiliz akrabasının ölmek üzere olduğunu öğrendiğinde,
kendisine "eski ve yabancı" bir miras bırakılacağını hayal et
meye başlar. "Eski olan her şeye karşı duyduğu doğal tutkusu
na" yönelik Aurora'nın şüpheli komplimanı, reddedilişinin acı
sını kısmen de olsa hafifletir. Yazdığı An Essay in Aid of Reading
111
ve birikmiş mesaj larla yüklü . " Ralph'ın atalarının tümünün
oluşturduğu kuşağın cisimleşmiş halidir ve "ev onun evi oldu
ğu için, içine işleyen zaman da onun zamanıdır. " 54 Geçmişle
bu özdeşleşme, evdeki bir portrede kendi yüzünü görmesiyle
ve atasıyla kişiliklerini değiştirdiklerine inanmaya başlamasıyla
sanrıya dönüşür. Akademik bir eğilim olarak başlayan geçmiş
duygusu, nihayet kişiliğini e,e geçirip kimliği haline gelir. Kur
gusallığına rağmen bu hikaye, yine de, kişinin atalarına dair
geçmişine -psikolojik olarak dengesiz olsa da- doğrudan araç
larla tümüyle el konulmasıdır.
Proust'un, geçmişin pasif geri kazanımı vurgusu , sayısız ak
tif proje arasında tektir. Bergson'un felsefesini, Freud'un terapi
sini ve Henry james'in hayal gücünü tek bir kültürel anlatımın
altında toplamak için biraz esnetmek gerekir; fakat bu çalış
malar, şüphe götürmez biçimde, diğerinin karşı tarafında bir
leşirler. james ile kıyaslamak biraz zorlama olabilir zira Proust
f
atalara ait geçmişle ilgilenmez; ama yine de Ralph'ın seyahati
ni, e�ki eve sahip olmasını ve bilinçli olarak zamanda geçmişe
gitm�ye çalışma nı, aklın beyhude bir çabası ve başarısızlığa
mahkum olarak eğerlendirirdi.
t' �'
Geçmişin uzunluğu, gücü , değeri ve yeni en ele geçi · 1me yön-
temiyle ilgili dört tartışmadan, dünyan n yaşıyla il ili olanı,
en sınırlı kültürtjl etkiye sah:ptir. Kelvin · n yirmi mi on yıllık
tahmininin cimıiliği ve radyoaktivitenin keşfinden sonraki bir
kaç füz milyon xıllık artış, esas olarak küçük bir jeologlar top
1
luluğunu ilgilen irir. Yine de bu çağ genel bir bilinçliliğin yo
lunu açmış, Darwin'in dönemi, evrenin ! engin çağlapna karşı
Leopold Bloom''tn ehemmiyetsiz dakikli�inin portre�ini çizen
Joyce gibi yazarları e tkil emiş tir. Zaman ölçeğindeki baş döndü
rücü genişleme bir darbe de insanın benmerkezciliğine indirir
ve yerküre üzerindeki mevcudiyet süresi cüzi oranlara düşer.
Kültürel kayıtlar, geçmişin şimdi üzerinde güçlü etkisi ol
duğu düşüncesini istikrarlı bir biçimde destekliyordu. Fonog-
113
masından ve geleceğe yönelik kaynaklan kurutmasından du
yul� korkulan paylaşıyorhrdı. Bu bağlamda düşünüldüğün
de Fütüristlerin feveranları çok da saçma değildi; zira özellik
le İtalya, geçmişe gömülmüştü, yitik bir medeniyetin kalıntıla
rı ve zafer anıtlarıyla lanetlenmişti. Hayden White'ın araştırdı
� l
ma atfedilen de ere karşı toptancı, bazen de kör inancına isyan
eden çok sayıd . düşünür ve sanatçı için durum buydu . Tam
da tarihsel geç · iş kuramsa. anlamda h kim çerçe niteliğini
kaybetmeye baş, dığı sırada, bireysel ge miş, farklı !anlardan
�l
önemli düşünü erin ilgisini çekmeye b şladı ve be eri görül
memiş bir ihtimfımla yaklaşarak, sağlıklı ve hakiki bi hayat ya
şamak için onu l anlamanın elzem olduğunda ısrar ettiler. Bel
y
lek e unutma konusunda yeni kuramlar, aynca çocuk ve geli
şim psikolojisi 4 ıanında yer.i çalışmalar ortaya çıkmaya başla
dı. Bu yenilikler i bireysel geçmişin aktif pldığı ve yetişkin dav
ranışını şekillenfl.irmeye de'\am ettiği yaİdaşımını, g�çmişte ol
madığı kadar güncelleştiren psikanalizde sentezlendi. 57 Freud,
bu geçmişe ulaşmanın zihinsel sağlık için şart olduğunu savu-
56 Hayden V. White, "The Burden of History" , History and Theory, 5, 1966, s. 1 19.
57 Benim tezim, "Freud and the Emergence of Child Psychology: 1880- 1 9 10",
Columbia Üniversitesi, 1970, bireysel geçmişi yeniden kurarak ve yetişkin
davranışı üzerindeki etkilerini saptayarak Freud'un gelişinin habercisi olan
çok sayıda çalışmayı araştırmaktadır.
1 14
nuyordu . Bergson, yakın geçmişin kalıbından çıkan şimdinin,
nasıl daimi olarak yeniden şekillendiğini çözümledi ve sadece
duree (süreliliğin) akışkan hareketine açık olan hayatın asli bi
reysel özgürlük kaynağına ulaşabileceğini savundu . Proust için
geçmiş, istençdışı belleğin ani parlamalarıyla yüzeye çıkıyor
du ve neşe, güzellik ve sanatsal yaratıcılığın ilham kaynağıydı.
Stephen Dedalus için tarihi kabusa dönüştüren joyce, belli baş
lı tüm karakterlerinin bireysel geçmişlerini farklı perspektifler
den yeniden kurmak amacıyla, yeni edebiyat tekniği olan doğ
rudan içsel monoloğun imkanlarını kullanıyordu.
Ibsen ve Nietzsche de, tarihselden ziyade bireysel geçmişin
benimsenmesine daha büyük değer atfediyordu. Nietzsche'nin
1 874 tarihli, fazla tarihselliğin yol açacağı olası felç durumu
nu ele aldığı metni, kişisel geçmiş meselesini çözümlediği Thus
Spoke Zarathustra'ya göre çok daha eleştireldi. İkincisinde ki
şisel geçmişin, bilincin zorunlu bir öğesi olduğunu kabul edi
yordu . Tarihsel geçmişte olabileceği gibi, kişi bireysel geçmi
şe bir eylem modeli olarak bakmayı seçmez çünkü bu "olmuş
olan" bilincin yapısında içkindir. Aynca Zerdüşt -üstinsan ol
maya giden yolda- özünde umutlu, pozitif bir felsefe beyan et
tiği için, iradenin "olmuş olandan" "çünkü öyle istedim"e; hat
ta "çünkü öyle isteyeceğim"e dönüşmesi imkanını ve zorun
luluğunu savunu:-. Nietszche, kişisel geçmişin özünde yapıcı,
hatta meydan okt:yan, işlevine değer verir. Genealogy of Morals
çalışmasında, kalıtımsal olarak kuşaklar boyunca biriken suç
luluk duygusundan kaynaklı kendinden nefret etme konusun
da uyarır - tarihsel geçmişin zehirli tortusu . "Olmuş olan" ira
denin yalnızlık melankolisidir; fakat kişisel geçmiş, insan bi
lincinde gerekli l:ir engel teşkil ederek, alışkanlık ve geleneğin
bütün kötü etkilerine rağmen iradeyi kendi adına bir şey yap
maya zorlar.
Ibsen de her iki geçmişi ele alır ve kişisel geçmişin gücünün
çok daha pozitif ve önemli ölçüde etkili olduğu bir tablo sunar.
Hedda Gabler'de Tesman, çizgi film karakteri olarak resmedil
miştir ve yazmakta olduğu tarih kadar yassıdır. Yazdığı tarih
bir geçmiş müzesidir ve onun hayatının ve evliliğinin enerjisi-
115
ni tüketir. Ancak araştırdığımız diğer Ibsen oyunlarında, kişisel
geçmişin büyük etkinliğe sahip olduğunu ve oyun karakterleri
nin hayatlarına, Tesman'ın bariz biçimde sahip olmadığı bir de
rinlik sağladığım görürüz. Ibsen'in, kolektif ve gayn şahsi nite
likli tarihselden ziyade kişisel geçmişle ilgili olduğu açıkça gö
rülür. Oyun karakterlerinin hayatlarına kişisel geçmiş yükleye
rek lbsen, tarihsel geçmişe dayalı herhangi bir şeye yer vermek
ten çok daha büyük bir etki yaratır. Freud'un klinikte kazandı
ğı başarıyıonun oyunları tiyatroda kazanmıştır - gizem ve sa
vunmalarım önce ortaya çıkarır, sonra çözümleyerek, zamanda
hayatı yeniden kurar. The Wild Duck'ta Ibsen "yaşamsal yalan"ı
savunarak, kendini kandırma ihtiyacım kabul eder; fakat asıl
amacı kişinin kendi geçmişiyle uzlaşmaması durumunda onun
içine gömülüp gideceğini anlatmaktır. Geçmiş, oyunlarının ya
pısı içinde asli bir parçadır, tıpkı Nietzsche'de bilinç yapısının
asli bir parçası olması gibi.
�
r_i
tl nin tarihsel geçmişten bireysel geçmişe kayması, tarih yü
kün�en silkinip kurtulmak için girişilen daha büyük bir çaba
nın parçasıdır . düşünürler ve sanatçılar bireylerin yakın geç
t �
mişine odakla rak, felsefi çalışmalarında daha keskin çözüm
lemeler yapmış, psikiyatrik müdahalelelrinin etkinliğini artır
mış ve edebi çalışmalarının dramatik etk ini yoğunl tırmıştır.
Tarihsel geçmiş, üzerinde çok az kontro e sahip old klan top
lumsal güçlerin .kaynağıdır; yüzyıllarca aşayan ku mlan ya
l
ratmıştır; özerk k anlayışlannı sınırlandırmıştır. 1 9.' yüzyıl ta
b
rihs fkiliğinin b yurgan determinist resmi sistemleri kapsayı
cı, genel tarih yasaları üretirken, bu düşünürler, özgül koşul
r
lar karşısında bi eylerin benzersiz tepkilerini anlamak istemiş
�
lerdir. Freud bfr istisnadır çünkü zihinse� hayatın ya lannı an
lam�ya çalışmıştır; ne var ki bunlar kolek tif tarihsel süreçlerin
değil bireylerin yasalarıdır ve sadece onların geçmişini kapsar.
Ringstrasse'nin, tarihsel geçmişe sanatsal teslimiyetin anıtı ola
rak görülmesiyle, modem sanatçılar çalışmalarının bağımsızlı
ğım ilan ederler. Geçmişin sanatını tekrar etmek istememişler
dir, ayrıca uzak geçmişte planlanmış ve kontrol edemedikleri
sosyal teamüllerin yaşamlannı düzenlemesine razı değillerdir.
116
Daha da önemlisi özgürlüğün peşindedirler. llgilerini bireysel
geçmişe yoğunlaştırmışlardır; çünkü uzak ve gayrı şahsi tarih
sel kayda kıyasla bireysel geçmiş daha zengin bir konu kayna
ğı oluşturur. Bireysel geçmiş, üzerinde kısmen kontrol oluştu
rabilecekleri bir şeydir. Kişi geçmişinden hatta çocukluğundan
sorumlu olduğu biçimde tarihten sorumlu değildir. Eğer kişisel
geçmişten daha fazla sorumluysak onu anlamayı, belki de ye
niden şekillendirmeyi umabiliriz ve aslında, Nietzsche, Ibsen,
Freud, Bergson, Gide, Proust, joyce ve Fütüristler, hepsi farklı
yollardan, bunu yapmamızda ısrar etmişlerdir.58
Aydınlanma filozofları, Hıristiyanlıkla mücadelelerinde kay
bettikleri değerleri antik çağda aradılar ve eski uygarlıklarda
manevi destek ve eylem modelleri buldular. Romantikler, şim
dinin bayağılığından kaçmak için sanayi öncesi dünyanın ta
rihsel geçmişine yöneldiler. 1 9 . yüzyılın ortalarında tarihsel
geçmişin gizeminin çekiciliğini kaybetmeye başlamasının ne
deni, Realistlerin, araştırmalarında, bilimde ve sanatta temel
konularım çağdaş dünyada aramalarıydı. Bir yandan geçmişin
romantikleştirilmesinden kaçınırken, diğer yandan resmi dü
şüncenin temeli olarak tarihselciliğe sarılıyorlardı. Ancak yüz
yıl dönümünde entelektüeller ve sanatçılar tarihsel geçmişin
yüceltilmesine ve tarihselci yönteme sırt çevirerek kişisel geç
mişe yöneldiler; böylelikle de kişisel geçmişin şimdiye nasıl et
ki ettiği konusunda, ilgilerini daha önce görülmemiş ölçüde
yoğunlaşnrdılar. Söz konusu geçmişi bu düşünürler bulmadı;
ancak tohum hücresinde, kas dokusunda, rüyalarda ve nevroz
da, akılda tutma ve istençsiz hafızada, suçlulukta ve ruhta han
gi yollarla varlığını sürdürdüğüne dair anlayışı genişlettiler ve
derinleştirdiler.
Tarihsel geçmişten daha fazla kişisel geçmişe odaklanma, bi
rinci bölümde ele aldığımız homojen kamusal zamandan çeşit-
58 Georges Poulet, Studies in Human Time, Baltimore, 1 956, s. 35'te Bergson'un
20. yüzyıl düşüncesine yaptığı en önemli katkının, determinizm ve tarihselci
liğe karşı özgürlüğü onaylaması olduğu değerlendirmesini yapar: "Özgür ya
ratım, ne hafıza kavramlaştırmasında ne de süreklilik felsefesindedir; sürelili
ğin tarihten ya da kurallar sisteminden başka bir şey olduğunu ortaya koyma
sındadır. "
117
li özel zamanlara kayan odaklanma ile koşuttu. Kişisel geçmiş
özelken ve bir bireyden diğerine değişirken, tarihsel geçmiş ko
lektiftir ve bireyler farklı biçimlerde yorumlasa da, homojen ol
ma eğilimindedir. Dolayısıyla zamanın doğası ile ilgili -hetero
jen, akıcı ve geri döndürülebilir olması ile detaylandırılan- en
belirgin genel gelişme, kişisel gelişme lehine öne sürülen sav
larla•uyumluydu. Tek tip kamusal zamanın büyük ölçekli, ko
lektif gücüne, tarihin süpürücü gücünü de ekleyebiliriz - oluş
turduğumuz bu bileşik zamansal yapıya karşı, belki de bu ya
pının içinden çıkan demeliyiz, dönemin önde gelen düşünür
leri özel zaman gerçeğini ileri sürmüş ve tekil bireysel geçmiş
te kendi köklerini aramışlardır.
118
3
Şimdi
1 20
Gündüz ve gece, tüm yıl boyunca, yeryüzündeki milyonlar ve
denizde bulunan binler birbirlerine kavuşuyor ve havayı ele
geçirerek, bugüne kadar çekilmiş tüm kablolardan ve örülmüş
ağlardan daha büyük bir güçle insani yardım için kullanıyor
lardı. Geçtiğimiz hafta 745 [metinde aynen böyle] insanın ha
yatı, telsiz sayesinde, donarak ölmekten kurtarıldı. Eğer hava
nın bu sihirli kullanımı olmasaydı, Titanic faciası, çok da es
ki olmayan bir tarihte denizin gücünün sahip olduğu gizem
de yitip gidecekti . . . Bu koca şehrin uğultusunda az sayıda New
Yorklu, çok uzak mesafeleri, çatılan hatta duvarları aşarak in
sanların birbiriyle giderek daha büyük bir hızda düzenli ola
rak haberleştiğinin farkında. Soluduğumuz havaya kelimeler
elektrikle yazılıyor.
1 21
çekiliyordu zira çok fazla insan trajedinin farkındaydı: Hayat
ta kalanların filikalarda bekleyişleri, uzaktaki telsiz operatörleri
ve kurtarma gemilerindeki hayal kırıklığına uğramış denizciler.
00
�
zamanlılık sorunu sayısız ressam, şair, romancı tarafından dil
r
lendi lmiştir ve telsize ek olarak başka yeni teknolojilerde (te
lefon tyüksek hızda rotatif m�kinesi, sinema) somut olarak gö-
rünü rlük kazan . ştır.
Daha 1 889'da ord Salisbury, telgrafın mümkün kıldığı eş-
zamanlı deneyi dikkat çekti; telgraf " ünya aklı n, o an
da yeryüzünde g rçekleşmekte olan her eyle ilgili, t m fikir
lerini . . . neredeyse aynı anda birleştiriyor" demektedir 4 Telgraf
�·
1 830'lardan beri kullanılıyordu fakat kull mmı eğiti li opera
törlerle sınırlıydı h verici istasyonlara ba mlıydı. TelSiz, elek
f
troni iletişimin ı6ynak noktalarım çoğaltırken telefon da kit-
ı
lelere yaydı. 1
nr-
Telsiz telgrafın tarihi, 1 864 yılında ja es Clerk M xw ell'in f
,
yazdığı bir yazıyla başladı. Elektromany tik dalgala n varol �
ması �erektiğini ye bunların uzamda yayılabileceğini ileri sü
rüyordu. 1887'de Heinrich Hertz bu dalgalan laboratuvar orta
mında üretirken, 1894 yılında Guglielmo Marconi bunları ilet-
1 22
mek ve almak için bir cihaz geliştirdi. 1 897 yılında lngiltere'ye
giden Marconi, denizdeki gemilerle iletişim kurmak üzere ilk
kıyı istasyonunu Wight adasında kuracaktı. 1901 yılında, lngil
tere'deki yüksek güçte özel bir vericiden Atlantik aşın ilk mesaj
gönderildi ve iki yıl sonra Kral VII . Edward ve Başkan Theodo
re Roosevelt aynı verici üzerinden mesajlaştılar. Telsiz cihazlar
çoğalınca, kullanımlarını düzenlemek üzere 1 903'te Berlin'de
telsiz telgrafla ilgili bir Uluslararası Kongre düzenlendi. Marco
ni Şirketi 1 904 yılında, Comwall ve Cape Cod'dan geceleri ya
yın yapan ilk telsiz haber servisini kurdu. Gemilerden gelen ilk
imdat çağrısı 1 899 yılındaydı ve 1 909 yılında, iki geminin çar
pışmadan sonra yapılan telsiz çağn sayesinde 1 . 700 kişinin ha
yatı kurtarıldı. 1 9 1 0 yılında, kansını öldürüp gömdükten son
ra erkek kılığına girmiş sekreteriyle birlikte deniz yoluyla kaç
maya çalışan Amerikalı bir fizikçi telsiz mesaj sayesinde Lond
ra'da yakalanınca, teknoloji sansasyonel bir tanınırlık kazan
dı. ikiliden şüphelenen kaptan Scotland Yard'a haber vermiş ve
bir dedektifin, çifti limana ayak basmadan denizde tutuklama
sını sağlamıştı. 1 9 1 2 yılında artık telsiz uluslararası iletişimin
asli parçalarındandı ve karasal istasyonlarla denizdeki gemileri
anında, dünya ölçeğinde bir ağ ile birbirine bağlıyordu. 5
Telefonun daha da büyük etkisi oldu ve bir anlamda, aynı
anda iki yerde birden bulunmayı mümkün hale getirdi. Çok
uzak mesafelerdeki insanlann birbirleriyle konuşmalarına, baş
kalarının neler hissettiklerini düşünmeye ve yazılı iletişimin
sağladığı düşünme süresi olmaksızın hemen yanıt vermeye ola
nak sağlıyordu. işle ilgili ve kişisel alışverişler uzun süreli ve sı
ralıyken, birdenbire anlık hale geldi. Ortak hatlar diğer bir tür
eşzam�nlı deneyiw. yarattı çünkü erken dönem sistemlerinde
tüm ha t boyunca ziller çalıyor ve ilgilenen herkes dinleyebili
yordu . Hayal gücü kuvvetli bir gazeteci eşzamanlı telefon ileti
şimini fiber telefon hadan, santral ve konuşma olarak canlandı
rıyordu: "Harika santrallerin karşısında kızlar devasa bir doku
ma tezgllhında çalışıyor gibiler, sayısız kordon birbirinin üze-
18-74.
1 23
rinden geçiyor ve tekrar kesişerek, adeta harikulade bir ağ oluş
tu iuyor. Aslında, konuşmalardan oluşan harikulade bir doku
�
m her gün kayda geçiyor.''6
1 876'da icat edilmesinden birkaç yıl sonra telefon kamu "ya
yıncılığında" kullanılmaya başlandı. 1879'da vaazlar, Birleşik
Devletler'de, telefon hatlarından yayınlandı ve 1 880 yılında Zü
rih'te verilen bir konser, elli mil uzaklıktaki Basel'e iletildi. Ta
kip eden yıl, Berlin'deki bir opera ve Manchester'daki yaylı saz
lar dörtlüsünün konseri komşu şehirlere iletildi. Belçikalılar bu
tür yayınlara 1884 yılında başladılar: Cherleroi'deki telefon şir
keti, tüm abonelerin dinleyebildiği bir konser düzenledi. Mon
naie' deki bir opera 250 km. uzaklıkta Ostend'deki Royal Pa
lace'de dinlendi ve Brüksel'deki Kuzey Demiryolları istasyo
nu, Vaux-Hall'dan müzik yayını yaptı ki bu belki de halka açık
�
Jules Yeme , 1 888 tarihli bilim kurgu hikAyesinde "telefon
haberciliğini" hayal ediyordu . 8 Beş yıl sonra, bir Macar mü
1
he disin Budapeşte'de kurduğu haber servisiyle bu gerçek ol
du. Daha sonra unu , 6 bin abonesinin -ki her birinde konser
: t
ler, dersler, dr 1 a okumaları, gazete değerlendirmeleri, borsa
raporları ve pa amento mensuplarının l<onuşmala · nın yer al
dığı yayın pro amları vardı- evinde y n yapabil n kapsam
lı bir eğlence hizmetine dönüştürdü . Tü şehir sak" lerinin il
gisini tek bir dçneyime odaklıyor, haya larını prog am akışla
rına göre düzenlıemelerini s:ığlıyor, özel bir haber p tladığında
tüm abonelerin{ uyaran bir acil sinyal ile özel hayatlarına mü
�
da le ediyord'-' . Ingiliz bir gazeteci, böyle bir hizmetin Ingilte
re'd� verilmesi aurumunda. zenginlerin sahip olduğu lüksleri
"demokratikleş tirecek" zira "en sıradan �vin bile şeı{irle dolay
sız bağlantısı oitıcak ve bu ':>zel hat' tü rlı sınıfları yJkınlaştıra
cak• diye düşünuyordu. 9 Aynı zamanda, şehirlerde yaşayan bi-
6 Sylvester Baxter, "The Telephone Girl", The Outlook, 26 Mayıs 1906, s. 235.
7 Julien Brault, Histoire du ttlephone, Paris, 1888, s. 90-95.
8 jules Yeme, "in the Year 2889" , The Forum, 6, 1888, s. 664.
9 "The Telephone Newspaper" , Scientific American, 26 Ekim 1896; Arthur Mee,
"The Pleasure Telephone", The Strand Magazine, 16, 1898, s. 34; Asa Briggs,
"The Pleasure Telephone" , s. 41.
1 24
reylerin yalıtılmışlığını azaltacaktı ve tek bir sesin Londra'daki
altı milyon tarafından eşzamanlı duyulmasını sağlayacaktı. Bir
leşik Devletler'de, 1 896 yılında, telefonlar başkanlık seçimi so
nuçlarını duyurmak için kullanıldı ve dönem haberlerine gö
re "binlerce insan kulakları ahizeye yapışık vaziyette, tüm ge
ce boyunca, ilk defa sunulan bu imkanla kendilerinden geçe
rek oturuyorlardı. " 1 0
Çağdaş gazeteciliğin yarattığı eşzamanlı deneyim, farklı eleş
tirel tepkiler aldı. Daha 1 892 yılında, yılmak bilmez telaşe me
muru Max Nordau, en basit köylü vatandaşın bile yüzyıl önce
sinin başbakanından daha geniş coğrafi ufka sahip olduğundan
yakınıyordu. Gazete okuyan bir köylü, "aynı anda Şili'deki dev
rime, Doğu Afrika'daki kurtuluş savaşına (Bush War) , Kuzey
Çin'deki katliama, Rusya'daki kıtlığa ilgi duyuyordu. " 1 1 Nor
dau, insanların sinirleri tahrip olmadan "günde on yarda kare
gazete okuması, sürekli telefona çağınlması, aynı anda beş kı
tayı birden düşünmesi için" yüzyıl geçmesi gerektiğini tahmin
ediyordu . Paul Claudel'in 1 904 yılında, sabahlan gazete bize
"bütünselliği içinde şimdi" duygusu yaşatıyor derkenki tepkisi
daha olumluydu. 1 2 23 Şubat 1 9 1 4 Pari s Midi'nin başyazısında,
-
1 25
lerin ilgisini çeken, uluslararası bir niteliğe sahipti. Film, ya bir
arad� olmayan olaylan toplayarak ya da aynı olayı farklı pers
pektifl erden göstererek, şimdi duygusunu genişletti. Üç teknik
kullanılıyordu: lkizleme, montaj balonu , paralel kurgu.
1 898 yılında Melies bir bilim kurgu fantezisinde, gerçek çok
lu ışıklamalan perdede hayali görüntüler yaratmak için kullan
dığında, hareketsiz obj e fotoğrafçılan, fotoğraf montajını on
larca yıldır kullanıyordu. Ancak bu , görüntüyü karmaşıklaştırı
yordu . Porter, The Life of an American Fi reman' de montaj balo
nu kullandı. İtfaiyeci, masasında otururken, üst sağ köşede bir
balonda karısı çocuğu yaunyordu . Bu görüntü, itfaiyecinin da
ha sonra başka bir çocuğu yanmaktan kurtaran kahramanlığını
dramatize ediyordu. Bu iki teknik kullanışsızdı ve yönetmenler
kısa süre sonra, eşzamanlılığı gösteren daha kullanışlı bir yol
buldular: Çapraz kurgu ya da ara çekim (farklı açıdan çekimle
rin üst üste bindirilmesi) .
Porter çapraz kurguyu ilk olarak, 1 905 tarihli E.x-Convict'te
kullardı. Zengin bir imalatçı eski bir sabıkalıyı işe almayı red
�
dedet ve ikisi ar ' sındaki kaışılaşmayı dramatize etmek için,
J
farklı görüntüler irinin konforlu , diğerinin sefil evlerini yan
sıtır. The Lonely illa'da ( 1 909) Griffith, evde soyg nculann
saldırısına uğray karısı ve çocuğunu k tarmak üz re koşan
.
1 26
dolayı mahkum olmuş, idam edilmek üzere olan bir adamın
modem hikayesi. Hikayelerin değişimli bir sıralamasıyla süren
film, asılmak üzere olan çağdaş insanın son anda kurtulmasıy
la sona erer. Böylelikle Griffith, bunları kesiştirerek elde ettiği
momente bazı eşzamanlı eylemleri katabilmiştir . 1 3
Erken dönem sinema izleyicileri hikayelerin teknik olarak
düzensizliğinden şikayet ederken, kısa süre sonra izleyiciler
görsel tepkilerini duruma uydurmayı bilmiş ve kaydırılmış sı
ralamalar arasındaki sürekliliği takip etmeyi öğrenerek, tek bir
dramatik ana doğru ilerleyen hikayeleri güçlü doruk noktasın
da birleştirebilmişlerdir. Hugo Münsterberg, sinemanın izleyi
ciyi aniden bir yerden diğerine götürüyor ve "eşzamanlı ola
rak burada ve orada" olmasını sağlıyormuş izlenimi yarattığı
na değinir. Filmlerde, "adamın New York'ta telefona konuştu
ğunu , aynı anda kadının onun mesajını Washington'da aldığı
m görürüz. "
1 4 1 9 1 6 yılında Fütüristler, sinemayı, zihne "eşza
manlılık ve aynı anda her yerde bulunma harika duygusunu ya
şattığı" için selamladılar. Kitaplardaki ardıllığı can sıkıcı bulu
yorlardı ve "dünyadaki yaşamı hızla sentezleyen" sinemayı ter
cih ediyorlardı. 1 5 Makineleri seven sanatçılar için bu, cennetten
çıkma bir romans idi.
Henri-Martin Barzun, Blaise Cendrars ve Guillaume Apolli
naire farklı türlerde eşzamanlı şiirler yazdılar, hatta bu yeni sa
nat biçimini kimin başlattığına dair tartışmalara girdiler. 1 6 llk
13 Lewis jacobs, The Rise of the American Film, 1939; gözden geçirilmiş baskı
New York, 1967.
14 Hugo Münsterberg, The Film: A Psychological Study, 1 9 1 6 ; yeniden basım
New York, 1970, s. 14.
15 FilipVo Marinetti, Bruno Carra, Emilio Settimelli, Arnaldo Ginna, Giacomo
Balla! "The Futurist Cinema", (Eylül 1 9 1 6 manifestosu) , Marinetti: Selected
Writings, yayına hazırlayan R. W. Flint, New York, 197 1 , s. 207.
16 Modern dünyada şeylerin tümünün aynı anda deneyimlendiğini, eşzamanlı
lığın, çağlarının ayırıcı özelliği ve modern sanaun etkili konusu olduğunu sa
vunan bu şairlerin, öncelik konusunda bu keskinlikte tarnşmaları bir ironi
dir. 24 Ekim 1913 tarihli Paris-]ournal'da "ilk eşzamanlı kitabın" Barzun şi
irini model alan bir "melez intihal" (mongrel plagiarism) olduğunu ileri sü
ren imzasız bir makalenin yayınlanmasıyla, karşılıklı atışmalar başladı. Cend
rars'ın Barzun'a borçlu olduğunu reddetmesi üzerine, ikisi arasında birkaç
hafta süren öfkeli tartışmalar yaşandı. Barzun şiirleri, ardı ardına okunacak
1 27
oldtl gu konusunda en iddialı olan Barzun, 1 9 1 2 yılında eşza
maqlılık kuramını tanıtmak üzere bir dergi çıkardı ve buna uy
gun l yazılar yayınladı. Şiirlerinden bir tanesi, dünyanın telsiz
aracılığıyla birleşmesi hakkındaydı: "Görünmez ışınlar akıyor
Kulenin tepesinden/ Umudunu taşıyor çaresiz geminin bu akış/
Sararken dünyayı dalgalarıyla/ Duyuruyor kelimeleri ve zama
nını dünyanın. " 1 7 Barzun aynı zamanda bir estetik anlayışını
da duyuruyordu. Havacılık mesafeyi dönüştürmüştü; dünyada
oluşan afetlerden tüm insanlık etkileniyordu; uluslararası bir
likler dünyanın "federatif' niteliğini artırıyordu. Bu -kalabalık
ların ve kamusal grupların- demokrasi çağıydı ve sadece eşza
manlı şiir bunu yansıtabilirdi. Şarkı, tek seslilik niteliğini terk
etmeli ve çok sesliliğe geçmeliydi; "çoklu lirizm, modern ha
yatın çoğul niteliğini canlandırmalı. " 18 1 9 1 3 tarihli, Voix, ryth
mes et chants simultanes çalışmasında, geçmiş şiirlerin ardıl ev
renin sesini ilettiğine değindi; çağdaş şiir ise, duyularla algıla
dığımız ve teknolojinin abartUğı haliyle, hepsini aynı anda ak
yn
setti eliydi. Şehir hayatı, sadece eşzamanlı seslerin melodisiy-
i
paralel sütunlar klinde basılmutı. Eleştirmenler, şiirlerin bu biçimde okun
ması halinde, or ya çıkacak olaıın sadece kakofoni olacağını iddia ettiler.
190Tde yazdığı '.· kaleyle, tek Mr sesin şiir ok ' rken çelişkili t tkulan ifa
de edebileceğini öne sürerek ha}1flanan Jules R mains'in şiirini de etkileri
vardı. 1908 yılında Romains, "L'İglise" şiirinin " rt sesle okunu unu sahne
�
ledi. Dört ses birbirini takip edi�r ve bazen de erçek eşzaman lıkla birbir
lerine kanşıyorlafdı. Haziran 1914'te Cendrars, endi kitabı Pro e du Trans
sibtrian'ın ilk eş ; manlı kitap okuğunu iddia et ği "Barzun'a A ık Mektup"
başlıklı yazısını yınladığında urtışma yeniden alevlendi. 1913 Ekim ayın
cı,, Barzun, Apol "naire'yi Marimtti'yi taklit etmekle suçladıktan sonra, Bar
zun şiirini "Frere � acques" ile kıyaslayan makalesiyle Apollinaire de tartışma
ya kanştı. Barzunrun, şiirinin öz�n olmadığı yönündeki iddialannı geçersiz
kılmak için Aponhıaire, şiirde, tiyatroda ve resimtıe daha önce ü�ef tilen eşza
manlı eserleri araşnrdı ve kavramın, Delaunay'ı:ı �öylediği gibi, tfi m modem
sanatlar için tenn� de metier (md.eki terim) oldugunu ileri sürdü.. Bkz. Guil
latıme Apofünaire, "Simuıtanismc-Librettisme", Les Soirtes de Paris, 15 Hazi
ran 1914, s. 322-325. Tartışmanın detaylan için bkz. Bergman, "Modemolat
ria" , s. 29 1-323, 362-369; Michel Decaudin, La Crise des valeurs symbolistes:
20 ans de potsiefrançaise 1 895-1 914, Toulouse, 1960, s. 477-483; Volker Neu
mann, Die Zeit bei Guillaume Apollinaire, Münih, 1972, s. 1 22-140.
17 Barzun'un şiiri kendi dergisinde yer alıyor; Potme et Drame, 3, Mart 1913, s. 54.
18 Henri-Martin Barzun, L'Ere du drame: essai de synthtse poetique moderne, Paris,
1912, s. 15-35.
1 28
le ifade edilebilecek "eşzamanlı gerçekliğin varlığının ispatını"
sağlıyordu. Şairler eşzamanlı anlatımın orkestrasyonunu uygu
lamalıydı ki bunun, farklı sesler tarafından bir arada okunacak
paralel dizelerin ses kayıt cihazlanyla kaydedilmesini de içeren
birçok örneğini Barzun sunuyordu. 1 9
Cendrars, 1 9 1 2'de Robert Delaunay'ın evine gidip gelmeye
başladıktan sonra, kocasının resimde kullandığı eşzamanlı sa
nat tekniğini kitap oluşturmada kullanan Sonia Delaunay ile
tanıştı. Cendrars Şubat 1 9 1 3'te, "ilk eşzamanlı kitap" olarak ta
nıtılan La Prose du Transsibtrien et de la petite ]ehanne de Fran
ce'ı yayınladı (Resim 1 ) . Birbiri ardına dizilen sayfalann bütün
lüğü, budadığı uzamsal sınırlılığı aşarak bir anda tamamının
görülebilmesi için iki metre uzunluğunda bir kağıda basılmış
tı. Sol tarafında, yukandan aşağıya Sonia Delaunay'ın couleurs
simultante'si yer alıyordu. Şiir, Cendrars'ın 1904 yılında Trans
Siberian demiryoluyla Moskova'dan Harbin'e seyahatini be
timliyordu ve metnin hemen üzerinde, rotanın bir bakışta gö
rülmesini sağlayan haritanın kopyası yer alıyordu. Yani okur,
renkleri, seyahat haritasını ve bununla ilgili şiiri "eşzamanlı"
görüyordu . Şiir, Cendrars yazmaya oturduğu sırada içinden
geldiği şekliyle , seyahatle ilgili bütünsel bir intiba oluşturma
niyeti taşıyordu. Metaforlar mesafe ve zamanı uzatarak, seyaha
tin her bir anını ve ardındaki dünyayı eşzamanlı olarak dene
yimleyebilmesiyle yaşadığı duyguyu yansıtmayı hedefliyordu.
Şiir, birbirinden uz:ık çağlan birleştirerek, kronolojiyle oynu
yordu: "Çocukluğumu Babil'in asma bahçelerinde geçirdim/. . .
Tarihöncesi atalar motorumdan korkacaklar. " Dünyanın birbi
rine ters zaman dilimlerini birleştiriyordu: "Notre Dame'ın bü
y
yük ça tokmağı/ louvre'un Saint Bartholomew'i haber veren
keskin çanı/ Bruges-la-morte'un paslı çanları/ New York Halk
Kütüphanesi'nin elektrikli zilleri/ Venedik'in şehir çanları/ ve
Moskova'nın çanlan. " Trenler bunlara göre yol alırken, "dün
ya, Prag'ın Yahudi mahallesindeki saat gibi, çaresizce saat yö-
1 29
IH.A I S t: t EN D K A R �
Illt,ff,,,:. l,.f/XF.
......
1)1.ı \"'
...
o. ı . , _ • .....,.._ ,.....
� · · · - ı. _
G. 0 \ ltıt _ __._ .., _
111:11
' ' LT ·� LA PCTITC JClfAll#C ac FRAllCC
"....
.- ""'....
' ' -"·"'· � ....... ....
' •h··· ·- - · · .ı...ı
ı... ....... . ...
. tıo-- 5''..: ıo. 1..,,,,,. rt S.� )ııo ... , ;;,-, l' __ . M , ,. .. . ... , loo ,...,.-f·-"' <1) "4.1:
�
na her şeyi bir anda verme arzusu Apollinaire'in, şiirin içeriğini
b
göste ek üzere düzenlenmi� kelimelerden oluşan kaligram
� 1·
lar yaratmasına s ep oldu. Zaman üzerine yazdığı bir şiir, cep
saati formunda d zenlenmişt. Temmuz 1 9 1 4'te Les soirees de
Paris'te yayınlana bir derleme için sayf: : n başına ğıda yer
r
alan şiirlerle ilgili, üzerinden müzikal bir aman işare " ni andı-
ran tellerin geçtiği telgraf direği yerleşti işti.
Eşzamanlı resi ve şiir için model m zikti. Kont uanda
farklı melodiler şzamanlıdır ve operada iki ya da daha faz
la ses farklı sözle · aynı anda söylerler. Wagner, kasıtlı olarak
1
Tristaln ve lsolde'xe önemli şeyleri aynı anda söylettiğini, böyle
likle ilişkilerinin ta
çınılmazlı�ını vurguladığını anlatır. Ancak
modem besteciler bu formların ötesine ge Ç tiler ve farkilı tonali
te ve ritimler de c:Jıahil olmak üzere, daha t esur eşza d nlılıklar
'
buldu lar. Richard Strauss, 1 896 tarihli Also Sprach Zarathus
tra'da iki anahtan aynı anda birleştirdi, tıpkı Debussy'nin 1 902
tarihli Pelleas et Melisande'nin bazı bölümlerinde yaptığı gibi.
1908 tarihli 1 4 Bagatel'in birincisinde Bela Bartok, bir tarihçi
nin dediği gibi, "farklı anahtarlarda yazılmış iki melodik bölü-
23 A.g.e. , s . 392.
1 32
mün eşzamanlı mükemmel ilk örneğini yaratu. " 24 Prokofiev'in
Sarcasmes ( 19 1 1 ) çalışmasında da böyle çift tonlu geçişler var
dı ve Stravinsky 1 9 1 3 tarihli Le Sacre du p rintemps'da üç tonlu
armoniden fazlasıyla yararlanmıştı. Kontrpuan ve klasik senfo
nik müzikte çoklu ritim ve çoklu ölçü (polymeter) kullanımı
nın emsalleri olsa da 20. yüzyılda, Charles lvez'in 1 904'te Three
Places in New England'da farklı tempoda iki marşı birleştirme
siyle başlayan, çarpıcı bir yoğunlaşma yaşandı.
Edebiyatta eşzamanlı eylemin ünlü bir erken dönem örne
ği 1 857 tarihli Madam Bovary'de yer alır; Rodolphe'nin Em
ma'ya yönelik bezdirici aşk macerası ile buluşmalan esnasın
da arka planda sürmekte olan tanın fuan ödülleri duyurusu bir
birine karışır. Rodolphe'nin, Emma'yı sevmekten hiçbir zaman
vazgeçmeyeceği itirafıyla Bay Bizet'in en iyi gübre ödülünü ka
zanması duyurusunun bir araya getirilmesi, Rudolphe'nin aşkı
nın bayağı ve yapmacık olmasıyla kırsal hayatın anlamsızlığını
vurgular. 1901 tarihli The Octopus'da Frank Norris paragraflar
arasinda geçiş yaparak, San Fransisco sokaklannda gezinen se
fil bir çiftçi karısı ve çocuğunun kaderleriyle, yakındaki köşk
te derniryolu kodamanlannın akşam yemeği ziyafetini karşılaş
tırır. Paragraflar giderek kısalır ve adeta bir "sinema çekimi" gi
bi, yemek biterken kadının da ölmesiyle doruğa ulaşır. jules Ro
mains The Death of >iobody de ( 1 908) , kendi ünanimizm (herke
'
1 33
Hikaye, muhafazakar Rus subayı ile radikal bir siyasal gruba ka
tılan ve babasının ölümüne yol açan bombayı koymakla suçla
nan oğlunun yaşamlarının izini sürer. Saatli bombanın tik-tak
ları, ikisi arasında artık daha da hızlı gidip gelen zaman akışının
eşzamanlılığına işaret eder. Fütüristler, eşzamanlı fiillerin bö
lünmüş bir sahnede vuku bulduğu bazı oyunlar yazdılar. Mart
1914 manifestosunda Marinetti, "turizm, iş dünyası ve gazete
cilikten türeyen eşzamanlılık" ile nitelenebilecek olan yeni bir
güzelliğin doğuşunu ilan ediyordu. 25 İzleyen yıl yayınladığı Si
multaneita'da iki farklı mekan ve yaşayanları ilişkilendirilir: Bir
yosma, burjuva ailesinin içine sızar zira tuvalet masası, onların
oturma odalarının bir bölümünü işgal etmektedir. 1916 tarihli
The Communicating Vases kitabında Marinetti, üç eşzamanlı fi
ili ele alır. Oyunun sonunda karakterler sahnedeki iki bölmeyi
parçalayarak birbirlerinin dünyalarına girerken, eşzamanlı eyle
min ve geçişimin doruğuna varılır.
Eşzamanlı edebiyatın en yüksek noktası Ulysses olmuştur.
etkili oldu. 26 i
Sin�ma montajının derin eıkisine maruz kalan joyce, 1909 yı
lında Dublin'd�ki ilk sinema salonunun faaliyete geçmesinde
sses'te montaj tekniklerini kullanarak, bir bü
tün olarak eşza anlı Dublin deneyimini gösterir. Şehrin tarihi
ni değil ama u anısal anlanda uzatılm� ve büyük pranda ge
�
nişletilmiş bir ·mdide tüm geçmişi cisi leşmiş ola ak, zaman r
p
dışı bir diliminÜ 27 Bu anlamla, Bergson' n, sezgiyle laştığımız F
t
25 Filippo Marine ti, "Geometrical and Mechanical Splendor and the Numerical
1 Sensibility", Fllnt, Marinetti, s. �7.
26 Richard Ellma n, ]ames ]oyce, New York, 1965, s. 3 1 0-3 13; Craig Wallace
Barrow, Monta e in]ames ]oyce's Ulysses, Madrid, 1980.
27 Birçok bilim a mı Joyce'un "uzamsal biçiıni$e" değinir. Haılrv Levin, joy
ce'un akıl yü�tmesinin zama:ısal değil uzamk al olduğunu g Jı� emler: "Ka
rakterleri uzam'da hareket ederama zamansal bir ilerleme göstermezler" ; bkz.
Harry Levin, james]oyce: A Criıical lntroduction, New York, 1960, s. 134. joy
ce'un arkadaşı tarihçi Frank Budgen, yazarın hayata bakışının "zamanda akan
bir gelişmeyi takip eden bir müzisyenden ziyade, durağan manzaraya bakan
ressamınki gibi" olduğunu gözlemler; ]ames ]oyce and the Making of Ulysses,
Bloomington, Indiana, 1973, s. 1 53 . joseph Frank, "Spatial Form in the Mo
dem Novel", Critiques and Essays on Modern Fiction 1 920- 1 951 , derleyen john
W. Aldridge, New York, 1952, s. 46. Bu çalışmada, joyce'un ancak tekrar
okumayla anlaşılabileceği ve "çalışmalarının bütünlüklü uzamsal idrakinin
1 34
bilginin, bir şehrin sokaklarında dolaşarak ve içinde yaşayarak
kazandığımızla kıyaslanabilir olduğu görüşünü uygulamakta
dır. Joyce, oraya buraya saçılmış çapraz referans ağını kurup
Dublin'in hayat bulmasını sağlayana kadar, okurlarının tekrar
tekrar kitaba geri döneceklerini ummaktadır.
Joyce'un tekniğinin parlak bir örneği, Dublin'in farklı yönle
rini yansıtan on dokuz kısmın montajlandığı "Gezen Kayalar"
bölümüdür. joyce, şehrin bütünlüğünü ve eşzamanlı eylemli
liğini yeniden yaratabilmek için beş yöntem kullanır: Karak
terlerin farklı açılardan çoklu ele alınışı; fiilin en az bir bölüm
de daha tekrarı; hikayenin tekrar tekrar başlaması; cismin bir
den fazla kez belirmesi (Liffey boyunca yüzen bir el ilanının üç
kez görünerek Dublin'i uzamsal olarak birleştirirken, geçen za
manı da sembolize etmesi) ; şehir boyunca geçmekte olan süva
ri alayının, karakterleri ve geçtiği yerleri birbirine bağladığı son
bir özet. El ilanının yolculuğu ve süvari alayının ilerlemesi çiz
giseldir fakat şehrin uzamsal iç-bağlantılılığını gösterir ve tüm
olan bitenin birleşme noktalarına işaret eder. Süvari alayının
ilerlemesi ardışık da olsa, önceki bölümlerde bazı kahramanla
rın onu bir an görmeleri, ilerlemesinin eşzamanlılığına dair so
nucun öngörüsünü yaratır.
"Gezen Kayalıır"ın sinemadan esinlenmesi gibi, "Sirenler" de
müzikten esinlenirken, kontrpuan ve çok seslilik aracılığıyla
kurgulanır. Kısa sözel geçişlerle karakterleri ve temaları tanım
layarak ve sonra da onları sayfa üzerinde hızla ardı ardına "ses
lendirerek" Joyce, edebiyatın kaçınılmaz ardıl zamanlılığını aş
maya ve müzikal armonideki farklı notaların eşzamanlı sesleri
ne benzer bir etki yaratmaya çalışır. Kelimeleri ve ifadeleri kır
par�k ya da onhra eklemeler yaparak, birbirlerini yanda kes
melerini sağlayarak, kontrpuan tarzında yönlerini değiştirerek
bir fügdeki müzikal öğeler gibi üst üste bindirir. Giriş satırla
rını ele alalım:
sonuçta mümkün olacağı varsayımıyla yazdığı" sonuçlan çıkarılır. Edmund
Wilson, Ulysses'i "bir şehir gibi, uzamda varolan ve her yönden girilebilecek,
yekpare bir cisim" olarak görür, zira joyce'un kitaplarının farklı bölümleri
ni eşzamanlı yazdığı söylenir. Bkz. Edmund Wilson, Axd's Castle, New York,
1950, s. 210.
1 35
Bronz ve altın atnallarını duydular, metalik çınlama
münasebetsz, tzstsz.
Çentikler, kazık gibi başparmak tırnağından çentikler
yoluyor. lğrenç !
Ve altın daha da kızardı bozardı
Kısık flütnotalan üfleniyor.
Üfleniyor. Üzerinde mavi bloom [ çiçek]
Altın'ın saçları kule gibi.
Sıçrayan bir gül pürüzsüz saten göğsünde, Kastilya gülü.
Şakıyor, şakıyor: Idolores.
Dikiz ! Kim var. . . altınındikizinde?
Tink diye ses çıkardı bronzu hoplatarak.
Ve bir çağrı saf, uzun ve c;arpıcı. Özlemölüm çağrısı.
Tuzak. Baştan çıkarıcı. Ama bak! Parlak yıldızlar soluyor.
Oh gül !
Notaların cıvıltılı cevabı. Kastilya. Sabah oluyor.
1
Şakırtı şakırtı gezinti şakırtısı.
t i
bilmek için bölü ü birkaç kt:z okumak ve akademik bir araş
tırma yapmak ge ekir.28 "Bronz" ve "altın" olayın geçtiği bar
daki iki kadın ga sondur. "Münasebetsz · tzstsz" , m - asebet
siz demeye çalışan birinin kekelemesidir. 'Atnallan" kaktan
geçmekte olan süvari birliğinden gelen s tir. " Üze de ma ·
1 36
nündeki mahareti ortaya çıkarana kadar tekrar tekrar okumayı
gerektiriyorsa, bu bölümde giriş satırları, bir fügdeki temaların
müzikal ifadesine eşdeğer bir sözel idrak yaratana kadar tekrar
okunmalıdır. Önceki okumalar ifadeleri, ardıl ve sözel armoni
nin hızlı bir bileşiminde anlaşılır hale getirdiğinde, bu bölüm
deki armoni de müziğe yaklaşır.
"Nausikaa" bölümünde eşzamanlı fiillerin iç içe dokunduğu
üç yer vardır: Gerty MacDowell'ın iki kız arkadaşıyla birlikte
ikiz oğlanları ve bir bebeği izlerken oturduğu kıyıdaki kayalar,
yakındaki bir kayanın üstünde Bloom ve biraz uzakta bulunan
bir kilisedeki adamların sakin bereket duası ve Meryem Ana'ya
dua etmeleri. Joyce bunları somut eylem, dil, içsel monolog ve
ironik bitiştirme ile bir araya getirir.
Giriş paragrafı, denizi, kıyıdaki kayaları ve kiliseyi yalayan
güneşin son ışıklarını resmederek, daha sonra vuku bulacak
sahneleri birleştirir. Paragraf, birçok yerde aynı anda bulun
manın bir diğer imgesiyle biter; güneşin batışıyla birlikte bir
yarasa uçmaya başlar - "Burada. Orada. Burada. " Sahne kaya
larda başlar ve kasıtlı olarak diğer mahallere yöneltilir: İkizler
den birinin vurduğu top Bloom'a doğru yuvarlanır; Gerty, dua
edenleri duyması sayesinde kilisedeki sahneyi hayal edebilir ve
Cissy Caffrey saati sormak üzere Bloom'a yürür. (Saati durdu
ğu için Bloom kamusal saatten 4.30'dan beri bihaberdir.) Ardıl
lığın ve mesafenin geleneksel bölümlenmeleri, birleşik bir bü
tünlüğün içine çöker ki bunu okur birkaç okumadan sonra ta
savvur etmelidir, karanlık gökyüzünde daireler çizen bir yara
sanın gözlediği gibi.
J oyce farklı yerlerdeki fiilleri de geliştirerek birbirine bağlar,
tıpkı <fi erty ve arkadaşları, kilisedeki adamlar ve Bloom birbir
lerine karışırken sadece basit bağlantılar kullanır.
sonra Peder Conroy buhurluğu Canon O'Hanlon'a ver
di ve o da içine buhur koyarak Kutsanmış Ekmeği tütsüledi
ve Cissy Caffrey ikizleri yakaladı, kızartana kadar kulakları
nı çekmek için büyük bir istek duyuyordu ama o [ Bloom] ba
kıyor olabilirdi ancak tüm hayau boyunca daha büyük bir ha-
1 37
ta yapmamıştı çünkü Gerty gözlerini ondan ayırmadığını bak
madan görebilirdi ve soı:ra da Canon O'Hanlon buhurluğu Pe
der Conroy'a geri verdi ve dizlerinin üzerine çökerek Kutsan
'
mış Ekmeğe bakarken koro Tantum ergo yu söylemeye başla
dı ve o [ Gerty] ayaklarını müziğin iniş çıkışlarına göre ileri ge
ri sallamaya başladı . . .
Bölümün ilk kısmı, giderek ona bakmaya daha fazla ilgi gös
teren Bloom'u iyice fark eden Gerty'nin düşünceleri etrafında
şekillenir. Onun mastürbasyon yaptığını anlayınca, eteğini biraz
daha sıyırarak ona yardım eder. lkinci kısım Bloom'un perspek
tifindendir; içsel monologlar, zirvedeyken ve sonrasındaki dal
dan dala atlayan düşüncelerini su yüzüne çıkarır. "Sirenler" eş
zamanlı fiilleri sesle kanştınrken, "Nausicaa" görsel olarak iliş
kilendirir. Bu bölümün bedensel uzvu gözdür ve onun birleş
tirici işlevi vurgulanır: Gerty ve Bloom bakışırlar, diğer herkes
havai fişek gösterisini izler, rahipler kutsanmış ekmeğe yakın
!
dan bakar ve olumsuz anlamda, göremeyen yarasa vardır.
t
Fa klı yerlerdeki eylemler, benzerliklerini ortaya koyan im
i �
gelerle bitiştirilir r. Salınan buhurlukla Gerty'nin ayaklan ara
sında paralellik v rdır. Peder Conroy'un dizlerinin üzerine çö-
i
küp kutsanmış e meğe bakır.ası gibi, Blo m oturup erty'nin
'
30 1913 yılında Delaunay kendi kuşağına ilham verenin "tüm dünyayla gizem
li bir biçimde iletişim kuran [Eiffel) Kule'nin şiirselliğinin [ve) fabrikalann,
köprülerin, demir yapılann, yönetilebilir hava araçlannın, sayısız uçak hare
ketinin, pencerelerin kitleler tarafından eşzamanlı olarak görülebilmesi" ol-
1 39
lesi oldu. Çoğu insanın zamanında seyahat edebilmesini ve eş
�
zamanl olguların hesaplanabilmesini sağlayan zaman sinyalle
�
ri gön rnıekte kullanılıyordu. Aslında Olaf Römer'in 1675 yı
lında keşfettiği gibi, bu sinyallerin hızı, upkı ışığın hızı gibi, öl
çülebilirdi. 19. yüzyılda yapılan deneylerle bu hız saniyede 1 86
bin mil olarak hesaplanmışu. Sanatçılar ve eleştirmenler için bu
harın sayılır yükseklikteki hız, eşzamanlılık için yeterliydi fakat
fizikçiler için değil. O zamandan beri Mach, mutlak uzam ve za
manı kurcalıyordu ve birbirine uzak olguların mutlak eşzaman
lılığı sorunlu hale geldi ve Einstein ile birlikte, hareketli referans
açılarından gözlemlenen olgular için savunulamaz hale geldi.
Özel kuramda Einstein, uzamsal ve zamansal koordinatların
göreceli harekete göre değiştiği, olguya kıyasla hareket halinde
olan gözlemci için uzaktaki bir olgunun eşzamanlılığını kesin
olarak saptamanın mümkün olmadığı ve dolayısıyla hiç kimse
nin eşzamanlılığa bir mutlaklık statüsü atfedemeyeceği sonucu
�
na vardı: "Bir koordinat sisteminden izlenen eşzamanlı iki ol
gu , bu $isteme kıyasla hareket halinde olan diğer bir sis�em
den gö t lendiğinde ruk eşzamanlı olarak görünmez. "31 Ozel
duğunu yazdı, bkz. Pierre Francastel, Du Cubisme d !'art abstrait, Paris, 1957,
s. 1 1 1- 1 12.
31 Albert Einstein, " O n the Electrodynamics of Moving Bodies", 1905, The Prin
ciple of Relativity, yayına hazırlayan H. A. Lorentz, New York, 1952, s. 42-43.
32 Par Bergman, "Modemolatria", s. x.
1 40
00
33 Albert Heim, "Notizen über den Tod durch Absturz " , Jahrbuch des schweize
rischen Alpenclubs, 27, Bern, 1964, s. 1 68. Victor Egger, La duree apparente
"
des r�ves" , Revue philosophique, Temmuz 1895, s. 41-59; Pierre janet, Les Ob
sessions et la psychasthtnie, Paris, 1903, 1, s. 481 .
34 William james, Principles of Psychology, 1 890, yeniden basım New York,
1950, II, s. 613-614.
1 41
Antik Yunan'dan beri zamanın yapısı tartışmalıdır. Bazı dü
4
şün rler ayrık bölümlerden oluştuğunu öne sürer - noktala
�
rın izgiyi oluşturması gibi, sonsuz küçük anların daha uzun
sürel eri meydana getirmesi. Bu yaklaşımın en radikal iddiası
nı, daha uzun süreleri meydana getiren "farklı parçalardan olu
şur" diyerek Hume öne sürer.35 Bu yorum William James, Jo
siah Royce ve "kalınlaştırılmış" şimdiyi öne süren Husserl tara
fından reddedilir.
1 884 tarihli bir makalede james, şimdiyi deneyimlemenin im
kansız olduğunu çünkü daha biz onu tam manasıyla idrak ede
meden geçtiğini ileri sürer. "Zamanın çok daha geniş alanındaki
yaşam ve hareket örgütlenmesinin içine girerek ancak tam şimdi
yi kavrayabiliriz." James, kendi felsefesinin habercisi olduğu için
Shadworth Hodgson ve E. R. Clay'i över. 1878'de Hudgson -geç
mişle geleceği bölen ve deneyimleyebilmek için çok kısa olan
tam şimdi ile birkaç saniye hatta dakikaya genişleyen fiili şimdi
*
yi ayırır. Clay, tıpkı meteorun bıraktığı izin "şimdide içeriliyor
muş" ı gibi görünmesine benztr biçimde, deneyimlediğimiz şim
dinin' yakın geç işin parçası olduğunu öne sürer ve bu aralığı
f �
"sahte şimdi" ola k tanımlar. James kavramı benimser ve unu
tulmaz benzetme erinden biriyle örnekler; "Fiilen kavradığımız
.
şimdi bir bıçak-sı gibi keskin değil ama ' kendine gö genişli
ği olan, üzerinde durabileceğimiz ve zama n her iki y · nüne de
bakabildiğimiz bir tünek gibidir. " Wundt n laboratu anndaki
uzunluğuyla il ��esaplaınaları da kabul e erek, şimdi in "belli
belirsiz ön ve ar191 sınırlan var; ancak çekirdeğinde hemen şimdi
bitmi$ olan 1 2 ya da daha az saniye olmalıdır" sonucuna vanr.36
�
"Sahte şimdi" t rimini Royce da kabul eder ve uzunluğunun
ğ
kişiden kişiye de iştiğinde hemfikirdir. Bıp değişken genişletil
miş şimdiye başıırarak, analoji yoluyla, lrann'nın sdnsuz sü
resi sayesinde, bizim geleceğe doğru ilerlerken bir dizi rastlan
tı biçiminde deneyimlediğimiz olguları bir arada ve sonsuz ola-
1 42
rak deneyimlediğini savunur. 37 Her ne kadar james ve Roy
ce'un vurgulan farklı olsa da şimdi'nin Hume'un düşündüğün
den ve çağrışımcı psikologların müsaade edeceğinden çok da
ha kalın olduğunda ve bu kalınlığın koşullara göre değiştiğin
de hemfikirdiler. Hatta geleneksel anlık şimdiye gölge düşüren
bu yaklaşımı "sahte" olarak niteleyerek, geçerliliğine dair şüp
heyi de paylaşıyorlardı.
Husserl "sahte şimdi" terimini sevmedi fakat bir melodi din
lerken olduğu gibi, farklı zamanlarda gerçekleşen olguları aynı
anda nasıl deneyirnleyebildiğimizi açıklamak için birçok özelli
ğini kullandı. Çağrışımcı psikologların inandığı gibi ayn nota
lar algılayıp sonra mı zihinsel bir işlemle birleştiriyoruz yoksa
genişletilmiş bir bütün olarak aynı anda mı alıyoruz? Husserl
sürenin bir bütün halinde dolaysız deneyimlendiğine ve doğası
gereği zamansal bir şey olarak algıda "kurulduğuna" inanıyor
du. Geçen notaların yok olduğu ama "geri yönelim" ile varlık
larını sürdürdükleri açıklamasına daha önce değinmiştik. Şim
dinin çekirdeğinde bir "anlık-algı," ona yapışan geri yönelimle
rin "yıldız kuyruğu" ve gelecek beklentisi ufku yer alır. Kalıcı
niteliği, "kısmen hafıza, küçücük bir kısmıyla algı ve büyük öl
çüde de beklentiyle oluşan bir eylem sürecinde (act-continuum)
kurulur. " Gelecek bileşeni, bilincin yönelimsel niteliğini ortaya
koyan "ileri yönelim"dir. Dahası, geçmiş deneyimimiz gelecek
odaklıdır: "Her bir bellek eylemi, gerçekleştirilmesi şimdiye va
ran yönelimler veya beklentiler içerir. Kuş uçar. Her seferinde,
"daha önceki oluşların yankısı buna yapışır" , ancak bu geçmiş
durum aynı zamanda şimdiye ve geleceğe de işaret eder. Aksi
takdirde her an gökyüzünden düşmesini beklerdik. 38 Geleceği
doğrp.dan deneyimlemeyiz; fakat geri yönelimler, hatırlamalar
ve şimdi-algısı ileriyi işaret eder, tüm bilincin temel doğrultusu
1 43
Fütüristler resimlerinde kendi kuyruklu yıldızlarını çizmiş
!
lerdir Giacomo Balla, 1 9 1 2 tarihli iki çalışmasında zamansal
�
olara genişletilmiş anlan resmeder. Rhythms of a Bow, keman
çalan birinin ellerini ardı ardına pozisyonlarda gösterir, teller
titreşimden şişmiştir ve sanki ses dalgalarının görünür kıldığı
hava titreşmektedir. Dynam.ism of a Dog on a Leas h' de (Resim
2) Balla, bir çift ayağın yanında koşmakta olan köpeğin ardıl
hareketlerini betimler. Tasmanın salınımı, adeta modem stro
boskopik ışıkta dondurulmuş gibi dört sabit pozisyonda tem
sil edilir. Aralarında kalan boşluklarda, zincir halkalarının ha
reketinden yansıyan kesintisiz ışık çizgileri yer alır. Gino Seve
rini, ardıl anılan resmetmenin tarihsel öneminde ısrarlıdır: "Bu
dinamizm ve eşzamanlılık çağında, bir olgu ya da nesne anılar
dan ayrılamaz . . . ki bu genişleyen eylem bizde eşzamanlı olarak
canlanır. "39 Luigi Russolo , Memories of a Night' ta geçmiş im
geleri, tıpkı gerçekte zihnimiıde kronolojik bir sırada durma
t
ması �bi, resmin yüzeyine seıpiştirir. Bu çalışmalar, Apollina
P�oust'un
ire'in ressam "ken,di kutsalına bakmalı" ve "bir bakışla geçmi
şi, şimdiyi ve gele ği kuşatmalıdır" görüşünü doğrular.40 Bazı
romancılar da ku iyet hissettkleri, geçmiş ve gelecekle gurur
duydukları anlan _ eniden yaratmaya çalı ışlardır.
moments bienheur4UX ve Virginia Woolfu "rings of l" ht" ça
lışmaları, ardıl deneyimleri tek bir yücel ilmiş ana s kıştırır.
joyce, "epiphanies" (anıklıklar) çalışmala mı ani ruh al dışa
vurumlar, "en ha$as ve uçucu anlar" diy tanımlar.41 , Gertru
_
39
r l
Anton Bragaglia, " uturist Photocynamism" ( 1 9 1 1 ) ve Gino Severini, "The
Plastic Analogies f Dynamism" (1913), Futurist anifestos, yayı hazırla
yan Umbro Apollonio, New York, 1973, s. 47, 1 2 1
40 Gıı;ııaume Apollin�ire, The Cubist Painters, 1913; yeniden basım New York,
1949, s. 10.
41 james joyce, Stephen Hero, New York, 1944, s . 2 1 1 . Theodore Ziolkowski,
bu benzersiz anlann modem edebiyatta ölümü yok sayan "zamandışı esne
meler" yarattığını iddia eder. Rilke'nin of The Noteboohs Malte Laurids Brig
ge'sini, geçmiş ve geleceğin sanatçı tarafından yeniden işlenerek zaman-dışı,
ölümsüz şimdi haline getirildiği bir özel zaman olumlaması şeklinde yorum
lar. Bkz. Theodore Ziolkowski, Dimensions of the Modem Novel: German Texts
and European Contcxts, Princeton, 1969, s. 3-35 , 212.
1 44
Res i m 2 . G iacoma Bal la, Dynamism of a Dog on a Leash, ı 9 1 2 . New
York, B u ffa l o , A l b right-Knox Sanat Galeri s i ' n i n izniyle yayı n l an m ı şt ı r; A.
Conger Goodyear'dan George F. G oodyear'a ö m ü r boyu m ü l kiyet hakkıyla
devred i l m i şt i r ve Albright-Knox Sanat Galeri s i ' n e m i rastı r.
1 45
f
leyen · etnin etkisi, zamansal aynmlanmızı düzlemek ve tüm
eylem n süregiden bir şimdide cereyan ettiği izlenimi yaratmak
olaca rır. Sözü edilen şimdiyi mrgulamak üzere, fiilin "şimdiki
zaman" halini kullanarak eylemi esnetir. Melanctha'mn "sahip
olduğu şeyi her zaman kaybettiğini" , "o başkalarım terk etme
diği her zaman terk edildiğinf' ve "her zaman sükunet ve hu
zur aradığını" okuruz. Melanctha her zaman aynıdır, ona bir
çok şey yapılsa da; her zaman, defalarca baştan başlar, hikaye
ardıl olaylarla dolu olsa da; her zaman, şimdiki zamanda ya
şar, tüm geçmişini öğrendiğimiz halde. Yazar metni yazarken
her şeyi bildiğine göre bize istediği sıralamayla anlatabilir. Ste
in için hikayenin başladığı noktada başlaması ve bittiği nokta
da bitmesi sadece yapay bir düzenlemedir; her ikisi de daha dü
şünme anında yazarın zihninde mevcuttur. Hikayeyi yazmanın
bir süre gerektirdiği gerçeği ya da yazma sürecinde yazarın ko
nusu hakkında keşifler yapması Stein'ın kuramıyla çelişmez.
Arkad�ım hakkında bir hikayeye başladıysam, nereye varaca
� ·
;
ğını b meyebilirim ancak aranızda neler geçtiğini bilirim. Ba
na yaz'maya başla a şevkini veren, o deneyimin biriken etki
sidir. Stein, tüm g çmişin ve yızma niyetinin başından beri bu
dürtünün belirgin� hale getird�ği yolu gös erirken şi iki za
man kullanarak, bu asli dürtüye sadık kalı .42
Şimdiki anı olumlarken Joyct, eşzamanlıl k deneyimi lenimi
yaratmak için çeşitli teknikler kullanıyordu e aynı zama da anı
lan ve beklentileri �amansal ola�ak kalınlaş . lmış bir şi diye sı
kıştırıyordu. 1 9 1 2' (ie "uzam ve zamanı minimize ederek, anıla
v
rın ve h islerin var ğını inkar t:derek. . . kutsallığın koruyuculu
�
ğundan yoksun bi biçimde çahşmalannı resmettiği" için Willi
. .
�
am Blake'i açıkça övüyordu. 43 Bu yoksunlu tanrısal za andı - fı
42 Yay,ına hazırlayan E. W. Dupee, Sel�cted Writings of Gertrude Stein, New York,
1972, s. 342-343, 5 16. 1 908'de Hugo von Hofmannsthal modern şiirde hede
fin, hem uzamsal hem de zamansal olarak genişleyen şimdiye ulaşmak oldu
ğunu söyler. Modern çağın sonsuz sayıdaki ayn olgularına tepki vermeli ve
kalınlaşurılmış bir şimdi yaratmalıdır. "Zaman kavramı, geçmiş ve gelecek
kavramları, tekil bir şimdiye dönüştürülmelidir. " Bkz. "Der Dichter und die
se Zeit" , Erziihlung und Aufsiitze, Frankfurt, 1957, s. 455-456, 464.
43 "William Blake", The Critical Writings oflames ]oyce, yayına hazırlayan Ell
sworth Mason ve Richard Ellmann, New York, 1970, s. 222.
1 46
içinde, ardıllığın değişmez bir bütün olarak bize göründüğü, ni
hai genişletilmiş zaman. Sanat buna yaklaşmaya çalışır. Anlık
olarak canlandırılır ve zamansal konumu sadece şu andır, ancak
evrensel ve ölümsüz olursa varlığım sürdürebilir. Taktiksel sorun
Blake'in nasıl izlenebileceği ve yazarken, insanların aşikar olarak
içinde yaşadığı zamanın nasıl minimize edileceğidir. Bunun çö
zümü Ulysses'in genişletilmiş şimdisidir. Karakterlerin anlan iç
sel monologlarla kalınlaşunlır, aynca yaşamları ve evrenin tarihi
tek bir güne sıkıştırılır. Dolayısıyla joyce'un yapuğı, "şu ana tu
tunmaknr. " Ortaya koyduğu eşzamanlılık uzak olaylan uzamsal
olarak genişletilmiş şimdide birleştirirken, dolaysız içsel mono
loglar geçmişi ve geleceği zamansal olarak kalınlaşunlmış şimdi
de birbirine bağlar. Her iki teknik de deneyimin tek gerçek konu
munun şimdi olduğu anlayışının alnnı çizer.44
joyce'un geçmişi yadsımayı paylaştığı yazarlar arasında Ni
etzsche ön plana çıkar. Tarihin "istismarını" aşağılamasıyla,
kendi hayatlarını seven ve sonsuz yenidenoluşu sevinçle karşı
layabilenlere karşı hissettiği eşit derecede yoğun beğeni birbiri
ne uyumludur. Bu beğeni, 1 880'lerin başında, evren güçlerinin
fiili biçimlenişinin sonsuz kere kendini tekrar edeceği yönün
deki kozmolojik spekülasyonları öğrenmesinden sonra geliş
miştir. Bu doktrinin doğruluğuna hiçbir zaman bütünüyle ik
�
na olm mıştır ancak doğru olabileceği düşüncesiyle kendi fel
sefesinitı ekseninde yer alan bir kavram geliştirmiştir - bu, dü
şünce tarihinde şimdinin en kararlı olumlanmalanndan biridir.
1 882 tarihli The Gay S cienc e'da bir düşünce deneyimi olarak,
,
44 t
lngi iz Vortisistler de, birinci sayısı hemen savaş arifesinde, 20 Haziran
1 9 14'te çıkan dergileri B last'ta şimdiyi olumlamışlardır. Editör Wyndham
Lewis, Vortisistler "Şimdinin Gerçekliğini savunurlar - Duygusal Geleceği ya
da yüce Geçmişi değil" beyanında bulunur. Sanatlarının merkezi imgesi -gir
dap- evrenin gerçek güçlerinin burada ve şimdide buluştuğu noktadır. Mev
cut olmayan her şeyi -geçmiş ya da gelecek- yaşamın yadsınması olarak gö
rürler. Her ne kadar geçmişi yadsımalarına yaptıkları vurguyu Fütüristlerin
"duygusal" felsefelerinden ayn tutsalar da, uzun vadede iki grup aynı nokta
da birleşir. Bkz. Whyndham Lewis, "Long Live the Vortex", Blast, 1 , 20 Hazi
ran 19 14.
1 47
Ya, bir gün ya da gece, bir şeytan sinsice yalnızlığınıza sokulup
!öyle deseydi: "Şu anda ya�makta olduğunuz ve önceden ya
$adığınız hayatı bir kez dalıa ve sonsuz kere daha yaşamak zo
runda kalacaksınız; içinde hiç yeni bir şey olmayacak ama her
acı ve her sevinç . . . size geri dönecek -hepsi birbirini aynı sı
rayla izleyecek- ağaçların arasındaki şu örümcek ve ay bile, şu
yaşanan an ve ben kendim bile" Kendinizi yere atıp öfkeden
dişlerinizi gıcırdatarak bunları söyleyen şeytanı lanetlemez
misiniz? Yok.sa onu harika bir an yaşamışsınız gibi mi cevap
larsınız: "Siz bir tannsıruz ve bu kadar tanrısal bir şey hiç duy
mamıştım! " Her bir şey için, "bunu bir kez daha ve defalar
ca kez daha istiyor musunuz?" sorusu, eylemlerinizin üstünde
büyük bir stres yükü olarak ağırlığını hissettirecektir. Veya, bu
nihai sonsuzluk onayı kadar hiçbir şeyi tutkuyla arzulamamak
45
için, kendinize ve hayata karşı ne kadar istekli olmalısınız . . . ?
ı
Sadece üstüninsan, tüm değerlerin ürkütücü biçimde aşkın
değerlendirilmesi aracılığıyla, kendi varoluşu konusunda bu
görke �li
"Evet" cevabını verebilir ve şeytanın cevabını tanrı
·
sal addedebilir. Ge mişe bir suçluluk kaynağı olarak zaafı yok
t f
tur ve cennetsel bir ödülün peşinde de değildir. Sonsuz yenide
noluş kadar "hiçbi şeyi tutkuyla" arzulamaz zira geçmişin ezi
.
ci yüküne ve başta çıkarıcı gelecekteki ce nete başka ırarak
yaşamını yaraucı lıple getirmiştir. Nietszch 'nin şiarını tek ba-
l
şına benimseyebili amor fati (kaderini sev .
,
1
Birleşik bir bütüns �llik oluşturmak üzere ayn sahneleri birleş-
tiren sinema mon �jı gibi ben de kültürel kayıt parçalarını bir
ıru{
araya getirdim ve bunu yapar ken kavra al mesafe il esi ile �
açıkla)7ılcı birleştidne tekniği kullandım. Yöntemim, çağa da
ir yeterince geniş genellemeleri gerekçelendirecek kadar birbi
rinden ayn ama akla yakınlığın sınırlarını aşacak kadar da bir
birinden uzak olmayan muhtelif kaynakların sunumunu içeri-
1 48
yor. Dolayısıyla, batmakta olan iki gemiye yönelik tepkilerin
paralel sunumu , batmakta olan bir gemiye yönelik tepkiler ve
bir felsefecinin derin düşüncelerinin tematik benzerliklerinin
belirlenmesi konusunda bize fazla bir şey söylemez. Kavram
sal anlamda Titanic'ten Nietzsche'ye uzun bir yol vardır ve or
tak bir payda saptamanın verimliliğini sağlayan tam da budur.
Titanic'i Nietzsche'ye dolaysız bağlamak ölçüsüz olabilirdi fa
kat daha kısa ara bağlantıları takip ederek, doğmakta olan dü
şüncenin uyumlu matrisini görürüz . Titanic'ten telsiz ve tele
fona, eşzamanlılık ve uzamsal olarak genişletilmiş şimdiye, za
mansal olarak kalınlaştırılmış "sahte şimdi"ye ve son olarak da
Nietzsche ve diğerlerinde şimdinin olumlanmasına yapılan ba
ğıntılar, bu dönemde şimdi deneyiminin benzersizliğini ortaya
koyar. Temel iki meseleye ilişkin tekil "sahneler" birçok kay
naktan geldi ve Nietzsche'nin, sonsuz yenidenoluş beklentisiy
le kendinden geçmiş, kaderini mutlulukla burada-şu anda bu
lan üstüninsan portresiyle sona erdi.
Bu -iki temel mesele üzerine fiili bir cepheleşme olmadı; çün
kü eşzamanlılık ve kalınlaştırılmış şimdi, yaratıcı düşünür ve
sanatçıların hepsini etkiledi. Eşzamanlılık üzerinde teknoloji
nin etkisi daha dolaysızdı zira elektronik iletişim, bir anlam
da, aynı anda iki yerde birden bulunmayı ilk defa mümkün ha
le getirdi. Zamansal kalınlaşma ise, herhangi bir çağda eklemle
nebilecek bir deneyim kuramından türetilmişti. Eşzamanlılığın
kültürel etkileri de daha yaygın oldu . Bunlardan biri, daha önce
mesafe ve iletişim yokluğundan yalıtılmış halde bulunan insan
lar arasında birlik duygusunun büyümesi oldu. Ancak bu çok
belirgin değildi çünkü yakınlık kaygı da uyandırıyordu - kom
şuların fazlaca yakınlaşmış gibi görülmesinden duyulan endi
l
şe. Yeni eşzamanlılığın belki de en derin etkisi, benzersiz çeşit
lilikte görsel imgeyi bir araya getirerek uyumlu bir birleşik bü
tünlükte düzenleyebilen sinema sayesinde oldu. Alman izleyi
ciler, görsel olarak Münih'ten Amerika'nın batısına hareket edi
yorlardı; Fransız izleyiciler, Kuzey Kutbu'na ve aya seyahat edi
yorlardı. Sinema da şimdiyi kalınlaştırdı. İstenirse bütün anlar
gözlenebilir ve genişletilebilirdi, böylelikle izleyiciye, aynı an-
1 49
da olµıuşçasına, bir fiile dair algı motifleri, istendiği kadar açı
g
dan örünüş ve çok sayıda tepki gösterilebilirdi. Bir insanın vu
rulu iı anlıktı ama sinema izleyicisi olayı uzatılmış olarak ve bir
tarihsel vaka çözümlemesi olarak görüyordu. Yani şimdi, film
lerini keserken zamanı birbinne bağlayan yönetmenler tarafın
dan kalınlaştınlıyordu.
Yeni etik ve estetik, dünyanın geri kalanıyla şimdi gerçeğin
de buluşmayı olumlamada birleşiyordu ve siste yol alırken mi
nik zerreciklerin görünmesi gibi, zamanın akışını algılanabilir
kılan geçmiş ile geleceğin halesini de içeriyordu . Yeni tekno
loji deneyimin boyu tlarını o kadar hızlı değiştirdi ki, gelecek,
Stravinsky müziğinin aceleci ve düzensiz temposuna benzer
bir tempoda , şimdiye doğru hareketlenmiş gibi göründü. Savaş
öncesi yıllarda doğmak için bir zaman ve ölmek için bir zaman
hilla. vardı; fakat her biri kendi zamanı içinde uzatılmış olaylar
silsilesi daha da aceleci ve sıkıştırılmış hale geliyordu. Titanic'in
Kuzey Atlantik'e koşması gibi dünya da geleceğe koşuyordu ve
ileriy� bakanlar hem deniz kazasını hem de zamanda yolculu
ğun mucizelerini ·görebiliyordu.
1
)
1 50
4
Gelecek
1 51
�
ve d " şman bir kitlenin içinde, üzerine çullanarak onu yok et
mey çalışır. " Diğer bir imge Titanic'in batışını akla getirmek
tedir .•• "Geminin baş tarafının hemen önünde aniden yükselive
ren ve göz açıp kapayıncaya kadar, kaçınılmaz olarak ona çar
pacak olan bir buzdağı gibidir. Beklenti bireyi kendi özüne iter,
bu bilinmeyen ve beklenmedik kitlenin karşısında onu dehşete
düşürür ve anında girdabına çeker."1 Beklenti savaş deneyimi
ne hakim olurken, eylem de savaş öncesi döneme egemen ol
muştu ve bu iki tarz o dönemin temel kutuplaşmasını oluştu
ruyordu - geleceği nasıl yaşadıkları (ve onun hakkında ne bil
dikleri).
Açık olmak gerekirse gelecek şimdi kadar canlı bir biçim
de deneyimlenemez ve içerdiği, ileriye dönük olarak yeniden
kurgulanan ve öngörülen imgeleri açısından geçmişe bağımlı
dır. Yine de kişiliğin asli bir bileşenidir, zira söz konusu öngö
rülerin örgütlenmesi bir yön duygusu sağlayarak yenilik, amaç
�
�
ve umudu mümkün kılar. Her ne kadar irısanların geleceğe na
sıl ba tıklarına dair tarihsel veriler, geçmişe ve şimdiye ilişkin
olanlara kıyasla ç k daha sınırlı olsa da, bu neslin benzersiz de
neyimini saptam k mümkündür. Yeni teknoloji, doğa üzerin
de hakimiyet ku anın kaynaklarını sağ ıyor, gelece ! denet
lemenin yollarına. işaret ediyordu . Fütü · der, teknol 1inin va
at ettikleri ve sunduğu yeni dünya ile har kederine y n verdi
ler. Geleceği, hayal gücüne dayanarak ta ayyül etme · hedef
leyen bir bilim-kqrgu edebiyatı patlaması aşandı. FelSefeciler,
özgü �lük olasılığılrıın bilinmeyen bir gelecek gerektirdiğini sa
vunurken, bir si�set taktisyeni, devrimci hareketler için gele
cek mitinin öne � inden söz etti. Bu örnekler, Bergson'u takip
eden Malinowski'mn zihinsel sağlık için elz em oldu � na inan
dığı yaşamsal atılıpun
1
ı
1 53
ve 1··tümserler arasında keskin bir bölünme vardır ve olum
lu y klaşanların zihninde genellikle arayan vardır. Kötümser
ler, nce beklentiyle boşlukta kalan sonra da davetsiz aramayla
..
� t
p
lara göre işçileri eğitilmesiyle üretim sü recinin akışını düzen
l
lemek mümkün olur. Bu, iş;inin hareketlerinin
'.
öngörülebilir
.
�
f.'
liğini artırarak işlemin tamamlanma için sürdü .. len faali
yetin sırasını seçme şansından işçiyi m rum bırak rak üreti-
mi hızlandıran rederick Taylor'un za an ve hare et araştır
malarının3 başa sıdır. Üretim bandı ve İ aylorizm f�brika işçi
sinip üretim sü ecindeki yakın gelecek üzerinde aktif deneti
min�. azalttı ve onu, bant bcyunca geleceği beklediği, beklenti
.
�
tarzına sürerke aynı zamanda imalatçının denetimini de artır
dı. Gelecek üzerinde yeni teknolojinin etJ<isi, tıpkı telefonda ol
1
duğµ gibi, bu ik� rol arasınd� dalgalanmalar yaratsa d� daha bü
yük ve nihai tarihsel etkisi aktif tarzın oransal büyümesi oldu .
Aktif gelecek tarzının diğer bir somut dışa vurumu , emper
yalizm ve gelecek yıllar için, tüm dünyada Avrupa nüfuzu ihti
mali oldu. Başkalarına ait uzanım ilhakı, insanların ve malların
dışarı doğru hareketi ve yayılmacı emperyalist ideoloji, gelece-
3 Taylorizm tartışmaları bir sonraki bölümde görülebilir.
1 54
ğe aktif olarak el koymanın uzaınsal dışavurumuydu. Liberal
emperyalist Dışişleri Bakanı Lord Rosebery, 1 893 yılında Co
lonial lnstitute huzurunda yapuğı ünlü konuşmada, Afrika'nın
kolonizasyonu konusunda Britanya'yı harekete geçiren dürtü
leri gelecek açısından şöyle değerlendiriyordu:
1 55
dan . e zilme tehdidi de vardı. 1 893 Chicago Fuan'nda, tarihin
f
yen bir evresini kuran dinamonun gücü karşısında şaşkına
dön dü . 1 900 Fuan'nda, du}duğu hayranlık artık bir düşkün
lüğe dönüşüyordu ve dinamoyu , kendi alanında bakire imge
si kadar güçlü bir sembol olarak görüyordu . Bilimsel başarılar
ve teknolojinin gücü (radyum ve X-ışınlan, "hava soğutucular"
ve elektrikli fırınlar, arabalar ve telefonlar) dinamoya bakukça
onu sarıyordu. Tüm bunlar, tarihsel düşüncesini şekillendiren
ağır çekim, sıradan yaklaşımıyla dalga geçer gibiydi ve benim
sediği saf tarihsel kategorileri yerle bir etti. "lnsanlann ardıllı
ğının hiçbir yere varmadığına, toplumlarının ardıllığının daha
ileriye gidemeyeceğine aynca, zamansal ardıllığın yapay ve dü
şünsel ardıllığın da karmaşa olduğuna ikna olunca, son olarak
güçlerin ardıllığına yöneldi; böylece, on yıllık bir meşguliye
tin ardından kendisini 1 900 Büyük Fuan'nda, Makineler Gale
risi'nde yerde yatar buldu , bütünüyle yeni güçlerin beklenme
;
dik qaskınıyla tarihsel bağlan kopmuştu . "5 Henry Adams, tek
nolojiye tepkisinjn çifte imgESiyle bizi baş başa bırakıyor: Bisik
� t
'
let sürmeyi öğre en cesur adım ve tarihsel bağlan kopmuş ola
rak yerde yatan ha yaşlı bilim adamı. Burada, teknoloji tari-
hinde öncülük r lü üstlenmiş birinin h unda, eyl ve bek
.
lentinin uç noktalan bir araya gelmekted r.
Her ne kadar dünya daha önce görül emiş bir h da ileriye
doğru hamle ediyor gjbi görıinse de baz an için bu , yeterince
hızlı değildi. Biliı?ı-kurgu yaııırlan geleceğe fazlasıyla !olgunlaş
mış bir meyve�işçesine uzandılar. Hikayelerinin büyük rağ
bet gbrmesi, gel�ceğin bu kışak için gerçeklik haline gelmesi
nin göstergesiy�� ; tıpkı geçrr.işin, Gotik roman ve tarihsel aşk
romanları okurları için ifade ettiği gibi. Daha önceI � e hayali
metinler vardı fa]p.t genellikle, gelmekte d lan dünyanın ve için
de gelişeceği süreçlerin betimlenmesinden ziyade fiili sorunlara
işaret etmeyi hedefliyorlardı. 1 860'lardan sonra jules Veme'in
voyages extraordinaires (olağanüstü seyahatler) serisi, fiili bi
lim ve teknolojiden hareketle, gelecekteki gelişmeleri öngöre-
5 Henry Adams, The Education of Henry Adams, 1907; yeniden basım New York,
193 1 , s. 382.
1 56
rek bu türü meşhur etti. 1 890'larda H. G . Wells'in "uzay ve za
man masallan" ise çok daha düşseldi.
Wells kendi kuşağının bu özel eğilimini 1 902 yılında yaptığı
"The Discovery of the Future" [ Geleceğin Keşfi] 6 konuşmasın
da yorumlar. Minkowski'ye benzer bir yöntemle, zamana kar
şı tutumu ve "şeylerin geleceğine bahşettiği göreceli düşünce
yoğunluğu" açısından iki tür zihni birbirinden ayınr. Türlerin
biri geçmişe dönüktür, geleceği nasıl ele alacağına karar ver
mek için geçmiş örneklere bakan "yasal ya da itaatkar" zihin
dir. Diğeri, kurulu düzene saldıran, "yasa koyucu , yaratıcı, ör
gütçü ya da buyurgan türdür. " "Bu , düşüncenin aktif haline,
önceki ise pasif haline uygun düşer." Çoğu insan hala gelene
ğe bağlıdır: Dar yollarda seyahat ederler; alışılagelmiş biçim
lere bağlılık nedeniyle uzam-israfı evlerde otururlar; giyimle
ri, konuşmalan, politikaları ve dinleri geçmişin bağlayıcı gü
cüne kanıttır. Ancak modem çağ, geleneğe katı bağlılığa sırtı
nı dönmüştür; aynca değerler kaynağı ve eylem kılavuzu ola
rak geleceği "keşfetmiştir. " Ü ç yüz yıl önce insanlar davranış
kurallarını "mutlak olarak ve açıkça geçmişe göre" şekillen
dirirken şimdi ileriye bakmaya ve her bir eylemin sonuçlannı
göz önünde bulundurmaya, eğer sonuçlara değiyorsa kuralla
n değiştirmeye eğilimliler. Modem savaşlar bile artık gelecek
bağlamında değerlendiriliyor ve gerekçelendiriliyor: " 1 9 . yüz
yıl savaşlannın Ortaçağ savaşlanyla kıyaslanmasının bize gös
tereceği bu alanda da geleceğin keşfedildiği, referans ve de
. . .
E
Ma ell'in ışınlan duyurması gibi.
l 02 yılına kadar Wells'�n gelecek yaklaşımında sayısız fe
laket ve yozlaşma yer alır; gelişmeyi öngörmesi daha sonradır.
Konuşması her ikisini de içerir. Yaratıcı yaşam enerjisinin fe
laketleri aşacağı umuduyla bitirir ama bıraktığı izlenim, yıkım
beklentisidir: Sanayiden veya uzaydan gelecek bir zehir, denet
lenemeyen öldürücü bir hastalık ya da yırtıcı hayvan, evrimsel
yozlaşma, savaş, bir gökcismi ile çarpışma ve eğer daha önce
bir şey olmadıysa güneşin bir gün soğuyacak olması ve uydula
rının etrafında daha yavaş dönecek olması, "ta ki bizim dünya
t
de yaşayan ve bütün gün oynayan, görünüşe göre hiç tasası ol
t
ma an harika Eloi halkını k€Şfeder. Ancak Eloiler karanlıktan ve
yeraltında yaşay' n, ayın olımdığı gecelerde baskın düzenleyerek
besin olarak on n hasat edm "beyazlatılmış, iğrenç gece yara
� �
tığı" Morlock'ta korkarlar. Zaman Yolcusu'nun vardığı sonuç,
kapitalist ve em kçiler arasındaki zıtlığ Eloiler ve orlocklar
!
arasındaki radikal ayrışmaya yol açtığıy ı. Fiziksel larak fark-
1
lı türlere dönüş üşlerdi, farklı yaşam a nlannı işgal etmişlerdi,
farklı karakter ö ellikleri edinmişlerdi vel var kalmak kın birbir
lerinden tamam n bağımsız olsalar da daima birbirlerinden kor
4
kar k yaşıyorlardı. Bu durum, "bugünün sanayi sisteminin man
tıksal sonucuna !götürülmesidir" , diye düşünüyordu.
Wells için, g Jiecek konumndaki en phatsız edi�i düşünce
her şeyin amacı!nın insan o.mamasıydı ve en eğlenceli spekü-
ıı
lasyon da daha sonra neyin geleceğiydi. Buna, "The Further Vi-
sion" başlıklı bölümde cevap vermeyi deniyordu. Morlocklann
saldırısından kaçan kahraman geleceğe seyahat ediyor ve bir
deniz kenarında duruyordu. Hiç dalga yoktu. Gök cisimlerinin
çekimi nedeniyle artık dünya dönmüyordu . Güneş ufukta ha
reketsiz asılı kalmıştı, daha büyük ve kırmızıydı çünkü dünya
1 58
yakınlaşmıştı. Tek bitki örtüsü , "zehirli görünümlü" , sonsuz
alacakaranlıkta yaşayan orman yosunuydu ve tek hayvan da
yosunlara bulanmış kocaman yengeçlerdi. Bunlardan biri ona
saldırınca Yoku sonraki durağı olan otuz milyon yıl öteye gitti
ve burada, gezegenlerden birinin dünyaya yakın geçmesinden
dolayı oluşan güneş tutulmasıyla dehşete kapıldı. Denizde ufak
bir dalga oluştu fakat ardında olağanüstü bir sessizlik vardı ve
tutulma tamamlandığında soğuk ve karanlık çöktü . Bu ıssız gö
rünüm merakını gidermişti ve kendi zamanına döndü.
Hikaye 1 9 . yüzyıl kuramının geleceğe yansıtılmasının öze
tiydi. Marx'ın sınıfların artan katmanlaşması görüşü , Eloi ve
Morlocklar arasındaki zıtlıkta yüceltilmişti. Soyarıtımı, Eloi
lerin üremesinde yansıtılmıştı. ldeal koruyucu ilaca ulaşılmış
tı ve hastalıkların kökü kurutulmuştu ; Wells'in çağında bir
çok insanın korktuğu ailenin erozyonu tamamlanmıştı ve ar
tık cinsiyetler birbirine benziyordu. Yüzyıl dönümünde, Max
Nordau'nun Degenerati ons'ında (lngilizce çevirisi, 1 895) özet
lenen, insanlığın çöküşüyle ilgili endişeler, çaresiz , güçsüz ,
nefsine düşkün Eloi ile fiziksel olarak yozlaşmış, yamyamlaş
mış Morlocklarda açıkça görülüyordu. Charles Darwin'in ku
ramı da yerini alıyor ama ters çevrilmiş olarak - insandan ge
riye doğru dev yengeçlere varan tersine-evrim ve daha sonra,
Wels'in alışılmış ayrıntılı betimlemelerine bile gerek duymadı
ğı, ilkel yaratığa, arkasında dokunaçları olan "yuvarlak şey"e.
George Darwin'in, gök cisimlerinin çekimiyle dünyanın dön
mesinin sona ereceği tahmini ve Kelvin'in güneşin soğuma
sı tahmini çoktan gerçekleşmişti. Zaman Yolcusu'nun madde
nin çatlaklarından kayıp gitmesini açıklamanın bir yolu olarak
Wells, güncel dördüncü boyut spekülasyonlarından yararlanı
yordu ve zaman makinesinin kendisi de, değişim sürecini hız
landıracak olan teknolojiye bağlanan umudu temsil ediyordu.
Wells tekrar tekrar ileriye baktı. 1 899 tarihli When the Slee
per Wakes'de kahraman 203 yıllık kataleptik transtan uyanır ve
tebaasına zulmeden iyice genişlemiş devlete hizmet eden, şaşır
tıcı bir teknoloji keşfeder. Kolektif hayat tüm özel hayatı yut
muştur ve şehirler hapishane haline gelmiştir. Hikaye, Wells'in
1 59
değer verdiği karakter özelliklerinin ve artık yok olmakta oldu
ğunu �rdüğü sosyal kurumlann (bireysellik ve özel hayat, or
ta sını4n yarışmacılığı ve özen: ve alt sınıfların "güçlü , uygar
laşmamış gururlan") ardından yakılan bir ağıttır. Kahramanın
düşünceleri bir ahlaka işaret eder: "Otuz yıllık hayatında, gel
mekte olan zamanlan hiç zihninde canlandırmaya çalışmamış
olması ona çok şaşırtıcı geliyordu. 'Biz geleceği kuruyorduk,'
diyordu 've hiçbirimiz kurduğumuz geleceğin ne olduğunu dü
şünme zahmetine girmiyorduk."'7 Geleceğe kafa yormayanın
kaderi onun altında ezilmektir.
Kehanet konusunda tutkulu bir metin olan 1901 tarihli An
tidpations'da Wells, tahminleri için bilimsel bir yöntem izleye
cek gibidir ve fiili güçlerin yönelimlerinin spekülasyonunu ya
par. Karada harekete dair bazı olası gelişmelerle başlayan gele
cek taslağında, okuyucu "muhtemel ortak" olacaktır. Demir
t.
yollannın 1 9 . yüzyıla hakim olması gibi "patlayıcı motor" da
20. yüzyıla hakim olacaktır. Asfalt kaplı karayollan döşenecek
f
ve yol enarlannda "dikkat çekici reklamlar" yer alacaktır; şe
hirlerde, yayaların erini motor.u taşıtlar alacağı için trafik keş
mekeşi olacaktır. 2 00 yılında londra Galler'e kadar genişleye
cek, Birleşik Devle er'de Washington'dan Albany'e kadar uza
nan bir şehir yer al kur. Telefon ve posta izmetlerin ·eki ge
lişmelerin sağladığ' imkanlar ş�hrin varoşl nna kadar zana
caktır. "lşadamlan, ı evde çalışrr.a odalannd oturarak zarlık
1 60
ğulmasından ve denize gömülmekten başka işe yaramayacağı
ya da uçaklann ulaşım ve iletişimde ciddi değişikliklere yol aç
mayacağı tahminleri gibi. Her ne kadar yanlış araç seçerek, ba
lonlarla gerçekleşeceğini sansa da hava savaşlannın stratejik
etkisi konusunda haklıydı. Telefon bağlantılanyla donatılmış
"saplı gözler" cephe hattında sarkarak düşman birliklerinin ha
reketlerini gözleyecek, topçu ateşini yönlendirecek, patlayıcılar
atacak ve düşmanın moralini bozacaktır. Kara savaşlannın ge
leceğini, adeta kendi zaman makinesiyle Somme savaşına gide
rek şahitlik etmiş gibi tahmin eder. Dürbünlü nişan tertibatını
ve "neredeyse eşzamanlı mermiler" atılmasını mümkün kılan
makineli tüfek mermi yatağını öngörmüştür. Wells'in en bil
dik öngörüsü, "kara zırhlısı" diye adlandınlan tanktı ve bu araç
cepheler arasındaki tehlikeli bölgede hareketli ateş gücü sağlı
yor, insanlan makineli tüfek mermilerinden koruyor ve diken
li telleri parçalıyordu . Makineler aynı zamanda kilometreler
ce siper kazmak için kullanılacaktı. Artık kesin olarak odakla
nılması gereken bir savaş alanı ya da bu alanı gözetleyen "bü
yük komutan" olmayacaktı. Bunun yerine, gerilerde bir yerler
de bulunan "merkezi planlayıcı" , telefon merkezinden çok ge
niş cepheli savaş harekatını yönetecektir. Wells yazarken adeta
savaşı koklar ve patlayan bombalann vuruşlannı hisseder gibi
dir: "Ateş hattının -ki savaş sona ererken atışlan muhtemelen
bütünüyle susmayacaktır- her iki tarafında sekiz mil ötede in
sanlar, beklenmedik bir ölümü enselerinde hissederek yaşaya
cak, yemek yiyecek ve uyuyacaklardır. "8
lleriye bakmak evrensel bir dürtüdür fakat bu dönemdeki bi
lim kurgu çokluğu ve pazardaki başarısı, bu kuşağın özellik
le hevesli olduğunu gösterir. Amerika'da Edward Bellamy'nin,
farklı düşündüren başlığına rağmen bir gelecek vizyonu olan
Looking Backward'u, hızla haşan kazandı. 1 888'de yayınlanma
sından sonraki iki yıl içinde 2 13 bin adet sattı ve bir tarihçinin
linin
cı teknokrasilerin oluşturduğu adacıkları, görüyorlardı.
Fütüristler, herhangi bir ikilem yaşamıyorlardı. Kendilerine
özgü, gıcır gıcır yeni sanatsal çalışmalarında her şeyin son mode
yer aldığı bir bilim-kurgu yaratmışlardı. Marinetti'nin 1909
tarihli "Kuruluş Manifestosu" hareketin doğuşunun işaretiydi.
Arkadaşlarıyla tüm gece boyunca coşkuyla çalakalem yazdıktan
ve bıkkınlıkla kötümser düşüncelere daldıktan sonra, uyanmak
ta olan şehrin sesi onları dışarıya çekti. " Cılız sarayların" iskele
tinin gıcırtısı, arabaların gürüküsüne boğuldu ve hayatın kapıla
�
rını sarsmak üzere harekete geçtiler. Bilinmeyene doğru ilk ham
leleri ı bir hendekte son buldu. Ancak birkaç balıkçı onları yuka
rı çekmek için b · 1 iskele uydurdular ve arabaları yeniden hızlan
me bağhlık. "Yü
n şarkısın: söylemek istiyoruz.
ların en ucunda duru ruz ! . . lm
zemli kapılarını parçalamak isterken nede geriye ha
'
-
ve her yerde olan !hızı yaratnk " 1 1 Tam gaz geleceğe a caklardır
yenilik yaparakj, meydan okuyarak ve arada sırada tökezleye
rek. t910 tarihli bir manifestcda bilimsel gelişmeyle kendi gele
'
cek yönelimlerin ilişkilendirirler: "Yoldaşlar, bilimdeki muzaf
,
fer gelişmenin, itlsa nlıkta yaıattığı kaçın maz değişi leri size f
9 1<1enneth M. Roemer, The Obsolett Necessity: American Utopian Writings 1 888-
1900, Kent, Ohio, 1 976, s. 4. 1888- 1900 yıllan arasında yayınlanmış 1 60 bu
tür çalışmayı inceleyerek, dönem boyunca Amerika'da en yaygın olarak oku
nan edebiyat türlerinden birinin ütopyacı roman olduğu sonucuna vardı.
10 Mark R. Hillegas, The Futurı: as Nightmare: H. G. Wells anıl the Anti-Utopians,
Carbondale, Illinois, 1967.
11 F. T. Marinetti, "The Founding Manifesto of Futurism" , 1909, Futurist Mani
festos, yayına hazırlayan Umbro Apollonio, New York, 1973, s. 19-24.
1 62
duyurmak isteriz, o değişiklikler ki, geçmiş geleneğin uysal kö
leleriyle, geleceğimizin aydınlık ışıltısına güvenen biz özgür mo
demler arasında derin bir yank oluşturur. " 1 2 Fütüristler, yeni bi
çimler yaratmak için geleneksel türlerin sınırlannı zorlarlar. En
rico Prampolini insanlar arasında "yeni bir algılama" tanımı ya
par: Kromofoni - seslerin renkleri. Carlo Cami, seslerin ve ko
kulann resmini haber verir. Luigi Russolo , patlamalı motorlann
sesinden, gıcırdayan elektrikli tramvaylardan, elektrikli teste
re bağırtılanndan tutun da supap nkınısı ve şehir hayaunın dü
zensiz gürültüsüne kadar zıt ritimlerde seslerden oluşacak "gü
rültüler müziğinin" gerekliliğinden bahsediyordu. Heykelnraş
lar çılgınca şekiller üretiyor ve boş uzamı, tamamen yeni malze
melerden yapılma kompozisyonlanyla kaynaştınyorlardı. Fütü
rist tiyatro, izleyiciyi ele geçirdi ve eylemin içine çekti. Fütürist
resim, gündelik hayann yeni dinamik ve teknolojisini yansınyor
du. Koşmak, yüzmek, merdivenden inmek gibi fiiller, hareketli
cisimlerin ve onlann oluşturduğu su ve hava akışının tasvirleri
aracılığıyla "fütürize" edildi. Boccioni'nin 193 1 tarihli Dynamism
of a Cyclist çalışmasında adam, bisiklet ve hava iç içe geçerken,
soyut hacimler, güç çizgileri, pedal basan bacaklar, ışık ve hava
nın oluşturduğu anaforlar kullanılıyordu. Ancak bu çalışmalar
da fiili teknoloji kalıplan mevcuttur: zaman makineleri ve savaşa
düzdükleri övgülere rağmen, ışın silahlan yoktur. Bragaglia'nın
çoklu pozlamayla çektiği 1 9 1 2 tarihli fotoğraf, The Typist de bu
türdendir ve Boccioni'nin Train in Motion'ındaki Fütürist içerik,
tek rayda giden süperşaıj motorlu tren değil, hareketi göstermek
için kullandığı kendi yarancı tekniğidir.
Gelecekteki dünyayı en belirgin biçimde resmeden, Fütürist
mimar 1 Antonio Sant'Elia olmuştur. 1 9 1 4 manifestosu var olan
mimariye ve Mısır sütunlan, Gotik kemerler, Rönesans melek
motifleri ve Rokoko sarmal süslerinden oluşan "eğlenceli sala
talanna" saldırarak başlıyordu. 1 3 Yeni yapılar, çağdaş materyal-
12 Umberto Boccioni, Carlo Carra, Luigi Russolo, Giacomo Balla, Gino Severini,
"Manifesto of the Futurist Painters" , 19 10, a.g.e., s. 24-25.
13 Antonio Sant'Elia, "Manifesto of Futurist Architecture", 19 14, a.g.e. , s. 1 60-
1 72.
1 63
ler kullanmalıydı ayrıca çağdaş yaşamın ihtiyaçlarına ve mo
dern teknoloji estetiğine duyarlı olmalıydı. Mimarlar, ahşap,
taş ve tuğla yerine, demir, cam , oluklu mukavva, betonarme
ve tekstil liflerini kullanmalıydı. Fütürist ev devasa bir maki
ne, şehir de faal bir tersane gibi olmalıydı. Caddeler artık top
rak seviyesinde cansız uzanmamalı, yeraltına dalarak yolcula
rı taşımalı ve hareketli kaldırımlara bağlanmalıydı. Çatılardan
ve yeraltından yararlanılmalı, yaya yollan yer seviyesinden yu
karıya taşınmalıydı. Asansörler, tenya gibi binaların iç kısımla
rında saklanmamalı, bunun yerine bina cephelerinde ulaşılabi
lir ve görünür olmalıydı. Sadece dekoratif amaç terk edilmeliy
di. "Süslü pervazlar, titizlikle yapılmış sütun başlıkları, kumaş
kapı girişleri" yerlerini, yalın veya abartılı renklere boyanmış
kalın kütlesel gruplamalara bırakmalıdır. Fütüristlerin amacı
ağır ve statik olanın yerine hafif, pratik ve hızlı olanı koymak
tır. Mümkün olduğu her yerde, yumuşak beyzi ve eğimli hat
lar, katı yatay ve dikeyin yerini alacaktır; mekanik dünyanın
"yap af estetiği, geçmişin "do�al" estetiğinin yerine geçecektir.
.
1
1 64
Sant'Elia'nın rızası, Fütüristlerin değişim bağımlılığının gös
tergesidir. Değişimin olağan hale geldiği ve geleceğin hiç ol
madığı kadar insanların aktif denetiminde göründüğü bir çağ
da doğmuşlardır. Her neslin kendi şehrini inşa etmesinin salık
verilmesi, birilerinin böyle olabileceğini düşündüğünü göste
rir. Sant'Elia'nın kendi şehriyle ilgili tasan aşamasında çizimle
ri mevcuttur ancak bu binalar hiçbir zaman inşa edilmemiştir
ve kendisi de 1 9 1 6'da öldürülmüştür. Fütürist mimari progra
mın, her neslin kendisini yeniden inşa edeceği öngörüsü , dü
şünürleri için, inşa ettikleri herhangi bir şeyden daha hakikidir.
Bu dönemin gelecek felsefesi, Pierre Laplace'ın natüralist de
terminizmiyle kurulmasından sonraki yüz yıl boyunca oluş
turulan determinist düşünce bütünlüğünün kararlılıkla red
dedilmesiydi. Akıl ve bilimin yarattığı imkanlara dikkate de
ğer bir hevesin görüldüğü yüzyıl başında, ortaya koyduğu dik
kate değer heves gösterisiyle Laplace, evrende maddenin şim
diki halinin geleceği belirlediği düşüncesini öne sürer. "Verili
bir anda, doğada fiilen yer alan tüm güçlerden ve dünyayı oluş
turan her şeyin konumundan haberdar olan akıl -bahse konu
aklın, tüm bu verileri çözümleyebilecek kadar engin olduğu
nu varsayarak- aynı formül içinde, evrendeki en büyük yapıla
rın da en küçük atomların da hareketini kucaklayacakur; onun
için hiçbir şey belirsiz değildir ve upkı geçmiş gibi geleceği de
görecektir. " 1 5 1 9 . yüzyıl boyunca , bilimin başarısı değilse de
hedefi bu olmuştur. Bergson, daha film makarası dönmeye baş
ladığında filmin sonunun belirlenmiş olması gibi, geleceği şim
diye doğru sararak zamanı ve özgürlüğü yok saymakla suçla
mışur. Çözümlemek amacıyla, kapalı sistemlerde bir fenome
nin yalıtılmasının bütünüyle suni olmadığını teslim eder; zi
ra madde yalınlabilir birimler oluşturma eğilimindedir, bir öl
çüde düzenli yasalara uyan güneş sistemi gibi. Ancak bu sade
ce bir eğilimdir. Çekim kuvvetleri güneş sistemini evrenin ge
ri kalanına doğru çeker ve sonsuz sayıda yörünge ve yeni yapı
lanmaların beklediği bir geleceğe sürükler. inorganik madde-
15 Pierre Laplace, aktanldığı kaynak Mille Capek, Bergson and Modern Physics,
New York, 1971, s. 1 22.
1 65
ı:
nin b ür çözümsel indirgemeciliğe uygunluğunun belirli sı
nırla vardır ama organik madde için bu sınırlar daha da dar
dır. B". · adamları yaşanan zamanı ölçebileceklerini ve ölçül
müş aralıkları kıyaslayarak değişim yasaları ortaya koyacakla
rını düşünürler. Ancak, yaşamlarının bir yelpaze gibi açılaca
ğını ve bir bakışta görülebileceğini düşünen insanlar gibi, ya
nılmaktadırlar. Gerçekte, Creative E vol u tion'un giriş sayfaların
da Bergson'un ortaya koyduğu gibi, görünür hale gelmesi za
man içinde çok farklı biçimdedir. "Bir bardak şekerli su hazır
lamak istiyorsam, kaç kere denersem deneyeyim, şeker eriye
ne kadar beklemek zorundayımdır. Bu küçük gerçeğin büyük
önemi vardır. " Beklemek zorunda olduğum zaman, matematik
olarak ölçülebilir aralık ile aynı şey değildir çünkü aralık, öl
çümden önce tamamlanmıştır dolayısıyla da benim yaşamakta
olduğumdan farklıdır. Yaşadıgım zaman "benim sabırsızlığım
la örtüşür." Durumun özünü oluşturan ve benim özgürlüğü
p
İ
mün teminatı olan bu beklemedir. Onun yokluğunda gelecek
zaten ilinen bir şeyin görünür hale gelmesidir ve bu bizi de
terminizme hapse er. Bilim ya;alar keşfetmenin ve geleceği ön
16 Emile Meyerson, Identity and Reality, 1908; yeniden basım New York, 1962, s.
21 5-23 1 .
1 66
nı ve sonucunu, bir denklemle ifade etmeyi başarsa, hiçbir şey
değişmeyecektir ve bilim zamandan arınacak, gelecek bir sür
priz umudu olmak yerine zorunlu sonuç haline gelecektir. Bu ,
"geçmiş, şimdi ve geleceğin birbirine kanşurılmasıdır - sonsu
za dek sabit bir evren. " Her şeyin bir denklemde bütün olarak
belirlenmesinin mümkün olmadığını ancak bunun bir hedef
olduğunu kabul ediyordu. Modem bilim zamanı tümüyle yok
edememişti fakat çaba göstermekten vazgeçemezdi.
Fransız felsefeci jean Guyau, aktif gelecek duygusunun lehi
ne bir görüş öne sürerken, zaman duygumuzu da buradan türe
tiyordu. Guyau bu yaklaşımı için Kant'ın, zaman duygumuzun
tüm deneyimleri mümkün kılan algının a priori bir biçimi oldu
ğu kuramını tersine çevirdi. Bunun yerine Guyau, zaman duy
gusunu eylem ve deneyimin gelecek odaklılığına dayandırıyor
du. 1 890 tarihli The Genesis of Idea of Time' da Guyau, zaman dü
şüncemizin, evrimin ve bireyin psikolojik gelişiminin bir sonu
cu olduğunu savunuyordu . Çocuk açlığı deneyimler ve mama
ya uzanır; gelecek düşüncemizdeki tohum budur. Bedensel ge
reksinimler arzu oluşturur ve eski tatminlere dair hafıza, gele
cek tatmin imkanları mefhumunu oluşturur. Böylelikle, uzam
sal ve zamansal anlamda önünde olana odaklanan birey, arzusu
nu kasıtlı eylem ile gidermeye hazırlanır. Sonuç olarak gelecek
düşüncesinin ve genelde zaman duygumuzun kaynağı arzu ve
eylemdir. Bu, aktif tarzda bir gelecek felsefesidir: "Gelecek bize
doğru gelmez ancak biz o doğrultuya hareket ederiz . " 1 7
Guyau v e Bergson, geleceğe dönük aktif v e pasif tarzların
canlı imgelerini bırakmışlardır - mamaya uzanmak, şekerin
erimesini beklemek gibi. Ancak her ikisi de geleceği, iki tarzın
bileşimi olarak gcrür. Guyau , değişimin gözlenmesini sağla
yacak olanın, devamlılığın dayanağı, "pasif zaman tarzı" oldu
ğunda ısrarlıdır. Bu, sadece geleceğe pasif bir yönelim değildir;
tüm zaman deneyiminin, pasiflik ve aktifliğin, kalıcılığın ve de
ğişimin tümleyeni olduğunu ileri sürer. Bergson'un sabırsızlığı,
çıkış çizgisindeki bir koşucu gibi, aktifliğin kıyısındadır. Berg
son gelecek deneyimini aktif ve pasif tarzların bir karışımı ola-
17 Jean Guyau, La Gentse de L'idte de temps, Paris, 1890, s. 44.
1 67
rak anlamaktadır fakat vurgu özgürlük ve eylem arasındaki ba
ğıntıdadır: "Kişiliğimizin kendisini tümüyle bir noktada hat
ta geleceğe yüklendiği ve sürekli içine sızmaya çalıştığı keskin
bir kenarda yogunlaştırdığını" 18 hissettiğimiz oranda kendimi
zi daha özgür hissederiz . Her ikisinin de paylaştığı temel dü
şünce, açık geleceğin özgürlü�ün kaynağı olduğudur ve Meyer
son'la birlikte onu natüralist determinizme ve modem bilimin
yaygın olarak kullandığı eşittir işaretine karşı savunmuşlardır.
Gelecekteki değişime dair ütopik yazı ve tahminlerine rağ
men, 19. yüzyıl sosyal ve siyasal düşünürleri, böylesi bir gelecek
deneyiminin sosyal ya da tarihsel temellerini araştırmadılar. 19.
yüzyıl devrimci hareketleri, bugünü yıkmayı gerekçelendirmek
için daha iyi bir dünya vaadine tutundular; en büyük sorun in
sanların nasıl harekete geçirileceğiydi. Onlarca yıl boyunca, ha
reketin sıradan mensupları eylemsizlikte ruhsuzlaşırken, sosya
list liderler taktikler uğruna kavga ettiler. 20. yüzyılın başların
da, kapitalizmin kötülüklerinin çözümlenmesinin, sosyalizmin
kazandıracaklarının hesaplanmasının, devrimin doğruluğu ve
kaçınılmazlığı gibi sihirli sözlerin, statüko taşım yerinden oy
nat�larını sağlamayacağı açıkça anlaşılmıştı. Romanovlardan
kurtu�mak, Birinçi Dünya Sayaşı'nın yol açtığı açlık, ölüm ve
genel .çılgınlıkla · ümkün olmuştu ve tüm bu karmaşa olmak
sızın, devrimci ha eketin eski �ejimin istikrarını sarsması müm
kün olmazdı. Sos alist devrimciler, sosyalizmin zaferine daya
lı Marxçı gelecek aklaşımım Jenimsediler. Bir gelecek vizyon
ları v�rdı; ancak uramları yoktu, içeriğinden bağımsız motive
edici �cünün çözümlenmesi açıkça yapılmamıştı. Savaştan ön
ce böylesi bir çözq mlemeyi sadece tek bir radikal düşünür yap
tı. işçi sınıfının eylemsizliği karşısında Frfnsız sendilqllist Ge
orges �orel, "eyleıh için eylem" taktiğini geliştirdi ki bu taktik,
canlandırıcı bir gelecek vizyonunun yaratılmasına ve geleceğe
yönelen dinamik bir hareketlenmeye dayanıyordu.
Sosyal psikolojinin öncülerinden biri olarak Sorel siyasal ey
lemi bir tiyatro gibi görüyor, işçilerde derin ve sonsuz bir dev
rim izlenimi yaratacak bir aciliyet duygusu , doruk noktasına
18 Henri Bergson, Creative Evolution, 1907; yeniden basım New York, 1944, s. 220.
1 68
yönelen bir hareket oluşturmanın zorunluluğuna inanıyordu.
Bergson'un kuramındaki, sezgisel bilginin çözümsel bilgiden
daha üstün olduğu görüşünden yararlanarak, genel grev oyu
nunda işçilerin sosyalizmi bütün olarak sezebileceği bir plan
üzerinde çalıştı. Onları eyleme çekmek için liderlerin yapma
sı gereken şey, onların umutlannı bünyesinde barındıran, mit
formunda bir gelecek beklentisi yaratmaktı. Sorel meseleyi şöy
le kuramlaştınyordu: "Şimdiyi terk etmeden, geleceğe dair akıl
yürütmeden . . . eyleme geçemeyiz. Deneyimler göstermiştir ki,
zamanı saptanmamış bir gelecek çerçevesi çizmek, belirli bir bi
çimde yapılırsa, çok etkili olabilir. " 1 9 lşçileri kitlesel olarak ha
rekete geçirebilmek için gelecek çerçevesi çizme düşüncesi,
Ortodoks Marksizme aykırıdır. Marx için geleceği şekillendi
ren işçilerdir: Eylem, şimdi ile mücadelenin oluşturduğu sınıf
bilincinden kaynaklanır; Sorel'e göre ise işçilerin bir gelecek
miti ile ayartılmasından. Sorel'in yaptığı tadilat, siyasette gele
cekten aktif yararlanmanın ifadesi olarak, yalnız ama benzer
sitdir. Hiçbir şey kaçınılmaz değildir: Her şey herkes içindir ve
etkili siyasal eylem, hareketin bütünlüğü açısından maliyeti ne
olursa olsun, canlı bir gelecek duygusu gerektirir.
00
19 George Sorel, Refl ections on Violence, 1906; yeniden basım New York, 1961 , s .
1 24- 1 25 .
1 69
Felaketin yakınlığı konusunda anlamlı farklılıklar olsa da, hep
siniq. birleştiği tek bir ürkütfx:ü bakıştı. Her ne kadar geçmişten
türeseler de, korkunç bir geleceğe doğru itiliyorlardı.
Fizikte kötü haber William Thomson Kelvin'in 1852 tarihli
"On a Universal Tendency in Nature to the Dissipation of Me
chanical Energy " metni ile geldi. !kinci termodinamik yasasına
göre '-entropi (rastlantısallık ya da düzensizlik) arttıkça dünya
daki kullanılabilir enerji miktarı düşer- dünyanın ısı kaybın
dan yok olacağı öngörüsünde bulunuyordu . "Bitimli bir geç
miş zaman süreci içinde dünya ve bitimli bir gelecek zaman sü
reci içinde dünya, şu anda kurulu olduğu haliyle insanlara ev
sahipliği yapmaya uygun olmamıştır/olmayacaktır. Meğerki şu
anda maddi dünyada sürdürülen bildik işlemlerin tabi oldu
ğu yasalara göre imkansız olan bazı işlemler ifa edilmiş/edile
cek olsun. "20 1 890'larda radyoaktivitenin keşfi, Kelvin'i dünya
nın yaşı ile ilgili öngörülerini gözden geçirmeye itmiştir fakat
gelecekle ilgili ikinci termodinamik yasasının çıkarımları baki
kalrrlı1ştır. Uzak bir geleceğe l:adar dünya, insanlığa ev sahipliği
yap maya uygun lan vasıflannı yitirmeyecek olsa da bu öngö
rü , bir dizi kuru tulu biyoltjik, sosyal ve tarihsel çağdaş yoz
laşma kuramları ın merkezi haline gelmiştir: Diyabet, tüber
küloz, frengi ve lkolün biri1:imiyle türü� kanı gider�k kirlen
mektedir; eski g nlerin içten organik toplulukları, qozularak
mekanik toplulu lara ve suç, cinayet ve dtliliğin kol �diği in
sanlık dışı büyü şehirlere d:>nüşmektedir; medeniyet manevi
bir çöküşe doğru, gitmektediı. Brooks Adams 1 895 tarihli Law
of Cit ilization and Decay çaltşmasında yaptığı tahminle, yoz
laşm�yı. gelmekt� olan sermaye egemenliğine bağlar. Oswald
Spengler, 1 9 1 8 td.rihli çalışması The Declirı. e of the Wert'te, mo
dern çağdaki 'ruh�al bunalımın kaydını çıkarır.
1 70
Spengler'in çalışması, kültürlerin yaşam ve ölümlerinin ta
rihsel geçididir. Her biri, birleştirici bir ilke ya da "kader dü
şüncesi" çerçevesinde yorumlanır. Dolayısıyla klasik dünya
Öklidcidir (Euclid) - uzamsal olarak genişlemiş, zaman dışı,
polis merkezli, görsel olarak anıtsal mimariyle simgelenen. Mo
dem çağı simgeleyen ise Faustçu ruhun kararsız mücadelesidir
ve bu çağ, doğası gereği zamansaldır. Mekanik saatin icadı ile
başlar ve daha sonra bireye eşlik ederek ona zamansal varlığı
m sürekli olarak hatırlatan cep saatinin üretimine varır. Speng
ler'in mesajı, modem dünyada gelecek duygusunun önemine
vurgu yapan bir drama oluşturur. Klasik dünya "şimdiye tes
limiyetle" boyun eğerken, modem dünya "gelecek için yılmaz
bir irade" ortaya koyar. Batı kültürü , çok çalışmayı "zamanın
ve geleceğin onaylanması" olarak göklere çıkarır ve anlamı ge
lecekte şekillenmiş olduğundan, Spengler'in çizdiği kötümser
tabloya karşı özellikle duyarlıdır.
Modem çağ, siyasal demokrasiye bağlı olarak paranın ege
menliğinin sonuçlarından mağdurdur fakat bu bağlılık, Seza
rizmin gelişine zıtlık oluşturmaz. Batı kültürü, aklın tiranlığı
ve bilim kültünün hakimiyeti altındadır ama Gauss ve Helm
holtz' dan beri bir deha çıkaramamıştır. Fizikte yaşanan, "dü
zenleyen, toplayan ve sonuca ulaştıran parlak koleksiyoncula
rın giderek azalmasıdır (diminuendo) . " Spengler, izlenimciler
(*) İskandinav mitolojisine göre dünyanın sonunu getiren tanrılar savaşı - ç.n.
21 Oswald Spengler, The Decline of the West, 1918; yeniden basım New York,
1929, 1, s. 1 29, 134, 137, 423-424.
1 71
Bu kitabın Almanya'da askeri çöküş sonrasına denk gelen
ı).
yayı lanma zamanlaması, etkisinin nedenini de büyük ölçü
de a 4ıklar. Savaş, Batı uygar'.ığının yıprandığını gösterir gibi
dir v� kitap, o dönemde çoğu kişinin yaşadığı güçsüzlük ve pa
siflik duygusunu yakalar. Düşünce ile duygu dinamikleri kar
şı uçlarda kümelenir. Enerji çağında, birçok insan gelecek ola
na büyük bir umutla bakarken, diğer bir grup korkuyor ve ça
resiz hissediyordu. Geleceğin denetimleri altında olduğunu dü
şünenler olduğu gibi, felaket hazırlığı yapan Spengler gibiler ve
Thomas Mann'ın The Magic Mountain'ında, 1 907'den 1 9 1 4'e
kadar ölümü bekleyen karakterler de vardı.
Mann 1 9 1 2 yılında, İsviçre Alpleri'ndeki sanatoryumda ve
rem tedavisi gören karısını ziyaret etti. Soğuk algınlığı nedeniyle
doktorlar onun da kalmasını tavsiye ettiler ancak o ayrıldı ve bu
deneyimi konusunda yazmaya başladığı hi�ye, on iki yıl son
ra tamamlanabilecek olan dev bir romana dönüştü. The Magic
Mountain, kuzeni joachim'i hır verem sanatoryumunda ziyaret
eden Hans Castorp hakkındadır. Orada üç hafta kalmayı planla
*
mıştı fakat bu sü�e yedi yıla uzar. Mann bizi, baştan çıkancı tek
1
düzeliği ile Hans'ı da içine çeken topluluğa doğru sürükler. Alp
1 j
ler'de, gökyüzün - ' oluşturduğu sade fonda hastalar dolaşırken,
havadaki sessizli öksürükler.yle bölünür. Koridorlar boyunca
Hans'ı izlerken,
�. manın doğ�.sı, geçmiş
dahil binlerce ko uda yapılan konuşmala
layısıyla roman b
şimdi mes eleri de
gizlice di riz. Do
kitabın ilk üç bölümü de ele alına düşün
celeri yineler ve a eş ölçmek, ı;orba yudumlamak gibi gündelik
f
faaliy tleri yaparken çaresizce hastalıklannın ilerlemesini bek
leyen hastalara, p �if tarzda bir gelecek vizyonu sunar.
Hem The Decli rle of the Wesı hem de Th q Magic Mouııı tain, sa
vaştan önce tasarJıanmış, sava? boyunca geliştirilmiş ve sonra
sında yayınlanmıştı. Bu dönemi kat etmişler ve ne ifade ettiği
ni saptamanın peşine düşmüşlerdi. Spengler'in kültürel kötüm
serliğe bulanmış nitelemeleri, Faustçu ruhun alacakaranlığı gi
bidir. Mann, Avrupa diplomatik t<;>pluluğunu Berghof kurgusal
topluluğunda ustalıkla yeniden inşa eder: Parlamaya hazır, asa
bi, sürekli ateşi ölçülen, ardı ardına sorunlarla mücadele eden,
1 72
hastaların ulusal aidiyetlerine göre ayn masalarda yemek ye
diği. Aynca savaşa gitmekte olan bir çağa geriye dönüp bakar
ken tahmin edebileceğimiz gibi, gelecek olanın beklentisi için
de resmedilmişlerdir. Savaş patlak verene kadar yaşanan çağın
"savaş öncesi" olduğunu zihninin bir kenarında tutmak çağdaş
tarihçiler için nasıl zorsa, Mann ve Spengler için de, çalışma
larım bitirdikleri "savaş sonrası" dönemde başka türlü düşün
mek imkansızdı.
Mann'ın yazdığı metin okuyucu için beklenmedik biçimde
gelişse de, karakterlerin beklentileri çoğunlukla aynı tarzda ,
egemen olan pasif gelecek beklentisi tarzındaydı. Berghofdaki
hastaların rahat koltuklarında kıvrılıp oturarak hastalıklarının
ataklarım bekledikleri gibi, birkaç yıl sonra, cephedeki askerler
siperlerinde kıvrılarak topçu ateşinin patlamasını bekliyorlar
dı. Hans kendi elinin röntgen filmini gördüğünde, sonsuz bek
leyişin gelecek olduğu karamsar vizyonuna sahipti. Hayatında
ilk defa öleceğini düşünmüştü ve önünde kalan zamanda ya
pacağı, "ölçmek, yemek, yatmak, beklemek ve çay içmekti. " 22
Mann, beklemek aslında geçen zamanı hızlandırır, diye açık
lıyordu : Yediği çok miktarda yiyeceğin besin değeri bağırsak
larında sindirilmeyen obur bir adam gibi, çok büyük parçalar
halinde tüketiyordu. Sindirilmeyen yiyeceğin adamı daha güç
lü yapmaması gibi, beklenerek harcanan zaman da daha akıllı
yapmıyordu. Hastalar sadece bekliyor ve yaşlamyorlardı. Bazı
ları öldü, bazıları iyileşti; fakat sonuç bir çözüm getirmedi. Sa
vaşın gürlemesi Hans'ı dağdan söküp atu fakat cepheye doğ
ru gözden kayboldu; daha önce öksürük ve ölümlerin arasında
kaybolurken, şimdi bombardıman ve öldürmenin arasında yo
lunu kaybediyordu. Avrupa, onca yıl beklemenin ardından ni
hayet ölümde boğuluyordu.
Roman, Spengler'in tarihi gibi, çağın düşüncesine egemen
olan aktif gelecek tarzına tezat oluşturuyor ve onu daha belir
gin hale getiriyordu. Ancak çağın tüm umut dolu etkinliğine ve
atak, ileriye dönük düşüncesine rağmen, pasiflik ve ihtiyat da
22 Thomas Mann, The Magic Mountain, 1924; yeniden basım New York, 1966, s.
219.
1 73
eksik değildi. Düşüncenin ve deneyimin diyalektiği bir çelişki
+
ler k nşımı ortaya koyuyordu . Telefon ve üretim bandı, hem
p.
aktif em de pasif gelecek tarzını vurguluyordu. Henry Adams'ı
coşkuya sevk eden dinamo , tarihsel bağlarını da koparacaktı.
Wells'in Zaman Yolcusu yeni teknolojinin yardımıyla kendin
den emin, ileriye yelken açıyordu fakat cansız ve yozlaşmış bir
dünya buldu. Bu çelişkiler arasında basit sentezler yok ancak
söylemin terimlerini saptayabilir ve insanların ne düşündüğü ,
neden faaliyete geçtiği ile ilgili bir sezgiye sahip olabiliriz. Bu
kuşağın güçlü , kendine güvenli bir gelecek duygusu vardı ve
bunu dengeleyen her şeyin çok hızlı aktığından duyulan kay
gıydı. Titanic her ikisini de temsil ediyordu. Hans'ın Berghof a
gelmeden önce mühendislik okumuş olması ve orada geçirdi
ği ilk aylarda Ocean Steamships (Okyanus Buharlı Gemileri) ad
lı bir kitap okuyor olması çok isabetlidir. Hastalardan biri olan
Settembrini, hastaların yaşam:yla bir okyanus gemisinin yolcu
luğunu kıyaslar ve Mann'ın bunu sembolik amaçlı kullandığı
düşüıp.ülürse, bu yorum savaş öncesi Avrupa'ya da uygulanabi
lir. Ra hatlık, lüks, baştan çıkarıcı kısmetin yarattığı kibir ve ya
ı �
banıl öğelerin de etim altına alınması, insan ruhunun başarı
sı; "kaos karşısın a uygarlığır. zaferi" idi fakat kıskanç tanrılar
hızlı bir intikam abilir ve lüks gemiyi fe kete sürü eyebilir
ı
di. Hans'a şunu s ruyordu: Aklı arzulara eda edecek eri içine
·
23 A.g.e. , s . 356-357.
1 74
5
Hız
1 75
bir piskopos, hem denizde hem de karada aşın hız için "çılgın
�
ca a zuyu" suçluyordu. Diğer bir eleştirmen "sürat çılgınlığını
ve � za kayıtlannı" değerlerrliriyordu .4 George Bemard Shaw,
Londra Daily News and Lettda yazdığı bir mektupta, buzul tar
lasına bilerek tam gaz daldı�ı için Titanic'in kaptanını eleştiri
yordu. joseph Comad, English Review'a yazdığı öfkeli makale
de, gelecekte buharlı gemilerin kırk deniz mili hıza ulaşmasıyla
ve her hava koşulunda okyanusu yanp geçmeleri durumunda
daha fazla sorun yaşanacağı tahmininde bulunuyordu.
Büyük transatlantiklerin kibri ve insan yaşamı pahasına hız
rekoru peşinde koşulması, esrarengiz bir önsezi romanı olan
1 898 tarihli Futility'nin konusuydu . Modernliğin sembolü olan
ve "uygarlığın ortaya koyduğu tüm bilimsel, profesyonel ve ti
cari" bilgiyi bünyesinde barındıran, yüzen en büyük gemi
nin hikayesiydi. Tasarımcıları, çarpışma anında bölümlerin
otomatik olarak nasıl kapatılacağını bulmuştu ve "pratik ola
f
rak batması imkansız" diye reklamı yapılıyordu; aynca yasa
nın ifin verdiği en az sayıda cankurtaran sandalını taşıyordu.
Sahipleri, her ha ·. a koşulunda azami süratte gidebildiğini du
1 77
İnsan duyarlılıkları ve toplumsal ilişkilere etkisi, Maurice
Lebl�nc'ın, bisiklet üzerine 1 898 tarihli Voici des ailes i roma
nında, etkili bir biçimde değerlendiriliyordu. Kitabın kapağın
daki resimde düğmelenmemiş gömleği kemerinin üzerinde yı
ğıldığı için göğüsleri açık, saçları rüzgarda dalgalanan, el bi
leklerinde bağcıklar uçuşan ve kanatlı bir bisiklette pedal ba
san kadın , kitaptaki iki evli çiftin bir bisiklet turu sırasında
yaşadıkları cinsel, sosyal ve uzamsal özgürleşmeyi simgeliyor
(Resim 3 ) . tık günkü turun sonunda Pascal, arkadaşı Guilla
ume ye , hiçbir şey bisikletin canlandırıcı uğultusu kadar hız
'
�
du fa�at bisiklet, ona daha hızlı iki bacak vererek vücudunu de
ğiştiı!yordu . "Bu 1insan ve at gibi iki ayn şey değil. Bir insan ve
'
makine yok. Da a hızlı bir insan var. " Yan yana bisiklet sürer
lerken nihayet G illaume'nin karısına aşkımı ilan ediyor ve "ka
natla;rımız var" d ye bağırıyordu - önceki şehir hayatlarının dar
uzamsal çerçevesinden, yanlış evliliklerinin kısıtlayıcı sosyal
çevresinden, korse ve dar giysilerin fiziksel cenderesinden ve
cinsel ahlaklarının duygusal sınırlamalarından kaçmak için. 1 2
1 890'larda hayalleri araba ele geçirmişti v e 20 . yüzyılın ilk
yıllarında da en önemli ulaşım aracı haline geldi. Fransa'da
12 Maurice Leblanc, Voici des ailesi, Paris, 1898, s. 19, 65, 77, 108, 145, 147.
1 78
M A U R I CE L EB L A N C
OES
o
hl
r t: N r. T
PARI ,
13 Octave Mirbeau, "La 628-E8", Paris, 1908, s. 6-7, aktarıldığı kaynak Pdr Berg
man, "Modemolatria" ve "Simultaneita" , Uppsala, lsveç, 1962, s. 1 7.
14 Değinildiği kaynak; William Plowden, The Motor Car and Politics 1 896-1 970,
Londra, 197 1 , s. 47.
15 The Times, Londra, 14 Nisan 1914, s. 6.
1 80
lu Hildebrand Harmsworth'un şoför tarafından kullanılan ara
bası bir çocuğu öldürünce kamuoyunda büyük bir öfke oluştu.
Araba yolculuğunun sıkınulan ve verdiği rahatsızlıklar azım
sanmayacak kadar çoktu. Yayalar ve bisiklet sürücüleri, araba
ların arkasından kalkan toz bulutunun içinde kayboluyorlardı
ve bu toz bulutu marul üreticilerinin ürünlerini de yok ediyor
du. Yolun kendisi zaten toz olduğu için vergi mükelleflerinden
şikayetler yükseliyordu. The Condition of England ( 1 9 19) kita
bında C. F. G. Masterman, "tüm kırsal bölgeler boyunca yan
şan, çarpışan ve yırnnan" otomobillerle ilgili protestosunu dil
lendiriyordu.
Hiçbir şey, motorları çalıştıran ve çok çeşitli faaliyetleri hız
landıran kablonun içinden akıp giden elektrik kadar hızlı de
ğildir. llk elektrikli tramvay, 1879 yılında Wemer Siemens ta
rafından Berlin'de faaliyete sokulmuştur; Amerika'da ilk hat
Baltimore-Hampden arasında, 1 885 yılındadır. 1 6 Bloom'un
Dublin'inde kamusal hayatın olağan akışına damga vuranlar gi
bi;şehrin içinde süzülerek dolaşırlar. Elektrikli Londra metro
su 1 890'da tamamlanmışur ve izleyen on yıl boyunca her yer
de elektrikli raylar çoğalır. Birleşik Devletler'de 1 890 yılında
1 ,26 1 mil uzunluğundayken, 1902 yılında 2 1 ,290 mile çıkar. 1 7
1900 P aris Dünya Fuan'nın ziyaretçileri, Otis'in yürüyen mer
divenine ve yaya trafiğini hızlandırmak için Fransızların tasar
ladığı yürüyen kaJdınma hayran kaldılar. Telefon, iş görüşme
lerini hızlandırdı ve hisse senetlerinin likiditesini artırarak ve
fon amşlannı hızlandırarak, Wall Street'in gerçek ulusal finans
merkezi haline gelmesini sağladı. 1907 yılında, yüksek miktar
da para çekilmesi tehdidiyle karşılaşan birkaç bankaya, telefon
üzerinden 25 milyon dolar kredi verenj . P. Morgan mali bir pa
niğin önüne geçti. 1 8 1895'te Niagara Şelalesi'nde kurulan elek-
1 81
trik santralı, suyun akışını, daha da hızlı olan elektrik akımına
çevirirken, hayatın akışını, hatta bazılarına göre hayatın temel
süreçlerini dönüştürüyordu . The Fortnightly Review'da yayınla
nan bir makale, elektriğin tarımsal ürünlerin büyümesini hız
landırarak tarımsal verimi arurabileceğini öne sürüyordu. 1 9 Bu
kuram, Brüksel'de kurduğu Fizyoloji Enstitüsü'nün açılış se
minerinde, Belçikalı kimyager Emest Solvay tarafından derin
leştirildi. 20 Nobel ödüllü kimyager Svante Arrhenius'un, çocuk
gelişiminde elektrik uyansımn etkilerini araştırdığı çalışmasıy
la, bu kurama duyulan ilgi doruk noktasına ulaştı. Yüksek fre
kanslı alternatif akım taşıyan kabloların yer aldığı okuldaki bir
sınıfa bir grup öğrenci yerleştirdi. Altı ay sonra "elektrikle yük
lenmiş çocuklar" kontrol grubuna kıyasla yirmi milimetre fazla
uzamıştı. "Kendilemi kaptıran öğretmenler" , "yetilerinin hız
landığını" rapor ettiler.21 Bazı araştırmacılar yaşamsal süreçleri
hızlandırmak için elektrik kullanırken, bazıları ela ölümü hız
landırmak için kullanıyordu; L888'de New York'ta idam yeri
ne ele*trikle ölüm yasalaştı. 1890'cla, New York hapishane yet
kilileri hükümlü �ir katili infaz etmek için ilk defa "elektrikli
sandalye" kulland lar fakat işlem umulduğundan çok daha ya
vaştı. Ilk verilen a ım adamı <!ldürmedi ve belli bir gecikmey
le ikinci akım veri di. Her şey sona erdiğinde sekiz dakika geç
mişti; elektrik de esiyle teıruE ettiği noktalarda oluşan kesik
lerden dolayı kurb n kana bulanmıştı; bölge savcısı götyaşla n
na boğulmuştu; bi tanık baygınlık geçirmişti ve herkes dehşet
içindeydi. Bir N York Times muhabiri "iğrenç bir görüntü " ,
"idamdan çok daha kötü" diye yazacaktı.22
1
1 85
bridge daha sonra bu tekniği, bir sepeti almak için eğilen kadı
nın zarafetini yakalamak için kullanmıştır; Gilbreth, tuğla alan
işç İlerin hızını artırmaya uygulamıştır. Teknolojik bağ sine
madır: Muybridge ve Marey, hareketli resme ulaşmanın yolu
nu aramaktadır; Gilbreth film kamerasını kronosiklograflar el
de etmek için kullanır; film kompozisyonu için kullanılan te
rim, "montaj " , bütünleyici parçaların bir araya getirilerek ürü
nün oluşturulması anlamına gelen Fransızca kavramdır; aşa
ğı yukarı 1 9 1 2 yılında Kübistler, "Kübist Sinema"32 denemele
rine başladılar; Fütüristler, sinemanın ortaya koyduğu kinetik
görsel sanat konusunda yeni olanaklardan esinlendiler. Marcel
Duchamp, "tüm hareket düşüncesi, hız düşüncesi havada" di
yordu ve kendi Nude Descending a Staircase (Merdivenden inen
Çıplak) tablosunda, kronofotoğraf ile sinemadan esinlendiğini
onaylıyordu .33 Modem zamanların makineleşmesi, düzensizli
ği ve aceleciliği sinemada yeniden üretiliyordu.34
Bu yeni araç için kullanılan isim, etkisini de belirliyordu: Ha
reketli resim. Dönen yansıtım makinesi görüntülerin hareketini
perdeye yansıttı. 1 896 yılında Lumiere'nin kameramanlarından
M. 1A . Promio, Venedik Büyük Kanal'da hareket halindeki bir
tekheden çekim yapmayı afili etti.35 Yaratıcı kurgu ile Griffith'in
son dakika kur uluşları ya ela çok daha sakin tempolarda, birbi
rinden uzak ye ler arasında gidiş-gelişler türü eylemler çok da
ha hızlı gerçekl iyordu. Hikaye mekanları, sahneler arasındaki
geçiş aralıkları ızında değişebiliyordu ve erken dönem filmle
rinde saniyede ·' 6 kare çekilip 24 kare gösterildiği için, titreşen
*1
pe ede aktörlerin kendileri de aceleci bir görüntü kazanıyor-
32 �
Standish D. La der, sinemanın Kübistler üzerindeki etkisini ve onların daha
sonra bu alandjlki çalışmalarını belgeler, The C�bist Cinona, N tw York, 1975,
s. 2 1-25. 1
33 Aktaran Katherine Kuh, Break-Up, New York, 1966, s. 48.
34 "Does Everything Go by Jerks? " başlıklı fazlasıyla spekülatif bir makale, ev
rendeki tüm süreçlerin, devamlılıktan ziyade sonsuz derecede küçük hareket
parçacıklarından oluşmuş olabileceğini ileri sürüyordu. "Maddenin olduğu gi
bi enerjinin de 'atomları' vardır ve muhtemelen zaman 'atomları' tüm sürelilik
lerin akışkan değil, hareketsel olmasına sebep oluyor. " Aynca, buna göre doğa
"dev bir film makinesi" olabilir. Bkz. The Literary Digest, 13 Nisan 1912.
35 Rudolf Amheim, Film as Art, New York, 1933, s. 165-166.
1 86
lardı. Sinema hareket çabukluğunu bu şekilde abarttığı için ba
zı aktörler gerçek hayattakinden çok daha yavaş hareket ederek,
sonuçta normal tempo kazanmak istiyorlardı. 36 Bir eleştirmenin
iddiasına göre, tiyatroda, ilgiyi canlı tutmak için yüksek tempo
gerektiren melodramlara gösterilen ilginin azalma nedeni, ey
lemi yoğunlaştırabilen ve sahnede mümkün olandan daha hızlı
sunabilen sinemanın rekabetiydi. "Heyecan ve soluksuzluk his
sini, olağan bir melodramın oluşturamadığı hız sağlıyordu. " 37
Bazı film yapımcıları kasıtlı olarak hareketi hızlandırarak özel
etkiler yaratmak istiyorlardı: Goncanın saniyeler içinde çiçeğe
dönmesi, haftalar süren tırtılın kelebeğe dönüşümünün birkaç
dakikaya sığdınlması. 38 Camarvon'da öğleden sonra saat dört
te gerçekleştirilen Galler Prenslik töreninin, aynı akşam saat on
da Londra'da gösterimi için kullanılan; filmlerin banyo edilmesi
ve nakledilmesi için, bir vagonu karanlık odayla donatılmış özel
bir ekspres trenin kullanılmasıyla, 1 9 l l'den sonra, sinema ha
berciliği büyük ölçüde hızlandı. 39
Bu "çekimler" izleyicilerin gözlerini kamaştırdı. Erwin Pa
nofsky, sinemanın eğlenceli olmasının temelinde, konusunun
değil "ama şeylerin hareket ediyor görünmesi gerçeğinin yarat
tığı katıksız haz" olduğu sonucuna vardı. 40 Erken dönem izle
yicileri, en basit hareket eden bir cisimle kendilerinden geçi
yorlardı: Niagara Şelalesi, engel atlayan atlar, fabrikadaki işçi
ler, istasyona giren tren. Deneyimsiz izleyiciler, gelmekte olan
trenden sakınmak için koltuklarına gömülüyorlardı. 1 899'a ge
lindiğinde artık Kinetoskop [sinema makinesi - ç.n. ] roman-
1 87
larda yerini almışu; Frank Norris'in McTeague'si, perdede gel
diğini gördüğü kablolu vagondan "şaşkına dönmüştü. "41
Fransız Kübist ressam Fernand Leger, sinemanın ve genelde
teknolojinin etkisini, sanatçıların estetik duyarlılıklarına ve iz
leyen halka dayandınyordu. 1 9 1 3'te, hayatın "geçmişe göre da
ha parçalı olduğunu ve daha hızlı hareket ettiğini" ve insanla
rın bunu betimleyebilmek için daha dinamik bir sanat aradı
ğını öne sürdü. Sinema ve renkli fotoğraf, temsili ve popüler
konulan resmetmeyi gereksiz kıldı. "Daha evvel M. Detaille'e
ait bir süvari akınının önünde ya da M. J. P. Laurens'den tari
hi bir manzaranın önünde ağzı açık bakarken gördüğümüz iş
çi sınıfından, müzelere giden az sayıda insan aruk yoktu çün
kü sinemadaydılar."42 Hareket araçlarının değişimi, insanla
rın bakışını ve sevdikleri sanat türünü etkiledi: "Bir 18. yüzyıl
sanatçısına kıyasla modem insan, yüzlerce kez daha fazla du
yusal izlenim kaydediyor. "ı3 Karayolunda seyreden bir aracın
yan camından ya da ön camından görünen manzara parçalıdır;
fakat yüksek hızda devamlılık kazanır, upkı sinemanın dizi fo
toğraflardan süreklilik yaratması gibi. Leger bu yeni dinamik
1
ler , figür çalışmalarına ya da manzara resimlerine makine ben
zen öğeler kata· ak tepki verdi; resimlerinde neredeyse makine
lerin metalik s ' leri duyuluyordu.
1 9 1 5 yılında Pirandello'nun yarattı�ı bir karakt�r, Leger'in
resimlerinden rlamış gibi duruyordu. Romanı Shoot The No
tebooks of Sera no Gubbio, Cinematograph Operator'ın anlaucı
sı, \çinde yaşad! ğı "gürültülü ve baş döndürücü" dünyanın ve
kulJ.andığı film kamerasınır. özelliklerini içselleştirmişti. "Çok
.
tan ' beri gözleriJ!n ve aynı zamanda kulaklarım, alışkanlığın zor
lamasıyla, bu mekanik yeııXlen üretimip hızlı, titrelf ve tıkırtı
�
lı maskesiyle h r şeyi görüyor ve duyuyor. " Mesleğiyle özdeş
leşmesi öylesine bütünsellik kazandı ki Gubbio sonunda kim-
41 Frank Norris, McTeague, 1899; yeniden basım New York, 1964, s . 85.
42 Femand Leger, "The Origins of Painting and Its Representational Value" ,
1913, Cubism, yayına hazırlayan Edward F. Fry, New York, 1966, s. 1 2 1 .
43 Fernand Leger, " Contemporary Achievements in Painting" , Functions in Pain
ting, yayına hazırlayan Edward F. Fry, New York, 1973, s. 1 1 .
1 88
ligini kameraya kaybetti: "Var oluşum sona erdi. Şimdi benim
bacaklarımın üzerinde o yürüyor. Tepeden urnağa ona aidim:
Ekipmanlarından bir parçayı oluşturuyorum. " Bu özünü-inkar
fantezisi şöyle doruğuna ulaşıyor; "kafam burada, makinenin
içinde ve onu ellerimde taşıyorum. "44
Sanatçılar metafor ve fantezi aracılığıyla teknolojinin insan
deneyimi üzerindeki etkilerini betimlemeye çalıştılar. Leblanc,
insan ve açık yollarda kanat çırpan bisikletin birliğini tahayyül
etti; Leger, insanları ve makineleri silik metalik formlarda bir
likte eritti ve Pirandello kafası kameranın içinde kaybolmuş bir
karakter yaratu. Fütüristler kafalarını yeni teknolojiye takarak
kaybetmişlerdi ve ilk defa Marinetti'nin dile getirdiği "yeni hız
estetiğini" yere göğe sığdıramıyorlardı. "Diyoruz ki yeni bir gü
zellikle dünyanın ihtişamı daha da artu; hızın güzelliğiyle. Ka
portası, güllelerin üzerinde gidiyormuş izlenimi yaratan, geniş
borularla bezenmiş bir yarış arabası, Victory of Samothrace'dan*
daha güzeldir. . . Mesafenin ve ıssız yalnızlıkların, kibar ayrılık
hasretlerinin eski şiirini yok etmek için mekanikle işbirliği yapı
yoruz ve bunların yerine her yerde bulunmanın ve her yerde bu
lunmayı sağlayan hızın trajik lirizmini koyuyoruz. "45 Marinetti,
hız methiyelerini maalesef savaş boyunca da sürdürdü ve izleyi
cilerinin çoğunu kaybetti. 1 9 1 6 yılında "yeni hızın dini-ahlakı,
özgürleştirici büyük savaşımıza başladığımız bu Fütürist yılda
doğmuştur", deyince; halk, dinin çöküşü, ahlaki aşınma ve ma
kineli tüfek ateşinin öldürücü temposu ile ilgili düşüncelere yü
zünü çevirdi. Hızlanan hayaun arabesk vadileri boydan boya ke
serek nehir kıvrımlarını düzleştireceği, Danube'nin bir gün düz
bir hat izleyerek saatte 300 kilometre hızla akacağı fantezileriy
le, abartmakla delilik arasında gidip geliyordu.46
1 89
Marinetti'nin süslü dili, zaman zaman birçok Fütüristin is
teklelrinin ötesine geçse de, o:ıun ilkeleri sanatlarına ilham kay
nağı �e kuramsal çerçeve oldu. 1 9 1 2 yılında Balla, hareketi res
metmeye başladı. tık konusu . Dynamism of a Dog on a Leas h'de
ki sosis köpekti ve sahibinin yanında hızla koşuyordu (yukarı
da Resim 2) . Rhythm of a Violinist çalışmasında bazı farklı ha
reketleri -titreşen teller, kayan yay, sapı kavrayan sol el ve ses
titreşimlerinin havada yayılması- eşzamanlı olarak resmedi
yordu . Girl Running on the B alc o ny 'nin hızı resmedişi, köpe
ğin ya da kemanın hareketinden daha iyi değildi ama bu resim
le birlikte, somut hareketten soyut harekete geçmeye başlıyor
du . Dönen etek ve koşan bacakları yansıtıyordu ancak kızın ha
reketi yayılmıştı ve ardıl biçimler birbirine eşti aynca ölçü , bi
çim, kompozisyon ve renk bakımından aynı şekilde betimle
niyordu . 1 9 1 3 yılında Balla, kırlangıçların uçuşunun ardıl aşa
malarını yansıtan bir dizi resim yaptı. Marey'in kronofotoğraf
nin
f:
lan gibi kanat kanat üstüne :>iniyor ve kesintisiz uçuş zinciri
1f1
lkalan gibi diziliyorlardı. The Swifts: Paths of Movement +
Dyndmic Sequenc s ( 1 9 13) fü soyut harekete adım attı. Şemati
; f
ze edilmiş kuşlar herhangi bir yön olmaksızın, tuvalin her ye
rinde kanat çırpı orlardı ve dalgalı ve aydınlık uçuş yollan hem
�
1 1
oluşturdukları d , kuyu birbirine bağlıyo hem de kes ntiye uğ
ratıyordu. Balla claha sonra otomobil res· leri yapın ya başla-
dı fakat güçlükle nınabilir biçimlerde. ızla birlikte arabanın
camlan döndürü en bir elmas yüzeyi gibi parlıyordu ve dönen
teke�lekler bir g ç girdabına dönüşüyordu. Birine verdiği isim,
·
1 90
Unique Forms of Continuity in Space çalışmasını üretti (Resim
4) . Amacını da ifade edip, resim ve heykelin sanatsal sorunla
rına kısmi çözümler üreterek, birkaç yıl bu eser üzerinde ça
lıştı. 1 9 1 0 manifestosunda Fütürist hedefin "güç, onur, heye
can ve hız etrafında dönen hayatı ifade etmek" olduğunu be
yan etti. Sanatçı sabit bir anı değil dinamik hareket duygusu
nun kendisini betimlemeliydi.47 Boccioni, Bergson'un göreceli
hareket (dışarıdan bildiğimiz) ve mutlak hareket (içeriden sez
diğimiz) arasında yaptığı aynına ilgi duymuştu; fakat sanatçı
nın her ikisini tek bir imgede birleştirebileceğinde ısrar ederek
ona karşı çıktı. 1 9 1 4 tarihli manifestonun başlığı, tartışmayı bir
denklem olarak ortaya koyuyordu: "Absolute Motion + Relati
ve Motion Dynamism" (Mutlak Hareket + Göreceli Hareket
=
1 93
fotodinamizmin özensizliğini reddeder. Bergson'un göreceli ve
mv tlak hareketini bağdaşnrmaya çalışmış, Nietzsche'nin tüm
de � erleri yeniden kuran üstüninsam gibi, geleneksel şekil ve
oranlan aşan bir modem insan imgesi yaratmışttr. Bu heykelle,
hız kültürü en anlamlı ifadesini bulur.
�
�
lerinden yükselmeye başlayan yeni ragtime müziğinin [kesik
te polu caz -: ç.n. ] enerjik akışı, baskı ve duygusal özgürlük
patlaması ar • nda, iş ritinleri ve coşkulu bir şenlik arasında
f �
gidip gelerek, merikalı s�yahlann eğlenceli ve umutlu yönü
nü ifade eder. 1 897 yılına ait ilk ragtime bestesinin ünü Ame
rika'da ve A . pa'da hızla yayıldı. Ad ilk temsi "lerinin pej
mürde görüm'i şlerinden (ragged app arance) ka naklamyor
olabilir; fakat daha büyük ihtimal, se koplu rit " nin düzen
.
siz hareketin dFn ve bunu:ı gelenekseE zaman -da . açık söy
lersek parçala�mış zaman- üzerindeki etkisinden kaynaklı ol-
1
so l Genel bir tek roloji ve kültür araşurmasında Werner Sombart, iki-yönlülüğü
makinenin ri lmi ile ilişkilendirdi; müziğin "gergin ve aceleci" ritmi ile kent
hayaunı; şeh q.n "kau, soğuk, ;evgisiz" niteliği! ile çağının "aceleciliği ve gürül
tülüsünü" ; bUz . "Technik und Kultur" , Archiv für Sozialwissenschaft und Sozi
alpolitik, 23, 191 1 , s. 342-34i.
51 Ritim duygumuzun kökenine v e işe uyarlanmasına dair çalışmalar da vardı.
1894 tarihli öncü bir makale, birkaç olası kaynak belirliyordu: Dünyanın yö
rüngede ve kendi etrafında dönüşünün kozmik ritmi ; gebelik, regl, nabız, ne
fes, uyku gibi yaşamsal ritimler; yürüyüş ve bir atın toynak seslerinin ritim
leri; bkz. Thaddeus Bolton, "Rhythm" , The American]ournal of Psychology, 6,
1894, s . 145-238. Aynı zamanda bkz . Margaret Kiever Smith , "Rhythmus und
Arbeit" , Philosophische Studien, 16 , 1900, s. 71- 133.
1 94
masıdır. Temponun akışı dengeliydi fakat akıcı bir şekilde iler
leyen ritmik çeşitlemeler de vardı. En benzersiz yönü, zayıf za
manı belirginleştiren ve oompah aksanı -bas ritim örgüsünün
kesilerek tizin vurgulandığı ve daha da heyecan verici olarak,
nefes duraklarıyla ritmin tamamen kesildiği "durma zamanı"
ile ani "kopuşlar"- vurgulayan ağır senkoptu. 1 899 tarihli rag
time klasiği Maple Leaf Rag' de Scott j oplin, ritimde sık atlama
larla -ki bunların hepsi dört-vuruşlu dengeli akış ya da senkop
lu marş temposunun içinde oluyordu- ustaca gerilimler yaratı
yordu. 52 Vuruşlarındaki incelikle, duraklamalarında ve beklen
medik aksanlarındaki tereddütle, parmaklar bir sonraki vuruşu
bekleyemiyormuşçasına canlandırılmış hızlarla, ivecen biçim
de ilerliyordu. Çağdaş müzik eleştirmenleri, Ragtime ve yaşam
tarzı arasındaki muhtemel bağlara işaret ettiler. 1 9 1 5'te yazdı
ğı makalede, bir eleştirmen şöyle diyordu: "Ragtime'la çocuk
larımız dans ediyor, halkımız şarkı söylüyor, askerlerimiz yü
rüyor. " Amerikan toplumunun " fiili huzursuzluğu" üzerine
1 9 1 4'te yayınlanmış bir makalede Walter Lippmann, "ragtime
ile aşık olup ragtime ile ölüyoruz" diyordu.53
1 900'ler civarında, New Orleans'ta siyahlar diğer bir müzik
türü yarattılar . Dengeli bir tempoya hapsolan ragtimedan farklı
olarak caz, tempoda sürekli yenilikler ve çeşitlemeler yaparak,
özgür bir rubato" stilini mümkün kılıyordu . Kazandırdığı ye
ni orkestra ses rengi, ritmik düzensizliği dayatıyordu. Saksafo
nun vahşi çığlıkları ve komonun boğuk ciyaklamaları, pek aşi
52 William ]. Schafer ve johannes Riedl, The Art of Ragtime, Baton Rouge, 1973,
s. 9, 10, 58-59; Rudi Blash ve Harriet janes, They Ali Played Ragtime, Londra,
1958, s. 3-23.
53 Hiram Kelly Moderwell, "Ragtime" , New Republic, 16 Ekim 1915, s. 286, akta
rıldığı kaynak Edward A. Berlin, Ragtime: A Musical arul Cultural History, Ber
keley, 1980, s. 5 1 ; Walter Lippmann, Drift arul Mastery: An Attemp to Diagno
se the Current Unrest, New York, 1914, s. 2 1 1 .
( * ) Tempo rubato (İtalyanca çalınmış zaman anlamındadır) , müzik icrasının ifa
de ve ritminde özgürlük anlamına gelir - ç.n.
1 95
hayatın çabukluğuna özellikle ayak uyduruyor gibiydi. Adının
�
an amına dair spekülasyonlardan birine göre "caz" , hız anlamı
na,1 gelen argo bir ifadeydi. �
Konser müziğinde geleneksel ölçülerden kopuşun doruk
noktası, Stravinsky'nin Le Sacre du pnntemps'indeki ritmik pi
rotekniklerdi. 1 9 1 3 yılında, açılış gecesinin izleyicileri şaşkı
na döndü. llk dansı kahkahalarla kestiler, daha sonra bağırma
ya başladılar ve bir süre sonra dansçılar müziği duyamaz hale
geldi. Stravinsky durumu şöyle anlatır: "Tüm performans bo
yunca, kuliste Nijinsky'nin tarafındaydım. Bir sandalyenin üze
rine çıkmış, 'on altı, on yedi, on sekiz' diye haykırıyordu - za
man sayımı için kendi yöntemleri vardı"55 elbette. izleyicilerin
şamatası olmadığında bile karmaşık ritimlerin icrası aşın dere
cede zordu. Kompozisyon boyunca sıklıkla ölçü farklılaşıyor
du. Danse sacrale ile vanlan doruk noktasının ilk otuz dört öl
çüsünde yirmi sekiz kere değişiyordu. Bu final bölümünde tüm
t
or estra vurmalı çalgıya dönüşüyor; bangır bangır korno se
i
si, 1 yaylılann pjzzicato çalınması, üflemelilerin ıslıklan ve bun
ları domine e n timpani, bas davul ve zil hep birlikte ilkel bir
ritim çalarak, endi ölümıine doğru eğilip bükülerek, kurban
edilmekte ola . dansçıya eşlik ediyorla dı.
:
Kederli yakarıblar, gıyabi rkğ endi eler, tehdi ·r tınılar
la . o rtaya konJ ian, yeni hızın sorgulanması, modernitenin ka
h
ra lık yüzünÜı, ortaya çıkardı. Psikiyatri terminolojisine "nev
l.
1
rasteni" (sini ' zafiyeti) tanısal kategorisini kazandıran Geor
ge M . Beard, 88 1 yılında American .fervousness çalışmasını
.
1
yayınladı ve ıJıyatın gideıek hızlanan temposu ile bunun kö
tü sonuçlarını literatüre soktu . Beard'a göre, telgraf, demir
yollan ve buhar gücü iş adamlarının verili bir zaman dilimin-
1 96
de, 18. yüzyıla kıyasla, "yüz defa" fazla işlem yapmalarına yol
açıyordu: Rekabet ve temponun artması, aralarında nevraste
ni, nevralji, sinirsel sindirim bozukluğu , erken dönem diş çü
rükleri hatta erken kelliğin bulunduğu bir sürü vakamn artışı
na neden oluyordu. 56 Sir james Crichton-Browne'in 1 89 2'de,
ileri yaş üzerine yazdığı makalede yer verdiği, 1 859- 1 863 ve
1 884- 1 888 dönemleri arasındaki karşılaştırmalı ölüm istatis
tikleri büyük ilgi topladı. İngiltere'de önceki dönemde kalp ra
hatsızlıkları 92. 181 kişiyi öldürmüşken; sonraki dönemde bu
sayının 224. 1 02'ye çıktığını tespit ediyordu . Kanser ve böb
rek hastalıklarının yol açtığı ölümler de benzer bir artış göste
riyordu ve bunları modem hayatın gerilim, heyecan ve kesin
tisiz hareketliliğine bağlıyordu .57 Max Nordau bu istatistikle
re, suç, delilik ve intihar artışlarındaki benzer sonuçlan da ek
leyerek, insanın yozlaşması konusundaki hararetli matemi da
ha da alevlendiriyordu. Şimdiye kadar hiçbir zaman, diyordu ,
icatlar "her bir bireyin hayatına bu kadar derin, bu kadar acı
masız girmemişti" ve sonuç; sinir sisteminin çözülmesi, vücut
dokusunun yavaş yavaş yıpranmasıydı. "Okuduğumuz ve yaz
dığımız her bir satır, gördüğümüz her insan çehresi, ettiğimiz
her sohbet, pencereden uçuşunu gözlediğimiz her uçak, duyu
sal sinirlerimizi ve beyin merkezlerimizi faaliyete geçirir. Hatta
bilinçle algılanmayan, tren yolculuğunun küçük şokları, bü
yük şehir caddelerindeki kesintisiz gürültü ve çeşitli görüntü
ler, gelişen olayların sonucuna dair kaygılarımız, daima gaze
teyi, postacıyı ve ziyaretçileri bekleyişin maliyeti beynin yıp
ranmasıdır. Nordau kültürel kuruntularına rağmen, Beard'ın
yaptığı gibi, insanın birim zamanda sadece belli sayıda algı
sal izlenim edinebileceği varsayımını izlememiştir. İnsanların
kendilerine yönelen taleplere, eğer kademeli uyum göstermek
için yeterli süre varsa, yanıt verebileceğine inanmıştır. Ancak
modemi tenin gelişi çok hızlıdır. "Babalarımıza vakit kalmadı.
ı
tış il� bin yılın enerjisinin, birikmiş rezervlerin hızla harcandığı
uyarisını yapıyoı;-du: "Daha hızlı seyahat edebilmek için, dün
yada kaldığımız üre içerisinde, üzerinde seyahat ettiğimiz yo
lu yakıyoruz. " 60 1 iman yazar Willy Hellpach bu kaygılan ün
.
lü Nervositat un , Kultur ( 1 902) tıbbi çal masında talogladı.
Beard'ı izleyerek, sinirlilik çağının başlan cını 1880 larak ilan
etti ve "olağan zihinsel süreçlerde çok bü
törlerin, ulaşım ve iletişimdeki hızlanma a dahil, sta dart baş ·
r
melik karşılıklı acele konuşmalar. Sorular ve cevaplar anlam
sızca birbirine karışıyor . . . Biri, hareket halinde yemek yiyor. 66
�
B r yıl içinde, · bir peçete dmaya zaman olmayacak. Bu , kon
trolden çıkmış, ızla savaşa giden Avrupa'nın bir karikatürü.
Stefan Zweig yeni teknoloJiden önce, Avusturya'daki ço
cukluğunun ya aş tempolt ve güvenli . dünyasını nımsıyor
du. "Sınıfların belirgin ve geçişlerin ses iz olduğu b r dünyay
dı, aceleciliğin olmadığı bir dünya. " Yet" kinler yav yürüyor
du ve ölçülü bir aksanla kouuşuyorlardı çoğunluğu erken yaş
ta şişmanlamış*. Babasının merdiven! · hızlı çıkt ğını ya da
herhangi bir işi l! fark edilebilir bir telaşla yaptığını hiç hatırla
mıybrdu. "Hız, fadece görg'isüzlüğün işareti olarak değil ama
aynı zamanda g � reksiz gördüyordu; zira dört bir yanını çevi
ren sayısız küçü� güvenlik donanımına fahip istikraflı burjuva
dünyasında beklenmedik bir durum asla olmazdı. . . Makinele
rin, otomobillerin, telefonun, radyonun ve uçağın yeni hız rit
mi henüz insana geçmemişti; zamanın ve çağın başka ölçütle
67
ri vardı. "
66 Robert Musil, The Man Without Qualities, 1930; yeniden basım New York,
1966, s. 6, 7, 30.
67 Stefan Zweig, The World of Yesterday, Lincoln, Nebraska, 1964, s. 25-26.
200
Ancak birçok yazar, dört bir yanı çeviren eski çitlerin yıkılı
şını memnuniyetle karşıladı ve hıza yaşamsallığın, deneyim im
kanlarının çoğalmasının sembolü ya da taşralılığın çaresi ola
rak olumlu yaklaştı. Fütüristler gibi bazıları, onun etkisine öy
lesine kapılmışlardı ki tek yönlü olumlu değerlendirmelerinde
küçük farklılıklar bile yoktu. Daha temkinli bir daman temsil
eden Fransız psikiyatr Charles Fere, yaşamın ivecen temposu
nu küçümseme modasına karşı çıkarken, aktif olan ve rekabet
le karşılaşan zihinlerin sinirsel çöküşlere daha dirençli olduğu
nu , değişik uyanlarla başa çıkmada , tam da bu uyanlar daha
karmaşık hale geldikçe, daha ehilleştiğini öne sürüyordu. Ço
ğu çöküşün, uzun yıllar süren zorlu çalışma hayatının sonun
da aniden boş kalınca ortaya çıktığına kanıtlar sunuyor ve zih
nin, aşın kullanımdan ziyade kullanılmamaktan; aşın kültür
den değil cehaletten sağlık kaybına uğradığını savunuyordu. 68
Aynca, ulaşım ve kamu güvenliği alanındaki gelişmeler saye
sinde, yalnız, çağdaş bir kadının uzun bir yolculuğu daha az ça
ba ve heyecanla, yüzyıl öncesinin tepeden tırnağa silahlanmış
ihtiyatlı bir adamına kıyasla çok daha kısa sürede yapabileceği
ne de işaret ediyordu.
Yeni hız teknolojisine hayranlık duyanlar arasında, yine de
bir çağın sona ermesinin üzüntüsü vardı. Octave Uzanne'in La
Locomation a traverse le temps, les moeurs et l'espace ( 1 9 1 2) ki
tabı buna iyi bir örnektir. Uzanne, yol boyunca geçen atların
yavaş ritmik nal seslerini, yokuş çıkarken soluk soluğa kalışını
özleyecekti; fakat yine de "hızın ateşiyle" sürükleniyordu. Oto
mobil, diyordu , sınıf engellerini ortadan kaldırdı ve bölgecili
ği azalttı. Berlin-Bağdat gibi ve Sibirya Ekspresi gibi "görkemli"
uzun demiryollan, uluslararası anlayışı geliştirdi. Coşkusunu ,
övgülerle ve ölçüsüz metaforlarla ifade ediyordu. "Yurttaş, yer
altı treniyle bir köstebek; arabasıyla bir antilop, yıldırım ve top
mermisi; uçağıyla kartal, serçe ve albatrostur. " Modem hayat,
"şaşırtıcı bir başkalaşım" geçiriyor ve "bizi uzamda sürükleye
rek kısa bir zamanda çok çeşitli izlenim ve imgeler birikmesini
400-413.
201
�
sa layan hızlı devinim, hayata bereket ve benzersiz bir yoğun
�
lu katıyor." Burada, Bea�d'ın doğası gereği patojenik buldu
ğu, Nordau'nun sindirilemeyecek kadar hızlı olduğunu düşün
düğü yeni uyarıcılar sağanağında, Uzanne'in gördüğü, giderek
yoksunlaşan rutinlerden ve bezginlik veren gündelik hayat tek
rarlarından kurtuluştu.69
Yeni teknolojiye gösterilen birçok tepki arasında felaket ha
bercileri, hız savunucularına kıyasla, daha tutkulu ve sayıca
çok görünüyorlar. Ancak protestoları etkili olsa da, dünyanın
defalarca hızı yeğlediği gerçeğini değiştiremez. insanlar telefo
nun hayatlarına zorla girmesinden şikayet etse de nadiren on
suz olabilir ve hayatlanm olabildiğince çok sayıda zaman ka
*
taq akattır zira deneyim diyalektiğinde zıtlar birbirine bağlıdır
ve l ne zaman bir dinamik önemle vurgulansa, bilinçdışı karşı
akımlara bak mız gerekir. Eğer kişi yirmi yıl boyunca işe atla
giderse ve son a otomobil ıcat edildiğinde onunla gitmeye baş
larsa, bunun e isi hem bir hızlanma h m de yavaşl ma olacak
tır. Yeni seyahlıt şekli tartşmasız dalı hızlıdır ve kişinin bu
nu hissedişi de öyledir. Ancak bu hızl nma, daha nceki seya
hat araçlarını hiç olmadıkları bir şeye önüştürür yavaşa- fa
kat aslında daJia önce bir �re gitmeni en hızlı yol olmuştur.
Birdenbire eskt den kullancığı at demode hale gelmiştir. Bu an
tjı
la da, Zweig için babasının merdivenleri çıkışı özellikle yavaş
ya da uyuşuk �larak görülmemiştir - o zaman hayat böyledir.
Ancak yıllar sdııra tarihin akışı anıları111 dönüştül"Üf ve babası
nın yürüyüş �rzı, "Güvenliğin Altın Çağı"nın simgesi haline
gelir. Dolayısıyla, daha geniş dünyada otomobilin ve tüm hız
landırıcı teknolojilerin etkisi iki yönlüdür: Fiili varoluş tempo-
69 Octave Uzanne, La Locomotive a traverse le temps, les moeurs et l'espace, Pa
ris, 1912, s. vi-vii, 244-247, 304. Emile Magne, Zola'nın 1885 tarihli Btte hu
maine sinden sonraki, yeni makine estetiğini olumlayan birçok kaynağı ince
'
202
sunu hızlandırır, geçmiş yılların anısını ve herkesin kimliğinin
ayrıntılarını daha yavaş bir şeye dönüştürür.
Hatıraların nostaljiye dönüşme potansiyeli, ancak değişimler
kıyaslama yapmaya imkan verdikten ve geçmiş geri döndürüle
mez biçimde kaybedildikten sonra ortaya çıkar. Okyanus yol
culukları buharlı gemilerin tekeline geçince, yelkenli gemiler
güvenilmez ve kısıtlı değil ama muhteşem ve endamlı görülme
ye başlar. Uçak kazalarına gösterilen çağdaş tepkilerin uçak se
yahatinin tüm ulaşım araçları içinde en güvenli olduğu gerçe
ğini perdelemesi gibi, Titanic'in batması da hızın değerine da
ir ortaya sorular atılmasına ve daha yavaş seyahatin erdemleri
nin hatırlanmasına yol açmıştır. Hızlı otomobillerin dumanın
da boğulan bu öfke, yaya ya da at arabasıyla seyahat etmenin
yavaşlığından şikayetlerin arasında yok olmuştur. Modern işçi
lerin "verimsiz" üretim günlerini eski güzel günler olarak has
retle anmasının nedeni, kesinlikle bilimsel verimlilik uygula
masının güçlüklerinden sıkıntı çekmeleridir. Marinetti gibi her
bir hız severe karşı, nehirlerin olduğu gibi akmasını ve üzerin
de motorsuz teknelerin amaçsızca salınmasını tercih eden bin
lerce kişi vardır. Tuna'nın hızlandırılmasını önerene kadar, ya
vaşlığı onlara hiç de güzel görünmemiştir. Ayrıca, hayatın hı
zını etkileyen tüm teknolojiler içinde, farklı hızların ayırt edil
mesi konusundaki toplumsal bilinci en fazla artıran erken dö
nem sineması olmuştur. tık film gösterme cihazları el ile dön
dürme koluyla çalıştığından, hiçbir iki gösterim birbiriyle aynı
hızda seyretmemiştir. Sinematograf operatörünün yaratıcı dür
tülerine göre hız, sahneden sahneye değişir ve orgu çalan ki
şiyle film operatörü arasındaki uyum konusunda daha da fazla
düzensizlik ortaya çıkar. izleyiciyi memnun etmek için aniden
tempoyu artırarak, beklenmedik duraklama ve hızlandırmalar
la diğerini bozar ve rahatsız ederler.
Yüzeyde bir anlaşma vardır: Taylorizm ve Fütürizm, yeni
teknoloji, yeni müzik, yeni sinema dünyayı aceleci hale getir
miştir. Ancak aşağıda ters akıntılar vardır. insanların yeni tek
nolojilere uyum göstermesiyle birlikte eski hayatlarının tem
posu ağır çekim gibi görünür. Hızlanan gerçeklik ve daha ya-
203
vaş geçmiş arasındaki gerilim, söz konusu hız öncesinin güzel
güıtlerine duygusal methiyeler düzülmesine sebep olur. Bu çağ
h1* çağıdır fakat sinemada :>lduğu gibi, her zaman tek tipte hız
lanmamışnr. Tempo önceden kestirilemez ve dünya, ilk dönem
izleyicileri gibi, dönüşümhi olarak baskı alnnda kalır ve esinle
dolar, korkar ve mest olur.
204
6
U za m ı n Doğası
j
ori yargı olduk nnı varsaydı. 19.yüzyıl' başlannda asile fizi-
·
206
tikti; Lobatchewsky'ninki ise hiperbolik. Bu alternatif uzaınsal
yüzeyler, üçgenin açılar toplamının kesinlikle 180 derece oldu
ğu iki boyutlu Öklid geometrisinin düzlemsel yüzeyiyle çeli
şiyordu. Yüzyıl sonuna gelindiğinde başka matematikçiler her
tür uzam için geometriler geliştirmişlerdi - bir simit, bir tüne
lin içi, hatta şerit perde gibi bir uzam için.2
Paralel önermesi, Öklid'in zayıf noktasıydı. 1621 gibi erken
bir tarihte Sir Henry Savile, bunu sistemin içindeki bir kusur
ilan etti ve sonrasında çoğu matematikçi, ispatsız kabul edilebi
lecek, yeterli açıklıkta bir önerme olarak görmedi. Bu nedenle,
Lawrence Beesley'nin Titanic'in batışını ele alırken, sanki doğal
hayat düzeninin simgesiymişçesine, paraleller yasasına gönder
me yapması ironiktir. Bir kurtarma filikasından, geminin gece
ne kadar güzel olduğunu anlatır; bu güzelliği deniz yüzeyiyle
lomboz ışıklan şeridinin oluşturduğu "korkunç açı" bozmakta
dır. "Yara aldığını gösteren başka hiçbir şey yoktur; sadece bu
basit geometrik yasanın -paralel çizgiler 'her iki yönde de son
suza kadar kesişmezler'- açıkça ihlali."3
Öklidci olmayan geometrinin uzamları yeterince şaşırtı
cı değilse, hiçbir geometrinin ele almadığı başka yeni uzam
lar da vardı. 1 90 1 'de Henri Poincare görsel, dokunsal ve motor
uzamlan saptadı ve bunların her biri duyusal makinenin fark
lı bir bölümüyle tanımlanıyordu . Geometrik uzam üç boyut
lu, homoj en ve sonsuz iken; görsel uzam iki boyutlu, hetero
jen ve görsel aJanla sınırlıydı. Geometrik uzamda nesneler de
forme olmadan hareket ettirilebilir; fakat görsel uzamdaki nes
neler, gözlemci ile arasındaki mesafe hareket ettirilerek değiş
tirildikçe ebat olarak büyür veya küçülür. Motor uzam, hangi
kasın onu kaydettiğine bağlı olarak değişir ve dolayısıyla "kas
larımızın sayısı kadar boyutu vardır. "4 Benzer bir yaklaşımla
207
Mach, görsel, işitsel ve dokunsal uzamlar tanımlıyordu ve bun
�
lar d yusal sistemin farklı bdümlerinin duyarlılığına ve tepki
*
zama lanna göre değişiyordu. Bu uzamlar, geometrik uzamın
"doğal" gelişiminin fizyolojik temellerini oluşturuyordu . Si
metrinin bedensel bir kaynağı vardı, aynca Kartezyen geomet
rinin pozitif ve negatif koordinatlan bedenimizin sol ve sağ or
yantasyonundan türüyordu. Yüzey anlayışımız kendi derimiz
le ilgili deneyimimizden kaynaklıydı. "Deri uzamı" diyordu
Mach, "iki boyutlu, sonlu, ölçu.süz ve kapalı Riemanncı uzamın
benzeşiğidir. " Temel ölçü birimlerini ifade eden "ayak" , "adım"
gibi terimler anatomik kökenlerini açığa vurur ve dolayısıyla
"uzam nosyonlan, fizyolojik organizmamızdan kaynaklanır. "5
Öklid'in tarif ettiğinden farklı olarak iki ve ü ç boyutlu uzam
lann olduğu aynca uzam deneyimimizin öznel olduğu ve ben
zersiz fızyolojimizin türevi olduğu görüşleri çoğunluk için ra
hatsız ediciydi. Bu yaklaşımlara yönelik, belki de en ünlü eleş
tiri V. 1. Lenin'den geliyordu ve 1 908 tarihli Materialism and
Empi "to-Criticism kitabında, ı:zamın çoğullaştınlmasına, uza
mın n�snel bir gerçeklik deği. ama bir anlama biçimi olduğu
f.
yönündeki "Kant " yaklaşıma, Mach ve Poincare'nin "gerici"
felsefelerine "yete ," diye hayknyordu. Lenin, mutlak uzam ve
zamandaki nesnel maddi dünyayı savunmanın müca e lesini
di; bu dünyanın 1 �
yaparken, rüzgara rşı tenteyi tutmaya ça an bir ada gibiy
arksizmin remeli olduğf na inanıyo , aynca
matematik ve fızik eki yeni gelişmelerin oıia yönelik tehdidin
den kqrkuyordu . u, uzmanlık alanının dışında bir alana uza
t
nan bi adaının �hcup edici pedormansıydı; fakat görünüşte
soyut bu düşüncen)in somut sonuçlan ve siyasal arka planı hak-
kında fikir veriyordu. 1 1
Lenin "Uzam ve ı Zaman" bölümüne, maddeci duruştl ortaya
koyarak başlıyordu: Maddenin, insan zihninden bağımsız ola
rak içinde hareket ettiği bir uzam ve zamanın varlığı, nesnel bir
gerçeklikti. Bu yaklaşım Kant'ın zaman ve uzamın nesnel ger
çeklikler değil ama anlama biçimleri olduğu görüşüyle çelişi-
209
nı oymaktadır. Bogdanov'a göre, diye suçluyordu Lenin, "çeşit
li uzam ve zaman biçimleri, insan deneyimlerine ve algısal ye
teneklerine uyum gösterirler. "8 Bu formülasyon, Lenin mad
deciliği ile iki açıdan çelişir. Çoklu uzama başvurması tek uza
nım evrenselliğine karşıdır ve söz konusu farklı uzam ve za
man biçimlerinin insanın deneyimine "uyum göstermesi" de,
Bogdanov'u, hem Mach hem de Poincare'nin genetik bilgi fel
sefesi ile birleştirir.
Lenin Bogdanov'un sosyal görececiliği ile mücadele ederken,
çok daha önemli bir görececilik kuramı Einstein tarafından ge
liştiriliyordu. Klasik fizik bilgisine, Michelson-Morley deneyi
nin nega tif bulgularını uydurmaya çalışan fizikçilerin yaptığı,
seramik zemine fındık gömmeye çalışan sincaba benzer. Lo
rentz, "esir akımı" yönünde seyreden ışık demeti için, deneyin
mutlak zamanla uyumunu sağlayacak kadar bir zaman genleş
mesi öngörüyordu. George Fitzgerald da, mutlak uzama tutun
mak için benzer nitelikte bir orta yol izliyordu. Eter akışı yö
nünde ya da ters yönde hareket eden ışık için, aynı mesafeyi
çapr� veya tersi yönde kat eden ışık demetine kıyasla, genle
afı
şen z anı telafi edecek kadaı esir akımında, deneyde kullanı
lan aparatın kolla nın aslında kısalacağını varsayıyordu. Ein
stein, hem Fitzger ld'ın kısalmasını hem de Lorentz'in uzama
sını bir kenara ata ak, bunların yerine göreceliliği önerdi. 1905
tarihli özel kuram a uzam, yan-perspektifsel bir çarpıtma ola
rak yeniden tanı lanıyordu. Kısalma, aygıtın moleküler yapı
�
sında erçek bir eğişim değil ama hareketli bir referans sis
�
temin en yapılan gözlemin }Ol açtığı çarpıtmaydı. Bu pers
pektif etkisi aşina l olunan perspektiften farklıydı; zira görme
nin kendisinden k�ynaklanmıyordu ve izl�nen hareke �li nesne
J
gözlemciden ne ı dar uzak olursa olsun gerçekleşecekti. Asıl
,,
21 0
anlamı yoktu . 1 9 1 6 yılında Einstein şöyle açıklıyordu: "Mut
lak 'uzam' kavramından tamamıyla uzak durmalıyız, dürüstçe
kabul etmeliyiz ki bu kavramdan hareketle en küçük bir fikir
oluşturamayız ve onun yerine, 'sabit bir referans cismine göre
celi hareket'i koyuyoruz. "9 Genel görecelilik kuramıyla birlik
te, evrendeki tüm maddelerin oluşturduğu tüm çekim alanla
rını hareketli referans sistemleri sayısına eşitlemek için, uzam
sayısı, hesaplamaların ötesinde bir artış gösterdi. 1920'de Ein
stein kabaca şöyle özetliyordu: "Birbirine göre hareket halin
de olan sonsuz sayıda uzam vardır. " 1 0 Allahtan Lenin bu sırada
durumu fark edemeyecek kadar devrim yapmakla meşguldü.
Fen bilimciler soyut uzanım heterojenliğine uyum sağlama
ya çalışırken, doğa bilimciler canlı organizmaların yapısını ve
uzamsal konumunu keşfe koyuldular. 1 90 1 'de Rus fizyolog
Elie de Cyon, uzam deneyiminin fizyolojik kökenleri konusun
da yirmi yıllık deneylerinin sonuçlarından hareketle, Öklidci
geometrinin "doğal" temeli üzerine bir makale kaleme aldı. 1 1
Hipotezi, uzam duygusunun kulaktaki yanın çember kanalla
rından kaynaklandığıydı. lki kanallı hayvanlar sadece iki boyut
deneyimliyordu, bir kanallı olanlar ise bir. İnsan üç boyut de
neyimliyordu; çünkü dik düzlemli üç kanala sahipti ve üÇ bo
yutlu Öklid uzamı, bu kanal konumlarının belirlediği fizyolo
jik uzama karşılık geliyordu. Bu deneylerden hareketle Cyon,
uzam duygusunun yaradılıştan olmadığı ve Kant'ın, zihnin a
priori bir kategorisi olduğu yönündeki kuramının yanlış oldu
ğu sonucuna varıyordu. Yaradılıştan olan sadece yanın çember
kanallarıydı ve uzam duygumuz onlardan türüyordu ve onlara
bağımlıydı. Bu iddiaların, özellikle de Kam'a yönelik saldırının
cüretkarhğı önemli sayıda akademik eleştiriye yol açtı; 1 2 fakat
bu durum Cyon'u yıldırmadı ve kuramını genişletmeyi sürdür
dü. 1908'de, zaman duygusunun da yanın çember kanallarına
9 Albert Einstein, Relativity, New York, 196 1 , s. 9.
10 A.g.e. , s. 139.
11 E . De Cyon, "Les Bases naturelles de la geometrie d'Euclide" , Revue philosop
hique, 52, Temmuz-Aralık 190 1 , s. 1 -30.
12 Louis Couturat, "Sur les bases naturelles de la geometrie d'Euclide" , a.g.e. , s.
540-542.
21 1
bağlı olduğunu savladı.13 Sonraki yıl, vardığı sonuçlar bir ku
ramsal biyoloji klasiğinde, jacob von Uexküll'ün Umwelt und
lnnenwelt der Tiere çalışmasında yer buldu.
Uexküll, biyologların kendi dünyalarında doğru bildikle
ri her şeyi (doğa, dünya, gökyüzü, uzamdaki nesneler) bir ke
nara bırakmalarını ve belirli bir organizmanın fiili olarak dene
yimleyebildiği çevre parçasına odaklanmalarını istiyordu. Tüm
hayvanlar aynı çevrede yaşasalar da her birini çevreleyen ken
di dünyaları vardı (Umwelt) . Her tür, dış dünyaya kendine öz
gü bir tepki veriyordu ve bu tepki onun özel iç dünyasını yara
tıyordu (Innenwelt). Basit hayvanlar (lower animals) uyarıcıla
ra d o laysız tepki veriyordu. Sadece, görme organına sahip ge
lişmiş hayvanlar (higher animals) doğru bir uzam duygusu ge
liştirebilirdi. Beyinleri, çevreleyen dünyayı sadece dolaysız te
masla değil ama aynı zamanda çevrede bulunan nesneleri ve
uzamsal ilişkileri görerek tanıyordu. Bu yansıyan dünya ya da
karşı-dünya (Gegenwelt) , her bir sinir ve kas sistemi türüne gö
re farklılık gösteriyordu. Böylelikle, iç-dünyalar, çevre-dünya
r
lar e karşı-dünyalar her bir hayvanın "kuruluş planına" göre
değişiyor ve far ı uzam dwguları oluşturuyordu.
Uexküll, Cy n'un kuramını değiştirdi ve tüm hayvanlar ale
mine genişletti Vardığı sonuç, gelişm�miş de olsa. tüm hay
ıhı
vanların uzam uygusunun benzersiz r olojilerinJ göre fark
lılaştığıydı. Her ' birinin kendine özgü b dyutları varcb , hatta tek
hücreli hayvanı uzam duygusunun bile. Amibin uzamı sınır
lıyqı ancak bu 1u derinlemesine detaylandırarak, "en canlı sa
l
nat eseri" olarak niteledi. Hayvan ihtiyaçlarının ve yapısal dü
r
zenlerinin oluş rduğu yaratıcı güce atfettiği değer, Darwin'in
doğal seçilim kuramını eleştirmesine yp l açtı. " Ço hu insanın
inandığı gibi, d pğanın ha)l"anları uyu ;t. göstermey� zorladığı
doğfu değildir, tersine hayvanlar ihtiyaçlarına göre kendi do
ğalarını oluştururlar. " 14 Bu kalabalık dünyalar ve yaşayan tür-
13 E. Von Cyon, Das Ohrlabyrinth als Organ der mathematischen Sinne für Raum
und Zeit, Berlin, 1 908, bölüm 7.
14 Jacob von Uexküll, Umwelt und Innenwelt der Tiere, Berlin, 1 909, s. 195. Bu
bulgulannı daha sonra genişletmiştir, Bausteine zu einer biologischen Weltans
chauung, Münih, 1 9 1 3 .
21 2
ler arasında, göremediğimiz daha yüksek dünyalar ve üstün bo
yutlar da olabileceği varsayımında bulunuyordu, tıpkı amibin
gökyüzündeki yıldızlan görememesi gibi.
Türoluşsal (phy logenetic) yelpazeye saçılmış olan farklı
uzamsal yönelimli bütünsel dünyaların varlığının belirtilme
si insanın benmerkezciliğine bir meydan okumaydı. Diğer bir
karşı çıkış sosyal bilimcilerden geldi. Maceracılar ve araştırma
cılar uzun süredir dolaşıp dünyanın kabuğunu kaldırarak di
ğer topluluklarla ilgili bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı fakat
her zaman, bulduklarını modern Batılı dünyanın uzamına gö
re yeniden kuruyorlar, hiçbir zaman akrabalık örüntüleri ve
ergenlik törenlerinde olduğu gibi uzamın da topluluktan top
luluğa değişebileceğini düşünmüyorlardı. Durkheim'ın, uza
mın sosyal göreceliliği ve heterojenliği tezi, temel deneyim ka
tegorilerinin sosyal kökeni üzerine genel kuramının bir bölü
müydü. 1 5 Primitive Classification'da, Sir ]ames Frazer'a atfedi
len sosyal ilişkilerin insan kavrayışında içkin olan mantıklı iliş
kilere dayandığı kuramına karşı çıktı. Tam aksini iddia ediyor
du; mantıksal kategoriler sosyal kategorilerden türüyordu ve
uzam da bunlardan biriydi. Bunu örneklemek için, Zuni Kızıl
derililerini anlattı. Zuniler uzamı yediye ayırıyorlardı: Kuzey,
güney, doğu, batı, zirve (zenith) , en alt nokta (nadir) ve mer
kez. Bu, sosyal deneyimden türetilmişti ve tüm nesneler ona
aitti. Rüzgar ve hava kuzeye; su ve bahar batıya; ateş ve yaz gü
neye; toprak ve buz doğuya aitti. Farklı kuş ve bitkiler de, tıpkı
hayat enerjileri gibi belirli bölgelere aitti. Kuzey pelikan ve tur
nanın, pırnal meşesinin, güç ve yıkımın bölgesiydi. Vardığı so
nuç, onların uzamlannın "kabilenin mekanından başka bir şey
olm�dığıydı, sadece gerçek sınırlarının ötesinde sonsuz oranda
genişletilmişti. " 1 6 Uzam iki anlamda heteroj endi: Toplumdan
topluma değişiyordu ve Zunilerde olduğu gibi toplum içinde
değişiyordu, farklı bölgelerin farklı özellikleri vardı.
15 Diğer kategorilerde neden, sınıf, madde, sayı v e güç tartışılıyordu. Bu tezlerin
çözümlendiği hır kaynak; Steven Lukes, Emile Durkheim: His Life and Work,
New York, 1973, s. 436-445.
16 E mile Durkheim ve Marcel Mauss, Primitive Classification, New York, 1970, s .
43-44, 82, 86.
21 3
The Elementary Forms of the Religious Life'ta Durkheim, yi
ne düşünce kategorilerinin sosyal kökenlerine ilişkin genel ku
ramının bir parçası olarak, uzamın heterojen niteliği üzerinde
durdu . Eğer uzam mutlak homojen olsaydı, diyordu, duyum
sal deneyimin farklı verilerini koordine etmek anlamsız olur
du . Uzamda şeyleri tanımlamak için onlann farklı yerleştirile
bilmesinin (yukanya ve aşağıya, sağa ve sola) mümkün olması
gerekirdi; böylece, her toplumda uzam heterojendi. Ancak, bir
birinden farklı uzamlarla ilgili, toplumun tüm fertlerinin pay
laştığı bir kolektif anlayış mevcuttu , dolayısıyla da sosyal kö
kenleri olmalıydı; bu uzamsal sınıflandırmalann yapısal anlam
da sosyal yapılara benzeş olduğunun göstergeleri vardı: "Avus
tralya ve Kuzey Amerika'da, uzamın dev bir daire olarak düşü
nüldüğü toplumlar var çünkü yaşadıklan kampın biçimi dai
resel; bu uzamsal daire tam olarak kabile dairesi gibi bölünü
yor ve onun görünümünü taşıyor. Kabiledeki klan sayısı kadar
çok sayıda farklı bölge var ve bu bölgelerin konumunu belirle
yen de klanlann kamp yerinde işgal ettiği bölge . " 1 7 Durkheim
fü
yer renin yüzeyinde, birbirinden şark halılannın motifleri gi
4
bi ynlan, böyle çok sayıda uzam olduğuna inanıyordu . 1 8 Al
manya'da diğer lbir sosyal bilimci, zamana gömülü uzam çoklu
ğunu gün yüzü · e çıkardı.
17 Emile Durkhei , The Elementııy Fonns of the Religious Life, N ew York, 1965,
s. 22, 32, 489 2.
18 Consciousness nd Society: Tre Reconstruction of European Social Thought
1 1890-1 930, New York, 1 958 çaışmasıncla H. Stuart Hughes, bu neslin, insan
19 Oswald Spengler, The Decline of the West, New York, 1 926, 1, s. 1 74-1 78; 188-
190; H. Stuart Hughes, Oswald Spengler, New York, 1952, s. 78-79.
21 5
sı bu sonsuzluk duygusunu yansıtır. Wagner'in Tristan'ı gi
bi modem müzikler, ruhhrı maddi olanın yükünden kurtarır
v� sonsuz olana yönelmekte özgür bırakır. Son olarak, �odern
çağın sonsuz uzam duygusuna ilişkin kanıt bombardımanına
yer verir: "Kopemik dünyasının bugün sahip olduğumuz gös
terişli uzama doğru genişlemesi; Kolomb'un keşfinin, Batı'nın
tüm dünya yüzeyini kontrol etmesi yönünde gelişimi; yağlı
boya resim ve tragedya-sahnesinin perspektifi; uygarlığımı
zın hızlı ulaşım, gökyüzünü fethetme, Kutup bölgelerini keş
fetme ve dağ zirvelerine neredeyse imkansız tırmanışlar yap
ma tutkusu. "20
21 7
tur. Still Life ( 1 883- 1887) çalışmasında büyük bir vazo, bilim
srd perspektifin izin vere:eğinden daha yuvarlak beyzi ağzıyla
t aynı yatay düzlemde }anında duran diğer vazoya göre ağzı
nın daha açık olmasıyla, iki bakış açısından yeniden kurulur.
Still Life With a Basket of Apples ( 1 890- 1894) çalışmasında, ma
sanın köşeleri farklı gözlem noktalarından görülür ve diğer bi
çimlerle bir denge yaratmak üzere birbirine eklenir. 1 895 tarih
li Portrait of Gustave Geofjroy, oturan kişinin cepheden görünü
şü ile üzerinde hemen hemen hiç perspektifsel küçültme uygu
lanmamış açık kitapların yer aldığı önündeki masanın havadan
görünüşünü birleştirir. Optik olarak imkansız bakış açısı bile
şimleri Cezanne'ın adam1a ve çalışmalarıyla ilgili her şeyi gös
termesini mümkün kılarken aynı zamanda kompozisyonun ge
reklerini de yerine getirebilmiştir. Şekline hayranlık duyduğu
Sainte-Victoire Dağı'nı yüzlerce kez resmetmiştir. Manzaranın
farklı bölgeleri için farklı perspektifler kullanarak, onu uzak ar
ka plandan söküp ön plana yaklaştırmıştır; ta ki daha sonraki
resimlerde, biçim ve uzama hayatı boyunca duyduğu hayran
lıgtn adeta simgesiymişçt:sine tüm cesametiyle belirinceye ka
dkr. O, sana
1
1 ihtiyaçlar.nı karşılamak üzere Aix-en-Provence
bölgesinin ta larını söküp, ağaçlarını temizledikçe, manzarala-
rı modem re " mde çığır a;maktadır.
Cezanne i in tuvalin düz yüzeyindeki biçimlerin kompo
zisyonuna b lılığı birincildir; hacim ve derinliğin alışılagel
miş gerçeğe ygun canlandırılması ise ikincildir.24 Çoğu res
s 'm üç boyu lu uzam yanılgısı yaratmaya çalışırken, Cezan
�
rak, sıklıkla erspektif kuallarını ihl etmiştir
terme tekniklerini hiçbir zaman tüm ·· le terk et
*
n�, resim yüz yinin düzlüğünü önemsemiş ve buna uygun ola
f
gös .�erinliği
emiştir fakat
gerekli oldukı;a ödün vermiştir. Böyl likle, sabit izgisel pers
p�ktifı terk ederek çoklu perspektife geçmiş, uzaktaki nesnele
ri yakın planda olanlar kadar ya da onlardan daha parlak res
mederek, manzarada atmosferik perspektifi ihlal etmiştir ve üst
218
üste binmelerin genel tasarımını bozduğu durumlarda, bazen
bir çömleği paramparça etmiştir. Resimlerin iki boyutlu yüze
yi ile hacimlerin üç boyutluluk özelliklerini bağdaştırmaya ça
lışmıştır ve bu gerilim resimlerinde titreşir. Algılar ve anlayışla
rı da kaynaştırmaya çalışmıştır - şeyleri, tek bir bakış açısından
görmek ve çoklu bakış açısının bileşimiyle onları bilmek. De
neyim bize vazo ağzının yuvarlak olduğunu söyler fakat yan
dan baktığımızda oval görünür. Cezanne iki görsel algıyı çok
lu perspektifle birleştirmiştir. Bu cüretkar yenilikler ancak kes
kin bir uzam duygusuna sahip biri için mümkündür. Cezan
ne'ın, minik bakış açısı değişikliklerine karşı benzersiz duyar
lılığı, 8 Eylül 1 906 tarihinde oğluna yazdığı bir mektupta orta
ya çıkar: "Burada, nehrin kıyısında çok sayıda motif var. Aynı
nesneye farklı bir açıdan bakmak, insanda araştırmak için bü
yük bir merak uyandırıyor ve o kadar çok imkan sunuyor ki
sanının hiç yerimi değiştirmeden, sadece sağa ya da sola da
ha çok eğilerek aylarca meşgul olabilirim. "25 Biçim ve perspek
tifte , başka ressamların ayırt edemeyeceği kuçük farklılıklar,
Cezanne'ı meşgul ediyordu. Marleau-Ponty'nin söylediği gi
bi, "yepyeni bir yöntem izlenimini, görünüm sanatı nesnesi
ni ve bunun gözümüzün önünde kuruluşunu" yaratana kadar
bunlarla boğuştu . "26 Cezanne, nesneleri uzamda şekillendire
rek "gerçekleştirir" ; nesne uzamda belirene kadar ve bizim de
neyim dünyamıza dahil olana kadar gözler görme alanını tarar,
şeylerin etrafında dolaşır. Cezanne için uzamdaki bir nesne, ba
kış açısındaki en küçük oynamalara göre değişen, gören gözün
yaratılan çokluğudur.
Tarihsel yeniden kurguların en büyük yanılgılarından biri
olgtj lann "geçişsel" (transitional) diye nitelenmesidir. Cezan
ne'ın çalışmaları, resim tarihinde gerçekleştirilen eksiksiz kül
liyatlardan biridir ve bu çalışmaları modem resme geçiş olarak
görmek özellikle yanıltıcıdır. Yine de, uzamı canlandırma ko
nusunda yaptığı önemli buluşlar (resimsel derinliğin azaltılma-
25 Yayına hazırlayan john Rewald, Paul Ctzanne Letters, Oxford, 1946, s. 262.
26 Maurice Merleau-Ponty, Sense arnl Nan-Sense, 1948; yeniden basım, Evans
ton, 1964, s. 14.
21 9
sı ve çoklu perspektif kullanımı) 20. yüzyıl başlarında Kübist
ler tarafından daha da ileri taşınmış ve bu nedenle geçişse! ola
rak görülmüştür. Kübistler Cezanne'a olan borçlarını defalar
ca belirtmişlerdir ve daha da radikal uzam tasavvurları yarata
bilmek için onun tekniklerini kullanmışlardır. Çoklu perspek
tif kullanımları, görsel uzamın homojenliğini parçalayan sine
ma ile güçlü benzerlikler gösterir.
Modem resim gibi sinema da bazı yeni ve değişik uzamsal im
kanlar sunmuştur. Tiyatro izleyicileri, eylemi baştan sona değiş
meyen ve tekbiçimli bir uzamda, aynı çerçeve içinde, tek bir açı
dan ve değişmeyen bir mesafeden izlerler. Ancak sinema, uza
mı birçok yönden manipüle edebilir. Kamerayı hareket ettirerek
�
tilen uzam çokluğu, bakş açılarını hızla değiştirmeyi ve uzam
*11 bütünlüğü daha da fada parçalamayı mümkün kılan montaj
ile arnrılır. 2 7 1 Sinema ayru zamanda, izleyicilerin nadiren ulaşa
İ
bilecekleri, ünyadan çeşitli yerleri gösterebilir. 1898'de Viya
nalı bir dokt r, cerrahi midahale için açılan bir kalbin atışlarını
filme alır. mera aynı zamanda, ye X-ışınları ayesinde, in �
:,
san vücudunpn içine balar. 191 3 ta hli ve "The \widening Fi
eld of the M 1 ·ng Picture" başlıklı bir makale, Coılnell Tıp Oku
lu'ndan bir dyoloğun "Röntgensinematografisini" anlanr; bis
:rp.ut subkarb nat ve süt �rışımının bağırsaklardan geçişi sıra
s!mda çekilen ardıl röntgm görüntüleriyle bir film yapmıştır. 28
ı
Kübizmin �ki öncüsü, Picasso ve Braque, Cezanne ve sine
manın yeniliklerini birleştirmiş ve lS. yüzyılda h beri resim
de uzamın c�nlandınlmasında en ön bmli devrimf n yolunu aç
mışlardır. Çizgisel perspektiflerin homojen uzamını terk ede
rek nesneleri çoklu uzamda ve çoklu perspektiften resmeder-
27 Georges Maton:, L'Espace humain: l'expression de l'espace dans la vie, la penste
et !'art contemporains, Paris, 1962, s. 236-242: Standish Lawder, The Cubist Ci
nema, New York, 1975, s. 12.
28 Charles B. Brewer, "The Widening Field of the Moving-Picture" The Centurv
Magazine, 86, 1 9 1 3 , s. 73-74.
220
ken, röntgen filmlerine benzer biçimde, içlerine bakmışlardır.
Picasso'nun ilk Kübist eseri Les Demoiselles d'Avignon ( 1907) ,
cepheden görünen iki figürün, profilden, keskin çizgilerle bu
runlannı canlandınr. Oturan figürün sırn izleyiciye dönüktür
fakat başı cepheden görülmektedir. Delaunay'ın 1 9 1 0- 1 9 1 4 ta
rihli Kübist Eiffel Tower çalışması (Resim 5 ) , Paris yaşamında
kulenin çoklu var oluşunu temsil eder. Şehrin farklı yerlerin
den evler, Noel ağacı dibindeki hediyeler gibi, altına ve çevre
sine kümelenmiştir. Pencereleri her yönden, hatta içinden ona
doğru bakar. Alt bölüm bir köşeden gösterilmektedir ve geride
ki demir işçiliği yan tarafa kondurularak, hem yapının havadar
lığı hem de her yönden görülebilirliği imlenir. Kulenin bir kıs
mı çıkanlmış ve üst bölüm zemine doğru yığılarak yükseklik
ifade edilmiştir. Kule özellikle iyi bir konudur; zira her yerden
görülür ve nesnelerin çoklu perspektifle yeniden düzenlenme
si yönündeki Kübist hedefi simgeler.
Çoklu perspektifle ilgili bir değerlendirme, Kübistleri gele
neksel sanatın zamansal sımrlanndan kurtarmış olduğudur.
1 9 1 0 yılında yazar Roger Allard, jean Metzinger'in Kübist res
mini "zamana yerleştirilmiş sentez öğeleri" diye betimler. 29 Er
tesi yıl Metzinger bir açıklama getirir: Kübistler, "ressama, nes
nenin karşısın:la, belli bir uzaklıkta sabit kalmasını emreden
önyargıyı söküp atmıştır . . . kendilerine konu nesnesinin çevre
sinde hareket etme serbestisi tanıyarak, aklın denetiminde, çe
şitli ardıl açılardan nesnenin somut bir resmini vermeye çalı
şırlar. Geçmişte bir resmin ele geçirdiği sadece uzamken, arnk
zamana da hükmeder."30 1 9 1 3 yılında Apollinaire, Kübistlerin
üçüncü boyutun ötesinde bilim adamlannı izlediği yorumunu
yapar; " oldukça doğal bir yönlendirmeyle . . . uzamsal ölçümle
rin yeni iınkaıılanna kafa yordular ki bu, modem araşnrmala
nn dilinde şu terimle belirtiliyordu: Dördüncü boyut. "31 O dö-
29 Roger Allard, "At the Paris Salon d'Autoınne" , 1910, Cubism, yayına hazırla
yan Edward Fry, New York, 1966, s. 62.
30 Jean Metzinger, "Cubism and Tradition" , 1 9 1 1 , a.g.e. , s. 66.
31 Guillaume Apollinaire, Cubist Painters, 1 9 1 3 ; yeniden basım New York, 1944,
s. 1 3 .
221
Re s i m 5 . Robert Delaunay, Eiffel Tower, 1 9 l 0- l l . Em m a n u e l Hoffm an Vakfı ,
Base l , K u n s t m u s e u m i z n iyle.
nem Fransa'sında dördüncü boyuta yaygın bir ilgi vardı, Kü
bistler bundan ilham almış olabilir.3 2
Kübistler, çoklu bakış açılarını canlandırmaya ek olarak, ge
leneksel derinlik kavramım da gözden geçirmişlerdir. Önceleri
sanatçılar, resmi, nesnenin üç boyutlu uzamda temsil edilmesi
olarak görüyorlardı; ancak modem sanatçılar, resmin herhan
gi bir şey temsil etmesi gerektiği anlayışım reddettiler. Bunun
yerine, ne ise o olmalıydı - düz bir yüzeydeki biçimler kom
pozisyonu . 1 900 yılında sanat eleştirmeni Maurice Denis, mo
dem sanatın bu asli niteliğini ilan etti: "Bir resim -savaş atı,
çıplak kadın ya da bir anekdot olmanın öncesinde- aslında
belli bir düzende renklerin yerleştirildiği düz bir yüzeydir. "33
Kübistlerin başarısı olan bu düzleştirme, kısmen çoklu pers
pektiften kaynaklanırken; kısmen de çoklu ışık kaynakların
dan, havadan perspektifin azaltılmasıyla ve katı ve üst üste bi
nen biçimlerin parçalanmasıyla gerçekleşir. Braque'ın Still Li
fe with Violin and Pitcher ( 1 9 1 0 ; Resim 6) çalışmasında tüm
bu teknikler görülebilir. Keman parçalanmıştır ve birkaç ba
kış açısından görünür. Renkler beyaz, siyah, kahverengi ton
larıyla sınırlıdır ve havadan perspektif kullanılmamıştır. Sert
üst üste bindirmeler, biçim ve derinliği belirtir fakat hangi bi
çimin ne derinlikte olduğunu kesin bir biçimde saptamak im
kansızdır. Işık kaynağı belirsizdir ve farklı yönlere gölge düşü
rür; çivinin gölgesi sağdayken, üstteki katlanmış kağıt sola be-
223
Re s i m 6. Georges B raq u e , Stili Life With Violin and Pitcher, 1 9 1 O.
Bas e l , K u n s t m u s e u m i z n iyle.
lirgin bir gölge düşürür. Bu çelişki, tutarlı bir derinlik duygu
suna da engel teşkil eder. iki ve üç boyutlu uzamla ilgili bir di
ğer çift anlamlılığı, duvardaki pervaz banndınr; bir köşede de
rinlik açıkça görülürken, diğerinde, resmin genelindeki düz
kompozisyona karışır. Cezanne gibi Kübistler de derinliği ta
mamıyla terk etmez fakat azaltarak, ilham kaynaklan olan üç
boyutlu dünya ile sanatlan olan iki boyutlu resim arasında bir
gerilim yaratırlar. Trompe l'oeil tekniğiyle resmedilmiş çivi, bu
yaratıcı gerilimin bir simgesidir. Resimde üç boyutluluğun
dan en az şüphe duyulacak nesnedir ve belirgin bir ışık kayna
ğı ile sunulur; ancak aynı zamanda, resmin düz olduğunu ve
bir kağıt parçası gibi duvara çivilenebileceğini ilan ederek de
rinlik yanılsamasıyla çelişki oluşturur. Resimde üçüncü boyu
tun bağnna saplanır.
Kübistlerin geleneksel resim uzamından kopuşu , 1 9 1 2'de
Gleizes ve Metzinger'in yazdığı bir metnin konusudur. Pers
pektif yakınlaştırma tekniği sadece görsel uzamı kaydeder; fa
kat resmin uzamını oluştururken sanatçı, aynı zamanda izleyi
ci, tüm yetileriyle dünyaya tepki göstermelidir. "Kasılarak veya
genişleyerek resim düzlemini dönüştüren, kişilik bütünlüğü
müzdür. Tepki gösterildiğinde, bu düzlem, sanatçının kişiliği
ni izleyicinin anlayışına yansıtır ve dolayısıyla resimsel düzlem
tanımlanır iki öznel uzam arasında hassas bir geçiş." Modern
-
34 Albert Gleizes ve jean Metzinger, "Cubism", Modern Artists on Art, yayına ha
zırlayan Robert L. Herbert, New York, 1964, s. 7-8.
225
san, modem çağın plüral:zminin ve karmaşasının görsel yan
sı �ası gibi değerlendirdi. Daha 1923 tarihinde Picasso, bu tür
z �rlama eşleştirmelere �rşı edinimlerini savunuyordu : "Da
ha kolay bir yorum uğruna Kübizm, matematik, trigonometri,
kimya, psikanaliz, müzik ve bir yığın şeyle ilişkilendirildi. Tüm
bunlar, eğer saçmalık demeyeceksek, saf edebiyattır ve tek ba
şarısı, insanları kuramlarla körleştirmektir. " 3 5 Bu, Kübizmin,
sanatın içindeki baskı ve çekişmelerden doğduğu konusunda
önemli bir hatırlatmadır. Yine de Kübizm, diğer gelişmeleri et
kilemiş ve onlardan etkilenmiştir. Kronofotoğrafın ve sinema
nın, dolaylı da olsa, Kübistlerin uzam canlandırması üzerinde
ve ardıl bakış açılan kurarak nesnenin zamanda gelişimi duy
gusu yaratına çabası üzerinde, şüphesiz etkisi vardır. X-ışınla
rının, katı cisimlerin içlerini canlandırmasının Kübistlerin yap
tığıyla bir ilgisi olmalıdır. Picasso'nun uyarısına rağmen eleş
tirmenler, Kübizm ile birçok diğer kültürel gelişmeyle koşut
l
luklar kurmayı sürdürdüler. Fritz Novotony'e göre, Kübizm'de
" 4esnelerin gerçekliğe yabancılaşması" , "mekanın gerçek dışı
lıgını" onayla ', an bir kültürün belirtisiydi ve bu salgını yaratan
y
ilişkilendiriy , rdu .37 Pierre Francaste e göre Kü
çağın parçalı µzammın b:r yansıması dı. 38 Max
.
ce'un yazılanqda olduğu �ibi kelimele ·n birlikte
� l
da nihilizmdi. 36 Siegfried ::iiedion, ahlaki ve felsefi meselelerin
çok yönlü ol uğu doğrukusundaki yeni anlayışı la Kübizm'i
zm modem
ozloff, joy-
oştuğu , gra
*
mer kuralları ın gevşemesiyle ilintili örüyordu. 3 Wylie Syp
·
226
Ressamlar ve romancılar, deneyimin boyutlarını yeniden
üretmede birbirine zıt zorluklarla karşılaştılar. Tek bir an ile sı
nırlı olan ressamlar, nesnelerin zamandaki görünümünü res
metmek için çoklu perspektif kullandılar. Bir dizi tekil sahne
ile sınırlı olan yazarlar, nesnelerin uzamdaki farklı görünüşle
rini betimlemek için çoklu perspektife başvurdular. Proust ve
joyce, bu tekniği çeşitli biçimlerde kullandılar.
At arabasıyla giderken Marcel, dolambaçlı yol boyunca yak
laştıkça konumu durmadan değişen, Martinville Kilisesi'nin
ikiz çan kulelerinin görüntüsünden etkilenir. Yer değiştiren
kuleler betimlemesi, Kübist resmin edebi bir benzeridir.41 Hız
la giden trenin penceresinden ardıl güneş doğuşu görünüm
lerini hikaye edişi, resimle olan bağlantıyı dolaysız hale geti
rir: "Pembe gökyüzü şeridini kaybettim diye üzülürken, bu se
fer diğer pencerede, ama bu sefer kırmızı yeni bir görüntüsünü
yakalıyordum ve bu da bir sonraki dönemeçte kayboluyordu ,
böylelikle bir camdan diğerine koşarak bu güzelim kızıllığın,
sürekli değişen sabahın, bir görünüp bir kaybolan ve yön değiş
tiren parçalarını tek bir tuvalde bir araya getirmeye, toplama
ya ve kapsamlı bir görüntü, kesintisiz bir resim elde etmeye ça
lışarak vakit geçiriyordum. "42 Nesnelerin, göreceli olarak kı
sa zamanda gözlenen, böylesi çoklu perspektiflerine ek olarak
Proust'da diğer bir uzam çoğulluğu daha mevcuttur ve bunlar,
önemli olguları:ı geçtiği sahnelerde duyguların eylemiyle za
manın uzatılması üzerinden üretilirler. Marcel yıllar sonra Bois
de Boulogne'a geri dönerek çocukluk günlerinin hazlarını yeni
den ele geçirmeye çalışır. Ancak her şey değişmiştir. At araba
larının yerini motorlu taşıtlar almıştır; kadınlar farklı şapkalar
kul�anmaktadır Uzamın kendisinin de içindeki nesneler kadar
esnek olduğunu fark eder: "Eskiden bildiğimiz yerler, kendile-
41 Marcel Proust, Swann's Way, 19 14; yeniden basım New York, 1 928, s. 258-
26 1 . Martinville kulelerinin Kübist niteliği ile ilgili olarak bkz. Maton\ L 'Es
pace humain, s. 206. Proust ve Einstein'da çoklu perspektif için bkz. Camil
le Vettard, "Proust et Einstein" , La Nouvelle revue française, Ağustos 1922, s.
246-252.
42 Aktanldığı kaynak, Georges Poulet, Studies in Human Time, Baltimore, 1 956,
s. 3 19.
227
rini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait
�
d ğildirler sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbiri
nb bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntü
nün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir ve evler, yol
lar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup gider. " 43 Uzamlar,
değişen perspektiflere, düşüncelere, duygulara bağlıdır ve za
manda şeylerin biteviye dönüşümlerine maruz kalır.
Eşzamanlılık tartışmasmda joyce'un olgulan nasıl yeniden
kurduğunu zaten ele aldık, örneğin "Gezen Kayalar" bölümün
de, tam bir izlenim yaratmak için birçok farklı bakış açısından
irdelemesi gibi. Joyce, farklı boyutlarda aynı anda var olan çok
lu evrenler de tahayyül etmiştir. Bloom kendi evreni hakkın
da düşünür ve Çin kutularında olduğu gibi, her biri diğerinin
içinde kuşatılmış sonsuz sayıdaki evrenlerden biri olarak gö
rür. 57 milyar mil uzaklıkta ve dünyadan 900 kat daha büyük
olan Sirius yıldızını düşünür, daha sonra da 1 00 güneş siste
r
§
mini içine alabilecek olan Orlon nebulasını. Sonra, kendi çev
efinde bulunan sonsuz küçüklükteki evrenleri düşünür, " tek
bir toplu iğne başında, moleküler çekim yanaşımıyla bir arada
f. �
duran; hesapl namayacak sayıda, trilyonlarca milyarlarca mil
yonlarca algı namaz molekülleri" v � " insan serumu evreni
ni bezeyen kı ı ve beyaz gövdeler e onlann luşturduğu ,
.
başka gövdel�ce bezenirken giderek zalan uza lann evren
leri . " Kahramanının yaptığı son hesa ta joyce , e lem için ke
sin, tek konu fu tespit etme alışkanlığıyla dalga geçer. Bloom,
Y3ıtakta Molly'bin yanında yatarken ona gününün nasıl geçtiği
1
�
ni anlatmakta ır: "Dinleyici doğu-güneydoğu yönünde: Anla
tıcı batı-kuzetbatı yönünde: 53. K. Enleminde ve 6. B. Boyla
�
mında: Ekvatora göre 45° açıda. "44 Bu ada, yatar v f iyetteki iki
kafanın ayakl�ra göreceli :>larak konu bıu , tuhaf denizci jargo
nuyla saptanır ve bu da akla bedenlerin uzamdaki konumunun
kesin olarak saptanmasının imkansız olduğunu getirir. Dün
ya üzerindeki kesin konumlannı biliriz ama dünya nerededir?
228
Dahası, bunu bilsek dahi, bu durum söz konusu yer hakkın
da önemli olan bilgiyi ortaya çıkarmaz . Odysseus'un Akdeniz'i,
Bloom'un Dublin'i, 7 Eccles Caddesi'ndeki yatağı asli konum
lar değildir; çünkü gerçek eylem, çoğul uzamlarda, evrende sıç
rayan ve haritacılann düzenli diyagramlannı hiçe sayarak köşe
yi bucağı birbirine kanştıran bir bilinçle gerçekleşir. Edmund
Wilson bu değişken perspektifleri, Avrupa kültüründeki genel
hareketlenmenin bir parçası olarak yorumlar. "Aslında joyce,
insan bilincindeki yeni bir safhanın büyük şairidir. Proust'un
ya da Whitehead'in ya da Einstein'ın dünyalan gibi, joyce'un
dünyası da, farklı gözlemcilerin algılanna göre ve farklı zaman
larda kendi yaptıktan gözlemler arasında sürekli değişir. "45 Do
layısıyla dönemin en yaratıcı iki romancısı, modem edebiyatın
sahnesini, homojen uzamda yer alan bir dizi sabit konumdan,
insan bilincinin değişken hal ve perspektiflerine göre değişen,
niteliksel olarak farklı uzamlar çokluğuna dönüştürürler.
Geometri ve fizikte, biyoloji ve sosyolojide, resim ve ede
biyatta, sadece tek bir uzam olduğu ve herhangi bir şeyi anla
mak için tek bir bakış açısının yeterli olduğu geleneksel anla
yışına saldınlar yöneltildi. Kültürel kayıtlar bazen çok cömert
tir ve kültürel değişim için sayısız veri sunar. Bu dönemde, ek
olarak, "perspektivizm" felsefesiyle bu değişimin yorumunu da
sunmuştur.
Nietzsche üniversiteden aynldıktan sonra akademik düşün
cenin -duyular aracılığıyla edinilen bilginin geçerliliğini red
deden bir Platonculuk; bilginin doğasında olan öznelliğe kör
bir pozitivizm- sığlığını eleştirir. Akademisyenler, "ruha ço
rap örüyorlar"46 diye yazar. Akademinin dışındaki temiz ha
va lle hayata döner ve en plein air ile (açık havada) yeni renk-
1969, s. 23 1 -236.
46 Friedrich Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra, New York, 1954, s. 237.
229
ler keşfeden lzlenimciler gibi, onların üzerine yazabileceği ye
ni felsefi başlıklar ve taze, şiirsel bir dil keşfeder. Pozitivistle
rin, nesnel doğruların gerçekliği inanışlarına karşı çıkarak böy
le şeylerin olmadığında, sadece bakış açılan ve yorumların ol
duğunda direnir, aynca felsefecileri "çeşitli bakış açılarını ve et
kin yorumlan bilginin hizmetine sunmaları" konusunda kış
kırtır. Bu "perspektivizm" felsefesidir ve 1 887 yılında yöntemi
ni beyan eder.
�
bir şey görmeye dönüştüğü aktif ve yorumlayıcı güçler yok;
göze yüklenen saçmalık ve anlamsızlık. Sadece perspektif ba
kışı ar ve sadece perspektifin sağladığı "bilgi'' ; bir şey hakkın
� f
1
da , ha fazla duygunun konuşmasına müsaade edersek, göz
lem! mek için dalıa fazla göz, farklı gözler kullanırsak, bu şey
.
le il , ·li "anlayışırr.ız" , "nesnen · imiz" daha ütünlüklü olur.
Ancak iradeyi topyekun saf dış bırakırsak, r duyguyu askı
ya alırsak, bunu yapabileceğim i varsayalı - bu aklın iğdiş
1
edi l esi olmayacak mıdır?
47 .
230
kesin ve benzersiz olduğu varsayılan gerçeklik . . . yoktur: Bakış
açılan kadar çok gerçeklik vardır. " 48 1 9 1 4 yılında perspekti
fi gerçekliğe dönüştürür: "Tann perspektif ve hiyerarşidir; Şey
tan'ın günahı bir perspektif hatasıdır. Şimdi, perspektifi mü
kemmel yapan bakış açılannın çokluğudur. "49 Rasyonalist ba
kış, uzamın homojenliğini savunur ve buna karşılık Ortega da
gerçeklikle ilgili ne kadar çok perspektif varsa o kadar da uzam
olduğunu öne sürer. 1 9 1 6 tarihli El Espectador dergisinin ilk
sayısında yer alan manifestoda, bireysel bakış açısının geçerli
liğini tekrar teyit eder. Savaşın kendisinin, eylemlerinin geniş
bağlamını göremeyen uluslararası dar kafalılıktan kaynaklandı
ğını ileri sürer. İnsanlar bu "dışa-kapanmacılık" karşısında tep
ki göstermeli ve çok sayıda perspektifi kucaklayabilecek daha
geniş bir bakış geliştirmelidirler. 50
Einstein'ın tarihsel önemi üzerine bir seminerde , Ortega ,
perspektivizmi genel görececilik kuramı ile ilişkilendirdi ve
1 9 1 6 yılında çakışan yayınlanma tarihlerinin zamanın bir işa
reti olduğunu savundu . lki doktrin, tek bir mutlak uzamda
tek bir gerçeklik olduğuna dair eski anlayışın çöküşü anlamı
na geliyordu. "Mutlak uzam yoktur çünkü mutlak perspektif
yoktur. Mutlak olabilmesi için uzamın gerçek olmaktan -gö
rüngülerle dolu olmaktan- vazgeçmesi ve bir soyutlama hali
ne gelmesi gerekir. Einstein'ın kuramı, olası bakış açılan çok
luğundaki uyumun harika bir ispatıdır. Eğer bu düşünce ah
lak ve estetiğe genişletilirse, hayatı ve tarihi yepyeni bir biçim
de deneyimleriz. " 5 1 Etik ve siyasal sonuçlara ilişkin önerme
lerde de bulunuyordu . Avrupa'da banş çökmüştü çünkü her
bir ulus dar görüşlülüğe sıkışıp kalmıştı. İngilizlerin "white
man's burden" [beyaz adamın sorumluluğu ] , Fransızlann "mis
sion civilisatrice" [uygarlaştırma görevi ] , Almanlann "deutsc-
23 1
he Kultur" [Alman Kültürü] anlayışı, aynı kara parçası üzerin
�e farklı bakış açılanydı fakat her bir ulus kendi görüşünü tek
gerçek kabul ediyordu.
Ortega bir kez daha perspektivizmi, Kübizme uygun terim
lerle betimliyordu: "Hakikat, gerçek, evren, hayat . . . sayısız yü
zeylere ve köşelere sahiptirler ve bunlann her biri bireye baş
ka bir çehre armağan eder."52 Kendi felsefesinde birçoklannın
yansısı vardır; ayrıca Rieınann, Lobatchewsky, Mach, Einstein,
Uexüll, Proust ve Joyce'dan etkilenmiştir ya da eşdeğer görü
lür. Onlann, tekil uzam ya da bakış açısını kutsayan geleneksel
anlayış karşısındaki hoşnutsuzluklarını paylaşır. Batı kültürü
ne kök salmış, kibir olduğunu düşündüğü , sadece tek bir bakış
açısının -ister matematikçinin, ister felsefecinin ya da bir ulu
sun olsun- doğru olduğuna inanan benmerkezciliğe karşı çı
kar. Somut deneyimin çeşitliliğinin duyulmasına izin verilir
se, bilgi gelişir ve kültür yükselir. Dünya, "türden türe, halk
�
tan halka , kuşaktan kuşağa , bireyden bireye akarak sonun-
4a kendisine daha da ev.ensel bir gerçeklik kazandıran hayat
�kışlannda" 5� gerçekliği saptayan gözlemci tarafından anlam
� l
landınlır. Bu . tür perspektif felsefesinin, yönsüz, disiplinsiz bir
plüralizme, erhangi bir bakış açısına sahip olmamanın maze
t
retine, dönü e tehlikesi vardır; faka · bu dönem e, Batı kültü
�
·.
232
sıyla da kitlelerle diyalog içinde elde edeceğini düşünüyordu.
Her zaman yanlış anlaşıldığı ve kurduğu temas nedeniyle sürek
li tehdit alnnda olduğu halde, Zerdüşt tekrar tekrar kitlelere dö
ner. Uzamın heterojenliğini savunan söz konusu çeşitli görüş
ler, toplumsal ayrıcalık karşısında toplumsal eşitliğin ve monar
şi karşısında demokrasinin toplumsal ve siyasal terimleriyle her
zaman kendisini tanımlamasa da, özünde çoğulcu ve demokra
tik olan dönemin genel kültürel yöneliminin bir parçasıdır.
00
zitif bir öğe olduğunu ima eder. Terimin kullanımı biraz güç
ancak doğru ve bu dönemin gelişmelerine tarihsel anlam ka
zandırıyor; zira bir zamanlar negatif olarak görülenin arnk po
zitif kurucu bir işlevi olduğunu ima ediyor.
Uzam deneyiminde birincil ve ikincil olduğu düşünülenler
arasındaki eski ayrımların ortadan kalkması, bu yeniden de
ğer atfının sonuçlarındandır. Fizikte maddenin doluluğu ile
uzamın boşlu� arasındaki, resimde konu ile arka plan arasın
daki, algıda figür ile zemin arasındaki, dinin kutsal ve dünye
vi uzamları arasındaki mutlak ayrımların parçalanışı olarak gö
rülebilir. Bu değişimlerin, niteliği her bir durumda değişse de,
aralarındaki çarpıcı tematik benzerlik, hayat ve düşüncenin
metafizik temellerinde bir dönüşüm anlamına gelir.
Democritus zamanından beri bilim adamları, dünyayı katı
madde parçacıklarının oluşturduğuna inanmışlardır. 1 897 yı-
233
lında J . J . Thomson, elementleri meydana getiren daha da te
mel "parçacıklar" keşfettiğini duyurarak, bir çekirdeğin etra
fında dönen bu parçacıklarla (sonradan "elektron" adını ala
caklardır) bir atom modeli geliştirir. 54 Dolayısıyla Thom
son'un atomu, büyük ölçüde boş uzamdır ve maddenin dolu
luğu ve uzamın boşluğu arasındaki klasik ayrımı ortadan kal
dırır. 1 9 1 4 tarihli atomlarla ilgili bir kitap, maddenin "sünger
si" bir yapıda ve "şaşırtıcı biçimde tamamlanmamış" olduğu
nu açıklıyordu .55
Riemann'ın lngilizce çevirmeni William Clifford, 1 876 yı
lında, madde ve madde hareketinin, uzamın değişen eğimleri
nin dışa vurumu olduğunu öne süren bir kuram formüle etti.
Düz bir yüzeydeki " küç ü k tepeciklere" benzer biçimde, mad
de de uzamdaki eğimlerin konumlanışıydı; "bu eğimli ya da bi
çimsiz olma özelliği, dalgalanma yöntemiyle uzamın bir par
çasından diğerine geçer'' ; ve "bu uzamın eğimlerindeki deği
!
şimler, maddenin hareketi olarak adlandırdığımız görüngü ile
& erçekleşendir. "56 1 898'de, Amerikalı felsefeci Hiram M. Stan
ley, fizikçil arasında her şeyi enerjinin farklı halleri olarak
,
görme eğili i tespit etti. Onlar için uzam, epistemolojik bir bi
� i
çim değil a karşıt güç.er arasındaki, onu yok edebilecek bir
varoluş müc delesinin üıünüydü. s talnley'in vardiğı sonuca gö
re uzam, "ş ' lerle dolu değildi, şeyl uzamsald� . "57 Bu sıfatla
vurgulanan, ktif ve kumcu işlevdir fakat çoğu l 19. yüzyıl fi
zikçisi, uza a fiziksel i�levler atfet eyi düşün emişler, do �
layısıyla uza ı dolduran eter adlı bir ortam [maddesi] varsay
xb ışlardır ve bu ortam, tdsiz dalgalan ile X-ışınlan gibi elek
l
tromanyetik görüngüleri taşır. Telsiz üzerine yazılmış bir ki
fu f
tap "doğada utlak katı hiçbir şey" o madığını v ortam lmad- 1
5lf ]. ]. Thoınson, "Cathode Rays", 1897, The World of the Atom, yayına hazırla-
yan Henry A. Boorse ve Uoyd Motz, New York, 1966, s. 426.
55 jean Perrin, Les Atomes, Paris, 1914, s. 226.
56 William Clifford, "On the Space-Theory of Matter", 1876 aktanldığı kaynak,
Max jammer, Concepts of Space: The History of Theories of Space in Physics,
Cambridge, Massachusetts, 1954, s. 1 6 1 .
57 Hiram M. Stanley, "Space and Science" , The Philosophical Review, Kasım
1898, s. 616-6 1 7 .
234
desinin] her şeyin içine girebileceğini öne sürer. 58 Wells'in Za
man Yolcusu'nun, aracının geçtiği yerleri işgal eden katı cisim
lerle çarpışmaktan kaçabilmesini sağlayan, ortam maddesinin
çatlaklarından süzülebilmesiydi. Diğer bir bilim-kurgu yazan
"Y-ışınlan" hayal etmişti ve bu ışınlar maddedeki uzamı artı
rarak katı bir cismin diğerinin içinden geçmesine olanak sağlı
yordu. 59 Böylece uzam, maddenin büyük bir bölümünü oluştu
ruyor ve onu doldurduğu düşünülen madde de enerjinin akta
rımında aktif bir rol oynuyordu .
Fiziksel uzarnın tam anlamıyla hayatiyet kazanması Einstein'
ın alan kuramıyla oldu. 1873'te Clerk Maxwell, elektrik ve ışığın,
mıknatısları çevreleyene benzer alanlarda dalgalar halinde iler
lediği varsayımında bulundu. On beş yıl sonra Heinrich Hertz,
elektromanyetik dalgalan boşlukta yayan araçlar geliştirdi; fa
kat Maxwell gibi o da dalganın hiçbir şeyin içinde nasıl salındığı
m hayal edemediğinden, eter kuramına sadık kaldı. Michelson
Morley deneyinin, eteri tespit etmede başarısız olmasından son
ra bile fizikçiler, düşünülebilir bir ortam maddesi içinde dalgala
rın yayılması konusunda mekanik modeller uydurmak üzere ku
ramlar uydurmaya devam ettiler. Einstein'ın cesaretle bir kenara
ittiği bu modeldir. Özel kuramının ortadan kaldırdığı düşünce,
"elektromanyeillc alanın maddi taşıyıcı ortam olarak ele alınma
sıdır. Böylelikle alan, fiziksel betimlemenin indirgenemez öğesi
haline gelir; bu indirgenemezlik Newton'un kuramındaki madde
kavrarnlaşı:ırmasıyla aynı anlamdadır. " Newton mekaniğine göre
bir ışık parçacığı boş ve durağan uzamda hareket eder. Einstein
mekaniğinde ise alandaki her şey aynı anda hareket halindedir,
uzam dolu ve dinamiktir ayrıca "fiziksel olgularda pay sahibi ol
ma" gücüne sahiptir.60 Bu yeni fiziğe göre evren çeşitli hallerdeki
enerji alanlan ile doludur ve uzamın bir bilardo topu kadar ya da
düşen bir yıldırım kadar önemli olduğu düşünülmelidir.
235
Mimarlık tarihi, çeşitli siyasal, toplumsal, dini ya da tamamıy-
1� estetik nedenlerle, uzamın şekillendirilmesinin tarihidir. Yu
ılan tapınakları ve tiyatr�ları, Roma bazilika ve hamamları, Bi
zans kiliseleri, Romanesk ve Gotik katedraller, Rönesans ve Ba
rok saraylar, kendi dönemlerine ilişkin benzersiz bir uzam anla
yışına sahiptirler ve ilgili sanatsal geleneğin eğitimini almış mi
marlar tarafından bu bilinçle yaratılmışlardır. 6 1 Ancak yüzyıl dö
nümünde mimarlar, yapılarına ilişkin uzam düşüncelerini değiş
tirmeye başladılar. Daha önce uzamı, zemin, tavan ve duvarlar
gibi pozitif öğelerin arasındaki negatif öğe olarak düşünme eği
limindeyken, bu dönemde, uzanım kendisini de pozitif bir öğe
olarak ele almaya başladılar ve aruk farklı şekillendirilmiş "oda
lar" üzerinden değil "uzamı" şekillendirme üzerinden düşünme
ye yöneldiler. Her ne kadar bu değişim aslında mimari tasarımın
doğası üzerine yeniden düşünmek anlamına gelse de, bunu ko
laylaştıran, mimarları ışıklandırma, taşıyıcılık ve havalandırma
1
$
konularında birçok ihtiyaçtan kurtaran üç icat olmuştur.
Elektrik aydınlatmasır.ın öncesinde bile suni ışıklandırma
kullanımın , muazzam bir artış söz konusudur: 1 855- 1 895
� f
yılları arasın a Philadelphia evlerinde ortalama ışıklandırma
kullanımı yi i kat artmıştır. 62 Ancak bu artış büyük ölçüde
yağ ve gaz ya , rak elde edilmiştir ve · ddi mima sınırlılıklar
dayatır. 1 880lerde gaz fitilinin icadı · i yok etti fa t buna rağ
men elektrik fllllpulü hızla pazara eg en oldu v 90'lann or
.
talarında minpriyi ve iç tasarımı kök en değişti eye başladı.
Gazdan daha +z sıcak ve temizdi ve neredeyse istenilen her yere
kcpnulabiliyordu, dolayısıyla mimarlar istedikleri ölçüde doğal
ışık kullanarak, hatta hiç kullanmadan bina yapabiliyorlardı.
�
1 892 yılınd Fransız mühendis Fraıp.çois Hennepique, demir
�
çubuklan çel k olanlarla değiştirerek! ve destekIJre yakın bir
yerde bükereı< takviyeli betonun taşıyıcı kuvvetini artırdı. Bu
nu kendi evinde, binadan kolonlarla dört metre çıkan bir ku-
236
leyi desteklemek için kullandı. Fransızlar, Birinci Dünya Sava
şı'na kadar betonarme mimarisi gelişiminde önderliklerini sür
dürdü; bu yeni materyale düşkünlükleri, anıtsal Majino Hat
tı'nda doruğa ulaşır. Takviyeli beton sayesinde mimarlar, 20.
yüzyıl başlannda, Avrupa'nın ve Amerika'nın her yerinde çar
pıcı biçimler deneme fırsatı buldular ve bu materyal kalıba dö
külebildiği için, yaratılabilecek aykın şekillerin ya da uzamla
nn sonu yoktu. 63
Tümüyle klimalı bir binada ısı, temizlik, nem ve hava akı
şı denetim altındadır. Bunlann dördüne de sahip ilk binanın
hangisi olduğuna dair çelişkiler var fakat 1 903 ile 1 906 tarihle
ri arasında bir zamanda yapılmış olmalı. Reyner Benham, "in
sanlann rahatı için klimalı ilk büyük bina" olarak Belfast, Ro
yal Victoria Hastanesi'ni ( 1 903) tespit eder zira bütün plan çev
resel koşullara uyarlanmıştır. Stuart W. Cramer "air-conditio
ning" (havalandırma/iklimlendirme) terimini ilk kullanan ki
şidir ve 1 904- 1 906 arasında patent alınmıştır. Aslında haya
·ti olan icat, yoğuşma noktası kontrolüdür ve patenti 1 906 yı
lında Willis Carrier tarafından alınmıştır.64 Havalandırma için
yapısal açıklıklar bırakma zorunluluğundan kurtulan mimar
lar, uzamı isteğe bağlı olarak açmaya ya da kapamaya başlarlar.
19. yüzyıldaki sanayi mallan bolluğuyla birlikte, Avrupalılar
uzama saygı duygulannı kaybettiler ve odalar; dekoratif süs
ler ve hatıralar, kuş kafesleri ve akvaryumlar, süslü resim çer
çeveleri, pervazlar, perdeler ve aşın doldurulmuş mobilyalar
la karman çorman oldu. Geniş içsel uzamlar, tamamlanmamış
lığın ya da yoksulluğun göstergesi diye düşünülüyordu. Sieg
fried Giedion'un gözlemlediği gibi, "kasvetli ışıklandırmalan,
ağır perde ve halılan, koyu renkli ahşaplan ve boşluk korkula-
ı
nyla" bu revaçta olan iç mekanlar, "tuhaf bir sıcaklık ve merak
yaşatıyordu. "65 Yüzyıl dönümünde Art Nouveau tasanmlan her
63 Peter Collins, Concrete: The Vision ofa New Architecture, Londra, 1959; Giedi
on, Space, Time, and Architecture, s. 326-330.
64 Banham, Well-Tempered Environment, s. 81-2, 171-78.
65 Siegfried Giedion, Mechanization Takes Command, 1948; yeniden basım New
York, 1969, s. 301 , 390.
237
yeri sardığında, iç mekan tasarımcıları ve mimarlar arasında,
odalardaki anlamsızlıklan ve dış mekanlardaki aşın süslemele
ri: temizlemeye yönelik bir hareket baş göstermişti. 1 895 yılın
cb yazdığı makalede, Britanyalı mimar Charles Voysey, "çoğu
odayı dolduran biçim ve renk koleksiyonlarından" tiksindiği
ni ifade etti. 66 19. yüzyıl anlayışının toplama merakı ve eklek
tizmini eleştirirken, düz }'Üzeyler ve basit, işlevsel yapılar için
çağrı yapıyordu . Almanya'da Friedrich Naumann makine çağı
nın, "dekorasyona tutkun olmayan ve gereksiz süslemeler ta
şımayan" yeni yapılan olarak gemileri, tren istasyonlarını ve
hal binalarını övüyordu. 67 1 908 yılında yazdığı "Omament and
Crime" başlıklı ünlü me tinde, Avusturyalı tasarımcı Adolf Lo
os, erotik mağara çizimlerinin, tuvalet graffitilerinin ve mimari
süslemelerin aynı ilkel güdülerden kaynaklandığını ve çağdaş
dünyada yozlaşmaya ve suça yol açtığını savunuyordu. "Kültü
rel gelişimin, kullanışlı nesnelerin süsten anndınlmasına koşut
ilerlediği" sonucuna varıyordu. 68
Hollandalı mimar Hendrick Berlage, 1 890- 1 903 yılları ara
sında inşa ettiği Amsterdam Borsa Binası'ndaki süslemele
ri i l azalttı. 1 905 yılında , ;ade tasarım estetiğini açıkladı ve
�
1 08'de , geçmiş dönemi:ı süslemeye aşırı ilgisini şöyle yo
rumladı: " 1 9 . I yüzyıl içeriden dışarıya doğru inşayı unuttu ;
gerçekliği gö '- nüşe kurban eden bir cephe mimarisiydi. " Mi
mari, gerçek macının "marn sanatı" _o lduğunu kabul etmeli
dir. Mimarini birincil konusu duvarl�rdan, tavanlardan ziya-
1
66 Charles Voysey, "The Aims ani Conditions of the Modem Decorator", 1895, ak
' taran David <fbhard, Charles F. A. Voysey Architect, Los Angeles, 1975, s. 52.
67 Friedrich Navmann, "Die Ktnst im Zeitaltef der Maschine", , 1904, aktaran
Nicolas Pevsner, Pioneers of Modern Design, ıpndra, 1964, s. � 5.
.
68 ıı Adolf Loos , ·l omament und Verbrechen" , 1908, aktaran Reyner Banham,
Theory and Design in the First Machine Age, New York, 1960, s. 93-94. Loos'un
arkadaşı Karl Krauss, aynı paralelde dili, siyaseti ve toplumu sadeleştirmenin
mücadelesini veriyordu. Die Fackel dergisinin ilk sayısında (Nisan 1899) Kra
uss, programının, "deyim-bilimin engin ufkuna bir drenaj sistemi" oluştur
mak olduğunu ilan etti. Musil'in The Man Without Qualities kitabında Ulrich
kendisini, Viyana ahalisinin aynnulı alışkanlık ve gelenekleri alunda boğulu
yormuş gibi hissediyordu. lnsani ilişkilerden kalıcı bir biçimde uzaklaşırken,
abartılı toplumun ona dayatuğı tüm "niteliklerden" sıyrılmaya çalışıyordu.
238
de onların yarattığı uzamsal muhtevadır. 69 Bu kavramsal de
ğişiklik, Frank Lloyd Wright'ın yazı ve binalarında çok daha
güçlü bir biçimde sergilenir. Buffalo'daki Larkin Soap Com
pany binası ( 1 904) , aslında dışarıya kapalı tek bir odadır. Bu
nun mimarlık tarihindeki rolünü Wright kendisi saptar. Bu ,
"yeni 'içerideki uzam' anlayışının gerçekliğini" gösteren "as
li olumlu yadsımadır. " İçsel mekanları insan ihtiyaçlarına uy
gun olarak titizlikle tasarlanmıştı ve tüm yapının varlık ge
rekçesini ortaya koyuyordu . Wright'ın Unity Temple (Oak
Park, Illinois , 1 906) mimari tasarımında uzam temel öğey
di. Kübik iç kısım, basit çimento blokları ile örülmüş ve süs
süz kalın bir tabaka betondan çatısı oluşturulmuş binanın dı
şından görülebiliyordu . Temel anlayışım, "akla kazınması ge
reken mükemmel bir ODA' dır ve tüm binayı odanın şekillen
dirmesine izin verilmesi gerekir" diye izah ediyordu . Her ne
kadar bu ele alış, uzamı odalar bağlamında düşünen daha ge
leneksel mimari terminolojiyi kullansa da yaklaşımı modern
di zira Wright, uzanım pozitif işlevi ile ilgili kuramı hakkın
da cesur tarihi iddialarım sürdürüyordu: "Modem mimarinin
yeni hakikatiyle -'içinde yaşanacak içsel uzam'- ilgili bildiğim
ilk bilinçli dışavurum Oak Park'taki Unity Temple'dır. Ger
çek uyum ve ekonomik güzellik öğeleri bilinçli olarak plan
lanmıştır ve yeni içsel uzam anlayışının ürünüdür . . . Binanın
her köşesinde özgürlük, aktif durumdadır. Uzam, mimari ta
sarımın asli öğesi olmuştur. "70
Bir bina uzamının uyandırdığı özgürlük anlayışı vurgusu, Al
man felsefeci Theodor Lipps'in estetik kuramını ve Britanya
lı mimar Geoffrey Scott tarafından mimariye uyarlanışım ha
tırlatmaktadır. 1 903'te Lipps, bedenlerimizin bilinçsiz olarak
mimari biçimlerle empati kurduğunu iddia ediyordu. Bedensel
hareketlerimizi sınırlayan dışsal etmenler olmadığında özgür
hissederiz ve geniş açık uzamlara sahip binalar bize bu özgür-
69 Hendrick P. Berlage, Gedanken über Stil in der Baukunst, Leipzig, 1905; Grund-
lagen und Entwicklung der Architektur, Berlin, 1908, s. 46, 68, l l5.
70 Frank Lloyd Wright, "A Testament" ve "An Autobiography" , yer aldığı kay
nak, Edgar Kaufmann ve Ben Raebom, Frank Lloyd Wright: Writings and Bu
ildings, New York, 1960, s . 76, 313, 314.
239
lüğü sağlar.71 1914 yılında, bu kuram temelinde Scott, bir "hü
manizm mimarisi" geliştirdi. Mimarlar insan duygulannı bina
larda yansıtıyorlardı ve hıınun sonucunda bina da fıziksel du
ruşuyla bakanlann hayranlığını kazanıyordu. On beş metreka
re genişlikte ve iki metre yüksekliğinde bir odada kendimizi ra
hatsız hissederiz çünkü özgürlük duygumuz sınırlanır. Bundan
önceki mimarlar eserlerinde uzanım rolünü yok saymışlardır.
"Zihnimizin alışkanlıklan maddeye odaklanmıştır. Bizi meşgul
eden, gözlerimizi esir alan şeyler hakkında konuşuruz. Madde
revaçtadır; uzam sonra gelir. Uzam 'hiçbir şeydir' - sadece ka
tı olanın yokluğudur. Dolayısıyla onu göz ardı ederiz. " Mima
ri, uzamı doğrudan ele alan tek sanat biçimidir. Resim uzamı
betimleyebilir, şiir onun imgesini yaratabilir, müzik bir analoji
kurabilir; fakat sadece mimari onu yaratabilir. "Binanın hede
fı uzamı ihtiva etmektir; bina inşa ettiğimizde, uygun miktarda
bir uzam parçasını ayınrız, tecrit eder ve koruruz aynca bütün
mimari bu gereklilikten kaynaklanır. Ancak uzam, estetik açı
�n daha da önemlidir. Heykeltıraş nasıl kili biçimlendiriyorsa
ırlimar da uz ı biçimlendirir. Uzanımı bir sanat eseri gibi ta
sarlar. " Scott, ' ir nesil minann, uzanım kurucu işlevini tanıma
mücadelesini · zetler.72
Odalardaki! içsel uzamın nesneleri� doldurulnlµsı, şehirle
! �
rin insan, ara ve binalarla dolmasıy a çakışır; ş hir plancılı
ğı bu sorunla edebilmek için orta">ia çıkmıştır. farklı öneri
lerin tümünd . uzam, şeh:r plancılığında pozitif ve kurucu bir
e �en olarak düşünülmü?tür. Reinhard Baumeister ve joseph
Stıfibbens, tasanmlannı trafığin gereklerine göre düzenlemiş ve
aıhşı hızlandırmak için şehirlerde geniş caddeler açmışlardır. 73
�
Modern "bah e şehir" düşüncesine pncülük edfn Ebenezer
Ji
Howard, yeşil klerin çevresinde şehirler planlamıştır. Camillo
74 Camillo Sitte, Der Sttültebau nach seinen künstlerischen Grundsiitzen 1889; ye
niden basım Viyana, 1909, bölüm 2.
75 Adolphe Appia, Die Musik und die Inscenierung, 1899; Lee Simonson, "The
Ideas of Adolphe Appia" , Erle Bentley, The Theory of the Modem Stage, New
York, 1968.
76 Gordon Craig, The Art of the Theatre, 19l l ;joachim Hintze, Das Raumproblem
im modemen deutschen Drama und Theater, Marburg, 1969, 94 vd.
241
çevrelerinde sahneleniyordu. Daha önceki tasarımcılar, anıtla
rın �evresinde mezarlık gibi, ulusal tapınmaya uygun uzamlar
olu$ turuyorlardı; ancak bu dönemde "mezarların değil yaşayan
insanların ulusal ayinlerini icra ettiği , ölü uzamdan yaşayan
uzama doğru" bir gelişim yaşandı.77 George Mosse, 1896 yılın
da yapımı tamamlanan Kyffhauser Anıtı etrafında böyle bir "ya
şayan" uzamın doğuşunu tespit ediyordu . Leipzig Muharebe
si'nin yüzüncü yıldönümünü kutlamak üzere dikilen ve 1 9 1 3
yılında tamamlanan Völkerschlachtdenkmall, hem geçmişi an
mak üzere bir mezarlık içeriyordu hem de üzerinde ulusal fes
tivaller düzenleyerek anıtı canlandırmayı mümkün kılan geniş,
açık bir uzama sahipti. 78
Pozitif-negatif uzam, en biçimsel ve açık ifadesini heykelde
buldu. Boccioni'nin 1 9 1 2 tarihli Development of a Bottle in Spa
ce çalışması, gümüş tuncu bir havuzdan kıvrılarak uzama doğ
*
ru yükselirken kendisi de döngüsel bir cisim haline gelir (Re
sim 7) . Bir manifestoda Boccioni şunu duyurur: Fütüristlerin
4
yar tacağı kütleler "öyle obcak ki, heykel bloğunun kendisi,
cismin içinde r olduğu heykel ortamının mimari öğelerini
� :
ihtiva edecek."7 Artık uzam, konunun seti değil, heykeltıraşın
biçimlendirme e olduğu nndelin kurucu öğesidir.
Pozitif-negati uzamın daha çarpıcı r kullanımı · çukurlar
dan ve boşluklatdan figürler yaratan, he keltıraş Ale ander Ar
chipenko'nun htykelinde görülür. Uza n kütlenin trafındaki
,I
çerçeve oldugu heykelin uıama değdiği noktada ba$ladığı yö
lts
nü 1 eki gelene el anlayışı tersine çevirir ve "heykelin, uzamın
77 eorge L. Mosse, The National:zation of the Masses: Political Symbolism and
Mass Movement� in Gemıany frcm the Napoleonic Wars Through the Third Rei-
ch, New York, 1 � 75, s. 62-66. .
78 1908 yılında yafllllanan sosyoloji kitabında Gebrg Simmel, boşl uzamm (lee
rer
Raum) özgül toplumsal işlerini saptıyordu. Rakipler arasında tarafsız: bir
bölge ya da buluşma noktası y� da ortak bir mekan işlevi görebilirdi. Bir ti
caret alanı olabilirdi ya da çatışma içinde olan birey veya gruplar, barışçıl ko
şullarda anlaşma koşullannı müzakere etmek için orada buluşabilirlerdi. Sim
mel'in örnekleri tarihsel kayıtlardan alınmış olsa da boş uzamın toplumsal iş
leviyle ilgili bir kuram geliştirmesi bu dönem için tek örnektir. Bkz. Georg
Simmel, Soziologie, Leipzig, 1908, s. 703-708.
79 Boccioni, "Technical Manifesto of Futurist Sculpture" , 1912, Futunst Manifes
tos, yayına hazırlayan Apollonio, s. 61-65.
242
materyal tarafından çerçevelendiği noktada başlayabileceğini"
savunur. Gövdenin, biçimlendirilmiş materyalle çevrili boşluk
tan oluştuğu Woman Walking ( 19 1 2) , kendi anıınsadığına göre,
yarattığı ilk "sembolik anlamlı uzam" çalışmasıdır.80 19. yüz
yılda dar şeritlerle vurgulanan kadın beli burada şekillendiril
miş boşlukla canlandırılır; uzam, sanatının gövdesi haline ge
lir. 1 9 1 5 tarihli Woman Combing Her Hair çalışmasında (Resim
8) kafayı oluşturan boş .uzamı kemer şeklini alan kol çevreler ve
bu şekil dışbükey ayrık kol ve çukur boyunda devam eder. Çu
kur kullanımının yanın kabartma, oyma ve Afrika masklan gibi
öncülleri vardır; ancak Archipenko'nun kendisinin de gözlem
lediği doğrultuda, bir figür suratının tamamıyla boş uzamla ifa
de edilmesi gibi, heykelin asli bir öğesi olarak hiçbir zaman kul
lanılmamıştır. Bu çalışmada, geleneksel pozitif ve negatif uzam
aynını çözülür, zira maddi ve uzamsal biçimler bir arada akar ve
kadının oluşumunda eşit etkiye sahiptirler.
Resimde pozitif-negatif uzam kullanımı, konunun arka plan
dan çok daha fazla vurgulandığı geçmiş dönemin alışkanlıkla
nyla keskin biçimde çelişir. Yüzyıllar boyunca uzam, yastığın
başı çerçevelediği gibi, konuyu çerçevelemiştir. Örneğin, 1 8 .
yüzyıl portre çalışmalannda eserin meydana getirilmesi, por
treci ve asistanından oluşan ekip tarafından icra edilir. Bu hi
yerarşik düzenlemeden ilk yararlanan ressam Sir Joshua Rey
nolds olmuştur. Portrenin önemli bölümleri (genel tasanın ve
yüz) Reynolds tarafından yapılırken, öznenin giysisi ve arka
plan asistanı, kumaş boyacısı tarafından yapılır.81 Modem dö
nemde, arka plan pozitif ve aktif bir nitelik kazanmış, konuy
la eşit öneme sahip olmuştur. Bu nedenle sanatçının titiz dik
katini gerektirir.
İzlenimciler, atmosferi tasvir ederek, uzama hak ettiği öne
mi vermek için ilk adımı atmışlardır.82 Sahildeki sisi, buğulu
80 Alexander Archipenko, Archipenko: Fifty Creative Years 1 908- 1 958, New
York, 1960, s. 5 1-56.
81 Bu örnek için Sean Shesgreen'e müteşekkirim.
82 Femand Leger'e göre, "izlenimcilerin resmi özgürleştirdiği gün, modem sa
nat kendisini karşıtlıkta yapılandımıak üzere yola koyulmuştur; belli bir ko
nuya teslim olmak yerine, ressam bir katkı yapar ve konuyu/nesneyi tamamen
243
Res i· . , 7. U mberto
G ü m ü ş-bronz (dö k . m
1
o cc i o n i , Devel�pment of a Bottle in Space,
1 93 l ). 1 5 x 1 2 7/8 x
1 9 1 2.
2 3 3/4". New York Modern
t �
Sanat Mümi Kolek i yo n u'ndan. klstlde Maillol Fon u . i z i n le yayo n la n m • ıt "
245
nı seviyeye getirilmesi ve her ikisinin iç içe geçmesi, Violin and
Pitc�er çalışmasında (bkz. yukarıda Resim 6) , üst seviyeye çı
kar. !i Ke manın sap kısmı ayırt edilebilirliğini korur ama gövde
si bölümlere ayrılmıştır ve ahşap parçalan kadar önemle betim
lenmiş bir uzama açılır. Konu ile arka planı kesin biçimde ayır
mak imkansızdır; çünkü alçı, cam, ahşap, kağıt ve uzam benzer
biçimsel örüntülerle akışkan bir ifade kazanmıştır. Braque şöy
le açıklar: "Bölümlere ayınna, uzamı oluşturmamı ve uzamda
hareket etmemi mümkün hale getirdi, bu durumda uzamı ya
ratmadan konuyu/nesneyi ortaya koymam imkansızdı. "85 Süra
hi ve keman, basitleştirilebilecek, geometrikleştirilebilecek, bö
lünebilecek ve daha sonra uzamda tekrar biçimlendirilebilecek
yekpare nesnelerin işgal ettiği farklı uzamlardı. Braque'ın res
minde tüm uzamlar niteliksel anlamda eşitti.86
Amerikalı şair William Carlos Williams bu Kübist teknikler
den özellikle çok etkilendi ve Spring Strains (Bahar Gerilimleri)
l
şiirinde, hem gökyüzünün oluşturduğu uzama hem de içindeki
nes�elere hayatiyet kazandırarak uygulamaya çalıştı.
1 Fakat -
(Sıkı duru + , sabit eklemli ağaçlar ! )
kör edici kızıl haleli gür.eş bulanıyor -
tırmanan �perji, koyu
karşı-güç -f kaynaştırıyor gökyüzünü, filizleri, ağaçlan,
p �
kavrayıp b züştürüyor kenetleyerek irbirlerine ! ..1.
1
crs
85 Dora Vallier, "Braque, la peinture et nous: Propos de !'artiste recueillis", Cahi-
d'art, 29 Ekim 1954, s. 15-16.
86 John Golding şu sonuca varacaktı: "Resim tarihinde ilk kez uzam, çevrelediği
konular/nesneler kadar gerçek ve elle tutulur olarak, hatta denilebilir ki 'res
min kendisi' olarak takdim ediliyordu (burada, İzlenimcilerin atınosfer tasvi
ri ile Kübizm öncesinde sadece Cezanne'da görüldüğü gibi, boş ve açık uzam
resmetmeyi birbirinden ayırmak gerekir)" , Cubism: A History and an Analysis,
1 907- 1 9 1 4, Londra, 1959, s. 185.
246
Uzuvlar soluk alıyor gökyüzünde fakat "doldurarak çatlak
larını" sağlamlık kazanan gökyüzü , yamıyor kendini onlara
karşı. Renkler bile, erken dönem Kübist manzara resimlerinde
tüm yüzeyi bütünleştirmeye hizmet eden zorlama tonlarda. Ay
nca, sanki filizlerin, ağaçların ve gökyüzünün kaynaştırılması
yeterince güçlü değilmiş gibi, bir de "kavrayıp büzüştürerek"
birbirlerine kenetleniyorlar. 87
Tıpkı fizikte atom kuramı ve alan kuramıyla uzanım kuru
cu ve aktif rolünün tanınması gibi, resimde de uzam, iki pozitif
tarz ile gerçekleştirildi. Kübistlerin nesneler arasındaki uzamı
yansıtış biçimleriyle kurucu işlevi ortaya çıkarken; Van Gogh,
Munch, Cezanne ve Fütüristlerin betimlemelerinde uzam için
deki nesnelerden güç/enerji kazanır.
Hayatının olağanüstü verimli son iki yılında Vincent Van
Gogh, tuval üzerinde unutulmaz bir dinamik dünya yaratır.
Manzaraları, zihnindeki girdapların görsel metaforları gibi
dir. Çatılar, çevrenin biçimsel hatlarına göre dalgalanır; gök
yüzü , dağların iniş-çıkış yönlerinde akar ve ağaçlar gözümü
zün önünde büyürken, güç çizgilerini, dönerek yıldızlara ula
şan, belirgin bir güneşin etrafında anafor oluşturan gökyüzü
ne doğru kırbaç gibi uzatır. Kendi portrelerinde, adeta gözle
rindeki enerji kafasının çevresindeki uzama dağılıyormuşçası
na, renk benekleri patlar. Onun evreni, zihninde, dünyada ve
resimde dolanıp duran sonsuz bir enerji alamdır; son ayların
da, delirdikten sonra, her yerden duyulan bir çığlık, uzamı dol
durmuş gibidir.
Norveçli ressam Edvard Munch, bu tür yoğunluklara The
Cry ( 1 893) tablosuyla görsel bir biçim kazandırır. Resimde, bir
köprünün üzerinde korkmuş, çığlık atan biri canlandırılır. El
lerinin arasına aldığı kafasıyla, yürüyüp gitmekte olan uzaktaki
iki kişiden ayndır. Çevreleyen uzanım boşluğu ve figürün yalı
tılmışlığı, çığlığın çok yere ulaşmasıyla ve yarattığı yoğun bas-
�,
da güç çizgilerini betimlerler. 1 9 1 0 tarihli bir manifestoda Boc
c!oni, aktif, dinamik bir uzama olan inançlarını dile getirir: "Bir
insan figürü esmederken, figürü resmetmemelisiniz; onu çev
251
� sınırlannki gibi, dünyadaki boş uzamlann yok olma tehdidi
f
a unda olması ile açıkça ;mlaşılıyordu. Bütünüyle bakir toprak
lar keşfetmenin de bu dönemde sonu geldi. Robert Peary'nin
1 909 yılında Kuzey Kutbu'na varmasından iki yıl sonra, Ro
ald Amundsen Güney Kutbu'na ulaştı. Ayak basılmamış karlar
üzerinde çizme izlerinin görülmesiyle, dünyanın son büyük sı
nırlan da kapandı.
1 880'lerin edebi armağanı olan imparatorluk hikayeleri, bü
yük emperyalist güçlerin toprak gaspından elde ettikleri psi
kolojik, siyasal ve mali kazançla örtüşüyordu. Bu dönem ro
manlarının yüzlercesinin ele alındığı bir araştırmada, edebi
yat eleştirmeni Susanne Howe, roman karakterlerinin, evlerin
de klostrofobi mağduru oldukları sonucuna vardı. Toprağa aç,
kısıtlılıktan dolayı öfkeli, etrafının çevrili olmasına kızgın ha
le gelmişlerdi ve "uzam sarhoşuydular. " Bazıları heyecanlı, ba
zıları da Olive Schreiner'ın Story of an African Farm ( 1 883) ki
�
tı:ı.bındaki, lngiltere'den yeni gelmiş ve kilometrelerce sonsu
z ! uzanan çalılıkları ilk görüşünde öfkeyle söylenen kadın gi
253
yüzüne çıktığı, karanlı� doğru bir maceradır fakat sonunda
\<endi hayatına bir biçim vermiştir ve son anda "söyleyecek bir
Sözü vardır." Marlow, bunu özetleme biçimine hayranlık du
yar - "Dehşet ! " Bu bir yargıdır. "Onaylanmaydı, sayısız yenil
giyle, iğrenç terörle , iğrenç tatminlerle bedeli ödenmiş ahla
ki bir zaferdi. Ancak yine de zaferdi ! " Geriye fildişleri kalmış
tır. Fil kıyımına ve esin kaynağı olduğu kötülüğe rağmen başa
nmn ürünüdür, karanlığın yüreğinde ışıldayan beyazlıktır. Ro
manın konusu boşluğun kendisiydi, yabana hükmeden ve on
da varolmaya çalışan insanlann eylemine zemin hazırlayan ka
ranlığın gücü.
Bu kısa roman çağın yorumudur ve Conrad, Kurtz'u ken
di dönemine ait kılmak için çaba gösterir: "Annesi yan-İngiliz,
babası yan-Fransızdı. Tüm Avrupa, Kurtz'un oluşumuna kat
kıda bulunmuştu . " Kitap, emperyalizm bağlamında tasarlan
mış, edebi boşluk imgeleri silsilesiydi. Conrad, karanlığı, Avru
lj> a hayatım düzenleyen sınıf ve ayncalık statülerini olumsuzla
yan eşitleyici bir güç olaıak yorumladı. Yaban hayatta eski sınıf
çizgileri hü i msüzdü. Yamyamlık ve kafatası avcılığı statü ay
..
l
layabildi. Tehlike ile yüz yüzeyken,
ne benziyor u .
ranlıkta erkes birbiri
254
ğunu tahmin etti; fakat kadın, canavarın zaten · onun karşısına
çıkmış olduğunu ve bunu fark etmediğini söyledi. Açıklamala
rı kafa karıştıracak kadar olumsuzdu - "bu tuhaflığın içindeki
tuhaflık senin onu fark etmemen. " "Ne olmadığını görebildiğim
için" sevinçliyim diyerek onun kafasını daha da karıştırdı. Mar
cher, sonunda bu ikinci olumsuzlamanın ne anlama geldiğini
öğrenecekti: Yani, canavarın May'e duyduğu aşk ya da kaybet
me duygusu olmadığını. Onun ölümünden sonra, zaten olmuş
fakat henüz anlayamadığı bu şeyi tek başına beklemek zorun
da kaldı. Bir yıl sonra, mezara görev edindiği ziyaretlerden biri
ni yaptığı sırada, derin bir üzüntüye gark olmuş diğer bir adam
fark etti. Bu yabancının yüzünde gördüğü yoğunluğun, kendi
sinin hiç yaşamadığı bir duygu olduğunu anladı. Dönüp May'in
mezarına baktı ve birden canavarı gördü . Mezar taşındaki isim
"boş hayatının sesine" dönüştü. Hayatta ıskaladığı May idi ve
onun özel kaderi buydu - "çağının insanıydı, dünyadaki hiçbir
şeyi umursamayan insan. " Modem uygarlığın incelikleri onu
uyuşturmuştu ve ne ölmeden önce ne de sonra ona karşı derin
hisler besleyememişti. Ormandaki canavar, duygu yokluğuy
du. Bu Goethe'nin Faust'undaki Mefisto gibi olumsuzlamanın
aktif ruhu değil ama içsel bir boşluktu, May'in mezarının ses
sizliğinden ses veren boşluk gibi.
Bu korkunç iç görüsü ve Kurtz'un ölürken söylediği sözler,
iki olumsuzlama türüydü . Strindberg'in A Dream Play ( 190 1 )
kitabında, hiçliğin keşfi, diğer bir biçimde zirve yapıyordu. Bir
memur, sahnenin ortasında belirgin olarak görülen bir kapıyı
açabilmek için bekçiyi aşmak zorundadır. john Marcher'in ca
navar saplantısı gibi, bu memur da kapının arkasına bakmaya
saplantılıdır. "O kapı" diye bağırır, "onu aklımdan çıkaramıyo
rum . . Arkasında ne var? Arkasında bir şey olmalı. " Oyun bo
.
255
kar" der. Tıp dekanı, sanki az önce zararsız bir çıbanı kesmiş
mhi tanı koyar: "Zırva ! Hiçbir şey. Periyot." Hukuk dekanı tüm
o lup bitenin bir dolandıncılık vakası olduğunu iddia eder. Fa
ust, kendi bilgisiyle hayan olumlamasına yardımcı olacak hiç
bir şey bulamamışur ve Strindberg, hayatın sonunun hiçliğin ta
kendisi olduğu uyarısıyla, kuşkulan dağıtsın diye bu dört ala
nın ustalanm devreye sokmuştur.
1 9 . yüzyıl romanlarının canavarlan genellikle dokunulabi
lirdir - doğa güçleri, ahlaksızlık, makineler, kurumlar. Fahi
şelik, alkolizm ve kumar vardır; demiryollan, fabrikalar ve kö
mür madenleri vardır; maddecilik, kapitalizm ve büyük şehir
ler vardır. Ne kadar korkunç ve bunaltıcı görünürlerse görün
sünler, bunlar en azından adlandınlabilirler. Ancak Conrad, ja
mes ve Strindberg'de gördüğümüz olumsuzluğun gizemli evre
ninde yaşayan 20. yüzyılın canavarlan, çok daha zor teşhis edi
lebilir. Onlar için odak, boşluktur. Karakterleri, anlamı kendi
dışlannda ararlar -ormanda, mezarlıkta, kapı arkasında- ve sa
df ce hiçliğin dehşetini bdurlar.
J�
Pozitif-nega zaman sessizliktir. Kurucu rolünün kabulü, ka
ranlık, boşlu , hiçlik, yokluk gibi çeştli edebi biçimleriyle, boş
t.
ler en açık bi ' imde şiir vt müzikte g
lerinde de bo gösterirler.
'
� �
uzamın kuru pı rolünü kabul etmeyf ndınr. Yar tıcı sessizlik
ölru tfı
lürken, d zyazı örnek-
256
rol oynar. Ev bunun simgeleriyle doludur. Kadının hiç sesi çık
maz, kızın portresi özellikle sessizliğe gömülmüş görünmekte
dir ve kanaryası kaçuktan sonra kafes, boşluğu hatırlatan bir
"sessizliğe gömülür. " Peder Ignatius her sabah evin sessizliğin
de oturur ve acı çeker, her akşam işten döndükten sonra san
ki bütün gün sessiz kalmış gibi hisseder. Karanlığın Marlow'a
yaptığı gibi, sessizlik de onu kuşaur. Peder Ignatius kızının me
zarını ziyaret eder ve boşluğu dolduracak bir yanıt için yaka
rır. Kız konuşur gibidir; fakat aynı vahşi sessizlikle. "Sessizli
ğin çınlamasıyla tüm atmosferin titreyip zangırdadığını tahay
yül eder." Ses yokluğu asli bir varlık biçimi haline gelir: "Soğuk
dalgalar halinde kafasını yalayarak geçer ve saçlarını dalgalan
dırır. " Eve dönerek ürkütücü sessizliğini bozması için kansına
yalvarır fakat onun sessizliğiyle hikaye sona ererken, "karanlık,
terk edilmiş evde", "sözsüz ve sessiz" birbirlerine bakarlar.96
Belçikalı mistik yazar Maurice Maeterlinck'in yazdıkları obu
aların hüzünlü sesi gibidir. Yüzeyin altında seyreden sezgiler,
doğaüstü olaylar, ifade edilemez duygular ve bilinçdışı düşün
celerin gizemli deneyimlerini keşfeder. "Sessizlik" üzerine bir
metinde, ses yokluğundan korktuğumuzu çünkü ölümün işa
reti olduğunu, bu nedenle hatın sayılır bir zamanı anlamsız
sesler çıkararak geçirdiğimizi öne sürer. Birçok sıradan arka
daşlık hatta aşklar, ortak "sessizlik nefretine" dayanır. Bu ne
gatif duygular sessizliğin önemine ışık tutar, aynca bağlayıcı ve
yaraucı gliçlerinin pozitif yönünü işaret eder. Sessizlikler, sade
ce ses yokluğu olmanın çok ötesinde, muhtemelen hiçbir keli
me ve sesin ifade edemeyeceğini dillendirir. Aşıklar arasındaki
en unutulmaz anlan sessizlikler oluşturur ve bunların niteliği,
aşkın niteliğini su yüzüne çıkanr. "Altın ve gümüş nasıl saf su
da ölçülürse, ruhun sınanması da sessizlikte olur ve dökülme
sine izin verdiğimiz kelimelerin, onlan sarmalayan sessizlikten
ayn bir anlamı yoktur. " Sessizliğin ve sesin önemine yeniden
biçilen bu göreceli değer, Maeterlinck'in açıkça detaylandırdı
ğı, daha geniş bir toplumsal seviyelendirmeyi belirtir. "Ölüm ya
da keder ya da aşk karşısında kralın veya kölenin sessizliği, ay-
1
sıltıları ve hakaret çığlıkfarı kadar gü üdür. lşke ce çeken Sa
int-Loup'a y · mak Rachel'in hatasıdı . : "Aslında . un sessizli
ği karşısında kıskançlık ve pişmanlıktan çılgına dönüyordu.
A�ıca hapis anelerin se�sizliğinden de beter böyle bir sessiz
�
li in kendisi hapishanedir. Ancak itiraf etmeliyim ki, terk edi
len aşığın göz�erindeki ışığın, boş olduğu halde aşamadığı, ara
ya giren havai dilimi, aşılmaz bir manpi duvardır � "98 "Matma
g
zel Albertine itti ! " cümlesiyle başlayan roman bolümü, ısrar
ı� artık olmayan birinin üzerinde durmaktadır. Proust, Alber
tine'in kendisini terk ettiğini anlayan Marcel'in ilk şokunu ve
sonrasını keşfeder - ilişkilerinin bitiş biçimiyle ilgili duyulan
258
pişmanlıklar, kayıpla ilgili kızın duygularına dair fanteziler,
mutlu hatıraların acılaşmaya yüz tutması, daha sonra ölümü
nü öğrenmesinin indirdiği darbe ve bunun sadece kıskançlığı
m yoğunlaştırdığının idraki ve son olarak, kayıtsızlık ve unut
l
r�ndeki minicik ve dağınık durak noktalarında, rastgele mıs
f
rhlar kelime elime geriJetildiğinde, boşluklar daima geri dö
ner; daha ön eleri keyfi iken artık kaçınılmazdır; artık nihayet
1
bunun ötesi de bir şey yoktur; artık asıl olan ve yerinde olan
sessizliktir. " 1 3 Aslında boşluklar, olu rı�mzlamanıp yaratıcı gü
t
cüne dair so , bir vasiyet olan son şiip . Un Coup
için kaçınıl 1 dır.104 Şiiri anlamak Cıflasıyla zor�ur ve düzya
zı şeklinde y dığı niyet açıklaması, yönteminin iyice anlaşıl
fe dts
( 1897)
101 Sttphane Mallarme, "La Musique et les lettres", Oeuvres complttes, Paris,
1945, s. 635-657.
102 Stephane Mallarme, "Sur Poe", Oeuvres complttes, Paris, 1954, s. 872.
103 Stephane Mallarme, "Mystery in literature" (1895), Mallarmt: Selected Prose
Poems, Essays, and Letters, yayına hazırlayan Bradford Cook, Baltiınore, 1956,
s. 33.
104 Stephane Mallarme, "Un Coup de dts", Cosmopolis, Mayıs 1897, s. 419-427.
260
Şiir önce bir dergide yayınlanır ama Mallarme kendisi, ay
n bir kitap olmasını ister. Onun hayatta olduğu sürede hiçbir
zaman böyle yayınlanmamıştır; fakat ölmeden önce , kitabın
ilk dizgilerini düzeltme noktasına kadar ilerler ve bunlar be
yaz boşlukların önemini gösterir. Düştüğü kenar notları, ori
jinal boşlukları düzenlemede biraz özgürce davranan yayıncı
yı, kelimeleri ve mısraları hedeflediği kesin "ölçüleri" yarat
mak üzere eski haline getirme konusunda yönlendirir. Yayın
cı kapağı gri kağıda basar fakat Mallarme, şiirin gerisinde ol
duğu gibi, aynı beyaz kağıdın kullanılması konusunda ısrarcı
dır. 1 05 Şiirin kitap olarak iki sayfada, ortasında bir çatlakla bö
lünmesinde kararlıdır. Mümkün baskı biçimlerini titizlikle in
celemiş ve şiir içindeki çeşitli sesleri ifade etmek üzere arala
rından sekiz tanesini seçmiştir. Basılı materyalin alışılmadık
biçimi dikkatleri sayfa yüzeyine çekmiş ve tüm öğelerin asli
bir kurucu rol O}'nadığı tüm sayfanın görsel bütünlüğüne kat
kıda bulunmuştur.
Her ne kadar Mallarme, şiirin özellikle görsel sunumuyla il
gileniyor olsa da, sesini de önemsiyordu ve yüksek sesle oku
duğu şiirin ilk dinleyicisi Paul Valery, daha sonra bu okumanın
olağanüstü etkisinden söz etti. Mallarme şiiri alçak ve denge
li bir sesle okuyarak, profesyonel seslendiriciler arasında revaç
ta olan teattal süslemeler olmaksızın, kelimelerin ve durakların
şiirin tüm gücünü göstermesine çalışıyordu. Valery, "belirgin
lik kazanan sessizlikleri" , "görünür kılınan fısıltı ve örtük söz
leri" duyar ve kağıt üzerinde yıldız gibi parlayan yeni dili ayırt
eder. Edebi bir bölümde Malarme, matbu basımın beyaz-üzeri
ne-siyahını, gök kubbenin "loş boşluğunda" , "yıldızların ışılda
yan alfabesine" benzetir. Valery siyah ve beyazın karşılıklı ba
ğımlılığı imgesini aynı biçimde kullanırken, Un Coup de dts'de
Mallarme'ın "bir sayfayı yıldızlarla dolu gökyüzünün gücüne
yükseltmeye" çalıştığını belirtir. 1 06 Şiir her zaman çağrışımsal
105 Mallarme'ın kenar notlarıyla, orijinal d\izeltilerin yer aldığı lahure Baskısı ta
sarunı, Harvard Üniversitesi Houghton Kütüphanesi Koleksiyonu'nda yer al
maktadır.
106 Paul Valery, "Le Coup de des", Variete II, Paris,1929, s. 1 73.
261
ve özlü olmuştur fakat Mallarme ile birlikte boşluklar, geçmiş
te sahip olduklan önemsiz arka plan işlevinden daha aktif bir
rol üstlenir.
Müzikte sessizliğin, ses ve ritmin ayırt edilmesindeki asli ro
lü, beyaz kağıdın matbu basımın görünürlüğünü sağlamadaki
rolüne eşdeğerdir. Müzik tarihi boyunca sessizliğin bir anlamı
vardır; ancak genellikle geçişler arasında yer alırlar ve ayırıcı
işlevleri olmuştur. Bu dönemin yeni müziğinde, duraklamalar
bölümlerin ortasındadır ve daha kurucu bir işleve sahiptirler.
Çeşitli eleştirmenler, Debussy, Stravinsky ve Webem'de dikkat
çekici sessizlikler saptarlar ve aslında onlann müziği bazı alışıl
madık işitsel negatiflikler içerir.
Mallarrne'ın müzikten etkilenmesi gibi Claude Debussy de
Mallarme'ın şiirinden, özellikle L'Apres-midi d'un faune şiirin
den etkilenir. 1893 yılında Prelude a l'apres-midi d'un faune ese
rini tamamlar - aynı temanın müzikal ifadesi. Flüt solosu nota
lan, Faun'un yürümesi, durması ve tekrar başlamasını seslen
dirir gibidir. Altıncı ölçüde gizemli bir duraklama aynca, Fa
yn'un bitkiler arasında bir görünüp bir kaybolmasını akla geti
�en, şiirdeki "çağlayıp dtrulan hayvani beyazlık" gibi, daha in
celikli diğerl ri vardır. Wagner'in yoğun ve gösterişli orkestras
yonuna tepk olarak Debussy, kendi partisyonunu basit tutar.
Notalar, o anda harektt eden bir hayvanın gövdesinde yan
sıyan ışık gi i, bir parlar bir solar. Melodi çizgisi farklı enstrü
manlar arası da değişerek izlenirken, her biri dikkat çekecek
biçimde sust ğu için, yek oluş izlenimi yaratır. Debussy'nin,
4 uraklamalan ya da etkiltrini müziğin genel akışında asli kılma
niyeti, şiirde�i boş uzamlann kullanılması gibidir ve bu açıkça
Mallarme'a o 1an borcunu gösterir. 1
1
Archipenkp , müziktd.i sessizlikler ile kendi heykelindeki
çtıkurlar ve boş uzamlar arasında benzerlik saptar. Müzikte rit
min olabilmesi için ses ve sessizlik arasında bir çeşit dönüşüm
olması gerektiğini söyler. "Sessizlik böylelikle dile gelir. Beet
hoven'ın Dokuzuncu Senjonisi'nde iki kez uzun duraklamalar
olur ve bu, gizem ve gerilim yaratır. Senfonide sessizlik ve ses
kullanımı, heykelde anlamlı boşluk biçimi ve materyal kullanı-
262
mına benzer. " 1 07 Beethoven örneği, modem müzikte yeni hiç
bir şey olmadığını ima eder ancak bu doğru değildir. Besteci
ler sessizliği, daha önce hiç olmadığı ölçüde bilinçli ve gizem
li kullanmaya başlarlar. Roger Shattuck, Stravinsky'nin The Fi
rebird ( 1 9 1 0) eserinin sonunda yer alan sessizliklerin, müzi
kal kompozisyonda benzersiz olduğunu ileri sürer. "llave zarif
seslerin, senkopların ve aksanların birikimi sessizliğe yol açar
- yirmi iki ölçülük duraklar yerine tek perküsiv akort. En etki
leyici olan bu tür uzatılmış sessizliklerdir, tüm önceki sayfalar
adeta en sonda belirecek birkaç huzurlu ölçü için bestelenmiş
tir. Birçok besteci denese de, sessizliğin sesten daha fazla ağırlı
ğı olduğu yönünde duyma alışkanlığımızı değiştirmeye çok az
besteci muvaffak olmuştur. " 1 08
En gözü pek negatifler bestecisi Anton von Webem olmuş
tur. Bestelerindeki aşın cesaret (her bir bölüm bir dakikadan
kısadır) dışarıda bıraktıklarında yansısını bulur ve duyulabi
lenler birbirine sık nefes sessizlikleriyle bağlanır. Passacaglia
(Op. 1 ) eserinin ilk dokuz ölçüsünde duraklamalar notalar ka
dar çoktur. Otto Deri'nin açıkladığı gibi; "duraklamanın işle
vi, alışılagelmiş müzik pratiğinde kullanılan durak işleviyle ay
nı değildir. Webem müziğinde duraklamanın ritmik şemada
işlevsel önemi vardır. Webem'in müziğinde ses ve ses yokluğu
arasında yeni bir ilişki kurulur. " 1 09 Notaların duyulduğu anlar
da bile sessizlik akla gelir; zira bir enstrüman melodiyi diğeri
ne terk ederek uzun bir duraklamaya girer. Böylesi eserleri ses
lendiren müzisyenler, melodiye yeniden girmek için bekledik
lerinden, söz konusu duraklamaları yoğun biçimde hissederler.
Webem çok tonluluğu reddeder ve bestelediği basit ezgili sen
foniler, duraklayan tüm orkestranın sessizliği ile çevrelenmiş,
dış uzamda çalınan bir ses gibi duyulur. Senfonilerinin icrasın-
1 10 Edgar Rubin, Synoplevede Figıır, Kopenhag, 1915. tık Almanca çevirisi Visuell
wahrgenommene Figıır başlığıyla yayınlandı, Berlin, 1920.
264
nün-sessizliğe-patlaması-ve-onunla-zıtlık-oluşturmasıdır" 1 1 1
diye ifade eder. Tireler kelimeler arasındaki aralıklan bağlar ve
deneyimin sürekliliğini örneklerken, analitik deneyimsel psi
koloji geleneğini tersine çevirir. Sesin ve yokluğunun birbiri
ne bağımlılığı, zihinsel hayatımızı meydana getiren pozitifle
rin ve negatiflerin karşılıklı kesişmesinin bir örneğidir. james
aynı zamanda, kardeşi Henry'nin kitabı The American Scene'de
yer alan, negatifliklerin kurucu işlevine de işaret eder. Henry'e
hitaben 1 907 tarihli mektupta, onun tarzının herhangi bir şeyi
doğrudan adlandırmaktan kaçınmak olduğunu yazdı; "ancak
bunun etrafında tekrar tekrar nefes alarak ve iç çekerek, zaten
benzer bir algısı olabilecek okurda katı bir madde yanılsaması
yaratmak istiyorsun . . . öyle bir madde ki, tamamıyla elle tutul
maz maddelerden, havadan ve boş uzamda yerleştirilmiş ayna
lann ustalıkla odakladığı ışık yayılmalanndan oluşuyor . . . Ame
rika'yı ele alışın, büyük ölçüde onun yokluk, sessizlik ve boş
luklanndan oluşuyor. Bunları katı madde gibi işliyorsun. " 1 1 2
William james'in bir çağdaşı, james'in düşüncesindeki nega
tif pozitif uzamın eşitleyici etkisini gördü. 1 9 1 4 yılında, Wis
consin Üniversitesi'nden felsefeci Horace Kallen şöyle yazıyor
du: "Saf deneyimin tercihleri yoktur. Kötülüğün yam sıra iyi
liğe, sürekliliklerin yanında kopukluklara . . . gerçekliğe açılır . . .
james . . . metafiziğin ilk demokratıdır. " james, idealistlerin yap
tığı gibi maddi dünyadan nefret etmeyi reddeder - ona göre
hiçbir şey, diğer bir şeyden daha az veya çok gerçek değildir.
"Deneyime dair her bir oluşun diğerleriyle demokratik özsel
bir birlik oluşturduğunu" kabul eder. 1 1 3
incelediğimiz gelişmelerin çok azı temel siyasal, sosyal ve
dinsel değişimlerle doğrudan ilişkilidir. Ancak negatif pozitif
uzamın onaylanmasının, daha önce boşluk olarak düşünüle
nin artık kurucu bir işlevi olduğu yaklaşımının, siyasal demok
rasinin gelişimiyle, aristokratik ayncalıklann yıkılışıyla ve bu
265
dönem yaşamının dünyevileşmesiyle ortak bir özelliği vardır:
Hepsi de hiyerarşileri eşitlerler. Bu iki ayn gelişim kümesinin
arasındaki bağ nadiren belirgin olsa da, tematik benzerlik dik
kat çekicidir ve bağlantıyı inandırıcı kılar. Nesnenin arka plan
dan daha önemli olduğu anlayışına, bu neslin karşı çıkışı, gi
derek genişleyen halkalarla; siyasal önderlerin seçiminde bazı
insanların diğerlerinden önemli olduğu anlayışına, aristokrat
ların sosyal ayrıcalık ve kalıtımsal haklara sahip olduğu anlayı
şına ve dinin kutsal alanının "din dışı" alanlardan daha önemli
olduğu anlayışına yayıldı. Çoğu insan eski hiyerarşileri benim
semeye ve kademelere saygı göstermeye devam etti; ancak yine
de hayatın ve düşüncenin birçok yönünü etkileyen anlamlı bir
değişim oldu. Asaletin, evrenin tek tip maddesinden yeni bi
çimler yaratarak, bu statüsünü hak ettiğini düşünen Nietzsche
gibilerden bile böylesi düşünceler çıktı. Din adamlarının kutsa
dığı özel materyaller yoktu, kralların asaletle taltif edeceği özel
sınıflar yoktu, yasalarca imtiyaz sağlanacak özel bireyler yoktu.
Sadece sanatçıların basit materyallerden, onlara değer verecek
tjs
i anlar için yarattığı öze] eserler vardı.
Bazıları ye ' i uzam anlayışı ve demokrasi arasında açık bağ
lar kurdu . T er, sınırların açık uzanımı demokrasi için bir
güç olarak gö dü. William james'in qüşüncesi H�race Kallen
'
tarafından de okratik bir metafizik d ye tanımlaırken, James
kendisi karde inin, "yokhk, sessizlik! ve boşlukl�n" ile Ame
rikan sahnesi yorumunun, bu toplumun özgün demokratik
1
ruhuna dair ir şey yaka1adığını ima ediyordu. George Mos
sej "kitlelerin millileştirilmesinin" , kitlelerin kullandığı anıtlar
f
çevresinde ge işletilmiş "yaşam uzanılan" yaratmayı içerdiği
ni, dolayısıyla! da görkem.i granit ya da bronz an� tlann güçlü
bir biçimde i t ettiği hiyerarşinin reddi anlamına ge ldiği n i ile
ri !Sürüyordu. imar Louis Sullivan, geleneksel tasarıma mey
dan okuyacak ve anti-monarşik modem değerlere uygun yeni
yapılar yaratacak, yeni "demokratik" bir mimari öngörüyordu.
Geleneksel hiyerarşiye karşı en etkili ve rahatsız edici teh
dit hayat ve düşüncedeki dünyevileşmenin sonucu olarak orta
ya çıktı. llahi hak kavramına göre hükmetme meşruiyeti Tan-
266
rı'dan geliyordu. 18. yüzyıl boyunca monarşinin manuğı, ilahi
haktan halk egemenliği ilkesine doğru değişmeye başladı. So
nuç olarak saltanau ve Hıristiyan monarkları saran aura, mistik
ve "kutsal" niteliğini kaybetmeye başladı ve halkın imgelemin
deki yerini parlamentoların ve kongrelerin iktidarına terk etti.
Hıristiyan metafizik çerçevesinin gerilemesi nasıl zaman duy
gusunu dönüştürdüyse, uzam duygusunu da benzer biçimde
etkiledi; aynca önemli tarihsel olaylar sahnesi, cennetin, kilise
nin ve sarayın kutsal uzamından muharebe meydanının, işyeri
nin, pazarın ve evin dünyevi uzamına dönüşüyordu.
1 9 . yüzyıl boyunca entelektüeller ve sanatçılar daha la
ik ve "dünyevi" bir dünya ile uzlaşmanın mücadelesini verdi
ler. Feuerbach ve Marx da dahil bazıları, dine bağlılığın gevşe
mesiyle nihayet bütünüyle insani bir uzamda insanlığın kendi
cennetini kurmaya başlamanın mümkün hale geldiğine sevini
yorlardı. Eleştirmen j . Hillis Miller "Tanrı'nın yok oluşu" kar
şısındaki tepkileri, yüzyıla dağılmış beş İngiliz yazarın (Tho
mas de Quincey, Robert Browning, Emily Bronte, Matthew Ar
nold ve Gerard Manley Hopkins) çalışmaları bazında çözüm
lüyordu . Onlar, böylesi bir yok oluş ihtimalini kabul edile
mez addediyorlardı ve insan ile Tanrı arasında yeni bir iliş
ki yaratmak için mücadele ettiler. Ancak bu beyhude bir sa
vaştı ve en sonuncuları olan Hopkins, son günlerinin umut
suzluğuna, yalnız ve aciz bir halde saplanıp kaldı - asalet üret
mek açısından, "zaman iğdiş edildi" , "aynca uyarıcı tek bir ça
lışma doğurmuyor. " 1 1 4 1 882 yılında Nietzsche'nin "çılgıninsa
nı" , "Tanrı öldü" diyordu. Ancak çılgıninsan çılgın değildi. Bu
nun sonucunu detaylandırırken, kutsal mabedin olmadığı bir
dünyadaki yeni boşluk duygusunun parlak bir resmini çiziyor
du. "Bu dünyay1 güneşinden koparırken ne yapıyorduk? Şim
di nereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz? Tüm güneşlerden uza
ğa mı? Sürekli olarak savruluyor muyuz? Geriye, yana, ileri,
�
9n kaçındılar ve kendi mabetlerini yaratmayı öğrendiler. Bu
nµn için üstüninsanın, hayatı olumlayan ve boşlukla yüzleşti
ğinde kendi
ı
derini sevmeyi öğrenen sanatçı ve entelektüel
ı
lerin, büyük aratıcı çabası gerekliydi. Eğer kutsal tapınaklar
,
yoksa her yer ,kutsal olabilirdi; eğer k tsaninış m deler yoksa
sıradan sopa ı. r ve taşlar bu işi �örebi irdi ve sad e sanatçılar
onları kutsal lıa
le getirebilirdi. ünde elen döne mimarları
1
nın ahşap, taş tuğla ve can gibi basit materyalleri t>rtaya çıkar
!
maları; aynca hiyerarşik geçmişin kutsal yapılarıyla hüküm
d,rlık yapılarını bezeyen cepheleri ve süslemeleri bir kenara it
�
meleri rastlan değildi.
Yeni kuruc � negatiflikler, çok geniş bir olgu �elpazesinde
ortaya çıktı: 'f1iziksel alanlar, mimari luzamlar şeftir meydan
lan; Archipenko'nun boşluğu, Kübist iç-uzamlar ve Fütürist
güç çizgileri; sahne kuramları, sınırlar ve milli parklar; Con
rad'ın karanlığı, james'in hiçliği ve Maeterlinck'in sessizliği;
1 15 Friedrich Nietzsche, The Gay Science, 1882; yeniden basım New York, 1974,
s. 181.
1 16 Nietzsche, Genealogy of Morals, s. 163.
268
Proust'un kayıp geçmişi, Mallarme'ın boşlukları ve Webem'in
duraklamaları. Bu kavramsallaştırmalar her ne kadar içinden
çıktıkları ve karşılığında etkiledikleri hayatın ve düşüncenin
birçok alanı gibi farklı olsalar da; geçmişte sadece destekleyici
rolü olan, göz ardı edilmiş boş uzamın canlandırılmasında, ay
nca geleneksel nesneyle eşitlenerek ilgi merkezi haline gelme
sinde ortak bir rol paylaşırlar. Figür ve zemin, harfler ve boş
luklar, bronz ve boş uzam eşit değerdeyse ya da en azından an
lam yaratmak konusunda eşit önemdeyse, geleneksel hiyerar
şiler de yeniden değerlendirmeye açıktır. Bundan böyle değeri
belirleyen, estetik duyarlılık, kamu yaran ya da bilimsel kanıt
olacaktır; kalıtımsal ayrıcalık, kutsal hak ya da vahye dayanan
hakikat değil. Ayrıcalığın, iktidarın, kutsallığın eski mabetleri,
tamamen yıkılmadılarsa da, pozitif-negatif uzamın olumlanma
sıyla, saldırıya uğramışlardır.
269
7
Biçim
1 Walter E. Houghton, The Victorian Frame of Mind 1 830- 1 870, New Haven,
1957, s. 10-15, 162.
2 Samuel Smiles, Thrift, Londra, 1876, s. 70.
271
önde gelen entelektüeller, geleneksel biçimlerin yıkılmasına
t«Wki gösterdiler. 1905 yılında, Hugo von Hofmannsthal, kendi
çağının doğasında "çokluic ve belirsizlik" olduğunu yazıyor ve
"diğer kuşakların sabit olduğuna inandıkları şeyler aslında ka
yıp gidiyor" diye ekliyordu.3 1 9 1 3 New York Patlayıcı Silahlar
Sergisi'nin ardından, Mabel Dodge, "bugünlerde hemen hemen
her düşünen kişi bir şeye isyan ediyor; çünkü bireyin arzusu
daha fazla bilinç ve bilinç de, bugüne kadar onu zapt eden ka
lıplardan taşıyor ve genişliyor" diyordu.4 Musil, değişimi, "her
yerde keskin kenar çizgileri belirsizleşiyor ve şimdiye dek du
yulmadık ilişkiler dahil olmak üzere, tanımlanamaz bazı yeni
güçler, yeni insanlan ve yeni düşünceleri inşa ediyorlar" 5 diye
niteliyordu . Musil'in bir romana nakşettiğini, Simmel 1 9 14 ta
rihli bir düz yazıda açıkça anlattı. "Şimdi" diyordu, "eski bir sa
vaşın yeni bir evresini deneyimliyoruz - bu, hayat dolu olanın
ölmekte olana karşı savaştığı çağdaş bir biçime sahip değil; ama
hayatın böylesi bir biçime, biçim ilkesine karşı savaşı. Ahlakçı
lat, gericiler ve stile dair btlirgin duygulan olanlar, modern ha
ya�ta giderek rtan 'biçim yokluğundan' şikayet etmekte tama
t i
men haklılar. ' ı Bergson'ur_ dirimselciliği ( vitalism) geleneksel
düşüncenin ekanik çerçevesini par�parça etti. Eski felsefi
�
1 ,
sistemlerde, d· ordu Simn:el, düşünce r ve duygu r için "yok
edilemez bir t , valin sabit çerçevesi v r" ; ancak ragmatizm-
.
de hakikat "h yatla iç içe örülmüş" h le geliyor. ynı yıl, Bi
'
rinci Dünya S vaşı'nın eşiğinde, Walter Lippman Amerika'da
ki durumu ara tırdı: "Mülkiyetin kutsallığı, babaerkil aile, kalı
her Essays, yayım hazırlayan ve çev. eden K. Peter Etzkom, New York, 1968,
s. 1 1-25. Walter Lippmann, Drift and Mastery, New York, 1914, s. xvii.
7 Jose Ortega y Gasset, "Signs of the Times", The Modem Theme, 1921-22; yeni
den basım New York, 1961, s. 79. Ortega bunu savaştan sonra yazmıştır ancak
savaş öncesi örneklerle belgelemiştir. W. B. Yeats, "lntroduction", The Oxford
Book of Modem Verse, New York, 1936, s. xxvüi, aktanldığı kayııak, Edward
Engelbert, "Space, Time and History: Towards the Discrimination of Moder
nisms" , Modemist Studies: Literature + Culture, 1 920-1 940, l, 1, 1975, s. 21.
8 Virginia Woolf, "Mr. Bennett and Mrs. Brown", 1924, The Captain's Death Bed
and Other Essays, New York, 1956, s. 96, 1 15-1 17.
273
na dair uyuşmazlıkta olduğu gibi, tartışma buna biçilecek de
ğerle ilgiliydi; yoksa eski yaşam ve düşünce biçimlerinin, meta
fizik temellerine kadar çatırdadığı konusunda bir şüphe yoktu.
00
9 Henri Bergson, Matter and Mmıory, 1896; yeniden basım New York, 1959, s .
192, 196-197.
10 "The Disappearing Line Between Matter and Electricity," Current Literature
41, 1906, s. 98-99. S. L. Bigelow, "Are the Elements Transmutable, the Atoms
Divisable, and Fonns of Matter but Modes of Motion?", The Popular Science
Monthly, Temmuz 1906, s. 38-51 .
274
1 896 yılında radyoaktif parçalanmanın keşfi, maddenin du
rağanlığını şüpheli hale getirir. Radyum gibi belirli elementle
rin partikülleri, enerji bırakarak, eşzamanlı olarak parçalanır
ve zaman içinde kayda değer bir kütle kaybı gösterir. Fizikçi
lerin yanı sıra roman yazarları da evrenin eski durağan nesne
lerinin artık olmadığını kabul ettiler. H. G. Wells'in Tono-Bun
gay ( 1 909) kitabındaki kahraman, "quap" adlı bir radyoak
tif iksir bulur ve şişeleyerek, tanıtım hileleriyle halkı kolayca
yönlendirip mucize ilaç diye satar. Temel elementlerin bir za
manlar doğadaki en değişmez şeyler olarak görüldüğüne de
ğinir ancak bu yeni elementler "kanser gibi" yok ederek varo
lan maddelerdir ve radyoaktivite, çevresindeki her şeye bula
şan bir "madde hastalığıdır. " "Quap" ("crap"in [pislik] oynan
mış halidir) , modem değerlere bir yakıştırmadır. "Tıpkı, gele
neklerin ve aynmlann ve inançlı tepkilerin yok olmasıyla, top
lum içinde eski kültürümüzün çöküşü gibi, maddenin içinde
dir. Dünyamızda varlık kazanan bu açıklanamaz eritici odak
lan düşündüğüm zaman . . . eski dünyamızın nihai olarak içinin
kemirilip, çürütülerek tümüyle çözüldüğü grotesk bir rüyaya
sürükleniyorum. " 1 1
Einstein'ın görecelilik kuramı uzamsal olarak genişleyen bi
çimlerin durağanlığını sorguluyordu . 1 905'te "On the Ele
ctrodynamics of \foving Bodies" makalesiyle özel kuramını ta
nıtırken, sabit bir referans sistemine göre hareket eden cisimle
rin biçim değiştirdiğini öne sürdü. Dururken izlendiğinde küre
biçiminde olan katı bir cisim, hareket halindeyken izlendiğinde
giderek oval bir görünüme bürünür ve tüm üç boyutlu cisim
ler, göreceli velositeleri ışık hızına ulaştığında "büzüşerek düz
lem 1 şeklini alır1ar. " 1 2 Genel görecelilik kuramı, maddi evren
bütününün geleneksel durağanlık anlayışını yıktı. Klasik fizik,
tüm cisimlerin esneklikle şekil değiştirebilir olduğunu ve ısı
farklılıklarıyla hacim değiştireceklerini öğretiyordu. Einstein'a
göre, evrendeki her bir madde parçası, çekimsel güç oluştura-
lJ
�
Albert Einst�fn. Relativity, New York, 196 1 , s. 99. Gerald Holton, "hiyerarşik
düzenli, kes�n hatlarla çizilıniş uyum içind ki kozmos" 19 yüzyılın ortala
..
rına kadar hOküm sürdükterı sonra yerini sı ırsız ve "harekJ {li" �vrene bıra
kırken, bu evrende "daha ön:eki mandalanı belirgin çizgilehnın yerini hat
ları çizilniemış, belirgin olmayan lekeler aldı." Bkz. Thematic Origins of Sden
tific Thought: Kepler to Einstein, Cambridge, Massachusetts, 1973, s. 35-36.
14 Edward Byrıı, The Progress of Invention in the Nineteenth Century, New York,
1900, s. 3 19.
15 Umberto Boccioni, "Futurist Painting: Technical Manifesto", Futurist Mani
festos, yayına hazırlayan Umbro Apollonio, New York, 1973, s. 28.
16 Thomas Mann, The Magic Mountain, 1924; yeniden basım New York, 1966, s.
218-219.
276
geçtiği etin kabuk oluşturduğu organlan hayatında ilk kez göz
leyerek insan vücudunun içine bakan birçok kişinin de bu tep
kiyi vermiş olabileceğini saptıyordu.
lç mekan ve dış mekanın iç içe geçmesini sağlayan çelik çer
çeve destekleri, cam duvarlar ve elektrik aydınlatması sayesin
de bina kabuklan da açıldı. 1889'da Eiffel Kulesi'nin tamam
lanması, çelik kirişlerin kullanılacağı yeni bir inşaatçılık ça
ğının habercisiydi. içerisi ve dışarısı geleneksel aynını, bu ye
ni yapıyı açıklayamazdı. Dönerek merdivenlerden inen ziyaret
çiler dışarıdaydı, fakat aynı zamanda "içeride" idi; zira sürekli
olarak dönen, bükülen gökyüzü ve çevre evler geçişleri, Delau
nay'ın çevresiyle iç içe ördüğü kule resimlerinde yakaladığı içe
ride-dışarıda duygusunu yaratıyordu. 1 7
Duvarlar her zaman binaya destek sağlamıştı fakat bu dö
nemde mimarlar çelik kirişli, ağırlık taşıyıcı alt yapılan olan
gökdelenler inşa etmeye başladılar. William Le Baron jenny'nin
Chicago Leiter Binası ( 1 889- 189 1 ) , hiç duvar desteği olmayan
ilk tam iskelet binaydı. Chicago Mimari Okulu'nun ayırt edi
ci özelliklerinden biri, ofıs binasının ışık ihtiyacını karşılayan
uzun yatay pencerelerdi. Diğer bir özelliği ise, yapısal biçimle
rin cephelerle gizlendiği geleneksel tarzın aksine, iç iskelet ya
pının dışarıdan görünmesiydi.
1889 Paris Fuarı Makineler Galerisi'nin duvarları camın sun
duğu imkanları sergiliyordu; tıpkı Eiffel Kulesi'nin çeliğin sun
duğu imkanları sergilemesi gibi. Bitişik destek duvarları örme
ihtiyacından kurtulan mimarlar, iç mekanları ışığa ve dış dün
yaya açan düz cam tabakalar kullanabiliyorlardı. Alman Eks
presyonist Paul Scheerbart, Glasarchitektur ( 1 9 14) kitabında
bunun kültürel etkilerini değerlendirdi. "Tuğla kültürü bunal-
tıcı " diyordu. İnsanlar küçük, kapalı odalarda soluksuz kalıyor-
'
17 Eiffel Kulesi'nin "une sone de degre zero du monument" olarak, yarancı göster
gebilimsel bir ele alınışı için bkz. Roland Barthes, La Tour Ei.ffd, Paris, 1964.
277
cekti. Geceleri binalar, dışarıdan ışıkla biçimlendirilmiş bir gö
rünüme bürünecek ve çevresindeki alanı aydınlatacak, dağla
n belirginleştirecek, gece uçuşlarını mümkün hale getirecekti. 18
Scheebart'ın geceleri kırsal alanların aydınlatılması düşünce
si, elektrik ışıklandırmasının mimaride sağladığı dönüşümün
ilk açık kabullerinden biriydi. Amerikalı tasarımcı Morgan Bro
oks'a göre, mimarlar gündüz ışığında yapılan görmeye ve dü
şünmeye alışkındılar ve nadiren gece nasıl görüneceklerine ka
fa yoruyorlardı. 19 Reyner Banham, elektrik ışığının devrim ni
teliğindeki bazı zımni sonuçlarını saptadı: "Işığın böylesine ço
ğalmasıyla bağlantılı olarak saydam ve yan-saydam malzemeli
geniş alanlar, binaların görülmesiyle ilgili yerleşik görsel alış
kanlıklan etkili bir biçimde tersine çevirdi. Tarihte ilk kez, bi
naların gerçek niteliklerini görmek, hava karardıktan sonra,
suni ışıklandırma yapılardan dışarı doğru parladığında müm
kün oluyordu. "20
Amerika mimarisi kapalı biçimlerinin çöküşü , büyük ölçü
de, iç yaşam alanlanmn radikal biçimde açılmasını gerekli kı
i
lan "organik tarzı" ile Frank Lloyd Wright'ın belirleyiciliğinin
;
sonucuydu. O 1 a-Viktoryan dönemin alışılagelmiş bir evinde
sı, ayn çocuk dalan, hizmetçi odası, ocuk bakı odası, ça
lışma odası, sal n, banyolar, oturma od sı, güneşle
�
kahvaltı odası, emek odası, mutfak, kiler, ebeveyn yatak oda
e salonu,
tuvaletler, kapı nn ayırdığı kuytu oda ar, giriş böl - mü, kori
tJa
dorlar ve duva r vardı. Wright'ın ilk hedefi, ayn bölümlerin
�
sayısını azaltm k, birleştirilmiş bir uzam yaratarak ışık, hava
ve görüşün bütüne yayılmasını sağlamaktı. ikinci olarak, bina
yı çevresiyle bü lünleştirmeye çalıştı. Yüksek, kocaman Viktor
yan evleri Ame H kan orta-batısının ya llty mekanlaqna uydur
mak için, alçaltpıasıyla ve modernize e tmesiyle "kı r tarzı " ge-
18 PauJ Scheerbart, Glasarchitektur, 1914; yeniden basım, New York, 1972. Bkz.
Rosemaria Haag Bletter, "Paul Scheerbart's Architectural Fantasies" ,]ournal of
the Society of Architectural History, Mayıs 1975, s. 83-97.
19 Morgan Brooks, "The Relation of Lighting to Architectural Interiors", Scienti
fic American Supplement, 83, 2 Haziran 1917, s. 367.
20 Reyner Banham, Architecture of the Well- Tempered Environment, Londra,
1969, s. 70.
278
lişti. Uzun geniş alam evin içiyle bütünleştiren yatay kesintisiz
pencereler ve geniş saçaklı, yumuşak eğimli çatılan vardı. Çok
sayıda pencere aynca dışarıya açılan kapılar "açık havada yaşa
ma" hissi yaratıyordu ve bu, daha sonraki yıllarda son derece
popüler hale geldi. Bu tarzı "içerinin" , "dışarıya" dönüşmesi di
ye tanımladı. 21 Diğer bir hedef, tüm duvarları diğer tarafı gös
teren paravanlara çevirerek ve duvarlar ile tavanın birbirine ak
masını sağlayarak, kutu gibi odalardan kurtulmaktı.
Kır evlerinin çizgileri çevreye doğru akıp gitse de, Wright,
evlerin dışarıya karşı bir barınak olduğuna kuvvetle inanıyor
du ve dış kapılan, taş duvarların ve sundurma duvarlarının ge
risine gizledi. İçerinin açıklığının, ancak dışarının tecavüzün
den güvenli bir korunak sağlandıktan sonra mümkün olaca
ğı inancı, mahremiyetin gerekleri ile kamusal ve özel alanların
doğru ilişkisine dair daha genel bir yeni yaklaşımın parçasıydı.
Mahremiyetin kabuğu birçok yeni icatla delindi. 1877'de
mikrofonun bulunması, odadaki mahrem konuşmaların dışa
rıdan dinlenmesini mümkün kıldı. 1 88 1 'de New York hapis
hane görevlilerinin, iki mahkumun bir suç üzerine konuşma
larını dinlemek için hücreye yerleştirdikleri mikrofon, belki de
ilk "böcek" idi.22 1880'lerde selüloit film ve sabit odaklı objek
tifin Kodak tarafından geliştirilmesiyle, amatörler ve gazeteci
ler stüdyo dışında, her yerde insanlardan izin almadan gizli
ce e ns tan ta ne fotoğraflarını çekmeye başladılar. 1 902 yılında
New York Times, ünlü kişileri fotoğraflamak için "pusuya yatan
Kodaklılann" , mahremiyeti ihlal etmelerinden yakınıyordu.23
1906 yılında G. S. Lee, yeni teknolojinin yol açtığı hayatın ge
nel içselleştirilmesinin bir parçası olarak elektrikli kapı zilleri
nin evin içine tecavüzünü inceledi. Modem insan, "bahçe ka-
ı
pısındaki küçük bir düğme için parlak pirinç kapı tokmağıy-
21 Frank Uoyd Wright, "An Autobiography", Frank Lloyd Wright: Writings and
Buildings, yayına hazırlayan Edgar Kauffmann ve Ben Raebum, New York,
1960, s. 82.
22 Julien Brault, Histoire du ttltphone et exploitation des ttltphones en France et a
l'ttranger, Paris, 1888, s. 86-87.
23 New York Times, 23 Ağustos 1902. Bu konunun ele alındığı bir kaynak olarak
bkz. Alan F. Westin, Privacy and American Law, New York, 1970, s. 338.
279
la -dışan duygusunun sevimli simgesi- mutfağındaki uzaktan
gelen tıngırnyı terk etti. 024 İngiliz yazar Amold Bennett, Birle
Şik Devletler'de dolaşırken, telefonun "ürkütücü evrenselliği"
karşısında şaşkına döndü. Amerikan şehirlerini "zemin ve ça
tı, taban ve tavan ve duvarlar arasında zincirlenmiş; milyonlar
ca telin, canlı varlıkların mahremiyetini birbirine bağladığı -ve
dev bir kamusallık yaratmak için onlan yok ettiği"- bir yer ola
rak gördü. Her bir odası, insanın mahremiyetine tecavüz eden
"telefonun korkunç lanetiyle" donatılmış Avrupa otellerine de
karşı çıkıyordu .25 "Taşrada Telefon" başlıklı kısa bir hikaye
de orta-ban çiftçileri, ortak hattı dinlemenin yarattığı toplu
luk duygusunun, mahremiyete tecavüzü dengelediğini düşü
nüyorlardı. 26 1893 yılında Budapeşte'de kurulan Telefon Ga
zetesi, otellerde kalan yabancıların kimliklerini ve yerlerini her
akşam dinleyicilere duyurarak mahremiyetlerini yok ediyordu.
1 9 1 2'de ünlü bir bilim yazan, "boşluğa tel bağlayan" herkesin
�
duyabildiği yeni telsiz mesajlarıyla, eski Mors telgrafıyla kuru
f n özel iletişimin kaybedildiğinden yakımyordu.27
· Kamu sek - rünün özel hayata giderek artan müdahalesini,
24 G. S. Lee, The Voice of the Machines, New York, 1906, s. 53, 56.
25 Amold Bennett, "Your United States" , Harper's Monthly Magazine, Temmuz
1912, s. 191.
26 Harriet Prescott Spofford, The Elder's People, Boston, 1920, s. 57-76.
27 "The Telephone Newspaper", Scientific American, 26 Ekim 1895, s. 267; Ro
bert Morton, "Curbing the Wireless Meddler" , Scientific American, 23 Mart
1912, s. 226.
280
na yükseklikleri ile balkon konumlarını ve "genel görünüm
uyumunu" düzenleyen yeni kurallar vardı. lngiltere'de Kamu
Tanıtımında Kötüye Kullanımları Denetleme Kurumu 1 893'te
kuruldu ve görevi, şehirlerde "görünümün adaba ve asalete uy
gunluğunu" desteklemekti. Edinburgh'da, gökyüzüne asılmış
yazılar içeren reklamları yasaklayan bir yasa zaten mevcuttu ve
1899 yılında, tüm reklamların nereye konulabileceğine karar
verme yetkisini bölge halkına bırakan bir yasa geçirdiler. Oeuv
re National Belge, 1 895'te tanıtımın işletme yapısının dekora
tif bir öğesi olmasını talep eden bir kampanya başlattı. Sokak
gürültüsünün durdurulması için sosyal kurumlar oluşturuldu.
1899'da New York Şehir Geliştirme Kurumu, şikayet başvuru
larının büyük bir bölümünü, sakınılamayan genel gürültüden
kaynaklandığını ilan etti ve Robinson, Boston'da Kent Müzik
Komisyonu'nun laternaların ve akordeonların akort edilmesin
den sorumlu tutulduğunu dile getirdi.28
Özel hayata tecavüz, Amerika'da özel hayat yasaları tarihi
ni aktaran New York Evening Post editörü E. L. Godkin'in "The
Right of the Citizen-to His Own Reputation" ( 1 890) yazısında
ele alınıyordu. Anglo-Amerikan yasaları, kişinin "düşünce ve
duygu iç dünyasına" çekilebileceği evini her zaman bir sığınak
olarak görürdü. 29 Ancak modem gazeteler eve tecavüz ederek
ve dedikodusunu yaparak onu pazar malı haline getiriyorlardı.
Aynı yıl Louis Brandeis ve Samuel Warren, "Özel Hayat Hak
kı" üzerine yazdıkları akademik makale ile Godkin'in tartışma
sını derinleştirerek, hukuk tarihinde bir dönüm noktası oluş-
t
karlı hale gelmesiyle mantılı olarak, insanların şöhrete duyarlı
lığı artıyordu. Makale, özel hayat hakkının tanınması ve ihlali
� �
·
nin de cez gerektiren suç olarak nitelenmesi için yasal düzen
,
leme yapıl ası isteğiyl� sona eriyordu. 30
1 89 1 yıl nda Birleşik Devletle üksek Ma emesi, kişisel
�
yaralanma�r için demiryollarını a eden bir işinin, iddiası-
�ı ispat içi tıbbi muayeneye zorl namayacağ na hükmetti.31
Ozel hayat .hakkı gibi bir meselenin hukuken ilk kez tanınma
sında, çok ıdaha anlaşılır olan kişi bedeninin mahremiyetine
uygulanması anlaşılır bir durumdu . 1 902 yılında Abigail Ro
i
berson, bir ürün tanıtımı için izni olmadan fotoğrafını kulla
,
nan Roch d ter Folding Box Compaq.y'e dava açtf . Alt mahkeme
onun lehinF karar verdi ancak NeW York Tem}riz Mahkemesi
karan bozdu . Bu negatif karar, New York Times'da özel hayat
hakkı lehine öfkeli bir makale yazılmasına neden oldu ve erte-
283
284
nü ele alırken göreceğimiz gibi, görünüşte aykırı diğer gelişmeler
birbirini canlandırmakta ve diyalektik olarak eşleşen çiftler ha
linde meydana gelmektedir.
Tarih boyunca nüfus artışları şehirleri genişletmiştir ancak
bu genişleme işçilerin yürüyerek ya da atla gidebileceği me
safe ile sınırlıdır. Demiryollanmn gelişmesiyle ve daha sonra
1 9 . yüzyıl sonunda tramvay sistemlerinin gelişmesiyle bu sı
nır, "tramvay banliyölerini" kapsayacak şekilde genişler.37 Bu
banliyöler Avrupa'mn her yerinde ve Amerika'da aniden orta
ya çıkmış ve eski uzamsal biçimleri yıkmışnr - mahalleler bir
denbire terk edilmiş, kırsal alandaki köyler trenle gidip gelen
ler tarafından işgal edilmiş, eski şehir sınırlarının ötesinde yeni
mahalleler oluşmaya başlamışttr. Şehrin yeni boyutuna yeni bir
yaşam tarzı eşlik eder; zira banliyö yerleşimleri, birçok insanın,
kentsel ve kırsal yaşamın avantajlarım birleştirmelerine olanak
tanır. Bu gelişme karşısındaki tepkiler, kırsal yaşamın mahre
miyetini kaybetmesinden yakınan gelenekçi-zihinli gözlemci
ler ile banliyöleri hem kırsal yaşamın yalınlmışlığına ve taşralı
lığına hem de şehrin kalabalıklığına ve yozluğuna karşı düzelti
ci bir etmen olarak görenler arasında ikiye bölünmüştü.
1893 yılında Amerikalı bilimkurgu yazan Henry Olerich'in,
şehrin genişlemesinin olumlu sonuçlarını ele aldığı ütopik ro
manında, Mars'tan dünyaya gelen bir ziyaretçi, kendi "şehirsiz
ve kırsız dünyasını" anlanr. Olerich önsözde, dünyadaki bu iki
alem arasındaki çizginin ortadan kalkmasının yararlarından za
ten söz etmiştir. Zihinsel faaliyet "daha cesur, daha kapsamlı ve
daha özgür" hale gelmiştir, aynca şehir ile kır sakinleri arasın
daki yanlış anlamaların ve çanşmalann sıklığı azalmışttr. Ziya
retçi dünya sakinlerine, Mars halkının şehirlerin kalabalığını,
suçu ve yalıtılmış çiftçinin boşa harcanan emeğini nasıl yok et-
yok oluşunun" izini süren Richard Sennett, özel hayat tarihine zıt ve tek yön
lü yorumlar getirdiler. iki görüngü eşzamanlı meydana gelmiştir ve tarihsel ve
diyalektik bir çakışma olarak değerlendirilmelidir. Richard Sennett kendi ku
ramını Riesman'ınki ile kıyaslar, The Fail of Public Man, New York, 1975, s. 5.
37 Bkz. Sam B. Wamer, Jr. , Streetcar Suburbs: The Process of Growth in Boston,
1 8 70-1 900, New York, 1973. Kitap bu genel dönüşümün ele alındığı örnek bir
çalışmadır.
285
t�ğini anlatır. Nüfusu gezegene dağıtarak hem yakın temas ge
rbktiren işbirliğinin ve hem de büyükçe bir yaşam alanı gerek
tfren bağımsızlığın avantajlarını azami seviyeye çıkarmışlar
dır.38 1 906 yılında Amerikalı bir yazar, telefon ve telgrafın, kır
sal alana ücretsiz servis ve gelişmiş yolların şehir ve kır hayatı
nı nasıl birbirine karıştırdığını ortaya koyuyordu. Küçük şehir
lerle bağlantı sağlayan tali demiryollarının yaygınlaşması, işçi
lerin işe gitmelerini mümkün kılmıştır ve yazar, kısa süre son
ra, şehir ve kır tarzlarının "banliyö biçiminde birbirine karışa
cağı" çıkarsamasını yapar. 39
Banliyöler şehir yollarının kırsal alana uzanmasına yol açar
ken, "bahçe şehirler" de kın şehre taşır. 1 898 tarihli bir kitap
ta, İngiliz şehir plancısı Ebenezer Howard, bahçe şehirler kura
rak, şehrin yüksek ücret ve istihdam imkanlarını; kırın güzel
lik, düşük kira ve ferahlığı ile birleştirmeyi önerir.40 Howard
1899'da Bahçe Şehir Birlıği'ni kurdu ve ilk İngiliz bahçe şehri
1903'te Letchworth'da yaratıldı. Bunun etkisi tüm kıtaya hızla
�ayıldı ve 20. yüzyıl başh.rında birçok bahçe şehir akımı ortaya
J,ktı. 1 896'da, Howard b�hçe şehir düşüncesini ortaya atmadan
önce, Alman plancı Theodor Fritsch, "içeriden dışarıya doğru
değil, dışarıd n içeri doğ:u" binalardan oluşan şehirler önerdi.
Sadece özel . ina tipleri i;in eşmerkezli çemberler düşünüyor
du ve bunla n ortasında büyük bir b�hçe inşa edIDyordu. 41 Şe
!
hir ve kın bi araya getirme isteğinin ana fikri Al an Ekspresbt
yonist mima Bruno Taut'un fantastik yaklaşımına dayanıyor
qu. Alpine A hitektur ( 1 9 1 7) çalışmasında, ltalya'nın kuzeyin
cleki dağ silsilesini elektr.k ışığı ve cam mimari kullanarak göz
alıcı mabetlete ve kristal çizgileri olan vadilere dönüştürmeyi
�
öneriyordu. bç yıl sonra, Die Aujlôs fng der S t te (Şehirlerin
t
nin yaylan ar ık kalabalıl<lan dışarıda tutma işlevini yerine ge
�
tiremiyordu; . in tane yabancı öğe iç " sızmıştı ve tüm homo
jenlik, tüm b çim tutarlılığı ve renk ybolmuştu "46 Züppelik
mesine ve a
·
�
imgesi, süre i olarak, yabancı öğeleri •sar sını ra nüfuz et
toplumsal :eatmanlarla, belirgin sınıf sınırlarının
dağılmasına .o l açar.
1 Avusturya'da sınıfsal sımrlar, üst seviyelerde olduğu gibi alt
�
seviyelerde d zayıflıyordu. Carl Schorske bu çok kapsamlı dö
nüşümü yenÜ:len kurgufadı. Çokulu �lu Habsbur İmparator f
luğu, ulusak� hareketler :ıedeniyle siyasal olarak, sınıfsal hat
lar boyunca da toplumsal olarak parçalanıyordu. işçiler, alt-or
ta sınıflar ve köylüler, zaten gerilemekte olan aristokrasinin is-
47 Cari E. Schorske, Fin-de sitcle Vienna, New York, 1 980, s. 285 , 296.
48 Egidio Reale, Le Rtgime des passeports et la sodttt des nations, Paris, 1 930,
s. 25-29; ]ean Heimweh, Le Rtgime des passeport s en Alsace-Lorraine, Paris,
289
ri 1 89 l 'de, Fransız subaylar ve askerlik hizmeti yapmamış Al
manlar hariç, Alsace-Lorraine'deki tüm pasaport zorunlulukla
rını kaldırmaya mecbur kaldı. Yabancı askeri görevlileri kon
trol edebilmek amacıy:a, 1 9 1 2 yılında, Fransızlar benzer bir
kurumsallaşmaya gittiler ancak 19 14'te savaş patlayana kadar,
çoğu Batı Avrupa ülkesı ya sınırlı pasaport zorunluluğu koydu
ya da hiç koymadı, böylelikle neredeyse herkes özgürce seya
hat edebildi. Stefan Zweig'ın savaş öncesi Avrupa özlemi, İkin
ci Dünya Savaşı boyunca sınırlarda yaşanan travmaların olma
dığı bir dünyadaki kolay seyahat deneyimlerini de içeriyordu.
1914 öncesinde Hindistan'a ve Amerika'ya pasaportsuz gitmişti
ve pasaport kullanan birini de görmemişti. "Sınırlar" diyordu ,
"sadece sembolik çizgilerdi ve Greenwich Meridyeni nasıl dü
şünmeden geçiliyorsa öyle geçiliyordu. "49
Bilim, teknoloji, hukuk ve siyasetteki gelişmelerden kay
naklanan somut değişimlere ek olarak, resim ve tiyatronun es
ki uzamsal biçimlerinde; aynca felsefe, psikoloji ve fiziğin kav
ramsal biçimlerinde, geniş bir kültürel yeniden sorgulama ya
,şandı. Alman Estetikçi Heinrich Wöfflin 1 9 1 5 tarihli Principles
iof Art History çalışmasında, resimdeki "düşünsel biçimlerin"
yön değişti esini belinlemek üzere zıt kavram çiftleri tespit
etti. Açık v kapalı biçinler, diyordu, en keskin olarak klasik
ve barok sf lerde zıtlık yaratır. Klas�k biçimde bakim olan ya
tay ve dike lerdi; aynca, uzama sıkıca yerleştirilmiş ve resim
çerçevesini uyumuyla çerçevelenen nesnelerin belirgin sınır
�an vardı. B rok biçimd;� hakim olan eğriler ve diyagonallerdi;
·
291
nelerin biçimini bozmalarının ve asli renkleri değiştirmeleri
I\İll mümkün ve zorunlu olduğunu keşfettiler. Eğer bir kompo
zjsyonun görsel hareketi dirseğin çevreleyen uzama açılmasını
gerektiriyor ise, dirseği ayırıp açtılar. Onlar için kapalı biçim
lerin çöküşü, görsel biçimler karşısında resmin bağımsızlık ila
nıydı. Nesneleri kırmak ve uzama bağlamak, konu ile arka pla
nı ayıran eski alışkanlıkların yadsınması olarak görülebileceği
gibi, ressamın nesnelerin gerçek görünüşlerine uymak zorunda
olduğu ısrarının yadsınması olarak da yorumlanabilir. Picas
so'nun mandolincisinin kırık dirseği, pozitif ve negatif uzamlar
arasındaki aynını ortadan kaldırır, ressamın bağımsızlığını ilan
eder ve görsel gerçekliği askıya alır.
Resimde çerçevenin ve geometrik biçimlerin savunucusu
olan eleştirmenlerin aldığı tavır ancak bu eğilimin aksi yönde
derinleşmesine yol açar. 1902 tarihli "The Picture Frame" baş
lıklı bir metinde Georg Simmel, bir resim çalışmasının ruhu
nun çerçevelenmesinde olduğu ve bunun da açıkça ve bütü
nüyle bir çerçeve içine alınmış olmayı gerektirdiği konusunda
� rarlıydı. "Bir resim çer�evesinin özelliği resmin içsel bütün
lüğünü artı ası ve yoğunlaştırmasıdır. " Gözü merkeze yön
lendirir ve re mi dikkat dağıtıcı tüm dışsal öğelerden ayırır. 5 2
llk Kübist r in sergilenmesinden üı; yıl önce Fransız felsefe
ci Paul Sou · u, estetik üzerine tezler �htiva eden ta Beautt Ra
*
tionelle'de, "g ometrik güzelliğin" tu ulu bir saVl!ınmasına yer
veriyordu. U 1 biçim veyapıların, ruitta ritimlerin, resmin asli
konusu oldu nu, zira doğada ve insanda varolduklarını dola
rlsıyla da resimde estetik anlamda tatmin edici olduklarını öne
�Ürüyordu. I stinct de geanttres (geometrik içgüdülerimiz) in
�
san zihninin fil temel yaıatılarında (binalar, bahçeler ve deko
� i
rasyon) aync sanatın düzenli, basit ve orantılı içimlerinde, b
daha üst bir seviyede ke:ıdini gösterir. 53 Simmel ve Souriau ,
52 Georg Simmel, "Der Bildrahmen" , ilk olarak yayınlandığı kaynak Der Tag,
1902; yeniden basım Zur Philosophie der Kunst, Potsdam, 1922, s. 46-54.
53 Paul Souriau, La Beautt rationelle, Paris, 1904, s. 352-373. Aynı zamanda bkz.
Georg Simmel, "Brücke und Tür" , Der Tag, 15 Eylül 1909; Georg Simmel,
"Soziologie des Raumes" , ]ahrbuch für Gesetzgebung, Verwaltung und Volk
swirtschaft, 27, 1903 , bu çalışma, toplumsal hayatta sınırların işlevi ve farklı
292
modem sanaun açık biçimleri sanki dünyanın siyasal ve top
lumsal istikrarını tehdit ediyormuş gibi, geleneksel ve alışıldık
biçimlerin korunması için çırpınırlar.
Fütüristler , biçimleri , patlayan fırın kapağı gibi açarlar.
"Technical Manifesto"da Boccioni şöyle bir betimleme yapar;
"üzerine oturduğumuz koltukların içine vücudumuz gömülür
ve koltuklar vücudumuza gömülür. Motorlu otobüsler, yanın
dan geçmekte oldukları evlere girerken karşılığında evler de
kendilerini otobüsün üzerine fırlatarak birbirlerine karışırlar. "
Bu iç içe geçmeyi Boccioni The Noise of the Street Penetrates the
House ( 19 1 1 , Resim 9) çalışmasında resmeder. Sahne, binaların
açık biçimli olduğu bir inşaat alanıdır ama Boccioni, Kübist bö
lümlendirme stiliyle, alanı çevreleyen evleri de açık olarak res
metmiştir. İsmine uygun olarak, evdeki birine gürültünün nü
fuz etmesini grafik olarak göstermek için, şekillerin ayaklan
masıyla gizlenen bir merdiven çizgisini, ön planda balkondan
bakan kadının sol omzuna doğru devam ettirir. lnşa edilmek
te· olan binanın dikmeleri, Çin firketeleri gibi kafasına saplanır,
sağ kalçasında bir at koşturmaktadır. Ses ve imgelerin bilinci
ne girmesi gibi, maddi dünya da vücuduna girmektedir. Boc
cioni bunu açıklarken, Fütüristler "gözlemciyi resmin kalbine
yerleştirmelidir" der. 54 Resim, gözlemci ve gözleneni, kadın fi
gürü üzerinden ve komşu balkonlardaki diğer iki kişi üzerin
den birleştirir. Görsel olarak birleşseler de, dış dünyada kay
bolmuş gibidirler. Boccioni, 1 9 1 1 - 1 9 1 2 tarihli Fusion of Head
and Window heykeli için yaptığı iki resim çalışmasında kuramı
nı geliştirir. Bir tanesinde, pencere bölümlerinin ve farklı açı bi
çim ve kalınlıklardaki camdan geçen ışığın prizmatik etkileri
nin deldiği oturan bir kadın resmedilmiştir. Geleneksel resim
de pencerenin ayırdığı içerisi ve dışarısı, Fütürist görüntü tasa
rımına uygun olarak iç içe geçmiştir. Anton Bragaglia bu tasa
rımı, "Soyut içeri anlayışımızla somut dışarıyı birleştiren ince
293
�
ba lar" diye ifr de eder.55 1 9 1 2 tarihli, ironiyle Matter diye ad
landırılan di M r bir çalışmada, camın farklı bölü IIJ-lerinden ve
içinden yansı� an titrek ışık düzlemle ti ile kadın Şeklini daha
da' fazla yilirmıştir.
Normal üç bo yu tlu madde üzerinde çalışan Fütürist heykel
tıraşlar da alışıldık kapalı biçimlerin kabuğunu delerler. Yine
Boccioni, amaçlarını şöyle açıklar: "Her şeyi tersine çevirmeli
yiz ve nihai çizgilerin ve içerdiği heykelin ortadan mutlak ola-
295
boyanmış olan kostümünde patlayan ışık fosfor parlaklığı ya
ratıyordu. Bir yorumcu, 1990'daki bir performans üzerine şöy
le yazıyordu: "Işık her yönden geliyor. Loie, projektörün can
lı ışıltısını yansıtan cam lizerinde dans ederken, yanlardan,
sahneden ve orkestradan harika ışık huzmeleri onun üzerine
akıyor. " 57 Işık gövdesinde oynaşırken, havada çevirdiği renk
li flamalar sayesinde gövdesi uzamda genişliyor. Işık ve flama
ların bileşimiyle oluşan güç-çizgileri adeta Fütürist bir resmin
canlanması hissi yaranyor.
Bazı cesur oyun yazarları ve tasarımcılar, sahne ile izleyici
arasındaki keskin aynını yok etmeye çalıştılar. Bunun ilk orta
ya çıkışı, koronun sık sık "perde" gerisinden ses verdiği klasik
dramalara kadar uzanır. 1 8 . yüzyılda Rousseau'nun aktör ve iz
leyici arasındaki yapay aynını protesto etmesi, fiili sahne dü
zeni üzerinde pek etkili olmadı. Genel olarak aktör izleyicile
re sesleneceği zaman, monoloğa hapsolmuş gibi, kendisiyle ko
nuşma rolüne bürünüyordu. 19. yüzyıl oyun yazarları, bu iki
aleııni bir duvarla ayırmaya devam ettiler - ancak ne aktör ne
de izleyici tara ndan ihlal edilemeyen "görünmez" bir duvar.
Bu hayali du arda gedik açmaya öncülük eden, Alman ve
Avusturyalı o n yazarları oldu. 1 899 yılında Münih'te açılan
Reformbühne k mpanyası, sahneyi seWcilere doğrµ uzatarak
ı}
il k adımı attı. 5 Daha sonra Adolphe ppia, aktö � ve izleyi
ci arasındaki a . mı aşmak için sistem�tik bir çab� gösterdi.
1 89 1 ve 1 892 Hannda baıı Wagner operaları sahnelenirken,
izleyici bölüm · nün ışığını artırıp sahne önü ışıklarını kısa
j
rak geleneksel karanlık izle-rci bölümünden parlak sahneye
geçışi yumuşatrpaya çalıştı. On sahneyi genişletip yan duvar
lara yaslayarakJ sahne boşluğunun oh� şturduğu dprbün gö
rüşü etkisini az�ltmayı ve izleyici bölümünden sahneye daha
yumuşak bir geçiş sağlamayı savundu . 59 1 908'de Münih Sha-
57 London S tandart ta yer alan bir değerlendirme. Aktaran Gay Morris, "La Loie",
'
296
kespeare Tiyatrosu tasanmcısı, aktörlerin seyirciler arasında
ki eğimden sahneye gelmesiyle, daha fazla "organik bütün
lük" hissi yaratmaya çalıştıklannı ifade etti.60 1 905'te Max Re
inhardt, oyunculan, seyirciler arasından köprülerle ve rampa
larla sahneye çıkardı ve 1 9 1 1 yılında The Miracle'ı katedrale
dönüştürdüğü bir tiyatroda sahneledi. Seyirci kalabalığı ara
sında bulunan aktörler, kalabalığın içinden sahneyi oynuyor
ve dint bir töreni tertip ediyorlardı.61 1907'de açılan Harz'da
ki " dağ tiyatrosu" gibi açık hava tiyatrolannda da, aktörle
rin ve izleyicilerin doğal bir ortamda yakınlaşmalan sağlan
maya çalışılırken, sahne yüksekliği ve aydınlatması ile karan
lıkta kalan sabit koltuk sıralan arasındaki yapay aynın azal
tılmaya çalışıldı.
Paralel bir gelişme olan, 1 9 1 0 sonrası New York'unda kaba
renin ortaya çıkışı, eğlence sektörüne egemen olan sınıf, cin
siyet ve ırk engellerini yerle bir etti. Daha önceleri üst sınıfla
nn kendi ayn tiyatrolan, konserleri ve operalan var iken; halk
sımflan minstrellerde, şovlarda ve parodilerde eğleniyorlardı.
1 890'lardan itibaren sinema, vodviller ve ragtime, hem üst sı
nıflardan hem de alt sınıflardan insanlann ilgisini çekmeye baş
lamıştı. New York'un aşağı semtlerinin ötesinde ilk açılan ka
bare, Brnadway'in kalbinde, 1 9 1 1 yılında 49. Cadde'ye açılan
Folies Bergere idi. Diğer kabareler New York gece hayatım hız
la istila etti. Kabarenin düzeni ve gösterisi, izleyici ile icracı ara
sındaki geleneksel derin aynını azaltmaya dönük gibiydi. Sah
ne, izleyiciye mümkün en yakın konumdaydı ve genellikle ma
salarla çevriliydi. izleyicilerle aynı hizadaydı aynca aktörle iz
leyici arasındaki farkı vurgulayan perdeler ya da taban ışıklan
dırmalan yoktu. Kabare oyunculannın kendileri de zaman za
man çevre masalarda yemek yiyor ve işlerini yapmak üzere iz
leyicilerin arasından sahneye çıkıyorlardı ve gösteri aralannda
60 jocsa Savits, Von der Absicht des Dramas , Mıinih, 1908, s. 40.
61 Joachim Hintze, Das Raumproblem im modemen deutschen Dtama und Theater,
Marburg, 1969, s. 97; aynı zamanda bkz. Georg Fuchs, Die Revolution des The
aters, 1908, 1 09 vd. ; aynca Sybil Rosenfeld, A Short History of Seme Design in
Great Britain, Londra, 1973, s. 1 66-167, burada, Londra'daki Olympia Tiyat
rosu'nda The Miracle'ın sahneye konuşu anlaulır.
297
izleyiciler dans pistine çevrilen sahnede dans etmeleri için teş
vik ediliyorlardı. Oturma düzeni akışkanlık sağlıyordu. Perfor
manslar sergilenirken yeme, ıçme ve sohbet devam ediyordu;
aynca sandalyelerin hareket ettirilebilir olması, müşterilerin
çeşitli ihtiyaçlara göre oturma düzenini değiştirmelerine ola
nak sağlarken, Lewis Erenberg'in işaret ettiği gibi, "tüm salon
da anarşist olanaklara" imkan tanıyordu. Birçok revü gösterisi,
icracılar ile izleyiciler arasındaki etkileşimi özendiriyordu. Re
vü grubundaki kızlar erkeklerin saçlarım kanştınyor, sandal
yelerine çarpıyor ya da dans etmeleri için sahneye çekiyorlardı.
1 9 1 2 yılında, bir New York sosyete skandalları dergisinin edi
törü, " topluluktaki oyuncuların sınır ve konumlarını yok etti
ği ve ortaya çıkan laubalilik kaçınılmaz olarak tüm resmiyet sı
nırlarını yıktığı" için kabareleri protesto ediyordu. 62 Bu yakla
şımıyla, üst sınıfların güçlü bir biçimde dik durmasını ve eski
hiyerarşik toplum alışkanlıklanm -ve bileşenlerinin farklılıkla
rım- bir arada savunuyordu.
Fütp ristler de sanatı doğalhğından uzaklaştırdığını düşün
dükleh , anlıktan . ana ve can çekişen topluma ait olarak gör
dükleri, sahneyle leyici arasındaki "hayali duvarı" yok etme
nin arayışındaydı ar. 1 9 1 3'te Marinetti yeni bir tiyatroyu du
yuruyordu . Bu ti atroda izleyicilerin katıılımıyla o�n "sah
nede, orkestrada e salonda eşzamanlı" oıjarak akıyorc\lu. Dört
yıl sonra amaçlan ı şöyle açıkladı: "lzleyi4inin duyarl•lıklarını
keşfederek hareke e geçirmek, mümkün her olanakla en tem
bel katmanlarını oşturmak; sahne ışıklandırması anlayışım
1
·
62 At
Albay William D' ton Mann, Towı Topics, 18 Oc!lk 1912: 1 , akta�ld1ğı kay-
nak, Lewis A. Erenl:ı erg, Steppi n' Oıt New York Nigh tlife and the Trt!tnsfonnati
on pf American Culture, 1 890-1 930, Westport, Connecticut, 198 1 , s. 1 3 1 . "Bre
aking the Bonds" başlıklı bölümde Erenberg, 1 89Tde açılan Waldorf-Asto
ria gibi yeni lüks otellerin, geçmiş dönem elitlerinin nasıl eski özel hayatlan
nı, 1880'lerin ve 1890'lann yeni Orta Barılı zenginlerinin hızlı istilasını sindi
ren kamusal hayat için terk etmelerini mümkün kıldığını gösteriyordu. Birin
ci Dünya Savaşı öncesinin revaçta olan danslannı ele alan bir çalışma, 19. yüz
yılın kontrollü, kurallı ve bir akışı olan dansının yerini 1 9 10'larda, aralannda
foxtrot, bunny hug, Texas tommy ve tangonun da bulunduğu cinsel imalan
olan, kuralsız ve bireysel danslann aldığını anlanyordu.
298
örmek. "63 Savaş boyunca izleyici ve oyuncuları tek bir kurma
ca matriste bir araya getirdikleri oyunlar sahnelediler. 1 9 1 7'de
Ettore Petrolini'nin Radioscopia'sında, oyunun bir kısmı izleyi
ciler arasına serpiştirilmiş oyuncular tarafından icra ediliyordu.
1 9 1 9'da yayınlanan Francesco Canguillo'nun Lights ! eserin
de izleyiciler, aralarına yerleştirilen oyunculardan ilham alarak
tüm oyunu icra ediyorlardı. Karanlık bir tiyatroda oyuncu-izle
yiciler ışıkların açılmasını istiyor, diğer izleyicileri de protesto
ya katılmaları için kışkırtıyorlardı. Bu kıyamet zirvesine ulaştı
ğında ışıklar yanıyor ve perde iniyordu.64
Bu büyük değişikliğe kendi katkısını yaparken Strindberg,
sahnelenen tiyatro biçimlerini dönüştürüyor; zamanda ve
uzamda gezinen karakterler yaratarak, hayal kuran zihnin çıl
gın yön değiştirmelerini yansıtmaya çalışıyordu . A Dream
Play'e yazdığı önsözde yöntemini açıklıyordu: "Bu hayali oyun
da, daha önceki hayali oyunu Damascus'ta olduğu gibi, ya
zar, rüyanın kopuk ama belirgin biçimde mantıklı yapısını ye
nicfen üretmeye çalışıyor. Her şey olabilir; her şey mümkün
dür ve ihtimaldir. Zaman ve uzam yoktur; hayaller, küçük bir
gerçeklik zemini üzerine, anılardan, deneyimlerden, dizgin
siz arzulardan, saçmalıklardan ve doğaçlamalardan oluşan ye
ni örüntüler örer ve kurarlar. Karakterler bölünür, ikiye ayrı
lır ve çoğalırlar; buharlaşırlar, kristalize olurlar, saçılır ve yeni
den toplanırlar."65 llk yanın saatte dokuz sahne değişimi var
dır. Sahne ve sahne malzemeleri uzam ve zaman boyutuna uy
gun olarak dönüşürler. Arka perde yükselerek ya da açılarak
yeni iç mekanları ayırır, karakterler birkaç saniyede yaşlanır ve
doğrudan duvarların içinden geçerek sahneyi terk ederler; ayn
ca kalenin tepesindeki bir filiz dev bir krizanteme dönüşür. Ar-
63 Filippo Marinetti, "The Variety Theater," 1 9 1 3 ve Marinetti, Emilio Settimel
li, Bruno Corra, "The Futurist Synthetic Theater" , Marlnetti: Selected Writings,
yayına hazırlayan R W. Flint New York, 197 1 , s. 1 18, 1 2 1 , 1 28.
64 Bkz. Michael Kirby, Futurlst Performance, New York, 197 1 , s. 48-49. Kitapta
bu tiyatrolar ele alınmaktadır.
65 August Strindberg, "A Dream Play", Six Plays of Strlndberg, New York, 1955,
s. 193. Hauptmann, lbsen ve Strindberg'de "uzamın öznelleşmesi" konusu
nun ele alındığı bir kaynak olarak bkz. Hintze, Das Raumproblem, s. 68-73.
299
dıl sahnelerde bir ağaç önce şapka askısı sonra da şamdan olur;
bir sahne kapısı, dosya dolabına daha sonra da kilisenin kutsal
eşyalar odasına açılan kapıya dönüşür. Strindberg sahneleme
başarısını bir biçimde abartmıştır zira zaman ve uzam tamamen
yok olmaz. Ancak kamusal hayatın tek tip kalıplarını yok say
mış ve bireyin özel deneyiminin esnek kalıplarını yeniden üret
miştir. Doğrudan bir etki olmasa da Strindberg'in amaç tanımı,
Freud'un bir yıl önce yayınlanan The Interpretation of Dreams
kitabında, düş çalışmasının "birincil süreci"ni ele alışını yansı
tır. Çok farklı alanların ürünü olan bu temel iki çalışma, zihin
sel yaşam süreçlerinin hem geleneksel psikolojinin katı kav
ramsal çerçevesine hapsedilemeyeceğini hem de geleneksel ti
yatronun katı bütünselliğinde inandırıcı bir biçimde oyunlaştı
rılamayacağını gösterir.
Eski biçimleri kırmanın yanı sıra, ressamlar ve müzisyenler,
aynı zamanda oyun yazarları, etkin ifade teknikleri için kendi
alanlarının sınırlarını aşmayı zorunlu görmüşlerdir. "Sinestezi"
kavraıpı 1890'larda psikiyatri literatüründe duyulmaya başlar
ve gen�llikle duyuşal sistemimizin başka bir bölümü ile ilişkili,
örneğin ses gibi bi 1 uyaran tarafından üretilen, örneğin renk gi
bi bir algıyı betim emek için lmllanılır.66 Bu düşünce yeni de
ğildir. Romantikle resmi ve müziği birleştirmişlerdir ıve Bau
delaire'in bir şiird h
kullandığı, aynı zama da şiirin b4şlığı da
olan "uyuşumlar" ha sonra Sembolistleıle ilham verlr. Wag
ner, Gesamtkunst rk'i yaratırken ışık ve sesin duyusal uyum
larına ulaşmaya ç lışır, Appia da bunu sahnelemeye çalışır.
Odilo � Redon kendisini, peintre symphonique olarak adlandırır
ve 1 905 civarında, I Litvanyalı nistik müzisyen M. K. Ciurionis
resim yapmaya yötelerek, senfonik harekeıtler olarak tfiSarlan-
l
·
1 36- 1 37.
300
tik piyano," tuş takımının harekete geçirdiği renkli ışıklar saç
maktadır ve sinematografi kullanarak, kalıcı "renk senfonileri"
kaydederler.68 What the Streetcar Said to Me ( 19 1 1 ) çalışmasın
da Carlo Carra, ses izlenimini resmetmeye çalışır. Biçimler şeffaf
bir maddeden kopmuş gibidir, şehrin ve sarsılarak geçen tram
vayın gürültülü yanlarını gösterirler. Carra, Fütürist sinestezi
yi 1 9 1 3 tarihli ve "The Painting of Sounds, Noises and Smells"
başlıklı manifestoda açıklar. " Çığlık atan yeşilleri, gürültücü sa
rıyı ve bağırrrr bağırrrr bağıran kıpkııı ıııııııızı kırrrrrmızıla
n kullanacaklar" - karnavalları, havai fışekleri ve şarkıları akla
getiren tüm "hız renklerini. " Sinemaların, kerhanelerin, liman
ların, tren istasyonlarının, hastanelerin gürültü ve kokularının,
estetik eşdeğerlerini resmedecekler.69 Bu Fütüristler, her bir du
yunun geleneksel bölümleşmesini yok sayıyorlardı ve zihnin,
duyu merkezinin çeşitli algısal kabiliyetlerini birleştirerek yeni
estetik biçimler yaratabileceğinde ısrar ediyorlardı.
Plastik sanatların en temel gereksinimi olan belirlenebilir bir
koniılözne de 20. yüzyılın başlarında yok olmaya başladı zira
birçok ressam ve heykeltıraş soyut işler üretiyorlardı. Bir mo
dem sanat tarihi çalışmasında Wemer Haftmann'ın vardığı so
nuca göre, "son on yıldaki tüm insani yaklaşımlar -gözle görü
lebilir dunyanın gerçekliği ve maddeselliği konusundaki gide
rek artan şüphelercen türeyen rahatsızlık- soyut resimde bir
tür kurtuluş aram�tır. "70 En büyük kopuş Rus Ressam (Mü
nih'te yaşayan) Wassily Kandinsky ile gerçekleşir. 1 9 10 yılın
da, temsili olmaktan bütünüyle uzak ilk resmi yapmıştır. jela
tin topaklan gibi akan renk benekleri, insan türünün son gün
lerinde medeniyetin harabeleri arasında uçuşan anlar gibidir.
Gerçi Cezanne bir şişeyi silindire çevirmiş, Gris de bir silindi
ri şişeye çevirmiştir; fakat her ikisinde de tanınabilir bir biçim
hareket noktasıdır. Kandinsky sadece renkli biçimlerle başlar
ve bitirir, tuval üzerinde temsil ettiği sadece kendi iç-ruhsal
301
hayaudır. Çalışmalarını, Conceming the Spiritual in Art ( 19 1 1 )
baŞlıklı kitabında anlatuğı gibi, dışsal nesne tiranlığı karşısın
da! resmin zaferi olarak gorür. "Maddeci bir k�bus" çağında
yız, der. Resim doğayı taklit ediyor, ruhun sesi kısılmış ve mo
dem insan nadiren duygularını yaşayabiliyor. Ressamlar, renk
ler ve ruhsal durumlar arasındaki doğal birlikten yararlanarak,
iç-ruhsallığa ulaşabilir ve ona nesnel bir temsiliyet kazandıra
bilirler. Kitabı bir sentetik teknikler kataloğu, renk ve biçimle
rin ruhsal anlamlan kılavuzudur. Renkler, sesleri, kokulan ruh
hallerini yansıur. Bazı renkler sert ve yapışkandır, bazıları ise
yumuşak ve birömektir. Sınıfsal yapıya da bağlanabilir: "Ye
şil burjuvazidir - bencil, hareketsiz ve dar." Resim yapma stili
nin çağın ruhunu yansıttıgı görüşüne koşut olarak, kendi res
mini "maddenin çözülümü" beklentisi ile ilişkilendirir. Mad
denin yapısı çöktükçe, ressamlar, doğadaki şeyleri temsil etme
yükümlülüğünden kurtulacak ve içsel duygularını resmetmek
te özgür olacaklardır. Bunu başarabilmeleri için duyular arasın
daki duvarları yıkmalı, farklı renklerle özdeşleşen kokular, ses
i
ler izlenimler ve ruh halleıini resmetmelidirler.71
Geleneksel üşünce biç:mleri de sorgulanmaya başlamıştı.
Akademik fels . feye yönelik sert iğnelemelerinden birinde Ni
etzsche , insan • aki ahlaki yetinin keşfini müjdeleyen Kant'a
yönelik tepkil ri karikatüıize ediyordµ: "Alman fülsefesi ba
layında. Tübin en ilahiyat Okulu'nun �üm genç tebloglan or
mana gidiyorl - hepsi 'yetiyi' anyor. "72 sözleri, insan zihni
ni bir fuardaki bölümler gibi birbirinden ayrı işleyen yetiler
t
de eti olarak gören felsefeci ve psikologlarla ilgilidir. Yüz
yıl ortalarında ı frenolojistler bunlardan otuz yedi tane belir
lediler ve her �irine anatomik bir konpm atfettiler . Algı, ha
*
fıza, hayal güc ve irade gibi klasik yetilerin yanında, sır tut
ma : vicdan ve uyum gibi farklı yetiler saptadılar. Çocuk sever
lik, beynin arka kısmında konumlanmıştı ve sadakat ile savaş
çılık arasına sıkışmıştı. 1 880'lerde, Bergson ve james, zihinsel
302
hayatın keskin kavramsal ya da işlemsel sınırlan olmayan bir
akış olduğunu öne sürerken, hedeflerinden biri bu tür katı
laşmış yeti psikolojisiydi. Bir diğeri de, Francis Herbert Brad
ley'in monizmiydi.
Bradley'in, zaman ve değişimi sadece katı sistematik felsefe
nin "kapalı evrenindeki" görünümler olarak reddetmesine yö
nelik saldınmn öncülüğünü james yaptı. James için, sadece de
neyimin çeşitliliği ve hareketi gerçekti. Modern düşünürler,
geleneksel sistematik felsefenin düzenli kategorilerini ve ardıl
adımlanm değil, deneyimin öngörülemez ve düzensiz çizgile
rini izlemeliydiler. Bilinç akışı kovalarla ölçülemezdi ve her bir
tekil deneyim, herhangi bir kavramsal kategorinin dışında kı
pırdanan uzantılara sahipti. "Kavramsallaştırarak keser ve sa
bitleriz ancak dışanda bıraktığımız sadece sabitlediklerimizdir
zira hayatın gerçek ve somut akışında deneyimler karşılıklı ola
rak iç içe geçerler. " Her ne kadar Principles of Psychology'de bö
lüm başlıklan olarak geleneksel psikolojinin yetilerini kullansa
da, bu bölümlerde, zihinsel süreçlerin farklı kavramsal bölüm
lere aynlamayacağını savunur. Geleneksel kategoriler en fazla
karakter akıntılannın taşıyıcısı olan zıtlıklan sağlarlar zira de
neyimler, "farklı koşullann etkisiyle, dürüstlük ve sahtekarlık,
cesaret ve korkaklık, aptallık ve kavrama yeteneği gibi yollann
herhangi birine girebilir. " 73
303
Benlik ve dünya arasındaki diğer kavramsal duvarlan Hus
ser� ve Freud yıktı. Husserl, zaten varolan ve keşfedilmeyi bek
ley�n gerçekliği öne süren Kartezyen yaklaşımı reddederek,
bunun yerine her tür bilincin, "bir şeyin bilinci" olması gerek
tiğini iddia etti. 1 9 1 3 yılında derinleştirdiği devrimci kuramına
göre bir bilinç fiili ve nesnesi, aynı şeyin öznel ve nesnel yönle
rini teşkil ederler.74 Bilinç kavramının dünyaya girişi, Freud'un
yeni düşünce biçimine katkısıdır. 1 9 1 4 tarihli "On Narcissism"
başlıklı yazısında, 75 "ilkeller" , çocuklar ve psikozlular (daha
evvel "narsistik nevroz" diye adlandırdığı durumdan mustarip
olanlar) için ego ve dış dünya ilişkisini çözümler. Ilkeller için
ego ve dış dünya arasındaki sınır bulanıkur. Düşüncelerin ve
kelimelerin muktedir olduğuna inanırlar, dileklerin ve zihin
sel fiillerin gücünü abartırlar ve dünyayı değiştirmek için sihre
başvururlar. Normal bir bebek, tüm psişik süreçlerin dış dün
yadaki herhangi bir şeye karşı kayıtsız ve ilişkisiz olduğu , "bi
rincil narsizm" koşullannda hayata başlar. Bu asli narsizm, ço
cu ğ}ln gelişimini şekillendinneye devam edecek olan bir temel
olu Ş turur. Acı eken normal bir insan, genellikle başkalanna
ilgi göstermeyi ırakır, libidosunu aşk nesnelerinden çekerek
kendi egosuna eniden yöneltir. Hayatlan sürekli ıstırap kay
nağı olanlar diğ derinden rutünüyle kopabilir. Bunµn sonucu
olan "narsistik evroz" , Freud'a göre, J<lş
ileri tüm i�
ilişki
lerinden kopan . Nesnel ilişkilere sırt ç�virmek ola� bu "ikin
cil narsizm" , be ile dünya :ırasında daha derin bir bulanıklığı
içerir ve megal mani, paranoya, hipokondri gibi psikotik du
1
ru larda, bağımsız benliği yok eder. Böylelikle insanlar, birin
cil narsizmin o �ğan koşul1anndan koparlar ve tatmin onlan
diğerlerine yön�lttiği müddetçe, aynca ilp.ncil narsizp batak
lığına gömülme�erine engel olduğu sür� ce, dış dünyayla bağ
lantilan sürer.
Freud, normal psikolojik süreçlerde de güdüsel hayatın ben
ile diğerleri arasında yön değiştirebileceğine inanır. "Instincts
74 Husserl'ın bu yaklaşımının ele alındığı bir kaynak olarak bkz. Quentin Lauer,
Phenomenology: lts Genesis and Prospecı, New York, 1958, s. 1 7 .
75 Sigmund Freud, Standard Edition, Londra, 1953, XIV, s . 73-82.
304
and Their Vicissitudes" ( 1 9 15) çalışmasında aynı güdünün be
ne ya da başka birine yönlendirilebileceğini ve aynı psikolojik
etkileri taşıyacağını açıklar. Sadizm ve mazoşizm, kaynaklarını
ve hedeflerini bir kenara bırakırsak, özdeştir. Teşhirci bedeni
ni başkalarına teşhir ederken bile kendi arzularını tatmin eder.
"Bu örneklerde" der Freud, "öznenin kendi benine geri dön
mesi ile eylemlilikten eylemsizliğe geçmesi birbirine yaklaşabi
lir ya da çakışabilir. "76 Bu çok yönlü zihinsel süreçler en iyi rü
yalarda ya da psikotik arazlar ortaya çıktığında izlenebilir; zi
ra ussal "düzeltmeler" asgariye inmiştir ve zihin, içinden çıktı
ğı asli narsislik ve kayıtsız durumla uyumlu bir biçimde ben ile
dünyayı birbirine karıştırarak, deneyimler evreninde sağa sola
savrulmaktadır.
Felsefede ve psikolojide düşüncenin kavramsal biçimleri de
ğiştirilirken ve reddedilirken, fizikte de benzer dönüşümler ya
şandı. 1 907 yılında Einstein, yerçekimsel bir alan boyunca ya
yılan ışığın kavislenmesini kuramlaştırdı. Işık yolunun iki nok
ta arasındaki en kısa yol ve tüm ölçümlerin temeli olması ne
deniyle , kuramı uzam kavramlaştırmasının kendisini dönüş
türüyordu. Vardığı sonuç, yerçekiminin ışık hızını düşürerek,
uzam ve zamanı saptırdığıydı. Diğer bir hipotezi, yerçekimi
nin bir güç değil uzam-zaman sürekliliğinde yerleşik bir ka
vislenme olduğuydu . Gezegenlerin güneşin çevresinde bir yö
ninge ya da "jeodezik" izlemesi, güneş onları çektiği için değil
ama çekim gücü olan bir evrende düz çizgi olmamasındandır. 77
t
bil�T olduğunu öne sürmemişti. Ayrıca bunu ne Newton ne
de maddenin Ü,Ç boyutta m:amsal olarak yapılandığı ve zama
nın farklı nitel sel boyutkrında yol aldığı bir evren tahayyül
�
eden klasik fizi çiler kuşağı öne sürdü. Wyndham Lewis, Berg
son'u "Uzam v Zaman arasına koydu tire"80 ne niyle suç i
j
luyordu fakat z �manın tüm aşındıncılı na rağmen yn boyut
lar olma niteli erini korudular. lki ka amın, tek . ir kavram
_
sal birimde yan yana gelmesi ilk kez Eirlstein ve MiJkowski ile
mümkün oldu.
1
lı 00
l
Hiçbir çağ sürelfli krize tah2mmül edem z. Bir kırık onrası ke
miR hücrelerinin onanma başlaması birkaç dakika içinde baş
l
lar, panik ve akut yönelim bozuklukları sürerken bile en çılgın
306
psikotiklerin zihnindeki yeniden yapım süreci işler. Yüzyıl dö
nümü kuşağının krizi de özünde kurucu bir sürecin parçasıdır;
zira cesur yenilikçiler geleneksel biçimlerin çelik engelini kal
dırarak yeniden inşanın yolunu temizlerler.
En heyecan verici anlatımlar yıkıma vurgu yaparken bile bu
duruma yol açan itici enerji yapıcıdır. Atomların poröz nitelik
lerine dair keşifler, maddenin bileşenlerini anlama çabasının
ürünüdür ve alan kuramı, ışığı eski eter kuramıyla açıklama
ya çalışmanın sonucu olan çelişkiler ve tutarsızlıklar kördüğü
münden bir anlam çıkarma girişimidir. Tüm içe ve dışa ait de
ğerlendirmelerin ötesinde Eiffel Kulesi cisimsel bir yapı, yeni
materyal ve tekniklerin tutarlılığının simgesidir. Wright'ın kır
stili, binaların insan ihtiyaçlarına göre ve bölgeye uyumlu in
şa edilmesini hedefler. Banliyö yerleşimleri, yaratıcılarının, ya
rattıkları binaların insanları eski semtlerini terk etmeye zorla
masından sapkın bir zevk aldıkları için değil; ama kent ve kır
hayatının avantajlarını bir arada yaşamak isteyen tüketicilerin
banliyö evlerine taleplerinin oluşturduğu pazar nedeniyle oluş
muştur. Ressamlar sanatlarının bağımsızlığını savunmak için
geleneksel biçimleri terk ediyordu ve Viyana Secession Evi'nin
1 898 tarihli mottosunda ilan edildiği gibi; "Çağın sanatı, özgür
lüğün sanatıdır." Erken 20. yüzyıl ressamları tüm biçimleri de
ğil, özgürlüklerini kısıtlayanları reddetmişlerdir. Picasso man
dolinli kızın dirseğini açarken, amacı, geleneksel resim biçim
lerini ihlal etmek değil, kendi estetik duyarlılıklarını ihlal et
meyecek şekilde biçimleri yeniden düzenlemektir.
Eğer tüm bunları tetikleyen dürtüler pozitif ve yaratıcı idiy
se neden dönemin genel ele alınışında, örneğin Hofmannsthal,
Mu�il, Simmel, Ortega ve Woolfun yaptığı gibi "kayına" , "pat
lama", "biçim yokluğu" , "çarpma ve tahribat" sesi vurgulan
maktadır? Bunun birinci nedeni sansasyon hevesinin eleştir
men ve tarihçiler için çekiciliği ve okumalarını bu yönde yap
malarıdır. Picasso'nun resminde eski biçimler bir kenara atılır
ken, yandaşlarını ve eleştirmenlerini ilk etkileyen, yeni kurdu
ğu biçimlerden ziyade bu olmuştur. ikinci ve daha önemli ne
den eski biçimlerin derine işlemiş olması ve kurtulmak için yo-
307
ğun bir şeytan çıkarma çabası gerektirmesidir. Etkili olabilme
si için kararlı put kırıcılığa ihtiyaç vardır.
Gelenek mikrobunun en derine yerleştiği yer, sosyal yapıdır.
Rütbe ve hiyerarşiye itaat, Avrupa hayatının temelini oluştu
rur. Demokrasinin genişlemesiyle ve sosyal ayrıcalıkların aşın
masıyla ortaya çıkan kaygının benzeri, eski kültürel biçimlerin
yıkılmasında da görülür. Yeni teknoloji her iki kaygı biçimini
de yoğunlaştırmıştır. Geleneksel iş yapma ve toplumsal ilişki
leri sürdürme biçimlerini parçalayıp açmış ve geleneksel alış
kanlıklan sona erdirmiştir. Birçok önemli kültürel değişim ait
olduğu disiplinin içsel baskı ve sorunlarından kaynaklansa da
teknoloji, eski kalıpların değiştirilmesi için zorlayıcı bir mad
di giiç sağlamıştır.
Önceleri zenginlerin kullandığı telefon8 1 giderek demok
ratik bir araç haline gelmiş, sınıf çizgilerini ortadan kaldıra
rak ulusları tek bir elektronik ağda birleştirmiştir. Kameralar
la donanmış gazeteciler, mahrem mekanlara göz dikmiş ve özel
ilişkileri tabloid makalelerinde teşhir etmiştir, tıpkı Warren
�
ve randeis'i kızdıran yazı gibi. Yeni sinema, benzersiz bir de
mokratik sana türüdür. Tiyatro , görece yüksek fiyatlı ve ken
dini yeniden ü etemez iken; sinema teknolojisi, yüzlerce sine
ma salonunu " yük perde.erindeki filmleri izlemeye gelen iş
çi sınıfından ç k sayıda izl�yici ile doldurur. Tiyatroya kıyasla
sinema çok da a ulaşılabilir olmasının ötesinde ve daha önem
li olarak, izley lerin kameranın çekebildiği her yeri görmesini
saglar. Metafor' ar hiyerarşileri dikine keser ve eşit olmayanlar
�
ar ında bir bağ kurar. Sinemanın güçlü metaforik tekniği eski
1
hiyerarşilerin itsizliklerini ve işe yaramaz köhne gelenekleri
dramatize eder. Yüzyıl dönümünde keşjfedilen aktü�lite filmle
ri, pilgiyi sınıf te ulus sınırlarının ötesine taşır.
Sinemanın sosyal ve siyasal anlamı, 1 9 1 3'te The Nation'da ya
yınlanan "A Democratic Art" başlıklı makalede ele alınır. Hep-
81 1896 yılında New York telefon hizmetinin bedeli ayda 20 dolar iken, bir işçi
nin aylık ortalama geliri 38.50 dolardır. Bkz. Ithiel de Sola Pool, "Retrospecti
ve Technology Assessment of the Telephone (Ulusal Bilim Kurumu için ha
zırlanan rapor) ( 1977) , 1, s. 252.
308
si aynı fiyat olan ucuz koltuklar, çok geniş bir yelpazeye yayı
lan konular ve "tüm uluslara, tüm yaş gruplarına, tüm sınıfla
ra, her iki cinse'' hitap etmesi, sinemayı popüler bir sanat biçi
mi haline getirir. Bir nikel (beş sent) karşılığı sessiz filmler gös
teren New York'un ilk nickelodeon salonlarında, her ülkeden
işçiler, hatta İngilizce bilmeyenler, salonun karanlığında da
ha önce görülmemiş bir sosyal yakınlık ve samimiyetle üst sı
nıflarla karışabiliyorlardı. Sinema, "temel duygulara doğrudan
ve evrensel" bir hitaptı ve herkesin eleştirmen olmasına olanak
sağlıyordu , zira "kalabalıklar sinemanın tekniğini, Paris ya da
Londra'nın edebiyat salonlarında yüksek bir dramaya ilişkin
ayrıntıların tartışıldığı ilgiyle tartışıyorlardı. " D. W. Griffith,
hikayelerinin ve kahramanlarının demokratik olduğunu öne
sürüyordu . "Sinema aracılığıyla yaptığımız , demokrasi için,
Amerikan demokrasisi için dünyayı daha güvenli bir yer haline
getirmek değil mi? " diye soruyordu. Kameranın davetsiz gözü
sosyal engelleri aşıyor, bilgiyi yayıyor, batıl inançları parampar
ça ediyor ve "sıradan meziyetleri" övüyordu. 1 9 1 8'de Herbert
Francis Sherwood, sinema "demokrasinin lisanıdır ve nüfusun
her katmanına ulaşır, onları kaynaştırır" diyordu.82
Amerikalı mimar Louis H. Sullivan, modem mimarinin, eğer
çağın ruhuna ayak uyduracaksa, demokratik olması gerekti
ğini savunuyordu. Kindergarten Chats (ilk kez 1 90 l'de basıl
mış, 1918'de gözden geçirilerek tekrar yayınlanmıştır) başlık
lı bir dizide Sullivan modem mimariyi siyasal terimlerle tanım
larken "üzerindeki aldatıcı kılıfın" , sonunda " tüm feodal per
deleri yırtacak olan" gerçek demokratik mimariye yol verece
ğini öngörüyordu. Sullivan, Nietzsche'nin öfkeli ve parlak, an
lamlı betimlemesiyle tembel tarihçileri azarlarken, fikir oluş-
309
turmak için eski kitaplara başvurduklanm ve "eski değerlerin
yeniden değerlendirilmesi gerektiği bir zamanda" , "ücreti kar
şılığında aynı mimari sakızı çiğnediklerini" söylüyordu. Ame
rika' da fiilen süren mücadele "olası demokrasi ile feodalizmin
kalıtsal saplantılan" arasındaydı. Demokrasi eski engelleri da
ğıtacak ve doğanın güçleri ile çağdaş estetik değerlerin gerekle
rini birleştirecekti. Sullivan hangi özgül yapı ya da stillerin de
mokratik olduğu konusunun detaylanna inmese de, demokra
sinin işlevini, "tüm insani yetileri özgürleştirmek, genişletmek,
yoğunlaştırmak ve odaklamak" diye açıklıyordu. 83
Geleneksel dünyanın köklendiği alışkanlıklar bireyin ken
disini, diğer insanları ve dünyadaki nesneleri nasıl deneyim
leyeceğini dikte ediyordu. Her şeyin yerinin belli olduğu hi
yerarşik bir düzen söz konusuydu. Soylular burjuvalardan üs
tündü , orta sınıflar da işçilerden; aynca herkes kendi sosyal
konumunu bilmeli ve bunun gerektirdiği görevleri yerine ge
tirmeliydi. Atomlar katı ve aynk; uzam esnek ve hareketsizdi.
D (fri yüzeyi kalbin, kemiklerin sırlanm perdeliyordu ve ancak
ölfi mden sonra perde kalkıyordu . Evde herkesin kendine uy
gun odası ve b na karşılık gelen rolleri vardı, aynca içeri ve dı
şan, güvenli v şüpheye y�r bırakmayacak şekilde sağlam du
varlarla ayrıl ıştı. Kişinin, içinde bile olmadan, bir anda ev
de belirmesini mümkün klan telefonlar yoktu. Het şeyin nite
liği, doğru ko umu, uygun işlevi farklıydı; çünkü tüm dünya
birbirinden fa klı, ayrışık biçimlerde düzenlenmişti: Masif/gö
ze rekli, geçiri siz/şeffaf, içeri/dışan, kamusaVözel, kent/kır,
�
so lu/halktan, yerli/yabancı, kapalı/açık, aktör/izleyici, ego/
nesne ve uza nifzaman. Bu eski kurgular Batı dünyasının hayat
ve kültürünü � kadar uzun süredir talıyordu ki h�ç kimse ilk
çı�ışlanm ve ılı.iye hala var olduklarım bilemiyordu. Ortadan
kaİdınlmaları ve sağlıklı son günlerinde Nietzsche'nin öngör
düğü gibi yaşam ve sanatta Diyonisosçu "evet-demenin" baş
layabilmesi için, atak bilim adamları, sanatçılar ve felsefeciler
den oluşan bir kuşağın çabası gerekti. Perspektivizmin ve po-
83 Louis H. Sullivan, Kindergarten Chats and Other Writings, New York, 1979, s.
310
zitif-negatif uzanım olumlanmasıyla birlikte , eski biçimlerin
parçalanması , hiyerarşileri düzledi. Uzam deneyimindeki bu
değişimler, gelenek ve alışkanlıkların ayrıcalıklı bakış açıla
rı, mekanlar ya da biçimler dikte edebileceği düşüncesiyle çe
lişiyordu . Aksine , tüm bunlar hayat süreçlerinde test edilme
li, sanatçının gözüyle seçilmeli, fiili değer ve ihtiyaçlarla yeni
den kurulmalıydı.
31 1
8
Mesafe
313
bil�ceği konusunda diğerlerini 20 bin Poundluk iddiaya davet
etti. Saat 8.45 Dover trenir.e binmeyi önerdi fakat önce oyunu
bitirmekte ısrar etti. Yirmi guinea kazanmış olan Phileas Fogg
7. 25'te Reform Kulübü'nden ayrıldı ve Fransız hizmetçisi Pas
separtout ile birlikte seyahat hazırlıklarına başladı.
Yeme klasiği 80 Günde Dünya Turu ( 1 873) kitabının kah
ramanı, Britanya lmparatorluğu'nun tüm kendine güvenini ve
aşırılıklarını taşıyordu. Kaynağı sır olan zenginliğini uzun se
yahatler boyunca edindiği zevklerin tatmini için kullanıyordu .
Reform Kulüp'te içkisini soğuk tutmak için kullandığı buz
lar "yüksek bir bedelle Amerika'nın göllerinden getiriliyor
du . " Kibar, sakin ve dakikti - yaşam tarzıyla Samuel Smiles'ı
da hoşnut edebilecek mükemmel bir beyefendiydi. Uyanma
sı, giyinmesi, kahvaltı etmesi ve günün diğer rutin işlerini sür
dürmesi belirli bir zaman çizelgesine göreydi - dünya çevre
sindeki yarışı sırasında bu alışkanlıkların ona çok yardımı do
kunacaktı. Saville Row'daki mükemmel evi, yeni dakik elek
tri*li saatlerle ve elektrikli zillerle donatılmıştı ayrıca uşaklar
la � nlık iletişi i kolaylaştıran konuşma boruları vardı. Başarı
lı seyahatinin ikayesi kitlelerin ilgisini çok çabuk cezbetti ve
kitap uluslara sı seviyedt: bestseller oldu . Fogg ve Passepar
tout ile birlikt dolaylı olarak, zamana1 karşı yanşt�lar ve uza
mı fethettiler.
Kitap gerçek ve fanteziffn bir karışımı, sürdürülmekte olan
küresel bir sey hatin özeti ve başkaları için ilham kaynağıydı.
He f ne kadar eme, kahramanı için özgül bir modelden ha
reı,et ettiğini söylemese de, böylesi iki kişinin varlığı ihtimal
dahilindedir. 1 � 70'te Bostonlu işadamı George Francis Train,
dünyayı yakla $ k seksen günde dolaşrrt-ıştı. lki yıl t onra diğer
bir,, Amerikalı i$adamı Will:am Perry Fogg, 1 869 yılında yaptı
ğı biraz daha yavaş dünya turunun kaydını tuttuğu Round the
World kitabını yayınladı. Veme'in seksen günlük zaman çizel
gesinin, Süveyş Kanalı'nın, Amerika Transkontinental Demir
yolları ve Hindistan Yarımadası Demiryolları'nın tamamlanma
sından sonra, Mart 1870'te Magasin pittoresque'te yer alan çizel
geden alınmış olması daha büyük olasılıktır.
314
Veme'in yazdığı romanın ünü , seksen günü, aşılması gere
ken bir hedef haline getirdi. Bunu ilk gerçekleştiren Amerika
lı gazeteci Nellie Bly, 1889-90'da yetmiş iki güne indirdi. Ge
orge Train'in altmış güne inmesi 1892'dedir. 1 Seyahat ile ilgili
gelişmeler, Dünya Standart Saati'nin zaman çizelgelerini kolay
laştırması, telefon ve telsizin keşfi ile dünyayı gemiyle dolaşma
süresi giderek kısaldı ve yüzyıl dönümünde hedef Fogg'un sü
resini yarıya indirmekti. Paris'ten Pekin'e demiryolu planlamak
üzere 1 902 yılında bir araya gelen bazı Avrupa ülkeleri ile Çin
temsilcileri, "dünyayı kırk günde dolaşmak meselesini de hal
lettiklerini" duyurdular.2 Roman, demiryollannın, telefonun,
bisikletin, otomobilin, uçağın ve sinemanın mesafe duygusunu
kökten değiştirdiği sonraki on yıllar boyunca daha da keskinle
şen, yeni bir dünya birliği anlayışı öngörüyordu.
31 5
me hatlan uzatan kırmızı ve gerçek ağı dağılır - minik kan emi
ciler ana damardan kıvnlarak çıkıp uzak bir ülkedeki unutul
muş bir köyü ya da kasabayı ararlar, onu sayısız kıvnmlı kol
lardan, yüzlerce kılcal damardan birine katarak, adeta tüm sis
temin içinden çıktığı merkeze çekerler. " 5 Demiryollan uzaklık
sığınağını ortadan kaldırır. Buğday üreticileri, ulusal ve ulusla
rarası pazarlann ana akımına, demiryollan aracılığıyla çekilirler
ve bu demiryollan da kıtal.arla deniz yollannı tek bir ticari hat
ta birleştirir. ihtiyaç ve teknolojik yeniliğin karmaşık kesişimin
de birini ya da diğerini mutlak neden olarak saptamak zordur.
Demiryollan ekonomik ihtiyaçları karşılamıştır ama karşılığın
da ekonomik hayat üzerinde olağanüstü etkisi olmuştur. Benzer
biçimde elektronik iletişim ile dünya ölçeğinde pazarlann yara
ulması ilişkilendirilebilir. Demiryollan gibi telgraf da 19. yüz
yıl ürünüdür; fakat yüzyılın son çeyreğine ait olan sadece tele
fondur ve milyonlarca insanı anlık iletişim ağının içine katarak,
daha geniş bir yelpaze, hareket alanı sağlamış ve mesaj ulaştırı
lacak temas noktalannı artırmıştır. Fransızlar telefona önceleri
şüıpheyle yaklaşmışlardır vt: 1 898'de sadece 3 1 .600 telefon mev
cuttur. Daha · · imci olan İngilizler, hükümetin sistemin kon
trolünü ele ald ğı 1 9 1 2 yılında 600.000 aktif hatta sahiptir. Al
manya'da büyü e daha hızlıdır. 1 89 1 'de 7 1 .000 olan telefon sa
yısı savaş öne inde 1 .300.000'e ulaşır. Bir rapora göre 1913 yı
lında Almanya' 2,5 milyar ayn görüşPte gerçekleşir.6 Telefo
nu en büyük c şkuyla karşılayan Birleşik Devletler'de, 1914 yı
lında 10.000. O faal telefcn vardır. Telefon başına aynı arama
.
5 Frank Norris, The Octopus, New York, 1 964, s. 42, 205 , 458.
6 John Brooks, Telephone: The First Hundred Years, New York, 1975, s. 93; Fri
edrich Ludvig Vocke, Die Entwickelung des Nachrichtenschnellverkehrs ınd das
Strassenwesen, Heidelberg, 1 9 1 7 , s. 92.
316
potansiyelini görmüştür. 1 885 yılında Berlin ile doğrudan bağ
lantıda olan otuz üç şehir vardır. Ruslar telefonun askeri kul
lanımını çok çabuk fark ederler; 1 88 l'de bir komisyon kura
rak bu potansiyeli detaylandınrlar ve üç yıl sonra Moskova ile
St. Petersburg arasında doğrudan hat kurarlar. Ilk uluslarara
sı hat Paris ile Brüksel arasında 1 887'de; ilk deniz aşın telefon
ise 1 89 1 yılında sualtı telefon kablosu döşenmesiyle İngilte
re ile Fransa arasında gerçekleşir. Uzun mesafeli hizmet Birle
şik Devletler' de ilk kez 1 892 yılında New York ile Chicago ara
sında başlar ve 1 9 1 5 yılında, bir kıyıdan diğerine ilk hat New
York ile San Francisco arasında açılır. "Mesafenin yok oluşu" ,
bilim kurgu fantezisi ya da fizikçilerin kuramsal bir çıkışı değil
dir; kitlelerin, para toplamalarını, buğday satmalarını, konuş
ma yapmalarım, fırtına uyanlarını, kayıt karışıklığını önleme
yi, yangın ihbarım, sebze alımını ya da sadece giderek uzayan
mesafelerle iletişim kurmayı mümkün kılan bu alete hızla alış
malarıyla oluşan fiili deneyimleridir.7 1905 tarihli bir makale,
"tavuk hırsızlığının artık mazide kaldığı bölgeler var zira kırsal
alanlardaki telefon, suç fark edilir edilmez kaçılabilecek tüm
semtlerde çevirmeyi mümkün kılıyor" diyordu.8 Tavuk hırsız
ları ya da Veme'in farazi banka soyguncusu, mesafenin yok ol
masıyla, ortadan kaybolabilmek için düzenbazlar tarafından
katedilmesi gereken uzanım arttığını gördüler.
Telefon görüşmeleri yaşanan uzamı da genişletti. Bir göz
lemci şunları yazıyordu: "Telefon insanın beyin yapısını değiş
tirdi. Daha uzak mesafelerde yaşayan ve daha büyük rakamlar
la düşünen insanoğlu, daha asil ve geniş hedefler için hazır ha
le geldi. "9 Konuşma, ziyaret isteğini kamçılıyordu. Proust te
lefo� görüşmeleriyle hem bir yakınlık hem de ayrılık duygusu
7 Herben N. Casson, The History of the Telephone, Chicago, 1910, s. 256; Julien
Brault, Histoire du ttltphone, Paris, 1 888, s. 1 54, 227-229; J. H. Robenson, The
Story of the Telephone, Londra, 1947, s. 88; U. N. Bethell, The Transmission oj
Intelligence by Ekctricity, New York, 1 9 1 2 , s. 3.
8 H. R. Mosnart, "The Telephone's New Uses in Farın Life", The World's Worh,
Nisan 1905, s. 6 1 04.
9 Gerald Stanley Lee, Crowds: A Moving-Picture of Democracy, New York, 1 9 1 3 .
s . 65.
31 7
yaşıyordu. 1 902'de yazdığı bir mektupta, anne ve babasını kay
betµkten hemen sonra kendi annesiyle yaptığı konuşmaya de
ğiniyordu, "aniden zayıf ve çatlayan sesi telefondan bana ulaş
tı, sonsuza dek yaralanmışn. Daha önceden bildiğim sesten ol
dukça farklıydı, tamamen çatlak ve parçalanmış; ahizeden ge
len yaralı ve kanayan kırık dökük cümlelerde, içindeki her şe
yin sonsuza dek paramparça olduğu korkunç hissini ilk kez
yaşadım. " 1 0 Remembrance of Things Past kitabında bu deneyi
mi Marcel ile büyükannesi arasındaki bir konuşmaya tercüme
ederek telefon konuşmasının önemini düşünür. Bu "hayranlık
uyandıran büyü" ile önümüze gelen, "var ama görünmez olan
dır, konuşmayı istediğimiz kişidir, hala yaşamakta olduğu şe
hirdeki masasında oturmakta olan . . . hakkında hiçbir şey bil
mediğimiz koşul ve sorunların arasında olan ve bunları bize
anlatacak olan bu kişi, aniden yüzlerce mil öteye taşınmıştır. "
Telefon operatörleri, "görünmezin rahibeleri" olarak bize "alt
edilen mesafenin" sesini getirirler. Ancak büyükannesinin sesi
Ma�cel'e aynı zamanda "ebedi ayrılık" önsezisini de yaşatır. Se
si s'dece uzak değil ama ay:ıı zamanda varlığının geri kalanın
dari -beden ha eketleri, yüz ifadeleri, yüz yüze görüşmelerin
·
318
Merkez ofislerin bir araya toplanması New York'ta 1880'lerde,
Londra'da 20. yüzyılın başlarında gerçekleşti.14 Telefon aynı za
manda iş adamlarının şehirleri terk ederek kırsal bölgelerden iş
lerini yönetmelerine de imkan tanıdı. 19 14'te Scientific Ameri
can'da yayınlanan "Action at a Distance" başlıklı bir makale, şe
hir yoğunluğu sorununa işaret ederek; telefon ve (henüz icat
edilmemiş olan) görüntülü telefonların şehir dışından işlerin
idare edilebilmesini mümkün kılacağı günlerin beklentisini dil
lendiriyordu. 1 5 Telefon bağlantısının iki yönlü etkisi vardı. İşi
tek bir ticari çevreden yayabilirdi veya orada yoğunlaştırabilir
di. Telefon, işadamlannın hiç ofislerinden ayrılmadan uzak yer
lerle alım-satım yapabilmelerine ve aynı zamanda "alanlarını ge
nişletebilmelerine" olanak tanıyor, daha da uzaklara ulaşmaya
zorluyordu. İnsanlar arasında yakın bağlantı sağlıyordu ancak
"daha uzak mesafelerde yaşamaya" zorluyordu ve sesin benzer
siz bir biçimde bedenden ayrılmış ve uzak hissedildiği elle tutu
lur bir ara boşluk yaratıyordu.
Bisiklet de farklı bir dizi mesafe etkisi yaratmıştı. 1893 yılın
da yeni bir Amerikan bisikleti 100- 150 dolar arasındaydı. 1897
yılında ortalama 80 dolara düştü fakat 1902'ye gelindiğinde, se
ri üretim fiyatları 3- 1 5 dolar civarına indirdi ki bu işçi sınıfının
alım gücü yelpazesinde bir fiyattı. 1890'lardaki "bisiklet patla
ması" giderek daha fazla insanın özgürce seyahat etmesini sağ
ladı. 16 Voici des ailes i kitabında Leblanc'ın kahramanı Pascal, ye
ni uzam hakimiyetinden aldığı keyfi anlatıyordu: "Ufkun boğu
cu sınırlan yok edilmiş ve doğa fethedilmiştir. " 1 7 Ahlak bekçile
ri, bisikletin desteklediği bu yeni gezginlikten kadınların avan
taj sağladığı ve artık çok daha fazla sayıda kadının, yanında bir
refaka�çi olmadan evinden uzaklarda dolaşmaya cüret ettiği ko
nusunda uyanyoriardı. Bisiklet, sosyal uzama da köprü kuru
yordu. 189 l 'de Fortnightly Review'da yer alan snop bir yazı, ka-
14 Peter Cowan, The Office, New York, 1969, s. 29-30.
15 "Action at a Distance" , Scientific American, 77, 1 9 14, s. 39.
16 Gary Allan Tobin, "The Bicycle Boom of the 1890's: The Development of Pri
vate Transportation and the Birth of the Modem Tourist" , ]ournal of Popular
Culture, Bahar 1974, s. 838-849.
17 Maurice Leblanc, Voici des ailesi, Paris, 1898, s. 147.
319
dm ya da erkek herhangi birinin "toplumsal statüsünü tehlike
ye atmadan" bisiklet sürebileceğini kabul ediyordu. Ancak bir
arada bisiklet sürmenin alışkanlık olduğu Dublin'de üst sımf
lann, "mahalle manavının çırağıyla aynı havayı solumak nede
niyle asaletlerini hiçbir zaman saldın altında hissetmedikleri
güvencesini vererek" , aslında tehlikeyi ima ediyordu.18 1 895'te
Minneapolis Tri bu ne'de yayınlanan bir makale , tüm sınıfla
rın aynı modayla eğlenmesini mümkün kılan "tüm tekerlekle
rin en demokratı" konusunda daha pozitifti. Diğer bir gazete
ci, övgünün heyecanına kapılarak, bisikletin "devrimci" etki
sinden söz ediyordu - "büyük eşitleyici" ve sosyal eşitlik vasıta
sı.19 Joseph Bishop, toplumsal mesafeleri kısaltuğı ve karşı cins
lerin ortak bir zeminde buluşmasını kolaylaşurdığı için bisikleti
övüyordu. Bishop aynı zamanda, seyahat çapının genişlemesin
den ve "kenti ve kın farkına varmadan ama şüphesiz yakınlaş
uran" kırsal bölge turlarının popülerliğinden de bahsediyordu.
Bisikletin, sosyal çevrelerin çapını iki-üç milden on-yirmi mi
le çıkardığı gözlemi, yüzyıl dönümünden sonra benzer biçim
de f tomobilin ele alınmasına (daha uzun mesafeler için) yan
sıdı. 20 tık motorlu araba hayranlarından Alfred Harmsworth,
1
1902'de,otomo ilin kırsal alanda sosyal hayan nasıl genişletece
ğini açıklıyord ,· On yıl evvel gerekli olduğu gibi at değiştirme
düzenlemeleri pmadan, yirmi beş mil ötedeki birini ziyaret et
meyi mümkün lıyordu. 21 Otomobilden önce sekiz veya on mil
uzakta yaşayan biri davet mesafesinin dışındaydı. Çocukluğu
nu 'nımsayan S egfried Sassoon şöyle yazıyordu: "Dumborough
Par'° , teyzemin yaşadığı yeden on iki mil uzaktaydı. . . Teyzem,
Bayan Dumborqugh 'davetli alanını' oluşturan çemberin iki mil
dışında kalıyordu. Farkı yaratan bu iki l mildi ve saıh. tekerlek
li aristokrat faytpnu evimizin beyaz mütbvazı kapısırldan hiçbir
320
zaman girmedi. "22 Stefan Zweig konuyla ilgili şöyle düşünüyor
du: "Dağlar, göller, okyanus artık eskiden olduğu kadar uzak
değil; bisiklet, otomobil ve elektrikli tren mesafeleri kısalttı ve
dünyaya yeni bir uzam.sallık kazandırdı . . . Şimdiye kadar sade
ce ayrıcalıklılar yurt dışına gitmeye teşebbüs ederken, artık ban
ka memurları ve küçük ticaret erbabı Fransa ve ltalya'yı ziyaret
ediyor. "23 1898 tarihli La Morale des spo rts'da Paul Adam, bu ye
ni otomobil kültürünün üzerine eğildi. Araba kullanmak uzun
mesafede sürdürülebilir dikkat ve hızlı tepki vermeyi içeren ye
teneklerin gelişmesini sağlıyordu. Seyahat etmenin kolaylığı ve
sıklığı düşünce alışverişlerine, zihinsel canlanmaya, önyargıla
rın kırılmasına ve bölgeciliğin gerilemesine yol açıyordu.24 Ay
nı yıl yazan Henry Adams, uzamın yanı sıra zamanı da fetheden
otomobilin, Chartres Katedrali gibi her tarafa dağılmış geçmişin
anıtlarını birleştirerek, "bir yüzyıldan diğerine kesintisiz" geçi
şi sağladığı üzerine düşünüyordu.25 Proust'un gözlemi de ben
zerdi. Savaş öncesinde birçok insan hızlı demiryolu seyahatinin
düşünceyi öldürdüğü görüşündeydi; fakat ona göre "trenin iş
levini otomobil üstlenmişti ve bir kez daha turistleri, unutul
muş kiliselerin dışına yığmıştı. "26 Proust yine de demiryollarını
tercih ediyordu. Arabayla seyahat daha sahiciydi çünkü doğay
la daha yakın bir temasta kalınabilirken ayrıca tüm uzamı boy
dan boya kat etmek mümkünken, tren bir istasyondan diğerine
atlıyor, ayrılış ve varış arasındaki farkı alabildiğine yoğunlaştırı
yordu. Tren seyahati, "dünyanın iki uzak varlığını birleştirme
si, bizi bir isimden diğerine taşıması" anlamında bir metafor gi
biydi. 27 Tren seyahati, kaybedilmiş zamanı yeniden fethetmenin
anahtarlarından biriydi. Ona ait en ünlü sanat tanımı, deneyi-
321
min "uzak varlıklarını" birle�tiren yol metaforuna odaklanıyor
du: "Hakikate -aynı zamanda hayata- ancak iki duyu için ortak
bir niteliğin kıyaslanmasıyla ulaşılabilir, ortak özlerine ulaşmayı
ve onları birbirlerine yeniden bağlamayı başarmamız, zamanın
rastlantılarından kurtarmamız, bir metaforla mümkün olur. " 28
Veme'in hikayesinde dünya, Phileas Fogg'un turu süresin
ce aynı büyüklüktedir; Proust'un hikayesinde mesafeler bilinç
aracılığıyla büzülür ve genişler. Teknolojiyi Yeme, kahramanı
na seksen günde dünyayı dolaştırmak için kullanırken; Proust,
zihnin kontrol dışı ve aralıksız olarak yaptığı uzamsal ve za
mansal sıçrama türlerini örneklemede kullandı. Fogg, ne za
man aynlacağmı ve hangi rotayı izleyeceğine dair bağlantıla
rı planlarken; Marcel, bir seyahate başlamak için gayri ihtiyari
anılan beklemek zorundaydı ve daha sonra anılarındaki binler
ce mekanın hızla geçişini izliyordu. Ortega bu benzersiz uzam
duyarlılığını yorumlarken, Proust'un "kendimiz ve şeyler ara
sında yeni bir mesafe" keşfettiğini yazıyordu - dikkat ve imge
lemle, aşk ve arzuyla değiştirilebilir bir mesafe. 29 Verne'in seya
h
hat ikayesi ile Proust'un rcmanının ilk cildinin yayınlanması
arasinda geçen · ırk yıl boymca edebiyatta mesafe anlayışı, ye
ni seyahat ve ile işim araçlanndan da fazla değişti. Proust için,
joyce için oldu gibi, seyalıat dünyada olduğu kadar zihinde
de yapılıyordu e mesafeler hafızanın etkisine, duyguların gü
cüne ve geçen z mana bağlıydı.
Sinema görsel sanatlarda mesafe anlayışına, ayrıntı çekimi ve
hızlt geçiş
, ile iki' özgün katk yaptı. Ayrıntı çekiminin ilk çarpı
cı kiıllanımı,
.
f �
Porter'ın The Great Robbery ( 1 9 13) filminin son
sahnesindeydi. erdeyi, bir kanun kaç nın çok yakından iz
leyicilere doğrulttuğu silah namlusu k plıyordu -1 bu tekni
ğin olduğu kadı\r, içinde bulunulan or mm da patlk maya ha-
"
zır durumunu simgeliyordu. Beş yıl sonra Griffith ayrıntı çeki-
mini, Tennyson'un adada mahsur kalan bir adam hakkındaki
Enoch Arden'ini uyarlarken kullandı. Bir sahnede Griffith per-
323
araya gelmesinin tarihsel anlamı üzerine keskin yorumlar yap
tı. !<Birbirinden çok uzak olduğu için aynı anda fiziksel olarak
hazır bulunamayacağımız olaylar, görsel alanımızda iç içe ge
çerken bilincimizde de bir araya geliyor. . . Zihnimiz, sadece tek
bir zihinsel hamleyle hem oraya hem buraya bölünüyor. "33 Si
nema birkaç ardıl sahneyle, zihnin, vuku buldukları yere göre
konumlandırılmış sayısız hatırayı hayal etme ve bitiştirme gü
cüne yaklaşabiliyordu.
Proust, metafor yöntemini örneklemek için teknolojik ana
lojilere başvururken, Fütüristler kendi analoji yöntemlerini ör
neklemek için teknolojik metaforları kullanıyorlardı. 1 9 1 2 ta
rihli bir manifestoda Marinetti, modem yazarların yeni bir dil
yaratmaları ve analojiyi yaygın olarak kullanmaları gerektiğin
de ısrar ediyordu - "uzak, görünüşte zıt şeyleri bir araya ge
tiren derin aşk. " Uçak, telsiz ve sinemanın dünyasında hiçbir
şey, başka bir şey üzerinden analojik bağlantıyı imkansız kıla
cak kadar uzak ya da zıt değildi. 34 Marinetti eski sözdizim ku
rallarına saldırarak gerçe�. anlamda bir çağdaş edebiyat s tili
_
çağrısı yapıyordu ve bunu "Kabloları Olmayan lmgelem-Oz
gürlüğün Keli eleri" diye tanımlıyordu. Modem yazarın yap
ması gereken, 'dünya ölçe�nde bir analoji ağını biçimlendir
mektir. Böyleli le hayatın analojik te�ellerini or14'ya çıkarır
ken, hızlı habe cilik konusunda gazete�ilere ve sav� muhabir
lerine telgrafın 1 dayattığı ekonomik hızın aynısına ulaşır. " Ma
rinetti, metafo rı birbirine karıştınrkenki çekinmezliğini sav
laqnda da sürdürür - kısa ve öz telgraf dilinin keşfi, manifesto
p
da ahsettiği abartılı ve karmaşık analojilerle tabii ki bağdaşa
bihr değildir. 4ncak o, uzak yerler arasındaki iletişim hızının,
"aralarında ba�r olmayan uzak şeylerf , özlü özgü� kelimeler
le 'l?irbirine öreh" şairler için de geçerli olduğuna inanır.35 Ara-
324
da bağlayıcı kablolar olmadığı için telsiz iletişim çok yönlü hale
gelirken, mantıksal bağlantıların yokluğu da Fütürist metinleri
-her ne kadar onlar hayatın analojik temellerini yansıtan baş
ka bir yazma biçiminin olmadığını düşünseler de- daha karışık
hale getirir.36 Diğer eleştirmenler analojinin asli işlevi konu
sunda bu kadar ısrarlı değillerdi ancak yine de yeni mesafe de
netimi ile modem duyarlılıklar arasındaki bağlan görüyorlar
dı. 1 9 1 4'te, çeşitli Kübist sergileri Doğu Avrupa'ya taşıyan bir
organizatör olan Alexander Mercereau şöyle yazıyordu: "Dina
mizm ve yoğun dramanın, elektriğin, motorlu araba ve büyük
fabrikaların çağı olan, aynca icatların hızla çoğaldığı bizim ça
ğımız da görme yetimizi çoğaltıyor ve duyarlılıklarımızın alanı
nı büzüyor ve genişletiyor. "37 Kültürel kayıtlar, yeni teknoloji,
yeni görme biçimleri ve yeni mesafe anlayışı arasındaki bağlan
tıya dair bu tür gözlemlerle doludur.
Teknolojinin yarattığı bu benzersiz uzamsallıklara ek olarak,
halklar ve uluslar arasındaki mesafe anlayışını etkileyen iki bü
yük sosyoekonomik gelişme olmuş; aynca iki sosyal bilim dalı
bunun anlamını değerlendirecek araçlar geliştirmiştir. Sosyolo
ji, kalabalık kent hayatı ortamını araştırırken, j eopolitik emper
yalizmin büyük yayılma ve ayrımlarını araştırmıştır.
Göçler nedeniyle kaybedilen otuz milyona rağmen Avrupa
nüfusu, 1890- 1914 arasında 370 milyondan 480 milyona çıktı.
Yeni teknolojilerin hızlandırması sayesinde banliyöler genişler
ken, bunu gerekli kılan, nüfusun kentlerde artması ve yoğl.ın
laşmasıydı. En hLzlı kentleşme Almanya'da oldu . 1880- 1 9 1 3
arasında nüfusu 100 binin üzerinde olan şehir sayısı on dörtten
kırk sekize çıktı. Fransa nüfusu neredeyse hiç değişiklik gös
termediği halde -189 l 'de 38,3 milyon ve 1 9 l l'de 39,6 milyon-
325
1 9 1 4 yılında Paris ve banliyölerinin nüfusu 4 milyonu aşmış
tı. Aynı yıl Londra nüfusu 7,5 milyonu buluyordu. Viyana'da,
"herkes fazla odalarını kiraya vermek zorunda kalmanın yanı
sıra, apartmanın imkanlarından hatta tuvaletinden bile yarar
lanamayacak olan yatak kiracılarına (Bettgeher) yatak yeri gös
termek zorunda kalıyordu. "38
Sosyoloji, sosyal bilimlerin geometrisi, uzamla en fazla ilgi
li olanıdır. Analitik çabasının odağında toplumsal biçimlerin
uzamsal dağılımını anlamak yer alır. Evrim kuramının hima
yesinde otuz yıllık tarihsel yönelimden sonra, 1 890'ların sos
yologları toplumsal yapılara giderek daha fazla ilgi göstermeye
başlarlar; aynca dönemin en can alıcı sorununa, modem sos
yolojinin ilk kez karşılaştığı "kalabalık" sorununa yönelirler.
1890'da Fransız sosyolo g Gabriel Tarde, on yıl süren The
Laws of Imitation ( Taklidin Yasalan) araştırmasının sonuçları
m yayınladı. Düşüncelerin bireyden bireye ve kuşaktan kuşa
38 Edward R. Tannenbaum, 1 900: The Generation Before the Great War, New
York, 1976, s. 14, 20, 24; alınulandığı kaynak Allan janik ve Stephen Toul
min, Wittgenstein's Vienne, New York, 1 973, s. 5 1 .
39 Gabriel Tarde, The Laws of Imitation, 1890; yeniden basım New York, 1903,
s. 1 7, 370.
40 Emile Durkheim, The Division of Labor in Society, 1893; yeniden basım New
York, 1933 , s. 157, 257, 262-266.
326
Sighele de, artan nüfus yoğunluğuna ve sonucu olan kalabalık
lara değiniyor; ancak uzaınsal indirgemeciliği reddederek, bü
yük gruplardaki bireyler arasında özel psikolojik niteliklerin iş
lerlik kazandığında ve bunlann, sadece kalabalığın nesnel top
lumsal koşullanyla açıklanamayacağında ısrar ediyordu. Bir in
san güruhunun "kolektif ruhu" basit bir bireyler topluluğu
nunkinden farklıydı. Bireyselliklerin düzlenmesini ve "daha
donanımlı" karakterler karşısında içgüdüsel davranışlann or
taya çıkışıyla saldırganlığın ve suçun artışını, akıl dışılığın yay
gınlaşmasını, bir lidere kölece bağlılığı banndınyordu.41
lki yıl sonra Fransız sosyolog Gustave Le Bon The Crowd baş
lıklı klasikleşen yapıtında, "kalabalıklar çağının geldiğini" du
yurdu . 1 896 yılında Üçüncü Cumhuriyet karşıtı kitle gösterile
rini kışkırtan General Boulanger'e yönelik çılgınca ilgi, Gustave
Le Bon'u özellikle telaşlandırdı ve bu gidişin nihai olarak "kit
lelerin sesiyle" uluslann egemenliğine varacağından kaygı duy
du.42 Sighele gibi Le Bon da artan insan yoğunluğunun gerekli
bir önkoşul olduğuna inanıyordu , ancak kalabalığın yaratılma
sı için temel belirleyici faktör değildi. Kalabalığın içindeki in
sanlar arasında benzersiz bir psikolojik karşılıklılık olmalıydı.
Kalabalığın zihni "kolektif bir zihindi. " Bunun içinde bireyler
kitlesel duygu bataklığına saplanıyordu ve düşünceler bir çeşit
"sosyal sirayet" ile yayılıyordu.43
Tarde, Sighele ve Le Bon uzak mesafelere aktarma süreçleri
ni ve gönderilen mesajlann çeşitlerini yorumlamaya çalıştılar.
<f
ture of Democracy (Kalabalıklar: Bir Demokrasi Filmi) . Lee'nin
heye nı. geçmiş hiyerarşik �ynmlan düzleyerek kalabalıkla
1
rı bir araya getir yeni teknoloj i karşısında daha da artıyor
du . Şehrin merke ine yakınlıl<. bir yaşamsallık belirtisiydi: "Bu
gün bir insanın cü mil ile ölçülebilir, kendisiyle şehir arasın
daki mille; yani, endisi ve şehrin ifade ettiği -kitlenin merke
zi- arasındaki uz klıkla. " Tarde ve Le Bon'da şiddete esin kay
nağı olan büyük ideler, Lee lçin demokrasi vizyonuydu . Mo
1
dern tel, 20. yüzyılda, "büyük olanın ve az olanın ve tannlann
değil, çok olanın
t
r artenon'uydu , koridorlarında
düz demokrasi dolaşıyor ve U)Uyor ve çen çalıyordu . Elektti-
gece ve gün
1
44 Le Bon, The Crowd kitabına Robeıt K. Menton'un azdığı önsöz, s i xvii-xviii.
45 Kalabalığın en öf'li�ıi
karşıtlarından Edward Ross, yeni teknolojinin özellik-
le "ayak takımı aklı" yaratma rolü:ıe odaklanıyordu. Geçmişte, diyordu, her
hangi bir şok, günün akışı içinde en fazla yüz millik bir çevrede insanlan ha
reketlendirirdi ancak geçmesinin ardından insanlar bir şekilde sakinleşirdi.
"Ancak şimdi, uzamı yok eden aygıtlanmızın herhangi bir şoku zaman kay
betmeksizin aktarması nedeniyle, tüm etki eşzamanlı oluyor. Toplumun bü
yük bir kesimi aynı hiddet, tehlike, coşku veya şiddeti paylaşıyor." Bireyi yu
tuyor ve lince eğilimli, insanlıktan çıkmış bir ayak takımı yaratıyor. Bkz. "The
Mob Mind" , Appleton's Popular Scimce Monthly, Temmuz, 1897, s. 394.
328
ği cumhuriyetçi ideallerin akımı olarak görüyordu; çünkü "te
kil yerlere ait tüm gücü alarak, bir kablo aracılığıyla her yere
taşıyordu. " Asansörü, paradoksal biçimde, önemli bir eşitleyi
ci olarak yorumluyordu; "zemin katlan herkese açık hale geti
riyor ve tüm insanlan, aynı fiyata aynı seviyeye getiriyordu. "46
Lee, aşın nüfus ve kalabalığın kötülükleri hakkında yüz yıllık
Malthuscu sezgileri bir kenara itiyordu ve insanlar arasındaki
yaşam alanlarındaki küçülmenin, yanlış anlaşılmaları ve çeliş
kileri de azaltacağı kanaatindeydi.
Belçikalı şair Emile Verhaeren, 1895 tarihli Les Villes tenta
culaires epik şiirinde, şehir hayatının yeni boyutlarını tasavvur
ediyordu. Ele aldığı asli imge, şehrin hem boğucu yönünü hem
de herkesi saran birleştirici yönünü göstermesine olanak tanı
yordu. Verhaeren'in, modem çağda yeni uzam anlayışı kavram
laştırmasını yorumlayan Stefan Zweig şu sonuca vardı: "Yaşa
mın farklı hızlarını farklı biçimlerde ölçüyoruz. Zaman uzama
giderek daha fazla egemen oluyor. Göz de başka mesafeleri öğ
rendi. . . insan sesi bin kat güçlenmiş gibi zira dostça bir sohbe
ti yüzlerce mil öteden sürdürmeyi öğrendi. " "Diğer" mesafele
ri kavramak için insanlar yeni duygular, yeni ahlak ve yeni bir
sanat geliştirmeliy�iler. Zweig, Verhaeren'in modem boyutları
mısralara döken ilk kişi olduğunu düşünüyordu. Şiiri, "sadece
mesafeyi süpüren değil ama aynı zamanda yüksekliği, üst üs
te yığılan bina katlarım, yeni hızlan ve yeni uzam koşullarım
da hesaba katan yeni bir bakıştı. " Verhaeren'in "dokunaçlı şeh
ri" (tentacular city) , modernliğin kalbi, farklı insan ve adetle
rin "birlikte çözüldüğü" eritme potasıydı.47
Yaşanan mesafelerin kısalmasının diğer bir sonucu olan bu
birleşII\e imgesi, Jules Romains'in, La vie unanime ( 1 908) ki
tabında topladığı şiirlerle cisimleştirdiği unanimisme felsefesi
ne esin kaynağı olmuştur. Bir Fütüristin coşkusuyla, insanla
rın ve nesnelerin unanimisme'de eriyen yerel bütünlüklerinin
meydana getirdiği paylaşılan duygular dünyasını tasavvur eder.
329
"Üst kattaki çocuk benim içimde acı çekiyor; / Bedeni benim
kine anlaşılmaz mesajlar gönderiyor, / Ve bir otomobil katarı
nın rahatsız ediciliğiyle, / Terli alnımın gerisinden kabusları ge
çiyor. " Tüm dünya modem tiyatro kadar birlik içindedir; aynı
yakınlaşmış uzamı mesken tutup, aynı havayı solumakta, aynı
ses ve j estlere tepki vermekte, aynı kelimeleri kullanmayı sür
dürmektedirler. Kiliselerin, birleşik varlıkların eski mabetleri
nin yerini, gönderdiği duman sinyali eski çan seslerinden çok
daha güçlü olan, binlerce insanı bir araya getiren fabrikalar al
mıştır.48
Bu dönemde doğan diğer sosyal bilim dalı olan jeopolitik,
mesafe anlayışı konusunda yeni bir söylem dili sunar. Her ne
kadar 1 888'de dünya ticaret güzergahları konusundaki bir
araştırmanın alt başlığı "Cografi Mesafeler Bilimi" olsa da sa
dece mesafeleri incelemez.49 1 9 . yüzyıl sonunda imparator
lukların muazzam genişlemesine koşut olarak gelişmiştir ve
özellikle, devletlerin büyüklüğü , konumu ve aralarındaki me
safe!�rin, politikalannı ve tuihlerini şekillendirme yollarıy
la ilgılenir.
. 1
1 9 . yüzyıl coğ afyasının büyük bölümü harita yapımı, seya
hat anlatımları, r adlan ve bölgesel betimlemelerin bir karı
şımıydı. Modem istematik jeopolitiğin Jllmanya'daltj. öncüsü,
1�
1 886 yılında Lei zig'de coğrafya profesö
�
zel'd r. J �oloji, � o oji �e ta
ya yuzeyının
� �
. tu ozellıklerıyle ınsanlık tanhı .
ıjü
olan Frie rich Rat-
ıjn �
e itimi al ış o an Ra el,
arasındakı ba
4
f �ün
ğı araştırmak içi · kapsamlı b:r yöntem yaratmaya çalışmıştır.
f
18 2 tarihli Anthropogeographie çalışmasının başlığındaki iki
�
odaklılık dikkat ekicidir. Ge;miş yılların sayısız bölük pörçük
r
çalışması, der, "hayatın uzan:sal bütünlü nü" -ki b da top- r
48 Jules Romains, Ldl Vie unanime, 1908; yeniden basım Paris, 1913, s. 26, 47-48,
5 � ; felsefesinin kültürel bağlamıyla ilgili olarak bkz. P. ] . Morrish, Drama of
the Group: A Study of the Unanimism in the Plays of]ules Romains, Cambridge,
İngiltere, 1 958.
49 Wilhelm Götz, Die Verkehrswege im Dienste des Welthandels: Eine historisch
geographische Untersuchung samt einer Einleitungfür cine Wissenschaft von den
geographischen Entfernungen', Stuttgart, 1888. Saygın bir lngiliz coğrafyacı da
aynı konuya odaklanmaktadır, bkz. Sir George S. Robertson, "The Science of
Distances" , Appleton's Popular Sdence Monthly, Mart 190 1 , s. 526-539.
330
raktır- tanımlayaınamıştır. (Toprak) insanlar arasındaki maddi
bağdır ve onlarla, evrimsel kanunlara göre gelişen organik bir
bütünlük oluşturur. "Kültür" kelimesi de toprağın işlenmesi
ni ifade eder ve herhangi bir halk, tarih sürecinde toprağa daha
derinden bağlanır. Alınanya'nın, 1 880'lerin ortalarında emper
yalist mücadeleye girişmesinden sonra yazdığı jeopolitik pro
pagandaya kıyasla, bu erken dönem çalışması çok daha sınır
lı olsa da Ratzel, büyüklüğün ve genişlemenin lehinde bir ah
laki değerlendirme yapar. Bir devletin yayılması ne kadar geniş
ise halkının gelişimi de o oranda özgür olur. "Küçük Uzamlar
dan Büyük Uzamlara llerleme" başlıklı bölüm, dünya ölçeğin
de emperyalizmin düsturu haline gelen "büyük iyidir" ahlaki
anlayışını dillendirir. "lnsanlann" , diye yazar, "kültürel geliş
menin alt aşamalarında olanları uzamsal olarak da küçüktür
ler (kleinraumig) . Yaşam alanlan küçüktür, tıpkı eylem alanlan
ve görüş alanlan gibi. . . Bir halkın siyasal genişlemeyi kolaylaş
tıracak bütün niteliklerinin, daha büyük uzam oluşturma eği
liminin değişmezliği nedeniyle, uzamsal bir değeri olmalıdır. "
" Coğrafya" , dünya yüzeyinin kültür ve siyaseti etkileme yolla
rını araştıran bir "mesafeler bilimi" haline gelmelidir. 50
1 896'da Ratzel, "Devletlerin Uzamsal Büyüme Yasaları" baş
lıklı makalesiyle bilimini sistemleştirdi. Yasalar şöyleydi: Kül
türün gelişimiyle devletin uzamı da büyür; devletlerin büyü
mesi üretim ve ticıret gibi diğer gelişme işaretlerini izler; dev
letin büyümesi daha küçük birimlerin bütünleşmesiyle ilerler;
sınır, devletin çevresel uzantısıdır; büyümekte olan bir dev
let, kıyı çizgileri, nehir yatakları, doğal kaynaklar gibi değer
li bölgeleri kendine katmaya çaba gösterir; ilkel bir devlet için
ilk kaı:ıasal büyüme dürtüsü dışarıdan, "daha yüksek bir uygar
lıktan" ge li r; aşamalar geçildikçe karasal büyüme eğilimi güç
lenir. 5 1 Bu yasaların hayata geçmesi genişleme dürtüsünün bir
sonucuydu ve Ratzel bunun her yaşayan hücrenin aynca her
t
dirir. Ratzel bazı ezavantajlaı da görür. Geniş uzam, insanları
diğerlerinden kop rır ve ırksa_ çelişkileri oğUnlaştınr yaratıcı
alışverişlerin sıklı m azaltır ve geleneksel lışkanlıkla n bıktı
t
rıcı tekrarına sebe olur. Yine de, "küçük zamların s· asal et
kileri" konusunu le alışından, büyüklük lehine açıkça önyar
gılı ol�uğu görülü . Küçük devletlerin gelişimi prematüredir ve
�
hiçbi zaman büyük devletlerin ulaştığı kültürel seviyeye ula
şamailar. Kleinst� terei (küçüt< birçok devletin varlığı) erkekçe
ve önemli olan het şeyi öldürür; aynca "sefil bir yerel \iibir" ge
lişimine neden oll.lrken, değder, hedefler �ekdüzedir Je bu du
rum arazinin tekdüzeliğinde, bitki örtüsünün ve iklimin mono
tonlugunda yansır. 52
52 Friedrich Ratzel, Politische Geographie, ilk baskı 1897. lkinci baskı gözden
geçirilerek Politische Geographie oder die Geographie der Staaten, des Verkeh
rs und Krieges başlığıyla yayınlanır, Münib , 1903, s. 1 , 32, 227, 363, 3 7 1 -372,
381-389, 398-400.
332
Alman emperyalizminin doğuşuna işaret eden iki dönüm
noktası vardır. Bismarck 1 884 yılında, denizaşırı karasal geniş
leme karşıtlığını terk eder ve Almanya hızla, dört Afrika kolo
nisinin hepsi üzerinde bir yıl içinde hak iddia eder. Daha son
ra 1 897'de, imparatorluğu korumak ve bir dünya gücü olarak
Almanya'nın konumunu korumak için açık deniz savaş filo
su kurmaya girişir. 1890'da Amerikalı donanma kaptanı Alfred
Thayer Mahan, olağanüstü haşan kazanan The Injluence of Sea
Power upon History kitabını yayınlar ve deniz gücünün ulusal
başannın anahtan olduğunu öne sürer. Ratzel'in 1 900'de The
Sea as a Source of the Greatness of a People kitabını yayınladığı
sırada, ülkesi Weltpolitik hedeflerine odaklanmıştır ve o da sav
lannı desteklemek için Mahan'dan yararlanarak, Alman yayıl
macılığı lehine açık propagandasının keyfini çıkanr. Tüm dev
letlerin gelişimi "küçükten büyük uzama doğru ilerleme yasa
sına göre gerçekleşir. " Denizaşırı kolonilerde böylesi bir geli
şim sağlamak açısından deniz yeni bir alemdir ve bu nedenle
de ...Almanya, dünyadaki misyonunu yerine getirmek için de
nizlerde güçlü olmalıdır. " 53
Ratzel'in ilgi alam sadece uzam ve mesafe değildi. Arazi, kay
naklar, bitki örtüsü ve iklim gibi çevresel etkilerin önemini de
göz önüne alıyordu; eğildiği daha çok uzamsal olan faktörler;
konum, sınırlar ve çevreleyen alandı. Ancak yaklaşımında ken
dine özgü soyut bir vurgu vardı, disiplininin bilimsel geçerlili
ği, sanki jeopolitik gprüngülerin tamamıyla uzamsal terimle
re indirgenmesine bağlı gibiydi. Daha çok, insanlar arasındaki
"gerçek mesafeyi" azaltmanın toplumsal sonuçlannı vurgula
yarak, işbölümü çözümlemelerinde öznel faktörleri de devreye
sokan Durkheim'a benzer bir biçimde, Ratzel, farklı kültürlerin
toprağı nasıl kullandığı incelemesinin ötesine geçmeye çalış
mış ve siyasal bir güç olarak, daha nesnel bir faktör olan uzama
odaklanmıştır. Coşkulu geniş uzam övgüsü , Birinci Dünya Sa
vaşı'nın patlamasına kadar, Almanya ve diğer yerlerdeki birçok
jeopolitik düşünürü için tipiktir. Şüphesiz genişleme ve emper
yalizm karşıdan da vardı fakat çoğu jeopolitik düşünürü ara-
53 Friedrich Ratzel, Das Meer als Quelle der Völkergrösse, Münih, 1900, s. 1 , 5.
333
sında var olan eğilim, bü}üklüğün sadece ulusal siyasi güç ve
e�onomik refah ile eşleştiıilmesi değil; ama aynı zamanda, Rat
zd'i izleyerek, cesaret, açıl fikirlilik ve uzak görüşlülük gibi bi
reysel karakter özellikleriyle de ilişkilendirilmesiydi.
1 9 1 1 yılında Amerika'da Ellen Churchill Semple, Ratzel'i ye
niden ifade etti. Amerikan karakteri ve siyasal sistemini şekil
lendirmede sınırların temel bir faktör olduğuna, Tumer'ın yaz
dıklarıyla ikna olan Semple, ulusların oluşumunda asli faktör
olan Ratzel'in uzam nosyonunu büyük bir şevkle bizzat (an
sich) tercüme etmeye girişti. "lnsan dünya yüzeyinin ürünü
dür" diye başlıyor ve devam ediyordu, "düzenli biteviye arayış
lardan ... doğan büyük uzamsal düşünceler, onları doğuran top
raklan genişletir ve yaygın emperyal fetihlerle meşru meyvele
rini sunar. " "Açık kaderi" olan Kuzey Amerika kıtası boyunca
uzanmayı gerçekleştirmek için rüştünü karasal olarak ispat et
mesi gereken bir ülke için Ratzelci, "büyük iyidir" jeoetik kav
ramı anlamlıdır ve Semple da, sanki evrensel bir yasaymışçası
n31 Ratzel'in kanaatini derinleştirir: "Bir ırk ya da halk tarafın
daln işgal edil alan büyüdükçe, diğer coğrafi koşulların aynı
kalması şartıy , kalıcılıkları kesinlikle garanti gibidir ve engel
lenme ya da o ,tadan kaldınlma ihtimalleri azalır."54
Semple, A erikan emperyal girişiIJlllerine yol �österen de
l F
ğerleri yansıtıı ken , Ratzel'in daha el ştirel bir �orumu , ay
f
nı yıl Camille lıvallaux'tan geldi ve Fr nsız dene mini yansı
tıyordu. Valla x, Ratzel'in mutlak uzam (l'espace en soi) ku
�
ramının, Al! n emperyalizminin bilimsel kavramlarla dillen
�
di lmiş onayından başka bir şey olmadığı suçlamasında bulu
nuyordu. Mutlak uzam "pasif ve nötr" idi ve ulusların kaderi
ni belirlemezdL Bir devletin hızlı ve tu�rlı tepki ve!rm e yetene
ği, gelişimindeı sadece büyliklüğünden tlaha fazla btlirleyiciydi.
Hatta Rusya imparatorluğu, 1 905 yılında Japonlar karşısındaki
korkunç yenilgilerinin de gösterdiği gibi, hızlı ve uyumlu ey
lemi imkansız hale getiren devasa boyutları nedeniyle zayıfla
mıştı. Bazı küçük yerlerin büyüklerden daha fazla siyasal ağır-
335
yaklaşımlar ortaktır. Çoğu insan coğrafyanın ulusal politikalar
da önemli bir rol oynadıgı (o günden bugüne artık görmezden
gelinmektedir) konusunda ve bir ülkenin yönetimindeki uza
mın, siyasal ve ekonomik hayatının belirlenmesinde önemli bir
faktör olduğunda hemfikirdir. Bazıları büyüklüğün, güç ve re
fah açısından doğrudan bir belirleyen olmadığına işaret eder
ken; her şey aynı kalmak şartıyla, büyüklüğün özgürlük, refah
ve güvenliği destekleme eğiliminde olduğu, genel olarak kabul
görmüştür. Hiç kimse küçüklüğün, ulusal yüceliğin kaynağı
olduğunu iddia etmez. lnsanlık tarihinde bölgesel imparator
lukların en hızlı genişlediği çağda, bu görüngüyü yorumlamak
üzere geliştirilen sosyal bilimlerin, en görünür ve elle tutulur
başarının önünde eğilmesi şaşırtıcı değildir.
J eopolitik ırmakları tüm Avrupa kültürel alanında çağlar.
Ratzel'in iki büyük çalışması gibi kapsamlı kuramsal kitap
lar zirvesinden başlayarak, yeni periyodik fasikülleri boyunca
-National Geographic Magazine ( 1 889) , Annales de gtographie
( 1 89 1 ) , The Geographical ]ournal ( 1893) , Geographische Zeits
chrift ( 1 895)- aşağıya doğru akar. Oradan, sayısız dergi ve ga
ztte makaleleriyle popüler bilincin düzlüklerine yönelir ve res
mi diplomati bildirilerden bar sohbetlerine kadar her yeri sa
rar. Çağın en rtışmalı jeJpolitik kuramı, Oxford Coğrafya bö
lümü hocası e London ;chool of Eçonomics D�rektörü Hal
ford J . Mack· der'in, 1 9<!4 yılında yazdığı "The Geographical
Pivot of Hist ry" metnidir. Sınırların kapanmasıyla, elektronik
i�tişimin dünya ölçeğinde gelişimiyle ve demiryollan ağının
yrygınlaşmasıyla, dünya artık herhangi bir yerindeki güç deği
şimine ortak �epki veren tek bir organizma olarak görülmelidir,
görüşünü or dıya atar. "Anık ilk kez tqm dünya sap.nesinde rol
ler ve olgulatj.n gerçek oranı hakkınd� bir şeyler �lgılayabiliriz
ve evrensel tarihin coğrafi yönlerine dair. . . bir formül arayışına
girebiliriz. Aynı zamanda tarihte ilk kez, Avro-Asya'nın ekse
nini ya da "kalbini" denetleyebilenin egemen olacağı bir "dün
ya imparatorluğu" potansiyeli mevcuttur.56 Mackinder'in, bu-
337
ranlığı, 1901 yılında "dünya giderek küçülüyor, telgraf ve tele
fon her yere giriyor, telsiı daha da geniş imkanlar hayal etme
ye olanak sağlıyor" , diyen H. G. Wells kadar yoğundu. Tekno
loji, ulusal sınırlar gibi "demode bölgecilikleri" yok ediyordu
ve bir gün "kendisiyle barış içinde bir dünya devleti" kurulma
sının yolunu açacaktı. 59 Aynı yıl Rus entemasyonalist ] . Novi
cow, "kilometrekarelere tapmanın" büyüsüne kapılmış, ulus
ların "kilometritis" (kilomttrite) diye adlandırdığı yeni bir has
talığa karşı korumasız hale geldiği bir dünyadaki bölücü güç
leri araşunyordu. Ancak, William Gladstone'un "trenin geçtiği
her bir sınır insan federasyonunun ağını örmektedir" görüşünü
alınulayarak, birleştirici güçleri de vurguluyordu. 60 Aralarında
ki elektronik iletişimin anması ulusların yaşamsal bütünlüğü
nü mümkün hale getirmişti. Fiili mesafelerin azalması ve zihin
sel ufukların genişlemesi, umuyordu ki, bir Avrupa Federas
yonu'nun yaratılmasına yol açacaktı. 1903'te Amerikalı saygın
işadamı George S. Morison, enerjiye ulaşılabilirliğin artmasının
ve. teknoloji aracılığıyla büyük ölçekli kullanımının sonucunda
p
ul slararası banş ve birlik doğacağını öngörüyordu. "Güç üre
timi, tüm dün ayı düzen ve hızla donatmanın araçlarını sağlı
yor, böylece t m ırklar bi� araya gelecek ve zaman içinde bü
tün kapasite f: rklan yok olacak. . . KacJ.emeli olarak .
ulusal bö-
lünmeleri yı
'
ı
ak, son olarak da insan·· ırkını tek b büyük bü- f
tün haline ge · ecek."61
1
Kırk beş ül e 1 907 Uluslararası Lahey Konferansı'na temsil
ci gönderince, .uluslararası işbirliği umutlan arttı.62 Dört ay sü
reµ toplantılar her ne kadar üç ana tartışma alanında -silah
s d lanma, hak f mlik, savaş yasaları- önemli bir ilerleme sağ
layamasa da, 1\>urada olan, 1 9 1 4 yılın pa Birinci Qünya Sava
şı'nın patlak vfrmesi gibi, aslında topyekun bir b�şansızlıktı.
339
yahat anlayışını ifade etmek için hayali seyyah A. O. Bamabo
oth'u yaratır:
66 "Poemes par un riche amateur" Valtry Larbaud oeuvres, Paris, 1957, s. 1 192-
1 193.
67 Kari Lamprecht, Deutsche Geschichte d er jüngsten Vergangenheit und Ge
genwart, Bedin, 1912, 1 , s. 1 72.
68 Oron James Hale, Publicity and Diplomacy: With Special Referance to England
and Germany, New York, 1940, s. 40.
69 Herbert Feis, Europe the World's Banker 1 870-1914, New York, 1965, s. 5.
340
Büyük bir işletme devasa boyutlara ulaşuğında ve yığınsal ve
rilerin hesabının eksiksiz yapılması temelinde, on milyonlarca
insana gerekli temel ham maddelerin üçte ikisini ya da dörtte
üçünü arz etme planlamasına göre örgütlendiğinde; hammad
deler, bazen yüzlerce ya da binlerce mil uzaktaki en uygun
üretim mahallerine, sistemli ve örgütlü bir biçimde nakledildi
ğinde; çok çeşitli mamul maddelerin imalatına kadar olan ev
reler tek bir merkez tarafından yönetildiğinde; onlarca, yüzler
ce milyon alıcıya bu ürünler tek bir plan doğrultusunda dağı
tılabildiğinde . . . üretimin toplumsallaşmasıyla karşı karşıya ol
duğumuz açıktır. 70
341
daha iyi anlaşılmaktadır. Kendilerini hapsedip korudukları aşıl
maz duvarlar artık geçmişte kalmıştır."73 Belçikalı önde gelen
entemasyonalistler Henri La Fontaine ve Paul Otlet, uluslara
rası toplantı, proje ve organizasyonları duyurmak için 1 9 1 2'de
kurulmuş La Vie intematiorıale'de yayınladıkları makalede bu
duyguyu yansıtırlar. "Uluslar arasında daha sıkı temas, deneyim
ve çalışmaların paylaşımı, enternasyonalizmin büyüklüğünün
ve gücünün kaynağı olacaktır; uzlaşan ve birleşen tüm ülkelerin
evrensel uygarlığı böylelikle yükselecektir."74
Azalan mesafeler ve artan yakınlaşmanın diğer bir etkisi ise
çatışma oldu. Bunun en görünür dışavurumu emperyalizm
di ve enaçık yazılı ifadesi de, yandaşlarının emperyalizmi gör
me biçimleriydi. tık imparatorlukları kuran İngiliz ve Fransız
lar, daha sonra katılan Alman ve Amerikalılar aynı görüş, değer
ve korkulan paylaşıyorlardı - yeni teknoloji imparatorlukların
keşfetme ve ele geçirme süreçlerini büyük ölçüde kolaylaştır
mıştı, karasal uzamı yönetmek ulusal büyüklük için elzemdi,
böylesi bir yönetim ahlaken savunulabilirdi, emperyalist kar
ın� nihai olarak, özellikle rie "tüm bakir topraklar" bittiği za
man,' savaşa vara aktı. Entenasyonalizm ve emperyalizm, Ka
1
düs yılanları gibi yeni teknolojiye ve birbirine sarılmıştı.
Fransa, lngilt e ve Portekiz, 1 880 yılına kadar Afrika pas
tasından kopard klan yakla�ık 1 milyon mil kare ktyı parça
sından hoşnuttu r. 1 890'da ltalya, Almanya, Belçika !Ve İspan
ya 6 milyon mil re aldılar: 1 9 1 4'te adeta bütün Habeşistan
ve Liberya, Av a egemenliği altındaydı ve bu da 1 1 ,5 mil-
ı
yon fil kareye yakındı: Fransa 4. 238.000; Britanya 3.495.000;
Alma'nya ve ltaly� her biri 1 :nilyon; Belçika 800 bin; Portekiz
780.000; lspany�' 75.000. Her ne kadar �O. yüzyılın [başlarına
kadar diğer güçlef anlaşmalarla veya resmbn tanımam� olsa da,
bunların hemen hepsi 1 900 yılında edinilmişti. Büyük Avru
palı güçler, karanlığın yüreğini kademeli olarak kendi güneşli
342
topraklarına dönüştürdü. Aynı dönemde Asya'daki edinimler,
böylesine devasa topraklar içermiyordu ancak aynı dürtüyle
yönlendiriliyordu. Novicow'un kilometrekarelere tapma nos
yonu, Marx'ın meta fetişizmi gibi, daha önce maddi ederi büyü
ten ve insan sefaletini gizleyen değerin, kolektif yanıltma etki
siydi. Yerli nüfusun acılarını gizliyor ve imparatorluğun ödülü
nü yüceltiyordu. Bu retorik, ülkeden ülkeye küçük değişiklik
ler gösteriyordu; fakat büyük ulusal alanın ulusal büyüklüğün
göstergesi olduğu düşüncesi, iyimser pasifist Norman Angell'in
bile kabul ettiği gibi, "evrensel bir ön kabuldü. "75
J. R. Seeley'in The Expansion of England ( 1 883) kitabı, geniş
lemeyi açıklamaya ve birleştirici güçler üzerinden savunma
ya yönelik bir gerekçelendirme değildi. Seeley, "modem dün
yada mesafe , büyük ölçüde etkisini kaybetti" diyordu. Buhar
ve elektrik, Rusya ve Amerika gibi çok büyük karasal devletle
rin örgütlenmesini mümkün kılmıştı; aynca ticaret ve göç ar
tışı "sayısız birleştirici gücü" harekete geçirmişti. 76 Seeley, im
paratorlukların oluşumundaki potansiyel rekabeti dikkate al
mamıştı çünkü kitabı yazdığı sırada bu rekabet çok azdı; ancak
bu kayıtsızlığı Britanya lmparatorluğu'nun, sadece yerel nüfu
sa karşı değil ama aynı zamanda özellikle bir yıl sonra genişle
meye başlayan ve her yerde "daha Büyük Britanya"77 tehdidi ile
karşılaşan Almanya gibi, ulusal büyüklük heveslisi tüm ülkele
re karşı saldırgan yapısını gizliyordu. james Froude'nin Ocea
nia ( 1 885) kitabı, zaten o zaman büyük olan Britanya lmpara
torluğu'nun korunması ile ilgiliydi. Aynmcı savlarını ağaç ana
lojisi üzerinden klasik bir formülasyonla savunuyordu:
234 .
77 Bu, erken dönem ünlü bir emperyalist kitabın başlığıydı: Charles Dilke, Gre
ater Britain, 2 cilt, Londra, 1866-67.
343
Park ya da ormandaki dallarını kaybetmemiş bir meşe ağacı
bin yıl yaşar; dallarını keserseniz ya da rüzgar kırarsa kökün
den kurur ve çıplak kalır, artık sadece bir zamanlar ne olduğu
ve nasıl bir kaderin ya da şiddetin onu bu hale getirdiğiyle ilgi
li kıyaslama açısından ilginçtir. Uluslar için de durum budur.
Bir ulusun yaşamı, bir ağacın yaşamı gibi, uzantılanndadır.
Yapraklar bir ağacın nefes almasını sağlayan ciğerler ve atmos
ferden beslenmesini miımkün kılan kanallardır. Yalnız başına
imalat yapan, dünya pazarında soyulmuş ve çıplak kalmış, sa
dece dünyanın satın alması için mal üretmeyi umursayan bir
İngiltere, zaten dallannı kaybedip çıplaklık durumuna varmış
tır; şanım sonsuza dek kaybetmiştir.
78 James Froude, Oceania or England and Her Colonies, Londra, 1 885 , 387, s.
389, 392.
79 Charles W. Dilke, Problems of Greater Britain, Londra, 1890, 11, s. 506-507,
582.
344
torluğu tarihi üzerine bir çalışmanın sözleriyle: "Tüm türleriy
le genişleme sadece doğal ve gerekli değil, aynı zamanda kaçı
nılmaz da görünüyor; önceden yazılmıştır ve şüphe götürmez
doğruluktadır. Kalıtsal dinamizme sahip toplumun spontane
dışavurumudur. " 80
Tüm emperyalizm savunucuları aynı imgeleri ve retoriği
paylaşırlar - organik analoji ve doğal seçilim, ardından da Ni
etzsche ve Bergson'dan alınma bazı düşünceler. İngilizler gi
bi Fransızlar da erken ve görece kolay bir biçimde imparator
luk edindiler, bu nedenle süreç onlara ilk bakışta doğal bir si
yasal süreç gibi göründü. Güçlü ekonomi poli tikçi Paul Leroy
-
80 Ronald Robinson, John Gallagher, Alice Denny, Africa and the Victorians: The
Climax of Imperialism, New York, 196 1 , s. 3.
81 Paul Leroy-Beaulieu, De la colonisation chez les peuples modemes, 1874; yeni
den basım Paris 1 886, s. 748-7'1:9.
82 Louis Vignon, L'F.xpansion de la France, Paris, 1 89 1 , s. 354.
345
yüklü enerji, içgüdüsel "iktidar iradesinin" ardındaki ruh oldu
ğunu savladı.83
Genişlemeye Ingiltere'nin ve Fransa'nın ahlaki bağlılığı, Al
man savaş suçunu yeniden değerlendirmeyi gerekli kılar. Al
manya yenilgiye uğratılan merkez güçlerin lideri olduğundan,
kendisinin ve yabancı araştırmacıların yaptığı sayısız çalışma
için arşivleri ilk açılan ülke olmuştur. Almanya'da itham ve sa
vunma yoğundur aynca Alman akademik geleneğinde fazla
sıyla belgelenmiştir. 1 96 1 'de Fritz Fischer Griff nach der Welt
macht (Dünya Gücüne Uzanmak) ile tartışmayı yeniden açarak
Almanya karşıtlığını tekrar sahneye koydu , daha sonra 1969'da
Krieg der Illusionen (Yanılsamalar Savaşı) ile devam ederek,
ikinci Reich'ı savaşa
kışkırtan genişlemeci grupları ve emper
yalist düşünürleri belgeledi. Çalışması geniş kapsamlı ve ikna
edicidir. Ancak benzer belge araştırmaları diğer savaşan taraflar
için yapılacak olsa, orada da yakın sayıda genişlemeci grup ve
lider olduğu ortaya çıkacaktır; genişlemeye karşı çıkan sosya-
t � �
list r, lib e�al er �e �ntem�syonalistle� c�n� ı�da benzer �a�f
_
lık ve etkısızlık orulecektıı; ulusal buyukluk ıçın_ savaş nskını�
almaya isteklili açısından Jenzer sonuçlara ulaşılacaktır. Her
bir ülkedeki siy sal durum farklı eylemleri ve farklı gerekçelen
dirmeleri gere · kılsa da altta yatan değ�rler ve uzuq vadeli he
defler aynıdır. üm uluslar, bir organ:iıima gibi, ya !büyümeye
.
devam etmek y da ölmek durumunda blduklarını bngörmek
tedirler. 1 900'1 . e gelindiğinde, karasal genişlemenin yirmi yıl
önqesine kıyasla daha fazk Avrupa savaşı riskini barındırdı
?
ğı abk hale gel i ve birçok emperyalist, genişleme hedeflerini
�
ticari alana taşı ı. Bütün uluslar büyümenin iyi olduğunu ön
f
görüyordu ve hiçbiri bu na ulaşmaya ça ışmanın ak llıca oldu }
ğun,dan kuşku duymadı. Hq>si, karasal ya da ticari bir impara
torluğu zaten kurmuş olan diğer bir ülkeye meydan okumanın
tehlikelerinin farkındaydılar fakat bunun, uluslararası ilişkile
rin gerçeği ve alınması gereken bir ölüm-kalım mücadelesi ris-
346
ki olduğunu düşünüyorlardı. Dönemin egemen siyasal değer
leri bağlamında düşünüldüğünde, Britanya lmparatorluğu'nun
varlığıyla banş için oluşturduğu tehdit ile Almanya'nın buna
ulaşmaya çalışma programıyla oluşturduğu tehdit aynıydı. Af
rika' da Britanya ve Fransa imparatorluklarının oluşturulmasıy
la Almanya'nın meydan okuması arasında ahlaki bir ayrım -Af
rika yerlilerinden toprak almakla Avrupalı fetihçilerden toprak
almak arasında bir ayrım- yapılamazdı. Ahlaki değer aynıdır
-büyük iyidir; öngörülen siyasal zorunluluklar da aynıdır- bü
yüklük için genişlemek ya da sıradanlık. Almanya için korkulu
rüya lsveç gibi dağılmaktı; Fransa için ise Yunanistan ya da Ro
manya gibi "ikinci sınıfa" gerilemekti. Her bir ülkeye, yürüttü
ğü ayrı ulusal politikaya göre sorumluluk yüklemek mümkün
dür ancak bu politikaların uzamı kontrol etmeye yönelik ortak
değerlerin etrafında şekillendiğini görmek önemlidir. Alman
ya'nın başarısızlığı, tüm güç sahibi insanların ve toplumun bü
yük bir kesiminin siyasal gereklilik ve ahlaken iyi kabul ettiği
hedeflere, diğer ülkelerle aynı zamanda ulaşamamasıdır. O dö
nemde hiçbir liderin, eğer büyüme hedefine ve ulusal kudrete
bağlı değilse, kendi ülkesinde güç sahibi olması ya da bunu ko
ruması mümkün değildi. Elbette emperyalizm karşıdan vardı;
ancak ulusların davranışları üzerinde etkili olamadılar ve impa
ratorluklar büyüdü.
Britanya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Eyre Crowe, 1 907
tarihli ünlü memorandumda, Alman weltpolitik değerlendir
mesini dönemin ahlaki-siyasal bağlamında yapıyordu: "Alman
ya gibi sağlıklı ve güçlü bir devlet, 60 milyon mensubuyla ge
nişlemelidir, hareketsiz duramaz. Çoğalan nüfusunun ulusal
lığını ferk e tmeden göç edebileceği topraklara sahip olmalı
dır. . . Almanya gibi zinde ve büyüyen bir ülkenin, meşruiyet
zeminini terk etmeden, doğal hak olarak ortaya koyduğu sağ
lıklı genişleme taleplerini yok saymak, hem adil hem de siya
si olmayacaktır."84 "Sağlıklı" bir ulusun genişleyebileceği sınır
lı kaynaklar ve sınırlı uzam nedeniyle Alman "ulusal hakkının"
84 Aktarıldığı kaynak; yayına hazırlayan lmanuel Geiss, July 19 14, The Outbreak
of the First World War, Selected Documents, New York, 1975, s. 29-3 1 .
347
yerine getirilmesi Britanya çıkarlarıyla çatışacaktır; dolayısıyla
Crmre'un, Alman genişlemesinin "meşruiyet zeminini terk et
memesi" beklentisi -ki bununla Ingiltere'ye tehdit oluşturma
masını kast ediyordu- eğer kendisiyle çelişkili kabul edilmeye
cekse bir hayaldi. Diğer taraftan bu metin, tüm dönem ulusla
rı için geçerli emperyalist dürtülerin ve onları sürekli çelişki
ye düşüren düşünceler bütününe bağlılığın şeffaf bir çözüm
lemesidir.
Genişleme kavramının önünde eğilmek, Yunan ve Roma ,
Portekiz ve ispanya, lngiltere ve Fransa imparatorlukları ka
dar eskidir. Hıristiyanlığın Yakın Doğu'ya, Yeni Dünya'ya, As
'
ya ya ve son olarak da Afrika'ya yayılması, A vrupa'mn zihnin
de başarılı bir düşünce modeli, tanrısallığın ve kutsallığın za
feridir. Avrupalıların uzama hükmetme arzusu konusunda ik
na edilmeleri gerekmiyordu: Tarihsel bilinçlerine kazınmıştı.
1 9 . yüzyıldaki dışavurumunun benzersizliği, maddi ve ente
lektüel anlamda yeni teknolojiye bağlıydı ve bu teknoloji uzak
yerlqri, eşsiz hız ve etkinlikle iç içe geçiriyordu. Avrupa tarihi
nin Uümünde kü&'.üklük ve b:izülme, hastalık ve ölümle ilişki
lendirilmiştir. A manya'nın "dünya gücüne uzanması" , aslın
da, eski ve evre el kabul gören bir ilkenin modem ulusal bir
türüdür. Eğer Al anya'da edebiyat daha etkili ve önemli görü
lüyorsa bunun
�
deni, geç kalmışlık ve ışarıda kal� korku
sudur. Alman ' litikalarını şekillendirerl değerler, dhlta önce
tjıa
r
ki on yıllar bo nca Ingiliz ve Fransızlara ilham veren değer
lerdi . Fischer; ustav Schıroller, Hans Delbrück, Max Sering,
Otto Hintze, Erich Marcks, Paul Rohrbach ve Ratzel'e ayrıntı
lı olarak eğilen, Mman Leberısraum, Schicksalsraum ve Wel tpo
�
litik tartışmalarırta ve olumlaınalarına sa ip çıkan, R dolf Kjel �
len gibi etkili taıhhçiler ve siyaset düşünürlerinin yazdıklarım
inceler. 85 Bu çalışmayı yinelemek gereksizdir ancak kısa bir de
ğerlendirme, Alman emperyalizm retoriğinin, büyüklüğün ulu
sal kudret, refah ve gelecek nesillerin umudu için zorunlu ol-
85 Fritz Fischer, Gri.ff nach der Welımacht, Birinci Dünya Savaşında Almanya'nın
Hedefleri diye çevrilmiştir, New York, 1967, s. 7, 49; War of Illusions: German
Policies from 1 91 1 to 1 91 4, New York, 1975.
348
duğu "evrensel öngörüsünü" paylaşan diğer büyük güçlerle ay
nı olduğunu gösterir.
Alman Şansölyesi Bethmann Hollweg'in özel sekreteri Kurt
Riezler'in yazdığı iki kitap, Alman emperyalizmi savlarının ço
ğunu özetlemektedir ve 1 9 1 4 Temmuz krizinde, karar verici
ler üzerinde doğrudan etkili olan bir çizgiyi ortaya çıkarır. Bis
marck diplomasiyi "mümkün olana ulaşma sanatı" diye tanım
lar; ancak Riezler için, ilk kitabının başlığında ifade edildiği gi
bi, imkansızın başarılmasıdır: Die Erforderlichkeit des Unmög
lichen (imkansızın Gerekliliği; 1 9 1 3) . 1 884 yılına kadar Bis
marck'ın ılımlı kolonyal politikası, bütün canlıların büyüme
si gerektiği doğa kanununu ihlal etmiştir. Riezler Almanya'nın
genişlemek zorunda olduğuna ya da öleceğine inanır ve bunu
örneklemek için doğal sembollere başvurur. T ohumlann filiz
lenmesi, beslenme süreçleri, dalların uzaması, organların ka
barması, türlerin üremesi - iki yüz sayfa boyunca savlarını ana
loji üzerinden sürdürerek, her canlının, sonsuz ve karşı konu
lamaz entelekya sürecinde kendini nasıl aştığını göstermeye ça
lışır. Bergson'un, organizmaları daha karmaşık biçimler alma
ya yönelten yaşamsal enerji yaklaşımı, Riezler'in "devletlerin
fızyolojisi"nde içeriliyordu ve Almanya, ortak imkansız arayışı
nın birleştirdiği tekil ruhların organik bütünlüğü olarak ele alı
349
ler ve insanların uzaklaşması çağıydı. " Milli eğilim gelişmeli ve
bireyler gibi özerk olmalıydı, uluslar, yapraklarıyla güneş ışığı
nı emmek için uzanan ağaç dallan gibi uzamda genişlemeliydi.
Çevreye egemen olma iradesi durdurulamaz ve doyurulamaz
bir yaşam ilkesiydi ve bu nedenle de zorunlu olarak çatışma
lara yol açıyordu. Her ne kadar bio-metafiziği bu çelişkiye işa
ret etse de Riezler, aynı zamanda, ticari trafik artışının ulusları
bir araya getirdiğini; uluslararası siyasal matrisin çok sıkı bağ
lan olduğundan, herhangi bir hareketin tüm yapının dengesini
bozduğunu ve yeni güçlü silahlar nedeniyle zafer kazananın bi
le savaştan karlı çıkamayabileceğini de belirtir. 87 Ratzel'den Ri
ezler'e, Alman jeopolitik düşüncesinin temel meseleleri; hapse
den sınırların yarattığı hayal kırıklığı, genişleme arzusu, ülke
nin doğru bir gelişme gösteremeyeceğinden duyulan korku ve
yayılmacı dış politikanın tehlikeli bir savaşa yol açabileceği ko
nusunda giderek güçlenen kanaat olmuştur.
Amerikan yayılmacılığının kollan Pasifik ve Karayipler'i sar
madan çok daha önce, emperyalizm halkın bilincine derin bir
biçiıpde kazınmıştır. 1845'te New York Evening editörü john L.
O'Sulllivan, Birleşik Devletler'in Batı'ya genişlemesinde Meksi
kalılara ve Kızıl erililere ait toprakların alınmasını tarif etmek
için "aşikar katle " terimini Qrtaya sürmüştür: "Araştırma, keş
fetme, yerleşme, irleşme haklarının tüm ağ dokularıyla uzağa,
uzağa . . . Özgürlü ve federe öz-yönetim büyük deneyiminin ge
lişimi için Tanrı' ın bize bahşettiği yayılma ve tüm kıtaya sahip
ol� hakkımızın getirdiği aş.kar kader. Bu, ağacın havadaki ve
topr,ktaki uzam hakkı gibi, esasa ilişkin tam gelişimi ve büyü
me yazgısına uy�un bir haktr. " 88 Bu retorik, daha sonraki Av-
rupa emperyalis tj1 metinlerine.en farksızdır
. 1
Amerikalılar fbakir topraklara" doğru genişlerken, belki
Tann'nın iradesi değil ama daha üst bir kaderi gerçekleştirme
nin güvenine sahiptiler. Lebensraum (yaşam alanı) arayışı için
de, denizleri aşan ya da devasa bir kıta imparatorluğuna dönü-
350
şen Almanya'yı tahayyül ederken, Alman jeopolitikçilerinin ka
fasında, şüphesiz çarpıcı bir kıta ötesi genişleme vardı. Ameri
ka'nın demokrasi potası olan sınırlar, aynı zamanda bir halkın
yok edilmesinin gerçekleştiği yerdi. O halk ki yakın zamana ka
dar halk kültüründe, geniş açık alanlan garip kabile törenleri
ve tuhaf tanrılara ibadet için harcayan kafa derisi avcıları olarak
tarif ediliyorlardı; "öncü ruh" ise cesaret ve beceri ile özdeşti.
Dünyanın diğer hiçbir ülkesinde genişleme, Amerika'daki gibi
doğal ve bir ulusun kaderinin gerçekleştirilmesinin parçası ola
rak kaçınılmaz addedilmemiştir.
Sonunda Amerikan genişlemesi denizleri aştı: Hawaii, Puer
to Rico, Guam ve Filipinler'i 1898'de ilhak etti; Küba 190 l'de
denetim altına alındı, aslında Kanal Bölgesi 1 903'te ilhak edil
di, Virgin Adalan 1 9 1 7'de Danimarka'dan satın alındı. Başlan
gıç evresi, yatının çıkışlarını güvenceye alabilmek için saldır
gan bir dış politika gerektiren Amerikan tüzel sisteminin or
taya çıkışıyla çakıştı. Bu politikanın mimarlarından, önde ge
len · bankacı Charles A. Conant, 1898'de yazdığı önemli maka
lede Amerikan genişlemesini çözümledi. Ağaç benzetmesi, me
seleye parmak basmak için bir kez daha devredeydi. "Büyüyen
ağacın tüm engelleri yıkmasına yol açan, Gotları, Vandalları ve
son olarak Sakson atalarımızı, ardı ardına ve kaçınılmaz ola
rak Roma'nın dekadan şehirlerine çeken, karşı konulmaz ge
nişleme eğilimi bir kez daha yürürlükte görünüyor ve Ameri
kan sermayesi için kanallar, Amerikan girişimleri için fırsatlar
anyor. " Conant'ın da inandığı gibi, tarihsel örnekler, genişle
me eğiliminin evrensel olduğunu gösteriyor fakat onun döne
mindeki dışavurumu, kapitalizmin benzersiz bir krizine özgü
dür. Diğer ülkelerle resmi ilişkiler göreceli olarak önemsizdir;
ama artık birikimlerin yatırıma dönüşmesini mümkün kılacak
bazı düzenlemelerin güvenlik altına alınması zorunludur, "eğer
fiili ekonomik düzenin bütünsel kurgusu , sosyal devrimlerle
sarsılsın istenmiyorsa. "89 En azından ticari genişlemeye duyu
lan evrensel bağlılık, eski Dışişleri Bakanı john W. Foster tara-
3 52
rekabetin az sayıda izi var. "93 Teknoloji, milliyetçilik yumağı
nı sıkılaştırdı ve uluslararası işbirliğini kolaylaştırdı; ancak ay
nı zamanda hepsi imparatorluk elde etmeye çalışan ve bir dizi
krizle yüz yüze gelen ulusları böldü. Dönemin en büyük ironi
lerinden biri, dünya böylesine güçlü bir bütünlük kazandıktan
sonra dünya savaşının mümkün hale gelmesidir.
353
9
Yön
355
ciddi bir değişim işlevi göreceğine hiç ihtimal vermiyorum. " 1
B u yanlıştan yedi yıl s onra yazdığı bilim-kurgu romanı The
,
356
daki kurgusal savaşı başlatan askerlerin acelesini betimliyor
du . Schlieffen Planı'nın bir de hava versiyonu vardı ve buna gö
re Alman hava filosu, Amerikalıları karşı hücum başlatmadan
hemen önce vuruyordu. Sarajevo'daki suikasttan iki gün sonra
Kayser Wilhelm'in ünlü saptaması "şimdi ya da hiçbir zaman"
(Pan-Sırp hareketini ezerek Avusturya-Macaristan lmparatorlu
ğu'nun korunması fırsatına gönderme yapıyor) ,3 Wells tarafın
dan önceden canlandırılıyordu: '"Şimdi ya da hiçbir zaman' dedi
Almanlar -'gökyüzünü ya şimdi zapt etmeliyiz ya da hiçbir za
man- tıpkı bir zamanlar Britanyalılann denizleri zapt ettiği gi
bi ! "' Avrupa'yı hızla savaşa sürükleyen ittifak yapılarının ve as
keri gerekirliklerin zincirleme etkileri romanda, gerçek küresel
ölçekte öngörülmektedir. "Diplomasi için zaman yoktu. Karşı
lıklı uyanlar ve ültimatomlar gönderildi ve birkaç saat içinde
panik ateşiyle tutuşan dünya, açıkça savaşın içindeydi. " Şehir
ler hedef alındı, ulusların siyasal ve sosyal yapılan parçalandı ve
"dünyayı yüz yıldır bir arada tutan olağanüstü kredi ve finans
örgüsü gerildi ve dağıldı. "4 Savaş cepheleri yoktu. Ilk kez üçün
cü boyutta savaşan uçaklardaki adamlar, şehirlerin kalbini gö
rüp ateş yağdınrlarken, kalın şehir duvarlarını ya da iyi korunan
çevrelerini aşmak zorunda değillerdi. Wells, panik ve salgın ön
görüsüyle, savaşın yol açtığı medeniyet çöküşü ile bitiriyordu.
Bert Smallways New York katliamına şahit olduktan sonra, ay
nısının Londra'da da olabileceğini, "gümüşi denizlerin ortasın
daki küçük adanın dokunulmazlığının sonuna geldiğini" , artık
hiçbir yerin güvenli olmadığını fark edecekti.
1909'da C. F. G. Masterman'ın incelikle işlediği gelecek ta
savvurunda, uçaklardan yağan bombalar, "geniş düzlüklerde
ki şehirlere yağan cehennem ateşi gibiydi. " Sonra İngiltere bir
denbire, "gökyüzünden yağan ordular karşısında çaresiz ve sa
vunmasız" kalacaktı.5 Aynı yıl, cam mimariyle açık binalar ve
357
gece uçuşlan için ışık yayarak dağlan aşan açık şehirler tasar
layan Paul Scheerbırt, hava savaşlannın sabit tahkimatlar üze
rindeki korkunç etkileri konusunda kafa yoruyordu . Uçak
lar isterlerse sabit hedeflere "dinamik torpidolar" bırakabilirdi.
"Bu tür savaş şeytanlıklannı sadece tahayyül etmek bile" , di
yordu, "sinirsel bir çöküşe sebep olabilir. "6
Ancak diğer sinirler pozitif uyarılıyordu . 1 909 Temmu
zu'nda, İngiliz Kanalı uçakla otuz alu buçuk dakikada aşılıyor
du . Halk durumu çılgınca bir coşkuyla karşıladı ve Fransız pi
lot Louis Bleriot uluslararası bir kahraman oldu . Stefan Zwe
ig Viyana'daki tepkiyi değerlendirdi. "Bleriot Kanalın üzerinde
uçtuğunda, sanki kendi kahramanımızmış gibi sevinçle haykır
dık; tekniğimizin, bilimimizin ardı ardına başanlanndan duy
duğumuz gurur sayesinde bir Avrupa topluluğu ruhu , Avrupa
ulusal bilinci varlık kazanmaya başladı. Uçaklar üzerlerinden
bu kadar kolay uçabilirken sınırlann ne kadar gereksiz olduğu
nu düşündük; gümrükler, muhafızlar ve sınır devriyeleri nasıl
bölg�el ve yapaydı, açıkça b:rlik ve dünya kardeşliğinin peşin
de olan çağın ruhuna ne kacar da aykınydı ! "7 Ağustos ayında
1
Reims'de düzenl nen havacılık yanşması, birçok ülkeden ka
tılımcıların ve g zlemcilerin ilgisini çekti. Kanvas ve tellerden
yapılmış dayanı ız uçaklar, rastgele dikilmiş direklerin etra
fında yarışırken, ,bu bir haftalık teknoloii ve yetenek 1ıgösterisi-
J 1
6 Paul Scheerbart, Die Entwicklung des Luftmilitarismus und die Auflosung der eu
ropilischen Land-Heere, Festungen und Seejlotten, Bedin, 1909.
7 Stefan Zweig, The World of Yesterday, Lincoln, Nebraska, 1 964, s. 196.
8 Serrano Villard, Contactl The Story of the Early Birds, Man's First Decade of
Flight from Kitty Hawk to World War 1 , New York, 1968, s. 73-84.
358
yapay engelleri" yok etmişti ve "göz benzeri projektörlerinden
dünyanın en ücra köşelerine yayılan ışık, bilimin ve romansın
ve gelişimin ve kardeşliğin ışığını taşıyordu. "9 Tarihsel kayıt
lar, uçmanın aşkın niteliklerine dair coşkulu övgülerle dolu
dur. 1 9 13'te G. S. Lee, insan bilincine yeni bir yön yaratuğı dü
şüncesini ileri sürer. Düşüncede, "dünyanın önündeki bir ka
pağın açılması gibi" köklü bir değişikliğe yol açmıştır. Wilbur
Wright'ın New York çevresinde uçuşu yüz binlerce insanı ça
tılara çekmiş ve "tüm şehrin kafası gökyüzüne çevrilmiştir. " 1 0
Evini çok zor terk eden Proust bile, büyük aşkı, roman kahra
manı Albertine'in model aldığı Alfred Agostinelli bir uçak ka
zasında ölünce, uçma tutkusuyla trajik bir bağ kurdu. Agosti
nelli Mart 1 9 1 3'te denizin üzerinde eğitim uçuşu yaparken, al
çak bir dönüş sırasında kanadım suya kaptırdı. Denize çakıldı
ğı yerden birkaç yüz yarda uzaktaki kıyıdan olayı dehşetle izle
yenler, yüzme bilmeyen Agostinelli'nin, kurtarma botu yaklaş
tığı sırada uçak enkazında koltuğunda oturur vaziyette battığı
m gördüler. Ancak romanda Proust üst dinamiği vurguluyor
du: "Akşamın maviliğinde böcekler gibi, kahverengi noktalar
olarak birkaç saat önce gördüğüm uçaklar, şimdi gecenin ka
ranlığında ışıldayan ateş gemileri gibi geçiyorlar. . . Belki de bu
insan taşıyan kayan yıldızların bize hissettirdiği en büyük gü
zellik izlenimi, basitçe, nadiren gözlerimizi çevirdiğimiz gök
yüzüne bakmaya bizi zorlamasındandır. " 1 1
Diğer bir ruhsal yükseklik aşağı bakmakla ilgiliydi. Marinet
ti'ye göre bu durum, şiirin "kanatsız" gelenekten ve "yere ça
kılıp kalmış sınırlı sözdizimlerinden" kurtulmasına yardımcı
olan Fütürist geniş görüşe ilham oldu. Uçuşta çarpıcı analojiler
buldu. "Artık nesnelere yeni bir bakış açısından, kafam yukarı
da ya da arkadan değil ama doğrudan aşağıya, küçülmüş göre
rek, bakıyorum, böylece eski mantık boyunduruğundan ve an
tik düşünce biçimlerinin düz çizgilerinden kurtulmaya muvaf-
359
fak oluyorum. " 1 2 Gertrude Stein, eski görme biçimlerinden Kü
bist kopuşu , hiçbirisi uçağa binmemiş olsa da, havadan bakışın
etkilediği yorumunu yapıyordu. Otomobilden görünen man
zara, özünde yürürken ya da trenle giderken görülenden fark
lı değildi "ancak uçaktan yeıyüzünün görünüşü bambaşkaydı. "
360
gi bir kişi, silahlı savunma çabasının da ne kadar umutsuz ol
duğunu hemen anlardı. " 1 4 Ancak yıkım korkusunun savaşla
n durduracağına herkes güven duymuyordu. 1 899 ve 1907 La
hey Banş Konferanslan'nda, balonlardan mermi atmanın izin
verilebilir olup olmadığı tartışıldı. tık konferans beş yıllık bir
yasak koydu ve bu 1 907'de yinelendi. 1 9 1 2 tarihli bir makale,
hava bombardımanı karşıtı acil protesto çağrısı yapıyordu; fa
kat sorunun, 1 9 1 5 için planlanan ve tabii ki yapılamayan La
hey Barış Konferansı'na kadar muhtemelen çözülemeyeceğini
ileri sürüyordu. 1 5
1 9 14'te başlayan savaş, birçok insanın öngörüsü olan bom
ba yağmurunu ve yıkımı getirmedi. Bazı hava bombardıman
lan olsa da uçaklar, büyük ölçüde keşif ve topçu ateşini yön
lendirme amaçlı kullanıldı. 1 9 1 6'da yayınlanan savaşta uçaklar
konulu bir kitapta, Britanya askeri tarihçisi William A. Robson,
savaş öncesi yıllarda yaygın olan coşkulu retoriğe hala başvu
rabiliyordu - "aşağıda ve etrafta muhteşem bir panorama var,
yüzünüze çarpan hava canlandınyor, hızı algılıyorsunuz . . . Ola
ğanüstü bir yüzme hissi. " Havada sürtünme yok, yerle tema
sın yol açtığı sarsıntı, toz ve diğer engeller yok. Pilot "uzamsal
lığın, ihtişamın, asaletin tarifi imkansız duygulanyla yüklü . . .
zihninde v e bedeninde bu yükselmeyi hissediyor. " Robson'a
göre, yeryüzünde benzeri görülmemiş bir yıkımın yaşandığı bu
çağda uçak, uluslararası ulaşımı ve iletişimi hızlandıracak, sa
vaşa yol açan cehalet ve yanlış anlamalan azaltacaktır. Alman
Fokkerler ve İngiliz Havillandlar Avrupa semalannda it dalaşı
yaparken bile şöyle yazar: "Gökyüzünde sonsuz bir alan var ve
bu tabii ki sadece herkesin ihtiyacı olan uzamı sağlamakla kal
mayıp her ulusa yeterli bir hareket alam da sağlıyor. " 1 6 Robson,
uçma çağında banş ve daha fazla anlayış beklentisi sonucuna
ulaşırken, uçağın zaman içinde "yeryüzünü ve gökyüzünü ye
terince yakınlaşarak Batı ve Doğu arasındaki duvarlan yıkma-
14 Henry Harrison Suplee, "The Peace Makers", Cassier's, Eylül 1913, s. 97, 102.
15 H Brougham Leech, "The jurisprudence of the Air" , The Fortnightly Review,
98, 1912, s. 234-25 1 .
16 William A . Robson, Aircraft i n War and Peace, Londra, 1 9 1 6, s . 166- 167, 1 75.
361
nın gerekli koşullarını birlikte yaratmalarını" mümkün kılaca
ğını umuyordu. 1 7
Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki yıl uçak Doğu ile Batı'yı
bağlayacak bir kapsama sahip değildi; ancak Avrupa ulusla
rı arasındaki j eopolitik ilişkilerde bir devrim başlattı, mesela
Bleriot'nun uçuşuyla İngiltere'nin ada olarak stratejik avantajı
nın azalmasına ve devlet adamlarının kıta sorunlarıyla çok da
ha yakından ilgilenmeleri gereğine yol açması gibi. Ancak uça
ğın yarattığı yeni yukan anlayışına rağmen, bireyler açısından
yön anlayışı bu dönemde önemli bir değişime uğramadı. Genel
j eopolitik düzeyde, yeni teknoloji ve politik manevralar, ulus
lararası ilişkilerde sürekli sarsıntıya neden olurken, ulusların
yönsel hareketlerinin doğrultusunu keskin biçimde değiştirdi.
lki karşıt ittifak sistemi içinde yer alan Avrupa ülkelerinin uzam
sal yönelimlerinde çarpıcı bir zıtlık vardı. 1 9 14 savaşında en sa
vaş yanlısı beş ülke içinde İngiltere, en küçük ulus olma ve ada
'
olm j eopolitik özellikleri a;ısından tekti. Nüfusun yoğunlu
ğu v� şehirlerin akınlığı, dev boyutları ve seyrek nüfus dağılı
mı olan Rusya'd ya da sayısız yıkıcı iç bölünmeleri olan Avus
turya-Macarista dan daha yekvücut davranabilmesini mümkün
kılmıştır. Sınırla güvenli bir ada-ulus olan İngiltere, , etki alanı
geniş bir imparat rluğu güvenceye alabilnlişti ve dış yÔnelimlilik
• 1
362
da Alman çelik üretimi Britanya'yı geçmiştir) ve Alınan hüküme
ti bir savaş filosu oluşturmaya başladığında olduğıı gibi, Britanya
ticareti ve deniz kuvvetlerine tehdit oluşturmaya başladığında.
Birkaç yıl içinde, Emest E. Williams'ın 1896 tarihli kuruntulu ki
tabı Made in Germany'de ifade ettiği gibi, bu görkemli yalıulmış
lık sorunlu bir saplantıya dönüştü. İngiliz hayaunın dökümünü
çıkaran Williams, Alman mallarının her köşeye gizlendiğine işa
ret ediyordu. "Made in Germany" ibaresi giysilerin, oyuncakla
rın, bebeklerin, süslemelerin, nakış işlerinin, pamukluların, de
ri işlerinin, kitaplann, dergilerin, porselenlerin, kalemlerin, gra
vürlerin, fotoğrafların, piyanoların, bardakların, drenaj boruları
nın, aksesuarların, duvar süslerinin, demir ürünlerinin, elektrik
li aletlerin üzerinde görülebilirdi. Alman operası, enstrümanları
ve nota kitapçıkları İngiliz müzik dünyasına hakim hale gelmiş
ti. Bu ticari kötü kader teranesini en ürkütücü durumla bitiri
yordu - 1893 yılında Hamburg limanından yapılan toplam nak
liyat tonajı ilk defa Liverpool'u geçmişti.18 Aynca istatistikler ti
cari alanın dışında savaş filosuna da dikkat çekiyordu ve Britan
ya'nın deniz kuvvetlerinin üstünlüğü tehlikedeydi ve anavatanın
güvenliği tehdit alundaydı.
İngiltere'nin Almanya'ya karşı artan nefretinin perde arka
sında, Fransa ile artan dostluk vardı. 1 904'te iki ülke, ahenk
li çalışmalannı resmiyete dökerek Kuzey Afrika'yı paylaşma
ya ve aralarında yapuklan Entente Cordiale* ile birbirlerinin et
ki alanlarını karşılıklı olarak tanımaya karar verdiler. Uzamda
daha da ilerilere uzanan Britanya, 1 907 yılında Rusya ile de bir
Entente imzaladı ve kısa bir süre sonra İran, Afganistan, Tibet
ve Çin ile ilgili uzun dönemli sorunlarını çözüme kavuşturdu.
Yüzyıl dönümünü takip eden yıllarda Britanya'nın kıtayla iliş
kileii yoğunlaşırken, Kanalı giderek daha sık aşan pozitif ve ne
gatif akıntıları kutuplaştıran bir dizi diplomatik kriz, iki büyük
ittifak sistemlerinin içindeki bağlan güçlendirirken aralarında
ki çelişkileri derinleştiriyordu.
363
Üçlü İttifakı oluşturan güçler, Üçlü Bağdaşma (Triple Enten
te) uH.ıslannın, özellikle de İngiltere ve Fransa'nın sahip oldu
ğu içsel uyumdan yoksundu . Avusturya, farklı ulus, kültür ve
dillerin başarısız biçimde birbirine eklenmesiydi; İtalya güçlü
bir bölgecilik ve neredeyse anlaşılmaz diyalekt farklılıkların
dan muzdaripti; Almanya'nın bütünlüğü güvende değildi. Her
ne kadar devasa boyutlarının ve çok sayıda ulusun varlığının,
tıpkı Avusturya-Macaristan gibi, Rusya'yı içsel kargaşaya karşı
korumasız hale getirdiği öne sürülebilirse de Rusya İmparator
luğu asırlıktı (tıpkı İngiliz ve Fransız monarşileri gibi) ve güç
lü bir ulusal anlayışa sahipti. lngiliz birliğini sağlayan, uzam
sal bütünlük ve denizin yalıtımı iken; Fransızlar otoritenin Pa
ris'teki uzun merkezileşme süreci ile korunuyorlardı. 1 9 Fran
sız iktidarı taşraya, ortada konumlanmış bir merkezden yayılı
yordu aynca Avusturya-Macaristan, ltalya ve Almanya' dan çok
daha bütünlüklü bir biçimde hareket edebiliyordu.
Dağlar ve deniz , Fransız sınırlarını üç yönden koruyordu ve
açık yp zünün kaderi de doğuya bakmaktı. Kıtanın yakın böl
geleriılı.deki güçleri mağlup ederken ulusal bilinç dışarıya, im
paratorluğa yönel i fakat Fransızlar hala 1 870'te Almanların
kazandığı zaferin e ordularının Sedan'da yaşadığı bozgunun
travmasını yaşıyo ardı. Yeni güçlü Reich'ai komşuluk, Fransız
ları, doğu sınırına er zaman dikkat etmey� sevk etti; a frı a Al
c
19 Alman tarihçi EJJı Roberı Curtius Paris'teki güçlü çekirdeği The Civiliz.ati-
on ofFrance kitabında ele alır, 1 93C; yeniden basım New York, 1932, s. 5 1-64.
jacques Attalie ve Yves Stourdze, "The Birth of the Telephone and Economic
Crisis: The Slow Death of Monologue in French Society" , The Social Impact of
the Telephone, yayına hazırlayan Ithiel de Sola Pool, (Cambridge, Massachu
setts, 1977, s. 97-1 1 1 . Bu çalışma, 1880lerde Fransa'da telefon kullanımının,
genellikle başkentten çevreye akan tek-yönlü monolog şeklindeki merkezi
devlet iletişiminin geleneksel yönünü nasıl değiştirdiğinin izini sürer. Telefon
karşılıklılık, eşitlik, kolay ulaşım ve karşılıklı diyalog yaratır.
364
sa'nın kuzeyine yapacağı çıkarmayı hesaba karıyordu fakat bu
düşmanca beklenti kısa sürede kayboldu , tıpkı daha yeni bir
karşıtlığın, Alplerden saldırıya geçeceği düşünülen Italyanlara
düşmanlığın meydana getirdiği kaygılann kaybolması gibi. Pi
reneler Fransa'yı batıdan gelecek ciddi tehlikelere karşı koru
yordu dolayısıyla askeri ilgi Ren nehrine odaklandı. 20
Fransızlann özgüvenini derinden yaralayan bozgun, Alman
larda kibir kabarmasına yol açmıştı . The Geographical Cau
ses of the World War ( 1 920) kitabında Alman coğrafyacı Ge
org Wegener, konum ve topografyanın Avrupa tarihinde oyna
dığı benzersiz rolü şöyle değerlendiriyordu: " Coğrafya dünya
nın çok az ülkesinde Almanya'daki gibi acıklı bir felaket sebebi
olmuştur. " Indo-Germen halklann göç merkezi, ticaret yollan
nın kesişme noktası, güvenli sınırlara sahip olmayan uluslann
stratejik ayıncısı olarak Almanya, her zaman bir tampon bölge
ya da savaş alanı olagelmiştir. 2 1 1 9 1 2 yılında General Friedrich
von Bemhardi, yansızlığı bir kenara bırakarak Reich'ı "kol ve
bacaklan kesilmiş bir gövde" olarak niteler; Amiral Tirpitz, do
nanması olmayan "kabuksuz bir yumuşakça" olarak görür. 22
Stratejik konumu , çevreleyen ülkelerin ve silahlı güçlerin sınır
lannı devamlı aşmasını ya da kuşatmasını kaçınılmaz hale ge
tirdiğini düşündürüyordu . Dahası, 1 8 79'dan başlamak üzere
Almanya izolasyonist bir diplomatik çizgi izliyordu dolayısıy
la da bu durum kendini doğrulayan bir kehanete dönüşüyor ve
Einkreisung (kuşatma) gerçekliğini ve mitini yaratıyordu.
1 882 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan ve Italya Avru
pa'nın merkezinde kurduklan ittifakla, Üçlü Bağdaşma karşıtı
bir oluşumun jeopolitik koşullannı tesis ettiler. 1 894 Fransız
Rus ittifakından sonra bağlannı daha da güçlendirerek iki cep
heli savaş hayalini geliştirdiler. lngiliz tarafında, Doğu'yla Ba
tı'nın buluşmasını "yüz yüze" bakan "iki güçlü adam" olarak
365
alkışlayan Kipling'i bu durum memnun etmiş olmalıydı; fakat
Alınanlar, ölümcül bir tuzağa düştüklerini düşünüyordu. Çev
relerindeki iki ordunun Alman topraklarında buluşmasını en
gelleyecek bir savaş planı oluşturması için Kont Alfred Schlief
fen'i görevlendirdiler. 1 894'te Kont, Almanya'nın varlığını sür
dürebilmesi için hızlı ve kesin bir zafer kazanması gerektiğine
karar verdi ve bunun başarılabilmesi için doğuda Rusya'ya kar
şı bir blokaj saldırısı düzenlerken Fransa şimşek hızında bir ta
arruzla bozguna uğratılmalıydı. Büyük bir Alman ordusu Belçi
ka, Lüksemburg ve Hollanda'nın güneyinden Paris'e doğru iler
lerken; batıdaki ana kuvvetlerin sekizde biri Fransa ile ortak sı
nırlarında konuşlanmış Fransız ordusunun büyük bölümünü
hem yanıltmak hem de olası bir saldırıyı durdurmak görevini
üstlenecekti. Schlieffen gün be gün yapılacak harekat ve savaş
planlarının eksiksizliği ve eşgüdümü için on yıl boyunca detay
lar üzerinde çalıştı. 1 905 tarihli bir raporla planına son şekli
ni verdi ve Almanya'nın savaşa hazırlandığı dokuz yıl boyun
ca stratejik düşünceyi bu plan belirledi. 23 İkinci Reich'ın son
d
yi i yılında, batı1
cephesindeki nihai savaş, Alman generalleri
için saplantı hal' ne geldi.
İngiltere'nin ost güçler çemberini terk etmesi ve sonun
da düşman Üçl Bağdaşma kampının parçası olmasıyla, Al
p
manya'nın kuşa ılmışlık korkusunun de nliği ve ci4diyeti art
tı. Kayser Wilhe m, 1895 yılında İngilizler ile savaşan Transva
al'deki Başkan ger'e kutlama telgrafı göndererek, İngiliz-Al-
ı
ma � diplomatik ilişkilerini )erbat etti. 1 905'te Şansölye Bern-
harq von Bülow, Kayser'in Tmgier'de Fas ile ilgili Fransız plan
.
larıriı protesto e �mesini ve İngiliz-Fransız Entente'sini sınama
sını sağlayarak 4liğer bir diplomatik krijzin mimarı pldu. An
cak izleyen yıl düzenlenen uluslararası hir kongreden Fas'ta-
ı,
ki Fransız haklarına destek çıkınca İngiliz-Fransız mutabakatı
gelişirken, Almanların gözünde, Almanya'nın çevresindeki hal
ka daha da daralıyordu. İngiliz-Alman ilişkilerindeki düşman
lığın en belirleyici nedeni Alman donanmasının kuruluşuydu -
23 Hajo Holbom, "Moltke and Schlieffen" , Germany and Europe: Historical Es
says, New York, 1970, s. 74 vd.
366
hem donanmanın kuruluşunu desteklemek üzere 1 897'de ku
rulan Navy League'in propagandası bağlamında hem de artan
gemi sayısının Britanya ulusal güvenliğini tehdit etmesi bağla
mında. Alman ulusal bilinci, görkemli Weltpolitik vizyonu ile
Einkreisung paranoid korkulan arasında bocalarken, bu siya
sal paradoks birçok açıklama ve yorumu da beraberinde getir
di. General Bemhardi, duygusallık ve panik arasında gidip ge
lerek, Almanya'nın ulusal sınırlarından yoksun bırakıldığını;
düşmanlarla çevrildiğini; Gennanizm kıyılarını şiddetle döven
"Slav dalgalarına" karşı savunmasız olduğunu ileri sürüyor
du . 24 Riezler, Büyük Savaşın eşiğinde kuşatmanın kabul edi
lemez olduğunu izah ediyordu. Esasen savunması gereken tek
sının olan tüm diğer devletlerden farklı olarak Almanya, Avru
pa'nın tam ortasındaydı ve tüm yönlerde savaşmaya hazırlan
malıydı. Ülkesinin daha eski ve daha gelişkin kültüre sahip ül
kelerle çevrili olduğunu ileri sürerken Einkreisung'a geçici bir
dönüş yapıyordu . 25 Dolayısıyla Almanya zamanda olduğu gibi
utamda da kıstırılmıştı; milliyetçiliğinin çocukluk döneminin
korumasızlığında ve Avrupa'nın coğrafi merkezinde. İsveçli je
opolitikçi Rudolf Kj ellen, Bemhardi ve Riezler'in kaygılarını
özetledi: "Almanya Avrupa'nın 'Ortadaki Krallığıdır.' Benzersiz
durumunun asli gerçeği budur. Diğer büyük güçler gibi özgür
bir cephesi, kapısının önünde genişleyebileceği alan yoktur.
Tüm yönlerde kendisinden daha eski ve daha geniş kültürel
alanlarla çevrilidir; temel niteliği diğer büyük güçler tarafından
kuşatılmışlıktır. " 2 6 Böyle bir ruh hali Alman bilincini devamlı
olarak sarsmıştı ve bunun birçok izi vardı. Temmuz 1 9 1 4 dip
lomatik krizi sırasında Kayser'in iletilere kenar notlarıyla ver
diği yanıtlar, daha sonra hükümet görevlileri arasında dolaştı
rılıyordu. 30 Temmuz'da St. Petersburg büyükelçisinden aldığı
ve Rusya'nın harekete geçmeye hazırlandığını bildiren acil telg
rafın kenarına son bir Einkreisung notu düştü. Bu , yirmi yıllık
367
kendini gerçekleştiren kehanetin, nihayet, paranoid korkunun
gerçekliğe dönüşmesinin ortaya çıkışı olarak yorumlanabilirdi.
sında bölündü . i
Drang nach O ten - Almanları doğuya sevk eden bu dürtü
�
nün ifadesi acili et taşıyordt: . Yüzyıl dönümünde iki uzun va-
27 Yayına hazırlay Iınanuel Gei.55 , July 1 9 14, The Outbreak of tht First World
War, New York, 974, s. 294-295.
28 Georg Wegener•· vardığı sonuç Einkreisung'u ! teşleyen jeopolltik determi
nizmin tipik bir · megidir: "Co,!tafi meseleler, sürmekte olan doğal gerilim
lerin sadece savaşla çözülebileceğine neredeyse reddedemeyeceğimiz biçim
de bizi ikna eder." Bkz. Die geographischen Ursachen, s. 1 29. 1 929 yılında Al
man hukuk tarihçisi Hermann Kantorowicz şu görüşü öne sürer: Einkrei
sung, "Holstein ve Bülow'un akıl ettiği ve çocuklann anlayışına göre uyarla
nan . . . ulusal bir mittir." Bkz. The Spirit of British Policy and the Myth of the En
circlmıent of Gennany, Londra, 193 1 , s. 365. Ulusal bilinçleri mitler ve sem
boller oluşturduğu için, sunduğu popüler türlerinin çokluğu, bu Alman du
ruşuna dair vizyonun ne kadar etkili olduğunu gösterir.
368
deli projeye odaklanıldı. Bunlardan biri Bedin-Bağdat demiryo
lunun inşasıydı. 1 899'da Türk hükümeti, Alman karteli Anato
lian Railway Company'e lstanbul'u Küçük Asya üzerinden Bağ
dat'a bağlayacak bir derniryolu inşası için özel ayrıcalık tanıdı.
Alexander döneminden beri bu güzergahın denetimi, doğu yö
nünde siyasal ve ticari genişlemenin anahtarıydı. İngiltere de
miryolu hattını Hindistan'la ticaretine tehdit olarak gördü ve
lran Körfezi'ndeki Alman varlığını resmen protesto ederken,
Kuveyt'i işgal etmek üzere birliklerini gönderdi. Rusya , Bal
kanlar'a olan ilgisini arurdı ve Fransa ile birlikte hattın finans
ve inşasını geciktirmeye çalıştı. Almanya'da bu ticari genişle
me kulvan için tabii ki güçlü bir destek vardı. 1 900' de General
Colmar von der Goltz, Almanya'nın doğu politikasını gerçek
leştirmenin ve Alman Kultur ve mallarını lran Körfezi'ne ulaş
urrnanın yollan hakkında yazdı. "Buna göre" diyordu bir tarih
çi, "Reich Almanya'sında birçok parmak, Berlin'den güneydo
ğuya uzanan ince siyah çizgileri takip ediyordu ve 'unsere Bag
dadbahn' (Bağdat trenimiz) konu edildiğinde vatansever kalpler
daha bir hızlı arıyordu. "29 Diğerleri, çölde filizlenen ve sürekli
artan Alman nüfusuna alan açan çöl kolonilerinin hayalini ku
ruyor<l:u . 1 902'de Paul Rohrbach demiryollannın hem siyasi ve
askeri hem de ekonomik avantajlarına dikkat çekerek demiryo
lu projesine rağbeti arurdı.30 Demiryollan Bağdat'a doğru stra
tejik topraklar boyunca uzadıkça uluslararası çatışmanın ne
denlerinden biri haline geldi.31
Doğuya yönelik dürtünün diğer bir ifadesi , Almanya'nın
Doğu Avrupa ve Ortadoğu'nun derinlerine uzanan bir mer
kezi Avrupa İmparatorluğu hayaliydi. Etkili ekonomist Gustav
Schmoller'in 1 890 tarihli ünlü raporunda yaptığı tahmine göre,
29 Colmar von der Goltz, Die deutsche Bagdadbahn, Viyana, 1900, aktaran Hen
ry Cord Meyer, Mitteleuropa in Gennan Thought and Action 1815-1 945, Lahey,
1955, s. 96.
30 Paul Rohrbach, Die Bagdadbahn, Berlin, 1902.
31 Charles Sarolea, The Bagdad Railwayand Gennan Expansion as a Factor i n Eu
ropean Politics, Edinburgh, 1907, s. 3; Morris Jastrow, The War and the Bagdad
Railway: The Story of Asia Minor and its Relation to the Present Conjlict, Phila
delphia, 1 9 1 7 , s. 1 14- 1 15 .
369
20. yüzyılda tarihin akışını Rusya, İngiltere, Amerika ve belki
Çin i n\ıparatorluklan belirleyecekti ve Avrupa devletlerini ikin
ci-sınıf statüsüne düşmekten kurtaracak tek yol, merkezi Avru
pa Gümrük Federasyonu'ydu.1 2 Ekonomik bir Mitteleuropa'nın
kontrolüne Almanya'nın duyduğu ilgi, 1 904 yılında Alman
ekonomist julius Wolfun Berlin'de kurduğu ekonomik kuru
mu örnek alan çok sayıda diğer kurum tarafından işlendi. Sa
vaş öncesi yıllarda en açık sözlü savunucusu , kapitalizm, milli
yetçilik ve sosyal reformu birleştirerek Doğu Avrupa'ya doğru
genişleyen aydınlık bir Alman İmparatorluğu tasavvur eden te
olog ve sosyal muhalif Friedrich Naumann'dı.33
Almanya'da herkes dinmeyen bir coşkuyla doğuya gözünü
dikmemişti. Her ne kadar Avusturya-Macaristan İmparatorlu
ğu'na -ülkenin tek güvenilir müttefiki- dağılmış olan Germen
nüfus, karasal olarak genişleyen Almanya'ya dahil olmak istedi
ğini belli etse de, bu tür bir genişleme büyük siyasal çatışmalara
yol açacaktı. Türkiye ile iyi ilişkilerin ve Bağdat demiryolu in
şasını� mümkün kıldığı ticari imkanlar cazip görünüyordu an
�
cak yi e de yabancı bir ülkeyci. Güneydoğuda, barışı ve Avus
turya-Macaristan imparatorluğu'nun karasal bütünlüğünü teh
dit eden sorunlu · alkanlar uzanıyordu . Ardında da kaygıların
en büyük nedeni lan ve diğer yabancı halkların oluşturduğu
Rusya imparator! ğu . 1 905 s'vaşında Japonlar karşıs\nda uğ
radığı yenilgiden ers çıkaran Ruslar orduıarını yenidttn kuru
yor, batıya yönlen iriyorlardı. Rus ordusu büyüdükçe, 'eğer Al
·
370
turya'daki "halkını" cezbederken; Ruslar, kuzeyli Slavlan hi
maye ediyor; ltalya, yakın etnik yerleşimleri kendine katmak
istiyor; Romanya Transilvanya'yı almaya can arıyor; imparator
luk içindeki Sırplar güneyden komşu olduğu bağımsız krallı
ğa dahil olmanın peşinde koşuyordu. Çekler, Polonyalılar, Ma
carlar içeriden otonomi talep ediyorlardı; Ermeniler, Bulgar
lar, Yunanlılar, Arnavutlar, Romanlar ve Yahudiler imparator
luk içinde pürüzler yaratarak iç gerilime katkıda bulunuyorlar
dı. 1 3 . yüzyıldan beri Habsburg hanedanı birçok evlilik ve sa
vaşla dağılmıştı. İmparatorluğun eksiksiz unvanı heterojenlik
algısı yaratıyordu:
34 Oscar ]aszi, The Dissolution of the Habsburg Monarchy, 1929; yeniden basım
Chicago, 1964, s. 34.
35 Wegener, Geograpischen Ursachen, s. 96; ]aszi, Dissolution, s. 4, 12.
371
leplerinin daha fazla ve daha kibirli olmasına yol açtı. " 36 En
büyük sorun Balkanlar'dı. Avusturya'nın 1 908'de Bosna'yı il
hak etmesi tüm bölgenin düzenini bozdu ve Avusturya-Maca
ristan'ın daha fazla genişlemesine engel olmak için Rusya'nın
kararlılığını pekiştirdi. İmparatorluk içindeki Sırplarla komşu
Sırbistan'ın birleşme çabalarının sonucunda, Pan-Sırp hareke
ti özellikle tehlikeli hale geldi. Avusturya-Macaristan'dan ko
pacak bir parça daha fazla ulusal ayaklanmaya çanak tutacak
tı ve Habsburg Monarşi'sinin bütünüyle dağılmasının başlangı
cı olabileceğinden korkuluyordu . Avusturyalılar, bir savaş du
rumunda Almanya'nın, anlaşma yükümlülüklerini yerine geti
receğinden ve monarşinin batı sınırını koruyacağından doğal
olarak emindi; ancak doğuya baktıkça ve kronik Balkan soru
nunun onlan bir gün Rusya ile savaşa sürükleyeceğini düşün
dükçe kaygılan artıyordu. Avrupa'nın geri kalanı da aynı kay
gıyı taşıyordu .
1 8Ş3 gibi erken bir tarihte , Britanya adalarının güvenliği
lı
üzeri e akıl yürütürken j . R. Seeley şöyle diyordu : "Rusya şim
'
diden Orta Avru a üzerinde ağır bir baskı kurdu; bilgi ve ör
gütlenmede Alın . nya ile ayrn seviyeye geldiğinde , demiryol
lannı tamamladı nda, halkı eğitimli hale geldiğinde, istikrar
lı bir yönetime vuştuğunru, devasa towaklan ve nüfusuyla,
kim bilir neler ya ar? "37 1 9 0 1 yılında Rus a'ya yaptıy ğı! bir gezi
yi takiben empe alizm yanlm Indianalı senatör Albert j . Beve
ridge, donmuş Pa ifik kıyılan:ıda duran, son beş yıl içinde "Av
rupa'�aki bütün ükümetlerin ve tüm duyarlı Amerikan vatan
tı
�
daşla nın yoğun ilgisini üzerine çeken" , "kurşuni bir renge bü
rünmüş militan f ürü" konusunda uyanda bulunuyordu . "Ya
kın zamanda gerç kleştirilen dünyanın açık ara en büyük inşa
sı" ol�n Trans-Si rya demiryolu , Uzakdoğu'da aniden güçlü ve
tehditkar bir Rus varlığı yara tır.38 Henry Adams dev cüssesi ile
36 Wegener, Geographischen Ursachen, s. 98. O dönemdeki iç ve dış politika bağ
lanusına dair bir çözümleme için bkz. Rudolf Goldscheid, Das Verhaltnis der
dussern Politik zur innem, Viyana, 19 14.
37 ] . R. Seeley, The Expansion ofEngland, 1 883; yeniden basım Chicago, 197 1 , s.
237 .
38 Albert ]. Beveridge, The Russian Advance, New York, 1903, s. 1 , 70.
372
Rusya'nın Çin ile birleşerek, "artık ne büyüklükte olursa olsun
yeni hiçbir gücün yönünü değiştiremeyeceği tek bir topluluk"
oluşturduğunu tasavvur ediyordu . Trans-Sibirya, tıpkı Char
tres'deki katedral ve dinamo gibi, yayılması durdurulamaz bir
gücün maddi ifadesiydi - Rus Imparatorluğu'nun şu anki vis
inertiae (atalet) durumuydu. 39
Almanlar kıskançlık ve korkuyla Rusya'yı izliyordu ; siyaset
araştırmacısı Wolf von Schierbrand bu duygulann popüler ifa
de biçimlerini araştırdı. Rus lmparatorluğu'nun "dev ve gide
rek büyüyen cüssesi" , " tehlikeli" genişleme politikası, "bitip
tükenmez" kaynaklan , onu , Almanya'nın kıtadaki hegemon
yası ve dünya siyaseti hedefleri açısından tehdit haline getiri
yordu . 40 Beyond Good and Evil kitabında Nietzsche, Rusya'yı
geleceğin ülkesi yapan devasa alanını değerlendirirken, "düne
ait olmayan, geleceğin imparatorluğu" diyordu .41 Rusya, ger
çek anlamda , geleceğiyle büyüktü . Magic Mountain'da Mann
da aynı şeyi öne sürüyordu . Berghofta geçen birkaç yılın ar
dından Hans Castorp kendisini öylesine tümüyle zaman öte
sine vermeye başladı ki, daha önce dakikliğinden dolayı kusur
bulan Settembrini bile, "aylannı harcama biçiminde ürkütücü
bir şey var" diyecekti. Hans'ı, Asya dünyasının uzam bolluğun
dan kaynaklanan aşın savurganlığına boyun eğmemesi konu
sunda uyanyordu.
39 Henry Aclams, The Education of Henry Adams, 1 907; yeniden basım New York,
193 1 , s. 439-440.
40 Wolf von Schierbrand, Russia: Her Strength and her Weakness, New York,
1904, iV, s. 28.
41 Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evi!, New York, 1966, s . 1 88.
373
incelikle bölünmüş kıtamızın sahip olduğu topraklar ölçü
sünde az zamanımız var, her biri için hesaplı olmalıyız, idare
42
li kullanmalıyız!
374
olan baskı altındaki azınlıklar (Finler, Estonyalılar, Letonyalı
lar, Litvanyalılar, Polonyalılar, Yahudiler ve Ukraynalılar) var
dı. Güneyde lran ve Afganistan ile uzun süredir çatışma için
de olan yerleşimler vardı. Moğol yağmacı göçebe topluluklar
güneydoğudan gelerek hala Rus ruhuna kabuslar yaşatıyordu .
Doğu kıyısının ötesinde Japonlar ve taze bir askeri bozgunun
hatırası vardı. Kuzeyden aşağı buzullarla kaplı arazisiyle doğa
nın kendisi de bezdirici bir tehditti.
Rus topografyasının, ikliminin ve insanlarının farklılığı, çok
çeşitli ulusal imgelerde kendini belli ediyordu . Ladis Kristof,
farklı bölgelerde yerleşmiş ve farklı yönlere işaret eden dört ta
nesini belirliyordu . Birincisi, "orij inal, Avrupa damarından"
beslenen bir Rusya'nın kalbi ortaçağ Kiev'ine odaklıydı. ikinci
si, merkezi Moskova çevresine konumluyordu ve Rusya'yı Ba
tı Avrupa'dan tamamıyla farklı görüyordu . Bu içe dönük bir
ulusal imgeydi, kimliğin ve bağımsızlığın kaynağı olarak de
vasa Rusya topraklarına odaklanıyordu. Üçüncü imge, St. Pe
tersburg ile ilişkilendirilirken, Rusya'yı kültürel ve tarihsel açı
dan Batı Avrupa'ya bağlıyordu . Bu bağ 1 894 Fransız-Rus itti
fakı sonrasında daha da sıkılaşmaya başladı. Dördüncü imge,
Karpat Dağları'ndan Pasifik'e, devasa boyutlara yayılmış, kültü
rel kaynaşma potası ve doğuyla batının coğrafi buluşma nokta
sı olan Avrasya stepler bölgesini işgal eden bir Rusya'ydı.44 Ba
tı Avrupa ülkeleri geç 1 9 . yüzyılda büyük kolonyal imparator
luklar kurarken Rusya doğu bölgelerindeki fırsat ve kaynaklara
odaklanmaya başladı. Çin'in dünya ticaretine açılması, 1 890'la
rın sonundaki ticari yatırımlar ve Japonya'nın hesaba katılan
bir güç olarak eşzarnanlı ortaya çıkışı dünyanın ilgisini doğuya
çekerken, Rusların dikkati kıtasal imparatorluklarının o kana
dına yöneldi. 1 9 1 4'te, savaşın arifesinde Rusya, tıpkı Almanya
gibi, doğu-batı ekseninin her iki kutbunda da savaş ihtimalini
dikkate alarak iki küre arasında bölünmüştü.
Dönem boyunca dünya güçlerinin ilgisi sürekli olarak bu ek-
375
sen boyunca ortaya çıkan yeni dinamiklere yöneliyordu. Doğu
ile batıyı bağlayan yeni derniryollan, küresel seyahatin yükse
lişi, dünyanın coğrafi olarak kesin ve zamansal olarak düzen
lenmiş saat dilimlerine bölünmesi, gruplaşan ittifak sistemleri
ve generallerin savaş planlan, dünyanın dönüşünün ayrıca gün
doğuşunun ve batışının yönü olarak şiire ve insan zihninin ha
yallerine kazınmış eski ve evrensel doğu-batı ekseninin önemi
nin alnnı çiziyordu . Avrupalı alimler, "Düşselliğin, egzotik var
lıkların, şaşırncı anı ve manzaraların, olağanüstü deneyimle
rin" mekanı olan doğu ile ilgili fanteziler üzerinde uzun süre
dir çalışıyordu. 45 Şimdi, aynı zamanda, vurgunculuğun, egzo
tik ham maddelerin, riskli ve kazançlı yannrnlann, müthiş kar
ların da mekanıydı. Doğu ile ban arasındaki siyasi ve ekonomik
bağlar aynı zamanda cüretkar varsayırnlara konu oluyordu .
Erken 20. yüzyılın en ilginç jeopolitik tezleri , Avrasya'nın
merkezine odaklanıyordu . imparatorluğun batı yönündeki
ilerlemesini ele alan geleneksel spekülasyonların tersine Sir
Halford Mackinder yüzünü coğuya çevirirken Avrupa'yı As
p
ya'ya bi addediyordu zira "Avrupa uygarlığı, gerçek anlamda,
Asyali akınlarına · rşı sürekli bir kavganın sonucuydu . " De
niz gücünün, ulu al kudret ve refah dağılımı kaynaklarını be
lirlediği çağın ar sonuna gelinmişti. Bir kuşak önce buhar
lı gemiler ve Süv ş Kanalı dmiz gücünüh hareket Jcibiliyeti
ni ve önemini art n ancak kıta ötesi derniryollan ozellikle
Avro-Asya'nın kal inde, karasal güçlerin ağırlığında bir dönü
şüme yol açıyord ve dolayısıyla kara güçleri egemen hale geli
yordu � Rusya, Ban Avrupa'da Alrnanya'nın sahip olduğuna ko
şut bit merkezi st tejik konum elde ederken, tam gelişmiş de
rniryollanyla tüm
ı
E
taya egemen olabilirdi Kara güçle:p.nin ye
r
niden canlanması dünyayı farklı j eopolitik bölgelere ayınyor-
du . "Dışanda kalan hilalde" Britanya, Güney Afrika, Avustral-
ya, Birleşik Devletler, Kanada ve Japonya vardı; bunun içinde
oluşan hilal Almanya, Avusturya , Türkiye, Hindistan ve Çin'i
kapsıyordu . Merkezde "eksen bölge" yer alıyordu - Rusya'nın,
kuzey buzullannda geniş, Iran Körfezi'ne doğru daralan karna
376
şeklindeki bir bölgesini de içeriyordu. Bu merkez bölge nere
deyse bütün Kuzey Avrupa'yı, Moskova eteklerine kadar mer
kez Rusya'nın hemen hemen yansını, tüm Ukrayna'yı, Baltık
illerini ve tüm Pasifik kıyılarını, şaşırtıcı bir biçimde, dışarıda
bırakıyordu. Bu karayla kuşatılmış çekirdek bölgenin stratejik
potansiyelini vurgulamak arzusuyla Mackinder, en yüksek nü
fus ve sanayileşme düzeyine sahip aynca diğer devlet ya da de
nizlere komşu, stratej ik konuma sahip çevre bölgeleri bir kena
ra atar. Mackinder, iç iletişim ve ulaşım hatlan sayesinde Rus
ya'nın düşmanlannı birer birer vuracağına, çekirdek bölgeyi
denetleyeceğine ve eğer Almanya ile ittifak yaparsa, "dünya im
paratorluğunu" denetim altına alabileceği güvenli bir kıta öte
si güç merkezi olabileceğine inanıyordu. İmparatorluğun batı
ya doğru hareketinin, "çekirdek bölgenin güneybatı ve batı ke
narlan çevresinde sınır güçlerinin küçük bir yön değiştirmesi"
olduğu sonucuna vanyordu.46
Çekirdek bölgeden hükmedilen dünya imparatorluğu haya
li, bu kuşak için gerçekliğe dönüşmedi. Mackinder'in demir
yollannın oynayabileceği rolü fazla abarttığı, bir yıl sonra Rus
ya'nın Trans-Sibirya demiryollan üzerinden ilk askeri girişi
minde Japonya karşısında uğradığı yıkıcı bozgunla açıkça gö
rüldü. Genişleyen Avrasya topraklarına Batı Avrupa bağlamın
dan baktığı için Rusya'nın o dönemde gerçekleştirebileceğin
den çok daha tutarlı bir eylem bütünlüğü öngörüyordu. Tezle
rini Ruslar da yadsıyordu zira ülkelerinin en önemli bölgeleri
ni, çok önemli çekirdek bölgenin dışında bırakırken dünya im
paratorluğunun çekirdeği olarak ıssız yöreleri önemsiyordu.47
Ancak bu kuram, küresel düşüncenin siyasal gerçekliğe uyum
gösterdiği Ban Avrnpa'da ve Birleşik Devletler'de yaygın bir il
gi gördü. Mackinder, dünyanın ilk kez, önemli ulusal gelişme
lerin dünya ölçeğinde dallanıp budaklandığı, bir bütün olabile
ceğini hatta olması gerektiğini savunuyordu. Tezi, dünya gücü
46 Halford ] . Mackinder, "The Geographical Pivot of History" , The Geographicai
]oumal, 23, Nisan 1904, s. 423 , 432-437.
47 Ladis K. D . Kristof, "Mackinder's Concept of Heartland and the Russians"
XXIU. Uluslararası Coğrafya Kongre'sine sunulan bildiri, Leningrad, 22-21:
Temmuz 1976.
37'j
olma koltuğunu ve geleceğini batıdan alıp doğuya veren sarsıcı
bir revizyonist hamleydi.
Ulusların yönsel odaklanmasında yaşanan değişim, savaşa
yol açan karmaşık diplomasi tarihinin veçhelerinden biriydi.
Arşidük Francis Ferdinand'm 28 Haziran'da suikasta uğraması
ile 4 Ağustos'taki son savaş deklarasyonlarına kadar geçen otuz
yedi günde, "Temmuz Kriıi" döneminde, liderler düşmanlık
ları hem engellemeye çalışıp hem de yaratacağı patlamaya ha
zırlanırken, bu odaklanmalar sürekli olarak görüşmeleri etkile
di. Ulusların arasındaki yön anlayışı, ulusların kimlik ve duru
şunu şekillendiren genel uzam anlayışının öğelerinden biriydi.
Zaman anlayışındaki değişimler ise bu dönem boyunca diplo
masinin, daha sonra da savaşın temposuna yansıyacaktı.
378
10
Temmuz Kri z i n i n Zamansa l l lğ ı
380
tişimi teknolojisi siyasal ve diplomatik meselelerde bir etmen
haline geldi ve zaten heyecan verici olan diplomatik hareketlili
ğe yönelik halk tepkisinin çabukluğunda doğrudan rol oynadı.
Avrupa başkentleri , 1 9 1 4 yılında vuku bulan gelişmele
re aynı hattın çok sayıdaki saplantıları gibi tepki veriyor, her
bir dış temsilciliklerinden gelen sinyalle telaşa kapılıyorlardı.
Ancak tekil merkezlerin odaklandığı bir temel olgular silsile
si de vardı. Suikastın hemen ardından lkili Monarşi sahne alı
yordu zira Pan-Sırp hareketini ezmek üzere en yetkin araçla
rı devreye sokmaya hazırlanıyordu . Çoğu Avusturyalı lider
ler hızla tepki verilmesi gereğinin farkındaydı. Genelkurmay
Başkanı Conrad von Hötzendorf durumun çok endişe verici
olduğunu ve "alınması gereken kararın ertelenemeyeceğini"
söylüyordu .6 Viyana'da itidal telkin eden çok az sayıdaki gö
revlilerden biri Alman Büyükelçisi Tschirschky'ydi ve Şansöl
ye Bethmann Hollweg'i, 30 Haziran'da, "acele atılacak adım
lara karşı" uyarıyordu . Alman Kayser'i 2 Temmuz'da raporu
okuduğunda deliye döndü ve Bethmann ile diğer üst düzey
yetkililere şu kenar notunu yazdı: "Şimdi ya da hiçbir zaman !
Böyle davranma yetkisini ona kim veriyor? Bu çok aptalca ! "
Sonra da ekliyordu , "Tschirschky bu saçmalığa son verecek
hemen ! " 7 Mesaj ı 4
tir ! Sırplar bertaraf edilmelidir , hem de
Temmuz'da Viyana'da alan Tschirschky, Frankfurter Zeitung'a
şu açıklamayı yapacaktı : "Almanya , Sırbistan'la ilgili ne ka
rar alırsa alsın Monarşiyi iyi ve kötü günde destekleyecektir.
Avusturya-Macaristan ne kadar erken harekete geçerse o ka
dar iyidir. Dün bugünden daha iyiydi, bugün yarından daha
iyi . " Bu yaklaşım 5 Temmuz'da Potsdam'da Avusturya'nın Al
manya Büyükelçisi Szögyeny'e Kayser'in "açık çek" vermesiy
le resmiyet kazandı. Kayser, suikast karşısında Avusturya'nın
alacağı her tedbire tam destek vereceklerini kişisel olarak ga
ranti ediyordu ve Viyana'ya "gecikmeden harekete geçilme-
�
1
8
1
A.g.e. , 63, 77, 79.
9 Herbert Butterfiel , "Sir Edward Gray in july 1914" , Historical Studies, yayına
hazırlayan ] . L. M Cracken, Londra, 1965, V, s. 1 1 . "O anki atmosfer -Avus
t!JITa-Macaristan' n ani ve öfkeli epkisinin bekleniyor olması- Avusturya'nın
Sırbistan'a saldırabileceğini ve Alınanya'nın durdurmak için bir şey yapmaya
bileceğini 6 Temmuz'da öğrenen Gray'in neden sessiz kaldığını açıklıyor." Sa
vaşçı ve pervasız tutumundan dolayı Kayser'e yüklenen Fritz Fischer gibilerin
aksine Butterfield, Kayser'in Temmuz başındaki tepkisinin doğru bir anlayı
şı yansıtUğını savunuyordu. Kayser, Avusturya'nın hızlı intikamının, tüm Av
rupa'yı savaşa sürüklemeyecek mazur görülebilir öfkesi nedeniyle olduğunu
Avrupa güçlerinin gördüğü düşüncesindeydi.
10 Geiss, July 19 14, s. 8 1 , 106- 107, 108.
382
-on altı gün- yazdı. "Bu çok tehlikeli. Önce bir oldubitti, son
ra Entente ile iyi ilişkiler. Şoku ancak böyle atlatırlar. " 1 1 Bet
hmann, Kayser, Riezler, Szögyeny, Berchtold, Tschirschky ve
hatta Gray aynı çizgide düşünüyorlardı - Sırbistan'a karşı hızlı
bir saldın, oluşabilecek herhangi bir düşmanlık alanını sınırla
yacaktı. Conrad bile hızlı olma gereğinin farkındaydı. 1 2 Tem
muz'da Berchtold'a şöyle yazıyordu :
383
likle, Poincare kesinlikle denizde olacaktır ve Ruslarla olası bir
eylem planını yüz yüze görüşemeyecektir. 1 3
2 3 Temmuz'da Sırp Bakan Pacu , Avusturyalıların 25 Tem
muz'da yanıtlanmasını istedikleri notayı Dışişleri Bakanlığı'nda
kabul ettiği Avusturya Büyıikelçisi Giesl'dan alınca, bazı ba
kanların başkentte olmadığını ve hızlı bir yanıtın mümkün ol
madığını bildirdi. Modem bir diplomat olan Giesl, "demiryol
ları, telgraf ve telefon çağında, bu büyüklükte bir ülkede, ba
kanların dönüşünün birkaç saatlik mesele olduğunu ve daha
sabah (Başbakan) Pasic'in haberdar edilmesi gerektiği öneri
sinde bulunulduğunu" söyler. 14 Sırbistan'ın 48 saatte bakanla
rını toplayabileceği yönündeki soğuk yanıt, ültimatomun ken
disi kadar kibirlidir. Zaman sınırının doğruluğu konusunda
son derece yanılgı içindeydi ancak söylediği bir şey çok doğ
ruydu - çağ, telgraf ve telefon çağıydı. Sanki zaman kazandıran
teknolojinin varlığı öylesi bir saldırgan diplomasiyi haklı kılar
mış gibi, bu gerçeği bir diplomatın diğerine o anda hatırlatma
sı ir 9niktir.
Yifıe hızlı çağ�aş iletişim sayesinde , ültimatomun koşulla
rı öğrenildiğind , tüm Avnpa başkentlerindeki liderler bu
'
nun savaş anlam na geldiğini fark ettiler. Gray bunu "bir ülke
nin bağımsız diğ r bir ülkeye verdiği, hayatımda gördüğüm en
korkunç doküm n" diye tarif etti; Rus lj)ışişleri Bakianı Sazo
nov öfkeyle, "C'e t la guerre mropeenne, i' diye söylendi; aynca
Avusturya-Maca · tan lmparatorluğu'nda, Belgrad'daki tüm el
�
çilik personelini ahliye etmek için derhal hazırlıklara başlandı.
Avu �uryalı yetkililerin Sırbistan'daki yıkıcı hareketlerin bastı
rılın.Jsında göre almalarını, aynca suikast yargılamasıyla ilgi
li araştırmalara tılmalarını talep eden beşinci ve altıncı mad
deleri nedeniyle, ültimatomun içeriği, savaş kışkırtıcılığı ola
rak yorumlanmasının nedenlerinden biri olmuştur; ancak za
man sınırının beklenmedik kısalığı da önemlidir. İngiliz, Rus
ve Fransız diplomatlar hemen bunu görerek ültimatomun sü
resini uzatmaya çalışırlar. 24 Temmuz'da Londra Alman Büyü-
384
kelçisi Lichnowsky, Berlin'deki jagow'a telgraf çeker: "Notanın
üslubu dışında Sir Edward Grey'i en çok rahatsız eden, nere
deyse savaşı kaçınılmaz hale getiren açık zaman sınırıdır. Bana
söylediği, bizimle birlikte zaman sınırının uzatılması için Viya
na'da girişimde bulunmaya istekli olduğu ve böylelikle belki bir
çıkış bulunabileceğidir. " Aynı gün Sazonov Viyana, Berlin, Pa
ris, Londra, Roma ve Bükreş'teki elçiliklere, daha fazla zaman
ricasıyla başlayan bir telgraf gönderdi: "Avusturya-Macaristan,
Belgrad'a ültimatom vermesinden on iki saat sonra diğer Güç
lere müracaat ettiği için, bu kısa sürede pürüzleri gidermeye
yönelik bir şeyler yapabilmesi olanaksızdır. Bu nedenle, Avus
turya'nın hareket tarzıyla yol açabileceği çok sayıda ve istenme
yen evrensel sonuçlardan kaçınabilmek üzere, ilk önce Sırbis
tan'a tanınan sürenin uzatılmasının gerekliliğini kabul etmeli
yiz." Bir gün sonra Fransa Büyükelçisi, Berlin'de jagow'a, üstü
kapalı bir tarzda, "Sırbistan'a boyun eğmesi için verilen süre
nin kısalığı Avrupa'da olumsuz bir izlenime yol açacak" diyor
du. 1 5 Poincare'i taşıyan France gemisinde Rusya'dan gelen tel
siz telgrafla ültimatomun içeriği öğrenildikten sonra Fransa Dı
şişleri Bakanı Viviani, St. Petersburg, Londra ve Paris'e gönder
diği telsiz mesajıyla, Sırbistan'm "yirmi dört saatlik zaman sını
rının (metinde böy1e geçiyor] uzatılmasını talep ettiğini" ayn
385
minkar bir cevap vermezse savaş ilan edileceği ve savaş hareka
tının hemen başlayacağı. Burada, savaş operasyonlarına başlar
ken olabilecek her tür gecikme, yabancı güçlerin müdahale
si tehlikesinin işareti kabul ediliyor. Hiç gecikmeden yol alma
mız ve dünyayı bir oldubittiye getirmemiz gerektiğinden kuş
ku duymuyoruz. " 1 7 Önce tedbirli olmanın sözcülüğünü ya
pan Tisza bile, artık Sırbistan'ın olumsuz bir yanıt vermesi du
rumunda hemen harekete geçme emri vermesi için imparator
Francis joseph'i kışkırtmanın öncülüğünü yapıyordu. "En ufak
bir gecikme ya da duraksama" , diye yazıyordu, "cesaret ve ini
siyatif açısından Monarşi'nin itibarım büyük ölçüde zedele
yecektir ve sadece dostlarımızın ve düşmanlarımızın değil ta
rafsızlann da tutumunu etkileyecek, çok vahim sonuçlara yol
açacaktır. " 18
Aynı gün, Sırbistan'ın yanıtı henüz bilinmiyorken, Rusya
"savaşa hazırlık döneminin" başlatılması talimatım verdi - dört
askeri bölgede seferberlik, Baltık ve Karadeniz filolarının ha
rekf te geçirilmesi ve ordu tedariklerinin hızlandırılmasından
oluŞan kısmi tedbirler. Bum gösterilen gerekçe, eğer savaş çı
karsa Rusya'nı diğer güçlerle eşit bir hazırlığa ulaşabilme
si için bazı ön i 1emleri başlatması gerektiğiydi; zira Rusya'mn
·
a·
ri tutuştu ve ke di harekat planlarının zaman sorunu nedeniy
1
le uşan baskının derdine düştüler. Tam seferberlik emri ve
ren ilk ülke Sı istan oldu - 25 Temmuz öğleden sonra 3.00'te,
Avusturya Bü kelçisi'ne yanıt vermek zorunda oldukları za
mandan üç saat . önce.
iletişim teknolojisinin, geleneksel diplomasinin ağır tem
posuna büyük hız kazandırdığı ve kişisel diplomasiyi gerek
siz hale getirmiş gibi göründüğü bir dönemde, bozulup çalış-
387
büyükelçi Alm.anya'nın tutumunu teyit ederken, daha önce sa
vaş heveslisi olan Conrad, ihtiyatlı olmayı öneriyor, tam bir ha
rekat için Avusturya'nın on alu güne ihtiyaç duyduğunu ekli
yordu. Trschirschky ayrıldıktan sonra Berchtold, Conrad'a şöy
le diyordu: " Çeşitli güçlerin devreye girmemesi için Sırbistan'a
savaş ilanının bir an önce yapılmasını istiyoruz. Savaş ilanını
siz ne zaman düşünüyorsunuz? " Conrad'ın cevabı şu şekildey
di: "Operasyonlara başlamak için yeterince ilerleme kaydettiği
miz zam.an - yaklaşık 1 2 Ağustos' ta. " Buna Berchtold'un yanın,
"Diplomatik durum bu süreyi kaldırmaz" oldu. 2 1 Harekat pla
nının geciktirici etki yapuğı anlardan biri buydu ; ancak diplo
matik durum her gün daha kötüye gidiyordu ve Avusturya so
nunda Alman baskısına boyun eğdi. 27 Temmuz' da Conrad he
men savaş ilan etmeyi kabul etti. Öğleden sonra 4.37'de Berlin
zafer haberini Tschirschky'nin çektiği telgrafla aldı: "Burada,
herhangi bir müdahalenin önünü kesebilmek için savaş ilanı
nın yann, en geç ertesi gün, yapılmasına karar verildi. " 22
AV1Usturya savaş deklarasyonu , 28 Temmuz'da öğleden he
men l önce gönd rildi. Tschirschky için bu tam vaktindeydi
yoksa hiç beklen edik bir guç tarafından engellenebilirdi. Da
ha bir saat önce, İskandinavya gezisinden henüz dönen Kay
ser Wilhelm , 28 i sabahı Subistan'ın yapıtını öğrenerek şöy
le bir kenar not düşmüştü: "Kırk sekiz saatlik za n sınırı
i �
na rağmen mük mel bir performans. Bµndan iyisi �an sağlı
ğı ! Viyana için b yük bir moıal zafer; ancak bunun sonucu ola
rak bütün savaş · edenleri ge,;erliliğini kaybetti ve Giesl sessiz
�
�
ce B lgrad'da oturabilirdi. Durum böyleyken asla harekat emri
veremezdim ! " ja · ow'a el yazısıyla yazdığı mektupta "bütün sa
vaş gerekçeleri d - ştü" diye tekrar ediyorçlu ve Avustµrya, Sırp
taah�ü tlerinin y rine getirilnesini garanti altına almak üzere,
Belgrad'ı sadece "rehin tutımk" için işgal edebilirdi. 2 3 Bilindiği
ifadesiyle "Belgrad'da Durmak" önerisi çok geçti, izleyen birkaç
gün boyunca yapılacak tüm diğer öneriler gibi. Almanya sui-
388
kasttan beri Avusturya'yı öfkeyle savaşa kışkırtıyordu ve Kay
ser'in son dakikada çark etmesi savaşın patlamasını durdurma
ya yetmeyecekti.
28 Temmuz günü boyunca Bethmann, Kayser'in planını ve
savaş ilanını durdurma çabasını görmezden geldi, bunun yeri
ne, dışişlerinden ve ilgili tüm diğer ülke hükümetlerinden ge
len birçok başka konuyla ilgilendi. Akşam 1 0 . l S'te, Avusturya
Sırbistan'a savaş ilan ettikten sonra, Kayser'in Belgrad'da Dur
ma planının bir versiyonunu telgrafla Tschirschky'e gönderdi;
fakat Viyana'ya yönelik çok daha önemli "savaş için aruk neden
yok" uyarısından bahsetmedi. Kayser'in aracılık teklifi, yaptığı
eksik aktarma nedeniyle görmezden gelindi, tıpkı izleyen bir
kaç gün b9yunca yapılan diğer öneriler gibi.
Potsdam'da meseleden uzak duran Kayser, bakanlarıyla ile
tişim kurmak için telefon kullanmadı ve bu nedenle, planının
uygulanması için 28 Temmuz'da Berlin'de ne yapıldığından ya
da ne yapılmadığından haberi yoktu. Ancak Avrupa ölçeğinde
bir savaşa engel olabilmek üzere, kuzeni Rus Çan il. Nicholas
ile son dakikada karşılıklı telgraflar gönderdiler. 29 Temmuz
gecesi saat l .45'te kuzenine telgraf çekerek, krizin çıkmasına
sebep olan "alçakça cinayeti" hatırlatıyor ve "çıkabilecek yeni
sorunları yumuşatmak" için yardım talep ediyordu . Bu telgraf,
Çar'ın saat l.OO'de gönderdiğiyle çakışıyordu . Çar da benzer
bir çağrı yapıyor; Kayser'den Avusturya'nın "çok ileri gitmesi
ni" engellemesini, aynca kendisini "sonucu savaş olan aşın ted
birlere yöneltecek" Rusya'da gelişen baskılara karşı yardım is
tiyordu . Akşam 8. 20'de Nicholas, Avusturya-Sırbistan sorunu
nun Lahey Konferansı'yla çözülmesini öneren diğer bir telgra
fı Wilhelm'e gönderdi. O akşam Wilhelm, Nicholas'ın ilk telg
rafına yanıt vererek, Çar'a muhtemelen eşit derecede akıl dı
şı görünen bir öneride bulundu - Rusya'nın Avusturya-Sırbis
tan sorununda "gözlemci olarak kalmasını" öneriyordu . Çar,
30 Temmuz sabahı erken saatte verdiği cevaba göre, Avustur
ya'nın yaptığı hazırlıklar, alınmakta olan Rus askeri tedbirleri
ne meşruiyet kazandırıyordu . 30'u öğleden sonra 3 .30'da Kay
ser cevap verdi. Rus harekatının banşı tehdit ettiği uyarısı ya-
389
pıyor ve son bir saptamayla bitiriyordu: "Kararın tüm ağırlığı,
barışın veya savaşın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kala
cak olan sizin omuzlarınızdadır. " Ayın 3 l'i saat 2.55'te Çar'ın
verdiği yanıt, askeri gerekirliklerin diplomasinin alanına ne ka
dar tecavüz ettiğinin göstergesidir: "Avusturya'nın hareketlen
mesiyle mecbur kaldığımız askeri hazırlıklarımızın durması
teknik olarak mümkün değildir. " 1 Ağustos'ta Nicholas kuze
nine son telgrafı gönderdi. Karşılık olarak Almanya'nın da ha
rekete geçmeye mecbur olduğunu kabul ediyordu; fakat Wil
helm'den, kendisinin sunduğu gibi bir teminat talep ediyordu
- yani, "bu tedbirler savaş anlamına gelmez" ifadesi gibi. An
cak Kayser böyle bir teminat veremedi çünkü Almanya'daki se
ferberlik iki cephedeki savaşla ayrılmaz bir biçimde bağlıydı. 1
Ağustos'ta Kayser bu benzersiz haberleşmeyi kısa bir telgrafla
sonlandırırken, Çar'a Alman ordusuna seferberlik emrini ver
diğini duyuruyordu, herhangi bir teminat yoktu. 24
Çar ve Kayser arasındaki yazışmalar, görüşmeler esnasın
da gpnderilen yüzlercesinin çok küçük bir bölümünü oluştu
rur. Rakip güçle ·n hükümdarları arasında geçmesi nedeniyle,
telgrafın güçlü e zayıf yön.erine ışık tutarlar. Telgrafın hızlı
olduğunu tarttş aya gerek yoktur. Savaş kaçınılmaz hale gel
diğinde her ikis de kırk beş dakika içiq.de birbirle den ba i�
ğımsız olarak ç k uzak mesafelere ulaşarak, barışı i'..rtarmak
üzere, aile bağl na, geleneklere ve m arşilerinin: ortak de cfu
ğerlerine hitap e en, dolaysız ve kişisel girişimlerde bulunma
ya k rrar verdile Bunu mümkün kılan telgraftı. Ancak bu alış
�
veri� teki mekanik resmiyet, yüz yüze görüşmeden türeyebile
cek insani duy · ifadesini dışlar. Proust, büyükannesiyle ilk
kez telefonla k nuştuğunda ölümü har,al eder; telgraf anah
tarıqın klik sesl rinde, Kayser ve Çar, belki de diplomasinin
ölürken çıkardığı sesleri duymuşlardır. Bu üst düzey telgraf
alışverişi diplomasinin çarpıcı yenilgisini sahnelerken, buna
telgrafın katkısı, karşılıklı mesajlar, gecikmeler, ani sürprizler
ve öngörülemez zamanlamadır. Kriz boyunca herkesin uyum
göstermesi gereken yeni tek çeşit bir hız değil kitleleri barut fı-
24 A.g.e. , s. 261 , 260, 1P>7, 290, 29 1 , 304, 323, 344, 347.
390
çısına döndüren, diplomatların kafasını karıştıran ve general
lerin sinirlerini laçka eden bir dizi yeni ve değişken tempo söz
konusu olmuştur.
25 Yarbay Philip Neame, Gennan Strategy in the Great War, Londra, 1923, s. 2.
391
tor Derrecagaix, bir ulusun ilk işi "mümkün en hızlı toplanma
yı sağlayabilmek için topraklarını demiryollan ağıyla donatma
sıdır" diyerek aynı görüşü paylaşır. Kalabalık ordulann sefer
berliği birçok ulusal kaynağın eşzamanlı kullanılmasını gerekti
rir; "yeni yetkiler tesis edilmesi; yeni kurumlann oluşturulması;
depolann, iç gamizonlann, kumandanlıklann, özel hükümetle
rin ve servis istasyonlannın organizasyonu; yeni kadrolann ya
ratılması; trenlerin, park yerlerinin, konvoylann, yardımcı alan
hizmetlerinin organizasyonu; atlann, tedariklerin, mühimma
tın ve ulaşım araçlannın derlenmesi, vb."26 1870'in dersleri di
ğer Avrupa güçlerinde de etkisini gösterdi ve kısa bir süre son
ra onlar da askeri gereksinimlerle koordine ederek demiryolla
n inşasına başladılar. Çok uzun mesafeleri nedeniyle seferber
lik ve askeri güçlerin hızla harekete geçirilmesi konulannda Av
rupa ile rekabet etmesi mümkün olmayan Ruslar, demiryollan
nı topraklanna yönelik saldırılan önlemek için kullanmaya ça
lıştılar. Hatlannı, Avrupa'daki gibi 4 feet 8,5 inch ebadında de
ğil,
�
�ha geniş, 5 feet ebadında döşeyerek demiryolu üstünlüğü
olan düşmanlann ,saldınlannı güçleştirmeyi hedeflediler.
1 9 1 4'te ordula Fransa-Prusya savaşında yer alan ordular
�
dan açık ara daha üyüktü; pffsonel, teda k ve askeri�rin to�
lanması daha faz sorun çıkanyordu; ayn· zamansal. kesınlık _
E d
.
ihtiyacı çok dah ileri seviyedeydi. 1 9 1 4 Fransız sef rberliği
ne şahit olan bir
rif ediyordu: "Ha
ye katılacağını bi .
rim
ı
El.özlemci, gerekli olan z manlamayı böyle ta
kat emri vc::rilir verilmez, her bir birey nere
eli ve oraya zamanında gitmelidir. Her bi-
t�plandıktan ve teçhiz e<iildikten sonra, verili gün ve be-
lirlenen saatte, h zır tutulan bir trenle öngörülen hedefe git
mek üzere hazır imalıdır ve trenler de büyük dikkatle kur
gulan11n demiryo u şemasına göre hareket etmelidir. Her bi
rim, aynı zamanda, varacağı yere üstün bir düzende ulaşma
lı ve temel planın gerektirdiği gruplaşmalardaki yerlerini al
malıdır. Harekat sırasında değişiklik ya da düzeltme mümkün
değildir. Fransızlarda olduğu gibi yaklaşık üç milyon adariı ve
392
4. 278 trenin seferleri ile uğraşıyorsanız, işlerin irticalen yürü
tülmesi söz konusu değildir. " Alman harekatı zaman çizelgesi
daha da sıkıdır; zira iki cephede birden savaşa girmektedir ve
haşan için sürprize ihtiyaç duymaktadır. Fransız ve Rus ordu
ları harekat ve savaş arasında belirgin bir aynın yaparken, Al
manlar yapmaz. A. J . P. Taylor'un belirttiği gibi, Schlieffen'in
"harekat planı yoktur. "27 Almanlar harekatı başlattığında kaçı
nılmaz olarak ardından savaş gelir; çünkü batı cephesinde pla
nın uygulanması , Belçika'nın derhal işgalini gerektirir. Sava
şın patlak vermesinden sonra saldın savaşının zaman çizelge
si de eşit derecede titizlik gerektirir. Alman ordusu hızla Pa
ris'e varmalı ve Fransız kuvvetlerini Alman sınırına doğru sü
rerek, Paris'in ardına çekilmesi engellenmelidir. Aksi takdirde
batıdaki savaş uzar ve bu da birliklerin, devasa Rus ordusuy
la savaşmak için gerekli olacakları Rusya sınırına transferini
geciktirir. Schlieffen Planı'nın ne kadar kibirli olduğu , Alman
güçlerinin "sorunsuz" bir biçimde ilerleyeceğini sakin bir dil
le iddia ettiği 1 905 tarihli raporda açıkça görülür. "Şunu var
sayabiliriz" diye yazar, "Alman harekatı sorunsuz gerçekleşe
cektir . . . Maas nehrinin kuzeyinde Namur ve Brüksel arasın
daki bölgenin düşmanla çatışmaya girmeden geçilmesi önem
lidir çünkü böylelikle 9 . Ordu birlikleri rahatsız edilmeden
ilerleyebilirler. "28 Zaman çizelgesine uymanın tek yolu , müm
kün en yüksek hızda ve büyük bir güçle hareket ederek tüm
cephelerde zaferin güvence altına alınması, düşmanın yeniden
toparlanmasına asla müsaade edilmemesi ve başından sonuna
kadar hücumda kalmaya devam edilmesidir. Her bir eğitim
li asker, savaşın uzamasına yol açacak rezervlere izin verme
den, işgali ilk haftalarda bitirmelidir. Schlieffen her şeyi hız
lı bir zafere bağlamış ve sağa doğru dönen kanca planını titiz
bir dikkatle hazırlamıştır. Savaşın diğer tarafları, güç gösterisi
nin diplomatik haşan getireceği umuduyla harekat emri verip
394
yi işaret ediyordu ve Sazonov ile Çar, Rus harekatının yavaş
lığından dolayı hazırlıksız yakalanmaktan korkan Genelkur
may Başkanı lanushkevich'in baskısına boyun eğdiler. O sabah
Çar, topyekun harekat emrini verdi. Emrin resmiyet kazana
bilmesi için Savaş, Denizcilik ve içişlerinin de imzalan gereki
yordu. lanushkevich bu görevi Harekat Başkanı General Dob
rorolski'ye verdi. imzalan alan General, emri tüm imparator
luğa göndermek üzere St. Petersburg telgraf ofisine geçti. Ak
şam saat 9 .3 0'da telgraf operatörü göndermek üzere emri ya
zarken, Ianushkevich, telgraf ofisindeki Dobrorolski'ye telefon
açtı ve bir haberci gönderildiğini ve emri bekletmesini söyledi.
Birkaç dakika sonra gelen haberci Çar'ın fikrini değiştirdiğini
ve kısmi harekat ilan etmesi emrini verdiğini anlattı. Çar, Wil
helm'in gönderdiği ve Avusturya-Sırbistan çatışmasında Rus
ya'nın "gözlemci olarak kalmasını" önerdiği telgrafı aldıktan
sonra fikir değiştirmişti. Kısmi harekat, müteakip bir topyekun
harekatın önünde engel teşkil edecekti ve sadece askeri tehlike
sini düşünmek bile Dobrorolski'yi deliye döndürüyordu . 30'u
sabahı Ianushkevich devreye girmeye çalıştı. Telefonla Sazo
nov'u arayarak, kısmi harekatın teknik sorunlarını ve siyasal
sonuçlarını -Fransa, Rusya'nın ittifaktan doğan yükümlülük
lerini yerine getirmediğini düşünebilirdi; aynca Almanya Fran
sa'yı tarafsız kalmaya ikna ettikten sonra Rus ordusuna saldıra
bilirdi ki bu durumda topyekun harekata geçiş düzensizliklere
yol açabilirdi- Çar'a anlatmasını istedi. Eğer Çar fikrini değiş
tirirse derhal kendisini aramasını Sazonov'dan rica etti. "Bun
dan sonra" diyordu , " topyekun harekatın ertelenmesi doğrul
tusunda yeni bir ters karar vermemek için telefonumu kınp ,
göz önünden kaybolacağım ve bana ulaşılamaması için tüm ge
nel tedbirleri alacağım. " Çar ile öğleden sonra yaptığı görüşme
de Sazonov meselenin üzerine giderek Çar'a, eğer Rusya hazır
lıksız olarak saldınya uğrarsa "binlerce insanın ölüme gönde
rilmiş olacağını" hatırlatarak, imparatorluğun güvenliğini dü
şünmesini talep etti. Çar sonunda derhal topyekun harekatı ka
bul etti. Sazonov hemen kraliyet sarayının giriş katındaki tele
fona koşup lanushkevich'e haberi ulaştırdı ve şunu ekledi: "Ar-
395
tık telefonunu kırabilirsin. General, emirlerini ver ve gün bo
yunca ortadan kaybol. " 3 1 Dobrorolski bir kez daha üç imza
yı aldı ve elinde emir, aceleyle telgraf ofisine gitti. Dobrorols
ki o günü şöyle hatırlıyordu: "Rus halkına yapılacak son daki
ka çağrısını Rusya lmparatorluğu'nun en ücra köşelerine gön
derebilmek için tüm operatörler cihazlarının başına oturmuş ,
telgrafın kopyasını bekliyorlardı. Saat altıyı birkaç dakika geçe,
odada mutlak sessizlik hakimken, tüm cihazlardan aynı anda
çıtırtı yükselmeye başladı. Bu, olağanüstü bir dönemin başlan
gıç anıydı. "3 2 Sonraki birkaç saat boyunca çıtırtılar sürdü; çün
kü emirler büyük askeri bölgelerden yerel merkezlere aktarılı
yordu ve teyit telgrafları St. Petersburg'daki merkez ofise geli
yordu. Böylece, askeri güçlerin, o güne kadar gerçekleşen tarih
teki en büyük eşzamanlı seferberliği başladı - 744 kıta, 62 1 sü
vari birliği ve yaklaşık 2 milyon asker.33 Dobrorolski bu sefer
berliğin zamansal doğruluğu üzerine kafa yoruyordu . "Zaman
seçildikten sonra yapılması gereken düğmeye basmak, bundan
f
sonra ü m devlet, bir saat mel:anizması doğruluğunda otoma
tik ol�ak çalışma a başlar . . . Zaman seçimi, çok çeşitli siyasal
nedenler bileşenin en etkilenir. Ancak zaman bir kez belirlen
diğinde her şey ye ·ne oturur; �eri dönüş yoktur; mekanik ola-
rak savaşın başlan ıcını belirler."34 i
Büyük güçlerin 1
erhal müdahalesini gec ktiren, sav 4 ı başla
tan olmanın ahla · yükümlülü�nden kurtlulmak çaba$ıyla Al
manya'mn Fransa e Rusya'ya verdiği zaman sınırlı ültimatom
ların apa konu ol uğu son dakika müzakereleriydi. 3 1 Tem
muz alfşamı saat 7.00'de Paris 11.lman Büyükelçisi von Schoen'ın
Fransı! hükümetine verdiği ültimatom, Almanya ile Rusya ara-
ı
sındaki bir savaşta tarafsız kalmalarım talep ediyordu. Yanıt için
Fransa'ya on sekiz lsaat süre tanındı. (Bethmann, Schoen'e giz
ı
li bir talimat daha vermişti; pek mümkün olmasa da Fransa'nın
396
kabul etmesi halinde, yansız kalmanın bir güvencesi olarak, sa
vaşın bitimine kadar T oul ve Verdun kalelerinin devrini ek bir
istek olarak sunmasını istemişti. Bunun için Fransa'ya üç saatlik
ilave süre verilecekti. ) Almanlar gece yarısı Rusya'ya bir ültima
tom vererek, Avusturya-Macaristan ve kendilerine yönelik ha
rekatın durdurulmasını istediler. Yanıt için Rusya'ya verilen sü
re on iki saatti. Aynı gece General joffre, Fransız birliklerini do
ğu sınırına yönlendirmek için Poincare'yi kışkırttı: "lhtiyatlann
orduya çağınlması için aynca couverture telgrafı çekilmesi için
her yirmi dört saatlik gecikme, kuvvetlerin toplanmasında geç
kalmak anlamına gelecektir; yani her bir günlük gecikme için
on beş veya yirmi kilometrelik toprak parçasından vazgeçmek
anlamına. "35 Sazonov harekat için Çar'ı kışkırurken gecikmeyi
insan yaşamına tercüme etmiştir; Poincare'yi kışkırtırken Joff
re ise gecikmeyi kilometrelere tercüme eder. Temmuz 1 9 1 4'te
zaman, yaşam ve uzam ile eşitlenmektedir. 1 Ağustos'ta Joffre,
Fransa'nın hemen harekete geçmemesi halinde komutanlık gö
revinden istifa edeceği tehdidini savurur. Öğle saatlerinde Rus
ya'ya tanınan süre dolar, bir saat sonra da Fransa'ya tanınan on
sekiz saatlik süre dolar. Poincare nihayet joffre'nin baskısı kar
şısında emri verir ve bu emir öğleden sonra 3 .45 civarında yü
rürlüğe girer. On beş dakika sonra Almanya topyekün harekat
emrini verir ve bir saat sonra Rusya'ya savaş ilan eder.
lki ültimatom de.ha vardır ve geçen zamanla birlikte onların
da süresi azalmaktadır. 29 Temmuz'da jagow, Brüksel'de bulu
nan Alman Bakan Klaus von Below'a Belçika hükümetine veri
lecek ültimatomun bir kopyasını gönderir. Ültimatomun bu ilk
versiyonunda Belçika'dan yirmi dört saat içinde karar vererek
Alman birliklerinin geçmesi için sınırlarım açması istenmekte
dir; fakat 2 Ağustos akşamı saat 7 .00'de, Below Belçika Dışişle
ri Bakam'na notayı verirken süre, yansına düşürülmüştür. On
iki saat sonra Belçika, Almanya'nın talebini reddeder. Ertesi sa
bah Almanların Belçika'ya girmesi beşinci ültimatomun da ne
deni olur. Akşam saat 7 . 00'de Berlin'deki İngiliz Büyükelçisi
tarafından Alman hükümetine verilen bu ültimatomun talebi,
35 A.g.e. , s . 53 1 .
397
Belçika'ya verilen notanın ve Eelçika topraklarına giren birlik
lerin geri çekilmesidir. Almanya'ya verilen süre beş saattir.36 4
Ağustos'ta, ortada tatminkar bir yanıt yokken saat gece yansı
nı çaldığında, Almanya ve İngiltere arasında savaş başlamışur.
36 A.g.ıt. , s. 535-546.
37 Harold Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, Oxford, 1953, s . 76.
38 Dışişleri Bakanlığı Seçilmiş Komite'nin raporu, 1 86 1 , aktanldığı kaynak D.
P. Heatley, Diplomacy and the Study of Intemational Relations, Oxford, 1919,
s . 252.
398
rafa teslim etmeselerdi, 1 870 Fransa-Prusya Savaşı'ndan kaçın
mak mümkün olabilirdi, sonucuna vanyordu.41 Daha yakın bir
dönemde Fransız tarihçi Pierre Granet, telgrafın kullanılmaya
başlamasıyla birlikte uzaktaki olguların "yakıcı bir güncellikle"
ön plana çıktığını, bunun da hızlı ve genellikle düşüncesizce
tepkileri kaçınılmaz kıldığını ileri sürüyordu. Tipik örnek yine
Fransa-Prusya Savaşı'nın patlak vermesiydi; çünkü Bismarck
tarafından titizlikle düzenlenmiş bir telgrafın yayınlanma
sı, Fransızları Almanlara karşı kışkırtmış ve savaş ilanı acele
ye gelmişti. "Avrupa başkentleri arasında sürekli mekik doku
yarak haberlerin hızlı bir tempoda seyahatini sağlayan telgraf,
kamu görüşünün yoğunluğunu artırarak, sonunda hükümetle
ri, daha önce kaçınılabilir olan bir çatışmaya sevk eder." Telg
raf, öfkelerin yatışmasına zaman tanımaz: "Hükümetler ve ku
rumlan arasında kesintisiz mesaj akışı, zaten tedirgin olan top
lumda çelişkili bilgilerin hızla yayılması, savaşların patlak ver
mesinin kışkırtıcısı olmasa da hızlandırıcısıdır. " "O güne ka
dar uluslararası ilişkileri yatıştıran zaman faktörünün 1 9 . yüz
yılda ortadan kalkması" nedeniyle, o da üzüntü duymaktadır.42
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gözlemciler,
Temmuz Krizi boyunca diplomasinin tempo ve yapısını telgraf
ve telefonun şekillendirdiği görüşünü paylaştılar. Her iki bu
luş da barışı sürdürmeye değil ama savaş çıkarmaya hizmet et
tiği halde, zamanın önde gelen diplomatlarının kendi etkileri
ni gerektiği kadar önemsememeleri ironiktir. 1 9 1 7'de A Gut
de to Diplomatic Practice kitabının yazan Sir Emest Satow, tek
nolojik buluş ile kordiplomatiğin tepki vermesi arasında haya
ti bir zaman farkı olabileceğini öne sürmüştür. "Devlet adamla
rının ve ulusların ahlaki nitelikleri -sağduyu , ileri görüşlülük,
akıl, anlayış, bilgelik- sahip oldukları eylem araçlarının gelişim
temposuna uyum göstermez: Ordular, gemiler, silahlar, patla
yıcılar, kara ulaşımı ve en önemlisi telgraf ve telefon iletişimi
nin hızına. Bu sonuncular tepki ya da müzakere için zaman hı-
j
Almanya ve Amerika'nın sanayileşmelerini tamamlamalarının
45
önemli bir cephesini oluşturur.
1
43 Sir Emest Satow, A Guide to Diplonıatic Practice, Londra, 1 9 1 7 , 1, s. 157.
44 ] . H. Robertson, The Story of the Telephone, Londra, 1 947, s. 1 16.
45 Marshall McLuhan, Understanding Media, New York, 1964, s. 1 0 1 .
46 Bu inatçı anlayışsızlığın bir örneği, 1 907 tarihli Britanya Süvari Eğitimi El Ki
tabı'nda yer alan bir pasajda görülebilir: "llke olarak kabul edilmelidir ki, ne
kadar etkili olursa olsun tüfek, aun süratinin, cazibesinin ve kılıcın saldığı
korkunun yerini alamaz. " Aktarıldığı kaynak John Ellis, The Social History of
the Machine Gun, New York, 1975, s. 55.
400
düşünmeyi sürdürdükleri gibi, diplomatlar da gecikmenin iyi
leştirici yönünü devre dışı bırakan eşzamanlı iletişimin bütün
sel etkisini anlayamamışlardır. Yüz yüze konuşulan "dürüst bir
adamın sözlerinin"47 nihai belirleyiciliğine bel bağlamayı sür
dürmüşler ama birçok önemli konuyu da bakır tel üzerinden
müzakere etmek zorunda kalmışlardır. Sonuçsuz telgraf yığın
ları (ve daha sonraki dizi dizi asker naaşları) başarısızlıklarının
elle tutulur kalıntılarıdır. Avusturya ültimatomunun teslim ko
şullan, yeni hızlı teknolojinin eski tarz diplomasiye yükledi
ği zorunlulukları gösteriyordu . Ültimatom olağanüstü bir ace
leyle kaleme alınmıştı, aynca telgraf ve telefon çağından önce
düşünülemeyecek bir zaman sının içeriyordu ; ancak kapsam
lı bir müzakereyi ve seçeneklerin değerlendirilmesini zorunlu
kılan dikkatli bir yanıtı gerektirdiği için, verilen sürede yanıt
lanması imkansızdı. Tüm krizin en acı yüzleşmelerinden biri
nin gerçekleştiği anda, Avusturya diplomatik ilişkileri kesip sa
vaşmaya hazırlanırken, Giesl demiryolu , telgraf ve telefon ça
ğını Pacu'ya hatırlatarak, sınırlı zamanın kısalığını haklı göster
meye mecbur hissetmişti; daha sonra da açıklamasını yeterin
ce anlamlı bulmuş olmalı ki Viyana'daki Berchtold'a yazdığı ra
porda buna da yer verdi. Giesl belki de, verilen süre dolduktan
sonra, iki gün içinde trenle sının geçeceğini ve yapmayı um
duğu telefon görüşmesini hesaba katıyordu . 28 Temmuz'da ,
Avusturyalılar nihayet Sırbistan'a savaş ilan ettiklerinde, bunu
daha önce hiçbir ülkenin yapmadığı biçimde, telgrafla gerçek
leştirdiler.48 Riezler'in 25 Temmuz'da günlüğüne düştüğü not,
Avusturya ültimatomunun tesliminden sonraki hummalı tem
poyu örnekler:
47 jules Cambon'a ait bir ifade. Aktanldığı kaynak Nicolson, The Evolution, s. 82.
48 Albertini, The Origins, II, s. 46 1 .
401
şı bir şey yapmak gerekmemişti. Büyük bir hareketlilik. Avus
turya notası hoş değil, çok uzun. Büyük güçlerin Avusturya ül
timatomuna tepkileriyle ilgili ilk telgraflar geldi, bir saat için
de Berlin'e aktanlacaklar Kaderimiz ne olacak? Ancak kader
umumiyetle tamamen aptalca, belirsiz ve aslında her şey şan
sa bağlı. Kapanın elinde kalıyor. Şu kahrolası çılgın dünya, an
laşılmaz ve öngörülmez '.ı.ale geldi. Aynı anda çok sayıda et
49
men var.
00
402
neminde neredeyse ulaşmıştı. 51 Hatta Fransızlar ulusal gele
neklerinin izini, 1 2. yüzyıla, St. Louis'e kadar izlerler; anaya
sal birliğin tamamlanması, herkesin vatandaşlık ve yasalar kar
şısında eşitlik hakkını kazandığı 1 789 devrimiyle mümkün ol
muştur. 1 9 1 3 yılında Rusya, çeşitli ulusal azınlıklar arasında
ki sert iç çatışmalara rağmen kesintisiz olarak varlığını sürdür
müş olan Romanov Monarşisi'nin 300. kuruluş yıldönümünü
kutlamıştır.
İngiltere, Fransa ve Rusya uzun ve görece kesintisiz bir geç
mişe bakabilirken; Almanya, Avusturya ve İtalya iki jeneras
yon geriye, onları modem ulus-devletler yapan savaşlara baka
bilirler. Bu nedenle vatandaşlarının, bir İngiliz gibi, ülkelerinin
hep var olduğuna ve hep var olacağına inanması imkansızdır.
Bu ulusları var eden savaşlar, halkın bilincinde hala canlıdır.
Avusturya, 1 866 yılında Almanya karşısında uğradığı utanç ve
rici bozgundan sonra doğar; İtalya'nın ulus olması, Fransız ve
Alman ordularının desteğiyle uzun ve sancılı bir süreçten son
ra mümkün olur. 1864 ile 1 870 arasında vuku bulan üç savaş
tan sonra Almanya'nın yaratılması onu askeri zaferlere bağım
lı kılarken, ulusal birliği de çevreleyen düşman ülkelerle savaşa
bağlamıştır. Dünya imparatorluğuna da göz diken, en son ulus
(Almanya) , Kanalın karşısındaki kıdemli dünya gücü ve deniz
cilik konusundaki rakibini kıskançlık ve öfkeyle izlemektedir.
Belki de Almanya'daki ve Avusturya'daki anti-semitizm, hiç
toprağı olmadığı halde birkaç binyıl boyunca güçlü kimlik an
layışını sürdürebilmiş bir ulusa duyulan öfkeyle kısmen açıkla
nabilir. Buna karşılık Almanya yüzyıllardır aynı topraklan işgal
etse de, yakın zamana kadar ulus bütünlüğü sağlayamamıştır.
Almanya ve Avusturya için geçmiş, işgaller, fetihler ve iç çekiş
meler kargaşasından ibarettir.
404
Savaşın tarafları arasında en muhafazakar olan lngiltere'dir
ve tamamıyla yeni gelecekten beklentisi en az olan da odur. Çı
kan, statükoyu ve İmparatorluğun büyüklüğünü korumaktır.
İngilizler, geleceğin geçmişe benzeyeceğinden emin olmasalar
da umutludurlar. A. j. P. Taylor'un belirttiği gibi, "lngiltere'de
toprak sahiplerinin kira imtiyazları 99, hatta bazen 999 yıldır
zira bu zaman boyunca toplumun ve paranın aynı kalacağına
güven duyarlar. " 5 2 lngilizler Alman ekonomisinin büyümesin
den ve özellikle de Alman donanmasının kurulmasından endi
şelidirler fakat donanma yarışında yine de öndedirler ve zen
gin bir kolonyal imparatorluğun denetimini ellerinde tutma
ya devam etme umudunu taşırlar. Rusya ordusunun gelecekte
ki gücüne karşı acil bir kaygı duymazlar çünkü 1 9 1 4'te Rusya,
ana genişleme hedefi Balkanlar olan ve asıl askeri hedefi Orta
Avrupa Güçleri olan bir müttefiktir. 1 9 1 4 yılında Büyük Güç
ler içinde savaşa girmeye en gönülsüz ülkenin Büyük Britanya
olduğu kuşkusuzdur. Temmuz Krizi sürecinde Britanya diplo
masisi büyük değişikliklerden kaçınmaya, gidişi yavaşlatma
ya, rakip güçlere aracılık etmeye, savaşın patlak vermesini ge
ciktirmeye ve başladıktan sonra kapsamım sınırlamaya çalışır.
Fransa'da geleceğe duyulan canlı ilginin, aktif ve pasif tür
leri vardır ve bunlar keskin biçimde bölünmüştür. Tüm as
keri hazırlıklar Fransız askerinin yapacağı büyük hamleye işa
ret etmektedir ve ordu , uzun menzilli toplar ve makineli tü
fekler karşısında bile , zaferler kazanacaktır. Ancak bu göste
rişli dilin ardında bazıları, Almanya ile giderek yaklaşan savaş
ta Fransa'mn yine savunmada kalacağı korkusunu ifade eder
ler. Hep saldıran taraf olma çağrısının sıkça tekrarlanması, Al
manya'nın ilk saldıran ve bu pozisyonunu koruyan taraf ola
rak kalmasından duyulan şüpheyi yansıtır.53 Fransızların uy
guladığı " 1 0 kilometrelik geri çekilme'' , ilk saldıranın Alman
ya olması ve savaşı başlatmanın moral sorumluluğunu taşıma-
sı Taylor, War by Time-Table, s. 7.
53 Fransız ordusunun eğitimine temel teşkil eden 1 9 1 3 tarihli yeni Sahra Tali
matnamesi'nde ilan edilen şudur: "Fransız ordusu geleneklerine sanlacak ve
bundan böyle saldından başka kural kabul etmeyecektir. " Aktanldığı kaynak;
Barbara Tuchmann, The Guns of August, New York, 1 97 1 , s. 5 1 .
405
sı için planlanmıştır. 54 1 9 1 4 yılında Fransa devasa bir kolonyal
imparatorluğa sahiptir ancak bu imparatorluğun karlılığı lngi
lizlerin idaresindekine kıyasla çok çok azdır. Geleceği kontrol
etmeleri, imparatorluğu korumaları Britanya ve Rusya ordula
rının Almanya'nın durdurulmasına yardım etmelerine ve Bri
tanya donanmasının Fransız]ara Cebelitank Boğazı'ndan Akde
niz' e serbest geçiş hakkı tanıma konusundaki iyi niyetine bağ
lıdır. Bu nedenlerle, 1 9 1 4'te Fransızların gelecek kaygılan lngi
lizlerden daha fazladır. Poincare, Alman ordusunun sürekli bü
yümesinden korku duymaktadır ve Alman ordusunu çok güçlü
hale gelmeden ezebilmek için ve askeri harcamaların aşın yü
künü protesto eden Fransız sosyalistler, 1 9 1 3 yılında yürürlü
ğe giren üç yıl askerliğin iptalini sağlamadan önce, Rusya ve ln
giltere'yle ittifaktan yararlanmanın uygun olacağı değerlendir
mesini yapmaktadır.
lngiltere ve Fransa'da gelecek anlayışı bir ölçüde umut taşır;
fakat Üçlü Bağdaşma'nın üçüncü ulusu , ordusu tam gücüne
,ı
ulaş ğında, geleceğin Avrupa meselelerinde hakim bir konuma
geleceği yönünde güçlü bir beklentiye sahiptir. 1 906 yılında
Rainer Maria Ri . e, Rusya'nm geleceğinin, tıpkı açık uzamlan
gibi engin ve be eketli olacağını düşünüyordu: "Orada günler,
zamansallık çok az hissediliyor; çünkü prada zaten , gelecekte
yaşanıyor ve her geçen saat sonsuzluğa cfuha da yakl�ılıyor. "55
ı
la b�nzer bir yaklaşımı dille:ıdirir. Rus-Japon Savaşı'nda, Rus
ya'nın yenilgisiy e başlatılan ve 1 9 1 7 yılında tarihin gördüğü en
büyük ordunun kurulması ile sona erm�si planlana:µ yeniden
i
1
406
silahlanma programına çok büyük sayılarda insan kaynağı ak
malıydı. Bu hedef tarih, 1 2 Temmuz 1 9 1 4 günü Avusturya'mn
Berlin Büyükelçisi'nin zihninde de olmalıydı. O gün, savaş için
zamanın uygunluğu konusunda Almanların ne düşündüğünü ,
Viyana'daki Berchtold'a özetlerken şöyle yazıyordu : "Alman
ya'nın, Rusların batılı komşularıyla savaşa hazırlandığı ve sava
şı sadece gelecekte bir ihtimal olarak görmeyip siyasal hesap
larına mutlaka bunu dahil ettiği kanısı yakın zamanda doğru
lanmıştır. Şu önemlidir: Savaş açmaya niyetlidir, tüm gücüy
le buna hazırlanmaktadır ama bugün için tasarlamamaktadır,
başka bir deyişle bugün savaşa hazır değildir. " 56 Altı gün sonra
jagow, Londra'daki Alman Büyükelçisine yazar: "Tüm uzman
görüşleri, Rusların birkaç yıl içinde savaşa hazırlandığını gös
teriyor. O tarihte, asker sayısıyla bizi ezecektir; Baltık Denizi fi
losunu ve stratejik demiryollanm tamamlayacaktır. Geçen za
manda bizim grubumuz zayıflayacaktır. "
jagow aynı mektupta , eğer Pan-Sırp hareketini bastırmazsa
Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'nu bekleyen kasvetli ge
leceği de değerlendirir. "Onlan durdurmak için ne bir şey ya
pabiliriz ne de yapmalıyız. Eğer bunu yaparsak Avusturya'mn
bizi (ve bizim kendimizi) , siyasal rehabilitasyonu için sahip ol
duğu son şansı elinden almakla suçlama hakkı doğar. Böylelik
le erime ve içten çürüme süreci daha da hızlanır. Balkanlar'da
ayakta kalması tamamıyla imkansız hale gelir . " 57 Conrad, Tem
muz Krizi ve Avusturya'mn rolünü geriye dönük olarak değer
lendirirken, Avusturya'mn yıllar boyunca bir "zayıflık" görün
tüsü verdiğini, "daimi teslimiyet ve uzun çilekeşlikle" düşman
larım daha saldırgan kıldığını öne sürer. Suikast sonrası eyle
me geçememenin sonucu "imparatorluk içindeki eğilimlerin -
ki, Güneyli Slav, Çek, Moskova yandaşı, Romanya propaganda
sı ya da ltalyan irredentizmi (ülkenin kaybettiği topraklan ge
ri isteme) biçimini alan bu akımlar, zaten tarihsel yapının te
mellerini sarsmaktadır- başıboş kalmasıdır . . . Saraybosna sui
kastı, diplomatik belgelerle oluşturulan ve Avusturya-Macaris-
407
tan politikasının güvenli bulduğu kağıttan evi yerle bir eder . . . "
Monarşi, "gırtlağından yakalanmışur" ve nihai yıkımını önle
mek için tavır takınmaya zorlanmaktadır. 58 Avusturya başken
tinin her köşesinde kaçınıhnaz sonun çok yakın olduğu hissi
hakimdir. Suikasttan kısa bir süre sonra, 2 Temmuz'da İmpa
rator, Tschirschky'e içini döker: "Karanlık bir gelecek görüyo
rum . . . Beni en çok rahatsıı eden Rusların sonbahar için plan
ladığı harekat tatbikaunın tam da bizim acemi askeri birlikle
ri kaydırdığımız zamana rastlaması. " 59 18 Temmuz'da Schoen,
Almanya Dışişleri Bakanı Zimmermann'la Avusturya'nın duru
mu hakkında yapılan görüşmeyi rapor etti. Zimmermann şöy
le diyordu : "Kararsızlığı ve tutarsızlığı nedeniyle Avusturya
Macaristan, upkı bir zamanlar Türkiye'nin olduğu gibi, Avru
pa'nın Hasta Adam'ı oldu ve Ruslar, İtalyanlar, Romenler, Sırp
lar ve Karadağlılar bölünmesi için hazır bekliyorlar." Ancak ka
rarlı ve etkili bir hamle Avusturyalıların "yeniden ulusal bir güç
hissi yaşamalarını" sağlayabilir. Aynca, "birkaç yıl içinde, Slav
prtjpaganda faaliyetinin sürmesi durumunda, koşullar böyle ol
mayacak" diye e uyarıyordu . 60
Avusturya- acaristan İmparatorluğu'nun hasta ve zayıf ol
duğuna, iç çü - me nedeniyle eridiğine ve düşmanlarla sanlı ol
duğuna dair he yere yayılan anlayış, �taforik anl�mda, Min
r �
kowski'nin 1 9 3 tarihinde tartıştığı bi vaka tarih ni hatırla
tır. İkisinin ara ındaki bağlantı Minkowski'nin, yıkımın yakın
lığı karşısında ranlık gelecek ve çaresizlik hissinin ilişkili ol
du � tanısıdır. asta bir yabancıdır ve Fransız vatandaşlığı ala
�
�
ma ığı için kendini suçlamaktadır. Kendisini korkunç bir ceza
nın beklediğin inanır: Birisi kol ve bacaklarını kesecektir. Ev
1
renin bütün pi lik ve çöplerinin mides�ne boca ed�lmesini de
.
içeren bu cezay tüm dünya tanık olacaktır. Minkowski'nin ilk
1
408
man akışındaki kesilmenin oluşturduğudur ki bu akış normal
bir insanda geçmişten geleceğe kesintisiz sürer. Normal bir in
san, anlık panikle ya da ani çaresizlik duygusuyla baş etmek
için geçmiş deneyimlerden yararlanır fakat hastası, adeta haya
ta her gün sıfırdan başlar gibi, her bir deneyimi en baştan yaşar.
"Hayat, kişisel canlılığımız bizi ayakta tutar . . . kapılarını sonuna
kadar açan geleceğe bizi taşır. " Ancak hastasında eksik olan bu
harekettir. "Durgun ve birbirine eş günler silsilesinden gelece
ğe doğru, şimdiden kaynaklı fiil ve arzular yükselmez. Bu ne
denle her gün tuhaf bir biçimde birbirinden bağımsızdır. Haya
tın sürekliliği hissinin içinde kaybolmaz. Her bir gün, oluşun
karanlık denizinde ayn birer ada olarak belirir. Yıkıcı ve kor
kunç bir olayın gerçekleşeceği kanısı da geleceği karartır. " Ha
yali işkenceye odaklanma ve infaz düşüncesi aslında zihnin us
sal bölümünün, "parçalanmakta olan yapının çeşitli bölümle
ri arasında" mantıklı bir bağ kurma çabasıdır. Kişisel canlılığı
mız, sadece geleceğe yönelmemizi değil, aynı zamanda çevreyle
ilişkimizi de sağlar. Normal bir insan nerede benliğin sona er
diğini ve dış dünyanın başladığını bilir fakat patolojik durum
larda sınırlar bulanıklaşır. Adeta dış dünyada vuku bulurcasına
karşıt iç dürtüler yaşanırken, bu durum işkence yanılsamasıy
la dışa vuran dünya tarafından cezalandırılmayı tetikler. Suçlu
luk duygusu, geleceğin kararmasıyla daha da yoğunlaşır; çün
kü hatalardan arınma ya da kefaretini ödeme fırsatı yoktur zira
her tür değişim ve edim imkansızdır. Gelecek karardıkça zihin
sel hayat söner ve bireye statik bir değişmezlik ve kötülük duy
gusu egemen olur.61
Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'nun, liderlerinin açı
ğa vurduğu şekliyle, 1 9 1 4 tarihindeki kolektif psikolojisi aynı
marazi düşüncelerden mustariptir. İmparatorluğun geleceği ol
madığı yönündeki her yere sinen anlayış, derin zayıflık ve çare
sizlik hislerine sebep olur. Liderleri, Minkowski'nin hastasının
kişiliğindeki "parçalanan yapıya" benzer bir bölünme korku
su sarar ( "kemirilip yok olmak" , "Avrupa'nın Hasta Adamı" ) .
52 1 .
53 Aktarıldığı kaynak Fritz Fischer, Germany's Aims in the First World War, New
York, 1967, s. 50.
54 Aktarıldığı kaynak V. R. Berghahn, G ermany and the Approach of War in 1 91 4,
New York, 1 973, s. 1 69.
11 0
kadar iyi" dediği rapor edilir.65 1 Temmuz'da Avusturya-Ma
caristan Dışişleri Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Kont Alexan
der von Hoyos ile yaptığı görüşmede, Alman gazeteci Victor
Naumann, Alman askeri çevrelerinde ve dışişlerinde "Rusya'ya
karşı önleyici bir savaş düşüncesine, bir yıl önceye kıyasla da
ha az karşı çıkıldığını" söylüyordu . Ertesi gün yazılan bir ra
porda Berlin'deki Sakson bakan, "henüz Rusya hazır değilken
sürecin savaşa doğru akması konusunda askerin yeniden bas
kı yaptığını" yazıyordu . 66 Rusya'nın giderek artan gücü karşı
sında Avusturya'nın acilen eyleme geçmesi gerektiği yönün
deki, yukarıda değinilen, jagow ve Zimmermann'ın düşünce
leri, Rus tehdidi ile ilgili yaygın Alman duygusunu yansıtıyor
du. 1 9 1 4 Haziranı'nda kendisine önerildiğinde önleyici savaş
yaklaşımını kesin olarak reddeden Bethmann bile, bir ay sonra
Rusya karşısında Almanya'nın giderek azalan askeri avantajı
nı görerek, isteksizce de olsa, bu düşünceyi sahiplendi. 7 Tem
muz' da Riezler Bethmann'ın derin düşüncelere dalmasının ne
denini kayda geçti: "Gelecek, durmaksızın büyüyen ve bite
viye bir kabus gibi üzerimize çöken Rusya'nındır. " 20 Tem
muz'da Riezler, Rusya'nın "artan talepleri ve olağanüstü patla
ma kuvvetine" ek bir not düştü. "Birkaç yıl içinde karşısında
hiçbir güç duramayacak. "67
Almanya'nın geleceği Avusturya'nınki kadar karanlık olma
sa da Temmuz Krizi boyunca bazı etkili liderler, iç ve dış mese
lelerde sorunların giderek büyüyeceğini öngörüyorlardı ve bu
durum en iyi "önleyici savaş" ile çözülürdü. Ordunun ve mo
narşinin muhafazakar güçleri, 1 9 1 2 seçimleriyle Reichstag'da
ki en büyük tek parti olan Sosyal Demokratların giderek artan
gücünden korkuyorlardı. Savaşın Sosyal Demokratlara yöne
len işçi desteğini azaltacağını ileri sürüyorlardı zira silah sana
yi yeni iş alanlan yaratacak, Sosyal Demokratların pasifızm ve
enternasyonalizm programlarını etkisizleştirecekti; aynca soy
luların savaş ilan etme ve anavatanı koruma gibi eski işlevlerini
41 1
yerine getirmeleriyle aristokrat ayrıcalıkların aşınması son bu
laca�tı. Avusturya ve Üçlü İttifak henüz çok zayıf değilken ve
Rus 6rdusu çok güçlenmemişken, 1 9 1 4 yılında, savaştan zafer
le çıkma ihtimali sonraki yıllara kıyasla daha fazla, diye akıl yü
rütüyorlardı. Kayser'in "şimdi ya da hiçbir zaman" ifadesi da
ha çok Avusturya'ya gönderme yapıyordu ama Almanya'ya da
uyarlanabilirdi ve Temmuz Krizi boyunca benzer ifadeler kul
lanan birçok üst düzey Alman yetkilinin yaklaşımını belirledi.
Kayser ile birlikte şansölye, dışişleri bakanı, müsteşarı, genel
kurmay başkanı, kilit noktalardaki elçiler ve bazı daha alt dü
zey yetkililer savaşın kaçınılmaz olduğunu ve ne kadar erken
olursa o kadar iyi olduğunu düşünüyorlardı. Avusturyalılar gi
bi bunun imparatorluğun korunması için bir ölüm kalım sava
şı olmasından korkmuyorlardı; ama zaman geçtikçe, dünya im
paratorluğu tesis etme şansının azaldığı inançları nedeniyle aci
liyet duygusunu paylaşıyorlardı.
Birbirinden farklı olan tunımları ise Avusturya ve Alman
ya'nıp savaş planlannda kendini gösteriyordu . Milliyetçi öz
leml q rini dışa vuran azınlıkların bastırılması konusunda Avus
turya'nın çaresiz ik ve kendlne güvensizlik -hatta suçluluk
hissi savaşın ilk - nlerinde kendini gösterdi. Sırbistan toprak
larına birliklerini :sokmadan, ortak sınırlarından Belgrad'ı bom
baladılar. Bu, gel ceğinden enin olmayaılı ve parçalahmasının
an meselesi oldu nu düşünen bir ülkeye uygun katarsız bir
başlangıçtı. Çok ayıda insanın yakın geleceğini kontrol etmek
için o güne kad uygulanmş en hırslı proje olan, Almanla-
ı
f
·
41 2
1 9'la teslim alınacaktı, Fransız sının M-22 ile geçilecekti ve Pa
tis M-39 ile bozguna uğratılacaktı.
Sırbistan bir süredir Avusturya'nın toprak bütünlüğünü teh
dit ediyordu ; ancak Avusturya'nın savaşı, adeta Sırbistan'ı işgal
etme amacı taşımıyormuş gibi, tereddütlü başladı. Belki de Al
manlar, Avusturya'nın geleceğinden çok, kendi geleceklerine
inanıyorlardı ve bu nedenle Sırbistan'ı işgal etmeye daha fazla
haklan olduğunu düşündüler. Bu tahmin, kendi savaş planla
n daha baştan tarafsız Belçika' dan çarpışarak yol açmayı gerek
tirirken, Almanların Avusturya'ya (başka ülkelerin moral karşı
çıkışından böylelikle kaçınılabileceği varsayımıyla) "Belgrad'da
Durma" taktiğini önerme cesaretini açıklayabilir. Schlieffen ve
Belgrad'da Durma Planlan, farklı gelecek anlayışlarının uzam
sal dışavurumlandırlar. Avusturya kaçınılmaz parçalanmasını
beklerken, Almanya iki cephede birden dehşet verici bir savaşa
sebebiyet vererek, dışarıdaki düşmanlar olan tarafsız Belçika'yı
ve kararsız lngiltere'yi savaşa zorlar.
Savaşın büyük taraflarının geçmiş, şimdi ve gelecek konu
sundaki zamansal yönelimleri, böylelikle diplomasi icraatları
nı ve savaş hazırlıklarını şekillendirir. Hepsi için şimdi deneyi
mi benzerdir. Üçlü Bağdaşma uluslarının güçlü geçmiş anlayı
şı, onlan radikal değişimler konusunda daha az istekli kılan bir
dengeleyici güçtü. lngiltere ve Fransa'nın görece uzun ve daha
istikrarlı ulusal gelenekleri, Amerika ve Rusya'nın yanı sıra Al
manya'nın da giderek artan askeri ve ekonomik rekabetine rağ
men, geleceğe güvenle bakmayı getiriyordu. iki büyük kolon
yal imparatorluğun inancı, geleceğin geçmişe benzeyeceği ve
kendilerinin büyük güçler olarak kalmaya devam edecekleriy
di. Rusya'mn gelecekteki egemenliği şüphesizdi - bu durum
içeride gurur, Rusya'nın müttefikleri arasında güvenlik duygu
su , düşmanları arasında ise korku ve kaygı yaratıyordu .
Olayların temposu yüksekti. Savaşan tarafların askerleri, ku
ramsal olarak, bir resmigeçit töreninin kesinliğiyle, yürüyüş
adımlan temposunun düzeniyle savaş için eğitiliyorlardı; an
cak savaş ihtimali gerçek olmaya başlayınca, diplomasi ve se
ferberliğin gerekleri arasında hasıl olan çatışma, beklenmedik
41 3
dalgalanma ve gecikmelere yol açtı. Zaman sınırlamaları ve za
man çizelgeleri, sırasıyla, Temmuz Krizi boyunca diplomatik
faaliyetlerin yönlendirici eğilimlerini hızlandırdı ve geciktir
di. Nihayet ordular harekete geçtiğinde ilerlemelerini kesinti
ye uğratan beklenmedik aksaklıklar ve gerilemeler oldu. Avru
pa savaşa ragtime ile koşuyordu.
41 4
11
Kübist Savaş
�
sal s�ate göre tüm faaliyetlerin eşgüdümlenmesi yönündeki da
yatrda, özel saa l rin çoğulluğunu keşfeden savaş öncesi yılla
nn egemen kült rel hamlesini tersine çevirir.
1
Savaş deneyi , zamanın dokusunun parçasal mı yoksa akış-
kan hıı olduğu tartışmasının her iki tarafını da keskinleştir
di. Cephede, gündüzle gece arasındaki derin aynın yer alıyor-
2 Edmund Blunden, Undertones ofWar, 1928, yeniden basım New York, 1965,
s. 1 7 1 .
3 John Keegan, The Face of Battle: A Study of Agincourt, Waterloo & the Somme,
New York, 1976, s. 241 .
41 6
du - biri hareket ve eylem zamanıydı, diğeri ise atalet ve bekle
me. Cecil Lewis bu zıtlığı Somme Savaşı'ndan hemen önce be
timliyordu. "Gündüz yollar ıssızdı; ancak akşam karanlığı çö
ker çökmez araçlar, silahlar, mühimmat taşıyan trenler, askeri
birlikler her yeri kaplıyordu ve hepsi Albert boyunca hareket
ederek, hatta veya gerisinde yerlerini alıyorlardı . . . Gün doğu
şuyla birlikte hiçbirinden eser yoktu. Geriye kalan, ıssız yol
lar, yıkık çiftlik evleri, dingin ve sessiz yaz sabahlarıydı. Ge
cenin gündüzle bu denli zıtlık teşkil ettiği başka hiçbir dönem
hatırlamıyorum. "4 Gece ile gündüz arasındaki geçişe düzenli
bir ritüel damgasını vuruyordu. Gün doğuşundan hemen ön
ce, askeri birlikler belirlenen yerlerde herhangi bir düşman sal
dırısına karşı elde silah ve süngü dikkatle bekliyorlar ve tehli
keli alaca karanlık geçene kadar, yaklaşık bir saat durumlarını
koruyorlardı. Aynı işlem gün batışında da gerçekleşiyordu. Da
vid jones'un söylediği gibi, "yirmi dört saat boyunca iki kez vu
ku bulan bu 'bekleme hali'nin tuhaf bir ağırlığı vardı ve tören
sellik yüklüydü; zira biliniyordu ki sahildeki kum tepelerinden
dağlara kadar cephe boyunca her noktada, iki düşman hat te
tikte olabilecekleri bekliyordu. "5 Savaş hazırlıkları, kumanda
merkezlerinde, plancıların muharebedeki olaylar silsilesi üze
rinde kurguladıkları, hatların konum ve ilerlemesini gösteren
haritalar kadar net bir biçimde, zamanı birbirinden ayn birim
lere bölüyordu. Britanyalı bir amiralin emri altındakilere dağıt
tığı şiirdeki temel metafor askeri hazırlıklı olma durumunu ke
sin zaman dilimleriyle ilişkilendiriyordu ve son derece disip
linli, dakik savaş kuvvetlerinin sahip olduğu meziyetlerin altı
nı çiziyordu.
4 Cecil Lewis, Sagittarius Rising, New York, 1936, s. 86-87. Aktarıldığı kaynak
Paul Fussell, The Great War and Modem Memory, New York, 1977, s. 8 1 .
5 David jones, In Paranthesis, 1937; yeniden basım Londra, 1955, s. 202n.
41 7
Öyleyse hatırla avare gezip hayal kuran sen
Bir orduya sahip olduğunu; komutanları en iyisinden;
Ve sorgula kendini, bir yandan gözden geçir -
6
Kavgaya katkısı olabileceğinin en iyisi miydi?
f
hır�lı saldırılar planlarken, siperler bunun tersini deneyimle
diklerini rapor iediyorlardı. Erle J . Leed bu durumu şöyle dil
lendiriyordu: " Robert] Graves, [ Charles] Carrington ve diğer
birçokları, yayl ateşinin gürleyen karmaşasının bir çeşit hip
notilc durum yaratuğını ve bunun da akılcı bir neden-sonuç
örüntüsünü yok ederek, büyülü bir tersine çevirmeye olanak
sağladığını, hatta bunu çağırdığını, belirttiler. Bu durum ge-
6 Philander Johnson, "Each Man's Army" , derleyen Amiral Samuel MacGowan;
bkz. Everybody's Magazine, Mayıs 1920, s. 36.
7 Eugene Minkowski, Lived Time, Evanston, 1970, s. 14.
41 8
nellikle uyum yokluğu ve zamansal ardıllık duygusunun kaybı
bağlamında betimleniyordu . "8
8 Eric ]. Leed, No Man's Land: Combat and Identity in World War I, Cambridge,
İngiltere, 1979, s. 1 29. Robert Graves, Goodbye to Ali That, Londra, 1929; C.
E. Carrington, A Subaltem's War, londra, 1929.
9 Leed, No Man's Land, s. 1 24.
10 Blunden, Undertonts, s. 30.
41 9
ledilderi zaman duyarlar - ''geçmiş günlerde, evdeki saatin tik
tak sesleri gibi. " 1 1 Thomas Mann Büyülü Dağ'ın önsözünde an
latısının "abartılı geçmiş odaklılığını" , "vuku bulduğu zamanın,
belirli bir krizin yaşam ve bilinç sürecindeki yolu tıkadığı ve ge
ride derin bir çatlak bıraktığı çağdan önce" olmasıyla açıklar. 1 2
Proust, romanını savaştan sonra bitirerek, geçmişle gelecek ara
sındaki zamansal mesafe duygusunu daha da genişletir. Aruk
hiç kimse M . Bontemps'in Dreyfus yandaşı olmasından rahat
sız olmuyor, diye açıklamada bulunur Marcel, çünkü "tüm bun
lar çok uzun süre önce oldu . Bu insanlar olduğundan da uzun
hissettiler bu 'zaman'ı çünkü en revaçta düşüncelerden biri sa
vaş öncesi günlerin savaştan derin bir şeyle ayrıldığıydı, j eolojik
dönemler gibi açıkça çok uzun süreli bir şeyle ve büyük milli
yetçi Brichort'un kendisi de Dreyfus vakasından 'o tarih öncesi
günler' diye söz ediyordu. " B Avrupalılar savaşın vahşetiyle, sa
vaş öncesi dönemin "tarih öncesi günlerinden" kopunca, dört
yıl içinde evrime, ilerlemeye ve tarihin kendisine olan inanç yok
old\l. The Great War and Mi!dem Memory'de Paul Fussell şu so
nuda varıyordu: "Keskin bölünme imgesi, Büyük Savaş'ın Önce
ki Zaman ve So raki Zamanşeklinde kavramlaşurılmasını belir
'
ler, özellikle de ihin, savaş öncesinin temiz hayauyla savaş dö
neminin iğrenç · ğine yoğun.aştığında. " 14
Minkowski' ·n hastası, parçalanma korkusuyla her akşam
paniğe kapılır; ünkü geçrr:işten geleceğe zaman akışı duygu
su sekteye uğr mıştır ve bir duygusal dayanak olarak geçmi
şe uzanamaz. B nedenle dünyası korkunç derecede düşman
ca
�
görünür. Savaş öncesi dönemin sivil ve ahlaki hayatla, savaş
döneminin vah et ve ölümleri arasındaki zıtlıkla geçmişten ko
parılan cephed ki asker de, bambaşka prranoid kor lan meş fı
rulaştıran bu d nyada panik yaşar. Gökyüzü öldürücü mermi-
,,
lerle dolu idi, çamurdan mantar gibi kafatasları fışkırıyor idi.
Her şeyin tuhaflığıyla aniden çocukluğuna döndürülmüştü ve
420
iyi tanıdığı avutucu süreklilik duygusundan, bildik bir dünya
ya gelecekte dönme beklentisinin yarattığı güven duygusun
dan yoksun bırakılmıştı. Savaş yıllan, Kübist bir kolaja sapla
nıp kalmış takvim yaprağı gibi, hayatının akışından çıkarılmış
tı. Geçmişin sadece bazı parçalan, biteviye monotonluğunu ve
dönemsel dehşetini delip geçebiliyordu .
David jones'un da hatırladığı gibi, geçmişin yoğun ve öngö
rülemez bazı anlık parlamaları oluyordu : "Sanının hiçbir za
man hiç kimse bu kadar çok geçmiş bilinciyle yaşamamıştır,
çok uzak olanı da , çok yakın ve sıradan geçmişi de derinlik
siz ve belli belirsiz biçimde. " Ancak Proust'un gönülsüz hatıra
ları gibi, yoğunlukları uzaklıklarının bir türevidir. Daha önce
ki yaşam imgelerinin kalıcılığı ve idealleştirilmeleri, uzaklıkla
rıyla orantılıdır. Tuhaf yenilik hali ve deneyimin bunaltıcı gü
cü askeri şimdiye mıhlarken geçmiş ve gelecekle bağlantısı ke
silmiş gibidir. jones 1 93 7 yılında yazdığı ve savaşı ele aldığı ki
tabıIn Paranthesis'in başlığını şöyle açıklar: "Bu çalışma 'In Pa
ranthesis' diye adlandırılmıştır zira yazarken bir çeşit ara boş
lukta -aslında nelerin arasında olduğunu tam da bilmiyorum
yazdım, bir şey yapmak için rotadan ayrıldığım bir sırada; ayn
ca biz amatör askerler için . . . savaşın kendisi bir parantez oldu
ğundan dolayı - 19 1 8 sonrası bu parantezin dışına çıkacağımız
için ne mutlu bize diye düşünüyorduk; bir de buradaki olağan
dışı varoluş tarzımız tümüyle paranteze alındığı için . " Başlan
gıçta geçmişle bir çeşit devamlılık vardı - "bir tür amatörlüğün
cazibesi, daha yüzeysel bir geçmişle bağ kurmayı sağlayan ki
şilik özellikleri için hareket alanı. " Ancak Somme muharebesi
tüm bunlara bir nokta koydu. Yeni askere alınanlar, aşina olun
mayan yüzlerin oluşturduğu sonsuz bir sel gibi gelirken, kayıp
larla yok olan ve yeni gelenlerle takviye edilen birliklerin kom
pozisyonu sürekli değişiyordu. jones'un hatırladığına göre top
atışı yapmayı öğrenmenin de sarsıcı etkileri vardı ve "yeni tek
nik ayrıntılara uyum sağlamak" ile birlikte düşünüldüğünde,
"zihnin yeni ve farklı bir yöne girmesini, farklı bir duyarlılığı"
gerektiriyordu. Savaşı geçmişle ilişkilendirebilmek için, kitabı
nın her bir bölümünün giriş sayfasında, üç yüz Gallinin Ingi-
421
liz Deira Krallığı'na akınlarını abideleştiren, 6. yüzyıla ait epik
bir Şiirden alıntılara yer veriyordu. Bu durumu açıklarken, "bu
şiirden belli 'metin' parçalannın seçimi tamamıyla hedefsiz de
ğildir zira bizi çok eski bir birliğe ve ırkların karışımına bağ
lar; adanın ortak bir miras olmasıyla aynca Roma'nın bir Avru
pa birliği olarak hatırlanmasıyla. " 1 5 Aslında bu alıntılar tabii ki
hedefsizdir: Savaş deneyiminin, bırakın 6. yüzyılı, hemen savaş
öncesi yıllarla bile çok az ba�ı vardır. Dolayısıyla savaş, geçmi
şi bugüne anlam kazandıran kesintisiz bir kaynak olarak gören
bir önceki yüzyılın tarihselci dürtüleriyle çelişir.
422
ğıydı, sonsuz lütuftu. İşte size bu mücevher; sevecen Doğa onu
dünün aşındırmasından koruyor; kendinizi bu büyülü zamana
bırakın. " 1 7 Joyce'un Ulysses'de şimdinin baskın gerçekliğinde ıs
rar etmesi, kısmen de olsa, savaş sırasındaki ezici gücünün ya
rattığı izlenimden olabilir. Savaşa yönelik olduğu açıkça anla
şılan bir göndermenin çeşitlemelerini nakarat gibi tekrar eder:
"Tüm uzamın harabeye döndüğünü, kınlan camlan ve yıkılan
duvarları duyuyorum ve zaman son bir kızgın alev. " 1 8 Zaman,
savaşta yanarken ışıldar ve bilinci sonsuz şimdide hapseder. Sa
vaşta zihinsel görüngüler konulu bir metinde, Hereward Carrin
gton, bir bilinç büzülmesi tarif eder. Bu büzülme cepheye yak
laşırken vuku bulur ve uzamsallığı çok dar bir görsel alana sa
bitler; zamansallığı da şimdiye odaklar. Asker, sivil dünyayı terk
ettiğinde her şey değişmeye ve büzülmeye başlar. "Karşılaştığı
herkes aynı konuyu , aynı biçimde, onun gibi düşünmektedir;
herkes aynı giyinir; herkesin düşüncesi aynı dar kanalda akar.
Artık fikirlerin çarpışması, karşıt düşüncelerin aktarılması söz
konusu değildir. Olağan sivil hayatın imge ve düşünceleri kade
meli olarak, hiç hissedilmeden soluklaşır; evle, evdeki eşle ve ar
kadaşlarla ilgili düşünceler bile hafızada giderek silikleşir ve ge
rilere atılır. Şimdi, yaşamsal şimdi, zihni işgal ve idare eder. " 1 9
Savaş öncesi şimdi anlayışını farklı kılan özelliklerden biri,
geçmişle gelecek arasındaki "kabul edilebilir" zamansal mesa
fesinin genişleyerek, geçmiş ve geleceği de kısmen içerecek bir
aralığa yayılmasıydı. Bergson'un duree'si, james'in uzamsal şim
disi, Husserl'daki geri yönelim ve ileri yönelimle oluşan çem
berler ile uzantılar ve Gertrude Stein'in kesintisiz şimdisi, bun
ların hepsi şimdi aralığının geçmişten geleceğe akışları içerdi
ğini ima eder . Bu kavramlaştırmalar aynı zamanda günler, ay
lar ve yıllarla ifade edilen hayatımızın önceyi ve sonrayı da kap
sadığını, yaşlandıkça zamandaki bu alanın genişlediğini anlatır.
Savaş , şimdiki anı zaman akışından soyutlayarak, böylesi bü
yük ölçekli genişleyen şimdi yaklaşımlarına ters düşer. Ancak
424
Temmuz Krizi sırasında diplomatların yaşadığı eşzamanlı
lık duygusu , milyonlarca askeri birleştiren kumanda zinciriy
le, elektronik iletişimle ve ayarlanmış saatlerle ayrıca olayların
yaygınlığının sağladığı manevi bütünlükle, savaş boyunca bin
lerce kez büyütülmüş halde yaşandı. Sürdürdükleri mücadele
ye, sonuç olarak, evlerindeki milyonlar şahitlik etti. Türlü çe
şitli olaylardan, neredeyse yaşandığı anda haberdar oldular, ga
zetelerde okudular, sinema salonlarında seyrettiler ve sürek
li tartışular. Avrupa, daha önce hiç olmadığı kadar fazla habe
ri işleyen bir iletişim ağına dönüşürken, bu ağ birbirinden çok
uzak yerlerde aynı zamanda gerçekleşen çok daha fazla sayıda
olayı ve çok daha fazla sayıda insanı kapsıyordu.
22 General Sir Edward Swinton, "A Sense of Proportion", Keegan, Face of Bat
tle, s. 26 1 .
425
Savaşta veya barışta zengin ve güçlü olanların gelecek duy
gusu , yoksul ve güçsüzlere kıyasla, daha sağlam ve aktiftir.
Yüksek refah, geleceğe kurulan köprüdür - insanları ve olayla
n denetleme, zor zamanlarda kendisine ve ailesine yetme, ge
lecek nesillerin esenliğini güvence altına alacak güven ve mira
sı yaratma, ölümsüzlüğe dayanak teşkil eden anıdan bina etme
ve kurumlan vakfetme gücüne sahiptir. Savaş sırasında gene
rallerin aşın kibri, bir sonraki saldınlanyla mutlaka kördüğü
mü çözeceklerine duydukları inanç, güçlü olan ve kendine gü
venenler ile geleneksel olarak emirlerimizi pasif ve itaatkar bi
çimde yerine getirenleri ayıran sınıf sisteminin içine doğan ne
sillerden kaynaklanır. Subay sınıfının geleceği kendilerinin ku
racağı beklentisi, generallerin geleceğe dair kalıcı kör inançla
rının başlangıç sebebi olan sınıf sisteminin katılığıyla birlikte,
savaş sırasında yok olur. Tender is the Night kitabında F. Scott
Fitzgerald, bu yok oluşun boyutlarını hikaye eder.
i
. Batı cephesi meselesi tekrarlanamaz, bu uzun süre mümkün
değil. Genç insanlar tekrar yapabileceklerini düşünüyorlar
, ama yapamazlar. tık Maıne muharebesini tekrarlayabilirler
ama bunu d ğil. Burada elinizden alınan dindir, yıllarca süren
bol ve büyü teminatlardır, sınıflar arasında öteden beri var
olan kesin n· kidir. Ruslaı ve ltalyanlar .bu cephede bir şey ya
pamadı. Ma evi anlamda tam bir duygusal donanımla, hatırla
yabileceğin· en de daha geriye gidebilmek gerekiyordu. No
el hatırla lıydı, veliahcın ve yavuklusunun kartpostalı ha-
1 tırlanmalıydı; aynca Valence'deki küçük kafeler ve Unter den
I Linden'deki bira bahçeleri ve Mairie'deki düğünler ve Derby'e
.
�
gidişler ve d denizin favcrileri . . . Bu bir aşk muharebesiydi -
1
orta sınıflan yüzyıllık aşlı burada tüketildi. 2 3
1
Baştaki, güveni kınlan cephedeki asker, yakın geleceği pasif
bir durumda yaşar, bir sonraki bombardımanın patlamasını ve
bir sonraki çığlığı bekler. Barbusse şöyle yazmıştır: "Savaş du
rumunda kişi hep bekler. Bekleme-aygıtları haline geliriz. O an-
23 F. Scott Fitzgerald, Tender is the Night, 1933; yeniden basım New York, 1962,
s. 57.
426
da beklediğimiz yiyecektir. Daha sonra postayı bekleriz. Ancak
hepsinin sırası vardır. Akşam yemeğiyle işimiz bittiğinde, mek
tuplan düşünmeye başlarız. Daha sonra da başka bir şeyi bek
lemeye koyuluruz. ''24 Barbusse'nin de ima ettiği gibi tüm savaş
larda beklenir ama burada özellikle pasif bekleme duygusu ha
kimdir ve bu uzun bir savunma savaşına dönüşür. Leed'in var
dığı sonuç şudur: "Siper savaşı, resmen desteklenen saldın aja
nı olarak askeri kimlik anlayışını, belki de daha önce veya son
raki herhangi tür bir savaştan çok daha fazla aşmdırınıştır. "25
Uzun menzilli silahlar, makineli tüfekler, siperler, dikenli teller,
insanları ağır stres koşullarında ve sınırlı alanlarda uzun süre
li hareketsiz hale getirmiştir. Ölüm tehlikesi karşısında olağan
tepki aktif saldırıdır; fakat siperdeki askerler pasif olmaya zor
lanmıştır. Onur kıncı koşullar, savaş nevrozunun ayırıcı özelli
ği olan bir çeşit "savunmacı kişilik" üretir. Bir psikiyatrın ifade
ettiği gibi sinirsel gerilim, bombalanırken eylemsiz durmak zo
runda olanlarda özellikle yıkıcı olmaktadır.26 Savaş nevrozuyla
ilgili araştırmasında W. H. R. Rivers tüm askerler içinde en az
sayıda zihinsel yıkımı pilotların yaşadığını tespit eder ve bu ger
çeği, kaderleri üzerinde aktif denetim duygusuna sahip olmala
rına bağlar. Bu tıbbi kayıtlar, balon gözcülerinin durumu ile ta
ban tabana zıttır. Cepheden yukarıya uzun iplerle bağlı, pasif
açık hedefler olarak asılı duran bu insanların zihinsel çöküntü
leri, fiziksel yaralarının sayısını aşar. Leed'in vardığı diğer bir so
nuç, askerler arasında cinsel iktidarsızlığa rastlanma sıklığının
yüksek olmasının, makineler ve kimyasalların hakim olduğu ve
ayırıcı niteliği beklemek olan bir savaşta takınmak zorunda kal
dıkları pasif tutumun diğer bir dışa vurumu olduğudur. Her şey
gizlenmeye başlayınca insanlar kaderlerine sığınırken, normal
de dışarıya yönelmesi gereken saldın alametleriyle birlikte, libi
dolarını da içselleştirirler.27
427
Pasif bekleme duygusu yakın geleceğe hakim olurken, uzak
gelecek, savaş sonrası, daha da uzak görünür. Barbusse, şimdi
ile gelecek arasında açılmakta olan ahlaki ve deneyimsel çatla
ğı daha 1 9 1 6'da görüyordu. Karakterlerinden biri "gelecek, ge
lecek! " diye haykırıyordu. "Geleceğin işi şimdiyi silip yok et
mek olacak, bu tahminlerimizin ötesinde bir silme olacak, iğ
renç ve utanç verici bir şeyi siler gibi. "28 "Öğrenmeye meraklı
zihnime gelip yerleşen ilk düşüncelerden biri, savaşın sonsuz
luğu duygusunun giderek hakim olmasıydı. Buradaki hiç kimse
savaşa bir son hayal edemiyordu" diye haurlıyordu Blunden. Bu
sonsuz dehşetin kan donduran alametlerinden biri hala hafıza
sında canlıydı: "Gelecekle ilgili ilk ipuçlarından biri, tuğla ve çi
mentoyla ev gibi sağlam inşa edilmiş bir makineli tüfek mevzi
inde kafama dank etmişti. "29 Bu ironide gerçeklik payı vardı zi
ra makineli tüfek hendekleri ve beton yer alu sığınakları savaş
boyunca sağlam kalırken, yıllar sonra da anıtsal nitelik kazandı
lar. Geleceğin uzaklığına dair öngörü, yıllar sonra yayınlanan ve
savaşın sona ermesiyle, "olağan" barış dönemi hayatının kaldığı
�
yerd n devam etmesi arasında geçen sürenin çok uzun olduğu
nu ve bazı gaziletin yeniden tıyum sağlayamadıklarını aktaran
anılarla doğrulan yordu. Ateşkesten yirmi yıldan uzun bir süre
sonra Henri Ma · şöyle söy1üyordu: "Evet, bizim gençlik evi
miz savaştı. Sav la yaratılmıştık, savaş üzerimize yığılmıştı ve
gerçekte başka hi bir şey yapmamıştık. "30 1 920'lerde bazı Ame
rikalı gaziler, A pa ile Amerika arasında bir oraya bir buraya
göç edip duruyor .ardı ve böylelikle yeni bir bağ kurma anlayışı
gelişdrmeye, zamandaki hayat yolculuklarının sürekliliğini ye
niden! kurmaya çalışıyorlardı. Hemingway'in yaşadığı ve A Mo
j
vable Feast'de hii ye ettiği hareketlilik, kayıp zamanın izinden
�
gidebilmek için v zamanın al«şına yeniden ayak uydurabilmek
için, '1kayıp kuşağı" arama amacını taşıyordu.31
28 Barbusse, Under Fire, s. 257.
29 Blunden, Undertones, s. 30.
30 f f
Henri Massis, "The War We Fought" , Promise o Greatness: The War o 1 91 4-
1 91 8 içinde, yayına hazırlayan George A. Panichas, New York, 1968, s. 204.
31 Ernest Hemingway, A Movable Feast, New York, 1964; Malcolm Cowley, Exi
le's Retum, New York, 1934.
428
Savaş, yakın geleceğe doğrudan geçişi kapatmış ve herkes
için, hatta Fütüristler için, şimdi ile uzak gelecek arasına ka
ranlık bir uçurum açmıştı. Geçmişi yok etmek, ayrıca yeni ve
sonsuz, yaratıcı bir varoluş tarzını kurma arzularını yerine ge
tirebilmek üzere, ilk başta yaklaşmakta olan savaşı olumlu kar
şıladılar. 1 9 1 4 Martı'nda Marinetti, "geometrik ve mekanik ih
tişamın" güzelliğini ilk kez bir dretnot'un* güvertesinde fark et
tiğini yazıyordu . "Geminin hızı, savaş benzeri durumlar için
mermi yollarının kıç güvertesi seviyesindeki soğutma havalan
dırmaları, amiralin aşağıya gönderdiği emirlerin tuhaf canlılığı
zihnimde birden hayatiyet kazandı, artık kaprisleri, sabırsızlık
ları, hastalıklarıyla insan yoktu , çelik ve bakır vardı. Tüm bun
lar geometrik ve mekanik ihtişamı yayıyordu . Dörtlü taret to
punun ateşlemesinde, önce mermi yolundan şarjöre inen, ora
dan taret topunun arkasına uzanarak nihai ateşlemeye varan
elektrik akımının şiirselliğini dinledim. "32 Bu vahşi coşkuyu ,
savaş yanlısı manifestoların seçkisini ve İtalyan müdahalesine
çağrı yapan bazı broşürleri yayınladığı 1 9 1 5'e, savaşın ilk ayla
rına kadar korudu. War, The World's Only Hygiene ( 1 9 1 1 - 1 9 1 5
arasında yazılmıştır) kitabında, savaş aracılığıyla Fütürist he
deflere ulaşılmasına dair umutlarıyla ilgili methiyeler düzüyor
du. Ancak savaşın gürültüsü , keskin çıkan sesini bastırdı, savaş
"hijyeninden" duyulan sevinç, siperlerin kirine bulandı ve kı
sa süre sonra da grup zayıfladı ve dağıldı. Boccioni ve Sant'Elia
öldürüldü, Marinetti ve Russolo ağır yaralandı ve diğerleri de
kargaşada kayboldu. Savaşın, gelecekle ilişkilerini tahmin edi
lemeyecek ölçüde kesmesi ironikti - Fütürist hareketin idealle
rini gerçekleştirerek, geçici sanat isteklerini yerine getirerek ve
her tür ortodoksiyi reddederek, hareketi yok etti.
Birinci Dünya Savaşı, savaş öncesi hız anlayışının zirvesiy
di. Temmuz Krizi boyunca olguların temposunda ve orduların
arazide dağıldığı harekat sırasında hız kaçınılmazdı. 6 Ağustos
429
19 14'te, 1 1 bin tren ile 3 . 1 20.000 kişilik Alman birlikleri Ren
nehrinin ötesine nakledilmeye başlandı. Schlieffen Planı'nın
başarısız olma nedenlerinden biri ilk baştaki başarısıydı. Birlik
lerin nakli planlanan zaman tablosunun önüne geçerken, ikmal
malzemelerinin temposu bu duruma ayak uyduramamıştı. 33
Aynca Fransızlar, birkaç ani bozgun yaşasalar da ordularını da
ha önce görülmemiş bir hızda konumlandırdılar. Ağustos ayın
daki ilk çarpışmalar için 4. 278 trenin taşıdığı 2 milyon Fransız
askeri araziye dağılmıştı ve sadece on dokuz tren gecikmişti. 34
Bir kez sipere giren insana savaş uzun ve monoton görünse de,
filli çarpışmalar tarihteki her şeyden daha hızlıydı aynca şarjör
lü silahların yaygınlığıyla, hızlı ateşlenen toplarla -hızlı öldür
menin simgesi- ve tüm ölüm ve yaralanmaların yüzde sekseni
nin sebebi olan makineli tüfeklerle kökten yenilenmişti. Som
me Savaşı'nın ilk günü olan l Temmuz'da, Britanya'nın ölü ve
yaralıları 60 bin idi ve 21 bin kişi öldürülmüştü. john Keegan,
bunların büyük bir çoğunluğunun saldınnın ilk bir saati için
de ölpürüldüğünü tahmin ediyordu; belki de ilk birkaç dakika
sı içihde. 35 Savaş ,dehşetli hız rekorları kınyordu.
00
i i
zr
Stein'in Kübist etaforu, savaş öncesi u m anlayışı ın ve bi- *
çim, mesafe ve y - n tarzlarımn türevi ol4n savaşın uızamsallı
ğının nitelenme ine uygun düşer. Savaşın, "Bir adamın baş
l
1
ka adamlar taraf ndan çevrelendiği bir kompozisyon olmadı
ğı" yqmündeki düşüncesi, savaş öncesinin perspektivizm felse
fesinj haurlaur. ürkiye ve Akdeniz'de bir cephe vardır; Doğu
ve Batı cepheleri ardır, İngiliz Kanalı'nda ve Atlantik'�e donan
,
malar karşı karşı adır; gökyüzünde bombalamalar ve it dalaş
ları viıku bulur. Batı cephesi lsviçre'den Kanal'a kadar yılan gi
bi kıvrılırken, bu hat boyunca muazzam ordular savaş düzeni-
33 Yüzbaşı B. H. Lidell Hart, The Real War 1 91 4-1918, 1930; yeniden basım New
York, 1964, s. 54.
34 Alistair Home, The Price of Glory: Verdun, 1 91 6, New York, 1967, s . 16.
35 Keegan, Face of Battle, s. 255.
430
ne geçerler, kah düşman birliklerini yararken kah kendi birlik
leri yarılır; tıpkı Kübist bir manzara gibi. Kumandanın rolü ko
nusunda Schlieffen'in kendi öngörüsü, hem olup bitenin doğru
bir yorumu hem de Stein'in imgesine dair esrarlı bir önsezidir:
36 Alfred von Schlieffen, "Der Krieg in der Gegenwart" , Cannae, Bedin, 1925, s .
278, aktanldığı kaynak Hajo Holbom, "Moltke and Schlieffen: The Prussian
Gennan School", Makers of Modem Strategy, yayına hazırlayan Edward Mead
Earle, Princeton. 1969, s. 194.
431
zar günlerinden Napolyon dönemine kadar, tek bir General'in
kişisel işi olan eski muharebe türünün tümüyle yok oluşunu"
görüyordu. 37 Bu savaşta muharebe alam yüzlerce mile geniş
lemişti, askerleri araziden ayırmak çok zordu ; aynca silahlar
ve siperler gizlenmişti, general de genellikle muharebe bölgesi
nin çok uzağındaydı. Schlieffen, Le Bon ve Stein modem sava
şın anlaşılabilmesi için çoklu perspektifin gerekliliği konusun
da hemfikirdiler.
Savaş kompozisyonunda "bir köşenin diğer bir köşe kadar
önemli olduğu" saptaması, muharebeler arasında tek bir odak
noktasının olmamasını ve olayların aynı anda geliştiğini ima
ediyordu. Bunun tersine , birey asker için güvenlik ve tehlike
arasında yaşamsal bir sınır vardı ve bombalanan köşeler tabii ki
diğerlerinden daha önemliydi. 38 Ancak farklı bir bakış açısın
dan, Kübist resimde olduğu gibi bu savaşta da tüm uzamlar eşit
değerdedir, zira boş uzam bile kurucu öğe olarak özel bir an
lam kazanır; iki düşman hat arasındaki boş (tarafsız) bölge, po
zitif-negatif uzamı oluşturur.
�
D man siperleri arasındaki, bazı noktalarında elli ya da yüz
yard�ya da düşeni birkaç bin yardalık mesafe, savaşın yol açuğı
ıssızlaşmayla dalı da önemli :ıale gelir. Issız topraklar boşlukla
-kimsenin olma ı gereken yer- eş anlamlı hale gelir. Bom
baların etkisiyle ukurlar açılmış, çürüy�n cesetler 11edeniyle
berbat kokan, ça ur ve gazla sıvanmış, zehirli bir çö t hiçliğin
ölü ve tehditkar nginliği. Ancak yine de olağandışı bir önem
kaza�mış, onun i in savaşan1ann cesetlerinin yığıldığı yer. Sı
rasıyl.k çıldırtıcı bir gürültüye ve sinir bozucu sessizliğe mekan
olur. Telefon hat rı cepheye gelir ve orada durur: Orada bir as-
37 Gustave Le Bon, Psychology <( the Great War, Londra, 1916, s. 284-285.
38 Sosyolojik "alan kuramının" kurucusu Kurt lewin, 1 9 1 7 yılında savaş mıntı
kası "fenomenolojisini " yazarak, rum savaş bölgesinin farklı bölümlerine öz
gü nitelikleri araştırdı ve belirli bölge veya yönlere, tehlikeye yakınlıklarına
bağlı olarak, farklı değerler atfetti. Bkz. "Kriegslandschaft" , Zeitschrift für an
gewandte Psychologie, 1 2 , 1 9 1 7 , s. 440-447. Paul Fussell savaş deneyimine
egemen olan "bütünsel dikotomiyi" tanımladı: "Araziyi bilinen ve bilinme
yen, güvenli ve tehlikeli diye keskin biçimde ayırmak, savaşan birinin asla ta
mamıyla kaybetmediği bir alışkanlıktır . . . Savaşın miraslarından biri, bu basit
ayırma, sadeleştirme ve zıtlaştırma alışkanlığıdır. " Bkz. The Great War, s. 79 .
432
ker, sessizlikte aniden kaybolabilir. The Void of War kitabında
Reginald Farrer, Somme muharebe alanında şahit olduğu "ka
labalık boşluğu" betimler; her bir yerleşim izi, onun "kocaman
lanetli yalnızlık" duygusunu artırmaktadır. "Belki de tam ola
rak boş diye adlandırmamalıyım" diye yazar, "kastettiğim da
ha çok 'boşlukla dolu' olduğu; gerçekte boş olmayan bir boş
luk. Burada baştan sona bir kimlik var ve ben ülkenin bu par
çasını bir manzara olarak değil ama bir kişilik gibi görüyorum. "
Farrer başlığındaki ironiyi şöyle gerekçelendirir. "Savaşın boş
luğu mükemmel bir isim ! Bu yerlerin bütünüyle hırpalanmış
ve mahvedilmiş, açıkça cansız ve terk edilmiş. olduğu anlamına
geliyor: Yine de askeri hayat burada biteviye uğulduyor. "39 Ateş
altındaki asker için bu ıssız alanlar, güvenlik ve tehlike bakı
mından düzgün çizilmemiş, düzensiz bir dama tahtası gibi bö
lünür ve bir santimetrekarelik bir kayma, yaşam ya da ölümün
belirleyicisi olur. Ancak uzaktan bakıldığında her bir köşesi di
ğeri kadar önemlidir. Evlerin, ağaçların ve yolların havaya uçu
rulmuş olması tekdüze geniş bir enkaz yaratmıştır. Conrad'ın
kitabında "karanlığın yüreği" nasıl Kurtz'u ayarttıysa, büyük
boş uzam da askerleri ve orduları ayartmıştır. Bu bir dehşettir
fakat aynı zamanda savaşın ne anlama geldiğini gösterir. Onun
üzerinde sınıf, rütbe ve ulus farkı ortadan kalkmıştır; Birinci
Dünya Savaşı, hiyerarşik ayrıcalık yapılarına, katılanların bek
lentisinin çok üstünde bir darbe vurmuştur.
00
Issız alan aynı zamanda bir cephedir, bir zamanlar savaşla ku
tuplaşmış ve ayrılmaz biçimde iç içe örülmüş iki dünya kutbu
arasındaki kalıcı onanın hattıdır. Yüzlerce savaş anısını oku
duktan sonra Leed şöyle söyler: "Savaş anısı yazanlar arasın
da şaşırtıcı sayıda insan, ıssız alanların zihinlerindeki en inat
çı ve rahatsız edici imge olduğunu belirtiyor. Bu kavram, sos
yal sınırların ötesine gönderilmiş olma , bilinen ile bilinme
yen, tanıdık ile tekinsiz olan arasında kalma deneyiminin özü-
39 Reginald Farrer, The Void of War, Boston, 1918, s. 62, 148.
433
nü yakalıyor. "40 Savaş sırasında ıssız alanlarda yaşanan psiko
lojik parçalanma, dağılmış biçimler dizisinden -ulusal sınırlar,
siyasal sistemler, toplumsal sınıflar, aile hayatı, cinsel ilişkiler,
mahremiyet, ahlaki zorunluluklar, dini inançlar, insani duyar
lılıklar- sadece biridir. Savaşın biçimi de daha önce yaşananla
ra benzemez; çünkü siperler sabit istihkamın yerini alrtıış, mu
harebeler üçüncü boyuta taş:nmış ve kamufle edilmiş makine
ler çevreleyen araziyle karışmıştır.
Gertrude Stein, kendi Kübist metaforunu bir kez daha doğ
rulayan diğer bir önemli hadiseye değinir. "Savaşın başında
Respail Bulvarı'nda Picasso ile birlikteyken, ilk kamufle edil
miş askeri aracın geçişini gördüğümüzü çok iyi hatırlıyorum.
Akşamdı, kamuflajı duymuştuk ama henüz görmemiştik. Pi
casso ilk karşılaştığı anda çok şaşırdı ve bunu yapan biziz , bu
Kübizm diye haykırdı. "41 1 9 . yüzyıl orduları, onları araziye sü
ren hükümetlerin azametinin belirtisi olarak parlak renklerde
giyiniyorlardı. Çarpıcı mavi, kırmızı ve beyaz giysilerin, saldı
ran qrdudaki refahın, zarafetin ve disiplinin alameti olduğu ve
düşrbam korkut�uğu . düşündürdü. Ancak birkaç yüz yardalık
isabet mesafesi an tüfekten iki bin yardalık mesafesi olan ar
kadan dolma sil hlara geçilhce ve makineli tüfeklerin mermi
ile geniş bir alan tarayabilınesiyle ateş gücü artınca, parlak ve
renkli üniformal r ile yakın '\'e düzgün yejrleşim düze�leri, inti
harla eş anlamlı le geldi. Boer Savaşı'ndan sonra Britanya ha
ki renge döndü; irinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Alman
lar Ppısya mavis· den kır rengine· geçti. Ancak Fransız askerler
1
i
1 9 1 yılında hala ikinci imp,ratorluğun kırmızı kasket ve pan
tolonunu giyiyo ardı. General Messimi bu kıyafeti değiştirme
ye çalışsa da ord i önce, askerlerinin donuk ve toprali rengi kı
yafet:).er giymele ni reddetti. "Kırmızı pantolondan vazgeçmek
mi ? " diyordu Savaş Bakam M. Etienne, "Asla ! Le pantolon rou
ge c'est la France. "42 Ağustos ve Eylül kıyımlarından sonra, baş
ta Fransız askerlerinin çevreyle uyumlu renklere bürünmesine
434
karşı çıkan kibirli ve hiyerarşik düşünceli subaylar, şimdi he
vesle onlan görünmez yapmanın bir yolunu anyorlardı. Pont
a-Mousson topçu birliğinde telefoncu olarak görev yapan Gui
rand de Scevola, topu, toprak rengiyle bezenmiş bir ağın altına
gizlemeyi düşündü. Mame Savaşı'ndan kısa bir süre sonra Gui
rand, Marshall joffre ve Cumhurbaşkanı Poincare'yi bu düşün
cesine ikna ederken, askerleri ve askeri teçhizatı saklamak için
sistematik olarak teknikler geliştirmek üzere ilk kamuflaj biri
mi Fransız ordusunda oluşturuldu. Kırmızı şapka ve pantolon
da terk edildi ve yerini ufuk mavisi yeni üniformalara bıraktı.
Picasso'nun Guirand de Scevolo'dan haberdar olduğu konu
sunda bir fikrimiz yok ancak Guirand, Picasso'nun çalışmalan
nı biliyordu. Şöyle söylediği aktanlıyordu: "Nesnelerin biçimi
ni tümüyle bozabilmek için Kübistlerin onlan ifade etmek için
kullandıkları araçlan kullandım - bu sayede daha sonra, hiç
gerekçe göstermeden, kendi birimimde [ kamuflaj ] ressamlar
çalıştırdım. Bu ressamlar, sahip olduklan çok özel vizyon sa
yesinde, nasıl olursa olsun her çeşit biçimi niteliksel olarak de
ğiştirme yeteneğine sahiptiler."43 Savaş sonunda kamuflaj biri
minde, büyük silahlan ve bazı dikkat çekici nesneleri gizlemek
üzere, (Forain ve Segonzac gibi önemli sanatçılar da dahil) üç
bin kamuflajcı çalışıyordu . Simgeleri de bukalemundu.
Kamuflajın bulunması ve gelişmesi üzerinde Kübizm'in doğ
rudan etkisi olduğu düşüncesi, Picasso tarafından ifade edil
memiş olsaydı dahi, tarihte neredeyse aynı anda vuku bulan ve
benzer kültürel işlevler gören bu iki fenomen arasında dolay
lı bir bağ olduğu yine de düşünülebilirdi. Nesneleri resim uza
mında, askerleri ve silahlan savaş meydanında ya da biraz yo
rum katarak sınıflan toplum içinde kurgulamanın en iyi gele
43 Andre Ducasse, jacques Meyer, Gabriel Perreux, Vie et mort des Franı;ais,
1 91 4-19 1 8, Paris, 1962, s. 5 10-5 1 1 . Bu referans ve Kübizm ile kamuflaj ara
sındaki doğrudan bağlanu konusunda beni uyardiğı için Theda Shapiro'ya
borçluyum. Theda Shapiro, Painters and Politics: The European Avant-Garde
and Society, 1 900-1 925, New York, 1976, s . 139-140.
43 5
!eneğinin reddi anlamına geliyordu. Dolayısıyla resimsel nes
nelei gibi birlikler ve ağır silahların da öne çıkarılması, modası
geçmiş gelenekler yüzünden değil sadece gerekli oldukları za
man söz konusu olmalıydı. Kübizm ve kamuflaj , eski hiyerar
şileri ortadan kaldırarak, fiil1 koşulların gereklerine uygun bi
çimde dünyayı hiyerarşik anlamda yeniden yapılandırmaya ça
lışıyordu.
Kamuflaj düşüncesi hızla yayıldı. 1 9 1 7 yazında Ingiltere'de,
zaman zaman Fransızların destek olduğu kamuflaj fabrikaları
vardı. Fransız ressam Andre Mare, kamuflaj örüntülerini res
mettiği bir defter tutuyordu ve bunları destek amacıyla Ingi
lizlere gönderiyordu . 1 9 1 Tde Ingiliz Donanma Subayı Nor
man Wilkinson, gemi yanlarına keskin zıt renklerle geomet
rik desenlerin çizildiği bir trompe-l'oeil kamuflaj tekniği geliş
tirerek, periskopla bakıldığında gemilerin ne büyüklükte ol
duğunun ve hangi yöne gittiğinin saptanmasını zorlaşurdı. Al
manya'nın kamuflajı (Tamwıg) kullanması 1 9 1 6 yılı başların
dadı� ve Verdun muharebesinde kullanılacak Alman silahları
nın drtülmesi için hazırlanan kamuflaj ağ ve brandalarını boya
mak için Alman dışavurumaı ressam Franz Marc görevlendi
rilmiştir.44 Ame ka'da kamuflaj genellikle gemilerde uygulan
dı ve hayvanları koruyucu doğal renkleri üzerine yapılan ya
kın dönemdeki tırrnalarian esinleniyordu.45 Gertrude Ste
in, kamuflaj des nlerinin faıklı ulusal niteliklerini yorumladı
ancak vardığı so . uca göre, ulusal farklar olmasına karşın hepsi
44 Mare'nin önemli çahşmalannın bazılan Desseins faits aux armtes par Andrt
Nt are kitabında yer alır, yayına hızırlayan j.-A. Gonon, Paris, tarih yok. Marc
için kaynak, Hodte, Price of Glorı, s. 13. Aynı zamanda bkz. Cari Nordenfalk,
� j
t
" Camou ge um!ı Kubismus" , I<unstgeschichtlic�e Gesellschaft
zungsbenchte, N. . Heft, 27, 198L , s . 9- 1 1 . 1
Berlin, Sit-
45 Bunun tartışıldı ı bir kaynak olırak bkz. Roy A. Behrens, " Camouflage Art
and Gestalt" The North Americ4n Review, Aralık 1980, s. 9- 18 ve onun en
önemli kaynağı: Robert F. Sumrall, "Ship Camouflage (WWI) : Deceptive
Art" , U. S. Naval Institute Proceedings, Temmuz, 197 1 , s. 55-77. O dönemde,
doğal koruyucu renklerle ilgili en önemli çalışmalar Abbott H. Thayer'inki
lerdi, özellikle de kapsamlı kitabı Concealing Coloration in the Animal King
dom, 1 909. Behrens aynı zamanda, "Zeitgeist [dönemin ruhu ) ispatı" olarak,
Kübizm ve kamuflajı olabildiği ölçüde Gestalt psikolojisiyle ilişkilendiriyor
du.
436
birden "bütünsel sanat kuramının" -Kübizmi kast ediyor- "ka
çınılmazlığını" gösteriyordu .46
Kamuflaj , nesne ile arka planı arasındaki geleneksel görsel
sınırları ortadan kaldırırken, büyük muharebelerde zincirle
rinden boşanan muazzam ateş gücü de daha önce hiçbir sava
şın yapmadığı biçimde araziyi parçaladı. Müstahkem mevkiler
yerle bir oldu , evler havaya uçtu , kraterler açıldı, küçük tepe
ler düzlendi, nehirlerin önü tıkandı ve yatağı değişti, yollar ba
taklığa dönüştü . Dikenli teller yeryüzünü kumaş gibi dikti. Şe
hirlerde, bedenler kırık camların ve yıkılan duvarların alunda
eziliyordu . Kırsal alanda insan parçalan ağaçlara ağaç parçalan
insanlara saplanıyordu , kabus gibi bir Kübist manzaraydı. Bar
busse, savaş alanının renkli bir portresini çizdi.
437
Zeminde zikzaklar çizerek ilerleyen siperler, cephenin sü
rekli değişen yüzeylerinin ana hatlannı belirliyor, gerideki as
keri operasyon alanlannı da birbirine bağlıyordu.48 Düşmana
en yakın cephe hatundan 1$IZ topraklara uzanan sığ yollar, en
ileri gözlem noktalanna, bomba atma noktalanna ve makine
li tüfek mevzilerine gidiyordu. lki yüz yarda geride destek hat
u vardı ve burada insanlar 2amanlannın çoğunu toprak duvar
larla bölünmüş yer altı sığınaklannda ya da tüm bombalama
lara karşı güvenli, otuz feet derine kadar inen bölmelerde geçi
riyorlardı. Buradan birkaç yüz yarda geride ihtiyat hattı vardı
ve dikey iletişim siperleri her üçünü birbirine bağlıyordu. Bir
kaç yarda arayla meydana getirilen çaprazlann yarattığı girinti
ler, saldın sırasında sipere girebilecek bir düşman askerinin si
per boyunca ateş etmesine engeldi. Kuşbakışı görüntüsüyle si
per ağının içinde bulunduğu bölge, düzensiz geometrik şekil
lerden oluşan Kübist bir kompozisyonu andınyordu.
Diğer bir kınlma, eski biçimsel muharebe hattı kavramın
da yaşandı. Geçmiş savaşlarda zaferin ölçütlerinden biri, mu
4
ha be hattını taraflardan birinin ne kadar tuttuğuydu . Aris
tokfat Avrupa' ' sosyal hiyerarşiyi düzenlemek için sınıf hal
lan ne anlama liyorsa, sa,aşta da cephe oydu. Hatun gerisin
de her bir asker yer vardı ve: iyi örgütlenmiş bir orduda her as
ker yerini biliyo ve orada kalıyordu. Ancak modem cephe hat-
' 1
48 Siperlerin betimlendiği bir kaynak için bkz. Keegan, Face of Battle, s. 209;
Fussell, The Great War, s. 4 1 ; Theodore Ropp, War in the Modem World, New
York, 1967, s. 247.
438
savunma" , "merkezdeki bir kişi" otoritesini yıkarak daha çok,
otoritenin ve inisiyatifin dağıtılmasına dayalı hale geldi.
Savaş sanatındaki bu yapısal değişim -derinliğine savunma
ile resimdeki tek bakış açılı perspektiften Kübizm'in çoklu ba
kış açısına geçiş arasında çarpıcı bir analoji vardır. Leed'in ye
ni stratejiye dair betimlemeleri Kübizm ile diğer bazı paralel
likler kurar. "Derinliğine savunma" diye yazar, "bütünlüğün
parçalara ayrılmasıdır, açık ve geometrik bir yapının kınlma
sıdır, bölüğün küçük ve bağımsız takımlara, savunma birim
lerine dağılmasıdır. "49 Yine de eski yapıların terk edilmesi ko
nusunda isteksizlik vardır. 1 9 1 8 gibi geç bir tarihte, Alman as
ker Emst junger şunu istemektedir: "Tüm savaş boyunca , ta
rihsel ve disipline ilişkin nedenlerle bir türlü ilişkimizi tam an
lamıyla kesemediğimiz hat düşüncesi ile bağlarımızı, geri dö
nülmez biçimde koparmalıyız . . . Doğru resim, düşmanın şu ve
ya bu noktasından yarılacağı ve dört bir yanını saran ateşle der
hal toprağa gömüleceği bir ağdır. " 50 Hattın, savaşta ve resimde
iki ayn alemi ayıran bir sınır olduğu düşüncesi dokunulmazlı
ğını kaybetti. Her iki sanat da gerçekliğin çok anlamlılığını ve
muğlak sınırlarını hesaba katan yeni bir kompozisyonu benim
sedi. Kübistler tüm resim yüzeyinin estetik değerini bütünleş
tiren yeni bir arayışa girdiler; savaş ise sınıf, rütbe, meslek ve
ulus gibi bambaşka öğeleri bir araya getirerek, geleneksel hiye
rarşik aynmlan düzledi. Tek tip haçlar toplu mezarların üzeri
ne geometrik gölgeler düşürüyordu - savaşın sosyal eşitleyici
liğinin son bir hatırası.
Bir konuda uluslararası derin bir anlaşmazlık vardı. Pasa
portlar yeniden kurumsallaştı, sınırlar kapandı, ordular sava
şa hazırlandı ve ulusal bilinçler propagandayla kutuplaştırıldı.
Yine de Avrupa, hiçbir zaman, Büyük Avrupa Savaşı'nda oldu
ğu kadar birbiriyle derinlemesine ve bütünüyle ilgili olmamış
tı. Daha fazla uluslararası seyahatin gerçekleşmesi -izinle ol
masa da seyahat seyahattir- ironikti. 1 9 14 yılı Ağustos ve Eylül
439
aylarında Fransa ve Rusya'ya daha önce böylesine kısa sürede
hiç olmadığı kadar Alman gitti ve işgalci ordunun askerleriyle
düşmanları arasında, sivil ve askeri, her çeşit iletişim mevcuttu .
Avrupa'nın bilinci orduları gibi birbirine kenetlenirken, 1 9 1 4
Noel'i sırasında düşman birliklerin ıssız topraklarda dostça bir
araya gelmesinde olduğu gibi, açıkça pozitif bir duygu bile söz
konusu olabiliyordu. Çamur, bitkinlik, acı ve ölüm ulusal hat
lar boyunca askerleri ayıran nitelikleri süpürdü; aynca farklı
ülkelerdeki siviller arasında, yoğun ve doruk noktasına ulaşan
bir birlik duygusu hakimdi, tıpkı 1 9 1 4 Ağustosu'nun başında
Avusturya'da olduğu ve Zweig'ın anlattığı gibi:
Daha önce hiç olmadığı bir biçimde, binlerce yüz binlerce in
san, banş zamanında hissetmeleri gereken birbirlerine bağlılı
ğı hissediyorlardı. lki milyonluk bir şehir, yaklaşık elli milyon
luk bir ülke o anda dünya tarihinde rol aldıklarını hissettiler;
bu asla tekrarı olmayacak bir andı ve her biri son derece kü
çük benliğini bırakarak coşkun kitleye katılmaya çağınlıyor
du ve orada tüm bencilliğinden arınacaktı. Tüm sınıf, rütbe ve
dil farklılı lan, herkesi saran kardeşlik duygularının akıntısın
da kaybol p gitti . . . Her birey kendi egosunun coşkusunu yaşa
dı, artık g çmişin yalıtıhnış kişisi olmaktan çıkmıştı ve kitleye
katılmıştı; Ikın bir parçasıydı ve kiı;nliği, şimdiyt; kadar fark
edilmeyen kimliği bir anlam kazanm�tı. 5 1
441
vaşın diğer bir sahnesindeki patlama, düşmanın stratejik kana
dına tarihi bir saldırıya tekabül edebilir. " 54 Telefon, telsiz, oto
mobil ve uçak (aynı zamanda telgraf ve demiryolları) sayesinde
savaştan önce mesafelerin kıc;alması, savaş sırasındaki muhare
beleri ve içerdiği mesafe deneyimlerini dönüştürdü. Yeni silah
lar, düşman askerler arasındaki uzamı genişletirken; elektro
nik iletişim, eşgüdümlü operasyon birimleri arasındaki ve su
baylarla emri altındaki askerler arasındaki mesafeyi uzattı. Bi
rinci Dünya Savaşı birkaç açıdan benzersiz bir biçimde uzun
erimli olmuştur.
Napolyon çağının namludan dolma geniş ağızlı tüfekleri bir
veya iki yüz yardalık öldürücü menzile sahipti. Birinci Dün
ya Savaşı'nda kullanılan dar ağızlı kuyruktan dolma tüfeklerin
attığı küçük çaplı mermilerin öldürücü menzili 1 .800 metre
dir ve alçak uçuş yolu nedeniyle kat ettiği mesafede daha öldü
rücüdür. Savaşta kullanılan ağır topların menzili azami 8 . 200
metredir ancak etkin olduğu mesafe 3 . 600-4. 500 metredir zira
f
dah uzak mesafelerde gözcülerin vuruş noktasını tam olarak
görmesi ve ha ryaya telefonla düzeltme bildirmesi genellik
le imkansızdır. olayısıyla top mermileri siperdeki ve hatların
gerisindeki top ların görüş alanının dışına düşer ve öldürür.
Bir saldın anın hücum eden askerler, yaylım ateşiriin meyda-
' 1
443
mesajla Almanya'ya karşı savaşın başlanlması emri verilir. Er
tesi!! gün akşamüzeri saa t 5 .JO'te Alman telsiz istasyonu , 2 bin
mil yarıçapında bir alandaki Alman gemilerine tarafsız limanla
ra sığınmaları emrini göndermeyi başarmış ve böylelikle Alman
ticaret filosunun büyük bir bölümünü kurtarmıştır. 58
Çok uzak mesafelere gizli telsiz mesajları göndermek teh
likeli de olabiliyordu . Ağustos l 9 l 4'te Rus ordusu üslerinden
uzaklaştıktan sonra, şifresiz mesajlar göndermek zorunda kal
dılar zira kadroların da kodlamacılar ve kriptocular mevcut de
ğildir. Tannenberg yakınlarında manevra yaparken Almanlar
bu mesajları almaya başladılar ve Rus ordusunun bir bölümü
nün, bölgedeki diğer Rus birliklerinin müdahale tehlikesi ol
madan kuşatılıp alınabileceğini öğrenen General Ludendorff,
bu bölüme saldırma cesaretini buldu . Alınan mesajlar her ak
şam saat 1 1 . 00'de General Ludendorff a rapor ediliyordu ve
eğer geç kalırsa kendisi şifre çözme birimine giderek bunları
doğrudan alıyordu. 59 Bu benzersiz haber kaynağına ulaşılmasa,
Taıırnenberg'de kazandığı gerkemli zafer (92 bin asker esir alın
mışbr) mümkün olamazdı.
l
ıı
lar ehenneme çıkıyor.n60 Y�tay yönler niteliksel olarak geçmiş
f
savaşlardan fa lı değildir, fakat dikey yönler farklıdır. Deniz
savaşları deniz tılar nedeniyle ilk kez �şağı-yukan : ekseninde
.
gerçekleşir ve ara savaşı yer altı sığınaklarına, siper yatak ve
galerilerine itilir. Savaşın yönsel oryantasyonu bakımından en
ayırt edici değişim yukarı doğru olandır.
444
1 9 1 7 Temmuz ayında London Times yazan Lovat Fraser şöy
le diyordu: "Eğer bana insanlığın geleceği için geçen yılın en
önemli olayı nedir diye sorsalardı, Rus Devrimi demezdim,
kutsal bir amaç için Birleşik Devletler'in sert müdahalesi de de
mezdim. Bu olay, tek bir Alman uçağının geçen Kasım'da tam
öğle saatinde Londra üzerinde uçuşudur." 28 Kasım 1 9 1 6 tari
hinde bir Alman uçağı Londra'nın Batı yakasına altı bomba bı
raktı. Bir fırının bacası yıkıldı, bir ahır çöktü , bir müzik salonu
nun soyunma odası tahrip oldu. Bir gazetenin yazdığına göre
"Eccleston Mews'da bir Arnavut kaldırımı taşı kınldı."61 Savaş
la geçen iki yıldan sonra bu kadar hasar, görmezden gelinebilir
di ancak haberin kusursuzluğu başka bir şeyi anlatıyordu - hal
ka ve şehirlere yönelik, karşısında savunma yapmanın müm
kün görünmediği bu yeni tür savaşın yarattığı endişeyi. Alman
ya, bir Zeppelin'den bıraktığı ve dokuz kişinin ölümüne neden
olan on üç bombayla 6 Ağustos 1 9 14'te hava bombardımanına
başladı. 29 Ağustos'ta bir Alman Taube'si* Paris'i bombalamaya
başladı ve bu durum, savaş boyunca belirli aralıklarla tekrarla
nırken küçük hasarlara yol açtı. Alman savaş uçakları 1 9 1 4'ten
itibaren Britanya kıyılarına düzenli olarak birkaç küçük bomba
bırakıyordu; ancak Londra saldırısıyla birlikte bombalamaların
sayıca ve etki bakımından yoğunluğu arttı.
Uçaklardan şehirler yoğun biçimde ve düzenli olarak 1 9 1 7
yılında bombalanmaya başladı. Uçaksavarlar, baraj balonları,
gözlem noktalan, dinleme cihazları, projektörler, ses bomba
lan, sirenler, havadan-yere ve yerden-havaya telsizler ( 1 9 1 ?'de
geliştirildi) askerlerin yam sıra sivil personelin de meşguliye
tini gerektiriyordu. Londralılar, Gotha bombardıman uçakları
bombalan bırakırken bile, tehlikeyi göze alıp sokakta kalıp on
ları izlediler. 13 Haziran 1 9 1 7 saldırısıyla ilgili bir rapor, insan
ların nasıl büyülendiğini betimliyordu: "Düşman uçakları bu
lutların arasında küçük gümüş kuşlar gibi süzülüyordu ve ge
çişlerini binlerce erkek ve kadın izledi . . . Çok şaşırtıcıydı çün-
61 Aktarıldığı kaynak Rayınond H. Fredette, The Sky on Fire: The First Battle of
Britain 1 91 7-1 91 8, New York, 1966, s. 4, 7.
(*) Birinci Dünya Savaşı'nda kullanılan tek motorlu Alman savaş uçağı.
445
kü çok güzeldi. " Bu çok özel güzellik gösterisi 1 62 kişiyi öldü
rerek, sivil hayaun ve mülklerin tahribini yeni bir boyuta taşı
dı. Savaş bittiğinde Alman saldırılan sonucunda Britanyalı 835
kişi ölmüş 1 .972 kişi de y�ralanmıştı. 1 9 1 5 ile 1 9 1 8 arasındaki
Fransa ve Britanya saldınlannda 746 Alman ölmüş 1 .84 3'ü de
yaralanmıştı. 62 Siperlerdeki kayıplarla kıyaslandığında ( 1 9 1 7
yılında cephelerde Britanyalı kayıp sayısı bir günde 2. 500 ki
şiydi) bu kayıp sayılan göz ardı edilebilir olsa da, bombardı
manların psikolojik etkisi sadece rakamlarla hesaplanamaz. Bu
tür savaş asker ile sivil, cephe ve ev, güvenlik ve tehlike arala
nndaki aynını silikleştiriyordu. Duvarlar ve müstahkem mev
kiler, nehirler ve kanallar, hatta belki okyanuslar bile, daha ön
ce kendini evinde güvende hissedenler arasında yeni bir savun
masızlık duygusu yaratan uçakları durduramazdı. Uçak kud
retli bir eşitleyiciydi.
Gertrude Stein Amerika üzerindeki uçuşunu betimlerken,
20. yüzyılın gerçeklik yapısını ele alır ve bir kez daha Kübizm,
yeni uçuş anlayışı ve Birinci Dünya Savaşı arasındaki altta ya
tan bağlantıyı ifade eder.
62 A.g.e. , s. 220.
63 Stein, Picasso, s. 50.
446
da olduğunu anladığını ima eder. Kübizm, her çeşit gelenek
sel biçimin üzerine çökerek yeni kompozisyonları ve yeni pers
pektifleri gerekli kılan yaygın kültürel etkilere yaratıcı bir tep
kiydi. Stein'in düşüncesi, kaçınılmaz yıkımı ve süpürücü kül
türel ve maddi dönüşümlerden doğan yeni yaratıların ihtişamı
nı kuşatır. Eğer bir ressam, pilot ya da başka biri dünyayı daha
önce hiç kimsenin görmediği biçimde bizatihi görüyorsa, o za
man eski dünya çatırdayacaktır. Bu yeni vizyonu kayda geçmek
üzere geleneksel sözdizimini kırarak, düşünceleri yeni ve çok
lu perspektifle yeniden düzenlerken, her bir açının nüansları
nı adeta elinde çevirerek görür ve herkese gösterir gibidir. Da
ima yeni bir bakış açısı aradığından Amerika üzerinde ilk kez
uçarken mutluluktan nefesi kesilir - uzun arayışlardan sonra
yeni bir kompozisyon bulan ressamın soluğunun kesilmesi gi
bi. Vizyonu yeni sanat ve yeni savaşı birbirine yaklaştırıyordu
ve Alman bombardımanı Guemica'yı yerle bir etmeden hemen
önce, aynı Picasso gibi, daha çağdaşları bilmeden önce çağdaş
lığın ne olduğunu anladığını ileri sürüyordu. Aynı yıl içinde Pi
casso, doğduğu ülke lspanya'nın küçük bir sivil kasabasına 20.
yüzyıl hava savaşının getirdiği belanın anısına yaptığı epik res
me başladı. Otuz yıl önce öncülüğünü yaptığı Kübist teknikle
ri kullanarak, Picasso, şeylerin daha önce hiç olmadığı gibi tah
rip edilişini betimledi ve gökyüzünden gelen savaşı unutulmaz
biçimde mahkum etti.
447
Sonuç
449
niteliksel bir fark göstermez. Büyük ölçüde geçmiş deneyimi
nin yeniden kurularak zamanda ileriye yansıtılması olan gele
cek anlayışı da eski deneyimsel türlere benzer. Yeniliği en be
lirgin olan şimdi anlayışıdır, geçmiş ve geleceğe geri yönelimler
ve ileri yönelimlerle zamansal açıdan hacim kazanmıştır ve da
ha da önemlisi, eşzamanlılığın engin ve paylaşılan deneyimini
yaratmak üzere uzamda genişler. Bundan böyle şimdi, geçmiş
le gelecek arasına sıkıştırılmış ve yerel çevreyle sınırlandırılmış
olan tek bir yerdeki tek bir olayla sınırlı değildir. İçinde bulu
nulan dayatmacı iletişim çağında "bu an," tüm dünyadaki olay
lan kapsayabilecek olan, hatta kapsaması gereken, uzatılmış bir
zaman aralığıdır. Telefon santralleri, telefon yayıncılığı, gün
lük gazeteler, Dünya Standart Saati ve sinema teknoloji üzerin
den eşzamanlılığa aracılık etmiştir. Titanic'in batışı, tüm Atlan
tik dünyasına yayılan SOS mesajlarıyla bu durumu dramatize
etmiştir. Hiçbir yeni teknoloji, geçmiş ve gelecek deneyimini
bu bütünsellikle kıyaslanabilir ölçekte değiştirmemiştir. Kültü
rel ı:ılanda, geçmiş veya gelecek anlayışına dair hiçbir birleştiri
ci ı{avramlaştırma, eşzamar.lılık kavramının uyum ve yaygınlı
ğı Üe yarışamaz ı. Psikanaliz , belki de en sistematik ve kolektif
geçmiş araştı asıydı anca� küçük bir grup cognoscenti (ehil)
ile sınırlıydı. F - türistlerin biçimlendirdiği bir geçmiş felsefe
si vardı fakat p stisme (ge;mişçilik, geçmişe bağlılık) estetiği
anlayışlarıyla dece negatif olarak - geleceği olumlamalan ne
kadar fevri ise u da o kadH sorumsuzcadır. Gelecek aşklarım
ne }tadar süslü sözlerle ifade etseler de sanatlarının konusu ve
mapifestolanmn odağı şimdidir. Aynca Fütüristlere ek olarak,
t
gid rek artan sayıda oyun yazan, romancı, eleştirmen, müzis
yen, ressam ve J:ıa tta heykeltıraş çalışm�lanm genel eşzamanlı
lık �vramı çeJ; evesinde tanımlarken, eşzamanlılığı çağlarına
özgü gördüler ve yakın dönem teknolojisinin doğrudan neden
sel etkisini de onayladılar.
Hem uzamsal hem de zamansal yönleri olan eşzamanlılık de
neyimi, yeni iletişim teknolojisinin ve aynı anda büyük bir kap
sayıcılıkla her yerde bulunan kamera gözünün, birçok insanı
anında birbirine bağladığı ve çok uzak yerleri kapsadığı için, et-
450
kisi çok genişti. Ancak yeni zamansallığın kültürel etkileri ye
ni uzamsallığınki kadar geniş değildi; çünkü özel zamanın öz
gün niteliği onu bireyin görüngüsel dünyasıyla sınırlıyor ve de
neyimin kamusal ya da kolektif yeniden yapılandırılmasını dış
lıyordu . Doğmakta olan uzam türleriyse, bunun aksine, geniş
sosyal, siyasal ve dini görünümlere sahipti.
Bu türlerdeki bazı değişimlerin bir ortak teması geleneksel
hiyerarşilerin düzlenmesiydi. Uzamların çoğulluğu, perspek
tivizm felsefesi, pozitif-negatif uzamın kabul görmesi, biçimle
rin yeniden yapılandırılması ve sosyal mesafenin kısalması çok
çeşitli hiyerarşik düzenlere yönelik bir saldırıydı. Geometrici
lerin, fızikçilerin ve biyologların tahayyül ettiği, ressam ve ro
mancıların ise yarattığı, yaşanan uzamların çoğulluğu her za
man aristokrasinin sosyal yapısını doğrudan hedef almasa da
tüm çağını doldurmuş hiyerarşiler karşısında, genel bir kültü
rel meydan okumayı harekete geçiriyordu.
Pozitif-negatif uzamın kabul görmesi, uzamın içerdiği nes
nelerden daha az önemli olduğu geleneksel anlayışının redde
dilmesiydi. Biçimlerin yeniden kurulması, nesnelerin gelenek
sel hiyerarşik düzeninin reddiydi. Samuel Smiles'ın "her şey
için bir yer ve her şey kendi yerinde" sözü, eski düzene uygun
bir tanımdı. Her şey için doğru bir yer olduğunu bilmek, bu
yer adil olmasa dahi, rahatlatıcıydı. Kalıtsal sınıf ayrıcalıkları
na karşı çıkışlar 1 7. yüzyıl lngiltere'sinde başladı ve yavaş ya
vaş doğuya doğru yayıldı. 1 789 Fransız Devrimi bu karşı çıkışı
canlandırdı; fakat 19. yüzyıl Fransa'sında bile aristokrasi, top
lumsal grupları belirleme becerisi göstermeye devam ediyordu.
Doğu Avrupa'da soylu sınıfların yönetimi kanun gücündeydi.
Birinci Dünya Savaşı'mn başına kadar Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu, kraliyete güçlü bir saygıyı ve asillerin ayncalık
larım korudu. Sadece aristokrat doğmuş olmak bile on altı asa
let ayncalıgına sahip olmayanların üzerinde olmaya yetiyordu.
Çoğu aristokrat, imparatorluğa dağılmış yüzlerce kalede göz
lerden ırak yaşıyordu. Ordunun üst makamlarım ve diploma
tik mevkileri tekellerinde bulunduruyor; imparatorluğun mu
hafazakar politikalarım denetim altında tutuyor; Katolik Kili-
451
sesi'nin gücünü destekliyor; giyim ve mobilyada modayı belir
liyor ve tüm Avrupa dünyasının nezaket kurallarını dikte edi
yorlardı. Bu baskıcı hiyerarşik dünya, ona ait toplumsal, siyasal
ve dini kurumların metafüik temellerine karşı çıkan birçok sa
natçı ve aydının hedefi haline geldi.
Mesafe anlayışında köklü değişikliklere yol açan, yeni ula
şım ve iletişim teknolojileri oldu. Bu teknolojinin Avusturya
Macaristan İmparatorluğu aristokrat topluluğu için taşıdığı po
tansiyel tehdidin fark edildiği, lmparator'un yeni çıkmış aletle
ri saraya sokma konusundaki isteksizliğinden anlaşılabilir. As
keri hayatın ve varlığını sürdüren en eski kraliyet hanedanla
rından birinin zahmetli dayatmalarının katı formalizmi altın
da büyüyen, kutsal yönetme hakkına sahip olduğuna inanan,
halk hükümetinin saldınlanna düşmanlık besleyen, sosyal an
lamda yüksek asilzadeler çevresine hapsolmuş ve asil doğma
mışlan hor gören Francis ]oseph, hiyerarşik Avrupa aristokrat
dünyasının vücut bulmuş halidir. Viyana Hofburg'da, altı yüz
yıllık gözde Habsburg sarayında elektrik ışıklandırmasına izin
vermemiş, saray gaz lambalarıyla aydınlatılmıştır. Daktilo ve
i
otomobil kullanımından uzak durmuş ve telefon bağlanmasını
re detmiştir. Özellikle telefon, toplum içindeki konumu -ge
ne likle krala yakınlığı- nedeniyle bazı insanların özel bir öne
u�
m . sahip old u yönündeki aristokrat ilke ile bağdaşmıyor
.
du . Telefon m�afe engelini ortadan kaldırıyordu - hem yatay
olarak dünya )j'ü
. zeyinde hem de dikey olarak toplum katman
lan arasında. Her yeri iktidar koltuğuna eşit mesafeye, dolayı
�
sıy da aynı değere getiri)lOrdu. Aynntılı protokol tanıtımları,
$
ça n kardan, davetler ve rmdevular, telefonun anındalık özel
liğiyle anlams� hale geliyordu ; kapılaı:ın, bekleme odalarının,
h�metçilerin Je güvenlik görevlilerinin koruyucu işlevi, oluş
turdukları gereksiz çemberin delinmesiyle yok oluyordu . Tele
fon her yere giriyor ve kirletiyordu; bu nedenle de hiçbir kilise
de yoktu . Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'nun eski sınır
lan (hem yatay hem de dikey sınırlarla dolup taşan bir impa
ratorluk) , telefonun evrenselliği, sınır tanımazlığı ve savaşçılı
ğı ile uyumsuzdu.
452
Telefon, ayrıcalık sığınaklarına zorla girerken, geleneksel hi
yerarşilerin düzlenmesinde ve yeni sosyal mesafelerin oluşma
sında, birçok diğer yeni teknoloji de benzer bir etki yapmış
tır. Daha 1 9 1 3 yılında sinema, kamera gözü her yere girebildi
ği için, aynca ucuz giriş fiyatları ve karışık oturma düzeniyle
tiyatronun entelektüel kültürünü işçi sınıfına açtığı için, "de
mokratik sanat'' addedilir. Bisiklet de sosyal uzamda kurduğu
köprüyle "önemli bir düzleyici" olur ve uzun mesafeli seyaha
ti mümkün kılarak, seyahat ücretini ya da araba giderini karşı
layamayan orta ve alt sınıflara bu imkanı sağlar. Arabanın de
mokratikleştirici etkisi, daha kitleler için yeterince ucuz de
ğilken bile, hemen anlaşılır. İnsanların şehirlerde toplaşması
ile elle tutulur bir modem demokrasi oyunu sahnelenir. Aris
tokrasinin kırsal yerleşim statüsünün yerini burjuvazinin yeni
kentsel yerleşim statüsü almaya başlayınca, toplumsal saygın
lığın korunmasında mesafenin değeri azalır. Burjuvazi de kala
balıklardan uzaklaşma arzusundadır ve banliyö yerleşimlerine
çekilir; ancak kentsel kalabalık, mesafeye dayalı sosyal hiyerar
şileri düzlediği için, değerler ve yeni sosyal biçimler dayatma
ya devam eder.
Modem teknoloj i cennet sığınağını da göçertir. Telsiz ve
uçak çağından -insan yapımı makinelerin içinde insan iletişi
mi ve insan vücudu için bir geçiş alanından- önce hiçbir zaman
cennet bu kadar yakın ve bu kadar ulaşılabilir olmamıştı. Tel
siz dalgalarının her yerde aynı anda bulunabilme ve delip geç
me vasıflan, mucizelerle yarışıyor, ilahi müdahalenin yönünü
tersine çeviriyordu . Uçaklar cennetin krallığını fethediyordu
ve egzozlarından çıkan duman, ruhsal alemi kirletiyordu. Bü
yümenin ve yaşamın yönü hala yukan doğruydu; ancak bu dö
nem boyunca gökyüzü kutsiyetini kaybetmeye başladı.
453
fını da kapsamalıdır. " Ben bu zıt düşünceleri ve antitezleri sap
tadım, tartışmalardaki yalıtılmış hallerini ve sadece tarihsel bir
perspektiften açıkça görülen karşıt ikili kümelenişlerini, yeni
den kurdum. Eğer edebi bütünlük adına ve Lovej oy'un dikkat
li uyarısına karşı çıkmak için bu çoğul gelişmeleri tek kalıba
dökecek olsaydım, (teknolojinin sağladığı metaforla) bu kalıbı
tartacak ip, tüm Ban dünyasını çapraz keserek dolaşan miller
ce uzunlukta telefon teli olurdu . Dünya Standart Saati sinyalle
rinin ve ilk kamusal "haberciliğin" taşıyıcısıydı; gazete muha
birliğinde, iş ilişkilerinde, suçların tespitinde, tarımda ve kur
yapmada köklü değişiklikler yaptı; arayan açısından, istedikleri
herha ngi birinin yakın geleceğini kontrol etmeyi mümkün kıl
dı, aynca evlerin huzur ve mahremiyetine tecavüz etti; hayann
temposunu artırdı ve çeşitli yaşanan uzamlann temas noktala
rını çoğalttı; hiyerarşik sosyal yapılan düzledi; banliyölerin ge
lişmesini ve gökdelenlerin yukarı doğru hamlesini kolaylaşur
dı; diplomatik faaliyeti karmaşık hale getirdi; generalleri yük
sek Mkim tepelerden cephe hattının gerilerine çekilerek, mu
F
har beleri telefon kararg�hlanndan takip etmeye zorladı; mil
yonlarca insanı sesini bölgesel ve ulusal sınırların ötesine ta
şıdı; eşzamanlı ğın devasa genişletilmiş şimdisinin yaraulma
sına hizmet etti
454
DlZ1N
455
bilim kurgu 1 24, 1 26, 152, 1 56, 1 6 1 , Cendrars, Blaise 127- 1 3 1
162, 169, 235, 3 1 7, 356 Cezanne 43 , 6 2 , 6 4 , 2 1 7-220, 223 ,
bilinç 14, 37, 38, 47, 57, 66, 70, 225, 226, 244-248, 301
7 1 , 76, 77, 1 1 1 , 1 16, 214, Conrad von Hötzendorf 38 1
272, 303, 304, 322, 364, Conrad, Joseph 54, 74, 75, 79, 1 76,
420, 423 252, 254, 256, 268, 284, 38 1 , 383 ,
bilinç akışı 14, 37, 38, 57, 66, 70, 7 l , 387, 388, 407, 433
303 Cyon, Elie de 2 1 1 , 2 1 2
Binion, Rudolph 5, 10, 103
bireycilik 25 1 , 337 çizgisel perspektif 2 1 8 , 220
Birinci Dünya Savaşı 15, l 7, 30, 36, çoğulculuk 232
37, 39, 40, 45, 55, 106, 107, 1 14,
1 68, 237, 264, 272, 298, 333, 338, Daiches, David 284
348, 356, 362, 399 , 400, 402, 4 1 5 , Darwin, Charles 82, 83, 89, 100, 1 1 2,
425, 429, 433, 434, 441, 442, 445 , 1 59, 212, 404
446, 45 1 Daubigny, Charles-François 2 1 7
Birleşik Devletler 49, 5 1 , 85, 1 2 1 , 1 24, Debussy, Claude 1 3 2 , 262
125 , 160, 181 , 199, 282, 287 , 316, Delaunay, Robert 1 28, 129, 139, 22 1 ,
3 1 7, 350, 376, 377, 445 222, 277
bisiklet 37, 155, 1 56, 163, 177, 1 78, Delaunay, Sonia 1 28, 1 29, 139, 22 1 ,
1 8 1 , 184, 189, 198, 249, 3 1 5 , 3 19- 222, 277
32 1 , 453 demiryollan 38, 46, 49, 50, 64, 79,
Bismarck, Prens Otto Von 316, 333, 1 24, 132, 1 60, 196, 198, 20 1 ,
3 49 , 399 256, 282, 285 , 286, 3 14-3 16,
l
biyo oji 2 1 2, 229 3 2 1 , 336, 337, 340, 355, 369,
Bltrlo t, Louis 358, 372, 376, 377, 384, 39 1 , 392,
Blunden, Edmund 2, 416, 419, 412, 407, 442
423, 428 demokrasi 45, 1 28, 1 7 1 , 232, 233 ,
Boccioni, Umberto 63, 1 90- 193, 249 , 25 1 , 265 , 266, 287, 308-3 10,
242, 244, 248, 2 • 276, 293- 328, 35 1 , 453
295 , 429 Descartes, Rene 34
Bolşevikler 209 determinizm 29, 43 , 1 1 7, 165, 1 66,
,
Bragaglia, Anton 6 1 . 62, 144, 163, 1 68, 368
191, 293, 294 devamlılık 67, 186, 188, 421
Bra ��e, Georges 63, 220, 223, 224, devrim 24, 43 , 54, 57, 68, 72, 1 25,
buhar
r
�
2 5. 246, 259, 264, 29 1 , 360
. gücü 1 19, 1 7 196
456
donanma 3 1 , 32, 40, 5 1 , 169, 175, Faraday, Michael 274
333, 365-367, 405, 406, 410, 430, felsefe l l , 13, 14, 17, 2 1 , 22, 25, 29,
436, 443 30, 38, 4 1 , 44, 45, 60, 67, 69, 7 1 ,
dördüncü boyut 159, 221 , 223 78, 80, 89, 90, 92, 101, 1 10, 1 12,
Dujardin, Edouard 70, 71 1 13, 1 15, 1 17, 133, 142, 147, 165,
Durkheim, Emile 14, 59, 60, 76, 80, 167, 206, 208-210, 229, 230, 232,
213, 214, 232, 326, 333 233, 255, 273, 290, 302, 303, 305,
dünyanın yaşı 81-83 , l l2, 1 70 329, 330, 430, 450, 45 1
fenomenoloji l l-14, 25, 28, 32, 33,
Edgerton, Samuel 217 36-38, 60, 90, 92, 1 5 1 , 432
Edison, Thomas Alva 72, 84, 125, 276 Fischer, Fritz 346, 348, 370, 382, 410,
Eiffel Kulesi 5 1 , 52, 132, 277, 307, 411
442 fizik 14, 1 5 , 5 7 , 58, 210, 216, 223, 275
Einkreisung (kuşatma) 349, 365, 367, Flaubert, Gustave 258
368 Fleming, Sanford 48, 49
Einstein, Albert 14, 43, 57-59, 69, 77, fonograf 4 1 , 84, 86
79, 139, 140, 205, 207, 210, 2 1 1 , Ford, Ford Madox 74, 75
223, 227, 229, 231 , 232, 235, 275, foto-dinamizm 61
276, 305, 306 fotoğraf 61-63, 84, 85, 1 13, 1 26, 163,
elan vital 152, 345, 418 184-186, 188, 191 , 282, 283, 360,
elektrik 46, 53, 61, 72, 1 2 1 , 1 29, 155, 363
156, 163, 1 78, 181, 182, 184, 235, Francis Ferdinand (Arşidük) 378,
236, 274, 277-279, 286, 295, 3 14, 380, 391
321 , 343, 363, 429, 452 Francis joseph (lmparator) 386, 387,
elektrik ışığı 72, 278, 286 452
Eliot, George l l 4 Fransa 49-5 1 , 73, 125, 178, 223, 317,
emek 68, 1 58 321, 323, 325, 335, 339, 342, 345-
emperyalizm 1 54, 254, 325, 33 1 , 348, 356, 358, 363-366, 368-370,
333-335, 342, 345, 347-350, 380, 383, 385, 391 , 392, 394-397,
352, 372 399, 400, 402-406, 413, 440, 443,
enerji l4, 46, 69, 97, 102, 1 15, 155, 446, 45 1
158, 162, 166, 169-1 72, 186, 190, Freud, Sigmund 1 1 , 14, 75, 76, 8 1 ,
193, 194, 198, 213, 234, 235, 246- 87-89, 99-101 , 109-l l2, 1 14, 1 16,
248, 273-275, 307, 338, 345, 346, 1 17, 283, 300, 304, 305
349, 352, 356 Fussell, Paul 417, 420, 432, 438, 444
enternasyonalizm 340-342, 4 1 1 fütüristler 43, 45, 108, l l4, l l 7,
Erenberg, Lewis 9, 298 127, 134, 139, 144, 147, 152,
eşzamanh edebiyat 134 162-165, 186, 189, 201 , 242,
eşzamanlılık 15, 16, 18, 20, 42, 43, 63, 247, 248, 276, 293, 298, 301 ,
122, 127, 1 28, 131-134, 138, 140, 324, 429, 450
141, 144, 146, 147, 149, 228, 402,
404, 425, 450 gazetecilik 134, 183, 282
eter 57, 58, 210, 234, 235, 307 geleneksel biçimlerin çözülüşü 272,
evrim 82, l l3, 158, 159, 167, 1 7 1 , 288, 290, 307, 447
306, 326, 33 1 , 332 genleşme 58, 141, 210
eylemlilik/eylemsizlik 168, 305 geometri 31, 65, 69, 98, 134, 205-208,
2 1 1 , 215, 216, 223, 225, 229, 241 ,
457
245, 246, 276, 29 1 , 292, 326, 429, Houghton, Walter E. 271
436, 438, 439, 45 1 Howard, Ebenezer 240, 286
geri döndılrülebilirlik/ Hughes, H. Stuan 42, 139, 2 14, 2 1 5
döndürülemezlik 48, 72, 73, 75-77, Hulme 444
79, 1 18, 203, 449 Hume, David 65, 142, 143
Giedion, Siegfried 226, 237 Husserl, Edmund 13, 25, 44, 90-92,
Gilbreth, Frank B. ve Lillian 184-B6 142, 143, 304
Gleizes, Alben 64, 225
Goodfield, june 1 13 lanushkevich, Nikolai 395
görecelilik 14, 37, 58, 77, 209, 2 1 1, Ibsen, Henrik 103-105, 108, 1 15- 1 1 7,
223, 275 299, 419
Greenwich 49-5 1 , 54, 284, 290 ıssızalanlar 433, 434
Grey, Sir Edward 385 Işık 52, 57, 62, 66, 77, 92, 1 19, 1 20,
Griffith , David W 73, 1 26, 127, 186, 132, 144, 1 63, 190, 210, 217, 223,
309, 322 225, 235, 236, 241 , 244, 248, 257,
Gris, Juan 64, 301 262, 265, 275-278, 291 , 295, 300,
Guirand de Scevola 30, 435 305, 358, 359, 390
Guyau, Jean 60, 167
güç çizgileri (Fıltiirist sanatta) 45, lletişim 79, 34 1 , 352, 386
163, 190, 247-249, 268, 296 İngiltere 54, 1 1 1 , 1 23-125, 180, 197,
241 , 252, 27 1 , 281 , 284, 289, 3 1 7 ,
Haftmann, Werner 300, 301 330, 335, 340, 342, 344, 346, 348,
Hanotaux, Gabriel 198, 403 356, 357, 362-364, 366, 368-370,
Hardy, Thoınas 75, 104, 284 382, 398, 400, 402-406, 413, 419,
harekat l7, 30, 49, 1 6 1 , 366, 379, 380, 436, 45 1
l83, 386, 388, 389, 392-395 , 3'11 , işçiler 169, 184, 288
4<>2, 408, 412, 429 İtalya 50, 1 0 1 , 108, 1 14, 286, 289,
Hegel, G. W. F. 1 , 1 13, 404 3 2 1 , 326, 342, 364, 365, 3 7 1 , 403,
Hemingway, Ernst 83, 428 407, 408, 426, 429
Henderson, Unda alrymple 223 izlenimciler 62, 2 1 7 , 230, 243, 246,
Henrikson, Alan 39 29 1
Hertz, Heinrich 1 2 , 2 14, 235
heterojenlik 54, 56, 76, 2 1 1 , 213, 233, jagow, Gottlieb von 383, 385, 388,
�71 397, 407, 4 1 1
hey� 33, 44, 104, 163, 189, 191, james, Henry 109, 1 1 1 , 1 12, 254
1193, 194, 215, 2�3. 240-243, 25ô, james, William 65, 66, 7 1 , 9 1 , 1 4 1 ,
l62, 293-295, Jq l , 450 142, 264-266, 303
Hıristiyanlık 99, l lJ, 1 1 7 Japonya 1 5o, 356, 375-3V
hız 1 7-19, 29, 3 1 , 3$, 43, 1 3 1 , 140, jeoloji 82, 1 13, 157, 330, 341 , 420
11'75 1 78 , 180, 183-187, 189- 1 9 1 ,
- jeopolitik 249, 325, 330-333, 335,
193 , 19-f, 196, 199-204, 301 , 348, 336, 350, 35 1 , 362, 365, 367, 368,
356, 386, 387, 390, 394, 429, 430 374, 376
Higham, john 303 Joffre, Joseph 3 1 , 397, 435, 443
Hofınannsthal, Hugo von 146, 272, jones, David 4 1 7 , 421 , 422
307 Joyce, James 14-16, 18, 22, 28, 43, 56,
Holton, Gerald 276 57, 69-71 , 75, 84, 105- 108, 1 12,
homojenlik 216, 288 1 15, 1 1 7, 134-138, 144, 146, 147,
458
226-229, 232, 273, 284, 322, 419, Lcbmsraum 348, 350
423 Leblanc, Maurice 1 78, 1 79, 189, 3 1 9
Lee, G. S 84, 279, 280, 328, 329
Kabare 297, 298 Leed, Eric j 418, 419, 427, 433, 434,
Kafka, Franz 24, 55, 56 439
kalabalık 1 28, 212, 285, 288 , 309, Uger, Fernand 188, 189, 243
325-328, 356, 392, 43 1 , 433, 453 Lenin, V. 1. 208-21 1 , 340, 341 , 377
kamera 6 1 , 73, 84, 85, 1 13, 1 26, 1 3 1 , Lessing, Gotthold 62, 65
185, 186, 188, 189, 220, 308, 309, Lessing, Theodor 281
323, 450, 453 Lewin, Kurt 432
kamuflaj 30-34, 44, 45, 434-437 Lewis, Wyndham 9, 69, 70, 78, 127,
kamusal dünya 284 147, 298, 306, 323, 4 1 7
Kandinsky, Wassily 30 1 , 302 Lichnowsky, Prens Karl von 385, 407
Kant, lmmanuel 42, 48, 89, 167, Lippmann, Walter 195, 273
206, 208, 2 1 1 , 289, 302, 306, Lobatchewsky, Nicholai 206, 207, 232
368 Loos, Adolf 238, 241
kapitalizm 24, 53, 168, 256, 340, 35 1 , Lorentz, Hendrick 57, 58, 140, 210,
370 275, 306
kartezyen düşünce 44 Lovejoy, Arthur O. 47, 453, 454
kavramsal mesafe 29, 30, 44, 148 Lumiere, Louis 74, 1 25, 186
Keegan, john 416, 425, 430, 438 Lyons, F. S. L. 338, 341
Kelvin, William Thompson, Lord 82,
83, 1 1 2, 159, 1 70, 274 Mach, Ernst 57, 140, 208-210, 232
kentleşme 34, 4 1 , 325, 352 Mackinder, Sir Halford j. 336, 376,
kırsal hayat 133 377
kişisel geçmiş/tarimel geçmiş 81, 83, Mahan, Alfred Thayer 333
84, 102, 1 14-1 18 mahremiyet 279, 280, 282, 285, 323,
Kjelltn, Rudolph 348, 367 434, 454
Kozloff, Max 226 Mallarme, Stephane 44, 259-262, 264,
Kristof, Ladis 375, 377 269
krono-fotoğraf 61 Mann, Thomas 44, 1 14, 1 72- 1 74, 276,
kurucu işlev 33, 44, 234, 240, 245, 373, 374, 406, 420
247, 25 1 , 265 Marey, E. J . 6 1 , 185, 186, 190
Kuşatma, bkz. Einl!rdsung 144, 344, Marinetti, Filippo 108, 109, 1 27, 1 28,
349, 365 , 367, 368, 425 134, 162, 1 64, 189, 190, 193, 203,
Kübistler 44, 45, 62, 63, 185, 186, 298, 299, 324, 325, 359 , 360, 429
2 1 7 , 220, 221 , 223 , 225, 226, 247, Marksizm 169, 208, 209
291 , 435, 439 Marx, Karl 24, 1 0 1 , 1 13, 1 59, 1 68,
kültür 14, 24, 28, 29, 32, 36, 38, 40, 267, 343 , 404
4 1 , 44, 47, 1 64, 194, 198, 232, 3 1 5 , Masterman , C. F. G. 181, 357
33 1 , 340, 349, 364, 369, 370 Maxwell, james Clerk 1 22, 1 58, 235,
küresel bakış 33 7 427
McLuhan, Marshall 337, 400
Lahey Banş Konferansı 361 Melies, Georges 73, 126
Lamprecht, Karl 177, 340 mesafe 1 7 , 18, 26, 29, 3 1 , 32, 38, 39,
Larbaud, Valey 9, 339, 340 43, 44, 1 19, 1 29, 148, 149, 207,
Le Bon, Gustave 327, 328, 43 1 , 432 210, 285, 306, 3 13, 3 1 5 , 3 18, 3 19,
459
322, 323 , 325, 330, 333, 335, 3'IO, Norris, Frank 133, 188, 3 1 5 , 3 1 6
343 , 352, 420, 430, 432, 441 , 442, Novicow, ]. 338, 343
452 nüfus arUşı 326, 343
Metzinger, Jean 63, 221 , 225
Meyerson, Emile 166, 168 Olerich, Henry 53, 285, 286
Michelson, A. A. 57, 58, 210, 235 olumsuzlama 255, 258, 260
Miller, ]. Hillis 267 Ortega y Gasset, Jost 236, 23 1 , 232,
milliyetçilik 353, 370 273, 322
mimari 33, 42, 44, 46, 72, 85, 107, otomobil 37, 46, 180, 1 8 1 , 190, 198,
108, 163- 165, 1 7 1 , 236-242, 258, 200-203, 3 1 5 , 320, 321 , 330, 358,
260, 266, 268, 273, 277, 278, 286, 360, 43 1 , 442, 452
289, 303, 309, 310, 357, 366
Minkowski, Eugene 1 2-14, 37, 38, Ôklid 1 7 1 , 205-208, 2 1 1 , 214, 223,
81, 1 5 1 , 152, 157, 223, 408-4 10, 225
418, 420 özgürlük 8 1 , 92, 1 15, 152, 168, 194,
Minkowski, Herınann 305, 306 195, 239, 240, 25 1 , 289, 307, 336,
Moltke, Kont Helmuth von 49, 54, 350
366, 391 , 410, 416, 425, 43 1
Monet, Claude 62, 244 para 53, 7 1 , 1 7 1 , 1 8 1 , 182, 284, 287,
montaj 43, 73, 1 26, 1 3 1 , 1 34, 135, 317
148, 186, 220 parçacık kuramı 2 74
Morley, Edward W. 57, 210, 235 pasaport 289, 290, 439
M i
Mosse, George 9, 242, 266, 296
ik 99
Mus l, Robert 199, 200, 238, 272,
Pa5ic, Nicholas 384, 387
perspektif 35, 44, 58, 62, 63, 79, 98,
1 15, 126, 138, 206, 210, 2 14, 2 1 6-
3.7 . 221 , 223, 225-232, 241 , 337, 43 1 ,
mutlak uzam 57, 1 , 205, 208, 210, 432, 439, 447
23 1 , 334, 335 Picasso, Pablo 14, 3 1 -33, 44, 45, 63,
mutlak zaman 57, 5 , 210, 335 220, 22 1 , 223, 226, 245, 29 1 , 292,
Muybridge, Eadwea 61, 185, 186 307, 360, 415, 434, 435, 446, 447
Münsterberg, Hugo 3, 74, 84, 1 27, Poincare, Henri 207-2 10,
187, 323, 324 1 Poincare, Raymond 5 1 , 380, 383-385,
397, 406, 435
�
Nas , Roderick 251 Porter, Edwin S. 73, 1 26, 322
f
·
460
184, 196, 233, 252, 264, 265, Schorske, Cari E. 42, 108, 245, 272,
283, 284, 289, 290, 300, 303- 288, 289
305, 326, 327, 409, 427, 434, Scott, Geoffrey 195, 239, 240, 259
436, 446 Seeley, ]. R. 343, 372
sekülerleşıne 81
Ragtiıne l94, 195, 297, 414 seınbolistler 108, 259, 300
Ratzel, Friedrich 249, 330-336, 348, seınboller 69, 1 10, 349, 368
350 Severini, Gino 144, 163, 1 9 1 , 325
renk (ve sinestezi) 3 1 , 66, 69, 92, 98, seyahat 26, 38, 46, 56, 80, 108, 1 1 1 ,
105, 1 29, 163, 164, 188, 190, 217, 1 12, 1 29, 133, 140, 149, 1 56-1 58,
223, 229, 237, 238, 244, 245, 247, 1 75, 198, 202, 203, 253, 254, 289,
248, 282, 288, 291 , 292, 295, 296, 290, 3 14, 3 1 5 , 3 19-322, 330, 335,
300-302, 434, 436, 437 339, 355, 360, 376, 399, 43 1 , 439,
Rieınann, Bemhard 206, 208, 225, 453
232, 234 Shattuck, Roger 42, 98, 263
Riesınan, David 284, 285 sınıf sisteıni 426
Riezler 349, 350, 367, 382, 383, 401 , Sırbistan 368, 372, 380-389, 395, 401 ,
402, 4 1 1 410, 412, 4 1 3 , 440
Roınains, Jules 1 28, 133, 329, 330 Sighele, Scipio 326-328
Ross, Edward Alsworth 287, 328 sihir 1 20, 1 2 1 , 168, 323
Russolo, Luigi 144, 163, 1 9 1 , 429 siklograf 184, 185
Rusya 40, 49, 50, 1 25, 1 3 1 , 334, 343, Silah Sergisi 2 72
344, 356, 362-364, 366-370, 372- Siınınel, Georg 85, 86, 1 77, 182, 242,
377, 382, 385, 386, 389, 392-397, 272, 292, 307
399, 403-406, 4 1 1 , 413, 434, 440 sineına 15, 16, 37, 4 1 , 43, 6 1 , 62,
72-74, 84, 85, 1 13, 122, 1 25,
saat dilimleri 376 1 27, 133-135, 141 , 148-1 50,
sahne tasamın 241 , 295 180, 185-188, 203, 204, 206,
Saint Augustine 78 220, 226, 229, 295, 297, 301 ,
sanat l4, 22, 29, 33, 35, 36, 41-44, 46, 308, 309, 3 1 5 , 322-324, 380,
62-65 , 69, 72, 75, 88, 99, 102, 106- 404, 425, 450, 453
109, 1 13-1 1 7, 1 27-129, 139, 140, sinestezi 300, 301
144, 145, 147, 149, 1 62, 164, 169, siper 32, 1 5 1 , 1 6 1 , 1 73, 416, 418, 419,
172, 186, 188-193, 206, 212, 215, 427, 429, 430, 432, 434, 437, 438,
216, 218, 219, 221 , 223, 225, 226, 440, 442, 444, 446
229, 236, 238, 240, 243, 244, 264, Sıniles, Saınuel 271 , 3 14, 45 1
266-268, 276, 289, 291-293, 298, Soınıne ınuharebesi 421
301 , 307-311 , 32 1 , 322, 329, 349, Sorel, Georges 68, 168, 169
398, 404, 429, 435, 437, 439, 446, sosyalizın 68, 168, 169
447, 449, 450, 452, 453 Souriau, Paul 292
Sant'Elia, Antonio 163-165, 426, 429 Spengler, Oswald 1 70- 1 73, 215, 216,
Sazonov, S. D. 384, 385, 394, 395, 397 232, 379, 383
Scheerban, Paul 277, 278, 358, 408 standart zaınan 48, 49
Schlieffen, Kont Alfred 4 1 , 357, 366, Stein, Genrude 44, 45, 144, 146, 291 ,
393, 394, 412, 413, 430-432, 443 360, 415, 416, 423, 430-432, 434,
Schoen, Baron Wilhelın von 289, 396, 4361 437, 446, 447
408 Steme, Laurence 48
461
Stravinsky, lgor 133, 1 50, 196, 2f2, 324, 325, 338, 385, 39 1 , 402, 43 1 ,
263 442-445, 453
Strindberg, August 1<>4, 255, 256, termodinamik kuramı 274
299, 300 Tirpitz, Alfred 365, 410
Sullivan, Louis 45, 266, 309, 310 Tisza, Kont Stephen 382, 386, 387
sürelilik 14, 67, 68, 76, 91, 94, 1 10, Titanic 1 5 , 1 19-122, 149, 150, 152,
186, 306 1 74- 1 76, 203, 207, 39 1 , 450
Sypher, Wylie 226 tiyatro 84, 85, 107, 1 16, 1 28, 1 63,
1 68, 187, 220, 236, 289, 290, 295 ,
şehirler 20, 24, 25, 40, 49, 79, 107, 296, 297-300, 308, 330, 453
1 24, 1 59, 1 60, 162, 1 70, 240, 249, Toulmin, Stephen 1 13, 326
256, 280, 281 , 285-287, 3 19, 326, Train, George Francis 163, 3 14, 3 1 5
337, 35 1 , 356-358, 362, 424, 437, tramvay 163, 1 8 1 , 248, 285, 287,
440, 445, 453 301
şiir 9, 15, 33, 38, 42-44, 125, 1 27- Tschirschky, Kont Heinrich Leopold
1 30, 132, 139, 146, 189, 230, von 357, 381-383, 388, 389, 408
240, 246, 247 , 256, 259-262, Turner, Frederick jackson 249, 25 1 ,
273, 300, 329, 339, 359, 376, 266, 303, 334, 352
41 7, 422, 424, 429
uçak 44, 1 39, 197, 203, 289, 324, 356,
takvim 52, 57, 59, 76-78, 418, 421 359-362, 442, 446, 453
Tarde, Gabriel 326-328 ulaşım 14, 1 5 , 18, 35, 79, 84, 1 3 1 ,
tarihselcilik 101 , 1 13 , 1 16, 1 17 1 6 1 , 1 78, 198, 200, 20 1 , 203, 216,
tasanın 14-16, 1 76, 1 77, 193, 219. 326, 352, 355, 364, 377, 392, 452
236-243, 26 1 , 266, 278, 280, 293, Unanimisme 329
295, 296
�
Taylor, A. j. P. 393, 394, 405 , 410 üçlü Bağdaşma 364-366, 406, 413
T�lor, Friedrick, W. 1 54, 183, 1E4 üçlü lttifak 364. 412
telbıoloji 1 5 , 18, 22, 26, 28-3 1 , 35- üniforma 434, 435 , 44 1
0
37, 43, 46, 72, 9-8 1 , 84, 108, üretim bandı 154, 1 74
1 13, 1 22, 1 23 , 28, 1 3 1 , 149, ütopyaalık 162
1 50, 152, 1 54- 57, 159, 163,
1 64, 169, 1 74, 76, 183, 186, Van Gogh, Vincent 64, 247, 248
1188, 189, 194, 198, 200-203, Verdun muharebesi 436
verimlilik 184, 203
1
276, 279, 290, 295, 308, 3 16,
3 22, 324, 325, 328, 335, 337- Verne, jules 46, 1 24, 1 56, 1 8 1 , 3 14,
E
340, 342. 348. 2. 353. 355. 3 1 5 , 3 1 7 , 322
356, 358, 362, 8 1 , 384, 386,
39 1 , 399-40 1 , , 44 1 , 449, Wagner, Otto 107, 1 08, 132, 1 7 1 , 216,
ı.,.50, 452-454 262, 296, 300
telgraf 15, 37, 48, 50, 5 1 , 1 2 1 - 1 23, Wegener, Georg 365, 368, 3 7 1 , 372
132, 183 , 196, 280, 286, 3 16, 324, Wells, H. G. 157-162, 1 74, 199, 235,
338, 341 , 366, 367, 379, 380, 382- 275, 338, 355-357
385, 387-39 1 , 395-402, 401-, 431 , Weltpolitik 1 75, 332, 333, 347-350,
442, 443 367, 368
telsiz 1 5 , 16, 30, 37, 5 1 , 79, 1 19-123, White, Hayden 1 14
1 28, 1 3 1 , 140, 149, 234, 280, 3 1 5 , Wilhelın il (Kayser) 380
462
Williams, William Appleman 352 yerçekimi 274, 305
Wilson, Edmund 135, 229 yozlaşma 158, 162, 169, 1 70, 197,
Woolf, Virginia 75, 144, 273 198, 238
Wright, Frank Uoyd 239, 278, 279, yön 17, 32, 37-39, 70, 133, 1 52, 190,
303, 307 227, 259, 290, 299, 304, 306, 355,
Wundt, Wilhelm 6 1 , 1 4 1 , 142 359, 362, 3 7 1 , 377, 378, 4 1 5 , 430
463
Titanic neden habrtanıyor? Bu büyük facia, tarihte benzeri yaşanmamış
biçimde, üstelik eşzamanlı olarak tüm dünyada duyulmuştu. Telsizler,
telgraf operatörleri, gazeteler an be an bu dramdan haberdar olabilmiş
lerdi. Gemiyi batarken izleyen yüzlerce kazazede tanıklıklannı anlatacak,
Titanic'in hikayesi yine eşzamanlı bir ivmeyle her yerde bilinir olacaktı.
Buharlı gemiler ve enerji kullanımıyla yolculuk süreleri azalmıştı; bu
faciayla birlikte sadece ulaşım değil, iletişim sürelerinin de kısaldığı
anlaşıld ı . Hemen herkes zaman ve uzam deneyi minde bir devrim
yaşandığının farkındaydı.
Daha 1913 yılmda sinema, kamera gözü her yere girebildiği için, ayn
ca ucuz giriş fiyat/an ve karışık oturma düzeniyle tiyatronun entelektü
9
11 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1
789750 5 11363