Professional Documents
Culture Documents
Elinor Fuchs - Karakterin Ölümü
Elinor Fuchs - Karakterin Ölümü
Ölümü
Elinor Fuchs
G Ö S T E R İM SA N A TLA RI
Elinor Fuchs
OYUN
Fuchs, Elirıor
Koniklerin Ölümü
ISBN 9 7 5-298-084-8 / Türkçesi: Beliz Güçbilmez / Dost Kifobevi Yayınlan
Ağustos 2 0 03 , Ankora, 287 sayfa.
Tiyotro-Deneysel Tiyatro-Posfmodem Tıyatm-Torih-inceleme-EleştirbNotiar-Dizin
K A R A K TER İN Ö L Ü M Ü
M odemizmden Sonra Tiyatro
Elinor Fuchs
kitabeyi
ISBN 975-298-084-8
Teşekkür II
Giriş 13
I
Modernizmden Sonra Modern Olan
II
Modernizmden Sonra Tiyatro
4. İşaretlerle İşaretleşmek 97
5. Pastoralin Bir Başka Versiyonu 12 5
6. Kötü Kızlar İyi Tiyatro Yaparken 145
7. Çarşıpazar Olarak Tiyatro I 71
8. Postmodemizm ve Tiyatro Sahnesi 19 0
Eleştiriler ve Makaleler 1979*1993
Doğmakta O lan Bir Kültürden Bildirimler
Notlar 259
Dizin 279
Teşekkür
* Oyunun adını Türkçeye tam olarak çevirmek olanaksız olduğundan, kitabın tama-
mında olduğu gibi bırakıldı. A ncak yine de bir iki açıklayıcı nota ihtiyaç var. “Leave It to
Beaver” Amerika’da oldukça popüler olmuş bir televizyon dizisi. Dizinin kahramanı Beaver
bir izci ve her bölümde başından bir şeyler geçiyor, birtakım olayları çözüyor ve sık sık
diziye adını veren “Beaver’e bırakın, o halleder” klişesini kullanıyor. Yukarıdaki oyunun
adı, hem Beaver’i oynayan oyuncunun, hem de dizinin sunduğu Am erikan değerlerinin
ölümünü ima ve ilan etmektedir. Bu anlamda oyunun adı kabaca “Bevear Halleder Öldü”
olarak algılanabilir, (ç.n.)
1 4 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
;oplumsal bir tertibe indirgenmiştir; özne, yerini işgal eder ama kendisi
boşaltılmıştır. “Bugün de” (Barthes)
özne kendini başka bir yerde kavnyor, ve “öznellik” spiralin üstünde başka
bir yere dönüyor: yapısöküme uğratılmış, parçalanmış, hiçbir yere demir
atamadan sürüklenilmiş; bu “ben” artık bir “kendi” olmadığından “kendim
den de söz edemez oldum”8
* Foucaultcu bir terim olarak kabul edilebilecek “episteme”, “bilgi olduğuna ikna
olmuş olduğumuz ne varsa hepsine biçim veren toplumsal kurumların kendine özgü, ayırt
edilebilir, yapısal açıdan önemli birimleri” anlamında kullanılmaktadır, (ç.n.)
GİRİŞ 1 9
daki Şov’un şov bölümü müdür yoksa oyun sonrası bir şov mudur? Ka
rakterler ya da oyuncular, müzisyenlerle birlikte —hangi “çerçeve ”nin
içinde olduğumuzu bir türlü bilemeyiz- şarkı söyler, oynar, dans eder.
“Çocukları kurtarın! Çocukları kurtarın!” diyen bir şarkının sürekli tek
rarlanmasından oluşan şarkı sözleri bir kıyamet atmosferi yaratır.15
Postmodernizmin değer sistemleri arasında sancılı bir geçiş olabile
ceğini söylemiştim. Leave it to Beaver Is Dead bu anlamda tam da bu geçişle
ilgili bir oyundur. Oyunun uzaklardan dönen kahramanı, halkın değerle
rinin bireysel fantezilere dönüştürülerek maddi kimliklerinden sıyrıldığı
yeni bir dünya ile karşılaşır; tıpkı eski mahalle kahvesinin yerini alan
“Romantik Striptiz Çıplaklar Şovu” gibi. Karakterlerden birinin omuz
silkerek söylediği gibi, yeni dünyada, insanların gerçek adlarından “fazla
kavramsal” oldukları için vazgeçilmiştir. Dramatik formun yeni dünya
sında, oyunun, kesintiye uğratılması karşısındaki kayıtsızlığı, onun en
rahatsız edici özelliğidir. Ama tamamlanmıştık özlemi de kuşkusuz “faz
lasıyla kavramsal”dır.16
Öznellik, oyunun asal sorunlarından biridir ama Pirandello’da görül
düğü gibi oyunun kendisi açısından değil, mekanın dışına düştüğünü
hissetmeye başlayan izleyici açısından sorundur. Oyun şunu sorar; kişi
nedir? Birinin bir kimliğe “sahip olması”, kimliği olması mümkün müdür,
eski paradigma içinde gelinebilecek en üst noktaya gelip kendi efendisi
olabilir mi? Yoksa kimlik, kalıcı bir benliği olmayan ve sürekli değişen
kişiliklerden mi oluşur? Eğer doğru olan İkincisi ise, oyunun kısmen
önerdiği gibi, rol oynayan özne, gitgide artan bir hızla değişime uğrayan
bir dünyaya yeni uyumlanmalar mıdır? Ya da Derrida’nın söyleyebileceği
gibi “her zaman çoktan” görünümlerin, çıkarılıp atılmaya yazgılı maske
lerin altında aynı kalıyor olmanın hakikati midir? (yine oyunun kısmen
önerdiği gibi). Kültürel geçiş ve öznellik konuları oyunun cinsel politikası
içinde bir araya getirilmiştir. Eski düzen, yasa ve düzenin, erkek otoritesi,
ve bunların birliği olduğuna inanan izci lideri Dennis tarafından yönetil
mektedir. Oyunun yapısı içinde, bu kimlik paradigması, çoklu biçimlere
sahip bir benlik ve onun yeni doğaçlama ve kendini maskeleme teknik
lerini uygulayan yükselmekte olan bir kadın gücünün eşitsiz rekabeti ile
yıkıma uğratılır. M cAnuffun oyununda epistemenin bu biçimde cinsi-,
yetli hale getirilmesi çift yönlü bir bakış açısı geliştirir; yeni bir feminen
düzen kaçınılmazdır ama bir sürüngenin (Lizard: kertenkele) nitelikleriy
le; sürüngen, kanı soğuk, zeki ve tehlikeli gibi sözcüklerle betimlenir.
Bu anlamda, oyun- bir kültürel geçişi göz kamaştırıcı bir parlaklıkla
gözler önüne sererken, bir yandan da (hem dramatik hem kültürel açıdan)
GİRİŞ 21
deyse hiçbir şey yazılmamıştı. Bonnie Maranca, alana Öncülük eden kitap
lardan birinde bir dizi yeni tiyatroyu (bir grup buna sonradan “postmo-
dern” diyecekti) Aristoteles'ten yadigâr, “gösteri” sözcüğü altına toplayıp,
bunlara “Resim Tiyatrosu” adını verdi.25 Ama bu bizi nereye götürebilir
di? Gösterinin karakter ve anlatı ile ilişkilerindeki değişikliği nasıl belir
leyecektik? Peki bu belirlenmiş ilişkinin, bir zamanlar göğsümüzü gere
gere “modern tiyatro” dediğimiz şeyle veya daha erken dönem avant-
garde'ıyla ilişkisini nasıl kuracağız? Peki tiyatronun sanatsal uygulaması
ile, postmodern kültürün neredeyse bütün biçimlerinin yüzeyini kapla
yan saplantılı teatrallik arasında nasıl bir ilişkinin izi sürülebilir? Bu
soruların ve burada gelişen fikirlerin üzerinde düşündüğüm dönem boyun
ca terim, postmodern açısından tipik denebilecek biçimde “gözden yitme
ye” başladı. y
Daha postmodernizmin “p”sine bile gelememiş birtakım insanlar,
nahoş şöhretinin doruğunda iken aniden düşen ateş gibi yok olduğunu
ve hastanın aniden iyileştiğini düşünmekten memnun olabilirler. Onu
erkenden kucaklamış olanlar ise artık ondan bıktıkları için ya büsbütün
ıskartaya çıkarmayı, ya da kapsamını daraltmayı tercih etmektedirler.
Bütün bunlar bana, DeMusset’nin “romantizm” sözcüğü üzerine 1836'da
yazmış olduğu son derece eğlendirici taşlamasını anımsattı;
Cotonet ile birlikte ... pek çok canlı zihni, kutuplaşmaya iten hizipleri iyice
bir kavramaya karar verdik. İkimiz de iyi eğitim almıştık. Özellikle de hobisi
kuşbilim olan noter Connet. Başlangıçta, iki yıl boyunca, edebiyattaki ro
mantizmin yalnızca tiyatroda uygulanabilir olduğuna ve klasik olandan bir
lik kurallan ile ilişkisinde aynldığına inandık... 1830’dan 183 l ’e kadar roman
tizmin tarihsel bir üslup olduğuna inandık... 1831 yılı boyunca ... aslında bu
kadar tartışılan şeyin, samimi davranışlar olduğunu düşündük... 1832'den
1833'e kadar romantizm bize bir felsefe veya politik ekonomi sistemi gibi
geldi... 1833’ten 1834’e kadar romantizmin tıraşsız gezmek, kaskatı kolalan
mış geniş klapalı yelekler giymek olduğuna inandık... Bir sonraki yıl hiçbir
şeye inanmadık, çünkü Cotonet bir miras meselesi için Güneye gitti, ben de
yoğun yağışların yıktığı ahin onarmakla meşguldüm.26
* Proteus: Yunan mitolojisinde Okeanus ile Tethys’in oğlu, istediği biçime girme gü'
cüne sahip deniz tanrısı, (ç.n.)
I
M oderrıizmden Sonra
M o d ern O lan
1
Karakter Adlı Karakterin
Yükselişi ve Çöküşü
1960’ta Polonyalı oyun yazarı Tadeusz Rozewicz’in The Card Index adlı
kısa bir oyunu yayımlandı. Oyunda, tarihe karışmış klasik dramaturgiye
ironik göndermeler taşıyan bir Kahraman ve bir Yaşlılar Korosu bulunu
yordu. Bizim ve Rozewicz,in yaşadığı dünyadan oldukça farklı o dramatik
dünyada, oyunlar, gururla kahramanlarının adını taşırdı. Rozewicz için
“Kahraman”, herhangi bir isim, oyunlarında pek çok oyun kişisine vermiş
olduğu, başka isimlerden pek de farkı olmayan bir isimdi. Oyun yazarının
zaman zaman sahne direktiflerinde önerdiği gibi, Kahraman, yerine başka
bir oyuncunun geçmesi için sahne dışına çıkıp oralarda dolaşabilirdi
bile. Oyuna adını veren kart kataloguna ait seri kartlar kadar anonimdi
yani. Kahraman, sahnedeki zamanını genellikle bir yatakta yatarak geçi
riyor olsa da, yine de oyunun her dakikasında sahne üzerinde bulunuyor
du. Geçmişin kahramanlarının sahnedeki varlıklarıyla kendi üstlerinde
topladıkları dikkati, o göreli yokluğuyla çekiyordu.
Bu anti-kahramanm eylemsizliğine ilişkin çarpık bir yorumunda, Yaş
klar Korosu Herakles’i öven, alaycı kahramanlık şiirleri söylüyordu:
Altın çağın, mitsel dönemin sanatının bu parodisi, başka bir yerde, Ko-
ro’nun ağır başlı bir hava içinde başlıkta anılan katalog dizinini alfabe
tik olarak saymasıyla (guvaş, Guatemala, guatr vs.) biçimci modemizmin
parodisi ile karşı karşıya getirilecekti. Koro Kahramanı tiyatrodaki sembo
lik rolüne taşımaya çalışmaktadır.
Yaşlilar Korosu :
Bir şeyler yap, hadi kımılda, düşün.
Zaman uçup giderken, öylece yatıyor orada.
(KAHRAMANgazeteyi yüzüne örter.)
Bir şey söyle, bir şey yap,
Aksiyonu ileri taşı,
Hiç değilse kulağını kaşı!
(K a h r a m a n sessiz kalır.)
Hiçbir şey olmuyor
Bu ne anlama geliyor?
Kahraman :
Kafasını kaşıyıp duvara baksa yetmez mi kahraman?
Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden.
Yaşlilar Korosu :
Ama bir Beckett oyununda bile
Birileri konuşur, bekler, acı çeker, düşler
Bilileri zırlar, ölür, düşer, osurur birileri.
Eğer hareket etmezsen, tiyatro ayvayı yer.
Kahraman :
Bugün bir pire sirki Hamlet1i sahneliyor
Beni rahat bırakın
Ben gidiyorum
Jones’a göre “trajik kahraman”, bir Hamlet figürünün “her yerde ve her
zaman hazır bulunan bilincini” doğasında barındırıyor olabilir; ancak,
Aristotelesçi karakter etik bir dokunuşla renklendirilmiş “yalın işler”den
ibarettir, bizim anladığımız “modern Batının fani bir varlık olduğundan
kuşku duymayan” iç derinliği olan insanı değildir. Karakter yaptığı işlerin
toplammdan oluşur. Tragedya maskının etkisi ve işlevinden söz ederken
KARAKTER ADU KARAKTERİN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ 4 3
“Yüzün ardında yüze şekil veren çok eskilerden gelen bir ruh aramak
boşunadır” diye yazar Jones; Aksiyonun aşındırıcı akışında, bütün birey
sel özelliklerin de altı oyulur.”7
Jones'un etkili müdahalesinin üzerinden geçen yirmi beş yıl boyunca,
tragedya üzerine çalışan akademisyenlerin (özellikle Bruno Snell ve diğ
er Alman eleştirmenlerin) Aristoteles’in karakterine, daha belirgin bir
süreklilik niteliği, psikolojik bir nosyon katarak iyileştirme çabalarıyla
yayınladıkları yeni yeniden-gözden geçirilmiş m etinleri basıldı. Bu
eleştirmenlerden çoğu -Christopher Gill, P.E. Easterling, John Gould
ve Simon Goldhill- Jones’un “olmayan karakter” [no character] konu
munu kabul etti. 1992 gibi yakın bir tarihte Elizabeth Belfıore, belki de
Jones’tan beri yapılan en doyurucu Poetika yeniden okumasında, onun
temel yönelimini yeniden doğrulamıştır. “Çünkü Aristoteles... olay di
zisinin tragedya açısından önemli olduğunu söylerken et/ıos’un böyle bir
önem taşımadığını söylüyordu” diyordu,
bireyin olduğundan daha kötü duruma düşmesi”26 iyi bildikleri bir şeydi
ama karakter o dönemde Euripides tarafından hastalıklı bir biçimde
bireyselleştirilmeye başlamıştı ve antik tiyatro da psikolojik inceliklerle
hızla yıkımına doğru ilerliyordu. Bu Dionysosçu olanın dışına düşüş,
“kütüphaneci ve düzeltmenlerin”27 dönemini; analiz ve başvuru çağı olan
Helenistik dönemi hazırlamıştır.
Sahne yapıtlarının maddi dünyasmda, Nietzsche, bireyselleştirilmiş
dramatik karakteri ancak küçümseyebilirdi. Nietzsche’nin “kuramsal
kültür” döneminin ürünü olan postmitsel tiyatroya yöneltebildiği en
ağır suçlamalarından biri de “karakterin temsili”dir. Karakter, her şeyin
ötesinde “burjuva tiyatrosuna doğru ölümüne sıçrayış”28 hatasını taşır.
Modernizmin eşiğinde, Hegel’in aynı zamanda birey olan “romantik”
kahraman savunması, NietzscheJde Batı tarihinin yirmi beş yüzyıllık geç-
mişinde, bireyin ve “karaktere Özgü olanın” kokusunun sindiği her şeyden
duyulan yoğun tiksintiye dönüşmüştür.
Yirmi dört yaşında yayımladığı bu ilk kitabıyla Nietzsche’nin, tiyatro*
daki modern ve postmodem hareketleri, eşzamanlı üç harekette, başarılı
bir biçimde ve birbirini doğuran sonuçlar yaratacak şekilde öngördüğünü
ve habercisi olduğunu söylemek mümkündür. Nietzsche nin en yakın geri
tepmesi ya da belki de en doğrudan etkisi, Tragedyanın Doğuşu'nun yayım*
lanmasmdan hemen sonraki yıllarda, oyun yazarlarının ve eleştirmenle*
rin dramatik karaktere saldırılarında açığa çıkmıştır. Bu saldırıları zaten
bu bölümde ele alacağım. İkincisi, daha genel bir öngörü olarak değer*
lendirilebilecek olan, Nietzsche’nin kendi tiyatro anlayışıdır. Nietzsche,
Tragedyanın Doğuşu'nda bir dramatik sanat kuramı geliştirmeye çalışmaz;
daha çok estetiğin önceliğini estetik dolayımıyla (dramatik olanın önce*
ligini dramatik olanla bile denilebilir), yani gösteri ya da sahneleme gibi
bir başka uğrakla ifade eder. Nietzsche’nin felsefî metatiyatrosu, Apol*
lon ve Dionysos arasındaki savaşım mitosunu, tragedyada uzlaştırılmala*
rını ve bunun devamı olarak da tragedyanın, rasyonalist bireyselleştirme*
nin şeytansı gücüyle şiddetli felaketini sunar. Nietzsche, Hegel’in Yunan
tragedyasını iki ahlaki zorunluluk arasındaki çatışma olarak değerlendi*
rişini bir aşama ileri götürerek, bu çatışmayı tragedyaların içeriğine ilişkin
bir yaklaşım olmaktan çıkarıp, tragedyayı önce yaratan sonra yıkıma uğra*
tan metafizik bir “dramatutgi” düzeyine yükseltir.29 Yalnızca burada de*
ğil, Nietzsche’nin bütün yazarlık kariyeri süresince koruduğu üretken
rol oynama eğiliminde, modem tiyatronun ayırıcı özelliklerinden biri olan
metateatral strateji merakını öngören bu öz*farkmdalığa sahip tiyatrosal*
Iaştırmanın izleri sürülebilir.
KARAKTER ADLI KARAKTERİN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ 4 9
Les Flaireurs üzerine yazan Albert Mockel, “le drame ideal”in [ideal oyun
metni] iki anlam düzeyi olması gerektiğini söylüyordu: gerçeklik düzeyi
ve gerçekdışılık düzeyi. Benzer bir biçimde, karakterlerin de, biri ulaşıla
bilir, biri mesafeli, iki benliği [self] olmalıydı. 1890’da Mockel bu konuya
aynı dergide yeniden dönmüş ve belli bir döneme ve gösterim biçemine
ait olmayan ve sadece “insanın ebedi tarihi yerine, olaylara ve bireye”37
yoğunlaşarak izleyiciyi yanlış yönlendirebilecek oyuncunun, sahne üze
rindeki canlı varlığına ilişkin sorunları çözebilecek bir dramaturgi gerek
siniminden söz etmişti.
Maeterlinck, “hikayenin zorbalık”mdan nefretinde, Mockel’in sesini
yankılar. Maeterlinck, tiyatroda “Sonsuzluğun gizemli şarkısını, ruhun
uğursuz sessizliğini... daha yakına” getirecek ve “oyuncuları çok uzaklara
sürecek”38 bir “rol değişimi” için çağrıda bulunur. Oyunlarını her tür insan
malzemesinden temizlemeye ilişkin arayışları sırasmda, ilk dönem tek per
delik oyunlarını kukla tiyatrosu olarak, Bettina Knapp’ın belirttiği gibi39,
“iki dünyanın gizemli sakinleri” olarak tasarlamıştır. Başka bir yerde de
bedensel oyuncunun sembolik algılayışta yarattığı aksaklıktan söz eder.
Bir simgenin güçleriyle, bir insanın güçleri arasında sürekli bir uyumsuzluk
vardır; bir şiirin sembolü bir merkezuu, bu merkezden çıkan ışınlar son
suzluğa uzanır; ve bu ışınlar... ancak onlan izleyen gözün gücüyle sınırlana
rak önem kazanırlar. Ancak bir oyuncunun gözü semboller dünyasının
smırlannı aşar... Eğer bir insan, bütün yetenekleri ve özgürlüğüyle sahneye
girerse, eğer, sesi, jestleri, tavn, bir dizi sentetik koşulla maskelenmezse,
hatta bir an için bile olsa insan kendisi gibi görünebilirse, bu dünyada böyle
bir olay yaratabilecek bir şiir yoktur.40
Dramatik olan lirik olanın önünü açn— Büyük şahsiyetler camdan yapılmış
kocaman eldivenler gibi düşüp kınldı, pınl pml parlayan binlerce cam kmğı
çevreye dağıldı, güneş üstlerine vurdukça ışıldadılar, yanıp söndüler— İn
KARAKTER ADLI KARAKTERİN YÜKSELİŞİ V E ÇÖKÜŞÜ 51
sadece imgesel ve bir biçimde soyut bir kahraman üzerine kurulmuş bir
hikayede, görece önemsiz kalacak şekilde tutulmalıdır. Aksi takdirde sem
bolik Hamle t’in yarat ağı atmosferin gerçekliği bir duman perdesi gibi dağı-
lacaknr. Oyuncular, bu iş böyle yapılmalı! Çünkü ideal sahne gösteriminde
her şey karakterlerin sembolik ilişkisine boyun eğecek biçimde uygulanmalıdır...
Hamlet gibi olağanüstü bir karakterin tepesinde uçup duranlar ancak ve
sadece Hamlet olabilirler.43
Karakter Modeli:
M odem Misterium
dığı gizemci Wagnerci oyunları da, kendi salonlarında, başka sanat gös
terileriyle birleştirilerek sunuluyordu.
1896’da yayımlanan, tinsel ve insani konularla ilgili denemelerini
içeren Le Tresor des humbles [Alçakgönüllü Kişinin Hâzinesi] kitabında
Maeterlinck, görünmez ve sonsuz olanın gerçekliğini savunan bir “gizem”
teorisinin izlerini sürüyordu. “Gündelik Yaşamda Trajik 01an”da, sadece
büyük eylemleri ve “hikayenin zorbalığını” gösteren değil, “Sonsuz Olan’ın
gizemli şarkısını, ruhun ve Tanrının meşum sessizliğini, ufuktaki Ebedi
yetin mırıltısını, içimizdeki varlığının bilincinde olduğumuz ama hiçbir
belirtisine rastlamadığımız yazgıyı ya da ölümcüllüğü.. . ”17 gösterecek bir
tiyatro için çağrıda bulunuyordu. Maeterlinck’e göre gelecekte ruhlar,
dış görünümlerin yardımı olmaksızın doğrudan iletişim kurabilecekti.
Kutsallığı nedeniyle sözü edilmez olan eleştirel bir nitelik kazanmaya
başlamıştı. Bu anlamda olağanüstü yetenekli bir yüzyıl dönümü oyun
yazarı bile Shakespeare’e ya da Racine’e nasip olmayan bir “Işık saçan
gizli bir hayatın anlık görüntülerine” sahip olabiliyordu.18
Maeterlinck’in gündelik yaşamdan üretilmiş mistik tiyatrosundan ve
Peladan’ın ezoterik IdeaPinden yola çıkarak sembolist misteri oyunlarının
gizemci poetikasını oluşturmaya başlayabiliriz. Bu iki yaklaşım da, birinci
bölümde alıntılanmış olan, Mallarm^nin takipçisi Belçikalı şair ve eleş
tirmen Albert Mockel’in sembolist dramaturgi için verdiği genel reçetey
le tutarlıdır. Mockel, drame ideali n [kusursuz oyun] gerçeklik katmanı ve
gerçekdışı hatta belki de gerçeküstü katman olmak üzere iki katmanda
işlediğini düşünür. Benzer biçimde ideal oyunların karakterlerinin de
biri ulaşılabilir, biri mesafeli, iki benliği olmalıdır. Mockel, belli bir döne
me ve belli bir gösterim biçemine bağlı olmayan ve fazlasıyla maddi olan
oyuncu sorununu çözebilecek ve izleyiciyi “sahnede insanın ebedi tari
hini görmek yerine, bir hikaye ve bir birey görme”ye19 çekilmekten kurta
racak bir dramaturgi gereksiniminden söz eder. Mockel, sembolist oyun
yazarlığının modem misteriumla yoluna devam eden bütün yazarlarının
niyetlerini zekice tanımlamıştır: salt öyküsel ve bireysel olandan, mitosa,
efsaneye ya da herhangi bir yükseltilmiş gerçeğe dayanarak, başka bir
varoluş alanına kaçmak.
Kozmik dramatik biçime ilişkin bütün bu reçeteler, kaçınılmaz ola
rak, ortaçağ epiğinde ve moralitelerinde bulunan alegorik yöntemlere
ilişkin, Faust ve Peer Gynt gibi daha yakın örneklerin de esinlediği bir
canlanmayı gündeme getirmiştir. Yüzyıl sonunda, Calderön’a gösterilen
ilgideki yenilenme de bu canlanmaya ilişkin bir başka işaretti. Alegorik
yöntemler, oyun yazarlarına sembolistlerin en çok tercih ettikleri drama
KARAKTER M ODELİ 61
tik formun, zaman dışı bir ana sıkıştırılmış tek perdelik oyun formunun
ötesine geçmelerine yardımcı olmuştur. Maeterlinck’in kendi tek perde
lik misterileri bile, özellikle “Çağrılmadan Gelen” (“The Intruder”) ve
“Kör” (“The Blind”) kozmik tutkular tiyatrosunda alegorinin kaçınıl
maz rolünü gösteriyordu. Sembolist dönemde de bir tür olarak yaşamaya
devam eden tür alegorik moralite/misteri idi; ancak, sembolist misten
de yarattığı atmosfer bakımından, temelde bir yüzyıl-dönümü olgusu
dur.20 Ben yine de bu çalışmaları “alegoriler” olarak tartışmaktan yana
değilim, çünkü özellikle de Rosamund Tuve’un, somutlamaları düşün
celerden ayırma kapasitesine sahip “bir dilimleme makinesi” olduğunu
ya da “düzensiz yazmanın kılık değiştirmiş biçimi”21 olarak tarif ederek
reddettiği yapıya uygun olabilecek anlamlardan kaçınmaya çalışıyorum.
Genellikle bu metinlerin “alegorik” olduğunu ya da “allegorisis’le koşul
lanmış bulunduğunu söylemeyi tercih ediyorum. Kuşkusuz bu oyunlar
alegori tekniğinden ve sahnelerinden yararlanmaktadırlar - arayışlar,
hac yolculukları, sembolik manzaralar, anlam dolu zamansal döngüler,
tipleştirme ve kimi durumlarda da kişileştirme.22 Belki de en önemlisi,
bu metinlerin, W alter Benjamin’in geçici ve ebedi olan diye adlandırdık
larını, mutlak biçimde karşı karşıya getiren, zihnin alegorik çalışma biçi
mini yansıtıyor olmalarıdır. Bu zihnin her devşirdiği, Benjamin’in deyi
şiyle “Midas’ın dokunuşuyla... önem bağışlanmış bir şeye dönüşür.”23
Bir yöntem olarak alegori “insanın nihai yazgısına ya da anlam ına...
genellikle antik bir benzerlik kurarak ya da atfın yükünü kaldırabilecek
bir unsur kullanarak atıfta bulunur.”24 Tanımladığım misterium hiçbir
biçimde, geleneksel olarak bu türden atıflar taşıyan türler üzerine yapılmış
yeni bir çalışma ya da bunların arkasında yatan figürlere geri dönüş değil
dir. Misterium daha çok, modellerini kurnaz bir ironi ile onları aynı
anda hem kucaklayıp hem uzaklaştırarak hatta eskatolojik güçlerini saptı
rarak kullanır. Şam'a Doğru Birinci Bölüm, -oyun, Eğil Tomqvist’e göre
bütünüyle modern bir tiyatronun başlangıç noktasıdır- açıkça bu türe
dahil edilebilecek ilk örnektir.25 Burada hem alegorik sözlere, hem de
MockeFin “ideal oyun metni” için tanımladığı ebedi ve bireysel iki ben
liğe rastlanır. Ezoterik boyutun, tam olarak Maeterlinck’in oyunlarında
ki gibi olmasa da, gündelik yaşam üzerinde etkili olduğunu görürüz. Son
olarak da, oyunda dikkate değer bir biçimde Peladan m gülhaççı sanatsal
mükemmellik ölçütlerini buluruz. Hem dinsel mistisizminde ve yapay,
oldukça modelleştirilmiş bir biçim uğruna mimetik, gerçekçi aksiyondan
vazgeçişinde ideal O lan’ı paylaşır; tövbekâr teolojisi ile Kurtarıcı niteliği
barındırır; hem de Dante’nin İlahi Komedyacıyla ilişkisiyle İtalyan tarzıdır.
62 KARAKTERİN ÖLÜM Ü
ekler. Böylece metin daha önceki yüce didaktizm tonu ile sonuca bağla
nır.
Brecht’in kolektif protagonisti, devrimci misteriumun amaçlarıyla
tutarlılık gösterir (Mayakovski de Mistery-Bouffe'da yedi “Günahkâr”dan
oluşan bir grup yaratmıştır). Brecht’in, sınıfsal çizgilerle ayrılan prota-
gonist grubu, ortaçağ Kıyamet oyunlarını anımsatan bir finale ulaşır;
kurtarılmış olan, sahnenin bir tarafından edebi yaşama doğru çıkarken,
geride kalan günahkârlar diğer çıkıştan Cehennem Dağına gider. Uç
havacı ölümün pençesinden kurtarılmak için haykırıp dururlar. Öğre
nenler Korosunun Korobaşı, bu haykırışlara yanıt olarak, “kendi en kü
çük boyutunda üzüntüyü aşan”, “Düşünür Kıssası”nı anlatıp yarı-Budist,
yarı-Marksist mistik bir öneride bulunur. “Düşünür üzüntüyü aştı, çünkü
üzüntüyü tanıyordu, çünkü onunla uyuşma içindeydi” der Sözcü. Budacı
doktrinleri açıkça anıştırmasının yanı sıra, bu sahne İnsanoğlu İbret Oyu
munun (Everyman), düşünsel açıdan toy protagonistin kendisine kurtuluş
yolunda eşlik edecek tek şeyin sevaplar, yaptığı iyi işler olduğunu fark
ettiği doruğunu da anımsatır.
KORO:
Ve sizden isteriz
Motorumuzu da değiştirmenizi, geliştirmenizi
Hem hızını ve güvenliğini arttırmanızı...
Düşmüş Makînîstler:
Motoru, güvenliğini ve hızını geliştirelim.
edilir, yirminci yüzyılın muhteşem haç figürü olarak uçak yerini almayı
umduğu haç tarafından avlanır.
Karakterleri harekete geçiren temalar ister örtük dinsel, ister devrim-
ci-Marksist olsun, misterium karakterleri her zaman, bir şekilde “antik
bir benzeri” tarafından yönlendirilir; misteriumda asla, insan yaşamı,
Wedekind’in Keith Markizinin kendi bulunduğu noktanın bakış açısıy
la dile getirdiği gibi “bir dizi zigzag” olamaz. Ya da Beckett’e kadar olma
mıştır. Varoluşçu misterium diyebileceğimiz eğilim içinde, Beckett türün
dinsel alegorik yönelimlerini bütünüyle, Brecht’in “bir şeyin ardından
gelen başka bir şeye” dayanan dramaturgi felsefesiyle birleştirmiştir. So
nuçta ortaya çıkan belirsizlik misteriumun kendi unutuluşunun sahne
lenmesi için gerekli zemini sağlar.
Beckett’in Proust’da alegoriye ilişkin olumsuz yargısına karşın, Godot’yu
Beklerken’de, artık [bu çalışmanın okuru için ç.n.] tanıdık olan misterium
biçiminin karakteristik özellikleri açıkça görülür.43 Didi ve Gogo kolay
ca, bu biçimle yazılmış bütün örneklerde beliren yolculuk eden İnsanoğ
lu’na dönüşebilir. Sahnede bir çift olarak sunulmalarıyla geleneksel kome
dideki erkek çiftle devrimci misteriumların kolektif protagon is tinin
arasında bir yerde bulunurlar. Tıpkı metafizik İnsanoğlu [misteri oyunla
rının Everyman adlı kahramanı ç.n.] gibi bu protagonistin de ortak bilinci
kurtuluş üstünde durur - geleneksel alegoriye doğru yayılarak üstünü
kaplayan “Varlık”m o algılanması güç dünyasında yaşar(lar).44 “Günah
kâr” İnsanoğlu gibi başedilmez bir maddi bedenin içinde yaşarlar. Karınları
açtır, ayakları su toplar, böbrekleri zayıftır - sanki onların bedenle ilgili
sürekli şakaları, değişim iradesi taşımayan bir misteriumun materyalist
bilincine işaret eder.
Ele aldığım bütün misteriumlar İncil'e ait misteri döngüsünün unsur
larını içerirler - Yaratılış, Düşüş, Acı Çekme, Kıyamet. Godot, Acı Çek-
me’nin umudunu ve ayıpların yüze vurulmasını birbirine ekler. Bugüne
dek Godot’yu Beklerhen’in içerdiği Hıristiyan sembolizmini ima eden kat
man hakkında pek çok şey yazılmış olduğundan, burada bu tartışmalara
yeniden girmek pek gerekliymiş gibi görünmüyor. Misterium hiçbir du
rumda bir yazarın hangi öğretiye bağlı bulunduğuna ilişkin bir kanıt
sunmaz; tam tersine misterium Hıristiyan teatral modellerini ve imgeler
dünyasını, çift değerli ve bu anlamda yoğun biçimde gizemli bir evren
imgesini destekleyecek biçimde kullanır. Burada Acı Çekme’nin Godot’da
sürekli bir motif olduğuna ve Didi ve Gogo’nun acı çeken, aşağılanan ve
vazgeçilen İsa’nın eşlikçileri, iki hırsız gibi algılanabileceğine işaret etmek
yeterli olacaktır.
KARAKTER M O D ELİ 71
Karşı Sahnelemeler:
Akıntıya Karşı Ibsen
Yıllar sonra, verdiği sözü bir kenara fırlatır ve ilk sözün tam karşıtı
gibi görülen ama cinsiyet odaklı okumayla ilkinin aynısı olan bir başka
söze kapılır. Wangel’le her şey daha da çok “öyle yapmamı söylediği için”
ve daha yoğun bir “kendine ait bir irade yokluğudur”. Birinci perdede,
Wangel, Ellida’nın haberi olmadan Arnholm’u “zavallı hasta çocuğa”
yardım olsun diye askere yazdırır. Bu doğru bir tavırdır: “Yaptığımdan
eminim”, Yabancı gibi, Ellidayı bir vantrilok bebeğine dönüştürür ve
Arnholm’u da aynı şeyi yapmaya ikna eder. Bir sonraki sahnede Arn-
holm Ellida’dan konuşmasını kontrol etmeyi talep ederek ona “yardım”
eder. “Bana bu konuda daha fazla şey anlatmalısın!” diye bağırır, bir an
sonra ise “Bu işin başka yolu yok: bana her şeyi anlatmak zorundasın” ya
da “Bana dertlerini açıkça ve rahatça anlatmak zorundasın” diyecektir.
Perde, Lyngstrand’ın, Amerikalı denizci (Freeman takma adlı) John'
son’un nişanlısıyla yaşadığı aldatmayı anlatmasıyla biter. “O benim ve
her zaman benim olacak” -böylece Lyngstrand Freeman’m ticaret gemi'
sindeki patlamasını anımsar- “Eğer eve gidip onu alırsam, benimle gel'
mek zorunda kalacak.” Lyngstrand gençliğine ve zayıflığına karşın, böyle
hükmeden bir konuşmayı kaldıramaz. Lyngstrand m, erotik bir hükmet'
me tonu taşıyan bir arketip sahne olarak denizcinin eve dönüşüyle ilgili
fantezileri vardır: “yatağında ayakta dikilerek ona bakmaktadır... üstün'
den akan sular kadının üstüne damlamaktadır.” Lynsgstrand, kendi fan'
tezisini, beceriyle, uyumakta olan kadına bağlar. Bu ruhu engin derinlik'
lerden çağıran, Lyngstrand’m arzusu değil, kadının günahıdır.
ikinci perdede, Ellida, WangeFe Freeman’ı açıklamaya çalışırken,
kocası durmaksızın bilinçdışı bir tenezzül ve zorlamaya başvurmaktadır.
Baştan sona hatalarla dolu bir kesinlikle “Sanırım anlıyorum,” der.
“Hayır anlamıyorsun,” diye bağırır kadın.
“Evet anlıyorum,” diye ısrar eder. O “baştan aşağı her şeyi anlamış”tır.
“O kadar emin olma!” diye ısrar eder kadın.
“Artık bu çevreye dayanamazsın!” der adam vurgulayarak “Taşmıyoruz.”
Ellida’nın bütün itirazlarına karşın Wangel karar vermiştir. “Artık
karar verildi.” Ellida onu hikayesini dinlemeye zorlar. Birkaç dakika sonra
yine hikayeyi böler: “Şimdi anlamaya başladım.”
“Hayır sevgilim, yanılıyorsun!” diye düzeltir kocasını, ama sonunda
yine kocası her şeyden emin olmaya, karısının “düşündüğümden bile
daha beter” deli olduğuna ve “Hatta kendinin tahmin edebileceğinden
daha deli olduğuna” emin olmaya başlayacaktır.
Üçüncü perdede, sahne uzaktaki deniz manzarasından, durgun ye pis
bir sazan göletinin yakından görüntüsüne kayar. Eleştirmenler bu karşıt
KARŞI SAHNELEMELER 81
bir tür mucize gibi kabul edilmeli. Kadının kendini sonunda tam kocası gibi
olacak şekilde yavaş yavaş değiştirmesidir... Bir kadın bu değişimde derin
bir... mutluluk bulmalıdır__ Böylece kocasına yaratmasında yardımı doku
nabilir. .. Hep yanında olarak, onu rahatlatarak, ona bakarak ve onun yaşamı
nın gerçekten mutlulukla dolu olduğunu görerek onun işlerini kolaylaştıra
bilir. Sanırım bunları yapabilmek bir kadını bütünüyle tatmin edecektir.
olduğunu, azıcık bir şeyler öğrenmenin bile ona nasıl acılar verdiğini ve
bu nedenle de ilk adımı attığında bile bunun müthiş bir zafer olarak
algılanması gerektiğini gösterir. Üçüncü Perdede, Ellida’nın sadakati için
rekabet eden iki erkek, karşı karşıya gelir ve kime “ait” olduğu konusun
da tartışırlar. Yabancı her zamankinden daha buyurucudur - “Yarın gece
yola çıkmaya hazır ol”- ama bunu yaparken, Ellida’ya buyurduğu yaşam
çizgisini yeni bir fikirmiş gibi sunar; “Bir düşün” der Ellida şaşırarak
“hür irademi kullanarak onunla gidebileceğimi söyledi.” Hiç kullanma
dığı için hür iradesini kullanmak konusunda oldukça deneyimsizdir. Gece
boyunca bu düşünce büyür. Evliliğe özgür iradesiyle girmediğini fark eder.
“Her şey bir ışık demeti gibi bu sözcüklerde bir araya geliyor. Şimdi her
şeyi olduğu gibi görebiliyorum.” Wangel melankolinin ta kendisidir. “Hiç
bir zaman bana ait olmadın -— asla.” Sahip olmaya ilişkin standartlar,
Ellida’nm niyetlendiği kişisel özgürlük standartlarının tam karşıtıdır.
Net, kaçamaksız bir biçimde seçim özgürlüğünün peşindedir. Wangel
bunu sağlayamaz. Ya da bunu ancak ertesi gün, tehlike geçtikten sonra
yapabilir. Ama bu arada Ellida haykırır “Kafamda kurduğum gelecek mah
volmuş olabilir — bütünüyle, bütün bir özgür yaşam, yok olup gitti.”
Bu sözlerin bir kadına ait olmasının önemini kavramalıyız. Holtan,
Ibsen’in yaşamöyküsünü yazan Halvdan K oht’un anlattığı hikayeyi
tekrarlar; Denizden Gelen Kadın'ı yazmadan kısa bir süre önce Ibsen, “dün
yaya karışmak ve şair olmak isteyen bir köylü kızının umutlarının tüken
mesiyle kendini vurduğunu duymuştu. Bu olay Ibsen’i çok etkilemişti”
der ve devam eder, “kızın evine gitmiş, fotoğraflarını bulmuş, bıraktığı
kitapları okumuş ve mezarını ziyaret etmişti.”15 Eğer Ellida’yı evrensel
bir varlık olarak (yani erkek olarak) okumak konusunda ısrar edersek,
içinde bulunduğu korkunç haksızlık duygusunu, “bütün bir gelecekte
özgürlüğün mahvolmasına” kederlenmenin anlamını kavrayamayız. Bu
okumayla feryadı soyut bir feryat ya da salt felsefi bir ilgi haline gelecek
tir ama hangimiz yaşamda mutlak bir özgürlük bulabilmiştir? Ama cinsi
yete odaklanmış bir okumayla, bu çığlık içinde bulundukları durum üze
rine kafa yoran pek çok kadının ve Ellida ve Bolette’in kederli düşün
celerine dönüştüğü görülebilir. Onlar, belli bir soyutluk taşıyan insanlığın
değil, kendi özgürlük olasılıklarının peşindedirler.
Ibsen’in en önemli tinsel özelliklerinden biri insanın büyümesini
anlatmaktan vazgeçmeyişidir. Wangel, kısıtlılığı ve kasten kahraman
olarak yaratılmayışı içinde olgusal bir büyümeye maruz kalmıştır. Oyunun
sonlarında dikkat çekici bir buluşla sözleşmeleri fesheder. “Şimdi -tam
bir özgürlük içinde- kendi yolunu seçebilirsin. Bunu bütün kalbimle,
84 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
men Edvard Beyer’in dediği gibi, Nora, Bir Bebek Evi*nden23 sonra yazılmış
bütün oyunlardan daha kesin anlamda gerçekçi olduğuna karar verilmiş
bir oyunun, zaman içinde mitsel bir alegoriye ve teatral bir masklar oyunu
na dönüştüğünü ve I. Bölüm’de tartıştığım gibi, Nietzsche’nin burjuva
karaktere açtığı savaşı sürdüren karşı gerçekçi modern yazarlar tarafından
oyunun her hareketinin nasıl sahiplenildiğini gösterecektir. Bu anlamda,
tartışmanın bu bölümü oyunu okumaktan çok, oyunu, bir anlamda şaşır
tıcı ama kesinlikle önceden kestirilebilir mecrasına sokan okumaların
bir okuması üzerine temellenecek.
ikinci Dünya Savaşandan epey sonra, Charles Lyons’un “şair Ibsen’in”
yeniden değerlenmesi olarak tarif ettiği Ibsen eleştirisindeki değişim
sürecinde, Hedda Gabler , modern eleştirmenlerin toplumcu ve psikolo
jik gerçekçileri değerlendirdiği sembolik ortam, mitsel eylem ve romantik
arayış buluşlarına direnmeye devam etmiştir.24 1970 gibi yakın bir tarih
te, Orley Holtan oyunla ilgili şunları yazıyordu: “Artık burada, ne gizemli
ördekler, ne bilinmezliğin puslu dünyası, ne beyaz at, ne de denizden
gelen iblis sevgili var.”25 Yine Errol Durbach 1971’de yayımlanan ilk
çalışmasında Hedda’yı “Kolonos ormanlarındaki kadar gizemli ve derin
bir Tanrı” varsayar.261970lerin ortalarından sonlarına kadar, eleştirmen
lerin oyundaki imge ve aksiyonu oldukça detaylı şekilde klasik ya da
diğer mitsel yapılarla işlediğini ve oyunun özellikle karşı gerçekçi bir
bakış açısıyla değerlendirildiği görülür.
Bu yaklaşıma benim katkım, 1978 yılında Pratt Enstitüsündeki Ibsen
Konferansında sunduğum bildiri vasıtasıyla olmuştur.27 Bu bildiride oyu
nun gerçekçi ve parodik yüzeyinin altında arkaik misterilere yer verildiği
ni iddia etmiştim: Tanrı-kralın bolluk ayiniyle kurban edilmesi ve yerine
yenisinin geçmesine tanrıça üç açıdan başkanlık ediyordu. Takım yıldız
lar gibi davranan Lovberg’in yazgısıyla ilgili üç kadın, hasat zamanında,
Eylülde yeniden bir araya geliyordu. Yaşadığı dağ zirvesinde bütün tensel
zevklerden uzak yaşayan peri Thea, kasaba ya da vadinin ortasındaki
muzaffer sefahat düşkünü [orgiast] Diana ve yeraltından ya da ölümün
kucağından çıkıp gelen ve Ibsen’in deyimiyle “Yeraltı enerjilere ve güç
lere sahip... Maden kazıcısı bir kadın”28 olarak ve oyunun kötü kadını ve
Hekate’si Hedda. Başka mitsel okuma yapan kişiler Hedda Gabler’in imge
sel dünyasından Brynhill ve Ariadne anlatılarını da türetmişlerdir.29
Buradaki amacım, özel olarak bu oyunun mitsel okumasını ya da genel
olarak bu türden okumaları geliştirmek yerine, ikinci bölümdeki tiyatro
nun yeniden alegorileştirilmesine ilişkin tanımımla, bu yaklaşımın ortak
lıklarına işaret etmek olacak. Gerçekçiliğe ve onun karakter merkezli
KARŞI SAHNELEMELER 8 9
Hedda Gabler’i iki metni ya da türü içiçe geçirerek okur. Biri Volsunga
Sağası ndan Brynhild mitosunun anlatı dizgesi, diğeri de Fransız yatak
odası farslannın da bir versiyonu olduğu iyi kurulu oyun yapısı ve biçe-
mi.34 Larson, hem psikolojik güdülenmeyi etkin bir şekilde bir yana bıra
kabilmiş, hem de gösterimde “karakterlere empoze edilen yabancı bir
psikolojinin”35 ne türden büyük hatalara neden olduğunu gösterebilmiş
tir. Hedda’ntn derin motivasyonlarını araştırmak yerine, Larson onu
“masklı oyuncu modeli üzerine temellendirilmiş” salt bir yüzey olarak
görmüştür. “O bir aktristir” ve onun için “bir tarzın diğerinden daha
uygun ya da ‘doğru’ olduğunu söylemek olanaksızdır.”36
Larson, efsanenin kadın kahramanının, Fransız farsmdaki maskeli
aktristin etkisinden bağımsız olarak mı işlediği veya mask takmış bir
aktris olan Hedda’nın rollerinden biri olarak efsane kahramanını mı
oynadığı konusunda kesin bir şey söylemez. Eğer ilki, oyunun alegorik
katmanı devam ediyorsa, artık yüzeysel anlatı katmanından bağımsızlaş-
mıştır ve bu tuhaf bir biçimde birliği bozan [disunifying] bir adımdır.
Ama eğer İkincisiyse, bu durumda bütün asal karakterlerin buluşabileceği
tek yer olan tiyatro ve gösterim dolayımıyla, oyun dört dörtlük bir gerçek
çilikten bir tür metatiyatroya kayar. Bu kitabın son bölümünde, postmo-
dern geçişin temelsiz “temeli” olarak tanımladığım bu “tiyatronun sahne
si” üzerinde duracağım.
Hedda Gabler, beklenmedik bir biçimde, romantik karakterin ilerici
bir biçimde gerçekçilikten uzaklaşmasının aşamalannı gösteren bir mer
cek sunar. Gerçekten de oyun, tam olarak bir yüzyıl boyunca bu oyunu
ele alan eleştirel eğilimlerin palimpsestin'e* dönüşür. Neredeyse Lou
Salome’nin hararetli bir tartışmaya girebileceği bir kadın olan kadın
kahramanıyla oyun, biçimsel tür alıntılarının ve stilistik yüzeyselliğin
çarpışmasına dönüşmüştür.37 Bu noktada oyunun okurları ya da izleyici
leri eleştirel paradigmaların moda gösterisine karşın, Hedda Gabler in,
daha çok Hegel’in dünyasına, tanrı alegorileri ve “karakter tem silinden
duyduğu dehşetle Nietzsche’nin dünyasından çok romantik karakterin
derinliğinin ve içselliğinin dünyasına yakın bulma eğiliminde bulabilir
ler kendilerini. Yine de Hedda , iki nehir arasındaki set gibi, bir teatral
devirle sonraki arasına girerek tam da benim Birinci Bölüm’de üzerinde
durduğum yılda, 1890’da yayımlandığında, Nietzschenin, benim bu yeni
.I» vıı İr ili.skiIriKİiıdiğim kitabi Tragedyanın Doğuşunun doğrudan etkisi
üı imi ı I- .ılıni-,n Bu yolda bir adım daha atmak gerekirse, Nietzsche’nin
Tiyatroda var olma durumunu teşhis etmekten haz alan pek çok ti-
yatroseverin Derrida’nın “logosantrizm”ini, ya da uzun bir geçmişe sahip
Batı metafiziğini akıllarına getirdiklerini hiç sanmıyorum. Yine de bu
kısa özetin gösterebileceği gibi, teatral açıdan bir var olma durumunun
metafizik varsayımlarla bağlantısı bulunduğu ortadadır. Goethe’nin, dra
matik gösterimin izleyicilerini “anlatılanların bile izleyicilerin gözünün
önünde gerçekten oluyormuş gibi canlandığı bir dünyaya” taşıması gerek
tiğini söylemesinde, konuşmanın var olma ile ilişkisinin en somut ha
liyle kurulduğunu görürüz. Hatta, izleyici “düşünmek için duraksamamak,
(sunulan eylemi) tutkulu bir istekle takip etmeli, hayal gücü... bütünüy
le sessizleştirilmek”21 sözlerinde, alternatif akımların, karşıt düşüncelerin,
arasözlerin ya da düşünceye dalmaların, tam da Derrida’nın ikili terim
lerle mücadelesinde olduğu gibi -biri burada/biri yok- metafizik argü
manlar olduğunu fark edebiliriz.
Tiyatronun metafiziğine ilişkin bir rehber olarak Derrida’yı seçmiş
olmamın, -dramatik biçimin ortaya çıktığı yüzyıl ile, Platonculuğun bu
aynı yüzyıl, toplum ve kültür içinde kuluçkaya yatmış olduğundan, bu
ikisi arasındaki bağlantı sırf bir benzeşim ilişkisi olarak görülemeyece
ğinden- beni, her ikisinin karşılaştırılabilir yanlarına ilişkin geniş bir
soruyla karşı karşıya bıraktığının farkındayım. Bu nedenle, şimdilik, bu
soruyu, dramatik gösterimin geleneksel olarak Derrida’mn bütünüyle
Batı felsefi geleneği içine yerleştirdiği konuşma/yazma hiyerarşisini taklit
edişiyle ilgilenebilmek için erteliyorum. Burada yazma ile, dramatik me
tinde canlandırılan somut halini kastediyorum. Bu somut biçimi, oyun
metinlerinin kendiliğinden konuşmalarla örülmüş olduğu yanılsamasını
yaratmayı amaçlayan yazma biçimi olarak görüyorum; yazmak bu anlam
da, konuşmanın, Olma’nm doğrudan taşıyıcısı olduğuna ilişkin iddiayı
paradoksal olarak öne süren bir biçime bürünür. 1970’lerİe birlikte bu
tarihten önceki tiyatro sanatçıları kuşağının hiç de teatral bulmayacağı,
sayısız oyun metninin yapısöküme uğratıldığı bir dönemde, sahne met
ninin gösterim sırasında yazıldığı yeni bir oluşum gelişmiştir. Tiyatro
nun bu şekilde metinselleştirilmesi ya da yazınsallaştırılması konu, biçim,
dekor ve sahne düzeni açısından çeşitli biçimlere bürünmüştür. Gösteri
min fonosantrik dokusu arkasında geleneksel olarak köşesine çekilmeye
terk edilmiş yazma, şimdi şaşırtıcı ölçüde çok sayıda çalışmada, dramatik
yapının ve teatral gösterimin içinde konumlandığı bir çevre olarak su
nulmaktadır. Bu sunum biçiminin bedeli ve muhtemelen de hedefi, iz
leyicinin teatral var olma deneyimini karmaşıklaştırmaktır. Bu gelişimin,
psikoloji öncesi anlamına -izlenim ya da ithaf olarak karaktere- yeniden
104 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
MATTHEW:
Not defterim ve kalemimle bekliyorum burada.
NEIL:
Sırt kaslannın birinden yükselen bir harf görür görmez...
MATTHEW:
Ne görürsem defterime yazacağım43
1 1 4 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
Duyguları çarpıtır—
Ağlıyorum çünkü gerçek duygulanmı ifade edecek başka bir yol yok. (yine
göz kırpma)
Ve -sanki bir değişim erdemi gibi- dil, “söz güvenliğini” kurnazlıkla alt
etmek için ayağımızın altındaki toprağı kaydırabilir.
Benim emirlerimde, (gurur kıran bir göz kırpma) sizinki gibi bir gırtlak hüneri
yok, bu yüzden de sizinkiyle karşılaştırıldığında sözcük öncesi gürültü
şebekesinden mahrum benimki.
Ben sadece cümleler kuranm:
Olabilecek en sapkın biçimiyle..
Buraya kadar ilginç bir ayrıntıdan söz etmeyi erteledim. Dil saplantılı
metinlerini bire bir temsil eden çevre yaratımıyla, Foreman, yazmanın,
doğrudan ama bir o kadar da şaşırtıcı bir başka müdahalesiyle de tanış
tırmıştır bizleri. Daha seyir yerindeki ışıklar kararmaya başlamadan önce
“kırmızılar giymiş bir kadın” karatahtaya bir şeyler yazmaya başlamıştır.
“Yazdığı şey biraz sonra oynanacak oyunun en başıdır.” Oyun boyunca
kadın “Ses’in söylediklerine her yetişemediğinde onu yakalamak için
İŞARETLERLE İŞARETLEŞMEK 115
ses kaydının belli aralıklarla birden dokuza kadar karışık sayma sesidir,
İkincisi üzerine soru sorulduğunda Foreman, sayıların “‘saf dil olduğunu
bildiğimiz dilden çok, bu dilin daha alt bir formu olan Platonik biçimler-
le ilgili olduğunu” söylemiştir. “Diyalogları, sayılardan ibaret bir oyun
yapmayı” düşündüğünü ancak bunun “kendisi için fazla saf’48 olması
nedeniyle hiçbir zaman yapmayacağını söylemiştir. Yine Foreman
“Hmm” sesini “söylemin toplumsallaşmış biçimlerini önceleyen asal bir
homurdanma ile” ilintilendirdiğini de oyunun önsözünde yazmıştır.49
Bu efektlere ilişkin önermelerine bakarak Foreman’ın orijinalleştirme
tartışmalarını, bilinçli dilin alt basamaklarından aşağı doğru, bir post-
verbal [söz-sonrasıyla ilgili] metafizik okulunun en yüksek basamakları
na doğru tekmelediği sonucu çıkarılabilir. Foreman’m çalışmalarında
her zaman, onun bir hermetik, dinsel tiyatrocu olduğuna ilişkin ipuçları
saklıdır. Bu tür çekim alanlarından sık sık söz ediyor olsa da, çalışma
larında bu tür önerileri fazla maddileştirerek yorumlamaktan kaçınmak
gerekiyor.
Yeniden, “var olma” tartışmalarına dönecek olursak, Foreman’m ti
yatrosunda, Julian Beck’in Tanrfyı sunulabilir kılma arzusu gibi bir arzuya,
gizemi canlandırma veya bütünüyle sunum haline gelmeye rastlanıla-
maz. “Hiçbir zaman bir merkezimiz yoktur” der Foreman.50 Foreman’ın
kozmogonisinde, Tanrı “söylem sistemlerimizi... çatlatır” ama onları
hiçbir zaman yarıp geçemez.”51 Biz bu çatlakları bekliyoruz. Bu anlamda
Foreman’m, izleyicinin, kendini algılamaya açarak kazanacağını umduğu
canlılık, her defasında gördüğü belirtilerin ya da işaretlerin kimin ta
rafından koyulduğuna -varlığın işaretleri midir bunlar yoksa yokluğun
mu?- ilişkin bir yoklukla dolacaktır. Lava'nm başlarında Ses “Söylediğim
Hiçbir şey işaretleri yakalayamıyor” der. Ve hemen sonra da “Konuşmak
durumundayız değil mi? Ama ne söylesek... hepsi işaretlerin dışına düşü
yor. işaretlerin dışına... işaretlerin dışına.”52 Dil ile dilden kaçmayı tarif
etmeyi arzulayan Foreman/Ses, dili, yazılı dilin yerini tutan bir sözcük
kullanmak durumunda bırakılır. Dilin aşılabildiği, ötesine geçilebildiği
bir noktada doğru bir işaret vardır; tam olarak ulaşmaya çalıştığımız du
rumu tahayyül edemeyiz, kapının tokmağı hep dış taraftadır. Bu çelişki,
var olma arzusunun, ilahi var olma ve bunun teatral yansıması da dahil
olmak üzere neden olduğu bir durumdur.
Son olarak Elizabeth LeCompte’un Wooster Group, klasik modern
metinlerin “yeniden okunmasına” ilişkin uygulamalar yapmakla kalma
mış, kendini okumanın mekanizması üzerine de sahnelemeler yapmıştır.
Nayatt SchooFu ilk sahneledikleri 1978’den, çalışmalarını belli bir sonuca
İŞARETLERLE İŞARETLEŞMEK 1 1 7
işaretlerin siyah beyaz yüzeyinden” doğduğu bir alana verdiği yanıt ola
rak kabul eder. Düşler “artık kapalı gözlerle çağrılmıyor” diye yazıyordu
Foucault, “düşler okumayla geliyor; ve hakiki bir imge,.. röprodüksiyon-
ların röprodüksiyonlarmdan türüyor,” imgelem gücü “bir kitaptan diğeri
ne geçerken yaşanan arada doğuyor ve gelişiyor. Bu bir kütüphane olgusu
dur.”59 Foucault, Flaubert’in Temptation’ını Mallarm£, Joyce ve Pound’un
önceli olarak selamlar. Roman “basımın büyük dünyasıyla bütünüyle
ciddi bir tutumla bağlantılandırılır ve yazmanın kurumsal olarak tanın
ması ile gelişir. Rafta, diğer bütün kitapların yanındaki yerini alacakmış
gibi görünen roman, aslında var olan bütün kitapların kaplayabileceği
yeri genişletmiştir.”60 LeCompte, mesleki yaşamını tiyatro uzamının
analojisine bağlamış, bu bağlantı içinde sadece kitapların ve basım dünya
sının değil, eski dramatik ve teatral mevcudiyetlerin kendi üstlerine salt
metin olarak katlanmasının gösterim arşivini de kurmuştur. Foucault’nun
Flaubert için söylediği gibi, acaba LeCompte da, göz alıcı katmanlaştırma
ları ile bir yandan tiyatro uzamının kapladığı alanı genişletirken, bir
yandan da tiyatronun geleneksel olarak kapsadığı alanı (özellikle Batı
tiyatrosunun alanını) dilbilgisinde birkaç harfin atılmasıyla yapılan kı
saltmalarda olduğu gibi bir daraltma çabası mı göstermektedir; bu soru,
pek çok örnekte kendini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermeye
başlamıştır.
Bu türden metinselliklerin farklı sahnelerde boy göstermesi, çeşit
çeşit izleyici tarafından bunların kabul edilmesi (izleyicilerin eleştirmen
ler tarafından uyarılmış olması!) - bütün bunlar ancak tiyatroda konuşma
“alanı”nın, sahicilik, yaratım, var olma/hazır bulunma gibi bütün karak
teristik çağrışımlarıyla birlikte, daralmaya başlamış olmasıyla mümkün
olabilecektir. Derrida’nın sözün altını oyan çalışmalarının tam olarak
metafiziğin geri çekildiği tarihsel bir momente denk gelmesi gibi, bu
türden okuma ve yazma tiyatroları da, Julian Beck’in “Karakter Tiyatro
su bitmiştir”61 biçimindeki bildirimine denk gelir, ikinci Bölüm’de an
lamın odağının karakterden alegoriye kayması ile tarif edilen ilk dönem
modern çalışmalar, kısmen de konuşmanın ya da sözün aktif yaratıcı
gücüne duyulan güvenin sarsılması olarak algılanabilir. Derrida’yı bütün
evrenselci retrospektifiyle (burada Derrida bu konumuna çok dikkat eder,
yani ne yaratıcılığa ne de kurallardan, geleneklerden kurtulmaya doğru
tek yönlü sinyaller göndermez) tam bir modemist filozof olarak görüyo
rum. Derrida’nın söz/yazı İkilisini yapısöküme uğratışı, Benjamin’in “Me
kanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı” gibi modern kültüre ilişkin
olarak yapılmış klasik yorumlarla birlikte düşünülmelidir. Sözün “her
122 KARAKTERİN ÖLÜM Ü
bir dışarıya karşı uzamsal olarak ya da zamana bağlı gelişen bir kurmaca
olarak ifade etmenin uzağında olan teatral dünyaları sahnelemeyi seçti
ler. Zaman zaman, Robert W ilson’ın genellikle başvurduğu gibi, peyzaj
temsilleri, ama aynı zamanda da Richard Foreman’ın gösterimlerindeki
haliyle hiper mekanlar olarak yaratılan bu sahne tasarımları gösterim
dünyalarıdır, hiçbir yeri çağrıştırmayan hiçbir yerlerdir, tiyatro dünyası
içindeki yaşamlarının kurnazca farkında olan hayali yerlerdir. Peki ait
oldukları teatral boyut düşünüldüğünde, insan bunları ne kadar “peyzaj”
olarak kabul edebilir? Acaba bu terim gerekli ve yararlı mı, yoksa doğayla
hiçbir bağlantısı olmayacak şekilde oyuncuların ve dekorun bir alan dü
zenlemesi mantığı içinde bir araya getirilmesine gevşek bağlarla yakıştırı
lan gösterişli bir terim mi?
Gertrude Stein’dan öğrendikleri ile Thom ton Wilder, onun, peyzaj
olarak oyun fikrini anlamaya çalışmıştı. Stein’m ölümünden yedi yıl son
ra, Wilder günlüğüne şunları yazıyordu: “Bir mitos, soldan sağa, baştan
sona okunabilecek bir hikaye değildir, her an bütünlüğü içinde ele alın
ması gereken bir şeydir. Belki de Gertrude Stein, oyunun bundan böyle
bir manzara, bir peyzaj olduğunu söylerken bunu kastediyordu.”6Gertrude
Stein’m Four Saints in Three Acts [Uç Perdede Dört Aziz] metnini, Virgil
Thomson için bir opera metnine dönüştüren Maurice Grosser’ın bir
peyzaj mimarı olması bu anlamda hayli ilginçtir. Birinci Perdenin başını
“Baharın ilk günlerinde Avila’da bir bahçe”de, ikinci Perdeyi “Taşrada
Dış Mekan”da açmak ve Üçüncü Perdeyi “bodur ağaçlarıyla bir manastır
bahçesi... çıplak bir Ispanya ufku ve bulutsuz gökyüzü” ile ve Dördüncü
Perdeyi “dekor yok, gökyüzü fırtına bulutlarıyla kaplı, güneş patlaması”7
ile vermek yine onun fikriydi. Stein, Thomson’a “Maurice benim yazdık
larımı anlıyor” demişti.8
Peyzaj olarak oyun: Stein’ın gösterme biçimini mi, gösterilen şeyi mi
kastettiği pek açık değildir. Oyunları okunduğunda, Stein’ın “peyzaj”ı
tiyatro izleyicisine ilişkin doğa olayları bilimiyle ilgili bir metafor olarak
kullandığı açıktır, belki mutlaka doğal bir sahne yaratmak değil de, bir
dil, tavır ya da tasarım dizgesine sanki doğal bir manzara imiş gibi işaret
etmektir. Stein’m yazılarında oyunlarını ya da oyunlarına yaklaşım biçi
mini belirlemek için kullandığı “peyzaj” teriminin geçtiği her yerde, bu
terime gerçek manzaralardan doğal imgeler eşlik eder.
Birinci Dünya Savaşı yılları gibi erken bir tarihte, The Autobiography
o f Alice B. Toklaş [Alice B. Toklas’m Özyaşamöyküsü] ile Stein, “belli bir
peyzajın oyunların nedeni”9 olduğunun farkma varmıştır. Bir peyzaj ressa
mı gibi, doğadan oyunlar yazmadıysa, o zaman doğanın içinde oyunlar
1 2 8 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
yazdığı söylenebilir. Bütün çifte anlamı ile peyzaj oyunu düşüncesi, sa-
vaştan sonra asıl yerini bulmuştur. 1922-23 kışında “bütün manzaralar
içinde en anlamlı manzara” (Rhone vadisi) Stein’ı “bir kez daha büyütü
yordu” ve Stein bu dönemde “peyzaj oyunu olarak adlandırılabilecek
poetik biçimi ve bu biçime uygun gramer kullanımı üzerine düşünüyor
du.”10
1935’te çıktığı konferans turnesinde, Stein “Oyunlar”dan konuşurken
tekrar Rhone manzarasının teatral biçimi etrafında dönüyordu. Gerçek
peyzaj ile peyzaj olarak oyun düşüncesi arasındaki değiş tokuş devam
ediyordu.
“Eğer bir oyun bütünüyle bir peyzaj gibi ise o zaman oyuna bakan birinin
duyusunun oyunun önünde gitmesi ya da arkasında kalmasından doğan
bir güçlükten söz etmek olanaksız olacak [Stein’ın daha önce “Senkop”
olarak tanımladığı problem] çünkü bir manzaranın tanıdık olmak gibi bir
sorunu yoktur... o hep oradadır... ”12
“... peyzaj hareket etmez ama her zaman bir ilişkiler ağım banndırır, ağaç-
lann tepelerle tepelerin tarlalarla tarlalann ağaçlarla ağaçlann birbirleriyle
ve gökyüzüyle ve her bir ayrıntının diğer ayrıntılarla ilişkisi; hikaye, siz o
hikayeyi ister anlatmak ister dinlemek isteyin yine de hikayedir ve ilişki hep
vardır. Bu ilişkiden bir oyun yapmak istedim ve sonra pek çok oyun yazdım.”13
PASTORALİN BİR BAŞKA VERSİYONU 1 2 9
Azizleri peyzaj haline getirdim... bütün azizler hep birlikte peyzajımı oluş
turuyordu. Bu görevli azizler peyzajdı ve böylece oyunda gerçek bir peyzaj
olmuştu. Bir manzara hareket etmez, bir manzara içindeki hiçbir şey ger
çekten hareket etmez ama şeyler oradadır, ve ben oyuna orada bulunan
şeyleri kattım.”15
Ama tam, “peyzaj ”m, zamansal ve ilerlemeci olana karşıt bir uzamsallık
ve durağanlık için kullanılan bir tür steno olduğunu düşünmeye başla
dığımızda, Stein doğaya döner. “Saksağanlar (Üçüncü Perde’deki saksa
ğanlardan söz etmektedir) ... siyah beyazdır ve Bilignin ve Ispanya özel
likle de St. Teresa’mn Avila göğünde uçarlar. ... Benim peyzajımda da
saksağanlar ve bostan korkulukları vardır.”16 (Çimlerdeki güvercinler
den hiç söz etmez maalesef).
Stein’m kübizminden çok fazla etkilendiğimiz için onun pastoraliz-
mini fark etmemiş olabilir miyiz? Oyunlarının peyzaj olduğunu her söy
leyişinde, Stein, peyzajın kendisini idealize eden bir bakış açısına başvurur:
geleneksel pastoral kır yaşamıyla yaratılmış Arcadia’sının çobanları gibi,
Stein’m peyzajı kendisi için vardır, izleyicide yalınlığa ilişkin duyguları
ve endişenin tam karşıtını uyandırır. Geleneksel pastoral, sade taşra de
ğerleri gibi, saraydaki ya da kentteki karmaşık yaşamla kurduğu karşıtlık
içinde ışıldar. Böylece Stein, peyzaj oyunlarla, kendini “rahatsız eden” ve
“senkop”a sıkıştıran karmaşık teatral yapılardan kaçmak için bir yol bul
muş olur, ve bir görevini yerine getirmiş olma duygusundan çok, bir fe
rahlık hisseder.17
Şimdi de, nadiren Stein’la ilişkilendirilmiş olsa da, modern tiyatro
içinde, Maeterlinck’in ilk dönem tek perdelik oyunlarından ve “statik
tiyatro” üzerine yazdığı 1896 tarihli yoğun bir etkileyicilik taşıyan maka
lesi “Gündelik Yaşamda Trajik”den türetilebilecek bir başka peyzaj gele
neğinden söz edeceğim. Stein’dan yirmi yaş büyük olan ve statik tiyatro
teorisi konusunda bundan bile daha yaşlı olan Maeterlinck’e göre, trage
dyanın özü Aristoteles’in söylediği gibi aksiyonda değil, tefekkürde (^el
li bir mesele içinde yoğun biçimde düşünme anlamında) idi.
1 3 0 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
algısal olsun, ister göze ister akla hitap etsin; her bir yaklaşım, bir biçim
de diğerinin içinde bulunabilir. Bu anlamda, acaba, peyzaja başvuran bu
iki statik, uzamsal tiyatroyu, tek bir modern geleneğin çeşitlemeleri ola
rak kabul edebilir miyiz?
Bu türden bir kuram ve sahneleme tarihi, kendi içinde “peyzaj” teri
minin kullanımını haklı göstermektedir ama küçük damarlarla birleşerek
akan bir yirminci yüzyıl geleneğinin ihtimali üzerinde düşündüğümde,
yüzeysel anlamda enerjileri, malzemeleri ve görsel tarzları birbirinden
son derece farklı bir dizi çağdaş sanatçının ve çalışmalarının belli bir
bağlantı taşıdığını seziyorum. Daha önce fark etmemiş olduğum şey şuydu:
doğrusal olmayan bir uzamsal yapıyla kurulmuş ve bireysel bir karakter
veya zamana bağlı bir gelişimle ilgilenmeyip de bütünlüklü bir hal ve
durumla ilgilenen pek çok çalışma, doğal peyzaj imgeleriyle yaratılmış
anlara başvurmakta ve hatta pastoralin temalarını ima etmekteydi. Bu
durumda, yukarıda sorulmuş olan soru da, bu izlerin rastlantıya bağlı
olmaksızın, kendini tekrar eden bir kurulumun unsurları olarak “birlik
te ilerleyip ilerlemediği” sorusuna dönüşür. Bununla ilgili bir dizi örnek
sunulabilir.
Hemen hemen bütün Robert Wilson sahneleri panoramik bir peyzaj
görüntüsü taşır ve the CIVIL ıvarS'un [IÇ savaşLAR] Cologne bölümü
nün ilk sahnesindeki kara gömülmüş kasaba; The Forest'tski [Orman] ve
the CIVIL warS’un Roma bölümündeki orman sahnelerinde olduğu gibi
gerçek peyzaj etkilerinden yararlanır. 1972 Şiraz Festivalimdeki KA
MOUNTAIN AND GUARDenia TERRACE, Haft Tan Dağı’nda yedi
gün süren ve doğal peyzaj etrafında düzenlenmiş bir gösterimdi. Wil-
son’un çalışmaları baştan beri zürafalar, kaplanlar, ayılar, baykuşlar ve su
canlıları ile doluydu. 1986 tarihinde, Cambridge’de American Repertory
Theatre’da yaptığı Euripides’in AlcesttVinde, en somut ve en temsili teat-
ral peyzaja başvurmuştu: oyun boyunca sahnede üç boyutlu bir dağ ve
vadi görülüyordu.
Bir anlatımcı metnin üzerine inşa edilmiş olmasıyla Alcestis, Wil-
son’un diğer oyunları düşünüldüğünde bir şekilde sıradışı kalıyordu. Gerçi
metnin kısaltılması ve parçalanması konusundaki aşırılığıyla, metnin
iki kutuplulaştırılmasıyla, ağır çekim sahne hareketiyle ve sesin sarıp
sarmaladığı sessel bir çevre yaratmasıyla, başka açıdan da tipik olduğu
söylenebilirdi. Burada, sahne genişliğini kaplayan bir dağ “inşa” edilmişti.
Yukarıda son derece geniş bir gökyüzü, aşağıda, kıyısında prehistorik
döneme ait iki yaşayışlı yaratıkların süründüğü bir nehir ve sahneye yayıl
mış kayalar ve çalı öbekleri. Su perileri gerçek bir su kaynağında yıkan-
132 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
maktalar. Kabile halkı bütün bunların hemen yanı başında arkaik bir
ayin yapmaktalar. Kuş sesleri havayı doldurmakta. Yarı insan, yarı hayvan
hizmetkârlar masaya servis yapmaktalar. Sahnede Yunan tiyatrosunun,
tanrılara kafa tutan insan tutumlarını özetleyen geleneksel mekanları
na; saraya ve görkemli kapılarına rastlamak olanaksız. Yine de Wilson,
öykünün çerçevesini ve karakterlerin temel izlerini korumayı başarmıştır
—isimler ve psikolojik bir taşıyıcılığı olmayan tavırlar korunmuştur ama
yönetmenin asıl ilgisi, doğaya-karışmış-insan ve tanrılarla ve büyüyle
süregelen doğa düşüncesini yansıtan pastoral bir bakış açısına odaklan
mıştır. Son provalar yapılırken kendisiyle yaptığım söyleşide, Wilson,
dağ sahnesinin bu fazla somut, fazla “doğal” betimlenişinin, dağın sade
ce doğal değil aynı zamanda kültürel bir yapı olmasından kaynaklan
dığını söylemişti.
Sahne gerisinden sahne önüne doğru yığılmış bölge katmanlan var. Modem
bir anayol; eski taşlardan döşenmiş; karşımızda tabakalar halinde dizilmiş
gerçeklik, zaman vs. bölgeleri var. Aynca tıpkı bir dağda olduğu gibi sonsuz
zaman boyunca ilerleyen yatay katmanlar var. Ve böyle bir dağda her şey
vardır. Böyle bir dağ dizisinde Delphoi dağ dizisindekilere benzer bir şeyler
vardır.22
Eğer metni önceden okumuş olsaydım asla böyle bir tasanm yapmazdım.
Metinde bu denli çok benzerlik ve oyunda bu denli imge olması son derece
şaşırtıcıydı... Her şey bütünüyle tekinsizdi. Yapmak istemediğim halde,
onun metnini canlandınyor olmaktan korkmuştum.
Evet, tiyatro kuşkusuz öncelikle bir şey hakkında olmalı... Evet hep söyle
mek durumunda kaldığım gibi, bir şey hakkında olmalı, gözlerimi yumup, o
şeyi yaratınm. Sonra pek çok şey hakkında olmaya başlar. Ve bunu kendim
yapmak zorundayım. Metni tek bir sözcüğe daraltırım ve bu sözcük, diğer
bütün sözcüklerden daha belirgindir— Oyunu bu anlamda indirgedim, bu
durumda oyun, ölüm ve ölümün şiiri hakkındadır.
* pageant: araba üzerine kurulan sahne türü. Bunlar ilk kez ortaçağda ortaya çıkmış
ve Kilise’nin dinsel amaçlarına uygun olarak kullanılmıştır (e.n.).
140 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
bugün gelecek yaz yarın te şimdi, 1317’de bütün bir dünyadaki te en son
Zenci öldü.”29 Zenci tarihi, zaman içindeki olayların kronolojisi olarak
değil, bir şeyin yaşanması ve onun temsil edilmesinin eşzamanlı olarak
yarattığı geniş bir alanda, deneyim ve temsillerin, tıpkı çok yıllık bir
bitkinin yeniden yeniden yeşermesi gibi, tekrar tekrar belirir. Bu karmaşık
peyzaj içindeki nesneleri, ister olumlu bir tarih olarak, ister düşmanca
çarpıtmalar, kurmaca, popüler imgelem, henüz yazılmamış tarih ve yaşar-
kalmaya çalışan yaşanmış yaşamlar olarak alın, tümü de eşit değerdedir:
Stein’in dediği gibi, “bütün ayrıntılar, bütün ayrıntılarla” sürekli bir “ilişki
içindedir”.
Oyunun peyzaj etkisi, pek de, oyun yazarının doğal imgeler dünyasına
başvurmasından kaynaklanmaz; daha çok görsel “paneller” biçiminde
yazılan gösterimin açık ve uzamsal biçiminden ve bir tür cenaze törenin
deki sürekli yas eyleminin imgesel dünyasından beslenir. Parks’ın, Shake-
speareyen pastoraldeki erkek ve kadın çobanların konuşmalarına denk
gelen bir zenci kültürü ve Zenci Erkek ve Kadının masumiyetini çağıran
ve oyun için geliştirdiği ilkel poetik söyleyimde [diction] de pastoral
yankılar bulmak mümkündür. Gösterimde, oyun pastoral bir ağıt tınısı
taşımaktaydı. Yönetmen Liz Diamond, Yale Repertuar Tiyatrosunda
1992’de oyunu sahnelerken, daha önce mezarlık olup sonradan yeşillen
dirilen müthiş bir çayırda yerden açılan kapıların olduğu bir doğal orta
ma taşımıştır.
Parks’m, sahneler için kullandığı görsel terimi olan beş “panel”inin
sonuncusu bir bahçedir. Zenci Adam ile Zenci Kadın arasındaki aşağıda
oldukça kısaltılarak alman son konuşmada, insan sevgisi ve ölüm, ekim
ve yenilenme sözleri görsel açıdan ayırt edilemez hale gelir.
ZK: Sevgilim.
ZA: Bahar ZAMANI.
ZK: Sevgilim.
ZA: Ceplerimdeki ağaç tohumlanyla birlikte beni canlı canlı gömdün ve
zaman geçti ve bahar zamanı geldi ve zaman akmaya devam etti ve
yeniden yağmurlar geldi...
ZK: Seni ekeceğim.
ZA: Beni ekeceksin... Beni hatırla
ZK: Beni hatırla.30
Dekor bir oyunu tarihsel zamanına hapseder; kostümler bir oyunu belli
tavırlara, konuşma stillerine ve ahlaki değerlere çerçeveler. Statik uzam
görüşü, kapalılığı, nedenselliğe bağlı olmayı, motivasyonu yüreklendirir;
dramatik karakterlere sahip olma biçimi, bütün karakterlerin tavnnı belli bir
zamana ve çevreye indirger; sanki dördüncü duvarın ötesinde bir dünya
yokmuş gibi. İki dünyayı birbirine karşıt olmaya zorlayarak insanı bu dün
yadan ayınr.32
Önsöz
(I)
1987
Aşağı yukarı yirmi beş yıl önce performans sanatçısı ve kavramsal sanat
uygulayıcısı olan Carolee Schneeman, kendi bedenini malzemelerinden
biri olarak kullandığı ve “Eye Body” [Göz Beden] adını taşıyan bir sanat
sal ortam yaratmıştı. “Eye Body” gösteriminin fotoğrafları güzel Schnee-
man’m çıplak vücudunu, çiçekler çizilmiş yanaklarını, göğüsleri ve vücudu
boya, yağ ve tebeşir lekeleriyle kaplı, veya canlı yılanlarla birlikte sürünür
ken gösteriyordu ve bütün bu fotoğraflar gösterimlerinin meşhur erotik
doğasını gözler önüne seriyordu. Schneeman, sürecin, kendisini “trans
durumuna” sokacak ritüel yanını ve somadan doğa tanrıçalarının heykel
cikleri üzerinde çalışırken bedenin ima ettiği kutsallığı keşfettiğini ve o
gösterimde bunu araştırdığını yazmıştı.3
1980lerde bir dizi kadın tarafından yaratılan gösterimler içinde, Schnee-
man’ın kutsal bedeninin yerini, müstehcen -saldırgan, dışkıyla ilgili ve
kimi zaman da pornografik- beden almıştı. Bu kez araştırmanın amacı bu
olayın dağınık kanıtlarını bir araya getirmek ve kadın cinselliği, feminizm
KÖTÜ KIZLAR İYİ TİYATRO YAPARKEN 1 4 7
1980
Kronolojim seksenli yılların ilki ile başlıyor. 1980 sonbaharında Mabou
Minesen, JoAnne Akalaitis’in yönettiği ve Akalaitis’in topluluk üyele
riyle birlikte yazdığı Dead End Kids: A History ofNuclear Poıver [Çıkmaz
Sokak Çocukları: Bir Nükleer Güç Tarihi] adlı oyunu Public Theater’da
gösterime girmişti, ikinci perdenin sonundaki gece kulübü sahnesi Aka
laitis’in ısrarıyla David Brisbin tarafından doğaçlamayla oynanıyordu.
Lenny Bruce, Brisbin’in, 1950’lerde kulüplerde sahne alan komedyenler
için genel anlamda başvurduğu modeldi. Mikrofonunu bir mastürbasyon
aracı gibi kullanarak, kurmaca gece kulübü izleyicilerinden birini sah
neye çıkmaya ikna etmeye çalışıyordu ve sonunda genç bir ilkokul öğret
meni sahneye çıkıyordu. Aşağılayıcı bir cinsellik taşıyan alışageldik ha
reketler yapılıyordu. Komedyen, genç kadının abartılmış, baştan çıkarıcı
saflığını onu aşağılamak için kullanıyordu. Sonunda komedyen, panto
lonunun ağından kafası koparılmış bir tavuk çıkarıyor ve öğretmene
üstünde kafa olmayan boynu kullanarak kendini tatmin etmesini söylü
yordu (Demek başı yok, Hadi ona bir baş tak!). Bu arada “Nükleer Savaş
Olayı Sırasındaki Radyoaktif Serpintinin Çiftlik Hayvanları Üzerindeki
Etkisi” hakkında bir rapor okuyordu.7
Kadın yönetmenin “zevksizliği”, bu bölümün “pervasızca müstehcen”8
olduğunu saptayan Philadelphia Inquirer dergisinde ve başka yerlerde yaygın
biçimde sorgulanmıştı. Basmakalıplığa öfkelenerek sahne boyunca yerim
de huzursuz huzursuz kıpırdanıp durmuştum. Sahne oldukça tehlikeli
görünüyordu. Neden kız bu kadar aptal gösteriliyordu? Neden adam bu
kadar iğrenç ve tehditkârdı? JoAnne Akalaitis’in bu sahne boyunca savaş
durumu ile cinsiyetçilik arasında, erkek nükleer fantezileri ile kadınla
rın sömürülmesi arasında kurmuş olduğu huzursuz edici bütün bağlantı
ları görebilmeme rağmen, oyun için Soho N em 11, hevesle yazdığım eleştiri
yazısında sahneyi tarif etmedim ama Akalaitis’in yöntemini “bayağı ve
kamçılayıcı” olarak tanımladım.9 Oyun/ülkede turneye çıkarak pek çok
yerde gösterildi ve bu sahnenin yarattığı şok, oyuna verilen ödüller ve
yöneltilen övgülerle karanlığa itildi. Yönetmenin politik yönelimine ya
kın duran pek çok eleştirmen sonunda oyunun politik bir zeminde var
olmasına “izin” verdi.
Müstehcen gece kulübü sahnesi, Savaş Karşıtları Demeği ile Nükleer
Silahlanma Karşıtı Performans Sanatçılarının 1983 yılının Mayıs ayında
gerçekleştirdikleri, benim de katıldığım yıldönümü kutlamasında oyun
dan bağımsız olarak tek başına sunuldu. On dokuzuncu yüzyıl taşrasında
1 5 0 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
1981
ile aynı hizada bulunan iki küçük televizyon, görüntüsü bozuk siyah be
yaz sessiz bir film göstermeye başlıyordu. Pek çok izleyici tarafından başlan
gıçta fark edilmeyen görüntülerde, bir kadın bir erkeği oral yoldan uyar
maktaydı ve bu olabildiğince yakın plan çekilmişti. Film birkaç dakika
sürmekteydi. Yüzler görünmüyordu. Cinsel açıdan bir doruk gösteril
meyen ve bütün dikkatlerin kişilerin bedenine çekildiği filmin farkına
varan izleyicilerin sayısının artmasıyla yoğun bir sessizlik de büyüyordu.
Bu sahneyi seyrettiğimde özel, erotik bir dünyaya çekildiğimi hissettim,
izleyicilerin ırkçılara yönelik suçlayıcı iddialarından sonra, katılımcı
ların sessizliği ve fiziksel teması neredeyse rahatlatmıştı beni.10 O an için
bütün bir tiyatro izleyicisinin toplumsal tutarlılığını yitirerek bireysel
cinsel hayallere dalmasının anlamı üzerine düşünmemiştim.
Şaşırtıcı bir biçimde ırkçılığa ilişkin yaygın tutumla karşıtlık oluştura
cak şekilde sahneye yalnızca tek bir eleştirmen değinmişti ve bu sahne
kimi gösterilerden sonra tiyatroda gelişen izleyici tartışmalarında dile
getiriliyordu. Bu tartışmalardan birinde amacı sorulduğunda LeCompte
“porno sekansını” “erotik” bulduğunu ve kendine zevk verdiğini söyle
yerek savunmuştur.
Bu sahnenin istekli partnerler arasında erotik bir anlaşma mı yoksa
kadının erkek organı karşısında ikincilleştirildiği pornografik bir imge
mi olduğuna nasıl karar verilebilirdi? Karasurat ve Kasabamız sekanslarını
Amerikan ırkçılığının yıkıcı bir gösterimi olarak okuyanlar arasmdaydım.
Bence seks sahnesi, hem Amerikan kültürünün bir pornografisine işaret
eder, hem de sanki seks en azından ırkçılıktan farklı olarak yaşamdan
yanadır diyerek panzehiri olma işlevini de üstlenir. Öyleyse neden pornog
rafiden konuşmak gereksin ki? Hikaye bundan fazlasını anlatıyor.
LeCompte 1978’de Nayatt School üzerinde çalışırken topluluğun por
nografik filmleri çalışıp, oyuncuların “derinliksiz” oyunculuk biçemleri-
ni, son çalışması olan Rhode Island üçlemesinde taklit ettiklerini söyle
mişti bana. 1980 yazında, LeCompte ve topluluğu, porno filmlerden öğ
rendikleri mesafeli bir tarzda ve basit hikaye çizgisiyle kendi seks filmle
rini yapmaya karar vermişlerdi. LeCompte kendisiyle gerçekleştirmiş
olduğum bir röportajda, topluluğun giriştiği pek çok proje gibi, film yap
ma fikrinin de topluluk içinde diğer projelerin yanı sıra geliştirildiğini
söylemişti. Filmin taslak biçimindeki senaryosunda, otostop yapan bir
çift New Jersey’de 1&9 karayolunda bir arabaya alınıyor, yalıtılmış bir
eve götürülüyor, akşam yemekleri veriliyor ve sonra da evsahipleri tara
fından bir seks filmi çekmeye tatlılıkla ikna ediliyordu. Film LeCompte’un
ailesiyle birlikte yaşadığı evde çekiliyor, bu da “cinselleştirilmiş orta sınıf
152 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
1984
WorkShop’u ve P.S. 122 gibi gösteri yerleri alternatif tiyatroya uygun bir
gösteri dünyası yaratıyordu. Bu gösteri yerleri özellikle performans sana>
tına özgü olmaya başlamıştı ve performans sanatçıları bu alanları ko
layca birbirine bağlayabiliyorlardı -tiyatroyu dansla, dansı sanatla, sanatı
videoyla vs.). Sekiz farklı performans, sanat eserleri sergisine eşlik ediyor
ve yetişkinlere özel kitaplar sergilenip satılıyor, cinsel yardım veriliyor
ve bütün bu süreç “seks endüstrisinden yedi süper stardan canlı gösteri
ler” vaad eden Deep inside Pom Stars [İyice Derine Porno Yıldızlan] ile
sonuçlanıyordu. Bu gösterim yine de bana anlatıldığı kadarıyla, kendi
içinde pornografik değildi (Franklin Furnace olayı burada ele alınıp da,
benim izlememiş olduğum tek gösteridir). Aslında gösterim bir önceki
yıl kadınların organize ettiği bir destek grubunun esinlemesiyle oyuncula
rın kişisel yaşamları ve iş deneyimleri üzerine bilinç yükseltici bir oturum
olarak yaratılmış ve bu haliyle Chorus Line’ın bir parçası haline gelmiştir.
1985
1986
* Karşıt anlamlı iki bileşenden oluşmuşluk; iki yüzle, iki görünüm altında ortaya çık'
ma; iki görünümlülük; karşıtlann birliği, (e.n.)
1 6 0 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
di)
Eğer bu görüntünün (bir “başka yerden”) hiçbir yerden görünmesi
m üm kün değilse, tek bir m etinde bile bunu bulamıyorsak, bir temsil
olarak tanınam ıyorsa, biz fem inistlerin, kadm lann bunu üretm ekte
başansız olduğumuzdan değildir bu. Daha çok, ürettiğimiz şeyin tam da
temsil gibi tanınabilir olm anın uzağında olmasındadır.
— Teresa de Lauretis, Technologies o f G en der [Cinsiyet T ek nolojileri]23
likte hareketi, estetik yada kültürel bir program olmaktan çok kültürel
değişimin el yordamıyla bulunmuş belirtileriydi. Ama bu dişil metinler-
de, ya da metinlerarası metinlerde, bütün bir gösterimin bütüncül ilgisi
feminist olmasa bile [kadın öznenin hakkında konuşulan olmaktan çıkıp,
konuşan özne haline gelmesi ç.n.], sonuçta öyle ya da böyle gerçekleşi
yordu. Üstelik ironik bir biçimde, feminist teoriye bilinçli bir şekilde baş
vurulan Prometheus Project'te, gösterimin eril varsayımları -Prom et-
heus’un merkeze alınmış acısı, Io mitosunun yarattığı önceden hesaplan
mamış sonuçlar ve Schechner’in Sprinkle’ı “hit” oyuncu olarak belirle-
yışindeki basit beğeni- bu gösterimi örneklerim içinde en sorgulanabilir
oyun haline getiriyor.
The Birth o f the Poet’te hangi şair doğmaktadır? Acker’in anlatısı, erkek
dünyasının zaferi karşısında, Cynthia’nm, kendine yönelmiş alçaltma
ve aşağılamaya karşı, içinde bulunduğu cinsel açlığı üzerine kurulmuştur.
Erkek şair, kadının arzusundan, bu arzuyu tatmin etmeyerek doğar. Ancak
Acker’in müstehcen “grafiti metni” Roma ağıtsal metin geleneğimin üstüne
çiziktirilir ve Propertius’un sessiz Cyhthia’sını avazı çıktığı kadar bağır
tır.33 Sanatçının modeli ona poz vermeyecektir bundan böyle. Acker’ın
müstehcen ikinci sahnesinin son bölümü (başlığı “Sanatın Doğası Üzeri
n ed ir) neredeyse bütünüyle, erkek sanatçının, sanatı, cinsel işlevsizleş-
menin bir biçimi olarak fetişleştirmesini gösterir.
Her bir gösterimde, bu ikili gerilimin izleri sürülebilir. Finley nin im
geleri şiddet içeren ve yıkıcı bir pornografinin derinliklerinden çekilip
alınmıştır ama Jill Dolan’m keskin incelemesine göre, “Finley, gelenek
sel pornografideki güçler dengesini ... cinsel gücü kendisi için kullan
mak üzefe talep ederek değiştirir.”34 Eğer Finley, erkek beğenisini, bütün
cinsel ilişkileri kapalı bir iç devre biçiminde sunarak kasıtlı olarak kapatı
yorsa, Sprinkle da kendini cinsel bir tüketim malı olarak coşkuyla sunmak
tadır. Sprinkle aynı zamanda kendini bir yönetici olarak da göstermek
tedir; kendi bedenini işi gibi yönetmekte ve başarısından keyif almakta
dır. Her üç gösterim de, belli bir zindelik yayar; müstehcen üretimin iki
yanında birden olmanın, aynı anda onun hem nesnesi hem yaratıcısı
olmanın verdiği bir hakimiyet duygusunu dışa vurur.
Aynı iki çizgi JoAnne Akalaitis ve LeCompte’da da bulunabilir. Eril
metinlerin üstüne yazarlar, bu metinlerin saklı varsayımlarını açığa vurup
eril kanonun idealliğini parçalarlar, ironik biçimde unutulmuş cinsiyetçi
ve ırkçı gösterim biçimlerini işleyip toplumsal eleştiriyle yeniden kulla
nılır duruma getirirler. Eril konuşmayı çökertirken, erkek bakışını da
giyip denerler. Akalaitis, bunu, genç kadınla olan sahnenin başlangıçta
1 6 6 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
çarpıtarak yıkma ile taklit arasındaki sınırı aşıyormuş gibi görünen, bir
gece kulübü komedyeni olan oyun kişisiyle sağlar. Benzer biçimde, porno
ile kurmuş olduğu çift değerli ilişkisinde, LeCompte, erkek röntgenci
konumuyla ilgili denemeler yapar. Ancak LeCompte, bütün bunları sa
bit bir konum varsayımından hareketle yapmadığını vurgular. “Porno-
nun ne olduğunu bilmiyorum ve çok iyi anlamadığım şeyler hep çeker
beni. Hiçbir zaman pornoya ilişkin tepkilerimi politik bir duruşla birleş
tirmeyi beceremedim.105
“Benim” tiyatrolarımda sahnelenen bu gösterilere şahit olurken, bun
lar üzerine düşünüp bu makaleyi yazarken, belki Dvorkin’in anlamıyla
kadınlara zarar verdiğini düşündüğüm ezici pornografide değil ama, daha
önceden beni istila ettiği düşüncesiyle tehlikeli bularak reddedebilece
ğim imgelere doğru, bu zarar vericiliğe doğru çekildiğimi hissettim. Bu
gösterimlerin (Suleiman’ın Bataille yorumu) çoğu tiyatronun ayrıcalıklı
ve korunaklı toplumsal koşullarını sergilemektedir. Teatral normların,
tahminen bütün izleyiciler tarafından hissedilen ihlali, politik ya da
kuramsal açıdan yıkıcı olmadan saldırgan olabiliyordu. Ataerkil kadın
temsillerinin kutupsal konvansiyonlarının bir araya getirilişinin rahat
sızlığı, birbiriyle riskli biçimde karışması, benim için en ciddi ihlallerden
biriydi. Kadının toplumsallaşmasının ataerkil sisteminde bir “çatlak”
görüyordum ve benim toplumsal açıdan koşullanmış ve derinden sabit
lenmiş zihinsel formasyonum içinde bu kadın bedeninin çatlaklarında
bu uçurumla gerçekten yüzleşiyordum.
Bataille’dan aldığım -tiyatro uygulamaları ve cinsiyetle ilgili- iki bağ
lantı aslında tek bir oluşum olarak görülebilir. Hem kadınların bedeni,
hem de tiyatro geleneksel olarak yasaklamaların ve uzaklaştırılarak ayrı
tutulmaların alanı olmuş, “hastalıktan korunmak için” temizin kirliden
ayrılmasıyla kendisi de bir ayrı tutulmaya maruz bırakılmıştır. Aslında ti
yatroya ilişkin hoşnutsuzluk genellikle kadın bedeninden duyulan korku
nun terimleriyle ifade edilmiştir. Anti-Theatrical Prejud/ce’da [Tiyatro Kar
şıtı Önyargı] Jonas Barish’in, Romalılardan, Pirenelilere, Rousseau’dan
Nietzsche’ye kadar bütün tiyatrofobisi çekenler, (kadınlar tarafından
oynansın ya da oynanmasın) tiyatroyu kalıtsal olarak kaba bir şekilde
cinselliği akla getiren ve “feminen” bir şey olarak algılarlar.36 Kadına duyu
lan nefret, tarih boyunca gelişen periyodik tiyatronun konu olduğu ka
patmalarda ya da düzenlemelerde belli bir rol oynamıştır. The Politics o f
Transgressiorı [İhlal Politikaları] adlı çalışmada Peter Stallybrass ve Allon
W hite modem burjuva tiyatrosunun cinsel terimlerle yaratılmasını tartı
şır. Tiyatroların 1660’ta yeniden açılmasından sonra, Dryden, Southerne
KÖTÜ KIZLAR İYİ TİYATRO YAPARKEN 1 6 7
Sonsö*
. ratife üye oldum. Kısa bir süre sonra Guatemala yapımı omuz çantaları ve
üçüncü dünyada yapılmış ufak tefek anlamsız süs eşyaları reklamlarıyla
dolu bir yılbaşı katalogu gönderdiler!).
Belki de en önemlisi, hiçbir kuruluşun alışverişe direnecek kadar "kül
türlü” olmayışı. Bale, opera, hatta Carnegie Hail bile bu dükkan fikrine
direnememiştir. 1980lerde Metropolitan Müzesi ülke çapında on beşten
fazla mağaza, Japonya’da altı dükkan, Nikâh Kayıtları ve yirmi dört saat
hizmet veren 8 00’lü hatlarla bir alışveriş devi haline gelmiştir. O eski
zamanlarda, biz çocukken bilirdik ki, ya da en azından bildiğimizi sanır
dık ki, kültür, piyasa içinde yer almadığı için Mkültür”dür. Ama yanılıyor
duk, anımsadığımız bütün o kurumlar, piyasaya o kadar da karşı değildi;
sadece henüz onun içinde yer almıyorlardı.
Tiyatro, bütün ticari bağımlılığı nedeniyle, çocuksu, oyunsu yüreği
nin bütün saflığıyla piyasaya tinsel bir şartlı teslimiyet içindedir. Jean-
Christophe Agnevv’in, piyasa ile tiyatronun karşıt tarihsel imgelerini
akla getiren yaklaşımının bugün de bir karşılığı vardır;
Evet, tiyatro, çağdaş kültürün geniş hakimiyet alanı içinde yolunu yavaş
yavaş bulmuştur. Edward dönemine sıkışmışlığıyla, iş firsadarıyla kurmuş
olduğu bütün ilişki oyun aralarında kuru üzüm satmak olmuştur. Swiftçi
biri, tiyatroya maddi yardım sağlayanlara gebe kalınacağına, tiyatroların
perdeye reklam almaları, duvarlarını satmaları, fuaye alanını dükkanlara
kiralamaları, sahnede birtakım ürünlerin satılmasına yer açmaları gerek
tiğini savunurdu herhalde. Ah Brecht! Bugün tiyatro hâlâ o tuhaf mutfa
ğın çekiciliğinin etkisi altındadır, bir insan bir yemek demektir ve kül
türün geriye kalan kısmı devridaim halindeki postmodern metalaştırma
modeline, daha coşkulu ama daha az farklı iştahıyla nüfuz eder (artık söz
konusu olan şey gösteri işi değil, işin devamlılığıdır, bir yapımcının sonra
dan söyleyeceği gibi). Ama tiyatronun, kültürel durumu temsil etme yö
nünde işleyen derin dehası her durumda yeniden ortaya çıkar. Bu anlam
ÇARŞIPAZAR OLARAK TİYATRO 1 7 3
veriyordu, bu beş seferden sonra da, ömür boyu D Annunzio evine ücret
siz üyelik kazanıyordunuz. Aynı belge beni oyundan sonra “Tamara Ko
leksiyonu” dükkanına da sokuyordu. İçinde Zırhın bulunduğu şairin vil
lasında, II Vittoriale’de nasıl hareket etmem gerektiği üzerine heyecanla
düşünürken, kara gömlekli, pasaport/program/bilet’ime 1927 tarihi vu
ran bir damga bastı. Bu kâğıt parçası, diğer oyun dergilerinde olduğu gibi
kopartabilecek ya da yeri değiştirebilecek ve “anı” olarak saklanabilecek
bir parça değildi. Tiyatro deneyimi içinde sahne gereci kadar kalıcı hale
gelmiştir. Belki de daha önemlisi, belli bir piyasa değerinin yoğunluğu ile
yüklenmişti, hayali olarak “bir koleksiyoncunun parçalarından biri” ve
gelecekte indirimli girişler için kupon olarak maddi değeri vardır.
Bayraklarla donatılmış, bir arabanın geçebileceği genişlikte ve son
derece uzun bir holde, kolalı, beyaz önlüklü hizmetçiler Seagram’ın izniyle
“Tamara kokteylleri” sunuyorlardı. Holün ortasında büyük çift çıkışlı
merdivenler gösterişli bir biçimde yukarıya bağlanıyordu. Sol tarafta Louis
Comfort Tiffany tarafından döşenmiş odalar vardı. Sağda panelleri akçaa-
ğaçtan yapılma resepsiyon odası bulunuyordu, hayranlık uyandıracak bi
çimde, piyano, kürsü, büyük yazarın son kalıntılarını bekleyen sahte mer
merden lahit ile D ’Anunnzio’nun “Oratoryosu”nu canlandırıyordu.
Oratoryo, üç katlı binada, kendi “kişiselleştirilmiş” seyahatimi, çev
remde kabaran ve benim keyfim için sunulan öykü dizileri arasında iste
diğim gibi gezinebildiğim birkaç yerden biriydi. Aksiyon, bazen sayıları
yediye kadar ulaşan paralel sahnelerle, eşzamanlı gruplar halinde, bütü
nüyle metne dayalı ve bu anlamda doğaçlamaya yer bırakmadan ilerliyor
du. Bu sahneler arasındaki yolculuk, ben hangi karakterin peşinden git
mek istiyorsam ona göre belirleniyor, bir figürden diğerine geçtiğimde
değiştiriliyordu. Örneğin, tercihim bir uşaktan yana olduğunda, sık sık
mutfağa ve alt katlardaki diğer odalara gidiyordum; D Annunzio’yu izle
meyi seçtiğimde ise daha sık olarak yukarı katlardaki ipeklerle kaplı yatak
odalarına giriyordum.
Seçilebilecek on figürden hangisi seçilirse seçilsin, olay dizisinin te
mel özellikleri önceden kestirildiği gibi gelişiyordu; D A nnunzio’nun
sanatla ilgili kadınlarla gönül eğlendirmeleri; savaş halindeki İtalya po
litikası içindeki belirsiz rolü; yakışıklı yeni şoförü solcu Mario’nun gizli
eylemlerini ortaya çıkarışı ve son olarak da, D*Annunzio’nun afyon ba
ğımlılığı. Ama, evdeki baş hizmetçinin, maestronun seçmelerine katıl
ma niyetiyle oraya gelen balerine karşı duyduğu lezbiyen çekimde olduğu
gibi, kimi olay dizisi akışları oyun içindeki tek yolculukta kolayca gözden
kaçabilmektedir. Bu dedikodu sütununu andıran ikincil olay dizisi un
ÇARŞI PAZAR OLARAK TİYATRO 1 7 5
karşı karşıya iken farklı bir dikkat geliştirmiştim. Belli seçimler yapmalı,
ilgimi çeken şeyleri tartmak ve bazen koşmaya dönüşen fiziksel takip ile
bu ilgilerimi tatmin etmeliydim. Dikkatim keskinleşmişti, uzam, öykü
çizgisi ve yiyecek içecek biçimindeki tüketilebilir maddelere ilişkin firsat-
lar yakalamaya yoğunlaşmıştı. Bu Doğu Yakası’ndaki “ipek çorap” bölge
sinde, mülkiyet hırsım artmıştı ve aynı şey bütün diğer izleyiciler için de
geçerliydi. Akşam yemeğinde şu türden konuşmalara kulak misafiri ol
mak oldukça ilginçti: “— Şu yeşil süet giymiş kadın da kim? Tanıyormuşum
gibi geldi.” “— Tanımıyorum ama kıyafeti bir harika. Nereden almış aca
ba?” “— Hadi gidip soralım.” Bu anlamda izleyicilerin “kostümleri” bile,
Tamara’nm beslediği seçme ve edinme yelpazesinin dışında değildi. Tiyat
royla kurulan yeni bir tür ilişki içine girmiştim.
Tamara eylemin gerçekleştirildiği uzam ile görüldüğü uzam arasında
kalan bölgeyi bütünüyle siliyordu. Sözcüğün gerçek anlamıyla tüketme
eyleminin aşikâr edildiği hayali bir ortamda sürekli bir arayış içinde olmam
gerekiyordu. Bütün bunlar benim için yeni bir teatral uzam, temel ilkesi
arzunun kışkırtılması olan kurgusal bir dünya ile benim kişisel özerkliğim
arasında kalan bir alan yaratıyordu. Tiyatroda yeni olan bu durum kuşku
suz kültürel açıdan oldukça rahatlatıcıydı: buraya daha önce de gelmiştim.
Belki de bütün bunları çocukken Bonvit Masalcı’nm çay içtiği odada
yaşamıştım. Belki de yetişkin bir kadın olduğumda Bloomingdale’in mo
del odalarında görmüştüm. Bir anlamda, Tamara 'da teatral bir bonmar-
şede, pek çok reyonu olan büyük bir mağazada olduğumu hissediyordum.
Bu göndermeyi daha çağdaşlaştırmak gerekirse, teatral bir satış mağaza-
sındaydım.
1980lerin sonlarında, T ony’n Tina’s Wedding [Tony ve Tina’nm Düğü
nü] bir tiyatro gösterimi gibi değil de bir yiyecek modası gibi yaygınlaş
mıştı. (Yine ben bu yazıyı yazarken) oyun New York’ta dokuz yıldır gös
terimdeydi. Oyun, Los Angeles, Baltimore, Atlantic City, Philadelphia,
San Francisco ve daha birçok yerde gösterilmişti. Hatta bir dönem izin
siz olduğu için, ismi değiştirilerek ve kısaltılarak Atlanta’da izleyicilerin
karşısına çıkarılmıştı. Oyun birkaç açıdan Tamara’ya benziyordu. Her
ikisi de, on dokuzuncu yüzyılın müşteri çekmek için kapılarına “giriş
ücretsizdir” yazan mağazalarından farklı olarak, fiyat etiketlerini aristok
ratik ayrıcalıkların ya da aile yakınlığının gösterisinin^altına saklıyor ve
kapıda bilet ve para el değiştiriyordu. Her ikisi de benden dünyalarına
dalmamı talep ediyor ve ikisi de benim içime yiyecek ve içecek haline
gelerek giriyordu. Hatta Tony’n Tina’s Wedding, Tamara ’ya oranla çok
daha radikal biçimde, doğrudan bir yaşantı olarak absorbe edilmek üzere
ÇARŞI PAZAR OLARAK TİYATRO 1 7 7
du. Herhalde gösteriye iki gidişimden birinde, konuşma metni yarı doğaç-
lama olan eşlikçimizin, burada yakaladığımız fırsatı “satın almadan alışve
riş yapmak” diye tanımlamış olması rastlantı olarak açıklanamazdı. Bir
tiyatro müşterisi olarak artık eğitilmiş tepkilerim bu deneyimin doğası
na karşı çabucak tetiğe geçirdi beni, mümkün olduğu kadar çok şeyi aynı
anda görüp duymaya çalışarak, hep oturacak en iyi yeri kolluyor, bir oda
dan ayrılamamak ya da diğer bir odaya koşturma isteğiyle karşı karşıya
kalıyordum. Bu arada bu gösterimin merkezinde yiyecek olmadığını fark
ettim ama ilginç bir biçimde ziyaret ettiğim son odada küçük bir orkestra
tarafından çalman “festival menü”sü yiyecek gibi sunuluyordu. Müzik
“girişleri TEŞEKK Ü R, ÇIĞLIK, ÖFKE, GÜÇ, KREON, KALP ve
HAYIR gibi temaları çeşitleyerek kısa doğaçlamalar yapıyordu. Bu parçalar,
artık “müdahale sayısına bir sınırlama getirilmemiş” olduğundan emin
olan ve bu bilgiyle gittikçe ataklaşan ve neredeyse her dakika müzisyen
lere seslenen izleyiciler tarafından isteniyordu.
Gösterimin ikinci yarısında, izleyiciler küçük bir kara kutu biçimli ti
yatroya oturtulmuştu. Burada Mülleriin metni, Euripides, Seneca ve Hans
Henny Jahn’ın Medealarmdan eklemelerle ve Ralph Denzer’in birinci
sınıf bir kabare parçası izleyicinin enstelasyonlarda da görmüş olduğu
oyuncular ve müzisyenler tarafından canlandırılıyordu. Voice dergisi eleş
tirmenlerinden biri, yazısında, Neuerburg’un sonuçta aynı oyunu iki kez
sahnelediğinden ve İkincisinin bütünüyle fazlalık olduğundan yakındı.
Asıl sorun “iki kez” sahnelemesi değildi: Beckett de Godot yu iki kez yaz
mıştı.6 Sorun izleyicilerinin “çarşıpazar tiyatrosu”nun zevk alanına be
densel olarak girmelerine izin vererek, oyunsa elde etmenin aktif ilkesini
gevşetmesi ile pasif alıcılık konumuna geçmemizi pek de sağlayamamış ve
böylece büyük teatral ayrımın -gösteri/seyirci-bize ait kısmına geri çekil
memize izin vermiş oluşudur. Burada tartıştığım bütün oyunları birbirine
bağlayan ortak bir nokta olarak, ayrdığın silinmesi meselesi, burada, onu
yeniden kurmaya ilişkin başarısız bir girişime dönüşmüştür. Alışveriş
tiyatrosunun asal tavrıdır bu ve sadece “karakterin ölümü”nün değil,
aynı zamanda tiyatro sanatının kendisinin de ölümünün habercisidir.
ortamda hızlı adımlara ayak uydurabilecek bir atlet gibi eğitilen geç kapi
talizmin tüketicisi. Brecht’in sigara içen ve bir maçtan aldığı keyfi alan
izleyicileri gibi yeni bir izleyicinin yaratdmasınm, sanatsal olayın asal
temelini -bu temel daha fazla diyalektik sorgulama yapılmasını sağlaya
cak bir uzaklık değil, simülakriteyi sağlayacak bir yakınlıktır- ortadan kal
dıracağını iddia ediyorum.
Alışkanlıkları halen geleneksel tiyatro uzamlarında (ve bazen de gele
neksel olmayan uzamlara taşman geleneksel beklentilerde) devam eden
Aydınlanmanın derli toplu tiyatrosunda, teatral izlemenin alanı ile teat-
ral eylemin gerçekleşeceği alan aşılması olanaksız bir sınır çizgisiyle birbi
rinden ayrılmıştı. Walter Benjamin, “oyuncuları izleyicilerden, ölüleri ya
şayanlardan ayırdığı gibi ayıran bir uçurum”7 olarak tanımladığı orkestra
çukurunda bu ilişkinin fiziksel simgesini buluyordu. Böyle bir seyir yerin
de, perdenin kalkmasından ya da seyir yerinin ışıklarının kararmasından
önce oturduğumda, bir şeyin içine dalmadığım halde tarafsız bir beklenti
geliştiririm. Bu beklentinin doğmasıyla birlikte bir şeyleri kendime mal
etmeden bir beğeni geliştirmeye başlarım. Brecht bunu “mutfak tiyatrosu”
olarak adlandırıyordu ama aslında “bilinçaltında”, “sanat”ın daha çok “yu-
va”ya benzediği, piyasayı taklit etmekten ondan kaçmak anlamını taşıyan
romantik ütopyaya hâlâ bağlıydı. Bu geleneksel teatral dinamikler içinde
işlevini yerine getiren biri olarak, Brecht’in baskın toplumsal değerlerle
koşullanmış pasif izleyicisi olabilirim ama pasifliğim beni, burada tarif
edilen eğlencelerin “alışveriş” yapan mal canlısı izleyicilerden ayıracaktır.
1960’ların ve 70’lerin çevreselci tiyatroları izleyicinin pasifliğini,
kafalarını karıştırmak pahasına, uçurumun üstünden atlatıp onları gös
terinin düşsel dünyasına çekerek tedavi etmeye çalıştılar. İzleyiciler kendi
lerinden beklenen yeni davranışları anlayamıyordu: Dionisyak bir ken
dinden geçmenin törensel canlandırılmasına nasıl katılabilirlerdi? Asıl
sorun şuydu, pek çokları için deneysel çevreler hâlâ tiyatroların içinde
yaratılıyordu: tiyatrocular kendi alanlarında, kendi topraklarında kal
maya devam ediyordu, ama şimdi benim silahlarımı bırakıp onların ta
rafına geçmem gerekiyordu, izleyici, sonunda bu sınır çizgisini geçmeyi
reddetti. Bu direnen izleyiciler, Darko Suvin’in yazdığı gibi “psikolojik
proskene”nin “tiyatronun diğer bütün niteliklerinin içinden doğup yayıl
dığı kati, değişmez faktörü olduğunu”8 sezmişlerdi.
Öte yandan “alışveriş” eğlencesi, izleyici tarafından hiç kuşku duyma
dan kucaklandı. Dikkatlice, izleyicilerinin çağdaş toplumsal koşullanma
larını işleyen, hem dürüst ticari girişimler hem de onların yoksul ama
avant-garde kuzenleri uçurumun üstüne diğer tarafa doğru bir köprü kur
ÇARŞI PAZAR OLARAK TİYATRO 1 8 5
mayı seçmişti, izleyiciyi dönüşümsel bir düşsel alana çekmekten uzak dura-
rak tiyatro uzamını izleyiciye doğru çekmişlerdi. Beni tiyatrodan çıkarıp
aktif bir varoluş uzamına çıkarıyor, benden teslim olmamı değil, ustalığı-
mı, kontrolümü ve iyeliğimi talep ediyorlardı. Buradaki iyelik fikri bi
linçli bir biçimde algı yapısı üstüne katlanıyordu; bana, menü, yemek ve
bana özel “kişiselleştirilmiş” bir program veriyorlardı - bu da beni izleyici
olmaktan çıkarıp işbirlikçi haline getiren bir somutluk yaratıyordu, izleyi
cinin tiyatroyla kurmuş olduğu ilişkinin bu revizyonu, tüketicilerin “ge
nişletilmiş benlikleri” olarak tanımlanabilecek, ilgilendikleri nesne, de
neyim ve sahip olunabilecek bir şey anlamında ilgilerini çeken mekanla
ra ilişkin sonuçlar çıkaran piyasa araş tırmalar ma karşılık gelmektedir.9
Şimdi, yeni bir gösterim türü olabilecek bir şeye karşı çift değerli,
belirsiz tepkisini gizlemeyen bir tiyatro eleştirmeninin yarattığı yeni “çar-
şıpazar tiyatrosu”nun, bir an için, sallantılı -bir dalga geçen, bir ciddi,
bir yüzeysel, bir uygunsuz biçimde içe işleyen- bir terim olmadığını varsa
yalım. Yani bu yeni biçimin, Brecht’in didaktik tiyatrosunu kendi anti-
modeli olarak ilan eden cüretkâr bir tiyatro hareketini başlattığını varsa
yalım. Acaba bu hareketin yaratıcıları bu yeni tiyatro biçimini nasıl tarif
ederlerdi? Herhalde öncelikle “yabancılaştırma etkisi”ni, “aşinalaştırma
etkisi”ne çevirirlerdi. Yabancılaştırma etkisi, diyalektik bir alıştırma,
sorgulama, eleştiri ve direnç yoluyla bir şeyleri daha net görebilmek için
gösterilen çabayı anlatır. Aşinalaştırma işe bunun tam tersidir; izleyici
bedensel olarak eylemin içine sokulur. Tiyatronun dışına çıkarılır (ve
artık burada Y-efekti olsun olmasın kendini hep belli bir mesafede hisse
decektir, tabii eğer bu tür deneyimleri yaşayanlar doğru söylüyorsa) ve
gerçek bir tarihsel ya da kültürel özelliği olan yabancı bir çevrede “kendi
evinde gibi rahat” davranmaya davet edilerek, kendi gerçek yaşamı ile bu
çevre arasındaki mesafenin üstü örtülür.
O halde aşinalaştırma, izleyiciyi “mutfak tiyatrosu”nun eski özdeşleş
meye dayanan ilişkisine geri götürmüyor. Özdeşleşme artık yasaklanmış
bir ilişkiler dizisini ima etmektedir: izleyicinin geleneksel oyuncu/izleyici
ayrımına sabitlenmesi ve orada hareketsizleştirilmesi, bu ayrımla ima edi
len derinlik ve tiyatronun geleneksel uzamsal yoğunluğunun tamamlayıcı
sı olarak zamansal bir genişleme duygusu. Hayır, izleyicinin uzamsal doyu
munun oyunun karakterlerine ilişkin deneyimlerin yerini aldığı yeni aşina-
laştırma dünyasında, özdeşleşmeye ihtiyaç yok, zaten mümkün de değil.
O benzersiz uzam şimdi gösterinin “asal karakter”i haline gelmiştir;
W alter Benjamin’in mekanik yeniden üretimden önce özgün ve benzer
siz sanat eserlerine atfettiği “aura”mn gösteri içinde geçerli olabileceği
1 8 6 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
* “Brecht'in tiyatroda hem bir kuramcı hem de bir uygulamacı olarak algılanmasında
Lehrstück, özellikle hassas bir noktadır. Terim , çevirmeye kalkışıldığı anda sorun su yüzüne
çıkıyor. G eçm işte, ideolojik bir önem taşıyan seçim, “didaktik oyunlar” (Esslin, 1959),
“propagandacı oyunlar” (Gray, 1976) ve “öğrenilen oyunlar” (Speirs, 1982) arasında yapıl'
mıştır. Bunların arasında Reiner Steinweg’in araştırmasının, Brecht’in geleceğin tiyatrosuna
dair radikal düşüncesine tuttuğu ışıkta en uygun terim “öğrenilen oyunlar”dır. Fakat son
zamanlarda, “sadece öğreten değil, aynı zamanda öğretmekle ilgili oyunlar” için “öğretici
oyunlar” terimi önerilmiştir (Nâgele, 1987). Ne var ki, Almanca Lehrstück terimi öğretmeyle
öğrenmeyi can alıcı bir şekilde birleştirdiği için onu kullanmayı tercih ediyorum.” (Wright
1998) [Bu önemli tartışmanın ayrıntıları için özellikle bakmanızı öneririm. Elizabeth Wright,
Postm odem Brecht, Dost Kitabevi Yayınları, A nkara 1998] (e.n.)
ÇARŞIPAZAR OLARAK TİYATRO 1 8 7
adım verdim bu bölüme, Sevdiniz mi?” Bir çığlık attı: “Artık birilerinin
bir yerlerde neyi başarmaya çalıştığımızı anlamasının zamanı gelmişti
zaten.” Wexler kendisini bir “tiyatro centilmeni olarak değil” bir peraken-
deci olarak gördüğünü söyledi. Tiyatro dünyasının oluşturmuş olduğu bil
gi birikimini görmezden geldiğini ve kendine model olarak McDonald’s’ı,
havayolu şirketlerini, sigortacılık işini, IKEA ve Home Depot gibi büyük
mağazaları aldığını söyledi. “Konvansiyonel tiyatro,” diyordu “göndere
bir gösteri çekip kimlerin saygı duruşunda bulunduğuna bakıyordu,” oysa
Wexler, birkaç sırrını açığa vurmak gerekirse, tiyatrodaki koltukları ha-
vayollarınm koltukları gibi pazarlıyordu (bunlar aynı zamanda kayıtlarda
yumuşak demirbaş olarak geçiyordu) ve daha da önemlisi Tamara1mn
çeşitli yerlerdeki gösterilerinde gösteriyi kiralar gibi değil, bayilerine
imtiyaz tanır gibi veriyordu, yani her gösterimde detayların değiştirilmez
bir kesinlikle yeniden kopyalanması gerekiyordu. “Aynı Hiton’da kal
mak gibi bir şey bu,” diye açıklıyordu. “Hangi şehirde olursanız olun, her
şey birbirinin tıpatıp aynısıdır.” Hatta W exler tiyatro organizasyonları
nın çalışanlarına verdiği “topluluk menajeri” gibi isimleri de sevmiyor-
muş. Onun istediği “işletme yöneticisi” imiş.
Perakende kültüründe geçen uzun yıllarından edindiği deneyime da
yanarak perakende satış ile yeniden yaratma arasındaki mesafenin daral
makta olduğu sonucunu çıkarıyordu. “1990’ların sonuna yaklaştıkça”
diye kehanette bulunuyordu, “içinde alışveriş ettiğiniz oyun alanları ile
içinde oynadığınız alışveriş alanları arasındaki çizgi gittikçe incelecek.”
Wexler karısı ve ortağı Lynn W exler ile birlikte şimdi çok daha büyük
muazzam bir hareket planlıyor. Los Angeles’ta içinde dükkanların, res
toranların, sinemaların ve canlı gösterilerin tek bir hikaye ve tematik
bir dekor içinde bir araya getirileceği 70.000 metre karelik interaktif bir
alan tasarlıyorlar. Bu tema parkı kesinlikle yeni yönelimleri beraberinde
getirecek ve bu haliyle “yeni medya teknolojisi ile popkültürün kesiştiği
yerde duruyor olacaktır.” Parkın teması Holywood - nasıl da birbirleri
için yaratılmışlar. “Hareketli resimlerin önünü açan şey” hâlâ geçerli,
“hareketli resimler deneysel resimlerin önünü açacak. Geleneksel yeni
den yaratımın günlerinin sayılı olduğunu söyleyebilirim.”
Burada sunulan iki büyük şirketin bileşiminin görüşü — tiyatronun
büyük şirketi ile pazar yerinin bileşimi. Bunun bedeli, klasik yapılandı
rılması içinde tiyatronun sonu olabilir. Geleceğin tiyatro şarkısı “Bütün
b u ________ görmüş izleyiciyi nasıl koltuğunda tutacaksın?” olurdu her
halde. Şimdilik bu boşluğu neyle dolduracağımızı bilmiyoruz ama yanıt
proskenenin kenarında yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
8
birden var olan bir ikili olmuştur. 1980’lerin önde gelen “göstericilerin
den biri olan film yapımcısı ve uluslar arası Sitüasyonist hareketin en
önemli kuramcısı ve özellikle de 1967ye yayımladığı Gösteri Toplumu ile
tanınan Guy Debord’dur. Debord kitabında iki yüz yirmi bir adet numa
ralandırılmış bölümüyle, aforizma gibi parçacıklarıyla mal estetiğinin en
uzak ucuna demirlemiş durumdadır. Gösterinin “günümüz toplumunun
asal üretimi”7 olduğunu ve bunun da kültürün tarihselliğinin yıkıma uğ
ratılmasının en temel ve en kötü sonucu olduğunu söyler:
rek sözcüğün kendi içinde taşıdığı paradoksa da işaret eder. Bir yandan,
“Taklit yoktur. Mim hiçbir şeyi taklit etmez. Ve zaten oyuncu da taklit
etmez. Onun jestlerinin metninden önce gelen hiçbir şey yoktur. Hare
ketleri öyle bir figür yaratır ki, bu figürü hiçbir konuşma öngörmez ve
hiçbir konuşma bu figüre eşlik etmez.”13 Ö te yandan gösterimin “takli
di” ya da kopyası olduğu bir “orijinal”in yokluğu, Margueritte’in kitabını
bir kopya haline getiren bir “orijinal” olduğu anlamına da gelmez. Tam
tersine “Taklit vardır. Mallarme buna çok önem verir. ... Öyleyse, bu
durumda hiçbir şeyi taklit etmeyen bir taklitle karşı karşıyayız; teki olma
yan bir çiftleme işlemi bu.” Bu Mallarm6cı, mimetik olmayan mimesis,
bizi “taklitçinin son durumda taklit etmediği, göstergenin referansının
olmadığı, bu ikisinin bir araya gelişinin bir hakikat yaratma işlemi olarak
değil tersine hakikati kavrayıp içine alma işlemi olduğu”14 bir verkehrte
Welt kurar.
Kimsim ölene dek gıdıklayan Pierrot’nun hikayesinin içinde gizli ve
Derrida nın çözümlemesinin yapısökümcü mantığına eklemlenebilecek,
çözülmemiş bir ikili dişil/eril “logos”u bir tarafa bırakmıştım. “Çifte otu-
rum”un barındırdığı pek çök çiftleme arasmda öyle bir tanesi var ki, antik
ve modern dolayımıyla Batı kültürünün iki momentini temsil ediyor. Bu
çift, Derridacı analizlerde görüldüğü gibi kendini tarihsel ya da tarihselleş
tirilmiş bir yapıya; bir önce ve sonra yapışma yerleştirir. “Ö nce” kısmın
da logosun mantığını kabul ederiz; “sonra”da logos, istikrarını yitirir ve
kuşku ve karar verilemezlikle oynamaya başlar. “Çifte oturum”dan, önce
ile sonra arasmda bir geçiş terimi olacak bir soyutlama yapmak mümkün
dür; o soyutlama, tiyatrodur.
“Tiyatrodan önce/tiyatrodan sonra”. Bu ikilinin ileri sürdüğü anlatı
içinde, Platon Batı metafiziğinin hem başlatıcısı hem de bütün bir gele
neğin arkasında duran kişi olmuştur. Hakikat hâlâ ulaşılabilir bir hedef
tir, model/kopya İkilisinin Platon’un yazmaya ilişkin görüşüne içkin ol
ması devamlılığının garantisi olmuştur (Platon’un sanata karşı kuşkulu
ve iyi bilinen tutumu Platoncu örneğin “tiyatrodan önce” oluştuğu düşün
cesinin desteklenmesine de yardımcı olacaktır). Ama sonradan Derridacı
tarihi içinde, Platoncu hakikat-olarak-yazma geleneği sahne gösterisi
formunda yeni bir yazma türü ile kesintiye uğratılır. Bu yeni yazma için
de “hakikat”e ilişkin bütün metafizik araçlar kapsanır, göreceleştirilir ve
estetize edilir; artık hakikat yerine “gerçeklik efekti” sunulmaktadır.15
Bu noktada hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde bu ontolojik yanından
sıyrılmış simülakr dünyasma bu ortamdan veya Derrida nın Mallarme do-
layımıyla geleneksel Pierrot sözlüğünden devraldığı sorunlu ve karmaşık
POSTMODERNİZM VE TİYATRO SAHNESİ 1 9 7
“Şu an”ın bütünlüklü bir belgesel filmi yapılsa, kitch, taklit ve pomo izlenim
lerini aynı anda verecektir... Simülasyonun gerçekliği dayanılmazdır - hâlâ
POSTMODERNİZM VE TİYATRO SAHNESİ 1 9 9
tığımızda, bir kitap, bir dergi, bir gazete yayımladığımızda ... görülmeye ve
görülmeye izin vermeye başladığımızda bu “teatral toplumun” bir parçası
haline geliyoruz... Artık tek devrimci varlık biçimi, mutlak bir gizlilik içim
de olmak, yeraltına çekilmektir.
girerler.31 Bu anlamda tiyatro Cixous ve Clement ele çift taraflı bir konum-
lanı§a yerleşmiştir. Bir taraftan teatral olan, geçmişe doğru yansıtılarak
ataerkil yöntem olarak gösterilmiştir ama öte yandan bu tiyatro ancak
ataerkil modelin, üzerinde düşünülmemiş ya da yasaklı alanlarında, diya-
lojik genleşmenin verdiği fiziksel başarı ya da satirik skeçlerin sunulduğu
daha becerikli bir gerilla tiyatrosu ile karşılanabilirdi.
Bu ataerkilliğin tiyatrosuna karşı “gösterim-olarak-dişil-olan” nos
yonunu, Luce Irigaray’m, Freud ve kadın cinselliği üzerine, Speculum de
Vautre femme [Öteki Kadının Aynası] başlıklı çalışması içinde bulunan
denemesinde mümkün olabilecek en sistematik uygulanışını bulmak
mümkündür. Irigaray sadece birtakım sahneler görmez. Onları yaratır da.
Bütün rolleri tek başına oynar: Freud’u karnından konuşturur, sonra
Freud maskını çıkarıp atar ve “siz erkekler” diye sataşarak kendini sahne
dışına atar ve oradaki daha nitelikli ve hoşgörülü kadın izleyici topluluğ
unun arasına karışır (“Sabırsızlık göstermeden dinlemeye devam ede
lim”) ve sonunda bütün gösterimi kadınların sahne ile ilişkisi üzerine
yorumları ile periyodik olarak keser.32 Irigaray, akla Joan Riviere’nin
1920’lerin akademik sabrını getirerek (tragedya değil fars olarak) kadın
lık gösterisinin gösterisini yapar.33
“Platon’un Histerfsi”nde Irigaray teatral yapıyı daha da derinleştirir.
Derrida’nın “Çifte Oturum”da yaptığı Platon okumalarının ters yüz edil
mesi olarak görülebilecek bir dünya tarihi anlatısı inşa eder. Metafizik
geleneğin sıkı temsiliyetçiliğinden teatral olanın modemist istikrarsız
lığına doğru ilerlemek yerine, Irigaray daha başında, tiyatro ile yanıltılmış
bir Batı metafiziği betimler. Devfet’in mağarasının derinliklerinde ka
dınlar hem erkek şovu için sahneyi hazırlamışlar hem de başka bir dü
zeyde onun tutsağı olmuşlardır. Mağara, her şeyin ötesinde onun hysterası,
rahmidir, ama erkek unutuşunun “sahnesi”nde “büyülü gösteri” için “eril
sahne tasarımının” dekorudur. “Bu simetrik biçimde çevrili tiyatro” için
de yansıtılan “ışıltılı göz aldanması”nın ardında kimin veya neyin oldu
ğunu, “rollerin nasıl dağıtıldığını” hiç bilmeyen erkekler, “yanlış bir mi-
mesis sürecini” canlandırıp durur.34
Platon, mağaradaki bu gölgeli fallik tiyatronun dışmda, bir başka dün
ya konumlandırır ve bunu kayıtsız şartsız gerçek olarak ele alır ya da en
azından Irigaray’a göre yanlış algılar. Oysa Güneş de, iyi de, sadece başka
tür bir şovu, başka bir taklit mantığını temsil etmek için vardır. “Yukarı
daki gösteri”nin “yansımaları”, kurnaz büyü uygulamalarıyla, büyücülerin
numaraları ile değil, -çünkü bunlar ancak düşüncede” sonuçlanabilir
ler- doğa tarafından garanti altına alınmıştır.35 Irigaray’a göre Platon’un
202 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
Irigaray metafizik geleneği daha kökeninde girift bir tiyatro sistemi, yere,
toprağa ihtiyaç duyulmaksızm havada yaratılan göz kamaştırıcı bir göz
yanılması olduğunu söyleyerek eleştirir. Epistemik anlatısında eril ayna
oyunlarının dışında kalan bir dişil ilke vardır; ancak bu ilke, eril tiyatro
ve gösteri çağında kasıtlı olarak zihinlerden silinmiştir. Sonunda, gizil
olarak hystera ilkesi Platonik gösterinin maskesinin düşürülmesi ile gele
cek yeni epistemoloji içinde yeniden bilinçlere ekilecektir. Irigaray’da, Batı
kültürünün muhasebesinin, Baudrillard’ın baş aşağı edilmesi anlamını ta
şıdığını söylemek mümkündür. Irigaray’da metafizik gelenek BaudrillarcTın
bıraktığı yerde başlar, gösterimde ve simülasyonda -BaudrillarcTın dör
düncü ve sonuncu temsil aşamasında- imgenin bir gerçeğe atıfta bulun
mayı bütünüyle unuttuğu bir aşamadır bu.38
tika üretmek için ataerkil İkilileri kaldırıp atışı ile uyumlu biçimde, me-
tafizik İkilileri atıp hafiflemek için politikadan vazgeçme riskine girdik-
leri yer o mekandır, o sahnedir. Burası bir kez daha, sfenks ile “insanoğ-
lu”nun yüzyüze geldiği kesişim noktasıdır.
Eğer tiyatro Erdemden sonra geliyorsa, Tiyatrodan sonra gelen nedir?
Herkes bunu bulmaya çalışıyor. Bütün bu tavırlardan bıkmış durumdayız.
Baudrillard’ın ilgi çekici korkusundan bıktık. Deleuze’un baş döndürücü
tahliyesinden de. Derrida’nın titiz dikkatinden bıktık. Cixoux ile birlikte
yeni bir tarih, yeni bir epistemoloji görmek istiyoruz. Ama bu gerçekleşecek
mi? Yoksa çoktan gerçekleşti mi? Nereden bileceğiz? Belki de tiyatronun
kendisi, maddi deneyimin gerçek tiyatrosu, bu noktada bize yardımcı
olabilir. Modern tiyatro uygulamalarının kendisi, üst anlatıların sessizce
çekip gitmesiyle birlikte tiyatronun onların yerini almış olduğu düşünce
sinin habercisi olmuştur. Bir tiyatro eleştirmeni, pek de zorlama yorum
lar yapmadan, modemizmin teatral özfarkındalık halindeki tiyatrosunun,
tersine-mimesis olduğunu ve bu modemizmin, modern sonrası anlamına
gelen postmodemizmin, sonrası olduğu şeyin ta kendisi olduğunu iddia
edebilir.
Modern tiyatronun teatral damarının pek çok şey devralmış olduğu,
dünyanın gerçekdışı doğasının teatralliği anlamında theatrum munii
düşüncesinin kökleri Stoacılara kadar götürülebilir. Bu düşünce ortaçağ
larda, vaazların çoğunda olağan hale gelmişti. İngiliz Rönesans’ı ile birlik
te uygulama düzeyinde tiyatro alanına girmiş ancak en yetkin biçimine
on yedinci yüzyılda Calderön’un Dünyanın Büyük Tiyatrosu ile ulaşmıştır.
Burada Yazar Tanrı -aynı zamanda yönetmen, izleyici ve ebedi ve ezeli
değerlerin değişmez kefilidir de—cennetteki altın küresinin üstüne oturur
ve insan oyuncuların anlık dünyevi rollerini oynadıkları, fani ve trajik
insanlık sahnesini izler. Theatrum mundi düşüncesi Batı sahnelerinde
Rönesans’tan sonra en parlak dönemlerini yaşamış ve yavaş yavaş yok
olup gitmiştir. Modern dönemde intikam almak için, tuhaf biçimde kılık
değiştirerek geri dönmüş ve karmaşık tarihinin sıkıştırılmış özetinin
örneği olarak Pirandello’nun Altı Şahıs Yazarını Arıyor adlı oyununda
kendini açığa vurmuştur.
Altı Şahıs*ta, Pirandello’nun takıntılı olduğu imgeler artık uzun süredir
tekil anlatının egemenliğinden kurtulmuştu. Canlandırılacak karakter
lerle oyuncular birbirinin tam tersiydi; oyuncular sürekli olarak bir metin
arayışındaydılar; sahne dışı yaşamlarında alelade ve imgelem gücünden
yoksundular. Her ikisi de [karakter ve oyuncu ç.n.] kendini gerçekleştire
bilmek için tiyatroya gereksiniyordu ve ancak teatral canlandırma sırasın
POSTMODERNİZM VE TİYATRO SAHNESİ 2 0 5
§
Des M cA n u ffu n
Leave I t T o Beaver Is Dead [B eaver H alleder Ö ldü] Olayı
(Soho Neıvs , 5 N isan)
Ey okur: Olağan tiyatro eleştirilerinde olduğu gibi önce oyunun öyküsünü oku
mak istiyorsanız, lütfen gözlerinizi * * * işaretini gördüğünüz yere kadar kaydırın.
Ama biraz sabredecek olursanız, neden oyunu özetlemeyi sonraya bıraktığımı
anlayacaksınız.
yadan alınmıştır ama bir yandan da ödünç aldığını yorumlar. Beaver öl
müştür - yani Amerikan ailesi, erkek izciler, geleneksel ahlakın içindeki
o küçük, sevimli kabahatler. Üstelik sadece Beaver değil, bütün toplumu-
muz, oyunda, ölü bir dil denizinde şişmiş cesetler gibi gösterilmektedir
(tıpkı sahnenin solundaki buz kovasında zulalanmış yeşil muhabbet kuşu
gibi). Müthiş olan şey şuydu; bu anlam katlinin içinden son derece canlı
bir dil doğuyordu; sanki bu acayip yapaylık, gezegendeki doğal yaşamın
sonunu yansıtmanın bir yolu değilmiş de bir tür yeniden inşa etme sürate-
j isiymiş gibi.
McAnuff bütünüyle fırlatılıp atılmış bir dili müthiş bir biçimde kul
lanır ama bu çöplüğün arkasından ağlamaz. Dört asal karakterden üçü,
ikinci perdenin sonuna doğru aniden isimlerini değiştirirler ve bu
değişimin nedenini soran kafası karışmış bir oyun kişisine, alaylı biçim
de eski isimlerin “fazlasıyla kavramsal” olduğunu söyleyerek açıklarlar.
“Kafan karışmasın, sadece anlamları sözcüklere bağla yeter”, derler. Ger
çeklik sürekli kayan yanılsamalardır. Leave It To Beaver Is Dead’den, iste
diğiniz yerden, istediğiniz büyüklükte bir kesit çıkarın, bu sentetik ger
çekliği görürsünüz.
Örneğin dekor. Burada bize gerçek şovlar ve kırmızı yüzlü birtakım
adamlar gösteren bir televizyon, karşısında bir kanepe ile sıcak bir ev
görürüz. Bu dekor pekala Leave It T o Beaver Is Dead dizisine de ait olabilir.
Ancak M cAnuff parodi çıkarmaktan daha büyük bir oyun oynamakta
dır. Evin içinde bir araba, bir yangın musluğu, bir park bankı, kola maki
nesi ve atlı karınca da vardır. Ama sonra havasız bir ortamda hem eviçi-
ni, hem evdışını kuşatan ev, oyunun aksiyonu içinde, bizim gözlerimizin
önünde geçen bir şovun, sonunda, 45 dakikalık bir rock konserine de
dönüşen “gerçek” bir şovun dekoru haline gelecektir.
Oyunculardan ününün, diğer dördüncü oyuncuya yaptıkları şeye ver
dikleri isim olan “Şov”, insan davranışlarının ve eylemlerinin gelenek
sel olarak kabul görmüş ölçülerini safra atarcasma gözden çıkarışıyla
korkutucudur ve bunu yaparken de konvansiyonel teatral yapaylığı daha
doğal olan bir şeyle değiştirir. Sahne görünmeyen sahne dışı büyücüleri
tarafından kontrol edilmez. Tam tersine, ışıkları oyuncular yakıp söndür
mekte, sesi yükseltip kısmakta ve düşük tonlu bir oyunculuk benimsemek
tedirler. Bu oyuncular, “Şov”u bizzat yürütürler (aşağıda da görebileceği
niz gibi, kontrol yitimi üzerine bir oyun içinde oldukça ilginç bir karşıtlık
oluşturur), bir ev, bir dekor, sonra yeniden ev olan tasarım içinde ...
Pirandello mu yani? Hiç değil. Böyle bir oyun içinde, gerçeklik/yanılsa-
ma saplantısının işlenmesinden daha sıkıcı ne olabilirdi? Zaten bütün
ELEŞTİRİLER V E MAKALELER 1979-1993 2 1 3
* * * Ö ykü
/■
Dennis J., eski arkadaşlarına gönderdiği bir video kasetle, Kanada’da oku
makta olduğu tıp fakültesinden evine dönmekte olduğunu, arkadaşlarıyla
birlikte kurdukları uyuşturucu bağımlıları kliniğinin eski günlerdeki gibi
başına geçmek istediğini bildirir. Oradaki burjuva yaşantısı onu kısmen
intiharın eşiğine getirmiştir, bunu söyleyip sırıtmaktadır televizyon ekra
nından. Ama o, zamanın gerisinde kalmıştır. Arkadaşları Saverin ve
Luke bir yıldan fazla zamandır burjuvaların burjuva uyuşturucularına
dalmış durumdadır ve soğukkanlı (öyle soğukkanlıdır ki, adı <lLizzard”dır
[Kertenkele]) ve karizmatik bir kadınla birlikte “her tür paranoya boklu
ğundan yan çizerek yaşamalarını sağlayan” bir organizasyon kurmuşlardır
(bu onların uyuşturucunun mu yoksa sadece suçun mu öteki tarafına
geçtikleri anlamına gelmektedir? O arkada duran ne tür bir “coke” [coca
cola mı, kokain mi? ç.n.] makinesidir? Bu kadın, Dennis’in iki yıl önce
bağımlılıktan kurtardığı “Loretta” mıdır? Asla bilemeyiz. Zaten merakı
mız da “fazlasıyla kavramsaldır”). Artık müşterilerini -yeni gelen Dennis
gibi müşterilerini- star haline getirdikleri ve “sorunlarını çözdükleri”,
“Şov” işini yürütmektedirler. Dennis’in eski oluşumun kontrolünü ele
geçirme isteği bu akşamki “Şov”un asal meselesidir.
Gözümüzü korkutan cinayet ve intihar çalımlarıyla, iki perde boyunca,
içinde, Dennis’in, sahtelikler, endişeler, inkârlar, idealler, “değerler” ve
“hakikatlerden oluşan hurdaya çıkmış bir araba misali patetik karakteri
nin (ama sizden benden daha patetik olduğu söylenemez) kabuklarının
soyulduğu eşitsiz bir iktidar mücadelesine yanıklık ederiz. Dennis birden
bire, müthiş bir teatral değişim ile yeni düzene uyumlanır ve uyumlanışını,
sokakta yürüyen bir adama karşı kullanır. Peki* b& son bir kontrollü olma
iddiası mıdır? Yoksa gerçek bir bilinç dönüşümü müdür? Bir an sonra,
Dennis’i ve diğer ikisini kanlar içinde görürüz. Bu gördüğümüz gerçek
kan mıydı, yoksa daha önce sözü edilen keççap mı? Eğer gerçek kansa,
kimin kanı, kime bulaşmıştı? Oyuncular “tamam, tamam.. .geçti” sözleri
214 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
Leave ItT o Beaver Is Dead’in benimki de dahil olmak üzere, fazla kav-
ramsal bir eleştiriye boğulmayacağım ümit ediyorum çünkü oyun, kül
türümüzde ve kültürümüzün dışmda, tiyatroda göz kamaştırıcı, ürkütücü,
nefes kesici bir deneyim sunmaktadır. Ne yazık ki, oyunun lokomotifle
rinden biri olan Mandy Patinkin (ve onun yanı sıra Saul Rubinek, Brent
Spiner, Dianne Wiest, Maury Chaykin ve müzisyenler de müthiş bir
performans gösteriyor) gösteriden ayrılmak zorundaymış. Umarım Joe
Papp, McAnuffun yeniden kast yapmasına ve oyunu yeniden sahneye
taşımasına izin verir. Bence kesinlikle vermeli, çünkü tiyatro bu tür heye
canları pek sık yaşamıyor.
1979
§
R ichard S ch e c h n e r’in Balkon 'u
(Soho Ne<wsf 15 Kasım)
1982
§
A n d rei S erh an ’ın Figaro’nurı Düğünü
(Village Voice, 10 A ğustos)
dan, sonuçta, Guthrie buz pateni sahasına benzer bir genişlikte kullanı
larak olabilecek en hantal haline getirilmişti. Panel kapılar arkaların
daki derinliği gösteriyordu: aynalı koridor, daha sahnede belirmemiş bir
karakteri bize gösteriyor ve oyuncu sahneden çıktıktan sonra bile yansı
ması sahnede kalıyordu. Somut gerçekliğe tutunma çabamız, oyuncuları
taşıyan fantastik lokomotiflerin sahnede sıralanışıyla çözülüyordu: teker
lekli sandalye, bisiklet, alışveriş arabası, tekerlekli kanepe, tekerlekli
koltuk, tekerlekli yatak, el arabası, buz pateni, sirk salıncağı, hareketli
platformlar ve tekerlekli patenler. Tekerlekli paten! Tabii ya! Pek çok
gerçekçi yönetmen için ümitsiz vaka olan Guthrie, bu gösterimle ömrü
nün en güzel günlerini yaşıyordu.
Sıra alıntılarda. Richard Peaslee’nin küçük sessiz film müziği, on doku
zuncu yüzyıl melodramlarından ve commedialarından alınma bir oyuncu
luk tavrı, bale ve İspanyol dansı. Tekerlekli sandalyede oturan Bazile Dr.
Strangelove’ı, Marceline ve Bartholo da hep kendilerini gölgelere sakla
yan M-G-M gangsterleri anımsatıyorlar. Yoksa bu ikisi Ruth Maleczech’in
Wrong Guys’ından [Yanlış Adamlar] mı alıntılanmışlardı? Oyun, bütün
bir avant-garde’a göndermeler üzerine kurulmuş olabilir miydi? Burada
da Foreman’ın Don Juan ındaki aristokratları yankılayan beyaz suratlı
bir koro vardı ama ellerindeki saçma değnek ve yabalarıyla sahne r üs tik
leri olarak kullanılıyordu. Ve bir biçimde Figaro aşağıda ifade verirken,
yaklaşık üç buçuk metre yüksekliğindeki bir merdivenin tepesinde hakimi
oynayan Almaviva'lı duruşma sahnesi (metin, hakim Brid’oison ve katip
Doublemain’in saf dışı bırakılmasıyla omurgasına indirgenmişti) bana
Andre Gregory’nin Alice Harikalar Diyarında'yı anımsattı. Ve belki de
sadece bu oyunda Almaviva’yı oynayan David Warrilow,un (Breuer ve
Foremanla çalışmış, bedeni bile birbirinden ayrı organların bileşimi ola
rak görülebilecek, gerçek bir postmodem oyuncu), The Lost Ones'ta [Kayıp
lar] da oynamış olması yüzünden bu oyundan yansımalar olduğunu his
settim. Belki bu bağlantılar, alıntı olmaktan çok bu oyunda yaratılmış
atmosferin ta kendisidir ve kastetmeden yapılmıştır. Ama Figaro’yu oy
nayan Robert Dorfiman’m (ki kendisi eski bir sirk soytarısıdır) sirk salın
cağında söylediği beş sayfalık tiradı ile Peter B ro o k u n Bir Yaz Dönümü
Gecesi Rüyası'ndaki salıncakların bağlantısını kurmamak neredeyse ola
naksızdır. İki oyun da, salıncaklarını sirke değil, Meyerhold’un daha önce
yapmış olduğu bir tasarıma borçludur.
Son olarak, teatralleştirmenin doruğu olduğu söylenebilecek sahne
Beaumarchais’nin metninin IV. Perdesi ile V. Perdesi arasında, tahminen
normal bir yapımda, dışarıda kudanacak düğün töreni ve havai fişek göste-
ELEŞTİRİLER VE MAKALELER 1979-1993 221
visi için karakterlerin sahne dışında giysi ve mask değiştireceği bir sahne
de gerçekleşir. Tam burada metne bir tümce eklenmiştir, “Haydi, maskeli
balo için üstümüzü değiştirelim.” Ve birdenbire üstünde on sekizinci
yüzyılın pırıltılı kostümleri asılı borudan yapılma bir askılık çıkar ortaya.
Mozart'ın Figaronun Düğünündeki son bölümün uvertürü fartissomo çalar
ve bütün oyun kişileri üzerlerindeki modern, beyaz giysileri çılgınca bir
hızla çıkarmaya başlarlar ve çok kısa sürede ortada gerçek bir iççamaşırt
bitpazarı oluşturur (uzun paçalı donlar, peştemallar vs.), sonra da yeni
kostümleri kapıp kaçarlar. Dekorun arka duvarı sanki kumaş çekiyormuş-
çasma alçalır ve arkasından, yere benzer şekilde ayna gibi yansıyan daha
derin bir duvar görünür. Bu duvarın üstünde, milyonlarca renkli nokta
parıldamaya başlar, sanki uzaktan seyredilen bir karnaval görüntüsüymüş
çesine kırmızılar, maviler, altın sarıları duvarın üstünde oynaşmaya başlar.
Ama daha dikkatle bakıldığında o noktaların, çok renkli Guthrie koltuk
larının yansıması olduğunu fark edilir! Dekor tasarımcısı Beni Montre-
sor'un şık bir biçimde ifade ettiği gösterim mantığını açıklar: “orada
dışarıda” hiçbir şey yoktur; “gerçek dünya” diye bir şey yoktur, sadece
kendi kendini aynada seyreden tiyatro vardır.
Yine de bu lezzetli şekerlemenin bir besin değeri olup olmadığına pek
karar verebilmiş değilim, bu anlamda galiba biraz, postmodern mimariye
kara çalanların bağıra çağıra dile getirdiği ve pek çok New York'lu eleştir
menin Central Park'ta yaptıkları işler nedeniyle Breuer ve Foreman'a
savurdukları küfürlerin arkasında yatan nedeni paylaşıyor gibi görünüyo
rum. Oyunun birden fazla olası yorum olanağını bağrında taşıyan, Figa-
ro'nun müthiş tiradı, Serhan'ı, aslında bulmayı akimdan bile geçirme
diği daha derin bir katmanda okuma yapmaya yöneltmiş olabilir: “Bu
‘Ben' dediğim kim peki?” diye düşünür Figaro, “zihnimi böylesine işgal
eden?” Bilinmedik parçalardan oluşan bir kütle... Her şeyi gördüm, her
şeyi denedim, tükettim her şeyi. Bütün hayaller tuzla buz oldu ve ben de
artık hayal kırıklığına uğradım. Hayal kırıklığına uğradım!...” (Richard
Nelson'un yeni yaptığı, özlü ve açık seçik uyarlamadan yapıyorum bu
alıntıyı. Bu uyarlamada yer yer anakronik unsurlar ve hatta gramer bozuk
lukları var. Örneğin Kont Almaviva: “Gerçekten merak ettiğin kişinin
o mu olduğuna şüphelerim var” diyor.) Bu tirad boyunca Figaro'yu salınca
ğın üstünde tutmak, sonunda metnin, tümüyle postmodern bir özne üze
rinde, anlamın boşluğu üzerinde durmak için fırsatlar yarattığı yerlerde
bile, Serhan'ın ablamdan çok eğlence ye gösteriş aradığını göstermekte
dir. Kısacası bu gösterim, eğlendirici yönü son derece tatmin edici olsa
da, aslında oyunda varmış gibi görünen şeylerden çok daha azını barın-
222 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
1983
§ ,
Karakterin Ölümü
(Theatre Communications, M art)
leri seçmeciliklerinde son derece radikal oldukları, öte yandan da, mo-
dernizmin katı gelenekçiliğinin yerine, dekorasyonun ve nostaljinin çok
daha yumuşak dokunuşlarını tercih ettikleri söylenebilir.
Beğenelim ya da beğenmeyelim bu postmodernizmdir, bir ke^îıangi
yöntemlerle çalıştığını kavradığımızda, “avant-garde” tiyatro demeye alış
tığımız olguya muhkem bir yerden bakma fırsatını da yakalamış oluruz.
Birbirinin neredeyse zıttı deneysellikler içinde bulunan Richard Foreman,
Mabou Mines'm Lee Breuer’i, Wooster Group’un Elizabeth LeCompte’u
ve burada tartışacağım, yeni oyunların ve klasik yapımların tutumunun
ortak noktası, hepsinin bireyi odak dışına itmeyi seçmiş olmasıdır. Ya da
tiyatro eleştirisinin terimleriyle ifade edilecek olursa, bir zamanlar Aksi-
yon’un yerini almış olan Karakter’in bu kez kendisi gölgede bırakılmıştır.
Kuşkusuz, karakter son yüz yıldır ölmekteydi. Strindberg, bizi şoke
edecek denli pre-postmodern bir tutumla kaleme alınmış Matmazel Juüe
önsözünde, yarattığı “ruh”ların “karaktersiz” olduklarını, “geçmişe ve
bugüne ait kültürel aşamaların yamalı bohçası gibi... insan yaşamlarından,
bir zamanlar balo giysisi olarak dikilmiş ama şimdi paçavraya dönmüş
çapudardan koparılıp bir araya getirilmiş.. olduklarını söyler. Brecht’in
oyuncusunu karakterin altından çıkarıp, sahnedeki yaşammı bağımsızlaş
tırması, yabancılaştırma efektinin temel araçlarından biri olmuştur. Oyun
cunun parçalanması, dramatik metnin tutarlı bir odağı olarak bireysel
kişiliğin de parçalanması anlamına geldiğinden, Brecht’in bir adım ötesi
ne geçmek anlamına gelmektedir.
On yıllık sürecin başlangıcında Richard Foreman’ın Ontolojik Histe
rik Tiyatrosu, insan kimliği olarak kabul ettiğimiz ne varsa, dikkatle ince
lendiğinde, neredeyse nesne olarak algılanabilecek somut tümcelere ve
tavırlara bölündüğü görüşünü daha da geliştirmiştir. Hatta Foreman’m
tiyatrosunda, içinde kozmosun, titreşen bilinci yutup yok ettiği ve geriye
sadece Şeyler Tiyatrosu’nu bıraktığı (buna Şey haline gelen Düşünce,
Duygu vs. de dahildir) post-Beckett bir evren yarattığı bile söylenebilir.
1972’de, Foreman, Rhoda-Max’ın fenomenolojik pembe diziler serisine
dahil, adı da tiyatrosunun şeyleşmiş dünyasının altını çizen Particle Theory
[Parçacık Teorisi] çalışmasının yazımını tamamlamıştı. Foreman’m,
oyuncu Kate Manheim’ın canlandırdığı, asal yaratısı Rhoda, her zaman
kısmi olarak yansıtılmıştır: Yüzü bir yerde, omuzları bir yerde, gözleri ve
ağzı tıbbi olarak birbirinden ve diğer organlarından -yine tek başlarına
sergilenen göğüslerinden, kalçalarından- ayrılmıştır (Rhoda’nm giysileri
hiçbir cinsel veya duygusal etki yaratmaksızın, mekanik tekrarlarla giyilip
çıkartılır). Sanki aklı bütün bunlardan ayrılmıştır; farkındalık ile şeylik
226 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
lar arasındaki yerlerini alır, ama artık karakter, bütünlüğü içinde eski
önceliğini yitirmiş, diğer gösterim unsurlarının akışında çözünmüştür.
Elizabeth LeCompte’un ve Wooster Group’un çalışmaları, postmo
dem tiyatronun kendini parçalayarak ve gerçeklik katmanlarını birbirine
karıştırarak tiyatronun kendi üstüne kapanmasının örneklerini oluştur-
maktadır. Bireysel karakterleri ya da benlikleri parçalara ayırmak yerine,
LeCompte modem kanonun, karakteri saygın bir yere yerleştiren gelenek
sel metinlerini parçalara ayırmıştır. Wooster Group’un, bugüne kadar
“yapısöküm” tasarımlarının bir parçası olarak imza attıkları üç büyük
proje, sırasıyla, The CocktailParty (NayattSchool, 1978), Longday’sjoumey
intothelSIight[Günden Geceye] (Pointjudith, 1980), ve Our Toum [Kasaba
mız] (I &9 numaralı Karayolu, 1981). Yakın dönemde LeCompte, aynı tür
de çalışılmış dördüncü oyunu olan ve Arthur Miller’in Cadı Kazanı’ndan
uzun bölümler içeren L.S.D. adlı gösterimini izleyicili provaya açmıştır.5
Yapısöküm, Fransa’daki yapısalcı dalganın ardından gelen bir eleştirel
yaklaşım olarak, yazınsal bir çalışmanın yıkıma uğratdmasmı değil, bu ça
lışmanın içinde çelişkili yorum olanaklarını açığa çıkarmayı gerektirmek
tedir. Bu anlamda Route 1& 9’da Our Toum televizyon monitörlerine yan
sıtılan aşırı yakın çekimlerle ve pembe dizi biçemine oturtularak sunul
muştur. Oyundaki karakafa skeçleri, New York Devlet Sanat Konseyi’ni
kızdırmış, oyun Ne w Hampshire’m küçük kasaba yaşamına ilişkin bir
nostalji olmaktan çıkıp tiksindirici bir toplumsal sabuklamaya dönüşmüş
tür. Bu kasaba kimin kasabasıdır? İzleyicinin Amerikan kırsal yaşamına
ilişkin kendi zihinsel stereo tipleri, ıstırap verici bir biçimde kabuğunu
açmıştır; kederimiz, sahnede gördüğümüz aşırı kara karikatürlere gülme
hevesimizin farkına varmamızla daha da artar. Son bir stereotip de, bütün
bir gecenin, insanın masumiyeti hakkındaki biricik gerçeklik anma mey
dan okuyan bir pornografik film sahnesi ile karşılanır. Artık yalnızca ken
dinden ibaret bir tiyatro, müthiş bir biçimde, oyun parçalarından, eski
skeçlerden ve film karelerinden oluşmuş bir bütün, -kültürel parçalardan
yamanmış ve bütünüyle yapay bir yorgandır b u - hedefini viraneye çeviren
bir toplumsal eleştiri kurmayı başarmıştır. Tiyatro burada, bütünüyle
Antonin Artaud’nun istediği gibi öz-gönderimsel bir uzama yerleşmiştir:
bu uzam tiyatronun kendi içinden üretilmiştir ve yaşamın kendisine eşittir.
LeCompte yavaş yavaş, kendi deyimiyle, eli kolu bavullarla dolu karak
terin “kurgularından” kurtuldu ve oyuncunun tutunduğu karakteri bize
göstermez oldu. LeCompte kendisini bu türden kurguların yazarı olarak
görür ama aslında, kültür parçaları arasında “geçişler” yazdığını söyler.
Dolayısıyla, yazar biİe burada, postmodern teatral ele alış içinde çözünen
ELEŞTİRİL£RVEMAKALELER 1979-1993 2 2 9
1985
§
P e te r Sellars’ın Monte Kristo Kontu
(Village Voice, 11 H a z ira n ).
Frank Rich'in Monte Kristo Kontu ’nu gereksiz biçimde hakir görmesi,
Broadway'deki tükenmişliğine ihanet ediyor. Kennedy Center'm, Ameri
kan tiyatro yaşantısının bu olağanüstü uygulayıcısına, Peter Sellars’a götür
ELEŞTİRİLER VE MAKALELER 1979-1993 2 3 1
düğü cüretkâr teklif ile, Sellars’ın üstlendiği yeni Amerikan Ulusal Tiyat
rosu yönetmenliği kariyerinin ilk oyunu. Rich ne umuyordu acaba; Father
Krrnvs Best’i [Babalar En İyisini Bilir] mi? Bu yapım komik değil, kısa değil,
hoş değil, oyunculukları zayıf, ama yine de muhteşem; oyun sizi çıktıktan
sonra da rahat bırakmıyor, ölüme şöyle göz ucuyla bakmaktan kendinizi
nasıl alamazsanız, bu oyunu düşünüp durmaktan da öyle alamıyorsunuz.
Sellars bu çoğul kişilikli yapımda, bir dizi deneysel düzlemden yaklaş
mış. Bu düzlemlerden ilki Kennedy Center’daki tiyatro binasına girmenin
yaşattığı toplumsal deneyim. Bir apartman yüksekliğinde ve cadde geniş
liğinde bir koridordan geçerek bir sanat kompleksine giriyorsunuz ve bir
kırmızı halı ile kaplanmış bir kavşağa geliyorsunuz, buradan iki kez sağa
dönüyor ve hiçbir belirgin geçiş olmaksızın ifadesiz Eisenhower Tiaytro-
su’nda buluyorsunuz kendinizi. Sellars, burada çalışmak için teatral sıcak
lıktan ve Boston’da her yaptığı işi izleyen bir kitleden vazgeçmiş görünü
yor. Burada yeni beklentiler yaratmak durumunda ve Monte Cristo Kontu
oldukça gözüpek bir başlangıç.
Sellars, kuraldışılığm üstesinden ona katılarak gelmiş, izleyicisine
sahnede gizli tutulan işleri göstererek başlamış ve sahneyi en gerideki
yangın duvarına dek çırılçıplak göstermiş. Işıklar ve ızgaralar gösterili
yor, dekor kurmakta kullanılan iskeleler oyun alanı olarak kullanılıyor,
kanatlar gizlenmiyor, tabandaki hileli bölgeler, zindan hücresi olarak
kullanılıyor, sahne gerisindeki asansör, iniş çıkışlarıyla komik bir ferah
lık sağlıyordu. Şov dünyası ile kurulan bu ani yakınlık, sapkın bir rahat
lık getiriyor, çünkü Sellars* en bilinen romantik oyunlardan biri olan bu
oyunu -kısm en melodram, kısmen intikam tragedyası- Amerikan sahne
lerinin görüp görebileceği en soğuk koreografiyle, düşmanlık gösteren bir
evrende yitik ruhlarla sahnelemiştir. Monte Cristo Kontu James O ’Neill’i
(Eugene’in babası) hem yıldız yapmış, hem de ona bir servet kazandırmıştı.
O ’Neill, on sekiz yıl haksız yere zindanda tutulduktan sonra, zengin bir
kont ve bir intikam makinesi haline gelen Edmund Dantes rolüyle, Birle
şik Devletler genelinde altı bin oyun sergilemiştir. Sellars, genellikle
kalabalıklara başvuran -büyük oyunculuk, heyecan uyandıracak mekan
lar ve düellolara yer veren- romantik sahne değerleriyle ilgilenmemişti.
Bunun yerine, öyküyü ve karakteri kendi araçlarına bırakmış - bu arada
da bize postmodern çoğulculuk ve pastişi sunmuştu: Meyerhold’un hare
ketli panoları, Kabuki’den (ve Brecht’ten) alınma kırmızıya boyanmış,
öfkeyi ve kötüyü temsil eden bir yüz ve yine çeşitli Sovyet ve Amerikan
avant-garde yapımlardan alınma bir dizi görsel alıntı. Yanılsamacı olma
yan bir sahnede verilen ve yukarı mahallenin eleştirmenlerini pek hiddet-
232 KARAKTERİN Ö L Ü M Ü
1986
§
R ob ert W ilso n ,un Alkestis'i
(Village Voice , 2 9 Tem m uz)
Robert WiIsonrun güzel AMcestis’i W ilson’un son on yıldan fazla bir süre
içinde Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekleştirmiş olduğu ilk büyük
ölçekli çalışmadır ve Wilson’un daha önce yapmış olduğu hiçbir çalışmaya
da benzemez. Oyuncuların oynadığı metninin içerdiği şaşırtıcı sürprizler,
“inşa edilmiş” dekorunun dayanıklılığı, hayal gücünün vahşi eklektizmi
ve dişil olanın işgal ettiği alan, ileri doğru postmodern bir kültür vizyonu-
na yönelmiş yeni bir Wilson,a işaret ederken, aynı zamanda geriye doğru
giderek tiyatronun daha eski biçimlerine saygı duruşunda bulunur.
Yapımın geniş, kültürlerötesi yayılımı, Wilson,un özellikle de kötü
talihli altı ulus, üç kıtadaki, CIVIL warS [oyunun adı, sadece büyük harf
ler okunduğunda “Siviller”, tümü birden okunduğunda “iç savaş” anla
mını taşımaktadır ç.n.] hakkında özellikle de basın bültenlerinden bildi
ğimiz yaklaşımı ile ilgilidir. Burada, her biri ölüm ve dirilme mitosunu ele
alan, üç farklı zamandan ve kültürden metinleri bir araya getirmiştir: Ön
oyun Doğu Almanyalı oyun yazarı Heiner Müller’e aittir, sonra, IÖ V.
yüzyıldan bir Euripides ve bilinmeyen bir Japon Kyogen yazarından bir
on yedinci yüzyıl farsı, The Birdcatcher In The Hell [Cehennemdeki Kuş
Avcısı]. Bu üç metin, hem Batılı hem Doğulu, hem antik, hem çağdaş
olana seslenen görsel ve işitsel imgeler yumağı ile birlikte, doğanın yok
oluşunu, kültürlerin yıkılışını ve her şeyin geçiciliğini ve değişkenliğini
anlatan daha geniş bir oyuna dönüşür. Yaklaşık iki saat süren gösterim
bir ön oyun ve sekiz sahneden oluşmaktadır.
Oyun hafif keten bezi üzerine boyanmış sert görünümlü gri taşlardan
örülmüş bir duvar görüntüsüyle başlar, tıpkı, Wilson’un 1979 tarihli, Ber
lin’de yaptığı D eath, Destruction & Detroit’te olduğu gibi. Bir görünüp bir
234 KARAKTERİN Ö L Ü M Ü
1988
§
Elizabeth L eC om p te ve W o o ste r G roup’un
Ölümsüzlüğe Giden Yol (Üçüncü Bölüm):
Frank Dell’in Aziz Antonius’u Baştan Çıkarması
(Village Voice , 2 5 Ekim)
lardan birini de oluşturuyordu; 1986 sonu ’87 başı gibi çekilen çıplak
görüntülerinde Valk ve Kohler kekeliyor ve bedenlerini gösteriyorlar
ama tamamlanmış bir tümce kurmayı başaramryorlardı. Bu versiyona ,
eklenen ve canlı oynanan epizodlarda, ikisi eyleme geçiyordu. Bir nokta-
da, ki bence bu önemli bir ayrıntı - Valk, “anakaradayız, erkekler gibi
yaşıyoruz” diyordu.
Jim Clayburgh’un çok katmanlı konstrüktivist dekoru (W ooster
Group’un standardı) bugüne dek hiç bu kadar gür bir teatrallikle kullanıl
mamıştı: Yükselip alçalan duvarlar, üstlerine oyuncular asılmış olduğu
halde tehlikeli bir hızla açılan ve güm diye kapanan kapılar. Bunların
yanı sıra, ucuz kostümler, peruklar, takma sakallar, sahte mittel'Europa
[Orta Avrupa] aksam; yani LeCompte ve topluluğun daha önceki çalış
malarında görmediğim kadar fazla geleneksel tiyatro nostaljisi. Brahms’tan
Art Tatum ’a ve oradan da çeviri bir İç Savaş şarkısı olan “Çatışmadan
Az Önce Anne”ye dönüşen müziğin etkisi de bütün diğer unsurlarla uyum
içindeydi.
Teatral parlaklığına karşın bu çalışma, kuşku götürmez bir biçimde hü
zünlüdür; insani ve sanatsal ölümsüzlük üzerine tefekkür içindedir. Phyllis
(Peyton Smith) sürekli şu sözleri tekrarlar: “Bu benim son gösterim. Şovdan
ayrılıyorum. Tiyatroyu bırakıyorum.” Wooster Group kepenk indirmiyor
tabii -yeni bir film ve tiyatro projeleri var- ama avant-garde tiyatronun
yaşayan en saf örneği, başka biçimler denemek üzere yok oluyor. Sanki
LeCompte ve topluluğu, en tuhaf “kültür kırıntılarını tiyatro olarak
realize etme savaşımlarında bir sona gelip dayandılar ve şimdi tiyatro ile
kurdukları ilişkinin kendisini düşünmek durumunda kalacaklar.
1989
§
Jo A n n e A k alaitis’in Cymbeline ’ı
(.American Theatre , A ralık)
1993
§
A ID S Y organı Ü stü n d e: Ağıt Gösterimi
(American Theatre , O cak )
San Francisco’da yaşayan Cleve Jones isimli bir AIDS eylemcisinin, sev
gilisinin anısına 6x3 boyutlarında mezar biçimli bir yorgan diktirmeye
karar verdiği beş buçuk yıl öncesinden bu yana AIDS Anı Yorganı, hem
AIDS yüzünden yakınlarını yitiren yüz binlerce matemlinin ilgi odağı,
hem de hastalığa karşı verilen savaşımm örgütlenmesine yardımcı olan
araçlardan biri olmuştur. Ironik bir biçimde bugün ulaştığı müthiş
büyüklükle -yaklaşık iki metre boyundaki sekiz römorkla taşınabiliyor-
yirmi altı ton geliyor. Ekim ayında Washington anma töreninde yere
yayıldığında on iki futbol sahası kadar bir alanı kaplıyordu ve o hafta
sonunda eklenen yeni parçalarla bir buçuk futbol sahası kadar daha
genişledi - yorgan herhalde etkin olarak ulaşabileceği politik ve toplum
sal sınırlara dayanmış durumda. Kendilerini kutsal ve büyük bir yas ge
misinin kamarotları gibi görmeye başlayan koordinatörler, bunun büyük
ihtimalle Yorgan’ın tamamının son sergilenişi olacağını söylüyor. Çünkü
Yorgan'ı saklamak da sergilemek de her geçen gün zorlaşıyor ve Yor
ganın geleceği konusunda farklı görüşler birbiriyle çarpışıyor.
Ama Yorgan’m bir topluluğun ortak sanatsal çalışması ve postmodern
kültürün bir sembolü ve hatta postmodern bir gösterim olarak değeri
üstünde pek durulmadı. Örneğin Yorgan’ı ziyaret ettiğinizde, planının
modern mezarlıklardan esinlenerek çizildiğini görüp şaşırıyorsunuz. Yak
laşık on beş kilometre uzunluğunda siyah plastikten yürüme yollarından
geçerek yapacağınız yürüyüş, sizi Yorgan harita üzerinde on bir farklı renk
bölgesinde bulunan 22.000 “atıf”a götürüyor. Bunlar arasında birdenbire
çok tanıdık gelen Charles Ludlam gibi, Woodlawn, Mount Auburn ve
Laurel Hill gibi isimler var. Bir an W alter Benjamin’in “aura”sının ışılda
dığını fark ettim, sanki Charles Ludlam gerçekten “b u ra d a ”ydı. Herhalde
Yorganın üstünde olup da anımsanan her insan benzer bir keskin bura-
dalık hissi yaratıyor ama herhalde şöyle bir düşüncenin bir anda zihin
lerde çakmaması da olanaksız: Bir dakika, bu Woodlawn değil ki, onun
sembolik ikizi, hatta parodisi, hatta aslında onun gösterisi. Ve bu göste
riye çıkan yollar. Turne Yapan bir mezarlık olarak A IDS Yorganı.
Bir mezarlığı nasıl sunarsınız, nasıl gösterirsiniz? Öncelikle oyunculara
ihtiyacınız vardır. Bir yandan beyaz giysileri, Washington’da Yorganın
ELEŞTİRİLER VE MAKALELER 1979-1993 2 5 5
olduğu gibi—liste uzayıp gidiyor- uluslar arası ya da geçen yaz One Life To
Live [Biricik Hayat] isimli bir televizyon programı için kullanılanı gibi
özel oluşuna göre tercih ediliyor.
Anıtsallık ile yama işini bir araya getiren Yorgan düşüncesinin ken-
dişi, AIDS krizinin, bir düzen ve toplumsal süreklilik içeren insan yazgısına
saldırısını dile getirmektedir. Pastiş ve meydan okuyan kopukluk, bugün
artık postmodern sanatın alameti farikası olmuştur ama burada bu, canlı
ve neşeli yaşamın unutulmaması gerektiği üstünde duran bir hümanizme
dönüşmüştür. Kendine özgü anımsama biçimiyle Yorgan, bugüne dek icat
edilmiş her tür yas protokolünden, daha rahat, daha kapsamlı, daha du
yarlı, daha insani ve daha teatraldir. Uç günlük otobüs ve kamyon yolcu
luklarından sonra bir yerlere varır, Cladius’un önünde oyuncuların açtığı
renkli kilim ve halılar gibi kendini ortaya serer ve ürpertici bir belirgin
likle korkak ve soğuk otoritenin yüzüne karşı, gözlerinin içine baka baka
yas tutma oyununu oynar. Her Washington gösterimi, kralın vicdanına
kurulmuş kapanın mekanizmasını yeniden kurar.
Deniyor ki, Cleve Jones Yorgan ve isim toplama fikrini geliştirdiğinde,
büyük annesini alıp götürebileceği bir şey yaratmak varmış aklında. Gay
cemaatinin on dokuzuncu yüzyıla ait bir kadın işbirliği ürününden ilham
alışında, geleneksel olanla yıkıcı olanın kurnazca bir araya getirilişini
herhalde herkes fark etmiştir. Kadınlar uzun zaman önce baskın toplu
msal formlara bütünüyle uyuyormuş gibi görünürken bir yandan da onu
“iğnelemeyi” öğrenmişlerdi. Bu anlamda Yorgan, varlığındaki rahat ve
yumuşak görüntüye rağmen, resmi kültürün A ID S’in uzak bir ülkedeki
açlık gibi gözlerden ve zihinlerden uzak tutulmasına ilişkin yaklaşımının
karşısında uzlaşmaz ve son derece sert bir karşı saldırıdır. Bugün Yorgan,
kadınlara, çocuklara, AIDS ilaçları kullananlara ve kan hastalarına ilişkin
pek çok panel düzenlemektedir. Ama Yorgan’ın Reagancı kültürel mito
loji ile -Am erikan kır yaşamının, Amerikan ailesinin, Amerikan ev-
yapımı malların, Amerikan nostaljisinin coşkuyla gündeme getirilmesi,
kutsanması; kısacası, sonuçta kendini izleyenleri, pek çoklan için yan
yana gelmesi imkansız çelişkiler içermelerine karşın, tek bir imge altın
da kucaklaşmaya zorlaması- gay cinselliği arasında kurduğu ilişki, hiç
kuşkusuz Yorgan’m en parlak en ironik maskesini oluşturuyor.
İyileştirici çağrışımlarını atlamamak gerekiyor; Yorgan sadece bir “ra
hatlatıcı”, bir teselli kaynağı değil. Yas tutmanın, sanatın ve toplumsal
eylemin insana esin veren bir karışımı bu. Binlerce el tarafından biçim
lenişiyle, sismik bir toplumsal sanat patlaması da denebilir, patlama;
zihnin çok derin katmanlarından fışkırıp gelmektedir. Ölüm ile erotik
258 KARAKTERİN Ö L Ü M Ü
olan arasında korkunç bir bağlantı kurmakta, geçmişin yas tutma biçim
lerini bugünün kilisesine, ailesine, toplumsal sınıfına ve devletine bağ
lamakta ve politik olan ile kutsal olan arasında yeni bir ilişki tasavvur
etmektedir. Yorgan yepyeni bir kültürel formdur, benzeri görülmemiş
bir krize verilen tepkinin emsalsiz sembolü, temsilidir; ama bir yandan
da her zaman ritüel gösterimlerin dünyasında var olmuş olan trajik te
maları yenileyerek kullanmaktadır.
Notlar
Giriş
1) Tadeusz Rozewicz, T he C ard lndex an d O ther Plays, çev: Adam Czemiawski (New
York: Grove, 1970), s. 68. Bundan sonraki bütün alıntılar Ariştotle’s Poetics, çev: S. H.
Butcher (New York: Hill and W ang, 1961), s. 62-63.
2) G. M. A. Grube, çev ve yay haz., bu baskıdan yapılmıştır.
NOTLAR 261
3) Francis Fergusson, yay haz., Aristotle on Poetry and Style (Indianapolis: BobbsMerrill,
1958) s. 14.
4) Aristotle, Poetics, Gerald F. Else, çev ve yay haz. (Ann Arbor: University of Michigan
Press, 1970) s. 27.
5) John Jones, O n Aristotle and G reek Tragedy (Londra: Chatto&W indus, 1967), s. 30.
6) A.g.e., s. 31.
7) A.g.e., s. 36-38.
8) Elizabeth S. Belfiore, Tragic Pleasures: Aristotle on P b t and Emotion (Princeton:
Princeton Univversity Press, 1992), s. 91.
9) Bkz. Francis Baker, T he T rem u bu s Body: Essays on Subjection(New York: Methuen,
1984), s. 25-41, ve Jonathan Goldberg, “Shakespearian Characters: the generation of
Silvia” Voice Terminal Echo: Postmodemism and English Renaissence Texts (New York: Methuen,
1986), s. 6 8 4 0 0 .
10) Luigi Riaccaboni’nin oyunculuk üstüne yaptığı 1738 tarihli Pensees sur b declamation
adlı çalınmasında, oyuncular için diyaloglarında ifade edilen duygulan yaşantılamalarını ge
rektiren doğalcı bir ideal geliştirir (bkz. Marvin Carlson, Theories o f the Theatre [Ithaca: Cor-
nell University Press, 1984], s. 159). Diderot’nun 1765 tarihli Encycbpedia'smda. Tragedya mad
desinde Marmontel, tragedyaları kendi dışlarındaki nedenlerden kaynaklanan antik karak
terlerle, “duruma, isme, kadersiz kişinin doğumuna atıfta bulunulmaksam” tragedyilrı ruhun
içsel niteliklerinden kaynaklanan modem karakterleri karşılaştırır.” Bkz. Bemard F. Dukore,
Dramatic Theory and Criticism (New York: Holt, Rinehart and Winston, 1974), s. 290-91.
11) G. E. Lessing, Hamburg Dramaturgy öns. V ictor Lange (New York: Dover, 1962), s.
178-211(75-78).
12) Horace Leland Friess, çev ve yay haz., Schleierm achers S oibquies (Chicago: Öpen
Court, 1926) “Reflection”, s. 22.
13) August W ilelm Schlegel, “A Course of Lectures on Dramatic A rt and Literatüre”,
çev: John Black (New York: A M S 1973) s. 25.
14) A.g.e., s. 363.
15) A.g.e., s. 3 62.
16) Herder, genellikle bu bağlantıyı ilk kuran kişi olarak kabul edilir, onun arkasından
da Schelling neredeyse mistik bir biçimde romantik sanatı, Hıristiyan esini ile birleştirmiştir.
Friedrich Schlegel Schelling’in düşüncelerini alıp genişletmiş, aynı dönemde de kişisel
olarak Katolikliğe dönmüştür. August W ilhelm Schlegel, hem kardeşinden, hem de
Herder’den etkilenmiş, 1808 derslerinde Hırisiyan ruhu ile romantik biçim arasındaki
bağlantıyı sarih hale getirmiştir.
17) G. W . F. Hegel, Aesthetics: Lectures on Fine Art, çev: T . M. Knox (Oxford: Clarendon,
1975) cilt I, s. 504^505,521.
18) A.g.y., s. 236.
19) A g .y .j cilt II, s. 1178.
20) A.g.y., cilt II, s. 1070.
21) A.g.y., cilt I, s. 579.
22) A.g.y., cilt II, s. 1229. Hegel bu bölümde Kleist’tan söz etmese de, kuşkusuz
aklında, asal karakterini “düalite, aksaklık ve iç uyumsuzlukla eleştirdiği ve cilt l ’in 158.
sayfasında yer alan T he Prince o f Ham burg v ardı. Kleist da Shakespeare’in çömezi olduğunu
söylemektedir. Hegel burada gösterişli bir retorikle ilerlemektedir.
23) A.g.y.y cilt I, s. 243.
24) Friedrich Nietzsche, T he Birth o f Tragedy, T he Birth o f Tragedy and the case ofW agner
içinde çev: W alter Kaufmann (New York: Random, 1967), s. 31-32.
262 KARAKTERİN Ö L Ü M Ü
2. Karakter Modeli
1) August Strindberg, “Jacob W restles” în fem o, A b n e and O ther Writings, çev. ve öns.
Evert Sprinchom (Garden City, New York: Double Day, 1968), s. 305-306.
2) Maurice Bouchor’un Apochrypha’mn Tobit'i üzerine kurulu Tobie (1889) ve N o el ou
le mystere de b Nativite (1890) ve L a Leğende de Sainte C ecile (1892) Trois mysteres (Paris:
Em est Kolb, n. d.) içinde birlikte yayınlandı. Ayrıca bkz., John A. Henderson, T he First
A vant-G arde (Londra: Harrap, 1971), s. 115-16 ve 126.
3) Bettina Knapp, T he Reign o f T he Theatrical Director: French Theatre 1887-1824 (Troy,
New York: W itsthone, 1988), s. 102.
4) Bu alıntı, Francine-Clair LeGrand tarafından R de Souza’ya atfedilmiştir, Le
Symbolisme en Belgique (Brussels: Laconti, 1971), s. 48. (çeviri bana ait.)
5) Genellikle dindışı ve kıyametçi Kral Ubü’nün, Jarry’nin saydam olmayan hanedancı
misteri oyunu, C aesa r Antichrist (çev. James H. Bierman [Tucson: Om en, 1 9 7 l])d a anti
Isa’nın yerini aldığı unutulur.
6) Michael Hamburger, Hofmannstahl: ThreeEssays (Princeton University Press, 1972),
s. 22. Hofmannstahl’m ortaçağ tiyatrosuna od uyduğu yakınlık 1893 tarihinde yazdığı
“D eath and T h e Fool” isimli tek perdelik mistik moralite oyununda bile belli oluyordu.
264 KARAKTERİN ÖLÜMÜ
7) Gunnar Brandel, Strindberg in Infemo, çev. Barry Jacobs (Cambridge: Harvard Univer-
sity Press, 1974) s. 1 1 0 .1980’Ierin başlarında gizemcilikle on dokuzuncu yüzyıl sonu tiyatrosu
arasında bağlantı kurma/arama eğilimi başladı. Bkz. Daniel Gerould ve Jadwiga Kosicka,
‘T h e Drama of the Unseen-Tum-of- the-Century Paradigms for O ccult Drama”, ve Haskell
M. Block, “Symbolist Drama: Villiers de L’ısle-Adam, Strindberg and Yeats”, T he Occult in
Language and Literatüre içinde, yay haz. Hermine Riffaterre (Nevy York: New York Literary
Forum, 1980) s. 3-42 ve 43-50. Ayrıca bkz. Daniel Gerould, ed ve öns. Doubles, Demons and
Dreamers: A n International Collection o f Symbolist Drama (New York: Performing Arts Journal
Publications, 1985), s. 7-34.
8) Haskell M. Block, M allarm e and T h e Symbolist D ram a (Detroit: W ayne State
University Press, 1963) s. 85.
9) O yıl Strindberg, Master O lo f a epilog olarak yazdığı ama sonra kullanm aktan
vazgeçtiği, misteriyi alaya alan bir misteri olan “Coram Populoi”yu da ilk kez yayımlatmak
üzere harekete geçmişti.
10) “Neo-m isteri”nin, “neo-romantik” oyundan farklılıkları için bkz. Harold B. Segel,
Tıventieth-Century Russian Drama: From Gorky to the Preseni (New York: Columbia University
Press, 1979), s. 50-55.
11) Edward Braun, yay haz. Meyerhold on T heatre (New York: Hill and W ang, 1969), s.
53-54 ve 60-61.
12) Vyacheslav Ivanov, “T h e Theatre o f the Future”, çev. Stephen Graham, English
Revietu, c. 10, Mart 1 9 1 2 .1 9 0 7 tarihli makale Ivanov’un By the Stars in 1909 isimli derlemesi
ile ortaya çıkmıştır. Bu İngilizce yayımlanan ilk makalesi olmuştur.
13) Maruice Tuchman, “Hidden Meanings in Abstract A rt”, T he Spiritual In ArtıAbstract
Painting, 1890-1985, içinde ed Edward Weisberger (New York: Abbeville, 1986) s. 18
14) John Gassner, T he Theatre In O ur Times (New York: Crown, 1954), s. 175 ve Richard
Gilman, T he M akm g o f M odem Drama (NewYork: Farrar Strauss&Giroux, 1974) s. 105-106.
15) Strindberg biyografileri yazan M artin Lamm, Strindberg’in, 19012de Alman çevir
meni Emil Schering’e yazdığı mektupta, M aeterlinck’in L e T resor des humbles'inin “oku
duğu (m) en iyi kitap”olduğunu alıntılamıştır (August Strindberg, çev. ve yay haz. Harry G.
Carlson [New York: Benjam in Bloom, 1971], s. 3 8 1 .). Peladan’a atıfta bulunan pek çok
birbirine benzer mektubun yanı sıra, L e Prince de Byzance ve diğer Peladan u/agneries,
Strindberg Stockholm Kütüphanesinde görülebilir.
16) RobertPincus-Witten, Occult Symbolism m France (NewYork: Garland, 1976) s. 32-34-
17) Maurice M aeterlinck, “T h e Tragical In Daily Life” T he Treasure o f T he H um ble
içinde s. 102 ve 98-99.
18) M aeterlinck, “T h e Awakening o f the Soul” s. 37.
19) Bkz., not 37, bölüm 1. Mockel şöyle devam eder, “Eğer oyun kendi içinde ayırt
edici misterisini taşımazsa, yanılsama ve sonuçta biricik asal gerçeklik ortadan kalkacaktır.
20) Romantiklerde, sembolün kucaklanıp alegorinin reddedilmesi bu yüzyıl kapanışının
sonradan gelecek eleştirmenler kuşağının yeniden alegoriye dönmelerini engellemiş olabilir.
Alegoriye dair daha hoş görülü bir bakış daha sonra, Northrop Frye’ın sürekli vefreistimmige
alegoriler arasındaki farkı belirlemesinden sonra olmuştur (Anatomy ofCriticism [Princeton:
Princeton University Press, 1957], s. 89-92). 1960’lara kadar alegorinin yeniden değerlendiril
mesine ilişkin pek çok değerli çalışma birbirini izledi. Bunların arasında; Fletcher, Tuve,
Quilligan, Bloomfıeld, M acQueen, Kantrowitz ve diğerlerinin çalışmaları sayılabilir. Alegori
üzerine hazırlanmış son derece doyurucu bir bibliyografi için bkz. Carolynn V an Dyke, T he
Fiction o fT ru th : Structures o f Meaning in N arrative and Dramati Allegory (Ithaca: Com ell
University Press, 1985) ve Joanne Spencer Kantrowitz, Lindsay’s A n e Satyre o f the Thrie
Estaitis (Lincoln: University of Nebraska Press, 1975). Bence alegori bu yeniden değerlen
NOTLAR 2 6 5
3. Karşı Sahnelemeler
1) Lou-Adreas Salome, Ibseris H eroines, yay haz. ve çev. Siegfried Mandel (Reddin
Ridge, Connecticut: BlackSw an, 1985), s. 101-22 ve Henry James, “Henrik Ibsen” Esssays
In London and Elseuthere, tekrar (Freeport, New York: Books for Libraries, 1972) s. 238.
NOTLAR 2 6 7
2) Brian Johnston, “The Tum ing Point In T he Lady From the S ea" T ext and Supertext in
Ibsen s D ram a (University Park: Pennsylvania State University Press, 1989), s. 193-294.
3) A.g.:y.,s. 205.
4) A g .y .,s . 223.
5) A.g.y., s. 77.
6) Teresa de Lauretis, “T he Technology of Gender”, Technologies ofG ender (Bloomington:
Indiana University Press, 1987), s. 24.
7) A.g.y., s. 32.
8) Denizden G elen K ad ırid an yapılan bütün alıntılar Rolph Fjelde’nin çevirisinden ve
önsözünden alinmıştır. Ibsen: T h e Complete M aior Prose Plays (New York: Farrar, Straus &
Giroux, 1978).
9) Francis Fergusson, “The Lady From The Sea”, cilt 8,1965-1966, (Oslo: Universitetsfor-
laget, 1966), s. 54
10) A. g.y.
11) Johnston, “T h e Tum ing Point”, s. 225.
12) Fergusson, “T h e Lady From T h e Sea”, s. 54-55.
13) Orley I. Holtan, In Ibsen s Last Plays (Minneapolis: University of Minnesota Press,
1970), s. 77.
14) Sandra E. Saari, M<Hun, som, ikke, selv, har, noe, riktig, livskall...,: W om en and
the Role o f the ‘ideal W om an’in Ibsen’s Munich Triology”, Contemporary Approaches to
Ibsen içinde cilt 5. (Oslo: Universitetsforlaget, 1985).
15) Holtan, M ythic Pattem s, s. 66.
16) Helene Cixous, “Sorties”, Helene Cixous ve Catherine Clement, T he Neu/ly B om
W om an içinde çev. Betsy W ing ((Minneapolis: University o f Minnesota Press, 1986), s. 64-
65.
17) Naomi Schor, R eadingin Detail: Asthetics and the Feminene (New York: Methuen,
1987), s. 2 6 ’da ayrıntılara değer biçmenin, “idealist metafiziği parçalara ayırmaya yardımcı
olacağını” belirtir.
18) Charles Lyons, Henrik Ibsen: T he Divided Consciousness (Carbondale: Sothem Illinois
University Press, 1972), s. xi.
19) 1978 yılında Pratt Enstitüsü’nde düzenlenen Ibsen Konferansında Sandra Saari,
sunduğu “T h e Mermaid’s End, or the Domestication of the Species” başlıklı bildirisinde,
Denizden Gelen Kadrn!nm, Ellida’nın içinde “sanatsal yaşam görüşününün tersi olacak biçimde,
burjuva yaşam görüşünün benim sediği” bir “insanlık tragedyası” olduğunu söyler
(yayınlanmamış, s. 13).
20) Salom e’nin Ellida W angel üzerine yazdığı denemede Ellida’m n Yabancı’dan
uzaklaşıp, kendi sınırsın özgürlük fantezilerinin “belirsiz ve maddesiz”liğine doğru geliştiğini
söyler. Modem eleştirmenleri kendine çeken (Ibsen's H eroinest s. 121), denizin özgürlüğüne
duyulan özlemden eser yoktur onda. Ayrıca bkz., Yvonne Schafer “T h e Liberated W oman
m Ibsen’s T he Lady From T h e Sea", T heatre Annual, no 4 0 ,1 9 8 5 . Schafer, oyunu, “Ibsen’in
kendi çağının ilerisinde bir kadın ve evlilik bakışını içeren” ve bu anlamda Bir B ebek
Evi’nin negatif bir çeşitlemesi olarak değerlendirir.
21) M. C. Bradbrook, Ibsen in the N onvegian: A Revaluation (Londra: Chatto and
Windus, 1966), s. 108-109. Kitap il kez 1946’da basılmıştı.
22) Evert Spinchom, Ibsen: LettersandSpeeches (New York: Hilland Wang, 1964),s. 297.
23) Edvard Beyer, Ibsen: T h e M an and His W ork, (Londra: Souvenir Press [E & A ],
1978), s. 157.
24) Charles R. Lyons, H enrik Ibsen: T he Divided Consciousness, s. xiv.
25) Holtan, Mythic P attem st s. 81.
268 KARAKTERİN Ö L Ü M Ü
odaklardan okunabilir oysa. Şam'a Doğru'nun okurunu ve olası yönetmenini, benim bir
önceki bölümde yapmış olduğum ve kasıtlı bir “totalleştirme” içeren modem misten okuma
sına bire bir yaslanmaması konusunda uyarmam gerekiyor. Şam'a Doğru'ya ilişkin bir karşı-
okumam için, T 6 D am ascus, Goran Stockenstrom , Strindbergs Dramaturgy, (Minneapolis:
University o f Minnesota Press, 1988), s. 75-86.
4. İşaretlerle İşaretleşmek
yay haz. Joh n W illett [New York: Hill and W ang, 1964], s. 43-44.) Okuma eyleminin
kendisinin, empati ilkelerine göre oluşturulmuş dramatik metnin yarattığı dramatik anlatı
ile izleyicinin olumsuz anlamda özdeşleşmesini kırmaya yardım edeceğini düşünüyordu
(zaten dipnotların bir biçimde gösterime aktarılabileceği düşüncesini taşımıştı daha önce).
Ben de “yazısallaştrma” ya da onun alternatifi olan “metinselleştirme”yi, canlandırılan
gösterimin arkasında yazan okuma ve yazma sürecini bir biçimde sahnede okunabilir hale
getiren oyunlar için kullanıyorum.
23. Richard Foreman, Reverberaüon M achines: T he L aterPlays and Essays, (Barrytown,
New York: Station H ill,1985), s. 219.
24) Samuel Beckett, Krapp’s Last T ap e an d O ther Dramatic Pieces (New York: Grove
W eidenfeld, 1960), s. 21.
25) Voice, Term inal, E ch o’da yayımlanan kışkırtıcı, “Shakesperian characters: the
generation o f Silvia” yazısında Jonathan Goldberg Shakespeare için dramatik karakterin
bir tür ith af fikri ile karışmış olduğunu söyler. Bu tanımlamayı aşağı yukarı Shakespeare’in
çağdaşı olan Overbury’nin “W hat a Character Is?” inden almıştır: “derin bir izlenim
yaratan birine benzetmek”.
26) Derrida’nın iç çekişlerle ilerleyen ritminin, yitik bir orijine ilişkin nostaljinin
panzehiri olarak kullanıldığının farkındayım.
27) Peter Handke, Kaspar and O ther Plays, çev. M ichael Roloff (New York: Hill and
Wang, 1969).
28) İngilizcede “suflör” Handke'nin kitapta bu dışarıdan gelen sesler için kullanmış
olduğu Einsager teriminden daha uygundur.
29) “Onlar ancak keçiler kadar olgun, maymunlar kadar ateşli olabilir.” O thelb, III, iii.
30) Adrienne Kennedy, A Movie Star H as to Star in B lack and White, Adrianne Kennedy
in O ne Act içinde (Minneapolis: University o f M innesota Press, 1988).
31) Harold Rosenberg, Act and the Actor 8ny World, 1970). Rosenberg “anti-drama”nın
Joyce ve Pirandello ile birlikte “aksiyon yok, oyuncu y o k ... formülünü” geliştirdiğini
söyler (s. 12).
32) A nnette M ichelson, “Film and the Radical Aspiration”, Film Culture, no. 42 (Fail,
1966), s. 34-42 ve 136. Bu alıntı kitabın s. 38 -3 9 sayfalarındandır.
33) Darly Chin, A ct and the A ctor (yayımlanmamış), s. 1 ve 3.
34) Örneğin bkz., Gayle Austin, uT he Doll House Show: A Feminist Theory Play”Journal
o f Dramatic T heory an d Criticism, c. 7, no:2 (Spring, 1993), s. 203-207. Ayrıca bkz., benim
Richard Schechner’in Don Ju a riı için yazdığım ve bu kitapta ^eleştiriler ve Makaleler”
bölümünde yer alan eleştirim, s.
35) Joan Sch enk ar, T he Universal Wolf, Kervyon Review, c. 13, no. 2 (Spring, 1991).
36) Bu terimi M ichael Vanden Heuvel de Performing D rama/dramatizing Perform ance
(A nn Arbor: University o f Michigan Press, 1991) kitabında kullanmıştır. Ben başka bir
yerde kullanıldığına görmedim.
37) Bu bağlantıyla bkz., Elinor Fuchs, “Performance Notes: 'North Atlantic and L.S.D. ”,
P erform in gA rtsJou rn al# 2 3 . c. YIII, no. 2 (1984), s. 51-55.
38) Richard Foreman, “Ontological-Hysteric: Manifesto I”, Richard Foreman: Plays and
Manifestos, yay haz. ve öns. Kate Davy, (New York: New York University Press, 1976), s. 73.
39) Forem an’la yaptığım 25 Kasım 1993 tarihli söyleşide Forem an, Kabala ile
bağlantısındaki ara taşlardan birinin Fransız gizemci Eliphas Levi olduğunu söylemişti.
1894’te, Levi Zohar'ı L e Livre des Splerıdurs adıyla sahneye taşımıştı. Foreman başlıktaki
çoğul takıyı Levi’nin çoğul kullanımından aldığını belirtmişti. Bkz., Fuchs, eToday I am a
Fountain Pen: A n Intervew with Richard Foreman”, T heater, c. 25, No. 2 (Spring 1994), s.
82-86,84.
NOTLAR 271
40) JonathanCuller, O n Deconstruction (Ithaca: Com ell University Press, 1982), s. 99.
41) Richard Foreman, Lava, U nbalancingActs içinde, yay haz. Ken Jordan (New York:
Pantheon, 1992), s. 310.
42) A * * , s. 356-7.
43) A g.y., s. 3 1 9 -2 0 ve 348.
44) A g.y., s. 3 2 7 ,3 2 8 , ve 351.
45) A.g.y., s. 319. Foreman sahnelemeye ilişkin kararlann önemini küçümsüyor (15
Kasım 1993 tarihli söyleşi). Kalabalıktan biri olan genç kadın, son anda verilen bir kararla
sahneye çıkarılmıştı; tesadüfen kırmızı bir giysi vardı üzerinde. Yazmasına gelince, yayım
lanmış metinde açıkça belirtildiği gibi, ona ne duyarsa yazmasını söylediğini anımsıyor
Foreman.
46) Yazarın Richard Foreman’la yaptığı 25 Haziran 1983 tarihli yayımlanmamış söyleşi
sinden.
47) Richard Foreman Book ofS plen dors/ll, Reverberation Machines, içinde, s. 42.
48) Richard Foreman’la söyleşi Kasım 1 5 ,1993.
49) Foreman, Lava, s. 314.
50) Foreman, ReverberationM achines, s. 216.
5 1) Foreman, Lava, s. 315.
52) A g .y .jS . 322-23.
53) Gertrude Stein, “Plays”, Lectures in A m erica (Londra: Virago, 1988), s. 93.
54) A g.y., s. 95 ve 122.
55) A * * , s. 131.
56) A g.y., s. 125.
57) Geraldine Cummins, T he Road to ImmortaUty: BeingA description o fth e U f e Hereafter,
tvith Evidence o fth e SurvivalofH um an Personahty (New York: Psychic, 1947).
58) M ichel Foucault, “Fantasia o f the Library”, Language, Counter M emory, Practice,
yay haz. ve öns. Donald F. Bouchard, çev. Donald F. Bouchard ve Sharry Simon (Ithaca:
Com all University Press, 1977) s. 87-107.
59) A .g.y.,s. 89-91.
60) A g.y.y s. 91.
61) Beck, The U f e o fth e T heatre, nö. 35.
62) Bunu takip eden tartışma, Certeau’ııun T he Practice o f Everyday U fe’d a “T h e
Scriptural Economy” üzerine geliştirdiği savları daha da derinleştirmektedir (s. 131-54).
Burada Certeau bütün bunları “Uses o f Language” başlığı altında toplamıştır. Bütün
alıntılar s. 133-37 aralığından yapılmıştır.
63) Roberta Sm ith, “Art in Review”, N e w York Times, Ekim 2 2 ,1 9 9 3 , s. C24.
64) Bkz., Julian Dibell’in “Rape in Cyberspace: A Tale of Crime and Punishment On
line” V ilkge Voice, 21 Aralık 1993.
30) A . ^ . , s. 92-93.
31) Suzan-Lori Parks, T he Am erica Play, Am erican T heatre (March, 1994), s. 32-33.
32) Bonnie Marranca, Theatreuıritings (New York: PA], 1984), s. 197.
33) Ulla Dydo, “Landscape is not Grammar: Germ ide Stein in 1928” Raritan, c. 7, no.
1 (Summer 1987), s. 9 7 -1 1 3 ,1 0 6 .
34) Bu projelerin bazılarının tarifi için bkz., Art Journal, c. 51, no. 2 (Summer, 1992),
“A rt and Ecology” özel sayısı. Özellikle de Timothy W . Luke, “A rt and the Enviromental
Crisis: From Commodity Aesthetics to Ecology A esthetics”, s. 72-76.
1) Maria irene Fomes, Fefu and her Friends, Wordplays: A n A nthobgy ofN evu Am erican
D ram a (New York: PAJ, 1980), s. 19.
2) Bu bölüm, önsözü ve son sözü olmaksızın aynı biçimde. “Staging the Obscene Body”
başlığıyla T DR, c. 33, no. 1 (Spring 1989), s. 33-58. Bir iki zaman çekimi değişikliği ile
küçük birtakım değişiklikler yaptım.
3) Carole Schneem an, More T han the M eatjoy (New York: Docum entext, 1979), s. 52.
4) Alan Soble, Pomography: Marxism, Fem inism and the Future ofSexuality (New Haven:
Yale University Press, 1986), s. 8-9.
5) H annah Alderfer, Kate EIIis, ete. eds., Caught Looking (Seattle: Real Com et Press,
1988).
6) Andrea Dworkin, Pomography: Men PossessingWomen (New York: Putnam, 1981), s.
200.
7) Dead End Kids'in metni T heater dergisinin Summer-Fall 1982 sayısında yayımlanmıştı.
M etinde gece kulübü sahnesi vardı ancak bu yeniden üretilmiş bir versiyon değildi.
8) W iiliam B. Collins, “This Protest ofNuclerar Policy is Neither A rt nor Propaganda”,
Phibdelphia 1nquirer, 25 şubat 1983, s. C4.
9) Elinor Fuchs, “T o o Late for Kidding”, Soho N ews, 19 Kasım 1980.
10) Bu sahne 1981’de ilk sunulduğunda, bütünüyle sessizlikte oynanmıştı. Aralık
1986’da yeniden sunumunda LeCompte, karasurat sahnesinde erkek oyuncular tarafından
konuşulan dilin bir kısmını tekrar eden, kesik kesik ve seyrek seyreden bir ses bandı kul
lanmıştı.
11) Elizabeth LeCompte la yapılmış 28 Eylül 1988 tarihli yayımlanmamış söyleşi.
12) A * *
13) “T h e Second Corning” için yapılan reklam kopyası, Arlene Raven “Star-Studded”,
High Perform ance, 28 (1984), s. 26. da alıntılıyor.
14) Bütün alıntılar Kathy A cker’in Wordplays 5, yay haz. Bonnie Marranca ve Guatam
DasGupta (New York: PAJ, 1987) içinde yayımlanan metninden yapılmıştır.
15) Angela Carter, T he Sadeian W om an and the İdeology o f Pom ography (New York:
Pantheon, 1978), s. 4.
16) Erika Munk, “Cross Left”. Village Voice (17 Aralık 1985), s. 120.
17) “T h e Controversial 1985-86 Theatre Season: A Politics o f Reception”, Performing
Arts Journal # 2 8 , c. Z., no. ı, s. 24.
18) Richard Schechner, “University Press, rooting the Garden: Thoaghts Around the
“Prometheus P roject”’, N ew T heatre Quarterly, c. 2, no. 5 (1986), s. 3-11.
19) Richard Schechner, “Pomography and the New Expression”, Irving Buchen. yay
haz. T he Perverse Imagination içinde (New York: New York University Press, 1970, s. 110-11.
Makale ilk kez Atlantic Mont/ıty'de 1966 yılında yayımlanmıştı.
274 KARAKTERİN Ö LÜ M Ü
20) Arthur Kroker ve David Cook, T h e P ostm odem Scerıe: Excremental Culture and
Hyper'Aesthetics (New York: Strindberg. M artin’s, 1986).
21) C. Carr, “Unspeakable Practices, Unnatural A cts: T h e Taboo A rt of Karen Finley”,
Viüage Voice (24 H aziranl986),s. 17.
22) T h e Constant State o f Desire, D rama Revieut, c. 32, no. 1 (Spring 1988), s. 139-51.
23) Teresa de Lauretis, “T he Technology ofG ender”, Technobgies ofG en der: Essays on
T heory, Film an d Fiction (Bloomington: Indiana University Press, 1987), s. 1 -3 0 ,2 5 .
24) Georges Bataille, “Sexual Plethora and D eath” Eroücism içinde (san Francisco:
City Lights, 1986), s. 105.
25) Susan Rubin Suleiman, “Pomography and the Avant-Garde”, T he Poetics ofG en d er
içinde (New York: Columbia University Press, 1986), s. 120.
26) Susan Sontag, “T he Pomographic Imagination”, Styles ofR adical Wiîl içinde (New
York: delta, 1981), s. 45.
27) David Savran, In Their Oıvn Words: Contemporary American Playurrights (New York:
Theatre Communications Group, 1988), s. 220.
28) Jacquelyn N. Zita, “Pomography and the Male Imaginary”, Enclitic, c. 9, n o l ve 2,
s. 39.
29) Gerda Lerner, T he Creation o f Patriarchy (New York: Oxford University Press,
1986), s. 139.
30) B. Ruby Rich, “Feminism and Sexuality in the 1980s” Feminist Studies c. 12, no. 3
(Fail 1986), s. 540-41.
31) Mary A nn Doane, “Excerpts ffom a Forum on Pomography” subjects/objects (Spring,
1984), s. 52.
32) Kaja Silverman, uHistoire d’O, Construction o f a Female Subject”, Carole S. Vance,
P leasureand Danger: ExploringFemale Sexuality (Boston: Routledge & Kegan Paul, 1985), s.
327.
33) K athleen Hulley, “Transgressing Genre: Kathy A ck er’s Intertext” întertextuality
and Contemporary Am erican Fiction (bkz n. 4, s. 199) A cker’in başka çalışmaları üzerinde de
duran Hulley, A ck er’e özgü karışımın, kanonik metinlerin üstünü bir tür “grafiti” ile
örtmesi ile oluştuğunu saptıyor.
34) Jill Dolan, T h e Feminist Spectator as Critic (Ann Arbor: U. M. I. Research Press,
1988), s. 67.
35) LeCompte, söyleşi, 1988.
36) Jonas Barish, T he A nhTheatrical Prejudice (Berkeley: University o f Califomia Press,
1981), s. 4 2 - 4 4 ,8 5 ,2 2 7 ,2 3 7 ,2 7 1 ,3 0 3 ve 409.
37) Peter Stallybrass ve A llon W hite, T he Politics and Poetics ofT ransgression (Ithaca:
Cornell University Press,, 1986), s. 92-93.
38) Pierre Bourdieu, Outline o f a T heory and Practice, çev. Richard N ice (Cambridge:
Cambridge University Press, 1977), s. 95. Bu m akalenin sınırlarının dışında kalsa da
karnavalların ihlalci kadınları ile çağdaş m üstehcen tiyatrodaki ihlalci kadınlar arasındaki
bağlantılara şöyle bir değinmek ilginç olabilir. Bu türden bir girişimde bulunan bir makale
olan “Female Grotesques: Carnival and Theory”, de Lauretis’in Feminist Studies/Critical
Studieshn.de yayımlanmıştı. Ba denemesinde Mary Russo Bakhtin’den sadece Rabelais and
his W orld/e içkin bir unsuru; kültürde istikrarı bozan bir figür olarak dişil kamavalesk
ihlalciyi çekip alıyor ve karnavalın kural dışı kadıncının “egemen kültürde suç ortaklığı
içeren bir yeri olduğunu”, hem de en azından simgesel düzeyde “toplumdaki asal iktidar
dağılımını değiştirmek konusunda harcanan çaba içinde” belli bir rolü olduğunu söyler. -
Bunu söylerken de Natalie Zemon Davis’in kadılar ve on yedinci yüzyıl Avrupa kamavallan
üzerine olan çelışmasmdan alıntılar yapar.
NOTLAR 2 7 5
1) Guy Debord, Society o f the Spectacle, (Detroit: Black & Red, 1983), # 19.
2) Charles Jenks, W hat Is Post-M odemism? (New York: Strindberg. M artin i, 1986).
Jencks’in postmodemizmi tireli ve sözcüklerin baş harfini büyük yazarak Post-Modemizm
biçiminde yazdığına dikkat etmek gerekiyor. A m a bu bilgiyi verdikten sonra ben sözcüğü
kendi tarzımda yazmaya devam edeceğim.
3) A .g.y., s. 45 ve 47-
4) Evory’nin ünlü Romanesk sanat tarihçisi Thomas Lyman, mevcut tiyatroya bir
şeyler borçlu olduklarını bildiklerini söyledi: O n altıncı yüzyıl sonunda Vicenza’da yapılmış,
Palladio tasarımı olan Teatro Olimpico nun, Rönesans’ta, arkeolojik olarak doğru bir
Roma tiyatrosu yapmaya ilişkin ilk deneme olduğunu belirtti.
5. Derrida’nm ünlü tümcesi, II n ’y a pas de horS'texte. Bkz. O f Grammatology, çev.
Gayatri Chakaravorty Spivak ((Baltimore: John Hopkins University Press, 1976), s. 158.
6. Tiyatro, gösteri, gösterim, “sahne” ve “m ise-en-sctne” gibi terimlerin tamamını, tek
birçok yüzlü teatral metaforun farklı yanlan olarak kabul ediyorum. Bu anlamda geleneksel
tiyatronun metaforlarıyla, çağdaş form olan performans’mkileri birbirinden ayırt etmeyece
ğim. Bu ayrım performansın ilk kullanılmaya başlandığı 1970’lere oranla bu gün artık önem-
sizieşmiştir.
7) Guy Debord, Society o f the Spectaclet # 1 5 .
8) A g.y., # 1 5 8 ve # 1 6 0 .
9) A.g.y., # 1 6 0 ve # 1 .
10) A.g.y., #221.
11) Jacques Derrida, “T h e double session”, Dissemination içinde, çev. ve öns. barbara
Johnson (Chicago: University o f Chicago Press, 1981). Bkz., editörün notu, s. 173.
12) A.g.y., s. 191.
13) A .g.y.,s. 195.
14) A.g.y., s. 206.
15) A g.y.
16) A g.y., s. 215 ve n. 27.
17) Michel Foucault, T he A rcheohgy o f Knoıvledge, çev. A . M. Sheridan Sm ith (New
York: Pantheon, 1972), s. 207. Fredric Jameson Jean-François Lyotard’ın T he Postm odem
Condition: A Report on Knotuledge (Minneapolis: University o f Minnesota Press, 1984)’e
yazdığı önsözde, “gösterimsel” [performative] gibi Anglo-Amerikan dilbilimine ait nosyonların
Fransa’ya kabulü, (oldukça beklenmedik olsa da)artık yaygın bir olgu haline gelmiştir.”
Dil felsefesindeki bu anahtar sözcük, bu denemede ele aldığım meselelere uzak değildir.
Lyotard’da gösterim kriteri üzerine bir tartışma için bkz., Bili Readings, IntroducingLyotard
(New York: Routledge, 1991), s. 77,80-85 ve 93-97. Ayrıca bkz., Lyotard, “T he Unconscious
As M ese-en scfcne”, M ichel Benamou ve Charles Caramello, Perform ance in Postm odem
Culture (Madison: Coda, 1977), s. 87-98.
18) Michel Foucault, “Theatrum Philosophicum”, Language, Counter-Memory, Practicef
içinde, yay haz. ve öns. Donald F. Bouchard, çev. Donald F. Bouchard ve Sherry Simon
(Ithaca: Com all University Press, 1977), s. 179 ve 196.
19) Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Anti-Oedipus (Minneapolis: University of Minnesota
Press, 1983), s. 334.
20) A .g.y.f s. 55.
21) A.g.y., s. 54.
22) Bkz. Giriş bölümündeki 6 numaralı not.
NOTLAR 277
23) Jean Baudrillard, Simulaüorıs, çev. Paul Foss, Paul Patton ve Philip Beitchman
(New York: Sem iotext(e), 1983), s. 48.
24) Ag.y.yS. 72.
25) A.g.;y., s. 55 ve 139.
26) Françoise Collin, “Reflections on the W om en’s Liberation Movement” Frerıch
Connections içinde, yay haz. ve çev. Claire Duchen (Amherst: University ofMassachusetts
Press, 1987), s. 142.
27) Helfcne Cixous, “T h e Laugh o f Medusa””, Elaine Marks ve Isabelle de Curtivron,
ed. ve öns. Ne w French Feminism içinde (New York: Schocken, 1981), s. 250 ve 252.
28) A g .y .,s. 254-55.
29) A g .y .t s. 262-63.
30) H£l£ne Cixous ve Catherine Clem ent, T he Newly B om W om an (Minneapolis:
University o f Minnesota Press, 1986). Bkz., “T h e Guilty O n e”, s. 10-13 ve 40-59.
31) A.g.y.t “T h e Untenable”, s. 13-22.
32) Luce Irigaray, Speculum o f the O ther W om an (Ithaca: Com ell University Press,
1985). Bu teatral sözlerin tümü “T h e Blind Spot o f an Old Dream of Symmetry”nin ilk
sayfalarından alınmıştır.
33) Joan Riviere, “Womanliness as Masquerade”, Formations ofFantasy, Victor Burgin,
James Donald ve Çora Kaplan yay haz. içinde (Londra: Methuen, 1986), s. 35-44
34) Luce Irigaray, “Plato’s H ystera”, Speculum o f the O ther W om an, s. 250-52,
35) A g .y .,s. 289-90.
36) A.g.y.,s. 277.
37) A.g.y., s. 295-96.
38) Baudrillard, Simulatios, s. 11
39) Susan Rubin Suleiman’tn ve A lice Jardine’in, yani bu iki önde gelen fenist edebiyat
eleştirmeni/teorisyenin, kuramsal tümceler kurarken teatral formlara başvurması oldukça
çarpıcıdır. Bkz. Suleiman, “Metapolylogue: O n Playing and Modernity”, Subversive Intent:
Gender, Pohtics, and the Avant-Garde içinde (Cambridge: Harvard University Press, 1990) s.
5-10; ve Jardine, “T h e name of the modem: Feminist Questions dlapres gynesis \ Susan
Sheridan, G rafts: Feminists CulturalCriticism içinde (New York: Verso, 1988), s. 157-92.
40) W illiam Saroyan, T he Tim e ofY ou r L ife, T he Critics Prize Plays içinde George Jean
Nathan, öns. (New York: World, 1945), s. 219.
41) Alisdair M aclntyre, A fter virtue (Nötre Dame: University o f Nötre Dame Press,
1981), s. 77 ve 27.
42) Luigi Pirandello, “Preface to Six C haracters in Search o f an Author", N aked Masks,
içinde, yay haz. Eric Bentley (New York: Dutto, 1952), s. 372-73.
43) International Association for Philosophy and Literatüre yıllık conferansı, Montreal,
16-18 Mayıs 1991.
44) M ichael Fried, “A rt and O bjecthood”, Minimal Art; A Critical Anthology yay haz.
Gregory Battcock (NewYork: Dutton, 139).
Eleştiriler ve Makaleler
3) H ethcote Williams, AC/DC and the Local Stigmatic (Ne w York: Viking, 1973), s. vii.
önsöz.
4) Lee Breuer, Animations: A trilogy fo r Mabou M ines, Bonnie Marranca ve Gautam
Dasguta yay haz. ve Bonnie Marranca öns. (New York: PAJ, 1979), s. 9.
5) L.S.D nin C adı Kazanı bölümlerinin provaları izleyiciye ilk 1983 yılında açıldı. Ancak
Arthur Miller, topluluğa hiçbir biçimde oyununu kullanma izni vermediği için L.S.D. bu
bölümler olmaksızın yeniden çalışıldı.
6) McAnufif ve Serban hakkmdaki tartışmalarımdan kısa bölümler çıkardım, çünkü
zaten bu bölümlere giriş bölümünde yer vermiştim.
7) “Görünürde sadece görünen olacaktır, duyulanda sadece duyulan.. .6 U dana Verses
o f uptift; and Itivuttaka: AS it W as Said çev. Frank Lee Woodward, öns. Mrs. Rhys Davids
(Londra: Oxford University Press, 1935), c. 10. Ayrıca bkz., Bhadantacariya Buddhaghosa,
Path o/Puri/ıcation (Berke ley: Shambala, 1976), s. 587 ve 700.
8) Heinrich Zimmer, Philosophies oflndia, yay haz. Joseph Campbell(Princeton: Princeton
University Press, 1969), s. 514.
Dizin
Barnes, Djuna 109. Card Indext The (Rozewicz) 39, 41, 260.
Barthes, Roland 14, 17, 89, 109, 259. Carter, Angela 154, 273.
Bataille, Georges 161-163, 166, 274. Certeau, Michel de 97, 122, 271.
Baudrillard, Jean 14, 16, 30, 198-199, 202- Chaikin, Joseph 98, 269.
204, 259,277. Chin, Daryl 100, 108-109, 270.
Baxandall, Lee 266. Choııg, Ping 246.
Beaumarchais, Pierre-Augustin 217, 219, CIVILwarS (Wilson) 110,131-132,233-234,
220. 236.
Beck, Julian 98-99, 116, 121. Cixous, Helfcne 1 4 ,3 0 ,3 5 ,8 5 , 200-201, 203,
Beckett, Samuel 17, 22, 25, 40, 52, 55, 70- 2 6 0 ,267,277.
72, 74-75, 99, 104-106, 126, 162, 183, Clayburgh, Jim 242.
223, 225,227, 265-266, 269-271. Clement, Catherine 200-201, 203, 267, 277.
Belfiore, Elizabeth 43, 261. Cole, David 12, 72, 74, 266.
Benjamin, W alter 29, 30, 61, 101, 121-122, Collin, Françoise 199, 277.
144, 184-185, 187, 254, 260, 263, 265, Collins, Pat 247.
269,275. Conklin, John 236.
Bergman, Ingmar 240. Cook, Bradford 262.
Berkoff, Steven 243. Crook, Lewis Edmund 192-193.
Beyer, Edvard 88, 267. Cummins, Geraldine 120, 240, 271.
Bir Bebek Evi (Ibsen) 88, 267. Cym beline (A kalaitis’in sahnelemesi) 15,
Birth of The Poet 155. 242-243,245,247-248,250-251,253.
Birth o fth e Poet, The (Acker,1985) 153, 155,
165. Çehov, Antoıı 51, 82, 110, 142, 144, 268.
Bochum Schauspielhaus 182. Çevreselcilik 29, 184, 216, 247.
Bogart, Anne 136.
Borden, Lizzie 159. Dafoe, Willem 241.
Bouchor, Maurice 57, 263. Dallmayr, Fred R. 262.
Bourdieu, Pierre 167, 274. Dans ve postmodernizm 15, 224.
Bowness, Alan 73, 266. Danto, Arthur 145.
Brace-Up! (Wooster Group) 17. Davis, Natalie Zemon 274.
Bradbrook, M.N. 87, 267. Dead End Kids: A History o f Nuclear Power
Braidotti, Rosi 206. (Akalaitis, 1980) 149, 155, 273.
Brandes, Georg 91, 268. Death, Destruction & Detroit II (Wilson) 125.
Brecht, Bertolt 25, 52-56, 67-70, 104, 106, D eath o f the Last B lack Man in the Whole
126, 142-143, 172, 175, 180, 184-186, Entire World, The (Parks, 1990) 139.
200, 219, 225, 229, 231, 263, 266,269. Debord, Guy 16, 190, 194, 197-199, 203,
Breuer, Lee 24, 72, 99, 136, 218, 220-222, 259,276.
225, 227, 232,244, 253, 278. de Lauretis, Teresa 78, 109, 161, 168, 267,
Brook, Peter 97-98, 220, 229. 274-275.
Brooks, Colette 245. de Leon, Moses 112.
Brooks, Peter 232. Deleuze, Gilles 197-200, 203-204, 276.
Bruce, Leny 120, 149, 240-241. Denizden Gelen Kadın (Ibsen) 26, 76-79, 83-
Brustein, Robert 218, 234, 253. 87, 267.
Buck-Morss, Susan 187, 275. Denzer, Ralph 183.
Budizm 24, 260. Derrida, Jacques 14, 20, 27, 30, 33, 100-103,
Butcher, Samuel 41-42. 105, 108, 111, 121-123, 193-197, 199,
Bürger, Peter 162. 201, 203-204,2 2 6 ,2 5 2 ,2 6 9 -2 7 0 ,2 7 6 .
Despoiled Shore Medeamaterial Landscape vuith
Calderoıı de la Barca, Pedro 54, 60, 204- Argonauts (Müller) 247.
205. Diamond, Liz 140.
Campbell, Colin 275. Diffirance (Derrida) 33.
DİZİN 281
Romantizm (dramatik edebiyatı ve teorisi) Sontag, Susan 162, 249, 265, 274.
32. Sömürgecilik 137, 219, 250.
Rorty, Richard 102, 269. Sprinchom, Evert 91, 262-263, 268.
Rosen, Carol 223, 277. Sprinkle, Anrıie 145-146,156-159,162,164-
Rosenberg, Harold 108, 270. 165,168-170.
Roth, Stephanie 247. Stallybrass, Peter 166, 274.
Rousseau, Jean-Jacques 166, 195, 197. Stein, Gertrude 22, 27, 34, 119-120, 126-
Route l â f 9 (WoosterGroup, 1981) 119*120, 130,133-134,137-140,143-144,186,246,
1 3 8 ,1 5 0 ,1 5 2 , 228,240. 271-273.
Rozewicz, Tadeusz 39, 260. Strindberg, August 12, 25, 52-53, 57-59,
Russo, Mary 274. 6 2 -6 3 ,6 6 ,7 1 ,7 4 -7 6 , 225, 263-265, 268.
Ryomin, Akizuki 260. Suleiman, Şuan Rubin 162, 166, 274, 277.
Suvin, Darko 184, 275.
Saari, Saııdra 267. Swados, Elizabeth 238.
Sahneleme (mise en scene) 135.
Salle, David 153, 155. Ş am a Doğru (Strindberg) 25, 52, 59, 61-62,
Salome, Lou Andreas 77, 90. 65-67,269.
Saroyan, William 203, 277.
Schafer, Yvonne 267. Tamara 29,173, 175-181, 188-189, 275.
Schechner, Richard 98, 109, 155-158, 165, Tarihsel kırılma 262.
1 6 9 -1 7 0 ,2 1 5 -2 1 8 ,2 2 9 ,2 7 0 ,2 7 3 ,2 7 5 . Teatrallik (terimin kullanımı) 21, 31-32,
Schelling, Friedrich von 261. 206,218, 242, 249.
Schenkar, Joan 109, 270. Tharp, Twyla 15, 224, 259.
Schlegel, August Wilhelm 45, 261. Theatrum mimdi 204.
Schlegel, Friedrich 45. Tight, Right, White (Abdoh, 1993) 134.
Schleiermacher, Friedrich 45. Tiyatro eleştirmenleri, New Yorklu 243-244.
Schneeman, Carolee 146, 161, 273. Tiyatro eleştirisi 211, 225.
Schnittke, Alfred 232. “Tiyatrodan önce/tiyatrodan sonra” modeli
Schor, Naomi 267. 196-197.
Schuler, Katherine 168, 275. Tonyn Tirıa*s Wedding 29, 176-177.
Schumann, Peter 136. Tomqvist, Eğil 61, 265.
Segel, Harold, B. 263, 264. Toynbee, Amold 24, 260.
Sellars, Peter 120, 230-233, 240, 244, 259. Tragedya 34, 41-44, 47, 114, 201, 238, 261.
Sembolizm 1 2,49-50, 67, 70. Tragedyanın Doğu§u (Nietzsche) 47-49, 90-
Semiotexte (dergi) 14, 214. 91, 268.
Serban, Andrei 98, 217-219, 221-222, 238, Tsypin, Geoge 233, 247.
253,278. Tuchman, Maurice 59, 264, 266.
Seyircilik 29, 123, 164, 175, 186. Tuve, Rosamund 61, 264-265.
Shakespeare, William 15,43-47, 60, 74,110,
1 4 0 ,2 2 6 ,2 4 2 -2 4 8 ,2 5 1 -2 5 3 ,2 6 1 ,2 7 0 . Üretim (Baudrillard’m Marks’ın üretim teo
Shaw, G.B. 245. risi eleştirisi) 198, 248.
Shawn, Wallace 162 Üstmetin 78, 81, 85, 87, 89, 268.
Sherman, Stuart 110-111.
Silverman, Kaja 164, 274. Valency, Maurice 266.
Simon, John 243, 247. Van Sertima, Ivan 139.
Sloterdijk, Peter 262. Vance, Carole 147.
Snitow, Anne 147. Var olma 27,99,102-103,105-106,108-109,
Soble, Alan 147, 273. 111-112,116,118-119,121-124, 223.
Sokrates 47, 91-92. Varoluşçuluk 67, 70.
Somutluktan uzaklaştırma (postmodemizmin Venedik Taciri (Sellars gösterimi) 259.
temalarından biri olarak) 17, 31. Vera, Veronica 164.
DİZİN 285
S B jjt u j ı q ) | ja 6 a p u b p jb z b â u b iijâ b u b p z i u ib jb s ıç c
vıoA njns iu iz i u i u i 6 i p u b § b /C
u|U!>ı§!i! j(q iis b u b p u i s b j b >m ib j3E93 i|q u B |d es ueÂe|de>ı juı/fezn/C
U!U!J3|txi!5!q u n jn q a s a p s js u u m n jırp ı u jg p o u a s o d d|; is b iu e i
lıj3 q :t s a