Professional Documents
Culture Documents
Emre Caner-Kamlumbağa Terbiyecisi Osman Hamdi Bey
Emre Caner-Kamlumbağa Terbiyecisi Osman Hamdi Bey
Yılında
man Hamdi Bey'in
Romanı »,
I
11*1 i l i l 1у";.
■
I ж
v.-yY
"Шу'.ШвН
m İ s 1ill Ш уШШ
' А ■ M *
, İ Ä | j #! ж Ш [f l •] lXi]:
Ш Ш , 4Ж
à- \ *■ Л Н ?
Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına balaı ;m
hemen anladı. Sonuçtan hayli ,\m.ı
resmi görenler tabloda ne anlatıldığını t,
zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumbağa terbiu . ıı
diye eski bir mesleğin olup olmadığını
En okumuş yazmışlar bile böyle bir meslekten mi
edildiğini hiç duymamışlardı. Nerede calisiıhnd
bu adamlar? Sirklerde mi? Yoksa saray balucstıuh
nıi? Kimse bilmiyordu. Osman Hamdi havalı
boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapını n
Ressam olmuştu en başta. Sonra müze ı Ih
arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademis
müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden
bir farkı yoktu aslında!
I SBN: Ч70-ЬП5-Ч1
9 786054 322039
EMRECANER
ISBN: 978-605-4322-03-9
Sertifika No: 10905
Kapı Yayınlan
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 513 3420-21 Faks: (212) 512 3376
e-posta: bllgi0kapiyaylnlar1.com
www.kapiyayinlari .com
Baskı o t Cilt
M elisa Matbaacılık
Çiftehavu 2İar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (212) 674 9723 Fax: (212) 674 9729
Genel Dağılım
Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. ŞtL
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 511 5303 Faks (212) 519 3300
Emre Caner
ROMAN
Bu topraklarda aydınlanma düşüncesinin
filizlenmesi için em ek sarf eden tüm
kaplumbağa terbiyecilerine...
Öğrencilik yılları, Paris 1860'lar.
Elinde tahta bir bavul tutan on sekiz yaşında
ki genç adam garın önünde durup, uzun uzun et
rafına bakındı. 1860 Nisanı’ydı. Paris’te olduğuna
hâlâ inanamıyordu. Pera’da gördüğü yüksek be
tonarme binalardan amma da çok vardı burada.
Kubbelere, renkli vitraylara, en çok da insanın
içinde orada yaşamak isteği uyandıran sevimli
çatı katlarına takıldı gözleri. Ya heykellere ne de
meliydi? Sokağın ortasına konulmuş kocaman bir
heykelle ömründe ilk defa karşılaşıyordu. Kendi
ülkesinde yasaktı insan suretini taşlara oymak.
Büyük günahtı. Heykellerden birinin karşısına ge
çip canlı bir varlıkmış gibi ona baktı uzun uzun.
Taştan memeleri görünce hafifçe gülümsedi. So
kaklar kalabalıktı. Her köşeden bir at arabası çıkı
yordu. Dört atın çektiği uzun yük arabaları ve çift
at koşulmuş özel yolcu arabaları vızır vızır geçi
yordu yanından. Birörnek siyah pardösü giymiş
3
arabacıların kırbaçları havada uçuşuyordu. Daha
önce görmediği yoğunlukta bir trafik akıyordu Pa
ris sokaklarında.
Osman Hamdi koca bir imparatorluğun bütün
renklerini barındıran kozmopolit bir şehirde do
ğup büyümüştü. İlkokula Beşiktaş’ta gitmiş, ardın
dan OsmanlI devlet yönetiminde söz sahibi olan
birçok kişinin devam ettiği Mektebi Maarifi Adli-
ye’ye kaydolmuştu. Babası İbrahim Edhem Paşa
onun için sonrasını da düşünmüştü. Oğlu hukuk
okumalıydı. Hem de Paris’te. Osman Hamdi baba
sına karşı her zaman büyük bir saygı beslemişti.
Ne de olsa paşa, Hariciye Nazırlığı’na kadar yük
selmiş önemli bir devlet adamıydı. Üstelik dedi
ğim dedik bir karaktere sahipti. Paşanın sözünden
dışarı çıkmak her babayiğidin harcı değildi.
Osman Hamdi de dinledi babasını. Kendisi
için belirlenmiş geleceğe doğru hazırladı bavul
larını. Aslında Paris’e gitmeyi o da canı gönülden
istiyordu. Nasıl istemesin ki? Kim bilir orada ne
ler neler bekliyordu onu. İstanbul'daki son gece
sinde babasının karşısına oturup uzun uzun nasi
hat dinledi. Paşa oğlunun Paris’te nelerle karşıla
şacağını çok iyi biliyordu. Çünkü İbrahim Ed
hem, imparatorluğun yurtdışına eğitim için gön
derdiği ilk dört öğrenciden biriydi. On yaşında
gittiği Paris’te uzun yıllar kalmıştı. İlk önce hazır
lık okullarını başarıyla tamamlamış, sonra da
üniversiteye devam etmişti. Diğer üç arkadaşı
askeri okullara yollanmışken, İbrahim Edhem
4
madenler üzerine eğitim alan ilk mühendis ola
rak ülkesine dönmüştü.
5
“Bizim yolculuğumuz tam kırk gün sürmüştü,"
dedi Edhem Paşa. “Küçük bir yelkenli gemiyle git
miştik. Kaç kere dalgaların arasında kaybolduk.
Sen şanslısın. Bu buharlı gemi seni bir haftada
ulaştırır Fransa’ya."
Marsilya gemisi hareket ettiğinde yakınlarına
mendil sallayarak veda eden güvertedeki kalaba
lığın arasına karışmıştı Osman Hamdi. Ama Ed
hem Paşa her zamanki gibi aceleci davranmış, ai
lesiyle beraber çoktan ayrılmıştı limandan. Akde
niz kıştan bahara dönen mevsimle uyum içindey
di. Yolculuk oldukça sakin geçti. Sadece Adriya
tik açıklarında kuvvetlenen ters akıntı gemiyi bi
raz sallamıştı. Gemideki birçok yolcu gibi Osman
Hamdi de Toulon’da vakit kaybetmeden kendisi
ni Paris'e ulaştıracak trene bindi.
İstanbul’dan ayrıldıktan tam dokuz gün sonra
Fransa’nın başkentine ulaşmıştı.
“Sefahate değil tahsile gidiyorsun, bunu sakın
akimdan çıkarma. Bir an önce eğitimini tamamla
yıp ülkene dönmeli, Devleti Aliye Osmaniye için
yararlı hizmetlerde bulunmaya bakmalısın!” diye
kulaklarında çınlayan babasının sesini duymaz
olmuştu artık.
Bir süredir karşısında dikildiği heykelden gö
zünü güçlükle ayırıp yürümeye başladı. İnsanla
rın kafasındaki fese hafif bir gülümsemeyle baktı
ğından habersizdi. Birden kadınlara takıldı gözü.
Her yerdeydiler! Ne yağmur yağıyordu ne de kız
gın bir güneş vardı tepede. Ama kadınlar bir fırıl
6
dak gibi çevirdikleri şemsiyelerinin altında tek
başlarına yürüyorlardı. Bazılarıysa hiç çekinme
den bir erkeğin koluna girmişti. Erkekler, kabarık
etekleriyle Paris sokaklarının tozunu alan güzel
bir kadının yanından geçerken silindir şeklindeki
komik şapkalarını çıkarıp selam veriyorlardı. Ka
dınlarsa kaçamak bir gülümsemenin eşliğinde
başlarını hafifçe öne doğru eğip, erkeklerin jesti
ni kabul ettiklerini belirtiyorlardı. Osman Ham-
di’nin alışık olmadığı bir seyir keyfiydi bu. On se
kiz yaşındaydı ama bir toplumun yarısının kadın
lardan oluştuğu gerçeğini daha yeni fark etmişti.
Kağıthane ve Göksu Çayırı’nda gezintiye çıktığı
günlerde arabalarının camından kafalarını uzatıp
ürkekçe etrafa bakan Osmanlı kadınları geldi aklı
na. Ne kadar da farklıydı bu iki ülke.
Derin bir nefes aldı.
Az ilerde bir tören kıtasına denk geldi. Fransız
İmparatorluğumun mavi üniformalı askerleri ge
niş bir meydanda toplanmış hazır olda bekliyor
lardı. Neler olup bittiğini anlamadan, askerleri
seyreden insanların arasına karıştı. Birden öte ta
raftan alkışlar yükseldi. Atlılar geliyordu. Bando
nun çaldığı marşlar bile duyulmaz olmuştu. Göz
alıcı kırmızı pantolonlar giymiş süvariler onarlı
sıralar halinde geçiş yaptılar. Bir bayram mıydı
kutlanan, yoksa askeri bir zaferin yıldönümü mü,
bilemedi. Böylesine bir cümbüş ancak cuma se
lamlığında yaşanırdı. Padişah cumaları saat öğle
ne vurmadan saraydan çıkar, saltanat arabasına
7
bir güzel kurulur ve korumaları eşliğinde namaz
kılacağı camiye giderdi. Güzergâh üzerinde top
lanan halksa, "Padişahım çok yaşa! Padişahım
çok yaşa!” diye bağırırdı. Osman Hamdi de okul
arkadaşlarıyla beraber kim bilir kaç kez selamla-
mıştı yeni yapılan Dolmabahçe Camisi’ne giden
sultanı.' Abdülmecid'in kafasından hiç eksik et
mediği, kocaman bir elmas ve beyaz tüy ile süs
lenmiş komik fesini çok iyi anımsıyordu. İstan
bul’da bulunan yabancılar da, ülkelerine döndük
lerinde “Osmanlı sultanını gözlerimle gördüm",
diyebilmek için kalabalığın arasındaki yerlerini
alırlardı.
Paris’teki geçit törenini seyrederken, cuma se
lamlığını izleyen o yabancılar geldi aklına. Şimdi
kendisi de başka bir ülkedeydi ve meraklı gözler
le etrafına bakınıyordu. Saatler süren geçit töre
nine öyle bir dalmıştı ki, havanın kararmaya baş
ladığını güçlükle fark etti. Kalacağı pansiyonu bir
an önce bulması gerekiyordu. Aldığı özel dersler
ve babasıyla yaptığı pratik sayesinde Fransızcası
iyi sayılırdı. Fesini eline alıp yaşlı bir Fransız’ı
durdurdu. Ardından cebindeki kâğıdı çıkartıp ka
lacağı pansiyonun adresini sordu. Adam yolu ta
rif etmeden önce Osman Hamdi’yi tepeden tırna
ğa süzdü. Büyük bir bulvarı geçti ilk önce. Sonra
da geniş bahçeli büyük bir konağı. Kaybolduğu
endişesine kapılıp başka birine daha sordu gide
ceği yeri. Doğru yol üzerindeydi. Yürümeye de
vam etti. Az sonra karşısına çıktı aradığı sokak.
8
Bir zamanlar babasının da kaldığı pansiyonun ka
pısını sabırsızca çaldı. Çok geçmeden yaşlı bir ka
dıncağız araladı koca ahşap kapıyı.
Osman Hamdi’yi karşısında görünce kadının
ilk sorusu, “Türk müsün?” demek oldu.
“Evet, Madam. Boş odanız varsa burada kal
mak istiyorum.”
Kadın kapıyı ardına kadar açıp yeni müşterisi
ni içeri davet etti.
Osman Hamdi babasının tavsiyesine uyarak
kendisini tanıttı. Yaşlı kadın İbrahim Edhem’i he
men hatırlamıştı.
“En az yirmi beş sene önceydi,” dedi. Ardından
Osman Hamdi’ye babasını anlatmaya başladı:
“Çok efendi bir çocuktu. Sessiz, sakin. Çok da
tertipliydi. Doğruyu söylemek gerekirse benim
başıma hiç iş açmamıştı. Şimdi nasıl? Neler yapı
yor?"
Osman Hamdi babasının devlet yönetiminde
olduğunu, bir dönem nazırlık yaptığını övünerek
anlattı. Kadın duyduklarına inanamamıştı. Ama
yüzündeki ifadeden Edhem için sevindiği belli
oluyordu. Sohbet bittiğinde genç Türk’e kalacağı
yeri gösterdi. Sade, küçük bir odaydı burası. Kar
yola, ahşap bir komodin, birkaç parça eşyanın
konulabildiği dar bir dolap, bir de çalışma masa
sı. Hepsi o kadar. Pansiyoncu kadın elinde tuttu
ğu şamdanı masanın üzerine koyarken,
“Bu gecelik böyle olsun," dedi. “Bütün mumla
rı yaktım. Haberin olsun, sonraki geceler mumla
9
rı idareli kullanman gerekecek. Eğer kitap oku
mak istersen şamdanın tam karşısına bir ayna
yerleştirirsin. Böylece içerisi daha aydınlık olur.”
Osman Hamdi odada yalnız kalınca perdeyi
aralayıp dışarı baktı. Öyle ahım şahım bir manza
ra yoktu. Pansiyon dar bir sokağa bakıyordu. Bir
den dışarıda bir tuhaflık sezdi. Gün ışığı Paris’i
çoktan terk etmişti ama ortalık hâlâ gündüz gibi
ışıl ışıldı. Gece ne renk bu şehirde diye düşündü.
Her köşe başına konulmuş olan havagazı lambala
rına hayran hayran baktı. Bu aydınlık şehre kanı
ısınmıştı.
Yol yorgunuydu. Günlerdir kamara ve kom
partımanda yatmak zorunda kalmıştı. Bavullarını
bile açacak gücü yoktu. Sadece ailecek çektirdik
leri fotoğrafı çıkardı bavulundan. Başucunda du
ran komodinin üzerine özenle yerleştirdi çerçe
veyi. Ardından kendini yatağa attı. Ama saatlerce
uyuyamadı. Bundan böyle yeni bir ülkede yaşaya
caktı. Sokaklarında farklı bir dilin konuşulduğu ve
kadınların özgürce giyindiği bambaşka bir mede
niyete dahil olmuştu artık.
İçi kıpır kıpırdı...
10
luğunu ilan etmesiyle son bulmuştu. St. Helena
Adası’nda noktalanan meşhur hikâyeden sonra
krallık dönemi kurumlarının tekrar canlandığı bir
restorasyon yaşanmıştı. Bu dönemde monarşi
yeniden güçlenmiş, soylular mutlu günlerine geri
dönmüş ve din adamları eski saygınlıklarına ka
vuşmuşlardı. 1848 Devrimi Cumhuriyetçiler için
yeni umutlar doğurmuşsa da, zaman halk iktida
rını savunanların heveslerini kursaklarında bı
rakmıştı. Daha önce darbe girişimlerinde bulun
duğu için zindanlara kapatılan, ardından oradan
bir duvar işçisi kılığında kaçan III. Napolyon, ya
pılan seçimlerde milyonlarca Fransız’ın oyunu
alarak cumhuriyetin reisi olmayı başarmıştı. Ana
yasaya bağlılık andı içtiği halde yemininden cay
mış ve bir oldubittiden yararlanıp imparatorlu
ğunu ilan etmişti.
1860 yılı Fransa için nispi bir sakinlik içinde
geçiyordu. Yıllardır devam eden isyanlar artık
durulmuş gibiydi. Cumhuriyetçilerin sesi soluğu
çıkmıyordu. “Küçük Napolyon” isimli siyasal bir
taşlama yazarak imparatoru yerlere çalan Viktor
Hugo sürgündeydi. Siyasi atmosferin sütliman ol
ması Paris Vali Yardımcısı Haussmann’a yaramış
tı. Paris tepeden tırnağa yeniden yapılanıyordu.
Şehirde başlatılan imar planı kapsamında geniş
bulvarlar oluşturulmuş, kaldırımlar döşenmiş ve
her yer ışıklandırılmıştı. Köprüler, süs havuzları
ve parklar yapılıyor, devasa oteller, opera ve ti
yatro salonları bir bir hizmete giriyordu. Ayrıca
11
Paris’in her köşesi tramvay hatlarıyla birbirine
bağlanıyordu. Bu başarılı imar hareketinin perde
arkasındaysa bir sürü karanlık nokta vardı. Her
şeyden önce yüzlerce tarihi yapı yerle bir edil
mişti. Şehrin merkezinde kiralar üçe katlanmış,
oralar bir seçkinler cennetine dönüşmüştü. İşçi
lerse banliyö denilen dış mahallere yerleştirilmiş
ti. Vali Yardımcısı Haussmann’ın bulvarları geniş
tutmasının nedeninin, ayaklanmaya alışkın olan
Parislilerin barikatlar kurmalarını önlemek oldu
ğu da konuşuluyordu.
Osman Hamdi’nin ayak bastığı kentte dünya
ca ünlü ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, şair
ler ve filozoflar yaşıyordu. Tanzimat’tan beri Os
manlI elitinin Fransız kültürüne hayran olduğu
nu bilmeyen yoktu. Aslında Osmanlılar daha bir
kaç yüzyıl öncesine kadar arzın merkezinin Top-
kapı Sarayı olduğunu düşünüyorlardı. Avru
pa’da neler olup bittiğiyle hiç mi hiç ilgilenme
mişlerdi. Ama şimdi zaman geçmiş, devran de
ğişmişti. Osmanlı; elçileriyle, gezginleriyle, aske
ri uzmanları ve öğrencileriyle Batı’yı öğrenme
derdine düşmüştü. Artık Avrupa’da bulunan
tüm OsmanlIların birincil görevi gördüklerini,
duyduklarını ülkelerine taşımaktı. Eşzamanlı
olarak Batı’da da egzotik motiflerle süslenmiş
bir Doğu merakı uyanmıştı. Doğu, kendisine me
deni diyenler için eskinin tinsel masalını temsil
ediyordu. Sömürgecilik yarışının iyiden iyiye
hızlandığı o günlerde kibirli Batı, Doğu’yu öteki-
12
leştirip kurduğu hâkimiyeti meşru göstermek ar
zusundaydı.
Osman Hamdi iki farklı uygarlık arasında kar
şılıklı köprülerin kurulduğu böylesine bir dönem
de Paris’te yaşamaya başlamıştı. Vakit kaybetme
den Jean-François Barbet isimli bir Fransız’ın sa
hibi olduğu ünlü hazırlık okuluna kayıt yaptırdı.
Barbet, yetiştirdiği Osmanlı öğrencilerinden do
layı bizzat padişah tarafından iftihar nişanıyla
ödüllendirilmiş meşhur bir eğitimciydi. İbrahim
Edhem Paşa da Institution Barbet’te öğrenim gör
müştü. Bu nedenle Müdür Barbet, yeni Türk öğ
rencisiyle yakından ilgilendi.
“Siz de babanız gibi çalışkan bir gence benzi
yorsunuz. Burayı bitirdikten sonra hangi üniver
siteye gideceksiniz?"
Osman Hamdi hiç duraksamadan,
“Hukuk okumak istiyorum,” diye cevap verdi.
Barbet bu kesin cevaptan memnun olmuş gö
züküyordu.
“O zaman çok çalışmalısınız.” dedi. “Birçok ze
ki Fransız genci bile hukuk fakültesini bitirmeyi
başaramıyor.”
Osman Hamdi hocasının uyarısını dikkate ala
cağını belli etmek için ağır ağır kafasını salladı.
Ardından Müdür Barbet otoriter bir sesle tekrar
konuşmaya başladı:
“Babanız Edhem Paşa burada öğrenciyken
şimdinin meşhur bilim adamı Pasteur ile aynı sı
nıftaydı. Edhem ile Pasteur arasında sınıf birinci-
13
ligi için kıyasıya bir yarış yaşandığını daha dün gi
bi hatırlıyorum. Edhem o kadar zekiydi ki, kıl pa
yı da olsa Pasteur’ü geçmeyi başarmıştı. Ödülünü
de İmparator III. Napolyon’un elinden alma onu
runu yaşamıştı. Eminim babanız o günleri size
uzun uzun anlatmıştır. Umarım siz de benzer ba
şarılar gösterirsiniz. Bu benim için de çok önem
li. Unutmayın, ben hem babanıza, hem de Sultan
Abdülmecid'e karşı sorumluyum."
Osman Hamdi on sekiz yaşındaki bütün gençler
gibi kimseyle kıyaslanmak istemiyordu. Ama baba
sının parlak geçmişi onu sürekli olarak takip edi
yordu. Paşanın gölgesinde kalmamak için var gü
cüyle çalışmalıydı. Paris’te hukuk eğitimi almış bi
ri olarak İstanbul’a döneceği günü hayal etti. Kim
bilir İbrahim Edhem Paşa nasıl da gurur duyacaktı
kendisiyle. Ya annesi Fatma Hanım... Az dua etme
mişti oğlu için. Kimseyi utandırmak istemiyordu.
İnstitution Barbet’ta ağırlıklı olarak Fransızca
gramer görüyor, ayrıca geometri, tarih ve sosyal
bilimler dersleri alıyordu. Kendini birdenbire yo
ğun bir çalışma temposunun ortasında bulmuştu.
Olgunluk sınavını başarıyla verebilmek için daha
çok kafa patlatması gerekecekti. Ama yılgınlığa
kapılmadı. Okuldan sonra doğruca pansiyona ge
liyor, o gün derste gördüğü konuları tekrar edi
yordu. Henüz Paris’i bile doğru düzgün dolaşa-
mamıştı.
Osman Hamdi’nin Fransızcası kısa sürede ku
sursuz denebilecek düzeye ulaştı. Aksam tam bir
14
Parisliye benzemişti. Dil bilgisindeki gelişimini
babasına kanıtlamak için İstanbul’a neredeyse
günaşırı mektup yazıyordu. Cümlelerinde yeni
öğrendiği Fransızca deyimleri kullanıyor, kulağa
hoş gelen mecazlar yapmaya çalışıyordu. Bu ara
da İbrahim Edhem Paşa oğlundan gizli olarak
okul müdürü Barbet’le de sık sık mektuplaşıyor
du. Mösyö Barbet, Osman Hamdi’den memnun
olmasına memnundu ama baba ile oğlu arasında
bir kıyaslama yaptığında genç kuşağı daha gay
retsiz bulduğunu gizlemiyordu. Son mektubunda
paşaya, “Sizin kadar olmasa da Hamdi de çalışkan
bir öğrenci,” diye yazmıştı.
Osman Hamdi bu mektuptan iki hafta sonra
her zamanki gibi sabah erkenden okuluna gitti.
Ama dersten önce Müdür Barbet’in kendisini
odasında beklediğini öğrendi. Meraklanmıştı.
Acaba İstanbul’dan gelen kötü bir haber mi var
dı? Hemen müdürün odasına koştu, içeride Fran
sız edebiyatı öğretmeni Mösyö Dupre’yi de gö
rünce şaşırdı. Müdür Barbet, genç öğrencisine
karşısındaki iskemleyi işaret edip oturmasını söy
ledi. Sonra da,
“Babanla beraber bir karar aldık Hamdi,” dedi.
Osman Hamdi oturduğu iskemlede kıpırdan
maya başladı. Demek ki babasıyla Müdür Barbet
haberleşiyordu. Kim bilir ne çıkacak bu işin altın
dan diye düşünürken,
“Senin pansiyonda kalmanı istemiyoruz," diye
devam etti Müdür Barbet. “Edhem Paşa’nın da
15
uygun gördüğü üzere edebiyat öğretmenin Mös
yö Dupre’nin evine taşınacaksın.”
Osman Hamdi bu habere hiç sevinmemişti. Za
ten bütün gün disipliniyle meşhur bir okula gidi
yordu. Akşamlan da hocasının evinde tıkılıp kal
ma düşüncesi tüylerini diken diken etmişti. Pan
siyonda özgürdü. Hiç olmazsa istediği saatte dı
şarı çıkıp, istediği saatte geri dönebiliyordu. Ama
peki efendim, demekten başka bir çaresi olmadı
ğını da iyi biliyordu.
“Paşa babam da öyle uygun görmüşlerse...”
diye mırıldandı.
Tam o sırada Mösyö Dupre lafa karışıp,
“O zaman bu akşam seni bekliyorum Hamdi,”
dedi. Ardından da genç adamın eline evinin adre
sinin yazılı olduğu bir kâğıt tutuşturdu. Osman
Hamdi her iki öğretmenine de teşekkür ettikten
sonra odadan çıktı. Yumruklarını sımsıkı sıkmıştı.
Sınıfına gidip sırasına oturdu. Sinirinden ne yaptı
ğını bilemez haldeydi. Dakikalar sonra avucunu
açmayı akıl edebildi. Buruşmuş kâğıdı sıranın
üzerine koyup eliyle düzeltmeye çalıştı.
16
hazırlattığı oda pansiyondakinden çok daha bü
yüktü. Yine de memnun olmadı. Çalışma masası
nın altına gömülmüş deri kaplı ahşap iskemle bi
le rahat görünmedi gözüne. Odayı gösteren hiz
metçi kadın, sabah kahvaltılarının yedi buçukta,
akşam yemeklerininse altından sonra yendiğini
söyleyip dışarı çıktı.
Osman Hamdi’nin Mösyö Dupre’nin evindeki
düzene alışması kolay olmadı. Okuldan yorgun
argın eve dönüyor ve yemeğini yedikten sonra
tek isteği odasına çekilmek oluyordu. Ama ev sa
hibi buna izin vermiyordu. Geceleri evde kalan
diğer öğrencilerle beraber bazen piyona çalışılı
yor, bazen de resim yapılıyordu. Osman Hamdi
kendini bildi bileli defterlerine bir şeyler karalan-
maktan geri durmamıştı. Üstelik çizimleri hayli
başarılıydı. Mösyö Dupre öğrencisindeki bu yete
neği keşfetmekte gecikmedi. Bu yüzden de resim
derslerini uzattıkça uzatıyordu. Osman Hamdi ise
hocasının elinden kurtulmak için bahaneler bul
maya çalışıyordu. Evet, resim yapmak onun için
büyük bir zevkti. Ama başka birinin dayatmaları
altında çalıştığında tüm hevesini kaybediyordu.
Osman Hamdi Fransız akranlarıyla arkadaşlık
kurmakta zorlanmamıştı. Gerçi Institution Bar-
bet’taki öğrenciler sınıflarındaki Osmanlı gencine
karşı ilk başlarda mesafeli durmuşlardı. Ardından
ufak tefek takılmalar gelmiş, sonra sohbet başla
mış, zaman geçtikçe de kültürel farklar gençlik
çağının deli dolu temposu arasında kaybolup git
17
mişti. Fransız ordusundan bir subayın oğlu olan
Dikran isimli bir gençle gerçekten iyi anlaşıyor
lardı. Yeni arkadaşıyla birlikte Paris gecelerinin
tadını çıkarmaya da başlamıştı.
Gurbetteki ilk yılını tamamladığında keyfi ye-
rindeydi. Paris’e çoktan alışmıştı. Hatta kendisini
doğduğundan beri bu şehirde yaşıyormuş gibi
hissediyordu. Medeniyet denilen şeyin ne oldu
ğunu artık iyice kavramıştı. Fransa’yla kendi ülke
si arasında gözle görülür bir fark vardı. Bu farkın
nedenleri üzerinde düşünmemek elde değildi. Os
manlI neden böylesine geri kalmıştı? Hata nere
deydi? imparatorluğun Avrupa seviyesine ulaş
ması için neler yapılması gerekiyordu? Yoksa çok
mu geç kalınmıştı? Kafasındaki sorulara cevaplar
bulabilmek için Fransa tarihiyle ilgili kitaplar oku
maya başladı. Bu kitaplarda Osmanlı’nm geçmi
şinde kendine hiç yer bulamamış aydınlanma, sa
nayi, devrim gibi yeni kavramlarla karşılaşıyordu.
Kafası iyice allak bullak olmuştu. Ama yine de
okumayı sürdürdü.
Kitaplara o kadar gömülmüştü ki, Kurban Bay-
ramı’nın yaklaşmakta olduğunu son anda hatırla
dı. İstanbul’a göndereceği kutlama kartını en az
bir hafta öncesinden postalaması gerekiyordu.
Annesi Fatma Hanım hamileydi. Doğum çok yak
laşmış olmalıydı. Hatta Edhem Paşa ailesi çifte
bayram bile yaşayabilirdi. Bir kardeşi daha olaca
ğı için seviniyordu sevinmesine ama, onu ne za
man görebileceğini hiç bilemiyordu.
18
Bayramın ikinci günü bir erkek kardeşi daha
oldu. Bebeğe Halil ismi konmuştu. Edhem Paşa
konsolosluk vasıtasıyla haberi tez elden Paris’te
ki büyük oğluna ulaştırdı. Osman Hamdi o günler
de ailesinin yanında olmayı çok istedi. Geceler
boyunca İstanbul’daki evde yaşanan telaşı kafa
sında canlandırmaya çalıştı. Ebe kadının minik
bebeği getirip babasının kucağına verdiği o anı
görür gibi oldu. Annesi loğusa yatağında yatıyor
olmalıydı. Konaktaki hizmetçiler oradan oraya
koşturuyorlardı muhakkak. Gelen giden hiç eksik
olmazdı böyle günlerde. Misafirlere loğusa şerbe
ti ikram edilirdi. Kardeşleri Mustafa ve Galip gizli
gizli bebeğin yanına sokulup onunla oynuyorlardı
kuşkusuz. Beşinci çocuğu da erkek olan Edhem
Paşa’nınsa şimdi ne kadar gururlu olduğunu tah
min etmek zor değildi.
Ama bu mutluluk kısa sürecekti. Birkaç gün
sonra Osmanlı sultanının öldüğü haberi Paris’te
yankılandı, imparatorluğu yirmi yılı aşkın bir sü
redir Abdülmecid yönetiyordu. Osmanlıyı Batı’ya
yaklaştıran Tanzimat ve Islahat fermanları hep
onun iktidarında ilan edilmişti. İngiliz ve Fransız
ların OsmanlI’nın yanında savaştıkları Kırım Sa
vaşı da onun döneminde olmuştu. Osman Hamdi,
padişahın uzun zamadır sağlık sorunlarından
mustarip olduğunu biliyordu. Ama yine de bu ha
beri hiç beklemiyordu. Çünkü padişah daha kırkı
na bile basmamıştı. Doğup büyüdüğü evde sultan
için, velinimetimiz efendimiz, denirdi. Ne de olsa
19
babası Abdülmecid’in zamanında paşa olmuş, ar
dından da nazırlığa kadar yükselmişti. Ama paşa
hepsinden çok sultanın Fransızca hocası olduğu
için gururlanırdı. Padişahın genç bir şehzadeyken
başladığı Fransızca eğitimi Edhem Paşa’nın refa
katinde yıllar yılı sürmüştü. Osman Hamdi hemen
babasına bir mektup yazıp taziyelerini iletti. Pa
şanın ne kadar üzgün olduğunu tahmin edebili
yordu. Birkaç gün sonra annesinin gönderdiği
mektuptan, babasının sultanın öldüğü gece saba
ha kadar ağladığını öğrendi. Paşayı ayakta tutan
sa minik Halil’in gülümsemesi olmuştu.
Osman Hamdi, Abdülmecid’den başka bir hü
kümdarın yönetiminde yaşamamıştı hiç. Şimdi
Osmanlı tahtına Abdülaziz geçmişti. Yeni padişah
hakkında detaylı bir bilgiye sahip değildi. Abdüla-
ziz’in güreş tutmaya meraklı, heybetli bir şehza
de olduğunu duymuştu sadece. Aslında babası
için değişen fazla bir şey olmayacağını biliyordu.
Paşa bundan böyle tüm sadakatiyle yeni padişa
ha hizmet edecekti...
20
yordu. Gece dışarı çıktığındaysa bastonunu ya
nından ayırmıyordu.
Yeni görünümünden kendisi çok memnundu
ama Mösyö Dupre öğrencisindeki değişimi İbra
him Edhem Paşa’ya iletmekte gecikmedi:
21
köşesine vardığında arkadaşı elleri pantolonunun
cebinde onu bekliyor oluyordu. Yine böyle bir ak
şam Dikran,
“Her zamanki gibi geç kaldın Hamdi," dedi.
“Mösyö Dupre yatmak bilmedi. Salonda otu
rup saatlerce roman okudu. Az kalsın çıkamıyor-
dum."
İki arkadaş kol kola girip ıssız sokaklarda yü
rümeye başladılar. Ama Paris gece hayatının hız
la aktığı Seine Nehri kıyısına doğru değil, daha
çok işçilerin ikamet ettiği kenar mahallere doğru
ilerliyorlardı. Osman Hamdi.
“Nereye gidiyoruz böyle," diye sordu arkada
şına.
Dikran hınzırca gülümsedi.
“Yeni bir yer keşfettim, seni oraya götürece
ğim bu akşam.”
Gittikleri meyhane Osman Hamdi’nin alışık ol
duğu bol ışıklı lüks salonlara hiç benzemiyordu.
Dansçı kızların eteklerini cömertçe havalandır
dıkları, dolan kültablalarının talaş serpilmiş zemi
ne boca edildiği, nakarat kısımlarının kafiyeli kü
fürlerle değiştirildiği şarkıların hep bir ağızdan
söylendiği, bahşiş verdikten sonra garson kadın
ların popolarına şaplak atmanın serbest olduğu
ve sık sık kavgaların çıktığı bir yerdi burası. İki ar
kadaş, birkaç bira yuvarladıktan sonra meyhane
nin kurallarına uyum sağlamakta hiç zorlanmadı.
Osman Hamdi hayatında daha önce duymadığı
küfürlerin bağıra çağıra söylendiği şarkılara gü
22
lümseyerek eşlik etmeye başlamıştı. Salondaki
genç kızlarla flört etmekte de Dikran’dan aşağı
kalmıyordu.
“İyi ki gelmişiz buraya!” dedi.
“Beğeneceğini biliyordum Hamdi. Biraz eğlen
mek bizim de hakkımız, öyle değil mi?”
Osman Hamdi o gece sabaha karşı çakırkeyif
bir halde, yine sessizce döndü odasına. Ama cu
martesileri yaptığı firarların tadına doyamadan,
bir gece dönüş saatinde onu Mösyö Dupre karşı
ladı kapıda. Edebiyat öğretmeni tek bir söz söyle
medi öğrencisine. Sadece kafasını iki yana salla
makla yetindi. Bir haftaya kalmadan da İbrahim
Edhem Paşa haberdar oldu durumdan.
Neyse ki İnstitution Barbet'taki eğitimini ta
mamlamıştı. Olgunluk sınavını da başarıyla verdi.
Paşa bu yüzden oğlunun kaçamaklarını görmez
den gelmişti. Paris’te genç olmanın ne anlama
geldiğini kendisi de iyi biliyordu. Hem artık oğlu
hukuk fakültesine kayıt yaptırmıştı.
23
Ama umduğunun tersiyle karşılaştı. Hukuk fa
kültesinde gördüğü dersler hiç ilgisini çekmemiş
ti. Ezberlemek zorunda kaldığı hukuk deyimlerin
den nefret ediyordu. Okula gitmektense bütün
gün pansiyondaki odasına kapanıp defterine ka
rakalem resimler çizmeyi tercih ediyordu. Hukuk
öğrencileri için zorunlu olmayan arkeoloji dersle
rine girmekten zevk alıyordu sadece. O ders de
haftada sadece bir saatti. Aylar geçtikçe memnu
niyetsizliği dayanılmaz bir hal almaya başladı. Sı
navları kötü geçiyordu hep. Bu yılı tekrar etmesi
gerekecekti. Babasına yazdığı mektuplarda duru
mu örtbas etmeyi becerse de, paşaya gerçekleri
bildiren bir hocasının olup olmadığından emin
değildi. Babası not çizelgesini görürse kim bilir
neler yapardı ona. Korkuyordu. Kaderini zamana
bırakmanın ezikliği günlerini boğmaya başlamıştı!
Artık on sekiz yaşındaki o toy delikanlı değildi.
Paris’e ayak basmasının üzerinden tam dört yıl
geçmişti. Dış görünüşü olgunlaştıkça varoluşuyla
ilgili tasavvuru da netleşiyordu. Bir gün yaşlı bir
Fransız profesörün saatler süren Roma hukuku
dersinden çıktıktan sonra öğrencilerin sıklıkla
gittiği bir kafeye oturdu. Kendisine içecek bir şey
ler söyleyip düşünmeye başladı. Gerçekten hu
kuk okumak istiyor muydu? Daha önce kimse sor
mamıştı ona bu soruyu. Şimdi kendi kendine dil
lendiriyordu işte. Hukuk okuması babasının kara
rıydı. Daha küçük bir çocukken Mektebi Maarifi
Adliye’ye yollandığı gün verilmiş bir karardı.
24
Ben ne istiyorum, diye sordu. Resim yapmak
istiyordu. Sadece resim yapmak! Cevap bu kadar
basitti işte. Konyak katılmış kahvesini yudumlar
ken çocukluğuna dalıp gitti. On bir yaşındaki hali
canlandı gözünün önünde. Bir gün babası eve
Fransız bir ressamla beraber gelmiş ve Osman
Hamdi’ye derhal hazırlanmasını söylemişti. Fatma
Hanım oğlunu özenle giydirmişti. Altın rengi işle
meleri olan lacivert ceketi ve ufacık kırmızı fesiy
le süslenmiş küçük model, nefesini tutup saatler
ce Fransız ressama poz vermişti. O gün her fırça
darbesinden sonra yerinden kalkıp tuvale bakmak
istediğini daha dün gibi hatırlıyordu. Ama uzun
süre beklemesi gerekmişti. Üstelik ressam işini bi
tirdikten sonra tabloyu ilk olarak Edhem Paşaya
göstermişti. Osman Hamdi babasının elindeki res
mi ilk kez gördüğü anı ömrü boyunca unutama-
mıştı. Karşısında kendini bulmuş, büyülenmişti.
Hukuk okulunu bırakma fikri onu dehşete dü
şürüyordu. Ama istediği tam olarak buydu. Bir
devlet bursuna sahip olmadığı için öğrenim mas
raflarının tamamını İbrahim Edhem Paşa karşılı
yordu. Eve bir mektup yazıp babasının ağzını ara
maya karar verdi. Gerçi bunun nafile bir çaba ola
cağını biliyordu. Paşa birkaç ay önce Maarif Nazı
rı olmuştu. Koca bir imparatorluğun eğitim işleri
ni o düzenliyordu. Kendi oğluna mı söz geçireme-
yecekti?
Osman Hamdi mektubunda hukuk okulunun
iyi gittiğini ama bu aralar resme merak sardığını
25
uygun bir dille belirtti. Paşaya, “Resim yapıyo
rum diye bana sakın kızmayın babacığım, bundan
asla vazgeçmem,” diyebilecek kadar kararlıydı.
Zarfı postaya verince kendini oldukça rahatlamış
hissetti. Artık dilediği gibi resim yapabileceğini
düşünüyordu. Ama çok geçmeden babasının ya
nıtını aldı. Edhem Paşa oğlunun resme duyduğu
ilgi üzerine pek bir şey yazmamıştı. “Resim önem
li bir sanattır,” filan diyordu sadece. Osman Ham-
di mektubu heyecanla okurken babasının kendisi
ni desteklediğini düşündü ilk satırlarda. Ama “Bir
hukukçu olarak ilerde pek boş vaktin olmaya
cak...” diyordu mektubun sonu. Osman Hamdi
hayal kırıklığına uğramıştı. Paşa ayrıca jeoloji
üzerine yazdığı ve M ecm ua-i F ünün 'da yayınlanan
makalelerini yollamıştı oğluna. Madenler ve gaz
lar hakkmdaki bu ilmi yazılar Osman Hamdi’nin
ilgisini hiç çekmiyordu. Ama paşa gazete yaprak
larını göndermeye ısrarla devam ediyordu.
Osman Hamdi kendisini tam olarak anlatamadı
ğını hissetti babasına. Ama ziyanı yoktu. Bundan
böyle hukuk eğitimiyle resim çalışmalarını birlikte
yürütmeye karar verdi. Hukuk derslerinin sınavla
rına giriyor ama bütün boş vakitlerini Paris’teki re
sim atölyelerini dolaşarak geçiriyordu. Bir yıl önce
Ecole des Beaux Arts’ta köklü bir eğitim reformu
yapılmıştı. Okulun özerkliği sağlanmış, resim, hey
kel, mimarlık ve gravür olarak çatallanan müfredat
bütüncül bir güzel sanatlar eğitimi haline getiril
mişti. Üstelik bu reformla beraber akademi kapıla-
26
rmı yabancı öğrencilere de açmıştı. Osman Hamdi
doğruca Paris’in merkezindeki 6. Bölge’de bulu
nan Beaux Arts’m yolunu tuttu.
İki yüz on altı yıllık tarihi akademinin yeni bi
nasının önüne geldiğinde durup derin bir nefes
aldı. Ünlü Fransız sanatçılar Nicolas Poussin ve
Pierre Puget’un büstleriyle süslenmiş anıtsal giriş
kapısından girerken kalbi küt küt atıyordu. Oku
lun iç avlusunda kaidelerin üzerine yerleştirilmiş
onlarca heykel vardı. Meraklı gözlerle onları ince
ledi. Mavi önlükler giymiş resim ve heykel öğren
cileri neşe içinde avluda dolaşıyorlardı. Ne kadar
da güzeldi burası. Hukuk fakültesine hiç benzemi
yordu! Vakit geçirmeden kayıt bölümüne gidip
başvuru için nelerin gerektiğini öğrendi. Dünya
nın en saygın eğitim kumrularından biri olan bu
okula kabul edilmeyi her şeyden çok istiyordu.
Ama yabancı öğrenciler için kayıt olmak hiç de
kolay değildi. Fransızca bilgisinden ve resim yete
neğinden emindi gerçi ama bürokrasi çok daha
fazlasını istiyordu. Giriş sınavında Fransız tarihi
ve kültürüyle ilgili sorulan sorular özbeöz Fran
sızların bile cevaplayamayacağı cinstendi. Okul
sanki yabancılara tanınan hakkı uygulamaya ge
çirmek istemiyor gibiydi. Osman Hamdi günlerce
uğraştı ama okula asli öğrenci olarak kayıt yaptır
mayı başaramadı. Hevesi kursağında kalmıştı. Uy
kuları kaçtı.
Tam da o günlerde İstanbul’dan gelen kötü bir
haberle derinden sarsıldı. Altı yaşına birkaç ay
27
önce basan kardeşi Abdullah hayatını kaybetmiş
ti. Tam dört yıldır onu görmemişti. Yine de çok
üzüldü kardeşi için. Paşa, bir çocuk hastalığı aldı
onu bizden, diye yazmıştı mektubunda. Çaresiz
di. Bir ara ailesinin yanma dönmeyi düşündü.
Ama elden ne gelirdi ki ölüm karşısında. Hayat
devam ediyordu. Hem İstanbul’da resim eğitimi
alabileceği bir akademinin olmadığını çok iyi bili
yordu. Bu yüzden Paris’te kalıp Beaux Arts’m ka
pılarını zorlamaya devam etmeliydi. Bir süre son
ra konuk öğrenci olarak dersleri takip etme izni
almayı başardı. Bir diploma şansı hiçbir zaman
olmayacaktı ama bu gelişme hiç yoktan iyiydi.
0 yıllarda Beaux Arts’ta klasik sanat eğitimi
veriliyordu. Akademi kendi ekolünü tüm dünyaya
benimsetmeyi başarmıştı. Resim bölümündeyse
Isidore Pils, Gustave Boulanger ve Jean Leon Ge-
rome gibi çok önemli üstatlar, kendi atölyelerine
kabul ettikleri öğrencileriyle çalışmalarını sürdü
rüyorlardı. Akademideki eğitimin temeli usta çı
rak ilişkisine dayanıyordu. Öğrenciler ilk olarak
ustalarının gözetiminde karakalem çizimler yapı
yorlardı. Klasikleri taklit etmek çok yaygın bir
yöntemdi. Sonra canlı modellere bakarak çalışılı
yordu. Akademin en çok üzerinde durduğu konu
lar tarihsel figürler, pagan mitolojisine ait hikâye
ler ve Hıristiyanlık temalı resimlerdi.
Osman Hamdi kendini birden sanat eğitiminin
merkezinde bulmuştu. Bir şövale satın alıp atöl
yelerdeki kalabalığın arasına karıştı. Dünyanın
28
dört bir köşesinden gelen gençlerle aynı sınıfı
paylaştığı akademide dersler oldukça renkli geçi
yordu. Antik heykellerin kopyaları, taştan yapıl
mış el, ayak figürleri ve canlı modellerin arasında
kaybolmuştu sanki. Piyasaya yeni çıkmış tüp için
deki yağlıboyalarla çalışmak herkes gibi onun da
hoşuna gitmişti. Paris'e adımını attığı günden be
ri bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu.
O günlerde sık sık atölye değiştiriyor, kendine
en uygun hocayı bulmak için gözlem yapıyordu.
Şimdilik favori ustası Gustave Boulanger idi. Bo
ulanger Türk öğrencisiyle yakından ilgileniyordu.
Osman Hamdi esmer teni sayesinde tam da aka
demi hocalarının aradığı bir Doğulu modeldi. Bir
seferinde sarık giyip hocasına poz verdi. Boulan-
ger’in “Hamdi Bey’in Portresi” isimli tablosu kısa
bir süre sonra Paris sergi salonlarında teşhire
çıktı. Osman Hamdi sergide kendi yüzü yerine im
zasını görmeyi tercih ederdi. Ama yine de hukuk
fakültesinden sergi salonlarına doğru hızlı bir ge
çiş yaptığı için memnun olmuştu.
Akademideki Fransız öğrenciler ise tam bir
âlemdi. Osman Hamdi’ye sokulup,
“Nerelisiniz Mösyö” diye lafa başlıyorlardı.
Daha sonra da, “Siz burada yenisiniz, bize bira ıs
marlamaksınız,” deyip genç Türk’ü doğruca mey
haneye çekiştiriyorlardı. Osman Hamdi de çare
sizce bu Beaux Arts geleneğine boyun eğiyordu.
Resim öğrencileri, Osman Hamdi’nin hukuk fakül
tesindeki arkadaşlarına hiç benzemiyorlardı. Hu-
29
kuktakiler siyasetle yakından ilgiliydi. Hemen he
men hepsi İmparator III. Napolyon’dan nefret
eden ve yeniden bir cumhuriyet kurmak gerekti
ğinden bahseden gençlerdi. Birçoğunun cebinde
Robespierre, Marat, Danton ve Babeuf gibi dev
rimcilerin resimleri bulunurdu. Sakıncalı kabul
edilen Voltaire ve Rousseau’nun kitaplarını el al
tından birbirlerine verirlerdi. Ayrıca hepsinin en
sevdiği roman birkaç yıl önce basılan S efiller idi.
Hukuk öğrencilerinin görüşlerini dinledikçe Os
man Hamdi de onlara hak verirdi. Ama bir yan
dan da böyle düşündüğü için sultanına karşı suç
işlediği hissine kapılır, pişman olurdu.
Güzel Sanatlar Okuiu’na giden gençlerinse
akılları bir karış havadaydı. Genç sanatçılar bira
larını içerken durmadan Osman Hamdi’yi sıkıştı
rıyorlardı. Merak ettikleri hep belden aşağı konu
lardı:
“Sizin orada kadınların yüzü gerçekten gözük
müyor mu? İnsanlar nasıl evleniyor o zaman? Pe
ki ya yatakta..."
Osman Hamdi kendisini özgür hissediyordu.
Hayatında ilk defa içinden geldiği gibi davranmış,
geleceğini şekillendiren bir konuda kendi seçimi
ni yapmıştı. Hukuk fakültesinin yolunu çoktan
unutmuştu! Bütün gününü akademinin koridorla
rında bir atölyeden diğerine koşturarak geçiri
yordu. Elbette ki İbrahim Edhem Paşa durumun
bu denli vahim olduğundan haberdar değildi. Os
man Hamdi sadece elbiselerini yıkamaktan usan
30
mış olan yaşlı pansiyoncunun yakınmalarını din
lemek zorunda kalıyordu:
“Baban hiç böyle pasaklı değildi! Şu gömlekle
rinin haline bak. Boya kazanma mı düştün sen?”
Ama hiçbir şey Osman Hamdi’nin keyfini kaçı-
ramazdı. Metrelerce yüksekliğindeki yeşil fon
perdesi, modellerin yerleştiği döner masa ve ko
caman bir sobadan oluşan atölyeye girip fırçasını
eline aldığında zaman duruyordu onun için. Bir
sabah arkadaşları sırıtarak girdiler sınıfa. Arala
rından biri,
“Bugün yaşadık Türk," diye seslendi.
Osman Hamdi neler olduğunu anlamamıştı.
“Niye ki?" diye sordu.
“Biraz sabredersen görürsün."
Az sonra Magripli olduğu belli esmer bir kız
girdi atölyeye. Sanki odasında bir başınaymış gi
bi elbiselerini çıkarmaya başladı hemen. Ardın
dan anadan doğma model masasına yerleşti. Vü
cudunun üzerinde gezinen onlarca erkek gözüne
aldırmadan sakince duruyordu kızcağız. Osman
Hamdi’nin kalbiyse küt küt atmaya başlamıştı. İlk
defa çıplak modelle çalışan birinin karşısındaki
insanı seyredalmaması mümkün değildi. Daha
sonra, üzerinde kıyafetleri olmayan bir bedene
dönüşürdü model. Ona da alıştıktan sonra res
sam karşısında kemikler, kaslar ve damarlar gö
rürdü sadece. Osman Hamdi için de öyle oldu.
Çıplaklık doğallaştı. Sanat, onu muhafazakâr kök
lerinden koparıp özgür bir evrene taşımıştı.
31
Resim eğitimine başladı başlayalı sık sık Louv-
re Müzesi’ne gidiyordu. Müze binasından içeri
adımını atar atmaz sanki başka bir dünyaya geçiş
yapmış gibi ayakları yerden kesiliyordu. Neredey
di, hangi zamanda yaşıyordu hepten unutuyordu,
insanın tarihi ve sanatı ancak böylesi müzelerin
içinde görüp koklayabileceğini fark etmişti. Louv-
re onun için ikinci bir okul olmuştu adeta. Aslında
Louvre Müzesi Fransız Devrimi’nin bir simgesiydi.
Devrimciler alaşağı ettikleri krallığın tüm zengin
liklerini eski bir saray olan Louvre’da halka teşhir
ederek devrimin haklılığını kanıtlamak istemişler
di. Osman Hamdi dünyanın bu en eski devlet mü
zesini ilk kez ziyaret ettiğinde, Topkapı Sarayı’nm
da halka açık bir müze olduğu belirsiz bir gelece
ği hayal etmişti. Sarayın kapısında birkaç kuruş
ödeyen herkesin saltanatın değerli eşyalarına ve
kutsal emanetlere bakması, dahası hareme girip
çıkması akıl alır şey değildi doğrusu.
Osman Hamdi Louvre’a her gittiğinde içeride
saatlerce kalıyordu. Özellikle Rönesans sanatının
başyapıtlarını uzun uzun inceliyordu. Usta fırça
ların sırlarını keşfetmek arzusundaydı. Tablolar
da betimlenen insan anatomisinin ayrıntılarına
dikkat kesildikçe ışığın renklerle oynadığı büyülü
oyuna dalıp gitmekten kendini alamıyordu. Ünlü
“Milo Venüsü”nün karşısında durduğu bir günse
derin derin iç geçirdi. “Milo Venüsü" kırk küsur
sene evvel Ege’deki Milos Adası’nda bulunmuştu.
Ada bir Osmanlı toprağıydı. Ama ne yazık ki hey
32
keli bulanlar onu Fransa’ya göndermişlerdi. Antik
Yunan medeniyetinin aşk ve güzellik tanrıçaların
dan kim bilir kaç tane daha vardı Osmanlı toprak
larının altında. Bir an önce onların çıkarılması ge
rektiğini düşündü. Ama bu işi kim yapacaktı?
Anadolu’ya gelen tüm arkeologlar AvrupalIydı.
Onlar da bulduklarını vakit kaybetmeden kendi
ülkelerine kaçırıyorlardı. Gerçi eserler İstanbul’a
gelse ne olacaktı ki sanki! Buluntuların sergilene
ceği bir müze binası bile yoktu. Hem şu karşısın
da durduğu çıplak venüsün İstanbul’da teşhir
edilmesi pek mümkün görünmüyordu. Din adam
ları, ahlaksızlık aldı başını gitti diye ayağa kalkar
lardı. Oldu ki sergilendi; kim gelip bakardı bu taş
tan kadına. Aşılamaz bir sıkıntı hissetti içinde.
Kendi ülkesindeki yoksunlukla bir kez daha yüz-
leşmişti.
Oysa Fransa’da her köşe başına heykeller yer
leştirilmişti. Dahası düzenlenen sergileri binlerce
kişi geziyordu. Eğer hafta sonu bir resim sergisi
nin açılışı varsa kapılarda kuyruklar oluşurdu.
Gerçi o kalabalığın asıl sebebi halkın sanat sevgi
sinden çok Fransız sosyetesinin gösteriş merakıy
dı. Ama OsmanlI’da o güne kadar tek bir tane bi
le resim sergisinin düzenlenmediği düşünülürse
Paris’teki burjuvaların arsız sanat merakı bile tak
dire değerdi.
Osman Hamdi çağdaş Fransız ressamlarını da
yakından takip ediyordu. “Halka Yol Gösteren
Özgürlük” isimli tablosunda, göğüsleri açılmış ol
33
duğu halde savaş meydanında Fransız bayrağı ta
şımaktan geri durmayan bir kadını betimleyen
Delacroix yeni ölmüştü. Osmanlı kadınlarına me
raklı Ingres ise oldukça yaşlanmıştı. Ama Manet,
Renoir, Degas ve Cezanne gibi genç ressamlar
Fransız resmine yeni bir soluk getirmeye başla
mışlardı. Kendilerini izlenimci olarak tanımlayan
genç sanatçılar, akademinin savunduğu kalıpları
yıkmak niyetindeydiler. Bu yüzden onların eser
leri akademi hocalarından geçer not alamıyor ve
dolayısıyla sergi salonlarına kabul edilmiyordu.
Onlar da inadım inat deyip kendi salonlarını aç
maya başlamışlardı. Her sergilerinde büyük tar
tışmalar çıkıyordu. Manet’nin 1863 yılında sergi
lenen “Kırda Kahvaltı” isimli eseri de büyük tep
ki çekmişti. Resmin ön planında, ağaçların dibin
de oturan iki giyinik adam ve bir çıplak kadın be-
timlenmişti. Çıplağın sıradan bir kadın olması ve
açık havada erkeklerin karşısında rahatça otur
ması insanları şaşkınlığa uğratmıştı. Yaygın ka
bule göre çıplaklık, bedenin kusursuz güzelliğini
simgelemeli, daha da önemlisi baştan ayağa tan
rısal olmalıydı. Tepkilere rağmen bazı aydınlar
akademiye karşı gelen bu genç ressamlara des
tek veriyordu. En başta da Cezanne’ın çocukluk
arkadaşı olan genç sanat eleştirmeni Emile Zola
resim sanatına getirilen bu yeni açılıma alkış tu
tuyordu.
Osman Hamdi ise aradığı ilham perisini akade
minin sınırları içinde bulmuştu. Jean Leon Gero-
34
me’e karşı uzaktan uzağa duyduğu saygı artık
açık bir hayranlığa dönüşmüştü. Gerome sabırlıy
dı. Öğrencileriyle tek tek ilgileniyor, onlarla dost
oluyordu. Zaman zaman yüz kişiye yaklaşan bir
kalabalık birikiyordu sınıfında. Okul yönetimi Ge
rome ve öğrencilerine sık sık uyarı cezası vermek
zorunda kalsa da. o atölyede şakalaşmaların, gü
lüşmelerin ve daha birçok haylazlığın olmasını
kimse engelleyemiyordu. Osman Hamdi de Gero-
me’ün sınıfında yaşanan curcunanın çekimine ka
pılmıştı. Antik mitolojiye, erotizme ve Doğu figür
lerine meraklı olan ünlü ressamın yönettiği atöl
yenin müdavimlerinden biri olup çıktı.
Fransız aristokrasisi Gerome’ün eserlerine
yoğun ilgi gösteriyordu. Son yıllarda iyice palaz
lanan burjuvalar da soyluların izinden gidip evle
rine Gerome asmak için sırada bekliyorlardı. Res
samın daha son fırça darbesini vurmadan tablola
rını sattığı söyleniyordu. Bir kopya baskı tüccarı
olan kayınpederinin sayesinde Gerome’ün ünü
Amerika’dan Avustralya’ya kadar uzanmıştı. Tab
loların bu şekilde pazarlanması sanat çevrelerin
den kimilerini rahatsız etse de, Gerome ve ailesi
bu işten memnun görünüyordu. Ama çok geçme
den Emile Zola yayınladığı bir makalede Gero-
me'ü yerden yere vurdu. Gerome makalede her
çeşit zevke hitap eden bir imalatçı olmakla suçla
nıyordu. Zola’ya göre ressamın asıl amacı sanatla
uğraşmak değildi; reprodüksiyonlarının çok sat-
masıydı. Zola’nın sert eleştirileri akademide bom
35
ba etkisi yarattı. Ertesi gün Gerome’ü destekle
yen öğrenciler hocalarının atölyesini her zaman
ki gibi hınca hınç doldurdu. Zola’yı haklı bulan
gençlerse ünlü yazarın yazılarının yayınlandığı Le
Figaro gazetesini okul koridorlarında göstere gös
tere okumaya başlamışlardı. Osman Hamdi bu
kamplaşmada tarafsız kalmayı seçti. Her zamanki
gibi derslerine devam edecekti. Hocasından öğre
neceği kim bilir daha neler vardı.
Onu asıl düşündüren, artık hukuk fakültesine
uğramadığı gerçeğini babasına nasıl anlatacağıy
dı. Paşa oğluna yazdığı her mektupta derslerinin
ne durumda olduğunu soruyordu. Osman Hamdi
akademiden çıktığı bir gün doğruca fotoğraf çek
tirmeye gitti. Hazırlıklıydı. Yanında fesini ve hu
kuk kitaplarını da getirmişti. Fotoğrafçıya ayakta
poz vermek istediğini söyledi. Başına fesini taka
rak uzamış saçlarını kamufle etmeyi başardı. Ar
dından kalın hukuk kitaplarını yanındaki masanın
üzerine koydu. Sol elini kitapların üzerine özenle
yerleştirdikten sonra hazırım, diye seslendi. Bu
arada fotoğrafçı anı yakalayan kutusunu üç ayak
lı tahta bir kaidenin üzerine sabitlemişti. Sonra
da kafasını siyah örtünün altına soktu...
Osman Hamdi ertesi hafta fotoğrafı almaya git
ti. Sonuç tam da beklediği gibiydi, ideal bir öğren
ci gibi görünüyordu. Gerçi koyu renk ceketinin
sağ göğsündeki boya lekeleri açıkça belli oluyor
du ama çok da önemli değildi bu ayrıntı. Kimse
bir şey anlayamazdı. Fotoğrafı hiç vakit kaybet
36
meden annesi Fatma Hanım’a yolladı. Resme ba
basının da bir göz atacağına emindi.
37
ğiyie tuvallere, fırçalara ve renklere adamıştı. Ar
tık bu durumdan İbrahim Edhem Paşa da haber
dar olmalıydı. Bu gizi daha fazla içinde taşıyama
yacaktı. Babasıyla her şeyi açık açık konuşmaya
karar verdi. Ertesi gün İstanbul’a gönderdiği mek
tupta hukuk fakültesi ile ilişkisini kestiğini anla
tan satırlar vardı. Osman Hamdi’nin tek korkusu
paşanın onu derhal İstanbul’a çağırmasıydı.
Babasının cevabını beklerken Ahmed Ali ile
beraber Mektebi Osmaniye’de vakit geçirmeye
başladı. Osmanlı Devleti tarafından Paris’te açı
lan bu okul, gurbetteki öğrencilerin zapturapt al
tına alınmasını amaçlıyordu. Paris’teki öğrencile
rin disiplini elden bıraktıklarına dair alınan du
yumlar nedeniyle böyle bir yola gidilmişti. Mekte
bi Osmaniye çatısı altında bir araya toplanan öğ
renciler aralarında Fransızca konuşuyorlardı ve
tarih, geometri, aritmetik, fizik, jimnastik gibi
dersler görüyorlardı. Buradan mezun olanlardan
bazısı askeri bir okula gidiyor, kimi de mühendis
oluyordu. Gençler yakalarında ay yıldız olan üni
formalar giymek zorundaydı. Feslerini çıkarmala-
rınaysa asla izin verilmiyordu. Osman Hamdi ora
daki yaşantıyı görünce babasına şükretti. Devlet
bursuyla okusaydı o da şimdi Mektebi Osmaniye
bünyesinde olmak zorunda kalacaktı. Kışla disip
lini ona göre değildi. Pansiyon yaşantısı doğasına
çok daha uygundu.
Akdeniz üzerinde hızla yol alan buharlı posta
gemileri sayesinde Edhem Paşa’nın cevabı iki haf
38
taya kalmadan geldi. Paşa hayal kırıklığına uğra
mıştı. Üzüntüsü büyüktü. Ama öfkesi tepesindey-
ken bir karar almayacak kadar tecrübeli bir in
sandı. Aslında paşanın istediği oğlunun medeni
âlemin içinde yetişmesiydi. Osman Hamdi’nin Av
rupa’da kalması ve Batfnın geleneklerini özümse
mesi paşanın nezdinde hukuk okumasından bile
daha önemliydi. Bu yüzden İbrahim Edhem Paşa
oğlunun Paris’te yaşamaya devam etmesine izin
verdi.
Osman Hamdi yıllardır omuzlarında taşıdığı
yükten kurtulmuş gibiydi. Artık gizli kapaklı işler
yapmasına gerek kalmamıştı. Mutluluktan havala
ra uçtuğu o günlerde neşesine neşe katan bir olay
daha yaşandı. Maria isimli bir kızla tanışmıştı. Os
man Hamdi tam bir Fransız centilmeni gibi dav
randığından, Maria karşısındaki adamın farklı bir
kültürden geldiğini anlamamıştı. Hatta Osman
Hamdi Maria’ya Türk olduğunu ilk söylediği za
man genç kız buna inanmamış, şaka yapıldığını
zannetmişti. Ama kısa sürede bu durumun da bir
önemi kalmadı. Çünkü genç çift çok iyi anlaşıyor
du. Aslında Osman Hamdi, bir Fransız kızına tu
tulmayı hiç düşünmemiş değildi. Paris’e ayak
bastığı andan beri kafasının bir köşesinde birik
tirmişti bu fikri. Neden olmasındı ki? Karşı cinsi
bu şehirde keşfetmemiş miydi? Hem Batılı bir ka
dınla daha iyi anlaşacağını düşünmüştü hep.
Maria birkaç ay sonra erkek arkadaşını ailesiy
le tanıştırdı. Yaşlı çift kızlarının bir Türk’le flört
39
etmesine karşı değildi. Osman Hamdi’nin babası
nın sultanın şehrinde nazır olmasını da memnuni
yetle karşılamışlardı. Genç Türk’ü sık sık yemeye
davet ediyor ve ona durmadan sorular yönelti
yorlardı. Maria kaş göz ederek ailesini engelleme
ye çalışsa da uğraşı boşunaydı. Neyse ki erkek ar
kadaşı halinden şikâyetçi görünmüyordu. Osman
Hamdi ülkesindeki evliliklerin hemen hemen hep
sinin görücü usulüne göre yapıldığını çok iyi bili
yordu. Evlenmeden önce çiftlerin birbirlerini ta
nımalarına izin veren Avrupa’daki kurallar mantı
ğına daha uygundu. Bu nedenle Maria’nın ailesi
nin tüm sorularına içtenlikle cevap veriyordu.
“Daha ne kadar Paris’te yaşamayı düşünüyor
sunuz?”
Aslında bu sorunun cevabını kendisi de bilmi
yordu. Ama Maria’nın babasının neden endişe et
tiğini anlamıştı. Hangi baba yabancı birinin gel
mesini ve kızını alıp uzak diyarlara götürmesini
isterdi ki. Osman Hamdi kendinden emin bir vazi
yette,
“Ömrümün sonuna kadar burada yaşamayı is
tiyorum efendim,” dedi. “İstanbul’a sadece arada
sırada, ailemi ziyaret etmek için gideceğim."
Bu cevap üzerine yaşlı karıkoca rahatlamış gö
züküyordu. Ama kısa süre sonra Osman Hamdi’yi
köşeye sıkıştıran ikinci bir soru geldi:
“Resim yaparak geçinebiliyor musunuz?”
Osman Hamdi’nin başı öne eğilmişti. Utana
rak,
40
“Paşa babam da yardımcı oluyor şimdilik," di
yebildi.
Maria erkek arkadaşının daha fazla zor durum
da kalmasını önlemek için konuyu değiştirdi.
Onun ne kadar yetenekli bir ressam olduğundan
bahsedip durdu.
Genç çift bütün boş vakitlerini birlikte geçir
meye başlamıştı. Paris sokaklarında büyüyen bu
aşk kısa zamanda iyice alevlenmiş, evlilik planla
rı yapılır olmuştu. Osman Hamdi babasına bir
mektup daha yazacak, sevdiği bir Fransız kız ol
duğunu, izni olursa onunla evlenmek istediğini
söyleyecekti. Ama lafa nereden başlayacağını bi
lemedi. Son günlerde babasından çok şey istedi
ğinin farkındaydı. Bir an durakladı. Sonra tüy ka
lemini mürekkep şişesine batırıp içini cesaretle
satırlara döktü.
41
şanma. Koca kendi âlemindeyken karısı kendi
yolunda. Hiçbir zaman el ele vermiyorlar. Hiç
bir zaman gerçek bir aile olamıyorlar. Ve bütün
bunların sebebi yozlaşmış âdetlerimizdir; erke
ğin kadın alırken gözlerini kapatmasını isteyen
gülünç bir anlaşmadır. Buna göre evlilik kadı
nın ve erkeğin hür rızasından değil, aile büyük
lerinin istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu
şartlarda fikirlerinizi paylaşan, hisleri sizinki-
lerle uyumlu bir kadın bulmak rastlantıya kal
mıştır.
Tanrı ’ya şükürler olsun ki, istisnai kusursuz
luktaki bir evliliğin ve hiçbir zaman kokuşmuş
luğun girmemiş olduğu bir evin ürünüyüm. Be
nim evliliğim de böyle olmalı.
42
ris’in merkezine yakın küçük bir daire aramaya
koyuldu. Çok geçmeden keselerine uygun bir ev
buldular. Birkaç parça gösterişsiz mobilya satın
aldıktan sonra da evlendiler. Nikah günü Osman
Hamdi’nin yanında ailesinden kimse yoktu. Ama
uzakta olsalar da onların desteğini hep arkasında
hissediyordu. Annesinin ona dualar okuduğunu,
kardeşlerinin sık sık beraber çektirdikleri fotoğ
raflara baktıklarını görür gibi oluyordu. Babası
ise zaten hep onun yanındaydı...
43
Osman Hamdi babasının mektubundan Batılı
laşmayı savunan saray çevrelerinin bu geziyi des
teklediklerini öğrendi. Ali ve Fuad paşalara göre
bir padişahın kendi gözleriyle Avrupa medeniye
tini görmesi, Devleti Aliye’nin geleceği için çok
önemliydi. Düşününce Osman Hamdi de paşalara
hak verdi. Babasının da bu fikirde olduğuna
emindi.
Aslında Dolmabahçe’deki hazırlıklar biraz
sancılı geçmişti. Padişah ilk önce bu ziyaretin kaç
gün süreceğini sormuş, bir ayı bulacağı cevabını
aldıktan sonra epey tereddüt etmişti. Gezinin sa
dece Fransa ile sınırlı kalmaması için çalışmalar
yapılıyordu. Oradan Londra’ya geçilip, Kraliçe
Viktorya ile de görüşmeler yapılması planlanıyor
du. Abdülaziz’se tahtını günlerce sahipsiz bırak
mak istemiyordu. Her padişah gibi o da muhalif
lerinin şehzadelerden birini tahta oturmak için
fırsat kolladığını düşünüyordu. Ama paşalar bu
soruna da bir çözüm bulmuşlardı. Şehzade Mu-
rad ve Abdülhamid efendiler de geziye katılacak
lardı. Bin bir ikna çabasından sonra nihayet sul
tan, Frengistan’a ayak basmayı kabul etmişti!
Padişahı Fransa’ya götürecek Sultaniye yatı
hemen Haliç Tersanesi’ne çekilmiş, gerekli tadi
latlara başlanmıştı. Sultaniye’nin içi en kaliteli
Hereke halılarıyla kaplandı ve Abdülaziz’in kala
cağı kamaraya saraydan getirtilen yatak takımları
konuldu. Gemideki tüm mutfak araç gereçleri de
yenilenmişti.
44
Sultanın ziyaret edeceği Milletlerarası Paris
Sergisi o güne kadar düzenlenmiş en büyük ticari
fuar olacaktı. Sergide bir Osmanlı pavyonu da yer
alacaktı. Paris’te bulunan Türk öğrenciler, sergi
çalışmalarına ellerinden geldiği kadar yardımcı
olmaya çalışıyorlardı. Osman Hamdi de sık sık
sergi alanına gidip çalışmalara katılıyordu.
21 Haziran’da Sultaniye yatı yola koyuldu. Ya
ta, kafileye seyahat süresince gerekli olan eşyala
rı ve hizmetçileri taşıyan Pertevniyale gemisi eş
lik edecekti. Ayrıca güvenliği sağlamakla yüküm
lü iki firkateyn de konvoya katılmıştı. İrili ufaklı
yüzlerce gemi Çekmece açıklarına kadar padişahı
yalnız bırakmamıştı. İstanbul halkı da Abdülaziz’i
uğurlamak için kıyılara akın etmişti. Kafile. Ça
nakkale’den geçerken Boğaz’m iki yakasına kurul
muş tabyaların top ateşiyle selamlandı. Boğaz’m
çıkışındaysa Fransız donanması Türk sultanına
eşlik etmek için bekliyordu.
Sultanın vapuru Fransa’ya doğru yol alırken
Paris’teki Türklerden bazıları da Londra’ya gidi
yordu. Başta Namık Kemal olmak üzere mutlak
monarşi sistemine karşı çıkan Jön Türkler, Paris
elçisinin girişimleriyle zorunlu bir yolculuğa çıka
rılmışlardı. Osman Hamdi bu haberi duyduğunda
tedbirin gereksiz olduğunu düşündü. Paris’te sür
günde bulunan üç beş aydın padişaha ne zarar
verebilirdi ki?
Ziyaret yaklaştıkça siyasi söylentiler de artı
yordu. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Fran
45
sa imparatorunun bu fırsattan istifade edip sul
tandan yapım halinde olan Süveyş Kanalı'yla ilgi
li bazı isteklerde bulunacağı söyleniyordu. 111. Na-
polyon’un Rus çarı ile sultanı sarayında buluştu
racağını iddia edenler bile vardı. Dedikoduların
ne kadarının gerçek olduğunu kimse bilmese de,
Paris nefesini tutmuş Abdülaziz’i bekliyordu.
Sonunda beklenen gün geldi. Sultanı Toulon
Limanfnda büyük bir kalabalık karşıladı. Abdüla-
ziz Fransa topraklarına ayak bastığında herkesin
gözü Osmanlı sultanın üzerindeydi. Kafile karşıla
ma merasiminin ve öğlen yemeğinin ardından
kendilerini Paris’e götürecek trene bindi. Tem
muzun ilk günü öğleden sonra saat dört buçukta
saltanat treni Paris’e vardı. Gar, kırmızı kumaş
üzerine beyaz renkte dikilmiş ay yıldızlı bayrak
larla donatılmıştı. Bando marşlar çalıyor, kalaba
lık, “Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!" diye
bağırıyordu. 0 gün Paris’te yaşayan ne kadar
Türk varsa hepsi oradaydı. Mektebi Osmaniye
öğrencileri ellerinde bayraklar kalabalığın en
önünde duruyorlardı. Osman Hamdi de Maria ile
beraber insanların arasına karışmış Abdülaziz’i
görmeyi bekliyordu.
Dev yapılı Osmanlı padişahını İmparator 111.
Napolyon bizzat karşıladı. Osman Hamdi resimle
rini birçok kez gördüğü sultanı kalabalığın arasın
dan güçlükle seçebildi. Abdülaziz gerçekten de
Paris’teydi ve tam karşısında duruyordu. Kırk yıl
düşünse hayal bile edemeyeceği bir olaydı bu.
46
Sultan ve imparator kendileri için hazırlanmış
saltanat arabasına yerleştiler. Arkalarındaki ara
bada şehzadeler Murad ve Abdülhamid efendiler
vardı. Sonra paşalar ve elçiler bindi arabalarına.
Fransız refakatçilerle birlikte otuz araçlık bir kon
voy oluşmuştu.
Paris'in her kaldırımı insanlarca işgal edilmiş
ti sanki. Geçiş güzergâhına bakan evlerin pence
releri, balkonları ve terasları hınca hınç doluydu.
Çatılarda bile insanlar vardı. Paris Paris olalı böy-
lesine meraklı bir kalabalık görülmemişti. İmpara
torluk muhafız alayı ve süvariler konvoyun gü
venliğini sağlamak için her köşebaşını tutmuşlar
dı. At arabaları Louvre’un önünden geçerek Sen-
cerman Meydanfna ulaştı. Zafer takları iki ülke
nin bayraklarıyla donatılmıştı. Kalabalık sözleş
mişçesine, “Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!”
diye bağırmayı sürdürüyordu. İmparatorun ya
nında oturan Abdülaziz ise eliyle sokaktaki insan
ları selamlıyordu. Tuileries Sarayı önünde de
mahşeri bir kalabalık vardı. Çok geçmeden kon
voy hızla sarayın büyük kapısından içeri girdi. 0
anda askeri bando Osmanlı Marşı’nı çalmaya baş
ladı. Protokolün ardından sultan konaklaması
için kendisine tahsis edilmiş Elysees Sarayı’nda
istirahate çekildi.
Ertesi gün Abdülaziz şeref konuğu olduğu Mil
letlerarası Paris Sergisi’ne maiyetiyle beraber gel
diğinde tüm gözler yine onun üzerindeydi. Os
manlI padişahına jest olsun diye serginin ana gi
47
riş kapısı, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna açı
lan Babüsselam’a benzetilmişti. Sergi alanının
tam ortasında, at nalı şeklindeki devasa merasim
solunuysa tıklım tıklım doluydu. İçerde yirmi bin
kişinin olduğu tahmin ediliyordu.
Abdülaziz’in teşrifiyle resmi törenler başladı.
Padişah salonun tam ortasında altın yaldızlı kır
mızı bir perdeyle çevrelenmiş bölmeye çıkıp taht
benzeri koltuğuna oturdu. Hemen yanında İmpa
rator 111. Napolyon yerini almıştı. Bin iki yüz kişi
lik bando yine marşlar çaldı. Ardından komiteler
birbirlerine pek değerli hediyeler sundular. Son
rasında, tüm Müslüman âleminin halifesi Osman
lI Sultan’ı Abdülaziz olarak takdim edilen padişah
kulakları sağır eden alkışlar eşliğinde katılımcıla
ra mükafatlar dağıttı. Bu arada Osman Hamdi
sahneye birkaç metre uzaklıkta yerini almış, tüm
olup biteni gözünü kırpmadan seyrediyordu.
Törenler sona erince Osmanlı heyeti sergiyi
gezmeye başladı. Özellikle sanayi üretiminde kul
lanılan dev makineler İstanbul’dan gelen konuk
ları hayrete düşürmüştü. Kafiledeki mühendisler
aralarında fısıldanıp makinelerin ne işe yaradıkla
rını birbirlerine soruyorlardı. Askeri araç gereç
lerin sergilendiği salonlar da aynı şekilde Osman
lIları hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Birçok
askeri uzman böylesine büyük topları hayatında
ilk kez Paris Sergisi’nde görüyordu. Sanat eserle
rinin sergilendiği salonlardaysa bütün Türklerin
adımları hızlandı. Çünkü kadın ve erkek heykelle
48
rinin birçoğu anadan üryan karşılarında dikili
yordu.
Sergideki Osmanlı pavyonu imparatorluğun
kültürünü tanıtan ürünlerle doluydu. Pavyonda;
çinilerle süslü vazolar, el işi dokumalar, etnik kı
yafetler, eski dönemlerde kullanılmış Türk kılıçla
rı, kahve, çay ve nargile takımları sergileniyordu.
Ayrıca imparatorluk topraklarında yetişen birbi
rinden lezzetli meyve ve sebzeler ziyaretçilere ik
ram ediliyordu. Osmanlı pavyonu sanayi ürünleri
bakımından Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında
oldukça geri kalmış durumdaydı. Bire bir ölçüler
de inşa edilen Türk konağı ve Türk kahvehanesi
ise pavyonun en çok ilgi çeken bölümleriydi. Pa
risli kadınlar konağın içine girip minderlerin üze
rinde oturmaya, sonra da yan tarafa geçip Türk
kahvesi içmeye bayılmışlardı.
Osman Hamdi, Abdülaziz’in büyük boy portre
sini sergide teşhir eden arkadaşı Ahmed Ali ile
birlikte resim pavyonunda görevliydi. Kendisi de
zeybekleri konu alan iki tablo ile sergiye katılmış
tı. Sultanın fotoğraflarını çekerek üne kavuşan
Abdullah Biraderlerin fotoğraf pavyonu da he
men yanlarındaydı. Pera’nın bu meşhur kardeşle
ri dört yıldır sultanın resmi fotoğrafçısı görevini
yürütmekteydiler. Sergi boyunca sattıkları Kons-
tantinopolis panoramalarıyla ünlerine ün katmış
lardı.
Sultan birkaç gün sonra sergiye ikinci bir ziya
ret daha yaptı. Bu sefer resmi törenler olmadığı
49
için Osmanlı pavyonuna epey bir zaman ayırdı.
Sergide görevli Türklere çeşitli nişanlar verdi. Os
man Hamdi de tablolarından dolayı nişana layık
görünenler arasındaydı. Genç ressam, aldığı bu
ilk ödülü gururla göğsüne iğneledi.
Abdülaziz ertesi gün Kraliçe Viktorya ile bu
luşmak için Londra’ya hareket etti. Ama Paris ka-
felerinde günlerce Türk sultanından başka bir ko
nu konuşulmadı. Fransız gazeteleri gravürlerinde
Abdülaziz ile Napolyon’u bir boyda resmetse de,
padişahın iriliği çoktan kadınların dedikodularına
malzeme olmuştu. Elysees Sarayı’nda kendisi için
tahsis edilmiş koltuğa bir türlü sığamadığı kulak
tan kulağa yayılıyordu. Ama insanları en çok eğ
lendiren, sultanın gâvur bir memlekete ayak bas
mış olmamak için ayakkabılarının içine kendi ül
kesinin toprağıyla dolu özel bir tabanlık yaptırdı
ğı söylentisiydi...
50
na rağmen büyükelçi Osman Hamdi’yi sevmiş,
ona güvenmişti. Gizlilik gerektiren özel mektupla
rını bile Osman Hamdi’ye yazdırıyordu. Elçilikte
maaşlı bir göreve atansa hiç fena olmazdı doğru
su. Bir ara babasından bu işi ayarlamasını rica et
meyi düşündü. Ama İbrahim Edhem Paşa’nm, ha
yır diyeceğine emindi. Çünkü paşa bir süredir,
“İstanbul’a dönmenin zamanı geldi Hamdi” diye
yazıyordu mektuplarında.
Osman Hamdi hayatını fırçasıyla kazanmayı
her şeyden çok isterdi. Böylece hayalindeki işi
yapmış olacak, âşık olduğu kadınla beraber hay
ranı olduğu şehirde yaşamayı sürdürebilecekti.
Ressamlar Derneği için ünlü tabloların reprodük
siyonlarını yaparak biraz para kazanabiliyordu.
Ama o parayla bir ailenin Paris’te hayatta kalma
sı mümkün değildi.
O günlerde açılan önemli bir resim sergisine
“Türk Kadını" ismini taşıyan tablosunu gönder
mişti. Çok fazla bir beklentisi yoktu aslında. Eğer
tablosu birkaç yüz franga satılırsa o ayki kirayı
ödeyebileceğini hayal ediyordu. Bir sabah kah
valtı masasında gazete okurken sayfaların birin
de kendi tablosunu gördü ve iskemleden düşe
cek gibi oldu! Gözlerine inanamıyordu. Gazete,
haberinde Türk ressamdan övgüyle bahsetmişti.
Hemen Maria’nm yanına koşup o sayfayı göster
di. Maria yüksek sesle resmin altındaki yazıyı
okudu:
51
Sekiz yıl önce Paris'e gelmiş olan Osman
Hamdı, resim alanında yüksek bir yeteneğe sa
hip olduğunu kanıtlamıştır. Hocalarımızın de
netiminde sanatını oldukça geliştirmiş olduğu
nu hepimize gösterdi.
52
ria kadar zor geliyordu. Ne de olsa yıllardır bu şe
hirde yaşıyordu. Gencecik bir delikanlı olarak gel
diği Paris’ten yirmi yedi yaşında usta bir ressam
ve şefkatli bir baba olarak ayrılıyordu. Edhem Pa-
şa’ya son bir mektup daha yazmak istedi. Mektu
bun kendisinden birkaç gün önce İstanbul’a ula
şacağını biliyordu. Babasının karşısına geçip dü
şüncelerini söylemektense onları yazarak anlat
mak daha kolay olabilirdi. Hem bu sayede paşa
oğlunun gelecek planlarından haberdar olurdu.
53
ğı için çok heyecanlıydı. Osman Hamdi için de du
rum pek parlak gözükmüyordu. Yıllar sonra baba
evine geri dönüyordu. Kardeşi Halil’in doğumunu
görememişti. Küçük Abdullah'ın ölümünde de
orada değildi. Diğer kardeşi Galib’in çocuğu ol
muştu kısa bir süre önce. Yine orada değildi. Ara
dan geçen yıllarla beraber çok sevdiği ailesinden
uzaklaşmış hissediyordu kendini. Üstelik bavu
lunda ne hukuk diploması vardı, ne de resim tah
sil ettiğine dair bir belge. Maria’ya söyleyememiş
ti ama babasının tekrar Paris’e dönmesine izin
vermeyeceğinden de endişe duyuyordu.
Gemi Sarayburnu önlerine geldiğinde Maria
gördüğü manzara karşında büyülendi. Birbirleri
nin arkasına gizlenmek ister gibi gözüken on adet
minareyi saymaya çalışıyordu genç kadın. Osman
Hamdi kendisine ait bir şeyden söz etmenin guru
ruyla,
“İşte İstanbul,” dedi. “İşte Ayasofya. Sultanah-
med.”
Gemi Galata Limam’na yanaşır yanaşmaz genç
çift tayfaların bağrışları, mal yükleyen tüccarların
pazarlıkları, hamalların, arabacıların ve satıcıla
rın çığırtkanlıkları arasında kaldı. Maria rıhtımda
ki kalabalığın lisanını anlamaya çalışıyordu. Kula
ğına sık sık tanıdık kelimeler çarpıyordu. Anlaya
madığı diller de konuşuluyordu çevresinde. Her
milletten insan vardı sanki bu limanda.
Çiftin yardımına gelen hamallar bavulları he
men bir at arasına yerleştirdi. Osman Hamdi va
54
kit kaybetmeden arabacıya yolu tarif etti. Atlar
Galata ile Yeni Cami arasına kurulmuş tahta köp
rüyü titreterek hızla yola koyuldu. Maria, kuca
ğında Fatma bebeği tutmuş şaşkınlık içinde çev
resine bakınıyordu. O anda minarelerinden ezan
sesi yükseldi. Maria hayatında ilk defa duyuyor
du Müslümanları camiye çağıran sesi. İlgiyle din
ledi müezzini. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Her
şey farklıydı bu şehirde.
Atlar Mahmutpaşa Yokuşu’nu zorlanmadan
çıktı. Edhem Paşa’nın konağında at arabasının se
sini duyan herkes bahçeye akın etmişti. Osman
Hamdi doğruca babasının yanma gidip elini öptü.
Hemen ardından annesine uzun uzun sarıldı. Sıra
kardeşlerine gelmişti. Artık birer yetişkin olan
Mustafa ve Galib ile hasret giderdi. Hiç görmedi
ği en küçük kardeşi Halil ise yedi yaşına gelmişti.
Onu bir süre kucağına aldı. Ve nihayet Maria’yı ev
halkıyla tanıştırdı. Ardından Fatma bebek öpü
cüklere boğularak elden ele geçti.
Hizmetliler küçük beyin dönüşü şerefine Os
manlI mutfağının en lezzetli yemeklerinden olu
şan bir ziyafet sofrası hazırlamışlardı. Tüm aile
neşe içinde sofraya kuruldu. Osman Hamdi yıllar
dır özlemini çektiği yemeklere kavuştuğu için ma
sadaki en iştahlı kişiydi. Bu arada Edhem Paşa ku
sursuz Fransızcasıyla gelinine sorular soruyordu.
“Evimizi beğendiniz mi Madam?”
“Biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim, efendim.
Aslında ben daha faklı bir ev bekliyordum.”
55
“Nasıl bir ev?”
Maria utanarak,
“Bana Türklerin iskemleyi bilmediği söylen
mişti," dedi. “Yere oturup yemek yiyeceğimizi
zannetmiştim.”
Paşa bir kahkaha patlattı. Ardından da,
“Bizim ailemiz medeniyetin ne olduğunu bilir
kızım," dedi.
Yemekten sonra Osman Hamdi Paris’ten getir
diği hediyeleri dağıttı. Babasına ve kardeşi Mus
tafa’ya son çıkan kitaplardan, annesine ise Paris
li kadınların gözdesi renkli şallardan getirmişti.
En küçük kardeşi Halil hediyesi tahta atı görünce
sevinçten havalara uçtu. Eski sikkelere meraklı
olan Galib de bir torba dolusu Fransız parası kar
şısında küçük Halil kadar sevinmişti. Akşamüzeri
genç çift erkenden izin isteyip odalarına çekildi.
Osman Hamdi ne hissettiğini tam olarak bilmiyor
du. Maria içinse beklediğinden kolay olmuştu bir
Osmanlı paşasının konağına damdan düşer gibi
girmek.
56
balarsa, Maria’nın varlığını öğrenince sükûtu ha
yale uğramışlardı.
Edhem Paşa genç çifti birkaç hafta rahat bı
raktı. Osman Hamdi fırsattan istifade Maria’ya
doğup büyüdüğü şehri gezdiriyordu. İlk günün
sonunda Maria,
“Hayatım boyunca hiç bu kadar çok başıboş
köpeği bir arada görmemiştim,” dedi.
Genç kadın Boğaz’da kayıkla dolaşmaya bayıl
mıştı. Osman Hamdi Tophane İskelesi’nden sık
sık sandal kiralıyor, kürekçilere cömert bahşişler
verdiği için de gezinti Boğazkesen Kalesi’ne ka
dar uzanıyordu. Genç çift saatler boyunca kayı
ğın zeminine yerleştirilmiş minderlerde el ele diz
dize oturup manzaranın keyfini çıkartıyordu. Ma
ria çok meraklıydı. Gördükleriyle ilgili durmadan
sorular soruyordu. En çok da Galata Kulesi’ni me
rak etmişti. Osman Hamdi kulenin Bizans'tan ka
lan bir Ceneviz yapısı olduğunu söyleyince Maria,
“Çıkmamıza izin verirler mi?” diye sordu he
men.
Ertesi sabah yetmiş metrelik kulenin içindeki
spiral merdivenleri nefes nefese tırmandılar. En
üst katta bir kahvehane vardı. İçeride bir sürü er
kek oturmuş nargilelerini tüttürüyorlardı. Avru
palI olduğu belli olan bir gezginse teleskopa ben
zeyen dürbününü parmaklıklardan dışarı doğru
uzatmış şehre bakıyordu. Onun haricinde herkes
işini gücünü bırakıp gözlerini genç çifte dikti. Os
man Hamdi, Maria’nm elinden tuttuğu gibi koni
57
şeklindeki çatıyla kulenin bağlantısını sağlayan
ahşap merdiveni çıkmaya başladı. Terasa ulaştık
larında yedi tepeli Konstantinopolis bütün ihtişa
mıyla onları selamladı.
Maria, Kapalıçarşfya gidip saatlerce dolaş
maktan da bıkmıyordu. İpek kumaşları, altın takı
ları, porselenleri ve gümüşlerle süslü pabuçları
saatlerce inceliyordu. Osman Hamdi karısını mut
lu etmek için ona bol bol hediye aldı. Genç çiftin
neşesi yerindeydi. Gecikmiş bir balayı yaşıyorlar
dı sanki.
İlk başlarda hemcinslerinin giydiği kıyafetleri
yadırgamıştı Maria. Osmanlı kadınları sokağa çık
tıkları zaman ferace denilen elbisenin içine sakla
nıyorlardı. Ayak bileklerine kadar uzanan ferace
ler o kadar boldu ki kadınların vücut hatları tüm
bakışlardan sakınmış durumdaydı. Ama elbiseler
rengârenk boncuklarla ve göz alıcı işlemelerle
süslenmişti. İstisnasız tüm kadınlar başlarına da
örtü takıyorlardı. Yüzlerse yaşmak denilen ince
bir tülün ardında silikleşiyordu. Ama ağız ve bu
run hâlâ buradayım demeyi sürdürüyordu.
Osman Hamdi, Paris’te kaldığı yıllar boyunca
kafasının içi gibi elbiselerini de Batıklaştırmıştı.
Sürekli olarak redingot giyiyordu. Boğazına kadar
düğmeleri olan bu ceket, Tanzimat’tan sonra İs
tanbul’da moda olmuştu. Halk redingotu Frenk el
bisesi olarak görse de üst düzey devlet memurla
rı, aydınlar hep onu giyiyorlardı. Maria ise Os
manlI kadınları gibi sıkı sıkıya olmasa da sokağa
58
çıktığı zaman başını bir tülbentle örtmeye başla
mıştı. Beşiktaş’a doğru yürüyüş yaptıkları bir gün
kocasına,
“Günlerdir Konstantinopolis’te geziyoruz,
ama sokakta tek başına yürüyen bir tane bile ka
dın görmedim,” dedi.
Osman Hamdı, maalesef der gibi kafasını sal
ladı.
“Burada kadınlar grup halinde dolaşır. Eğer
kadın önemli birinin eşiyse ve dışarı çıkmak iste
mişse haremağası ona eşlik eder.”
Maria Paris’teki kadınların ne kadar şanslı ol
duklarını yeni fark etmişti. Türk kadınları içinse
üzülmüştü. Ama kocasına bir şey söylemedi.
O akşam yemekten sonra İbrahim Edhem Paşa
oğluna kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi.
Osman Hamdi oturma odasına giderken babası
nın hangi konuyu açacağını tahmin edebiliyordu.
Paşa oğluna karşına oturmasını işaret etti. Kahve
sinden bir yudum aldıktan sonra da,
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun bakalım?"
diye sordu.
Osman Hamdi kendinden emindi. Bacak bacak
üstüne attı ve,
“Resme karşı olan ilgimi biliyorsunuz," dedi.
‘Bu konuda Batı’nın çok gerisindeyiz. Arayı ka
patmamız lazım. Bu nedenle...”
Paşa oğlunun sözünü kesip,
“Resim tahsili için Paris’e öğrenciler yolladı
sultanımız,” dedi. “Oradayken birçoğunu tanımış-
59
sındır. Onlar yaparlar bahsettiğin işleri. Ahmed
Ali için çok usta bir ressam olacak diyorlar."
Osman Hamdı dudaklarını ısırmıştı. Ama hep
si bu kadar değildi. Paşa koltuğunun arkasına
yaslanıp ağzındaki baklayı çıkardı:
“Midhat Paşa Bağdat’a vali oluyor. Yanında
götürmek için de okumuş yazmış adamlar arıyor.
Geçen gün Şurayı Devlet toplantısında paşa ile
konuştuk. Senin hakkında malumat istedi ben
den. Anlattıklarımdan çok etkilendi. Kısa bir süre
sonra Bağdat Vilayeti Yabancı İşler Müdürlü-
ğü’nü teklif edecek sana. Bence pek uygundur.”
İşte bu kısa konuşmanın ardından Osman
Hamdi kendisini yeni bir yolculuğun beklediğini
anlamış oldu. Çaresizce odasına çıkıp daha yeni
boşalttığı bavullarına baktı. Paris hâlâ akimdaydı.
Oraya bir an önce dönmek için can atıyordu. Ama
hayallerini ertelemeliydi. Geleceği yine babası ta
rafından planlanmıştı.
Bağdat’a gidiyordu!
60
Bağdat'ta Midhat Paşa ve Ahmet Mithat ile.
Osman Hamdi sol başta.
Midhat Paşa 1869 yılında bile OsmanlI’nın en
göze batan devlet adamlarından biriydi. Batı tara
fından hasta adam olarak adlandırılmaya başla
nan bir imparatorluğun en reformist yöneticisi ol
duğu biliniyordu. Paşanın aklında neler neler
yoktu ki! İlk adım olarak padişahın bile uymakla
mükellef olacağı bir anayasa hazırlanmalıydı
Böylece keyfi uygulamalar son bulacaktı. Paşaya
göre mutlak monarşinin devri çoktan kapanmıştı.
İmparatorluğun tekrardan saygın bir güç olabil
mesi için acilen bir meclis açılmalıydı. Birçok Av
rupa devleti, monarşi ile parlamentoyu bir arada
işletmeyi başarmıştı. Osmanlı da pekâlâ böyle bir
sistemle yönetilebilirdi.
Midhat Paşa on yaşında Kuran’ı hıfz etmiş ve
gençliği boyunca Fatih Camisi’nde verilen dersle
re katılmıştı. Daha sonra Avrupa’yı gezmiş, Ba-
tı’nın ulaştığı uygarlık seviyesini kendi gözleriyle
63
görmüştü. O andan itibaren de Avrupa’da edindi
ği modern hayat tecrübeleri kişiliğinde baskın ha
le gelmişti. Paşa daha sonra çok çalışmış, devlet
kademesinin basamaklarını bir bir tırmanmıştı.
Tuna valisiyken Silistre, Vidin ve Niş gibi bölgele
rin en uzak köşelerine kadar ulaştırdığı bayındır
lık ve eğitim hizmetleriyle kendinden söz ettir
mişti. Hatta Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatin
den dönerken Tuna vilayetine uğramış ve Midhat
Paşa’ya,
“Buraların gezdiğim Avrupa şehirlerinden hiç
farkı kalmamış; sizi canı gönülden tebrik ederim,”
demişti.
Midhat Paşa İstanbul’a döndükten sonra Dev
let Şurası adında bir kurul oluşturdu. Bundan
böyle devlet yönetiminde şuranın da söz hakkı
olacaktı. Bu arada muhalifleri, paşanın asıl hede
finin Meclisi Mebusan’a zemin hazırlamak oldu
ğunu çoktan padişahın kulağına fısıldamışlardı.
Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Ama paşa ne
yaptı ne etti Devlet Şurası’nın açılması için Abdü-
laziz’i ikna etti. Kendisi de şuranın başkanı ol
muştu. Fakat bu yeni görevinde bir yılı doldura-
madan statükonun devamından yana olan sadra
zamla ters düştü. Hayallerini gerçekleştirmek için
İstanbul’da gerekli ortamın henüz oluşmadığını
anlamıştı; uzak bir yere tayinini istedi. O sırada
boş olan Bağdat Valiliği tam da ona göreydi. Bu
isteği saray tarafından uygun bulundu.
Paşa artık gönüllü sürgün sayılırdı.
64
Osman Hamdi’yi yeni göreviyle ilgili sevindi
ren tek şey Midhat Paşa’yla beraber çalışacak ol
masıydı. Onu daha yakından tanımaya can atıyor
du. İmparatorluğun geleceği için paşanın düşün
celerinin bir an önce hayata geçmesi gerektiğini
Osman Hamdi de kabul ediyordu. Öte yandan,
devlet memurluğuna başlayacağından dolayı ol
dukça kaygılıydı. O güne kadar hiç yöneticilik
yapmamış, dahası tam zamanlı herhangi bir işte
çalışmamıştı. Kendini sadece resim konusunda
yetkin görüyordu.
İstanbul’daki son gecesini bunları düşünerek
geçirdi. Huzursuzdu. Yatağında bir oraya bir bu
raya dönüp duruyordu. Maria kocasının sıkıntısı
nı fark etmekte gecikmedi. Ona cesaret vermek
için,
“Fransızcan çok iyi Hamdi” dedi. “Hatta ben
den bile iyi. Yabancı yetkililerle nasıl konuşulaca
ğını, onların nelerden hoşlanacağını senden iyi
kimse bilemez. Paris Sergisi'ni hatırlasana! Orada
her milletten insanla tanışmıştın ve hepsiyle iyi
ilişkiler kurmuştun. Bağdat’ta, yabancı işler mü
dürü olarak çok başarılı olacağına inanıyorum.”
Osman Hamdi karısından duyduğu sözler sa
yesinde biraz rahatlamıştı. Ona sarılarak uykuya
daldı. Vedalaşma sabah erken saatte gerçekleşti.
Osman Hamdi karısını ve kızını İstanbul’da bırakı
yordu. Ama gözü arkada kalmayacaktı. Anne ba
basının Maria ile Fatma’ya en iyi şekilde bakaca
ğından emindi. Eğer Bağdat’taki görevi uzarsa
65
Maria bu süreyi Paris’te de geçirebilirdi. Bu konu
da karısını özgür bırakmıştı.
Bundan böyle Bağdat vilayetini yönetecek
olan kafile, sakin bir gemi yolculuğunun ardından
Antakya’ya ulaştı. Sonra Halep üzerinden Bağ
dat’a doğru zahmetli bir tren yolculuğu başladı.
Diğer görevlilerin çoğu Midhat Paşa’yı eskiden
beri tanıyorlardı. Tuna valiliği yıllarında paşa ile
beraber omuz omuz çalışmışlardı. Ekip kısa süre
de, Paris’ten yeni dönmüş olan genci de aralarına
kabul etti. Aslında herkes Osman Hamdi'ye gıp
tayla bakıyordu. Onun dokuz yıla yakın Paris’te
kalmış olması başlı başına bir saygınlık nedeniy
di. Yurtdışındayken biraz hukuk, biraz da sanat
tahsil etmiş olmasıysa saygınlığı hayranlığa dö
nüştürüyordu.
Kafile, 1869 Temmuzu’nun son günlerinde
Bağdat’a ulaştı. Onları kırk sekiz derecelik bir sı
cak karşılamıştı. Osman Hamdi hayatında ilk defa
böylesine sıcak bir güneşle yüzleşmek zorunda
kalıyordu. Nefes almak bile zordu. Yöre halkı yaz
aylarında öğlenden sonra uykuya dalıp, ikindi
ezanına kadar kestirmeyi âdet edinmişti. Ama İs
tanbul’dan gelen yeni yöneticilerin işe dört elle
sarılmaları gerekiyordu. İlk önce şehrin merke
zindeki hükümet konağının yakınlarında personel
için evler kiralandı. Taşınma telaşı bittikten son
ra Osman Hamdi etrafta bir tur attı. Bağdat’a alış
ması hiç de kolay olmayacaktı doğrusu. Daha bir
kaç ay öncesine kadar Paris’te yaşıyordu. Her kö-
66
şeye yayılmış kalelerden, onların içini dolduran
birbirinden şık hanımlardan, heykellerle süslen
miş yemyeşil parklardan, tiyatrolardan ve müze
lerden uzakta şimdi nasıl yaşayacaktı? Bir emri
vaki sonucunda kendini Bağdat’ta bulmuştu. Ba
basına karşı büyük bir kızgınlık belirdi içinde.
Dünyaca meşhur bir ressam olmayı düşlediği
günler çok gerilerde kalmıştı artık. Paris’ten ayrıl
dığına bin pişmandı şimdi. Tüm gençlik hayalleri
ni orada bıraktığını daha yeni yeni fark ediyordu.
Neyse ki Bağdat’ta arkadaşlarıyla beraber kal
dığı ev kısa sürede politika ve edebiyat tartışma
larının yapıldığı, Fransızca şarkıların söylendiği,
piyano konçertolarının dinlendiği ve bol bol şa
rap içildiği bir mekâna dönüştü. Özellikle akşam
yemeklerinde Midhat Paşa ile sohbet etmek her
kes için eşsiz bir deneyim oluyordu. Paşa o sıra
da kırk yedi yaşındaydı ve çok şey görüp geçir
mişti.
Bir gece sofradayken Osman Hamdi’ye doğru
dönüp,
“Siz de liberal misiniz?” diye sordu.
Osman Hamdi ne diyeceğini bilemedi. O gün
lerde liberal demek, padişahın yetkilerini sorgu
layan demekti. Sessizlik uzayınca paşa sorduğu
soruya yine kendisi cevap verdi:
“Paris’te kalan herkes biraz öyledir zaten. Ben
1858 senesinde dört ay kaldım Paris’te. Siz daha
çocuktunuz o zamanlar. İyi bilirim oranın siyasi
atmosferini. Sokaklarında birkaç adım atmak ve-
67
ya kalelerinde birkaç saat oturmak yeterlidir. İn
san özgürlüğün tadını alır."
Midhat Paşa, Osman Hamdi’den sadece iki yıl
önce gitmişti Paris’e ve sadece birkaç ay kalmış
tı. Ama Osman Hamdi bozuntuya vermedi. Paşayı
dikkatle dinlemeyi sürdürdü.
“Her medeni millettin bir anayasası, bir de
meclisi olmalıdır. Beni tanıyan herkes bu fikirde
olduğumu bilir. Şurayı Devlet önemli bir adımdı
ama tahammül edemediler. Bir türlü rahat bırak
mıyorlar devlete hizmet etme niyetindeki adam
ları. Şimdi de ne konuşuluyor biliyor musunuz?
Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da yaptığını
ben de Bağdat’ta yapacakmışım. Nereye gitsem
hep bu söylenti geliyor peşimden. Sözde özerk
bir yönetim planlıyormuşum burada. Elbet padi
şahımız da duyuyordur bu söylenenleri.”
Midhat Paşa’nın sözleri masada buz gibi bir
hava estirmişti. Bazıları,
“Hiç öyle şey olur mu Paşa Hazretleri," diye
mırıldandı.
Ama herkes OsmanlInın çalkantılı bir döneme
doğru ilerlediğinin farkındaydı. Geleceğin ne gös
tereceği bilinmezdi ama Midhat Paşa ya kazana
caktı ya da kaybedecekti. İstediklerini almadan uz
laşmaya varacak biri olmadığı apaçık ortadaydı.
Paşa, önünde duran şarap kadehinden bir yu
dum aldıktan sonra,
“Aman canım ne derlerse desinler,” dedi. “Biz
burada işimize bakalım. Vilayetin hali içler acısı."
68
Osman Hamdi kısa sürede kararını verdi. Bu
aydın OsmanlI paşası gerçekten de imparatorlu
ğun kaderini değiştirebilecek bir güce sahipti...
69
Osman Hamdi paşa babasının sayesinde bu
yaşa kadar çalışmak zorunda kalmadığını arkada
şından gizlemeyi tercih etti. Ardından da,
“Annem çok meraklıdır otlara," diye cevap
verdi. “Tüm hastalıklar için özel formülleri var
dır. Çocukken ne zaman öksürsem hemen birkaç
parça ot karıştırır, tuhaf renkleri olan çaylar dem
lerdi.”
Bunun üzerine Ahmed yerinden kalktı ve arka
daşı için özel bir çay hazırladı. Fincanı uzatırken,
“Bu cehennem sıcağında insanın hararetini
alır," dedi.
Osman Hamdi Ahmed’in karışımını beğendi.
Daha ilk yudumunda keskin nane tadını duyum-
samıştı. Daha başka otlar da olduğu kesindi. Çayı
nı yudumlamayı sürdürürken yeni arkadaşına,
“Midhat Paşa ile nasıl tanıştınız,” diye sordu.
“Ağabeyim Tuna vilayetinde paşanın himaye
sinde çalışıyordu. Bense İstanbul’da ne yapacağı
mı bilemez haldeydim. Cebimde beş kuruşum
yoktu. Kalkıp ağabeyimin yanma gittim ve vila
yette bazı yazı işlerine yardımcı olmaya başla
dım. Bir gün tesadüf eseri kalemim Midhat Pa-
şa’nın dikkatini çekmiş. Beni hemen işe aldı. Da
ha doğrusu bana bir meslek kazandırdı. 0 gün bu
gündür nereye gitse beni de göreve çağırır.”
Osman Hamdi çayını yudumlamayı sürdürür
ken eski zamanlardan söz açtı. İki arkadaşın bir
çok benzer çocukluk anısı vardı. Hemen hemen
aynı yıllarda ve aynı semtlerde büyümüşlerdi. İki-
70
si de Dolmabahçe Sarayı’nın yapım halinde oldu
ğu günleri çok iyi hatırlıyordu.
“Kırım Savaşı sırasında Beşiktaş’taki okulum
dan çıktığım bir gün Fransız askerlerinin arasına
karışıp Tophane’ye kadar yürümüştüm,” dedi Os
man Hamdi. “Hatta biri, daha önce hiç tatmadı
ğım kadar nefis bir çikolata vermişti bana.”
“A, evet ben de hatırlıyorum o günleri,” diye
karşılık verdi Ahmed. “Boğaz’daki Fransız ve İngi
liz gemilerini seyrederdik bütün gün. Selimiye
Kışlası’nın yanındaki İngiliz ordugâhına bakardım
karşı kıyıdan. Tepeler İngiliz askerlerinin beyaz
çadırlarıyla kaplanmıştı. Cepheye gidecek asker
ler son hazırlıklarını yaparlardı orada.”
Osman Hamdi de tekrardan görür gibi olmuş
tu on iki yaşındayken bakakaldığı manzarayı. As
kerlerin sabah saatlerinde yaptığı atış talimini ta
karşı kıyıdaki okulundan duyardı. Bütün sınıf ar
kadaşları gibi o da korkardı patlayan silahlardan.
Ama babasının, “Onlar dost askerler” dediğini ha
tırlar, korkusunu çabucak yenerdi.
O gece Bağdat’ta olduğunu unutup, kendisini
çocukluğuna götüren rüyalar eşliğinde uyudu.
Kadere inanıp inanmadığını bilmiyordu. Ama ge
lecek üzerine planlar yapmaktan çoktan vazgeç
mişti!
71
ra çok imrenmişti. XIX. yüzyılda Avrupa’ya ayak
basan tüm Osmanlı aydınları gibi onun da aklın
dan, bir gün benim ülkemdeki şehirler de böyle
olmalı, düşüncesi geçmişti. Ama hiç şüphe yoktu
ki Bağdat, Osmanlı modernleşmesini şiar edinmiş
insanlar için umut öldürücü bir kara parçasıydı.
Osmanlı sadece İstanbul’dan ibaret değildi. Mid-
hat Paşa’nın dediği gibi, yapacak daha çok iş var
dı. Paşa asla pes etmiyordu. Her gittiği yere çabu
cak uyum sağlıyor, yapılan eleştirilere kulaklarını
tıkadıktan sonra da işine gücüne koyulurdu. Os
man Hamdi ise kendisini ıssız bir çölün ortasında
kaybolmuş gibi hissediyordu. İçindeki buhranla
nasıl başa çıkabileceğini bilemiyordu artık. Pa
ris’teyken herkes onu Doğulu biri olarak görmüş
tü. Ama o gerçek Doğu’yu ömründe ilk defa Bağ
dat’ta tanıyordu. Buranın ne iklimine ne de insan
larına alışabilmişti. Karısının ikinci çocuğuna ha
mile olduğunu öğrendiğinde kaçıp kurtulmak is
tedi bu Tanrı’nın bile unuttuğu topraklardan. Hat
ta bir gece bavulunu bile topladı. Ama yapamadı.
Cebinde taşıdığı istifa mektubunu yırtıp attı.
Ruhunda günbegün derinleşen tezat bedenine
de yansımış, yaz sıcağında ateşlenip yataklara
düşmüştü. Herkes geceleri yarı çıplak uyurken o
üstüne kat kat yorganlar örtüyordu. Doğal olarak
birkaç saat sonra ateşi yükseliyor, kan ter içinde
gözlerini açıyordu. Ardından yatağından fırladığı
gibi evin verandasındaki sallanan iskemleye koşu
yordu. Yaşamdan zevk aldığı tek andı bu. Bağdat
72
semalarını aydınlatan binlerce yıldıza bakmak ne
kadar da rahatlatıcıydı. Her sokağı aydınlatılmış
Paris’te bu kadar yıldızı hiç bir arada görmemişti.
Ama biraz sonra güneş doğacak ve yeni bir gün
başlayacaktı. Oysa ne çok isterdi zamanın durma
sını, sonsuza dek o iskelemde oturmayı. Bir şiir
dolanmıştı diline. Şafağı bekleyen umutsuz dudak
larından hep o şiirin mısraları dökülüyordu:
73
Sabahın ilk ışıklarıyla esmeye başlayan ılık çöl
rüzgârına çıplak göğsünü emanet ederek tekrar
uykuya dalıyordu Osman Hamdi. Diline dolanan
şiiri hangi mısrasında terk ettiğini hatırlayamı
yordu uyanınca. Yine böyle bir sabah kalemini
eline aldı. Sıkıntısından ancak babasıyla derleşe-
rek kurtulabileceğini biliyordu. Ama nedense bir
türlü içindeki fırtınayı sözcüklere dökmedi. Pa-
şa’ya Bağdat’taki siyasi gelişmeleri özetlettiği bir
mektup yazmakla yetindi:
Saygıdeğer Pederim,
Arap halkını anlamaya ve onları medeniyet
leriyle beraber kabul etmeye çalışıyorum. Tabii
bir medeniyetleri varsa! Bağdat’ta oldukça pri
m itif bir yaşam var. İnsan bu ilkelliği her yerde
görebiliyor. Burada şehirler çölün ortasındaki te
pelere kurulmuş. Kendi kendime bu saklı şehir
lerde gerçekten de XIX. yüzyıl insanları mı yaşı
yor diyorum. Devlet için çalışanlar arasında na
muslu bir adama rastlamak pek mümkün değil.
Tüccarlara gelince en saygın sayılanı Fransa'da
olsa kürek cezasına çarptırılırdı. Her gün rüşvet
yemiş memurları kapı dışarı ediyoruz. Burada
çok adama ihtiyacımız var. Gelmeyi isteyecek
tanıdıklarınız varsa çok memnun oluruz.
Açıkça ifade etmem gerekirse Bağdat 'taki yö
neticiler yıllardır baskıcı bir politika izlemişler.
Kutsal emanetleri korumaktan başka hiçbir re
fah etkinliği geliştirmemişler.
74
Büyük Britanya nın bölgeyle ilgili planlar yap
tığı herkesçe biliniyor. Hindistan 'da elde ettikleri
egemenlik Bağdat'a doğru uzanıyor. İngilizlerin
bölgedeki gücü arttıkça halk nezrinde de yüceli-
yorlar. Onlara iki adım mesafede olan bizler ise
küçük düşmüş oluyoruz. Söz konusu gelişmeler
Osmanlı İmparatorluğu nun bölgedeki gücü üze
rinde etkili olabilir mi? Ayrıca İngilizlerin bazı
bölgelerde yöre halkıyla savaşmadan sadece ti
caret silahını kullanarak egemenlik sağladığını
da unutmayalım. Her ne kadar İngilizcenin dün
yanın birçok yöresinde artık daha çok konuşul
duğunu kendi kendimize söylemeye tenezzül et
mesek de, günün birinde İngiliz bayrağının kör
fez semalarında veya Bağdat kapılarında dalga
landığını görmemiz bizim için sürpriz olmaz.
Acaba bölgenin bütün Müslüman halkını tek bir
şemsiye altında toplayabilir miyiz? Bu konular
da sizinle istişare etmeyi ve engin bilgilerinizden
yararlanmayı sabırsızlıkla bekliyorum.
Saygıdeğer Pederim, size en içten selamları
mı yolluyor ve saygılarımı sunuyorum.
Oğlunuz
Osman Hamdy
75
tekrardan faaliyete geçmişti. Paşa, emrindeki as
kerleri yerel isyancıların üzerine sürmekte de ge
cikmemişti. Yıllardır Bağdat’taki hiçbir otoritenin
baş edemediği kanunsuzluklar yavaş yavaş orta
dan kalkıyordu. Osman Hamdi şehrin merkezinde
dolaştığı bir gün darağacında sallanan üç ceset
gördü. Hemen civardaki bir kahvehaneye girip
olayı soruşturdu ve cesetlerin isyan eden aşiret
reislerine ait olduğunu öğrendi. Başka bir gün ise
Pers ülkesinden Bağdat’ı ziyarete gelen bir yetki
linin Şii mezhebine bağlı halk tarafından nasıl
coşkuyla karşılandığına tanık oldu. Karşılama kı
sa sürede büyük bir şenliğe dönüşmüştü. Onlarca
kurban kesildi. Atılan zılgıtlar kulakları tırmalar
ken kalabalık hepten kendinden geçmiş gibi yöre
sel bir dansın ritmine kapılmıştı. Kadınlar da baş
larındaki örtüleri havaya atıp raks etmeye başla
mışlardı. Erkeklerse revolverlerini çıkartıp hiç
durmadan havaya ateş ediyorlardı. Osman Ham
di çevresinde olan biteni seyrederken mezhep
bağının bölgedeki insanlar için en kuvvetli birleş
tirici olduğunu fark etmişti. Körfezin geleceğinde
OsmanlI’nın tayin edici bir etkisi olabilecek miy
di? O günlerde en çok bu soru takılmıştı kafasın
da. Yaşayıp göreceğiz, demişti bir seferinde Mid-
hat Paşa. Doğrusu da buydu galiba.
Osman Hamdi yaşadığı coğrafyaya uygun kıya
fetler giyme âdetini burada da sürdürüyordu.
Özellikle yaz aylarında Araplar gibi giyinmekten
çekinmiyordu. Vilayette işinin olmadığı günlerde
76
üzerine beyaz bir entari alıyor, kafasını yine aynı
renk bir örtüyle sarıyor, ayaklarına da rahat bir
sandalet geçiriyordu. Yeri geldiğindeyse Bağ
dat’taki en modern giyinen beyefendi olmayı ba
şarıyordu. Osmanlı yöneticileri arasında pötika-
reli takım elbise giyen tek centilmen oydu. Vilaye
tin yabancı elçilere verdiği davetlerde herkes
onu bir Avrupalı zannediyordu.
Osman Hamdi resmi işlerden vakit buldukça
resim yapmayı da ihmal etmiyordu. Bölgenin et
nik yapısı oldukça ilgisini çekmişti. Kalın dudaklı
zencilerden yerel kıyafetler giyinmiş bedevilere,
ürkek bakışlı genç kızlardan cephanelik gibi ye
lekleri olan çöl savaşçılarına kadar değişik deği
şik insanlarla çalışma fırsatı bulmuştu. Bazen çiz
diği resimleri kendisine poz verenlere armağan
ediyordu. Ayrıca yeni bir ilgi alanı edinmişti. Ge
çeleri odasına kapanıp bölgenin tarihiyle ilgili ki
taplar okuyordu. Mezopotamya’da kökleri binler
ce yıl gerilere giden bir medeniyetin varlığı bilim
çevrelerince bir süredir tartışılıyordu. Hatta böl
gede kurulmuş olan uygarlığın Mısırlılardan bile
eski olduğu söyleniyordu. En iyisi kendi gözleriy
le görmekti. Bağdat’ın kuzeyinde bulunan çeşitli
kalıntılara katır sırtında ziyaretler yapmaya baş
ladı. Bölge halkı on yıllardır oralara gelen yaban
cı arkeologlara alışkındı. Ama karşılarında ilk de
fa harabelere meraklı bir Türk görüyorlardı.
Tam da o günlerde vilayet konağının kapısına
bir köylü dadandı. Adam her gün geliyor ve Mid-
77
hat Paşa’yı görmek istediğini söylüyordu. Ama
her defasında görevliler adamı zor kullanarak
uzaklaştırıyorlardı. Midhat Paşa günler sonra bu
sahneye tanık oldu ve hemen adamın içeri alınma
sını emretti. Nihayet kendini paşanın karşısında
bulan köylü cebinden tahtaya benzeyen garip bir
nesne çıkardı ve “Efendim,” diyerek söze başladı:
“Bunu bizim tarlada buldum. Ne yapacağımı
bilemedim. Atsam atılmaz, satsam satılmaz. En
iyisini siz bilirsiniz."
Köylü elindekini Midhat Paşa’nın masasına ko
yup odadan çıktı. Paşa kilden yapılmış garip nes
neyi eline aldı ve uzun uzun inceledi. Çok geçme
den bunun eski medeniyetlere ait bir tablet oldu
ğunu anladı.
Akşam Osman Hamdi’nin de hazır bulunduğu
yemek masasında tablet gecenin konusu oldu.
Osman Hamdi okuduğu arkeoloji kitaplarında çi-
viyazısı tabletlerinin fotoğraflarını görmüştü.
Ama ilk defa orijinal bir tableti eline alıyordu. Kil
parçasının üzerinde birbiriyle kesişen yüzlerce
küçük çizik vardı. Tableti ters çevirdi, yan tuttu
ama hiçbir türlü çizgileri bir şeye benzetemedi.
Ama elinde tuttuğu kil parçası onu büyülemişti.
Binlerce yıl öncesinden gelen o çamur rengindeki
nesne, Osman Hamdi’yi bambaşka bir boyuta ta
şımıştı sanki. Parmaklarının ucundan başlayan
bir titreme kısa sürede bütün vücudunu sardı. Bu
duyguyu daha önce sadece Louvre Müzesi’ni ge
zerken tatmıştı.
78
Paşaya doğru dönüp,
“Tableti ne yapmayı düşünüyorsunuz, Efen
dim” diye sordu.
Midhat Paşa Osman Hamdi’nin görüşlerine
her zaman değer verirdi. Hele konu kültür tarihi
ve sanat olunca bu gencin ne diyeceğini merak
ederdi. Osman Hamdi’ye,
“Sizce değerli mi bu?” diye sordu.
“Bence kıymeti büyüktür Paşam. Çiviyazılarını
okumayı başaran uzmanların olduğunu duymuş
tum. Onlardan biriyle temasa geçene kadar table
ti muhafaza etmeliyiz.”
“O zaman en iyisi İstanbul’a göndermek. Zan
nedersem Aya İrini’de bu tarz antikalar biriktirili
yor.”
Masadaki herkes gibi Ahmed de Osman Ham
di’nin kültür birikimine hayrandı. İçinden, şu işe
bak. koskoca Midhat Paşa bile ona danışıyor, di
ye geçirdi. Yemekten sonra bir fırsatını bulup Os
man Hamdi’den kendisi için kitaplar tavsiye et
mesini istedi. Öğrenmeye açtı Ahmed. Bilmek is
tiyordu her şeyi. Birkaç gün sonra bir listeyle çı
kageldi Osman Hamdi. Ahmed kendisi için hazır
lanmış okuma listesine uzun uzun baktı. Fransız
edebiyatının en seçkin örnekleri, aydınlanma filo
zoflarının kitapları ve dünya tarihi üzerine yapıl
mış çalışmalar vardı listede.
“Sakın parana acıma,” dedi Osman Hamdi.
“Hepsini sipariş et Fransa’dan. Meselelerin iç yü
züne vâkıf ol, ondan sonra tartış.”
79
Ahmed arkadaşının öğüdünü dinlemekte ka
rarlıydı. Neredeyse bütün maaşını kitaplara yatır
dı. Tam iki ay sonra kitaplar Bağdat’a ulaştı. Artık
geceleri kimse Ahmed’i görmez olmuştu. Odasın
daki mumlar sabaha kadar yanıyordu. Ama bir
kaç hafta sonra okumaya ara vermesi gerekti.
Çünkü Ahmed’in ağabeyi aniden ölüvermişti. Os
man Hamdi arkadaşını bu zor günlerinde yalnız
bırakmadı. Midhat Paşa da Ahmed’e destek olu
yordu. Hatta bir gün Paşa, Ahmed’e yeni bir ağa
bey olabilmek için kendi adını vermeyi önerdi.
Ahmed de bu öneriyi sevinçle kabul etti. Genç ga
zeteci, bundan böyle Ahmed Midhat olarak anıla
caktı.
Bu arada Osman Hamdi, İstanbul’dan gelen
haberle bir kızı daha olduğunu öğrendi. Maria
mektubunda hem kendisinin, hem de bebeğin
sağlığının iyi olduğunu müjdeliyordu. Küçük kıza
daha önce kararlaştırıldığı gibi Hayriye ismi ve
rildi. Osman Hamdi de babasından Hayriye’nin
bir fotoğrafını çektirip bir an önce Bağdat’a yol
lamasını rica etti. İçindeki özlemi bir nebze de ol
sa dindirebilmek adına bulduğu en iyi çözüm
buydu...
80
lerle pazarlıklar yapmaya bile başlamıştı. Bağ
dat’ta elde edilecek ticari imtiyazlar meselesi, Os
manlI İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasın
da hassas dengelerin gelişmesine neden olmuştu.
Kerbela ve Hicaz’dan geçen hac yollunu takip
eden ticaret kervanları, aynı güzergâhı yılda dört
defa kat ediyorlardı. Bölge halkı yürürlükteki ya
saları hiçe sayıp işlerine geldiği gibi davranırken,
yabancı temsilciler de kendi ülkelerinin ticaret
ten daha fazla pay elde etmesi için her türlü yola
başvuruyorlardı. Osman Hamdi politikayla tica
ret arasındaki çetrefilli ilişkiye ilk defa bu kadar
yakından tanık olmuştu. Başı sıkıştığında ya ba
basına mektup yazıyor ya da Midhat Paşa’ya da
nışıyordu.
Osman Hamdi ile imparatorluğun en meşhur
paşası arasındaki dostluk gün geçtikçe güçlen-
mekteydi. Osman Hamdi babasından gelen mek
tupları okuduktan sonra hemen paşaya götürü
yordu. Midhat Paşa bir zamanlar Şurayı Devlet’te
beraber mesai yaptıkları İbrahim Edhem Paşa’nm
verdiği havadisleri ilgiyle takip ediyordu. İstan
bul’dan gelecek mektup biraz geç kalsa ilk önce
Midhat Paşa huysuzlanıyor, Osman Hamdi’ye,
“Babandan yeni mektup yok mu?" diye sormaya
başlıyordu. Edhem Paşa ise oğluna yazdığı mek
tupların Midhat Paşa tarafından da okunduğunu
bildiği için uzun uzun siyasi gelişmelerden bah
setmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Bir keresinde Midhat Paşa sofradayken,
81
“İşte, bir baba böyle olmalı,” demişti. “Edhem
Paşa oğluna en iyi dostuna yazar gibi yazıyor. Oğ
lum kendine iyi bak, iyi uyu, yemeklerini düzenli
ye, seni çok özlediğim vesaire vesaire demeyip
daha ciddi konulardan bahsediyor. İstanbul’dan,
Fransa’dan, hatta tüm dünyadan her türlü haberi
naklediyor. Biz de bu sayede neler olup bittiğini
öğrenebiliyoruz.”
Paşa tam sözünü bitirmişti ki kapıdan içeri bir
asker girdi ve selamını verdikten sonra elindeki
kâğıdı uzattı. Herkes içeri pat diyen dalan askerin
önemli bir haber getirdiğini anlamıştı. Midhat Pa
şa notu okuduktan sonra düşünceli düşünceli,
“Büyük bir isyan çıkmış," dedi. “Yarından tezi
yok silahlara sarılmalıyız.”
O gece sofra erkenden dağıldı.
Midhat Paşa’nm kökten ıslahat olarak tanımla
dığı çalışmalar bölgede yaşayanların bir kısmı ta
rafından hoş karşılanmıyordu. Hırsızlık, rüşvet ve
haraç üçgeninde işleyen sistem, paşanın darbesiy
le paramparça olmuştu. Bölgeye egemen olan güç
ler eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı. Aşiret
bağlarını da kullanarak bir hamlede binlerce insa
nı sokaklara dökmüşlerdi. Civar kasabalarda baş
layan karışıklık kısa sürede Bağdat’ın merkezine
kadar yayıldı. Ama Midhat Paşa da güçlüydü. Bağ
dat’a sadece vali olarak değil, bölgede konuşlan
mış 6. ordunun komutanı olarak da gelmişti.
Ertesi sabah Osman Hamdi, paşanın yolunu
çevirip,
82
“Ben de sizinle gelmek istiyorum. Efendim”
dedi.
Midhat Paşa bu öneri karşısında önce mırın kı
rın etti.
“Sana bir şey olursa Edhem Paşa’ya ben ne de
rim? Katiyen olmaz Hamdi. Burada işinin başında
kalmalısın. Savaşın sana göre bir iş olmadığını iki
miz de biliyoruz.”
Ama Osman Hamdi kararlıydı. Atını hazırlat
mış, çölde geçireceği gecelerde kendisine lazım
olacak eşyalarını çoktan toplamıştı. Midhat Paşa
genç adamın ısrarları karşısında,
“Peki, gel o zaman,” demekten başka bir çare
bulamadı.
Düzenli ordu isyancıların izini bulmakta zor
lanmadı. Çatışmalar beklendiği gibi çok şiddetli
oluyordu. Hemen hemen her gün sıcak temas sağ
lanıyor, çölün ortasında cesetler birikiyordu.
Midhat Paşa isyancıların gözünün yaşma bakma
makta kararlıydı. Durup dinlenmek nedir bilme
den gece gündüz ilerliyordu. Osman Hamdi ise
paşanın yanı başından ayrılmıyordu. Zaman za
man silahını ateşlemesi gerekse de, Midhat Paşa
onu ciddi bir tehlikeye atmayacak kadar çok sevi
yordu.
Geceleriyse belki de hepsinden zordu. Öğlen
saatlerinde herkesi kan ter içinde bırakan güneş
birden kayboluyor, sonrasında hava insanın içi
ni titretmeye başlıyordu. Osman Hamdi karanlık
basınca ilk önce askerler için çıkan tatsız tuzsuz
83
karavanadan yiyordu. Ardından toz ve çamur
deryasının içinde kurulan eğreti çadırlardan biri
ne çekilmek zorunda kalıyordu. Gece yarısına
doğru başlayan kum fırtınasından korunmanın
hiçbir yolu yoktu. Çöl sarısı minik kum tanecikle
ri, çadırları istila etmek için aradıkları gedikleri
muhakkak buluyordu. Osman Hamdi çadırından
dışarı kafasını bile çıkartamadığı uzun geceler
boyunca sadece düşünüyordu. OsmanlI’nın bir
parçası olan bu topraklarda yaşayanlar kimlerdi
gerçekte? İmparatorluğu coğrafi sınırlardan baş
ka birleştiren bir güç var mıydı? Osmanlı olmak
neydi aslında? Peki ya Türklük? Yoksa ortak pay
da Müslümanlık mıydı bu topraklarda? Mum ışı
ğının loşluğu hayallerine de yansıyor, ülkesinin
geleceği konusundaki karamsarlığı artıyordu. Pa
ris’teyken hiç düşünmediği konulardı bunlar. Bir
sanatçı olarak politikayla hiç ilgilenmemişti ora
da. Ama Bağdat’ta bambaşka biri olmuştu sanki.
Kendini insanlarına karşı sorumlu hissediyordu
artık.
Uykuya dalmadan önce eline kâğıdını ve kale
mini aldı. Her zamanki gibi İbrahim Edhem Pa-
şa’ya mektup yazarak avunmaya çalıştı.
Kıymetli Pederim,
Size bu satırları çadırımda, yere oturmuş
olarak yazıyorum. Yaklaşık ik i haftadır isyancı
Araplara karşı savaşıyoruz. Şimdiden birçok
muharebede hazır bulundum. Her defasında ga-
84
lip geldik. Şu işe bakın, demek başıma bunlar
da gelecekti. Artık asker oldum!
Bağdat'a döndüğümde size meseleyi uzun
uzun yazarım. Şimdi daha fazlasını söylemem
mümkün değil. Sadece size hayatta olduğumu
bildirmek istedim. Benim için endişelenmeyin.
Birkaç güne kalmaz size telgraf çekerim.
Bütün olup bitenlerden beni haberdar etme
y i sürdürmenizi rica ediyorum. Dünyanın geri
kalanından nadiren haber alabiliyoruz. Burada
o kadar yalnızım ki, kendimi bir balonda tek
başıma uçuyormuş gibi hissediyorum.
Ruhumun bütün kuvvetiyle sizi kucaklarım.
Evladınız
O. Hamdy
85
Uzun süre yatağından çıkmayı düşünmüyordu.
Birkaç dakika geçmemişti ki, gazetedeki bir habe
re ilişti gözü. Bombay’daki Osmanlı elçisi istifa et
mişti. Acilen Hindistan’a bir konsolos atanması
gerekiyordu.
Yattığı yerden cephedeki bir asker hızında
kalktı. Elinde bir ay öncenin gazetesi, odanın için
de dolanmaya başladı. Haberi bir kez daha oku
du. Sonra da,
“Bombay,” diye mırıldandı.
Üzerine takım elbisesini giyer giymez kendini
sokağa attı. Doğruca vilayet konağına gitti. Birkaç
dakika öncesine kadar yatağında pijamalarıyla
yatan Osman Hamdi şimdi en şık elbisesinin için
de, Midhat Paşa’nın makam odasının önünde di
kiliyordu. Kapıdaki görevliye paşanın müsait
olup olmadığını sordu.
Yaverden,
“Paşa rahatsız edilmek istemediğini söylemiş
ti; ama siz girebilirsiniz Hamdi Bey," karşılığını
aldı.
Midhat Paşa masasında yığılmış evrakları in
celemekle meşguldü. Kendisinden daha bu sabah
izin isteyen Osman Hamdi’yi karşısında görünce
şaşırdı. Elinde tutuğu kalemi kâğıtların üzerine bı
raktıktan sonra,
“Hayrola Hamdi,” dedi. “Ne işin var burada?”
“Eğer vaktiniz varsa sizinle bir şey konuşacak
tım Paşam.”
“Geç otur bakalım karşıma."
86
Osman Hamdi koltuğa oturur oturmaz kendin
den emin bir vaziyette konuşmaya başladı:
“Paşam, biliyorum hep benim iyiliğimi istersi
niz. Çok mutlu olacağıma inandığım bir göreve ta
libim.”
“Neymiş bakalım istediğin görev."
“Bombay elçiliği. Tabii izniniz olursa.”
Midhat Paşa duyduklarına inanamamıştı. Sa
dece,
“Haydaa,” diyebildi. Şaşkınlığı geçtikten son
ra da,
“Bu da nereden çıktı şimdi Hamdi?” diye sordu.
“Paşam, hep Hindistan’ı görmek istemişimdir.
Hem orada yapılacak çok iş var. Bölge tamamıyla
İngilizlerin egemenliğine girmek üzere. Umman
Denizi savaş gemileriyle dolu. Ama Bahreyn Os
manlI hâkimiyetini kabul etmeye hazır. Hürmüz
Boğazı çevresinde Sünni Müslümanların yaşadığı
bölgeler var. Hatta Hindistan’da bile büyük bir
Müslüman nüfus var. Bu yüzden Bombay’a kabili
yetli bir temsilci atanmalı. Tabii bir de ticari me
seleler var ki, sizin de takdir edeceğiniz gibi onlar
da oldukça karışık işlerdir. Demin de söylediğim
gibi ben bu göreve talibim.”
Midhat Paşa, Osman Hamdi’nin Asya’daki ge
lişmeleri bu kadar yakından takip ettiğini bilmi
yordu. Genç adamdan duyduklarına şaşırmıştı.
Dahası çok etkilenmişti. Biraz düşününce Osman
Hamdi'nin bu iş için biçilmiş kaftan olduğuna ka
naat getirdi. Ama bir sorun daha vardı.
87
“Peki babanız İbrahim Edhem Paşa ne diyor
Bombay’a gitme isteğinize?” diye sordu.
0 anda Osman Hamdi’nin kafası öne düştü.
“Henüz haberi yok Efendim," dedi kısılmış bir
sesle, “ilk önce size söylemek istedim. Eğer siz uy
gun görürseniz ona da açacağım düşüncelerimi.”
Midhat Paşa iki elini de masaya koyup hızlıca
ayağa kalktı.
“Benim için uygundur Hamdi. Lâkin son sözü
paşa pederiniz söyleyecektir. Eğer o da kabul
ederse ben Hariciye Nezareti’ne bir mektup yazıp
Bombay’a atanmanızı sağlayabilirim.”
İki adam neşe içinde el sıkıştı. Osman Hamdi
paşanın makamından oldukça mutlu ayrılmıştı.
Şimdi tek yapması gereken babasının da onayını
almaktı. Hemen bir mektup daha kaleme aldı. “O
kadar istekleyim ki, eminim oraya gitme iznini
benden esirgemezsiniz," diye bitiyordu satırları.
Midhat Paşa’nın bu işe olur verdiğini yazmayı da
ihmal etmemişti.
Osman Hamdi babasının cevabını beklerken
Hindistan’da geçireceği günlerin hayalini kurma
ya başladı. Yüksek bir maaş, hareketli bir kent,
tüm Batı dünyasının gözlerini diktiği bir kıta...
Çok heyecan vericiydi. Bu Bağdat denen yerden
de sonunda kurtulmuş olacaktı. Hem artık Bom
bay o kadar da uzak sayılmazdı. Milletlerarası Pa
ris Sergisi'nde devasa bir maketini gördüğü Sü
veyş Kanalı birkaç ay önce açılmış, Hint Okyanu
su ile Akdeniz artık birleşmişti. Canım sıkıldıkça
88
bir vapura atlar İstanbul’a gelirim diye düşünü
yordu.
“Sadece bir ay sürer yolculuk."
Ama Osman Hamdi’nin hayalleri yine kursa
ğında kaldı. Bombay’a başka bir elçi atanmıştı bi
le. Zaten İbrahim Edhem Paşa bu işe hiç de he
vesli olmadığını mektubunda belli etmişti. Bom
bay’a gitme fikri Osman Hamdi’nin kafasına girdi
ği hızla geri çıktı.
Bağdat onu alıkoymuştu sanki!
Bu duruma en çok Ahmed Midhat sevindi. Os
man Hamdi ile yaptığı sohbetler genç yazar için
oldukça önemliydi çünkü. O da olmasa yazdığı
yeni hikâyelerden kime söz edecekti ki bu çölün
ortasında?
“Bu sefer anneleri tarafından iyi bir eğitim ve
rilen iki genç kızın öyküsünü anlatıyorum. Özgür
lüklerine o kadar düşkünler ki evlenmeyi bile iste
miyorlar."
Osman Hamdi duyduklarına şaşırmıştı. Evlen
mek istemeyen iki kızın hikâyesi, daha bir tane bi
le basılı eser vermemiş olan Osmanlı romancılığı
için oldukça devrimci bir konuydu.
“Hikâye nasıl gelişiyor?" diye merakla sordu
arkadaşına.
“Kardeşinin uyarılarını dinlemeyen Zekiye ev
leniyor ve bu onun felaketi oluyor. Kocasının eve
getirdiği cariyeyle birlikte yaşamak zorunda ka
lan genç kız ince hastalığa yakalanıyor. Acıklı bir
son düşünüyorum."
89
“Adı ne olacak hikâyenin?”
uFelsefe-i Zenan.”
İsim Osman Hamdi’nin hoşuna gitmişti.
“Bakarsın basılan ilk romanı da sen yazarsın
Ahmed,” dedi. “Avrupa’da yüzyıllardır roman
okunuyor. Bizde neden biri çıkıp da bir roman
yazmıyor diye hep düşünmüşümdür.”
Ahmed Midhat arkadaşının sözlerini gülümse
yerek karşılamıştı. Aslında kendisi de çok isterdi
Osmanlı’nm ilk romancısı olmayı.
“Kısmet,” dedi. “Hele bir İstanbul’a dönelim
de.”
90
dat’tan ayrılmadan önce babasına yazdığı son
mektubuna karamsarlık hâkimdi:
91
daha esmer biri haline getirmişti. Ama ondaki
tek değişiklik bu değildi. Paris’te medeniyeti,
Bağdat’ta kendini tammış, olgunlaşmıştı. Bu ara
da idarecilik dersini en doğru kişiden, Midhat Pa-
şa’dan almıştı. Şimdi neler bekliyordu acaba
onu? 1869 yılında Paris’ten birkaç hafta sonra
tekrar oraya dönmek üzere ayrılmıştı. Ama ken
dini Bağdat’ta bulmuştu. Sonra Bombay sevdası
na kapılmış, neyse ki Hindistan’ı çabuk unutmuş
tu. Paris’e dönmeyi düşünmüyordu artık. En iyi
si doğup büyüdüğü şehirde kalmaktı. Daha ide
alistti. İmparatorluğun başkentindeki ilk görevi
için hazır sayılırdı. Edhem Paşa tam da o sıralar
Bayındırlık ve Ticaret nazırı olarak göreve başla
dı. Onun da onayıyla Osman Hamdi, yabancı ya
yınlar müdür muavini olarak devlet hizmetine
girdi.
Bütün gün ülkede yayınlanan yabancı dillerde
ki gazeteleri ve dış basını takip edecek, sonrasın
da da ilgili birimler için raporlar hazırlayacaktı.
Bağdat’ta beraber çalıştığı Ahmed Midhat saye
sinde zaten mürekkep kokusuyla epeyce haşır ne
şir olmuştu. Bu yüzden yeni işine alışmakta zor
lanmadı. Osman Hamdi o günlerde yazma eylemi
ne daha farklı bakmaya başlamıştı. Yazmak da
tıpkı resim yapmak gibiydi, ikisinde de bomboş
bir kâğıdı sadece kendi kafasından geçenlerle
dolduruyordu insan. Akşamları Fransız tiyatro
geleneğine uygun piyesler kaleme almaya başla
dı. Durum komedisi olarak yazdığı diyaloglar en
92
başta kendisini eğlendiriyordu. Bir gün oyunları
nın sahnelenip sahnelenmeyeceğinden emin ol
masa da yazmak onu rahatlatıyordu.
Osman Hamdi’nin Bağdat’tan İstanbul’a dön
düğü yıl Paris’te kazanlar kaynamaya başlamıştı.
Fransızlarla Prusya arasında süregelen savaşta
mavi üniformalıların işi zor görünüyordu. Bis-
mark’m güçlü ordusu Paris’e doğru hızla ilerler
ken şehirdeki Osmanlı öğrencileri birer ikişer
yurtlarına dönmekteydi. Ahmed Ali de savaş teh
didi nedeniyle eğitimini bırakıp İstanbul'a gelen
ler arasındaydı. Kısa bir süre sonra Alman ordu
ları Paris kapılarına kadar dayandı. Şehirde yaşa
yanların can güvenliği kalmamıştı. Ertesi gün tüm
Avrupa gazeteleri III. Napolyon’un seksen bin ki
şilik ordusuyla beraber teslim olduğunu yazdılar.
Yayınlanan illüstrasyonlarda III. Napolyon Al
manların önünde eğilmiş, İmparatorluk kılıcını
Prusya kralına teslim ederken görülüyordu. Os
man Hamdi’nin Paris sokaklarında Abdülaziz’le
beraber gördüğü haşmetli imparator artık sıra
dan bir tutsak durumuna düşmüştü. Geceleri ba
basıyla kafa kafaya verip Fransa’yı bekleyen gele
cek üzerine tartışmalar yapıyorlardı.
“Koca imparatorluğun doğru düzgün bir aske
ri gücü kalmadı," dedi paşa. “Fransızlar kesin bir
yenilgi aldı. Daha bu yüzyılın başında İspan-
ya’dan Moskova’ya kadar her yerde zaferler kaza
nan o büyük Fransız ordusu nereye gitti bir türlü
anlayamıyorum.”
93
Osman Hamdi de,
“Sapasağlam ayakta olan Prusya ordusu Pa
ris’e bir top atışı mesafede,” deyip hak verdi ba
basına.
“Fransa’nın yüklü bir savaş tazminatıyla bile
bu işten yakasını sıyırması mümkün görünmü
yor.”
“Neler olacak acaba?”
“Paris düşecektir. Ama sonrasını bilemem.”
Birkaç haftaya kalmadan Paris’te kimsenin
tahmin edemeyeceği gelişmeler yaşanmaya baş
landı. Halk genci yaşlısı, kadını erkeğiyle silaha
sarıldı. Tüm dünyanın gözü Fransa’nın üzerindey
di. Meydanları dolduran kalabalık imparatorun
teslim olmasını fırsat bilip üçüncü defa cumhuri
yeti ilan etti. Üstelik sokaktaki insanlar vali yar
dımcısı Haussmann’ın genişlettiği bulvarlara ba
rikatlar kurup şehirlerini savunmaya başlamışlar
dı. Kurulan her komün kendi bölgesinde kahra
manca direniyordu. Bu arada Osman Hamdı çalış
tığı dairede Fransa’dan gelen gazeteleri uzun
uzun inceliyordu. Bir hafta önce yayınlanmış ga
zetede, sürgünden yeni dönmüş olan Viktor Hu-
go’nun halka yaptığı çağrıyı okudu:
94
m a sın ka rşım ızd a . D espotluk özgürlüğe saldırı
yor. H aşin olun e y yurtseverler! B ir kö ylü ku lü
b esinin ö n ü n d en g eçerken içeride uyuyan bir
ya vru yu a lnında n ö p m e k için, sa d e c e o anda
durun. ”
95
tırladı. Açlık ve Paris’i bir arada hayal edemiyor
du. Ama savaş her zaman olduğu gibi sefaleti de
beraberinde getirmişti.
Yabancı yayınlar müdür muavini, Paris Komü-
nü’ndeki gelişmeleri hem işi gereği, hem de kişi
sel nedenlerden dolayı oldukça yakından takip et
ti. Parisliler artık Alman ordularıyla değil, halk ik
tidarından ölesiye korkan Fransız Sarayı’na bağlı
birliklerle savaşıyordu. Üstelik daha birkaç ay ön
cesine kadar birbirlerini boğazlayan Prusya ordu
suyla Versailles askerleri, şimdi Paris Komünü’ne
karşı işbirliği yapmaktaydı. Komün yönetimi bu
kargaşanın içinde bir sürü yasa çıkartmayı da ih
mal etmemişti. Paris’te yerel meclisler kurulmuş
ve yönetim halka devredilmişti. Ardından kilisele
rin mallarına el konuldu. Devletin din işlerine büt
çe ayırması yasaklandı. Okullardaki din dersleri
kaldırıldı. Giyotinler meydanlara çıkartılıp yakıl
dı. Bazı fabrikalar işçilerin eline geçti ve üç renk
li Fransız bayrağı yerine desensiz kırmızı bayrak
komünün simgesi oldu.
Savaş içinde devrim yapılıyordu!
Ama düzenli ordu karşında halkın direnişi faz
la uzun sürmedi. 1871 Haziram’nın ilk haftasında
İstanbul’a ulaşan gazeteler komünün yenildiğini
yazmaya başladı. Direnişçiler son kurşunlarına
kadar savaşmışlardı. Yenildiklerini anlayınca da
imparatorluğun simgesi olarak gördükleri Tuileri
es Sarayı’nı yakıp yıkmışlardı. Versailles ordusu
nun Paris’i ele geçirmesiyle yetmiş iki gün süren
96
komün yönetimi sona ermiş oluyordu. Tarafsız
gazeteler sorgusuz sualsiz öldürülen komüncüle
rin sayısının yirmi bini bulduğunu yazdılar. Pa
ris’teki duvarlar komüncülerin kurşuna dizildiği
nişangâhlar olarak hizmet vermişti. Binlerce dire
nişçi de tutuklandı. Hapishaneler, kışlalar, kaleler
ve hatta ahırlar tutsaklarla dolmuştu.
Osman Hamdi son birkaç ayda olup bitenler
karşısında ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemi
yordu. Medeniyetin beşiği olarak kabul edilen Pa
ris’te kan gövdeyi götürmüştü. Ortalık biraz yatı
şınca Paris’te bulunan dostlarına mektuplar yol
lamaya başladı. Kiminden cevap aldı, kimindense
alamadı...
97
1
99
yordu. Osman Hamdi ve Maria bu yöresel kıyafet
leri giyip evin içinde küçük defileler düzenlemeyi
alışkanlık haline getirmişlerdi. Osman Hamdi üze
rindeki kostümlere uygun şivelerde konuşarak
bütün ailesini kahkahalara boğuyordu. O günler
de konaktaki herkesin keyfi yerindeydi doğrusu.
Osman Hamdi Viyana’ya hareket etmeden ön
ce İstanbul’daki nakış işleri sergilerini gezip be
ğendiği eserleri Viyana’ya götürmek üzere satın
aldı. Bu arada Paris’teki öğrencilik yıllarından ar
kadaşı Ahmed Ali de İstanbul’da bir sergi düzen
lemek için yaklaşık bir yıldır çalışmalar yapıyor
du. Mizacından dolayı Şeker Ahmed olarak anıl
maya başlayan usta ressam, Osmanlı tarihinin ilk
resim sergisini organize etmeye çalışıyordu. Da
ha önceleri çeşitli el sanatlarının ve birkaç tane
de tablonun teşhir edildiği sergiler düzenlenmiş
ti. Bazı askeri okullarda da resme meraklı öğren
cilerin eserleri görücüye çıkmıştı. Ama Şeker Ah-
med'in şimdiki hayali tıpkı Paris’tekiler gibi sade
ce ressamlarla sanatseverlerin buluşacağı gerçek
bir resim sergisi düzenlemekti. Gerekli olan finan-
sal desteği bulduktan sonra, 27 Nisan 1873’te bu
hayalini gerçekleştirdi. Sergi üst düzey devlet gö
revlilerinin de katılımıyla açıldı.
İstanbul’da yaşayan yerli ve yabancı birçok
ressam sergiye en iddialı eserlerini yollamıştı.
Özellikle Mösyö Guillement’in tabloları herkes ta
rafından beğenilmişti. Şeker Ahmed ise sergiye
tam on beş eseriyle katılıyordu. Bu ilk resim ser-
100
gisi basının da güzel sanatlar konusuna eğilmesi
ne vesile olmuştu. O günlerin İstanbul gazetele
rinde sanat ve uygarlık ilişkisi üzerine yazılar çı
kıyordu:
101
halkın salonların önünde nasıl kuyruklar oluştur
duğunu hatırlamadan edemedi. Yüzlerce yıllık bir
gecikmenin ardından nihayet kendi şehrinde de
bir resim sergisi açılmıştı işte.
Bu arada İstanbul’da kalan Edhem Paşa Viya-
na’daki oğluna yardım etmek için elinden geleni
yapmayı sürdürüyordu. Paşa sergi için Osman
lI’da H alk G iysileri 1873 isimli kapsamlı bir kitap
hazırlattı. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan
tüm etnik ve dini gruplara yer vermiş olan dev
boyutlu kitaptaki portreler, bir Levanten olan ün
lü fotoğrafçı Pascal Sebah tarafından çekilmişti.
Fotoğraflardaki kompozisyonlar oldukça bilgilen
diriciydi. Aynı karede farklı farklı kültürleri temsil
eden insanlar bir arada fotoğraflanmıştı. Böylece
bölgenin etnik ve dini yapısının kıyafetlere nasıl
yansıdığı bir bakışta görülebiliyordu. Yazar Ah-
med Midhat Efendi de bir Lübnanlı gibi giyinip
Pascal Sebah’a poz verenler arasındaydı. Kitapta
ki Fransızca metinlerin önemli bir bölümü ise Os
man Hamdi tarafından yazılmıştı.
Sergi sorumlusunu Viyana’da en çok düşündü
ren konu fuarda teşhir edilecek imparatorluk hâ
zinelerinin güvenliğini sağlamaktı. Eğer paha bi
çilmez eserlerden birine bile bir şey olursa kendi
sini asla affetmezdi. Osman Hamdi yardımcılarıy
la beraber saatler öncesinden limana gidip hâzi
neleri taşıyan gemiyi beklemeye başlamıştı. Gön
derine Osmanlı bayrağı çekilmiş gemi, Tuna’nın
mavi sularında belirdiğinde tüm heyetin heyeca-
102
nı bir kat daha arttı. Viyana polisi rıhtım bölgesin
de geniş güvenlik önlemleri almıştı. Birbirinden
kıymetli eşyalar İstanbul’dan beri hâzineye eşlik
eden görevlilerin gözetiminde, limanda hazırlan
mış arabalara yüklendi. Osman Hamdi nakliye işi
nin asıl sorumlusu olarak en küçük detayla bile
yakından ilgileniyordu. Her arabaya bir de polisin
binmesini istedi. Az sonra konvoy hâzinenin ser
gi açılışına kadar muhafaza edileceği kraliyet sa
rayına doğru son sürat ilerlemeye başladı. Viyana
halkı bu gösterişli konvoyun ne taşıdığını çok me
rak etmişti. Sokaktaki herkes işini gücünü bırak
mış, hızla ilerleyen at arabalarına bakıyordu. O
anda Osman Hamdi’nin gözünün önüne Abdüla-
ziz’le 111. Napolyon’un Paris sokaklarından geçişi
geldi. Yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti.
Yolculuk boyunca hiçbir aksilikle karşılaşıl
madı. Hazine birkaç hafta sonra saraydan alınıp
Osmanlı pavyonunun en güvenli bölmelerine yer
leştirildi. Fuarın resmi açılışıyla beraber insanlar
devasa büyüklükteki sergi alanına adeta akın et
mişlerdi. Viyana’ya sırf bu sergi için farklı farklı
ülkelerden binlerce ziyaretçi gelmişti. Salonlarda
ağırlıklı olarak Almanca konuşulsa da, hemen he
men her lisanı işitmek mümkündü. Osman Ham
di’nin yönetimindeki Türk pavyonu kısa sürede
serginin en çok ziyaretçi çeken köşelerinden biri
oldu. Pavyonda göbektaşı ve kurnası olan bir
Türk hamamı, göz alıcı iç dekorasyonuyla bir
Türk konağı ve ziyaretçilere nargile, kahve ve çay
103
ikram edilen geleneksel bir Türk kıraathanesi var
dı. Her üç yapı da bire bir ölçülerde inşa edilmiş
ti. Duvarlarsa Türk halı ve çinilerinin en nadide
örnekleriyle kaplanmıştı. Bir de berber dükkânı
kurulmuştu pavyona. İstanbul’dan getirtilen bir
usta deri kayışına sürterek bileylediği usturasıyla
dileyenlerin sakalını kesiyordu. Tüm bu hazırlık
lar sayesinde sergiyi gezenler adeta küçük bir İs
tanbul turu atmış gibi oluyordu.
Osman Hamdi'nin beklediği gibi kostümler de
büyük ilgi görmüştü. Ziyaretçiler özellikle Aydın
zeybeklerinin giydiği kıyafetlere hayran kalmıştı.
Osman Hamdi zaman zaman kostümlerden birini
üzerine geçirip fotoğraf makineleri için pozlar ve
riyordu. OsmanlI pavyonunda en çok halı satışı
yapılmıştı. Avrupa’dan, Latin Amerika’dan, hatta
Japonya’dan gelen ziyaretçiler hiç de ucuz olma
yan elişi Türk halılarından satın alıyorlardı. Fuar
da ürünlerini tanıtan ünlü Hacı Bekir şekerleme
leri ise organizatörler tarafından gümüş madalya
ya layık görüldü. AvrupalIlar Türk lokumuna ba
yılmışlardı. Osman Hamdi sergiye gelen ünlü şe
kerci Hacı Bekir’in torunlarını bizzat tebrik etti ve
fırsattan istifade edip enfes lokumlardan tattı...
104
tişkin biri olarak Viyana’nın tadını çıkartıyordu.
Davetlere katılıyor, tiyatrolara gidiyor ve müzele
ri ziyaret ediyordu. Medeniyeti özlemişti. Yaşadı
ğı çağda çoğu insanın doğduğu mahallede yaşlan
dığının farkındaydı. Ama o herkesten farklıydı.
Böylesi bir hayata sahip olduğu için şükretti. Ba
samakları koşar adım çıkıyordu. Ama nereye doğ
ru gittiğini kendisi bile bilemiyordu. Altı yıl önce
ki Paris Sergisi’nin basit bir katılımcısı değil miy
di? Osmanlı pavyonundaki ufak tefek işlere yar
dımcı olmuştu sadece. Şimdiyse dünya sergisine
katılan Türkler arasındaki en üst düzey görevliy
di. Bir insan daha ne isteyebilirdi ki?
Viyana’da kaldığı süre boyunca babasının es
ki dostu olan Fransız bir diplomatın evine gidi
yordu sık sık. Ailenin Osman Hamdi’den birkaç
yaş küçük bir oğlu ve iki kızı vardı. Türk misafir;
birbirinden ilginç bibloları, porselen çanak çöm
lekleri, gümüş kaşık bıçak takımları, her zaman
yanan bir şöminesi ve tüm odalara yayılmış gü
müş kaplama şamdanları olan bu evde kendisini
çok rahat hissediyordu ailenin tüm üyeleri de
onu sevmişti. Varlıklı evlerde eğer genç bir kız
yaşıyorsa, piyano olmazsa olmaz bir aksesuardı.
Eve gelen konuklar zorla salondaki koltuklara
oturtulur ve onlara kız çocuklarının nasıl piyano
çaldığı gösterilirdi. Osman Hamdi de akşam ye
meklerinden sonra bu âdetten payına düşeni alı
yordu. Sık sık hatalarla dolu resitaller dinlemek
zorunda kalıyordu. Bazen de sergiden getirdiği
105
kuklalarla gösteriler düzenleyip ev sahiplerini
güldüren o oluyordu.
Evde büyük bir davetin verildiği kalabalık bir
gecede Osman Hamdi elinde şarap kadehi duvara
yaslanmış, kendilerini Viyana valslerine kaptıran
gençleri izlemeye dalmıştı. Kısa süre sonra gözle
rinin hep aynı genç kızın üzerinde gezindiğini fark
etti. Kız bembeyaz muslin bir elbise giymişti. Ka
barık eteklerini savura savura dans ederken dal
galı saçları her adım atışında havalanıyor, ortaya
çıkan zarif boynu meraklı gözleri memnun ediyor
du. Salondaki erkeklerse bir dakika bile dinlen
mesine fırsat vermeden genç kızı dansa kaldırı
yorlardı. Osman Hamdi büyülenmiş halde karşı
sındaki zarafeti izlemeyi sürdürdü. Bir süre sonra
dans etmekten artık iyice yorgun düşen genç kız,
solonun uzak bir köşesine doğru çekildi ve kele
bek desenleriyle süslü yelpazesini hızlı hızlı kaba
rıp inen göğüslerine doğru sallamaya başladı. Os
man Hamdi elindeki kadehi boş bir sehpanın üze
rine bıraktığı gibi hemen kızın yanına yaklaştı ve
kendisini,
“Viyana Sergisi Osmanlı pavyonu sorumlusu,"
olarak takdim etti.
Genç kız şaşırmış gözüküyordu. Birkaç saniye
boyunca sustu. Osman Hamdi kızın Fransızca bil
mediğini düşünmeye başlamıştı ki, kusursuz bir
aksan işitti:
“Mösyö, siz gerçekten de Türk müsünüz?”
“Evet, Matmazel. Adım da Osman Hamdi."
106
“Ne olur şaşkınlığımı maruz görün. Hayatımda
ilk defa bir Türk’le tanışıyorum da.”
Osman Hamdi gülerek,
“Umarım sizi hayal kırıklığına uğratmamışım-
dır,” dedi.
“Ben Türkleri hep daha farklı hayal etmiştim.
Hiç de düşündüğüm gibi değilmişsiniz.”
Osman Hamdi gülmeyi sürdürüyordu.
“Hayalinizdeki Türk’ü merak ettim doğrusu,”
dedi.
Kız da gülmeye başlamıştı.
“Bir kere kafanızda kırmızı bir fes olmalıydı.
Sonra belinizde bir kuşak. Bir de ismini bilmiyo
rum ama o bol pantolondan giymeniz gerekiyor
du.”
“Tanzimat’tan beri ülkemde çok şey değişti,”
diyerek cevap verdi Osman Hamdi. Sesi ciddileş
mişti. “Medeniyete uyum sağlamak için çabalıyo
ruz. Tabii kıyafetlerimiz de değişiyor. Bu arada
daha bana adınızı bile söylemediniz Matmazel."
Kız utanarak,
“Adım Maria," dedi. “Aslen Fransız'ım.”
Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Te
sadüfün bu kadarı da olmazdı. Tıpkı karısı gibi bu
kızın da adı Maria idi. Üstelik o da Fransız’dı. Ya
şadığı küçük şoktan çıkar çıkmaz hemen Paris
üzerine sohbete başladı.
“Paris’te dokuz yıl kaldım. Ecole des Beaux
Arts’ta resim eğitimi gördüm. Gustave Boulanger
ve Jean Leon Gerome’ün öğrencisi oldum. 1869
107
yılında ayrıldım Fransa’dan. Sonra Konstantino-
polis’e dönüp sarayın hizmetine girdim. Babam
İbrahim Edhem Paşa, imparatorluğun Bayındırlık
ve Ticaret nazırıdır."
Maria’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Karşı
sında Türk sultanını yakından tanıyan bir ailenin
üyesi duruyordu. Üstelik bu genç adam Paris’te
eğitim görmüş bir ressamdı. Ne diyeceğini bile
medi.
Tam o anda Osman Hamdi,
“Kaç yaşındasınız Matmazel?” diye sordu.
Maria gözleri önde,
“On yedi,” dedi.
Hemen ikinci soru geldi.
“Viyana’da ne yapıyorsunuz?"
“Öğrenciyim. Paris’te savaş başlayınca ailem
okumam için beni buraya yolladı. Bu yıl okulumu
bitirip ülkeme geri döneceğim."
“Sergideki Osmanlı pavyonunu muhakkak gör
melisiniz. Eğer teşrif ederseniz sizi bizzat gezdiri
rim. Sıkılmayacağınızı şimdiden garanti ediyo
rum.”
Maria bu teklifi gülümseyerek karşılamıştı. Çe
kine çekine,
“Neden olmasın,” dedi.
Genç kız yeni tanıştığı Türk'ün kendisiyle ilgi
lendiğini fark etmişti. Osman Hamdi ise, yıldırım
aşkı dedikleri bu olsa gerek diye düşünüyordu.
Gece biterken Maria hafta sonu Osmanlı pavyo
nunu ziyarete geleceğine söz verdi.
108
Osman Hamdi o gece heyecanından uyuyama-
dı. Bir an önce pazar gününün gelmesini istiyor
du. Ama sanki zaman donmuştu. Geçmek bilme
yen o birkaç gün boyunca hep Maria’yı düşündü.
Ve pazar günü geldiğinde özel konuğuna Türk mi
safirperverliğinin tüm sıcaklığını gösterdi. Ma-
ria’ya kahveler, lokumlar ve tatlılar ikram etti. Es
ki sultanların kullandığı kaftanları, altın yaldızlı
porselen çay takımlarını, pırlanta kaplamalı han
çerleri ve birbirinden kıymetli mücevherleri ince
lediler birlikte. Maria gördükleri karşında çok et
kilenmişti. Türklere karşı hissettiği korkuyla karı
şık küçümseme duygusunun ne kadar yersiz ol
duğunu fark etmişti.
Osman Hamdi genç kızın kalabalıktan bunaldı
ğını hissedince dışarı çıkmayı önerdi. İlk önce yu
varlak bir kubbesi olan devasa büyüklükteki giriş
salonuna vardılar. Sonra üstünde sergiye katılan
tüm ülkelerin bayraklarının dalgalandığı ana kapı
ya ulaştılar. Fuar alanının hemen dışında fıskiye
lerinin metrelerce yukarıya su fışkırttığı büyük
bir havuz vardı. Havuzun etrafında ağır adımlarla
bir iki tur attılar. Ardından boş bir bank bulup
oturdular. Maria üç sene önceki Prusya Savaşı sı
rasında yaşadığı zor günleri anlatmaya başladı.
Osman Hamdi de Bağdat’ta Midhat Paşa ile geçen
günlerinden bahsetti. Sonra Konstantinopolis
hakkında konuştular uzun uzun. Maria bütün Av
rupalIlar gibi sultanla, haremle, haremağlarıyla il
gili sorular soruyordu. Konstantinopolis’i gör-
109
mek istediğini de açık açık dile getiriyordu. Os
man Hamdi’ye göre İstanbul dünyanın en güzel
şehriydi. Boğaz'ı, sarayları, camileri anlattı genç
kıza. Maria Türk arkadaşının yüzüne bir peri ma
salı dinlermiş gibi bakıyordu.
O gün ikisi de çok eğlenmişti. Sonraki günler
deyse Maria yeni arkadaşına Viyana’yı gezdirme
ye başladı. Genç kız uzun süredir bu şehirde ol
duğu için her yeri avucunun içi gibi biliyordu. Os
man Hamdi kendini tamamıyla Maria’nm rehber
liğine bırakmıştı. Birlikte müzeleri, sarayları ve
parkları gezdiler. Bir zamanlar Napolyon’un işgal
ettiği Schönbrunn Sarayfnın devasa bahçesinde
saatlerce yürüdüler. Gotik mimarinin en göz alıcı
örnekleri olan katedrallere ve kiliselere gittiler.
Maria'nın mum dikip sessizce dua ettiği dakika
larda bile Osman Hamdi çevresini incelemeyi
unutuyordu. Hayranlık bürümüş bakışları, gizli
gizli de olsa hep genç kızın üzerindeydi. Maria
Türk arkadaşını Viyana’daki ünlü halk pazarı
Naschmarkt’a bile götürdü. Osman Hamdi kala
balığın arasına karışıp birbirinden lezzetli meyve
lerin tadına bakmaktan çok keyif aldı. Viyana’ya
özgü tatlıları da beğenmişti. Kayısı marmelatlı ve
sıcak çikolata kaplı meşhur Sacher pastasından
kaç dilim yediğini kimse sayamadı.
Maria yorulduğunu hissettiğinde erkek arkada
şının koluna girip bir kaleye oturmayı teklif edi
yordu. Osman Hamdi kaledeki garsona içecek bir
şeyler söyledikten sonra hemen cebinden defteri-
110
ni ve kurşun kalemini çıkartıyor, Maria’nın gülüm
semesini sayfalara aksettiriyordu. Genç kız, res
sam arkadaşının defterden kopardığı kâğıdı alıp
özenle çantasına koyuyordu her defasında. Kendi
sine verilen bu güzel hediyenin altında kalmak is
temediğinden hesabı ödemeye kalksa da, Osman
Hamdi her zaman ondan çabuk davranıyordu.
Bu arada günler hızla geçiyor, Viyana Sergi-
si’nin kapanışı yaklaşıyordu. Osman Hamdi sergi
de geçirdiği zamanlarda bile sürekli Maria’yı dü
şünmeye başlamıştı. Bu işin nereye varacağını bir
türlü kestiremiyordu. Başını derde soktuğunun
farkındaydı. İstanbul’a dönünce aklının Viya-
na’da, daha doğrusu Maria’da kalacağını çok iyi
biliyordu. Artık onsuz yaşayamazdı. Düşündü ta
şındı, Maria ile açık açık konuşmaya karar verdi.
Hemen genç kızın kaldığı eve bir not gönderip er
tesi gün için buluşma talep etti.
Ne olacaksa olsundu!
Ertesi gün her zaman buluştukları kafeye ilk
gelen Osman Hamdi oldu. Heyecanı yüzüne yan
sımıştı. Avuç içleri buz kesmiş, şakaklarında ter
damlacıkları belirmişti. Kendine bir kadeh likör
söyleyip Maria’yı beklemeye başladı. Çok geçme
den genç kız kapıda göründü. Büyüleyiciydi. Tüm
salonun bakışları birden onun üzerinde çevrildi.
Ama Maria hiçbirini görmeden Türk arkadaşının
yanına geldi. Osman Hamdi, bonjour dedikten
sonra genç kızın eline küçük bir öpücük kondur
du. Ardından bütün cesaretini toplayıp konuya
111
girdi. Maria Osman Hamdi’nin evli olduğunu, da
hası iki de kızı olduğunu öğrenince şok geçirdi.
Tüm bunların üstüne Osman Hamdi Maria’ya
olan aşkını da itiraf etmişti. Genç kız şaşkındı, ne
diyeceğini bilemedi.
“Benimle Konstantinopolis’e gelir misin?” so-
rusunuysa hiç beklemiyordu. Ama duydukları
doğruydu. Bir an için karşısındaki adamın peşine
takılıp Konstantinopolis’e gittiğini hayal etti. Bu
sefer de, orada beni bir harem dairesi mi bekliyor
diye düşünüp paniğe kapıldı. Kendini toparladık
tan sonra,
“Dediklerinden hiçbir şey anlamadım Hamdi,"
dedi. “Bana ikinci karılık mı öneriyorsun yoksa?"
Osman Hamdi bu yanlış anlamayı hemen dü
zeltti:
“Benimle beraber İstanbul’a gelmeye razı olur
san karımdan hemen boşanacağım.”
Aslında Osmanlı hukukuna göre boşanmadan
ikinci bir evlilik yapmasında hiçbir sakınca yoktu.
Ama Osman Hamdi bu seçeneği aklına bile getir
medi. Böyle bir şeyi sevdiği insanlara yapamazdı.
Bu sırada Maria,
“Nasıl olur, aileme ne derim, okulum ne ola
cak?” diye sayıklıyordu. Kafası karmakarışık ol
muştu kızcağızın. Karşısında oturduğu adam kim
di gerçekte? Avrupa’ya alışmış genç bir kız ne ya
pardı sultanın şehrinde? Sokağa çıkması gerekti
ğinde çarşaf mı giyecekti? Ya din meselesi ne ola
caktı? Müslüman mı olması gerekecekti?
112
Osman Hamdi. Maria’nın kafasında onlarca so
ru işaretinin dolaştığını hissetmişti. Ama onu İs
tanbul’a götürmekte kararlıydı. Saatler süren ik
na çabalarından sonra emeline ulaştı ve Maria ta
mam dedi. Hemen o masada mektuplar yazıldı.
Maria Paris’teki ailesine durumu bildirdi. Osman
Hamdi ise hem babasına hem de karısı Maria’ya
ayrı ayrı mektup yazdı. İbrahim Edhem Paşa’dan
evdeki durumu idare etmesini rica ediyordu. İs
tanbul’daki Maria’nm kalbi kırılacaktı, ama yapa
cak bir şey yoktu. Âşık olmuştu! Tek endişesi ço
cuklarıydı. Maria onları Paris’e götürmek isteye
bilirdi. Bu da onun en doğal hakkıydı...
113
elbiseleri. Hayır diyemedim. Halbuki babama
hepsini geri getireceğimi söylemiştim. Ona biraz
canım sıkkın."
Maria beklenildiği gibi İstanbul’da biraz soğuk
karşılandı. Fatma Hanım yeni gelinine mesafe koy
muştu. Paşa ise ne yapacağını şaşırmıştı. İki Fran
sız kadının karşılaşmaması için elinden geleni ya
pıyordu. Maria için misafir odası hazırlandı. Ama
konağın kaç odası olursa olsun, böylesi bir durum
da aynı çatı altında yaşamak hiç de kolay değildi.
Osman Hamdi ürkek bakışlarla karısı Maria’yı arı
yordu evin içinde. Birkaç saat sonra yatak odasına
çıkıp onunla yüzleşti. Osman Hamdi ne diyeceğini,
lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu.
“Maria inan bana..."
“Açıklama yapmana gerek yok Hamdi," deyip
sözünü kesti karısı. “İlk vapurla Paris’e dönüyo
rum. Çocuklar da benimle geliyor. Daha fazla ko
nuşmayalım.”
Osman Hamdi odadan çıkar çıkmaz kendini di
vanın üzerine attı. Bacakları bir betonun içine gö
mülmüştü sanki. Yürüyemiyordu. Tüm vücudu
nun titrediğini hissetti. Karısına, lütfen çocukları
burada bırak demeyi istiyordu. Ama bir anneye
nasıl söylenebilirdi ki böyle bir şey? Hayriye yata
ğın yanına yerleştirilmiş beşikte mışıl mışıl uyu
yordu. Ama ablası Fatma olanları sezmiş gibiydi.
Her zamanki gibi babasının dizinin dibinden ayrıl
mıyordu. Osman Hamdi Fatma’nın saçlarını okşa
dı. Sonra ona sıkıca sarıldı.
114
Maria iki gün sonra evdekilerle vedalaşıp Fran
sa’ya geri döndü. Bir kadının yaşayabileceği bu en
zor anları olabildiğince metanetle karşılamıştı.
Hayriye çok küçük olduğundan annesi onu yanın
da götürüyordu. Ama babasını çok seven Fat
ma’yı İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştı.
Çünkü küçük kız evden ayrılmamak için saatlerce
gözyaşı dökmüştü. Osman Hamdi, Fatma’nın İs
tanbul’da kalmasına çok sevindi. Hak etmediği bir
ödüldü bu. İçinden gelen sesse Hayriye’yi sonsu
za kadar kaybettiğini söylüyordu.
Ayrılık günü Galata Rıhtımfnda küçük kızını
son bir kez daha öptü. Ama Maria bu anının uzun
sürmesine izin vermedi. Hayriye’yi kucağına alır
almaz, kocasıyla vedalaşmadan gemiye çıkan
merdivenleri tırmanmaya başladı. Osman Hamdi
büyük kızı Fatma ile beraber dakikalarca geminin
hareket etmesini bekledi. Ama güvertede kendisi
ne el sallayan birini göremedi.
115
Nikâh günü geldiğindeyse karısını karşısına al
dı ve,
“Sana bundan böyle Naile demek istiyorum,"
dedi.
Genç kız şaşırmıştı. Naile ismini yüksek sesle
üç kez tekrarladı. Kulağa hoş geliyordu. Sonra he
men,
“Anlamı ne?” diye sordu.
Maria, Naile'nin erişmek, kavuşmak anlamına
gelen nail kelimesinin dişil hali olduğunu öğrendi
ve o andan sonra Naile oldu.
116
/ %
CÜ// CÜ Çj8 ö //ü/ / / /
93 Harbi sırasında asker üniformasıyla.
Osman Hamdi gibi biri için devlet işi tüken
mezdi. Naile Hanım ile evliliğinin tadını çıkarma
sına fırsat bulamadan Hariciye Nazırlığı protokol
müdür muavini olarak atandığını öğrendi. Bun
dan böyle diplomatik görüşmelerin tertibinden
ve yabancı devlet adamlarının ağırlanmasından
sorumlu olacaktı. Konuklara ne hediye verileceği,
davetlerde neler yeneceği gibi ayrıntılarla bile il
gilenmesi gerekecekti. Avrupalı elçilerin Osmanlı
padişahının karşısında el pençe divan durduğu
dönemler çoktan geride kalmıştı. Artık bu tarz gö
rüşmeler modern diplomasinin kuralları çerçeve
sinde yapılıyordu. Osman Hamdi şimdi de. Harici
ye Nezareti’nin yabancı yetkililerle kurduğu ilişki
lere Avrupa’da edindiği görgüyü katmakla yü-
fûmlüydü. Görev başı yaptığı gün Bağdat’ta gide
ceğini öğrendiği andaki gibi bir kaygıya kapılma
dı. Artık kendine güveniyordu tutuğunu koparan
119
biri olduğunu herkese kanıtlamıştı. Yeni eşi ve
yeni işiyle birlikte kendi şehrinde, yepyeni bir ha
yata başlamıştı.
Bu arada İbrahim Edhem Paşa uzun zamandır
hayalini kurduğu Boğaz kenarı bir yalıya sahip ol
ma arzusunu sonunda gerçekleştirmişti. Kuru
çeşme sahilinde dört yüz metrekare büyüklüğün
deki yalı, iki geniş salon, on iki oda ve dört tuva
letten oluşuyordu. Bahçesi fıskiyeli bir havuz ve
antika bir selsebil ile süslenmişti. Ama yine de
Edhem Paşa ailesinin üyeleri Mahmutpaşa Hama-
mfnın karşında bulunan eski konaklarından taşı
nırken hüzünlenmişlerdi. Hatta Fatma Hanım, ko
naktaki eşyaların hamallar tarafından sırtlanıp
kapının önünde bekleyen at arabalarına yüklendi
ğini görünce gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Ço
cukları Hamdi, Mustafa, Galib ve Halil’in konağın
bahçesinde koşturarak oyun oynadıkları günlerin
üzerinden onca yılın geçtiğine bir türlü inanamı-
yordu.
Ama kısa sürede herkes Kuruçeşme’deki yalı
ya alıştı. Akşam yemeği için deniz kenarına indiri
len masa gece yarısına kadar orada kalıyor, neşe
li sohbetlere tanıklık ediyordu. Uzun yaz geceleri
boyunca kimsenin aklına Boğaz esintileriyle se
rinleyen bahçeyi bırakıp eve girmek gelmiyordu.
Naile Hanım da yeni düzenine alışmakta zorluk
çekmemişti. Boğaz’dan geçen yunus sürüleriyle
komşu olmaktan dolayı çok mutluydu. Üstelik ga
rip bulduğu hiçbir âdetle karşılaşmamıştı kocası-
120
nın evinde. Kendisini İstanbul’da yaşayan bir
Fransız aileye gelin gitmiş gibi hissediyordu.
Birkaç hafta sonra Osman Hamdi hocası Jean
Leon Gerome’den bir mektup aldı. Gerome mek
tubunda Konstantinopolis’e geleceğini müjdeli
yordu. Ressamın doğuya yaptığı seyahatler, en az
tabloları kadar ünlenmişti. Oryantalistlerin üsta
dı her seferinde ne yapar eder sultanın şehrine
de uğrardı. Gerome söylediği gibi kısa bir süre
sonra İstanbul’a geldi. Osman Hamdi hocasını
kendi şehrinde görmekten dolayı büyük mutluluk
duymuştu. Beaux Arts yılları üzerinden çok za
man geçmiş, iki adamın arasındaki hoca öğrenci
ilişkisi artık tamamen ortadan kalkmıştı. Gerome,
Beyoğlu’ndaki bir kafede buluştukları Osman
Hamdi’yi Doğululara özgü bir şekilde kucaklaya
rak karşılamış ve aynı şekilde karşılık bulmuştu.
Ünlü ressam heyecanla,
“Paris’teki atölyemi şimdi görmeni isterdim
Hamdi," diye söze başladı. “Her yanı Doğu tarzın
da döşedim. Yüzlerce orijinal aksesuarım var.
Nargileler, fesler, kaftanlar, ayakkabılar, ferace
ler, kilimler. Daha neler neler. Sama atölyemin bir
fotoğrafını getirdim. Ceketimin cebinde olacaktı."
Osman Hamdi Paris’i özlemişti. Hocasının adı
na imzaladığı fotoğrafa biraz da hüzünle bakarken,
“Keşke işlerden fırsat bulup gelebilsem yanını
za,” dedi. “Ama bu aralar o kadar yoğunum ki.”
Gerome içtiği Türk kahvesinden koca bir yu
dum aldıktan sonra,
121
“Duyduğuma göre Paris’ten sonra Bağdat’a git
mişsin,” dedi. “Birkaç aydır da Viyana’daymışsın.
Oysa ben seni hep başka türlü hayal etmiştim
Hamdi. Sanata karşı öyle bir tutkun vardı ki, başka
işlerle uğraşacağın hiç aklıma gelmezdi doğrusu."
Osman Hamdi hocasına hak verir gibi başını
salladı.
“Devletimizin eli kalem tutan herkese ihtiyacı
var. Fransa’daki gibi sadece sanatla uğraşacak bir
sınıfın oluşması şu an için bizde imkânsız görünü
yor. OsmanlI’da devlete hizmet hep öncelikli ol
muştur. Ben de bu kurala uydum gidiyorum işte.”
“Sen mutluysan sorun yok. Ama resim ihmal
etmeye gelmez. Bunu sakın unutma!"
“Her fırsatta elime fırçamı alıyorum, merak et
meyin. Son yaptığım tabloları size göstermeyi
çok isterim. Kaç gün kalacaksınız Konstantinopo-
lis’te?”
Gerome’ün gözleri ışıl ışıl parlamıştı.
“İnan bilmiyorum Hamdi,” dedi. “Doğu ışığı al
tında yaşamaktan asla sıkılmıyorum. Kalabildi
ğim kadar buralardayım. Ama daha güneye de in
meyi düşünüyorum. Mısır, Tunus ve Cezayir üze
rinden döneceğim Fransa’ya. Oldukça uzun bir
yolculuk bekliyor beni. Bu arada senden bir ri
cam olacak.”
“Size bir yardımım dokunursa ne mutlu bana.”
“Eleştirilerden bıktım usandım artık. Beni hep
hayal dünyaları çizmekle itham ediyorlar. Bura
dan birçok fotoğraf satın almak istiyorum. Paris’e
122
döndüğümde Konstantinopolis’in insanları, so
kakları, camileri, hamamları, çarşıları da benimle
beraber gelsin diye. Her ayrıntıyı gerçeğe uygun
olarak çizebileceğim böylece. Gerçi fotoğraflar si
yah beyaz olduğundan renkleri hafızamda tut
mam gerekecek ama olsun. Hiç yoktan iyidir.”
Osman Hamdi’nin aklına iyi bir fikir gelmişti.
“Sizi saray fotoğrafçıları Abdullah Biraderlerle
tanıştırmalıyım. Onların gündelik hayat üzerine
çektikleri fotoğraflar harikadır. Şehir panorama
larını da görmelisiniz.”
Gerome dostunun bu önerisine çok sevinmiş
ti. Çünkü o da Abdullah Biraderlerin ününü duy
muştu. Onların Fransız Fotoğraf Topluluğu'na ka
bul edildiklerini biliyordu. Ama bir konu daha
vardı meşhur ressamın kafasını kurcalayan.
“Peki ya eski sarayın harem dairesi,” dedi.
“Orayla ilgili fotoğraflar, gravürler bulabilir mi
yiz? Duyduğuma göre padişah Dolmabahçe’ye ta
şındıktan sonra Topkapı Sarayı’na girip çıkmak
daha kolay oluyormuş.”
Osman Hamdi, Gerome’ün son dönemlerde
hareme karşı özel bir ilgi duyduğunu biliyordu.
Fransız ressam, egzotizm ile erotizmin kaynaşma
sının AvrupalIlar için had safhada kışkırtıcı oldu
ğunu keşfettiğinden beri, hadım edilmiş siyahi
harem-ağalarınm ve Batılı erkeğin göz zevkine gö
re betimlenmiş çıplak cariyelerin arzı endam etti
ği tablolara ağırlık vermişti. Osman Hamdi ustası
için neler bulabileceğini düşündü. Ardından otur-
123
dukları kafeden kalkıp Abdullah Biraderlerin fo
toğraf atölyesine doğru yürümeye başladılar.
Cadde-i Kebir her zamanki gibi kalabalıktı. Cadde
boyunca işleyen atlı tramvaylar vızır vızır yanla
rından geçiyor, yola inmeyi tehlikeli hale getiren
faytonlarsa bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.
Yayalar, sokak satıcıları ve dilenciler tarafından
istila edilmiş dar kaldırımda güçlükle ilerlerken
Gerome ilgiyle etrafına bakındı ve,
“Yirmi yıl öncesine göre epey değişmiş burala
rı," dedi. “Paris sokaklarından bir farkı kalmamış."
Osman Hamdi başıyla onayladı hocasını. Son
ra da,
“Beyoğlu özel bir yerdir,” dedi. “Ta Bizans’tan
beri Konstantinopolis’in Batılı yüzünü simgeler."
“Ama ben sur içini tercih ederim. Eyüp’ü, Sü-
leymaniye’yi, Edirnekapı’yı. Oradaki camiler, me
zarlıklar ve kıraathaneler gerçekten de Doğu’da
olduğumu hissettirir bana."
Gerome konuşmasına devam ederken Osman
Hamdi vitrininde birbirinden hoş portre fotoğraf
larının sergilendiği bir dükkânın önünde durdu
ve hocasını eliyle içeri davet etti. Gerome atölye
de gördüklerine inanamamıştı. Saray fotoğrafçıla
rı Abdullah Biraderlerle tanıştığı için kendisini
çok şanslı hissediyordu. Yüzlerce fotoğraf incele
di ve birçoğunu satın aldı.
Osman Hamdi, hocasını en iyi şekilde ağırla
dıktan sonra tekrar işlerinin başına döndü. Sara
yın hizmetinde bulunmaktan memnun olmasına
124
memnundu ama içinde tarif edemediği bir huzur
suzluk vardı. Bu yaşa gelmesine rağmen kaderini
hâlâ tam olarak eline alamadığını hissediyordu.
Mesala on sene sonra ne işle uğraşacağını bilemi
yordu. Hariciye Nezareti’nde protokolden sorum
lu olmak uzun zamandır hayalini kuruduğu bir iş
değildi doğrusu. Ona kalsa bütün işini gücünü bı
rakıp sadece resim yaparak yaşardı. Ama tablola
rı hâlâ para etmiyordu. Dahası yaşadığı ülkede
evlerinin duvarlarını resimlerle süslemek isteyen
ve bunun için de cömertçe para harcayan insan
lar hâlâ mevcut değildi. Bu yüzden çalışması ge
rekiyordu. Öğrencilik yıllarında olduğu gibi Ed-
hem Paşa’nm himayesi altına giremezdi. Hem Na
ile Hanım hamileydi. Bakmakla yükümlü olduğu
bir üye daha geliyordu aileye. Çok geçmeden
üçüncü defa baba oldu. Minik kızına Melek ismini
koydu. Melek’in doğumu Paris'te annesiyle bera
ber yaşayan Hayriye’ye karşı duyduğu özlemi bir
nebze de olsa dindirmişti. Ama yine de kendisin
den uzakta büyüyen kızını bir türlü aklından çı
kartamıyor d u...
125
Paşa tüm bilinmezlere rağmen tek kelime etme
den üç gün içinde hazırlıklarını tamamlayıp Ber
lin’e hareket etti. Oğulları Mustafa ve Halil’i de
götürmüştü Prusya’ya. Ağabeyleri gibi onların da
bir süre medeniyetin içinde yaşayıp Batı kültürü
nü tanımalarını istiyordu. O sırada kendi işleriyle
meşgul olan Galib İstanbul’da kalsa da, Osman
Hamdi’nin, evin en büyük erkek evladı olarak tüm
ailenin sorumluluğunu üzerine alması gerekecek
ti. Babasını ve kardeşlerini Berlin’e uğurladıktan
sonra yalıdaki yemek masasının başköşesine ken
disi yerleşti.
Edhem Paşa ailesi, Berlin’deki üyelerinin ora
da neler yaptıklarını gazetelerden de takip edebi
liyordu. Prens Bicmark’ın paşa için sarf ettiği gü
zel sözler İstanbul basınında büyük yankı uyan
dırmıştı:
126
Fatma Hanım Prusya prensinin kocası için
söylediği sözleri dinlerken gözyaşlarına hâkim
olamamıştı. Osman Hamdi annesinin ıslanan ya
naklarını her zaman ceketinin cebinde taşıdığı
beyaz mendiliyle sildi.
1876 baharında yalıdaki herkesin neşesi yerin-
deydi.
Ama Edhem Paşa, Berlin’deki görevinde daha
ikinci ayını doldurmamıştı ki, imparatorluğun
başkentinde sular ısındı. Osman Hamdi’nin Bağ
dat’ta emrinde çalıştığı Midhat Paşa sürekli ola
rak Abdülaziz’i eleştiriyor, devletin vatandaşları
nı özgür kılması gerektiğini savunuyordu. Ona gö
re ülkenin köklü reformlara ihtiyacı vardı. Paşa
yıllardır tekrarladığı görüşlerini artık daha bir
yüksek sesle dillendiriyordu. Sultan Abdülaziz ise
Midhat Paşa’nın hazırladığı raporlardan bıkmıştı.
Ama Paşa inadından vazgeçmiyordu. Yapılan giz
li toplantılarda, “Bu padişahla meşrutiyet yöneti
mi hayal,” sesleri yükseliyordu.
Midhat Paşa’nm görüşlerini savunan Darülfü
nun öğrencileri de sokaklardaydı. Birkaç hafta
önce o güne kadar İstanbul’da görülen en kalaba-
k öğrenci yürüyüşlerinden biri yapılmıştı. Muha-
..f paşalar, Abdülaziz’e karşı harekete geçmenin
tam sırası olduğunu düşünüyorlardı. Amaçları
padişahı devirip, yerine meşrutiyeti ilan edecek
oir şehzadeyi oturtmaktı. 30 Mayıs sabahı donan
ma Dolmabahçe’nin önüne gelip toplarını saraya
doğru çevirdi. Yürüyüşe geçen askeri birliklerse
127
kısa sürede Abdülaziz’i teslim aldılar. Her şey bir
anda olmuştu. Dev cüsseli sultan Eski Saray’a gö
türülür götürülmez top atışları İstanbul’u inlet
meye başladı. Bir taht değişikliği olduğu aşikârdı.
İlk başlarda ahali padişahın doğal sebeplerden öl
düğünü düşündü. Sokakta konuşulanlar hep bu
yöndeydi. Ama Osman Hamdi buna pek inanma
dı. Daha birkaç gün önce bir davette gördüğü Ab-
dülaziz turp gibi sağlamdı. Bu kadar kısa sürede
hastalanıp ölmüş olması mümkün değildi.
Hemen çalıştığı devlet dairesine koşup neler ol
duğunu öğrendi. Tahmin ettiği gibi Abdülaziz tah
tan indirilmişti. Yeni padişah ise Şehzade Murad
olmuştu. Osman Hamdi bu olayın perde arkasında
çok sevdiği Midhat Paşa’nın da olduğundan emin
di. Tüm kalbiyle işlerin bir an önce yoluna girme
sini diledi. Ama Osmanlı da işler bir kere çığırın
dan çıktı mı kolay kolay yatışmazdı. Birkaç gün
sonra Feriye Sarayı’na yollanan devrik padişahın
öldüğü haberi duyuldu. Abdülaziz her iki bileğini
de keserek intihar etmişti! Onlarca doktor inceledi
cesedi. Şüpheli bir durum bulunamadı ve raporla
ra intihar olduğu yazıldı. Halk buna hiç inanmadı
gerçi. Suikast dedikoduları başını alıp gitti. Gerçe
ği tam olarak kimse bilmiyordu ama insanlar dev
rik padişahları için gözyaşı döküyorlardı.
Osman Hamdi Abdülaziz’in devrildiğine üzül-
memişti. Ama sabık padişahın ölüm haberi onu
allak bullak etti. Paris sokaklarında gördüğü hey
betli mi heybetli o adamın artık bu dünyada ol-
128
madiği gerçeği kolay kolay alışılabileceği bir fikir
değildi. Acaba Berlin’de bulunan Edhem Paşa na
sıldı? Yıllardır hizmet ettiği sultanının bu şekilde
ölmesi onu perişan etmiş olmalıydı. Osman Ham-
di, Abdülmecid öldüğünde Paris’te olduğundan
babasının neler yaşadığını görememişti. Şimdi yi
ne bir padişah ölmüştü ve baba ile oğul yine fark
lı ülkelerdeydi.
Abdülaziz'in hayatını kaybettiği o gece Osman
Hamdi Kuruçeşme’deki yalının bahçesinde sa
bahladı. Babasının şu günlerde İstanbul’da olma
sını her şeyden çok isterdi. Paşa ile dertleşmeye
ihtiyacı vardı. Abdülaziz’in Paris Gan’nda III. Na-
polyon ile el sıkıştığı o tarihi anın görüntüleri bir
türlü gözünün önünden gitmiyordu. Kafasını ne
reye çevirirse çevirsin sultanın Paris caddelerin
den geçişi canlanıyordu zihninde. Gecenin ilerle
yen bir saatinde Fatma Hanım geldi oğlunun yanı
na. Onun da uykusu kaçmıştı.
“İyi misin Hamdi?" diye sordu.
Osman Hamdi annesini daha fazla endişelen
dirmemek için sessizce başını salladı. Fatma Ha
nım oğlunun yanına oturur oturmaz,
“Sultan Aziz Mısır seyahatinden döndükten
hemen sonra evimizi şereflendirmişti," diye söze
başladı.
Osman Hamdi bu hikâyeyi hiç duymamıştı. O
sırada Paris’teydi. Hukuk fakültesine girmek için
deli gibi çalıştığı günlerdi. Kulak kesilip annesini
dinlemeye başladı.
129
“Padişah İstanbul’a ayak basar basmaz üç gün
üç gece sürecek şenliklerle karşılandı. Kapalıçar-
şı bu süre zarfında hep açık kaldı. Sultan ertesi
gün Beyazıt’tan dönerken çarşının içinden geçip
Mahmutpaşa tarafındaki kapıdan çıktı. Baban Sul
tan Aziz’i bizim konağın önünde karşıladı ve içeri
davet etti. Gözlerime inanamıyordum ama sultan
gerçekten de evimizdeydi işte. Benimle ve kar
deşlerinle ayrı ayrı ilgilenmişti. Ama en çok da
Paris’te olduğun için senin hakkında sorular sor
muştu. O gün seninle öyle çok gururlanmıştık
ki..."
Osman Hamdi’nin gözleri dolmuştu. Fatma Ha
nım,
“Niye anlattım ki şimdi sana bunu,” diyerek
kızdı kendine. Ardından oğlunu öptü ve odasına
çekildi. Osman Hamdi de yerinden kalkmış, cam
dan dışarı bakmaya başlamıştı. Karşı kıyıdaki ya
lılarda da ışıklar yanıyordu. Anlaşılan o uğursuz
haziran akşamında kimse uyumuyordu. Şu anda
bütün evlerde Abdülaziz’in gerçekten intihar mı
ettiği yoksa bir cinayete mi kurban gittiği konuşu
luyor olmalıydı.
“Midhat Paşa, padişahı öldüren bir ekibin üye
si olmaz,” diye mırıldandı. “Hem neden Abdüla-
ziz’i öldürmek istesinler ki. Dört gün önce zaten
onu devirmişlerdi."
Dile kolay tam on beş yıl geçirmişti onun sal
tanatında. Abdülaziz’den bahsederken geçmiş za
man ifadesi kullanmak Osman Hamdi’ye garip ge-
130
liyordu şimdi. Ama OsmanlI’da yeni bir devir baş
lamıştı. Baki olan kişiler değil devletti.
131
hamid’i ilk defa Paris’teyken görmüştü. III. Napol-
yon ile Sultan Abdülaziz'i taşıyan saltanat araba
sının hemen arkasındaki faytona kurulmuş o genç
şehzade OsmanlI’nın yeni padişahı olmuştu artık.
Midhat Paşa ise tekrardan Şurayı Devlet başkan
lığına getirilmişti.
Osman Hamdi de herkes gibi saraydaki geliş
meleri takip etmekten yorgun düşmüştü. Ne de
çok şey olmuştu şu kısacık süre içinde. Tam da o
günlerde babasından bir mektup aldı. Paşa, “Zatı
Şahaneleri beni İstanbul’a çağırıyor. Birkaç hafta
ya kalamaz oradayım” diye yazmıştı.
İbrahim Edhem Paşa dediği gibi kısa süre son
ra Kuruçeşme’deki yalısındaydı. Osman Hamdi
yemek masasının başköşesini tekrar babasına bı
raktı. Mustafa babasıyla beraber yurda dönmüş,
henüz on beş yaşında olan Halil ise Berlin’de kal
mıştı. Paşanın isteği üzerine liseyi orada bitire
cekti. Hatta başarılı olursa üniversiteyi de Avru
pa’da okuyacaktı. Edhem Paşa kimya veya biyolo
ji gibi bir pozitif ilim tahsil etmesini istemişti en
küçük oğlundan. Fatma Hanım, Halil’in nerede
kaldığını, moralinin nasıl olduğunu filan sordu ko
casına. Paşaya belli etmese de küçük oğlundan yı
llarca ayrı kalacağı için çok üzgündü. Ana yüreği
nasıl dayansmdı böylesi uzun bir ayrılığa? Büyük
oğlu dokuz yıla yakın bir süre kalmamış mıydı Pa-
rislerde. Kim bilir Halil kaç yıl sonra dönecekti
dizlerinin dibine. Hakkında hayırlısı neyse o ol
sun, dedi iç çeke çeke.
132
Paşanın Berlin’de kaldığı birkaç ay içerisinde
OsmanlI’da iki kez taht değişikliği olmuştu. Ama
Edhem Paşa masada daha çok Berlin’de oğulla
rıyla beraber geçirdiği günlerden bahsetti. Ardın
dan da coşkuyla orada gördüklerini anlatmaya
başladı:
“Adamlar sanayide fersah fersah önümüzde-
ler. Her yere bacalarından gri dumanlar çıkan de
vasa fabrikalar açmışlar. İşçiler arı gibi çalışıyor.
Takdire şayan bir disiplin içindeler. Mühendis
mekteplerine de gittik. Orada fennin en ileri düze
yi öğretiliyor gençlere. Bu yüzden Halil çok şans
lı. Ama Almancasını ilerletmeli bir an önce. Yoksa
asla anlayamaz o karışık dersleri.”
Yemekten sonra kadınlar mutfağa, çocuklar
da odalarına çekildi. Osman Hamdi babasıyla si
yaset konuşmak için sabırsızlanıyordu. Salonun
Boğaz manzarasına hâkim koltuklarına geçip
oturdular. Az sonra Türk kahvesi pişirmeyi yeni
yeni öğrenen Naile Hanım kocası ve kayınpederi
için yaptığı kahveleri getirdi. Osman Hamdi karı
sına teşekkür ettikten sonra paşaya doğru döndü
ve endişeli bir sesle,
“Bundan sonra neler olacak efendim,” diye
sordu.
“Her şey yoluna girdi. İnşallah daha da iyi ola
cak."
“Sizi niye geri çağırdılar Berlin’den?”
“Zatı Şahaneleri şu sıralar güvendiği hizmet
kârlarını yanında istiyor. Ayrıca İstanbul’da Avrıı-
133
pa devletlerinin katılacağı bir konferans düzenle
necek. Orada görev alacağım.”
Osman Hamdi babasının Abdülhamid’i bu ka
dar çabuk benimsemiş olmasını yadırgamıştı.
“Padişah Meşrutiyet için ne diyor. Bir tarih
belli mi?” diye sordu.
“Zatı Şahaneleriyle hiç konuşmadım bu konu
yu. Ama Midhat Paşa daha fazla beklemez. Eli ku
lağındadır yani.”
134
rağmen oda tam olarak aydınlatılmamıştı. Gün
ışığı içeri dolsun diye perdeler iyice açıldı. Yuvar
lak masa etrafında yapılan konuşmalar oldukça
diplomatik başladı. Delegeler nezaketi elden bı
rakmadan kendi taleplerinin haklılığını kanıtlama
ya çalışıyordu. Yabancı katılımcılarının birçoğu,
Edherıı Paşa’nın Berlin elçiliği görevini yürütür
ken yakından tanıma fırsatı bulduğu isimlerdi. Pa
şa onlarla Almanca konuşuyor, yeri gelince de ku
sursuz Fransızcasına başvuruyordu. Müzakere
ilerledikçe oda ısındı, ithamlar sertleşti. Konuş
manın bir yerinde Fransız temsilcisi Balkan olay
ları için, “Zülüm yapmak Türk milletine mahsus
tur," deyince ortalık iyice karıştı. Edhem Paşa
kendini kaybetmiş gibiydi. 0 anda diplomatlığı
da, ülkeler arasındaki hassas dengeleri de unutup
Fransız delegesine doğru döndü ve,
“Yanılıyorsunuz Mösyö,” diye hiddetle bağır
dı. “Eğer biz zülüm yaptıysak bile böyle hadiseler
yalnız bize özgü değildir. Fransa’daki Saint Bart
hélémy Katliamı’nı ne çabuk unuttunuz? Bir gece
de altmış bin Protestan’ı kılıçtan geçirmiştiniz.
Paris’in göbeği kan gölüne dönmüştü."
Fransız delegesiyle İbrahim Edhem Paşa ara
sında yaşanan ağız dalışını diğer katılımcılar zor
bela yatıştırabildi. Taraflar sakinleştikten sonra
müzakereler tekrar başladı. Ama kısa süre sonra
patlayan bir top masadaki herkesi yerinden sıç
rattı. Yabancı delegeler neler olduğunu anlamaya
çalışıyorlardı. Osmanlı temsilcileri ise bıyık altm-
135
dan gülümsüyorlardı. Çok geçmeden Meşruti
yetin ilan edildiği açıklandı. Artık OsmanlI’nın bir
anayasası, bir de meclisi olacaktı. Konferans ne
deniyle hazır tüm Avrupa’nın gözü buradayken
Meşrutiyeti ilan edelim, diye düşünülmüştü. Hat
ta Osmanlı tarafına göre düzenlenen konferansın
bile artık bir anlamı kalmamıştı. Çünkü impara
torluğa demokrasi gelmişti! Ama AvrupalIlar bu
emrivaki karşısında pek tatmin olmuşa benzemi
yordu. Hatta kulis arkasında Rusların savaştan
bahsettiği konuşuluyordu.
Meşrutiyet kutlamaları çok görkemli oldu.
Başta İstanbul ve Selanik olmak üzere imparator
luğun dört bir köşesinde bayram havası esiyor
du. Midhat Paşa özgürlüğün simgesi haline geldi.
Batı basını paşayı bu yüzyılın en önemli insanla
rından biri ilan etti. Avrupa parlamentoları da Os
manlI sadrazamını yere göğe sığdıramıyordu. Ne
de olsa paşa, sadrazam olduktan sadece dört gün
sonra OsmanlI’nın meşrutiyeti ilan etmesini sağ
lamıştı.
Herkes yeni bir döneme girildiğinin farkınday
dı. OsmanlI’nın yüzyıllardır süregelen yönetim
anlayışında önemli bir değişiklik olacaktı. Monar
şinin tartışmasız egemenliği sona ermişti artık.
Padişahın bile bağlı kalacağı bir anayasaya yürür
lüğe girmişti. Abdülhamid hâlâ dokunulmazdı ve
kimseye karşı sorumlu değildi ama kişisel özgür
lükler anayasayla güvence altına alınmıştı. Bun
dan böyle herkes din ve mezhep farkı olmaksızın
136
Osmanlı vatandaşı olarak tanımlanacaktı. Ve tüm
OsmanlIlar yasalar önünde eşit olacaktı. Kimse
yasadışı yollardan vergi toplayamayacak, hiçbir
memur geçerli bir neden olmadan görevinden alı
namayacaktı. İşkence kesinlikle yasaklanmıştı.
Mahkemelerdeki yargılamalar da halka açılmıştı.
Osman Hamdi anayasa metnini okuyunca he
yecanını gizleyemedi. AvrupalIların özgürlük de
dikleri buydu işte. Midhat Paşa ile Bağdat’ta yedi
ği akşam yemeklerini hatırlamıştı. Paşanın o yıl
lardaki sofra sohbetlerinde dile getirdiği gelecek,
artık hayal olmaktan çıkmıştı. İlk fırsatta Midhat
Paşa’nın huzuruna çıkıp onu bizzat tebrik etme
liydi.
Bu arada Edhem Paşa oğlu kadar heyecanlı gö
zükmüyordu. Osman Hamdi babasının durgunlu
ğu karşısında hayal kırıklığına uğramış olsa da,
ona bu konuyla ilgili hiçbir şey sormadı. Sarayda
neler konuşuluyordu kim bilir? Edhem Paşa ne
düşünüyordu? Aslında son günlerde yaşanan de
ğişimden memnun olmayanların sayısı hiç de az
değildi. İmparatorluğun yönetiminde eskiden be
ri söz sahibi olan muhafazakâr kanat, yüzyıllardır
süregelen yapının değişmesine pek de taraftar
değildi. Tüm bu olup biten karşısında padişahın
ne hissettiğiniyse tam olarak kimse bilmiyordu.
Aradan sadece kırk dört gün geçti.
Osman Hamdi 5 Şubat 1877 pazartesi sabahı
her zamanki gibi erkenden yalıdan çıkıp Tarabya
ile Galata arasında sefer yapan Şirketi Hayriye va-
137
puruna bindi. İngiliz yapımı yandan çarklı vapur
lar, her iki yakadaki iskelelere yanaşmak için Bo
ğaz üzerinde zikzaklar çizerek ilerlediğinden yol
bir saatten fazla sürüyordu. O gün hava oldukça
soğuktu. Gri bulutlar Boğaz’m maviliğini örtmüş,
onu da kendilerine benzetmişlerdi. Osman Hamdi
içeri geçip, sürekli olarak çantasında taşıdığı ki
taplardan birini okumaya başladı. Vapur Dolma-
bahçe’nin önünden süzülürken tüm yolcular gibi
o da istemsizce saraya baktı. Bahçede kimse yok
tu. Ama gaz lambalarıyla aydınlatılan ana salon
lar ışıl ışıldı. Saray bu saatlerde daha karanlık
olurdu genelde.
“Hayırdır inşallah,” diye söylendi. Bir şeyler
dönüyorsa yakında kokusu çıkardı.
Galata Rıhtımı’nda tüm yolcular vapurdan in
di. Osman Hamdi iskelenin hemen arkasındaki bir
kahvehanenin önünde toplanmış kalabalığı gö
rünce iyice meraklandı. Tam o sırada,
“Ağalar son havadisi duydunuz mu?” diyen bi
rine kulak kabarttı.
Adamın o mahallede meydana gelen bir hırsız
lık olayından veya karısı kayıplara karışan birin
den bahsedeceğini düşünmüştü. Ama yine de
adımları gayri ihtiyari o tarafa doğru yöneldi.
“Padişah Efendimiz Midhat Paşa’yı sürgüne
yollamış. Az önce kalkan bir gemi paşayı alıp gö
türmüş. Nereye gittiğini de kimse bilmiyormuş."
Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı.
Kalabalıktan birbirine karışan sesler yükseldi:
138
“İyi olmuş... Midhat gâvur dostuydu zaten...
Umarım dönüşü olmaz...”
Osman Hamdi haberi verirken kulakları ağzına
varan adamın üstüne yürüyüp,
“Sen neden bahsediyorsun!" diye çıkışmadan
edemedi.
Adam sinmişti.
“Valla öyle söyleniyor Beyim,” dedi. “Köprün
üstünde herkes bundan bahsediyor. Bana inan
mıyorsanız gidin kendi gözlerinizle görün.”
Osman Hamdi koşar adım Galata Köprü’süne
doğru ilerledi. Gerçekten de ortalık kaynıyordu.
Haberin doğruluğundan şüphesi kalmamıştı ar
tık. Birden adımları ağırlaştı. Başının döndüğünü
hissetti. Etrafında yükselen uğultuyu bile duymu
yordu. Tam o sırada köprü girişinde yayalardan
beş para toplayan görevli koluna yapışıp geçiş
ücretini istedi. Osman Hamdi eline cebine attı ve
tüm bozuk paralarını adamın boynunda asılı du
ran bakır çanağın içine fırlattı. Ardından görevli
nin şaşkın bakışları altında yürümeye devam etti,
îlk önce yaşlı bir adama çarptı. Sonra bir hamala.
“Tövbe estağfurullah, önüne baksana be
adam," sesleri yükseliyordu arkasından.
Olanlara bir türlü inanamıyordu. Midhat Paşa
sürgüne yollanmıştı! Paşa, daha birkaç hafta ön
cesine kadar tüm dünyanın kahraman olarak
gördüğü biri değil miydi? Abdülhamid, Avrupa
devletlerinden gelecek tepkileri nasıl göze alabil
mişti?
139
“Akıl alacak iş değil,” diye söylendi. “Daha pa
şayı tebrik bile edememiştim!"
Çalıştığı dairede de herkes Midhat Paşa’nm
sürgününden bahsediyordu. Biraz serinkanlı dü
şününce aslında yaşananların hiç de sürpriz ol
madığını fark etmeye başladı. Bir süredir padişah
ile sadrazamı arasındaki gerilimin şiddetlendiği
konuşuluyordu. Midhat Paşa için, “Meşrutiyet ha
yaline kavuştu. Şimdi de cumhuriyet ister,” den
miyor muydu? Dahası padişah ona nasıl güvene
bilirdi ki? Paşa önceki iki sultanı tahtından eden
ekibin bir üyesi değil miydi? Abdülhamid’in on
dan bir an önce kurtulmak istemesi gayet doğaldı.
Osman Hamdi o gün işten erken çıktı. Şehir ol
dukça sakin görünüyordu. Haberin duyulmasıyla
protestocu öğrenciler sokağa dökülmüş, BabI
âli’ye doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Ama askerler
kalabalığı dipçik darbeleriyle dağıtınca bir daha
kimse gösteri yapmaya cesaret edememişti. Os
man Hamdi doğruca yalıya gidip babasıyla konuş
mak istiyordu. Edhem Paşa’nın sürgünle ilgili bir
çok detay bildiğine emindi. Eve vardığında baba
sının henüz dönmediğini öğrendi. Oturup paşayı
beklemekten başka çare yoktu. Ama saatler geçi
yor, Edhem Paşa ortalıkta gözükmüyordu. Kuru
çeşme Iskelesi’ne uğrayan son vapurdan da inme
di. Osman Hamdi babasını merak etmeye başla
mıştı. Paşa son zamanlarda hiç bu kadar geç kal
mamıştı çünkü. Fatma Hanım da telaşlandı. Neler
oluyordu acaba? Tüm aile iştahsızca yemeğe
140
oturdu. Naile Hanım kâselere çorba doldururken
kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Yemekten sonra da gelen giden olmadı. Ama
gece yarısına doğru yalının arka tarafında nal ses
leri işitildi. Paşa bir saray arabasıyla gelmişti. Üs
telik resmi üniformasını giymiş, o güne kadar al
dığı tüm nişanları da göğsüne iğnelemişti. Paşa
yalının giriş kapısında bulunan on iki basamaklı
simetrik merdiveni koşar adım çıktı.
Osman Hamdi babasını,
“Sizi çok merak ettik, efendim," diyerek karşı
ladı.
Paşa oldukça sakindi.
“İşler uzadı,” dedi. “Olanları biliyorsundur."
Osman Hamdi babasının ayakkabılarını bile çı
karmasına fırsat vermeden peşi sıra sorular sor
maya başladı:
“Midhat Paşa nereye götürüldü? Sağlığı nasıl?
Akıbeti ne olacak?"
Paşa oğluna sakin olmasını söyledi. Beraberce
salona geçtiler. Ardından,
“Oğlum, Midhat Paşa için endişelenmene ge
rek yok," dedi. “Paşa tutuklu değil. Avrupa’da is
tediği yere gidebilecek."
“Sizin bundan haberiniz var mıydı?”
Paşa kafasını iki yana sallarken,
“Hayır,” dedi. “Ben de bu sabah öğrendim."
“Midhat Paşa’ya ihtiyacı vardı bu devletin. Ya
pılacak iş mi bu?" diye söylenip duruyordu Osman
Hamdi. “Kim bilir paşaya nasıl davranmışlardır.”
141
“Bir tatsızlık yaşanmamış. Sabahın ilk ışıkla
rıyla saray görevlileri paşanın konağına gitmiş ve
ona padişah efendimizin kendisiyle çok acil gö
rüşmek istediğini söylemişler. Midhat derhal üs
tünü giyinmiş ve saraya doğru yola koyulmuş.
Orada kendisine sadrazamlıktan azledildiği tebliğ
edilmiş. Midhat da ne yapsın, hemen sadaret
mührünü teslim etmiş. Aslında o ana kadar hiç
şaşırmamış. Ama sonra saltanata karşı gizli plan
lar yapmakla suçlandığını öğrenmiş. Ardından da
sürgün edileceğini. İşte o anda yüzü allak bullak
olmuş. Sadece, ‘Allah milletimizi korusun. Yazık
oluyor vatana da meşrutiyete de’ diyebilmiş.”
Osman Hamdi sanki tüm bunlardan babası so
rumluymuş gibi,
“Saçmalık!" diye bağırdı. “Hangi gizli plan?
Midhat Paşa istediklerini elde etmişti zaten. Ken
disi sadrazamdı. Yakında meclis de açılacak. Da
ha ne isteyebilirdi ki? Hem padişah neye dayana
rak bu sürgünü emretti. Yürürlükte olan bir ana
yasası var artık bu ülkenin.”
“Padişahımız kanunlara aykırı bir şey yapma
dı," diye çıkıştı Edhem Paşa. Oldukça sinirlenmiş
ti. Osman Hamdi’yse babasının Midhat Paşa’yı
değil de Abdülhamid’i müdafaa etmesine inana-
mıyordu. Öfkeyle babasına baktı.
“Anayasanın 113. maddesi padişaha tehlikeli
gördüğü kişileri yurtdışına gönderme izni veri
yor,” dedi Edhem Paşa. “Hukuk fakültesini bitir-
seydin sen de bilirdin böyle şeyleri!”
142
Osman Hamdi ağzına geleni söylememek için
kendisini zor tuttu. O anda Fatma Hanım girdi
araya. Oğlunu alıp salonun uzak bir köşesine gö
türdü. Yıllardır baba ile oğul arasında böylesine
şiddetli bir kavga yaşandığına kimse tanık olma
mıştı. Naile Hanım da kocasını sakinleştirmeye
çalışıyordu. Az sonra İbrahim Edhem Paşa evde
ki herkesin derhal salona gelmesini istedi. Paşa
siyasi konuları sadece büyük oğluyla tartıştığın
dan bu çağrı karşısında herkes meraklanmıştı. Kı
sa süre sonra salon kalabalıklaştı.
Paşa ellerini arkasında birleştirdikten sonra,
“Zatı Şahanelerinin sadaret mührünü kime
verdiğini bilen var mı?” diye sordu.
Fatma Hanım,
“Hayır,” diye cevap verdi kocasına. Osman
Hamdi de bilmiyordu yeni sadrazamın kim oldu
ğunu. Aslında Midhat Paşa’nın sürgüne gönderil
mesinden sonra onun için çok da önemli değildi
bu haber. Ama babasının,
“Sadrazam ben oldum,” demesi karşısında do
nakaldı.
Fatma Hanım kocasının boynuna sarılıp paşa
yı ilk tebrik eden oldu. Mustafa ve Galib de baba
larının elini öptükten sonra ona sarıldılar. Naile
Hanım bile neler olduğunu anlamıştı. Yarı Türk
çe yarı Fransızca paşaya tebriklerini sundu. Os
man Hamdi ise hâlâ bir tepki vermemişti. Son
yirmi dört saatte yaşananları birkaç dakika bo
yunca kafasında tarttıktan sonra paşayı kutlama-
143
yı akıl edebildi. Baba ile oğul arasındaki buzlar
erimişti.
Sadrazamlık bir devlet görevlisinin ulaşabile
ceği en yüksek makamdı. Osmanlı soyundan ol
mayan, yani padişahlık hayalleri kurmayan biri
için daha yukarısı yoktu. Osman Hamdi babasının
kim bilir kaç yıldır sadrazam olmayı düşlediğini
biliyordu. Paşa sonunda bu emeline ulaşmıştı iş
te. Yine de dolu dolu sevinemedi babası için. Keş
ke Midhat Paşa’nın sürgün edilmesi sayesinde ol
masaydı diye düşünmeden edemiyordu.
O gece aklından geçirdiği her cümleye keşke
diyerek başladı...
144
tın hemen arkasında duruyordu. Okunan nutuk
lar şiddetli alkışlarla karşılık buldu. Kısa süre
sonra da padişah tek cümle etmeden salondan
ayrıldı.
Osman Hamdi bu tarihi günün ayrıntılarını ak
şam yemeğinde babasından öğrendi. Artık anaya
sası ve meclisi olan bir ülkede yaşayacağı için
memnundu. Midhat Paşa için üzülmesine üzülü
yordu ama, tek tesellisi paşanın hayalini kurduğu
düzenin sonunda OsmanlI’da işlemeye başlama-
sıydı.
İlk meclis Ayasofya’nm karşısındaki Darülfü
nun binasında toplandı. Yüz otuz milletvekili var
dı salonda. Tam da Midhat Paşa’nın istediği gibi
imparatorluğun her etnik grubundan ve her di
ninden temsilciler seçilmişti. Bu arada paşanın
Avrupa’da el üstünde tutulduğuna dair haberler
geliyordu. Paşa, İtalya’da şaşalı törenlerle karşı
lanmıştı. Sonraki günlerde kralın düğününe katıl
mış, Verdi’nin bestelediği A id a operasını izlemiş,
İtalya Meclisi'nde konuşmuş ve Napoli yakınların
daki Pompeii harabelerini gezmişti. Osman Ham
di gazetelerdeki haberleri gülümseyerek okudu.
Paşanın hayatıyla ilgili kaygı duymaktan kurtul
muştu sonunda.
Ülkede parlam enter sistemin emeklemeye
başladığı o günlerde Osman Hamdi de yeni göre
vi için kollarını sıvamıştı. Artık 6. Bölge belediye
müdürü olarak anılıyordu. Bundan yirmi küsur
sene önce İstanbul on dört yönetim bölgesine ay-
145
rılmış, 6. Bölge’nin sınırları Galata, Pera ve Be-
yoğlu’nu kapsayacak şekilde çizilmişti. İmpara
torluğun en Batılılaşmış semtini bundan böyle
Avrupa kültürünü içselleştirmiş bir belediye reisi
yönetecekti. Bölgedeki yönetim anlayışı Paris Be
lediyesinden esinlenmişti. İsmi de zaten oradan
geliyordu. Paris’te de 6. Bölge şehrin merkezinde
ki en seçkin muhitti.
Osman Hamdi bölgeyi çok iyi tanıyordu. Ya
bancı ülkelerin elçilik binaları hep Pera’daydı.
Bölgede ikamet edenlerse genelde hali vakti ye
rinde olan gayrimüslimlerdi. Başkente batıdan
gelen ticari mallar deniz yoluyla taşındığı için Ga
lata ve Tophane limanları her daim kalabalık
olurdu.
Tanzimat’tan sonra modern belediyecilik hiz
metlerinin ilk olarak uygulamaya sokulduğu yerdi
Pera ile Beyoğlu arası. İlk olarak Cadde-i Kebir gaz
lambalarıyla aydınlatılmış, her sokağa bir isim ve
rilmişti. Bölgedeki altyapı, diğer semtlerle kıyas
landığında hiç de fena sayılmazdı. Ama yedi yıl
önce meydana gelen yangın Beyoğlu’nda büyük
hasara neden olmuştu. Tarihe karışan binalar ara
sında Beyoğlu’nun simgelerinden olan tiyatrolar,
oteller, elçilikler ve kiliseler vardı. Bölge hâlâ o
büyük afetin yaralarını sarmak için uğraş veriyor
du. Arsa fiyatlarının katlanmasına rağmen her yer
şantiye halindeydi. 6. Bölge’de dış cepheleri oy
malarla ve heykellerle süslenmiş birbirinden şık
betonarme binalar yükselmeye başlamıştı.
146
Osman Hamdi birdenbire kendini yol genişlet
me çalışmalarının, kanalizasyon ıslahlarının ve
imar hamlelerinin arasında buldu. Paris ve Viya
na sokaklarını adım adım dolaşmış biri olarak Be-
yoğlu’nu daha da modern bir yer haline getirmek
için uğraş veriyordu. Bölge aynı zamanda kültü
rel etkinliklerin de merkeziydi. Belediye başkanı,
yıllar önce Abdülaziz’in portresini yapmak için İs
tanbul’a çağrılmış bir Fransız ressam olan Mösyö
Guillemet’nin atölyesini sık sık ziyaret ediyordu.
Dolmabahçe Sarayı’nın tavan fresklerini de yap
mış olan Guillemet, birçok çağdaşı gibi İstanbul’a
âşık olmuş ve bu şehre yerleşmişti. Şimdiyse Be-
yoğlu’ndaki atölyesinde kendisi gibi ressam olan
karısıyla birlikte dersler vermeye başlamıştı. Gu-
illemet’lerin derslerine ilgi gösterenler genelde
gayrimüslimlerdi. Ama atölyenin Müslüman öğ
rencilerinin de olduğu sır değildi. Hatta bunların
içinde kadınların da olduğu konuşuluyordu.
1870’li yıllarda İstanbul’da yaşayıp da resim
eğitimi almak isteyen bir gencin başvuracağı tek
adres bu atölyeydi. Osman Hamdi atölyeyi gez
dikten sonra,
“Sizi tebrik ederim Mösyö, yaptığınız gerçek
ten de önemli bir iş,” dedi.
“Ama maalesef burada fazla bir olanağımız
yok,” diye cevap verdi Guillemet. “Aslında maarif
nezaretiyle görüşüyorum. Bir akademi kurmak is
tiyorlar. Resim, heykel ve mimarlık eğitimi vere
cek gerçek bir akademi. Müdür olarak da beni uy-
147
gun görmüşler. Ama bir türlü gerçekleşmiyor bu
hayal. Malum şu aralar devletin bütçe sıkıntısı
var. Oysa acele etmemiz gerek."
“Haklısınız Mösyö. OsmanlI’da sanat eğitimi o
kadar geri kaldı ki, kaybedecek tek bir günümüz
bile yok. Ama burada işler biraz yavaş ilerler
Umarım hayaliniz yakında gerçekleşir. Ben bele
diye reisliği yaptığım sürece sizin arkanızdayım
Ayrıca Sadrazam Edhem Paşa babam olur. En kı
sa zamanda onunla da bu konuyu görüşeceğim."
Guiliemet’nin yüzünde bir gülümseme belir
mişti.
“Teşekkürler Hamdi Bey," dedi. “Keşke herkes
sizin kadar anlayışlı olsa."
148
“Aman Allahım, aman Allahım,” diye sayıkladı.
İmparatorluk toprakları içinde OsmanlI'nın bir
savaşla yüz yüze bulunduğunu bilen tek kişi olarak
eli ayağına dolanmıştı. Durumu hemen saraya ilet
mesi gerekiyordu. Sadaret makamından çıkıp Yıl-
dız’a gitmesi ve sonra padişahın huzuruna kabul
edilmesi en az yarım saat sürerdi. Bu yüzden telg
raf odasına koşup haberi anında saraya ulaştırdı.
Ardından kendi de oraya doğru yola koyuldu.
Edhem Paşa’nın ilettiği haber Yıldız Sarayı’na
bomba gibi düşmüştü. Nazırlar ve üst düzey as
kerler birer ikişer saraya geliyorlardı. Olan biten
den haberdar edilen meclis de acil toplantı kara
rı almıştı. Otuz beş yaşındaki padişah ne mebus
larına ne de askeri durum hakkında oldukça iyim
ser konuşan paşalarına güveniyordu. Hepsinden
çok güngörmüş sadrazamına bel bağlamıştı. Ama
savaşın ne getireceğini kimse kestiremezdi.
OsmanlI’nın mali ve askeri durumunu yakın
dan bilen herkes endişeliydi. Yirmi yıl önceki Kı
rım Savaşı’nda Rus orduları, Ingiliz ve Fransızla
rın desteği sayesinde mağlup edilmişti. Çarın sı
cak denizlere inme hayallerini şimdi kim engelle
yecekti? Osmanlı seferberlik ilan etse bile çoktan
hazır hale gelmiş beş yüz bin Rus askerini nasıl
durduracaktı? Yoksa Konstantinopolis tekrardan
Ortodoks mu olacaktı?
Rus ordusu beklenildiği gibi birkaç hafta için
de Balkanlar’da önemli mesafe kat etti. Cepheden
gelen haberler üzerine İstanbul’da ciddi bir panik
149
havası esmeye başlamıştı. Fısıltı gazetesi başken
tin Bursa’ya taşınacağını yayıyordu. İbrahim Ed-
hem Paşa ise hayatının en sıkıntılı günlerini yaşa
maktaydı. Daha önce hiçbir Osmanlı sadrazamı
nın karşılaşmadığı bir durumla yüz yüzeydi. Orta
da kötü giden bir savaş vardı. Tahtta tecrübesiz
bir padişah oturuyordu. Meclis ise her işe burnu
nu sokuyordu. Paşa, sadrazam olarak güç denge
lerinin ortasında sıkışıp kalmıştı.
Neyse ki sonunda cepheden iyi bir haber gel
di. Rus ilerleyişi Plevne’de Osman Paşa tarafın
dan durdurulmuştu, insanlar günler sonra derin
bir nefes aldı. Ama endişe devam ediyordu. Her
kes gözünü kulağını daha önce adı sanı duyulma
mış o küçük kasabadan gelecek haberlere çevir
mişti.
Savaşın Plevne'de hapsedildiği o günlerde
Sadrazam Edhem Paşa yalıya çok geç geliyor ve
önüne çıkan herkese bağırıyordu. Daha önce kim
se onu bu halde görmemişti. Paşa geceleri sade
ce birkaç saat uyuyordu. Herkes yattıktan sonra
salona inip ne yapacağını bilmez halde sabaha
kadar volta atıyordu. Osman Hamdi babasının
bütün gece evin içinde dolaştığını gıcırdayan ze
minden anlıyordu. Su içmek bahanesiyle o da
aşağı iniyor, ama babasını yatağına yatırmaya bir
türlü muvaffak olamıyordu. Paşa çoğu kez sabaha
karşı salondaki divanın üzerinde uykuya dalıyor
du. Osman Hamdi erkenden kalktığı bir sabah ba
basının uykusunda,
150
“Dayan Osman Paşa, dayan,” diye konuştuğu
nu duydu.
Edhem Paşa, Plevne'de Rusları durdurmuş
olan Osman Paşa’yı çok iyi tanımazdı. Harbiye
mezunu Osman Paşa bütün ömrünü İstanbul’dan
uzakta savaş meydanlarında ve isyancıların pe
şinde geçirmişti. Ama bu iki adamın kaderi sava
şın o en kritik günlerinde birbirleriyle kesişmişti
işte. Biri sadrazam olarak savaşı yöneten komis
yonun başkanı, diğeri ise imparatorluğun gelece
ğini belirleyen Plevne direnişinin komutanıydı.
Osman Hamdi babası için endişeleniyordu.
Paşanın yanına gidip onu hafifçe sarstı.
“Uyanın babacığım, uyanın,” dedi. “Sabah ol
du.”
151
Kuruçeşme’deki yalıda sadrazam ile Beyoğlu
belediye reisini buluşturan akşam yemekleri de
oldukça sıkıntılı geçiyordu artık. Osman Hamdi
bu zor günlerinde babasına destek olmak istiyor
du. Ama ne yapabilirdi ki? Paşa sürekli olarak
kendisini eleştiren mebuslara öfke kusuyordu.
Yemek masasındayken bile onu sakinleştirmek
mümkün olmuyordu. Ağzından çıkan her cümle
den sonra bir yumruk savuruyordu masaya. Ta
bak çanak havaya sıçrıyordu her seferinde:
“Ben sadece madenlerden anlarmışım. Benim
neyimeymiş savaşı idare etmek. Öyle diyor me
bus beyler. Ben onların yaşı kadar devlet hizme
tinde bulundum. Ne yapacağımı onlara mı sora
cağım? Padişah Efendimiz bana güveniyor. Me
busların hepsine göstereceğim devleti yönet
mek nasıl olurmuş. Ha bir de lakap takmışlar ba
na. Deli Corci diyorlar arkamdan. Duymam zan
nediyorlar ama ben her şeyin farkındayım. Za
manı gelince hepsiyle hesaplaşacağım, hepsiy
le..."
152
1878 yılma girildiği gün Osman Hamdi de yalı
daki diğer herkes gibi düşünceliydi. Oysa önceki
yıl ne kadar da mutlu başlamıştı. Meşrutiyet ilan
edilmiş, Midhat Paşa sadrazam olmuştu. Herkes
gelecek için umutluydu. Ama bir yılda köprünün
altından çok sular akmıştı.
11 Ocak akşamı İbrahim Edhem Paşa yalıya ol
dukça üzgün geldi. Paşanın omuzları düşmüştü,
ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Naile Hanım
hemen kayınpederinin elinden çantasını ve palto
sunu aldı. Paşa koltuğa kendini bırakır bırakmaz
cebinden çıkardığı mektubu Osman Hamdi’ye
doğru uzattı. Zarfın üzerinde Padişah II. Abdülha-
mid’in mührü vardı. Osman Hamdi o anda neler
olduğunu anladı. İşlerin bu noktaya geleceğini
tahmin etmişti aslında. Kâğıdı eline alıp sıkıntılı
bir sesle okumaya başladı:
S a d ık V ezirim E d h e m Paşa,
S iz in k u v v e tli g a yretin iz, d e v le tim iz e v e
ö z e llik le b a n a o la n s a d a k a tin iz m a lu m u m u z-
dur. Ö n c e k i m e m u r iy e tle rin iz d e g ö sterd iğ in iz
başarılı g a y re tle rin iz v e h e r ayrıntıyı d ü şü n m e
n iz d e n d o la yı ç o k m e m n u n u m . A ta la rım d a n ba
n a m ira s o ld u ğ u n u zd a n v e onlara o lan h iz m e t
le rin izin d e re c e sin i ta k d ir ettiğ im d en d o la yı h e r
z a m a n ö z e l h im a y e m d e s in iz. D eğişen du ru m u
n u z u n b a şk a bir s e b e b i olm ayıp, s a d ra z a m lık
tan a z le d ilm e n iz sa d e c e bir sü red en beri s iz i
ço k yorgun g ö rd ü ğ ü m d en v e z a m a n ım ız ın ma-
153
lum ağırlığından ileri gelm iştir. Y ine bir m e m u
riyetle g ö r e v le n d irilm e n iz ka ra rla ştırılm ış o lu p
istira h a tin iz sü resin ce h e r iste d iğ in iz z a m a n
h u z u ru m a ç ık m a y a iz n in iz vardır.
154
fırlatılıyordu. Kendisine reva görülen son böyle
mi olacaktı? Paşa küsmüştü. Kimseyle konuşmak
istemiyordu. Oğlu akşamları cepheden gelen son
havadisleri anlatırken bile kayıtsız gözüküyordu.
Ama Osman Hamdi babasının kendisini can kula
ğıyla dinlediğine emindi. Bu yüzden şehirde ko
nuşulanları evdekilere aktarmayı sürdürüyordu.
Edhem Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi
nin üzerinden sadece dokuz gün geçmişti ki, Rus
ların Edirne’ye girdiği haberi geldi. Padişah çar
dan ateşkes talep etmek zorunda kalmıştı. Ama
Rusların ne yapacağını kimse kestiremiyordu. Ar
tık ne Abdülaziz’in ölümü, ne meşrutiyet ne de
Midhat Paşa’nın sürgünü vardı gündemde. Savaş
önemsiz kılmıştı diğer tüm meseleleri. Fırınların
önündeki kuyruklar uzamaya başlamış, kadınlar
un, pirinç ve yağ bulmak için pazarlara akın et
mişlerdi. Erkeklerse bir bir silah altına alınıyor
du. Osman Hamdi de eğer gerekirse gönüllü ola
rak askere yazılmaya karar verdi. O günlerde bir
çok gencin yaptığı gibi eline tüfeğini aldı ve aske
ri üniforma giyip fotoğraflar çektirdi.
Ocak ayının son gününde ateşkes antlaşması
Edirne’de imzalandı. Ama Rusların Konstantino-
polis’e bu kadar yaklaşmışken durmaya niyeti
yoktu. Birkaç gün içerisinde Çatalca önlerine ka
dar ilerlediler. Gece sessizliğinde patlayan topla
rın gümbürtüsü İstanbulluları yataklarından sıç
ratıyordu. insanlar gök gürültüsüdür umuduyla
hemen sokağa dökülüyorlar, ama bulutsuz gece-
155
de fener gibi parlayan yıldızları görünce korku
içinde evlerine dönüyorlardı. Şehir cephe olmak
üzeriydi. Bu karanlık günlerde Osman Hamdi de
babasıyla kafa kafaya verip ne yapılabileceğini
tartışıyordu. Savaşın kaybedildiği belli olmuştu.
Ailenin İstanbul dışına taşınması gündeme geldi.
Bu arada Naile Hanım ikinci çocuğuna hamileydi.
Osman Hamdi babasına Eskihisar’a yerleşmeyi
önerdi. Gerekirse oradan da Bursa’ya geçilebilir
di. Ama paşa biraz daha beklemeye karar verdi.
Avrupa devletlerinin bu işe artık bir dur diyeceği
ni düşünüyordu çünkü.
O sırada Paris’te ikamet eden Midhat Paşa da
aynı amaç için çalışıyordu. T im es gazetesine gön
derdiği bir yazıda Rusların saldırganlığı karşısın
da Avrupa’nın seyirci kalmamasını istemişti. Paşa
hiçbir resmi görevi olmamasına rağmen bir büyü
kelçi gibi tüm Avrupalı yöneticilerle temasa geçi
yordu. Savaşın başından beri tarafsızlık politikası
izleyen İngilizler, İstanbul’un çarın eline düşmek
te olduğunu anlayınca nihayet harekete geçme
kararı aldılar. Yeni bir ateşkes için Rusların üze
rindeki baskı artıyordu.
Düşman ordularının İstanbul’a bir günlük yü
rüyüş mesafesinde olduğu sırada meclisteki tar
tışmalar iyiden iyiye sertleşmişti. Artık padişah
da mebusların hedefindeydi. Herkes meclisin ne
karar alacağını merak ediyordu. Ama hiç beklen
medik bir anda parlamentonun lağvedildiği açık
landı. Abdülhamid içinde bulunulan olağanüstü
156
dönem sona erince meclisin tekrar açılacağını bil
dirilmişti. Böylece Meşrutiyet yönetimi tarihe ka
rışmış oluyordu. Ama kimse bunu dert edecek
durumda değildi. Çünkü millet can derdine düş
müştü. Rus subaylarının karargâhlarını Yeşil
köy’e taşıdığı söyleniyordu. Kimse Rus öncü bir
liklerinin İstanbul’a bir top atışı mesafede oldu
ğuna inanmak istemese de söylentiler doğruydu.
Şehir Bizans’tan alındığından beri ilk defa kay
bedilme tehlikesiyle burun burunaydı.
Edhem Paşa ailesi Kuruçeşme’deki yalıya ka
panmış, olacakları çaresizce beklemeye başla
mıştı. Sadece Osman Hamdi 6. Daire’deki görevi
için sık sık şehre iniyordu. Devletin tüm kaynak
ları savaş için seferber olduğundan belediyecilik
hizmetleri neredeyse tamamen durma noktasına
gelmişti. Zaten yapılması gereken çok daha
önemli işler vardı. Savaştan kaçan on binlerce in
san İstanbul’a akın etmişti. Belediyeler de ellerin
deki kısıtlı imkânlarla göçmenlere yardım etmeye
çalışıyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ti
fo salgını baş göstermişti İstanbul’da. Felaketler
üst üste geliyordu. Fatma Hanım hastalık yalıya
sıçramasın diye içme sularını ocak ateşinin üze
rinde dakikalarca kaynatmaya başladı. Hizmetçi
ler de tembihlenmişti. Sebze ve meyveler temiz
suyla iyice yıkanacak ve yalının gideri sürekli ola
rak dezenfekte tutulacaktı.
Osman Hamdi bir sabah kahvaltı masasına
oturduğunda sofrada sadece birkaç parça peynir.
157
biraz domates, bir avuç da zeytin olduğunu gör
dü. Evin taştan yapılmış giriş bölümünde bulunan
kilerde stok edilmiş erzakın gitgide azaldığını bili
yordu ama durumun bu kadar kötü olduğunu hiç
düşünmemişti. Evde eski bir sadrazam ve bir be
lediye reisi yaşasa da savaş herkes için yokluk
demekti.
Edhem Paşa ağzındaki zeytin çekirdeğini taba
ğına tükürdükten sonra küfreder gibi konuşmaya
başladı:
“Türkler Konstantinopolis’e girince BizanslI
lar korku içinde Ayasofya’ya sığınmışlardı. Her
kes gökten bir meleğin gelmesini ve onları kurtar
masını bekliyordu. Ama tabi ki; kimse gelmedi.
Bakalım şimdi bizi kim kurtaracak."
Osman Hamdi babasına moral vermek için,
“Merak etmeyin efendim, Ruslar Yeşilköy’de
antlaşma imzalayacaklar," dedi. “Tüm Avrupa on
lardan bunu bekliyor. İngilizlerle savaşmayı kati
yen göze alamazlar.”
Paşa, “İnşallah, inşallah,” diyerek kafasını sal
ladı. Ardından da,
“Şehirde kimse ile öpüşme Hamdi,” dedi. “Hiç
bir şey yeme. Umumi tuvaletlere de sakın ha gir
me."
Karnı burnunda olan Naile Hanım kocasının İs
tanbul’a inmesini hiç istemiyordu. Hem savaş,
hem de tifo kuşatmıştı şehri. Ama Osman Hamdi
görevinin başında olmalıydı. Karısına endişelen
memesi gerektiğini söyledi ve yalıdan çıktığı gibi
158
iskeleye yürüdü. Acele ettiyse de vapura yetişe
medi. Ortaköy’e kadar yürümeye karar verdi. Ak
si gibi hava çok soğuktu. 1878 Şubatı’nda kar hiç
eksik olmamıştı. Paltosunun yakalarını kaldırıp
adımlarını hızlandırdı. Kısa süre sonra atlı tram
vayların kalktığı durağa ulaştı. Dört atın çektiği ve
tek vagondan oluşan tramvaylar pek rahat değil
di. Ama vapuru kaçıranlar için şehrin merkezine
ulaşmanın en hızlı yoluydu. Tramvay Tophane
durağını yeni geçmişti ki yolcular arasından bir
uğultu yükseldi. Osman Hamdi hemen ayağa kal
kıp pencereden dışarı baktı. Prens Adaları’nın
açıklarında savaş gemileri vardı. Ama gönderleri
ne çektikleri bayraklar tam olarak seçilmiyordu,
insanlar gördükleri gemilerin Rus donanması ol
duğundan endişe etmeye başlamışlardı. Yoksa
şehir işgal mi edilmişti?
Az sonra yolculardan biri,
“İngilizler!” diye bağırdı. “Bunlar Ingiliz gemisi.”
Osman Hamdi de gemilerdeki Büyük Britanya
İmparatorluğu bayrağını görmüştü. Anlaşılan In-
gilizler Yeşilköy’deki Ruslara gözdağı vermek için
İstanbul’a kadar gelmişlerdi. Osman Hamdi tram
vaydaki herkes gibi sevinç çığlıkları attı. Sonra
hemen yerine oturdu. İçini bir burukluk kaplamış,
farkına vardığı gerçek onu büsbütün sarsmıştı.
Demek ki Avrupa devletlerinin yardımı olmaksı
zın Osmanlı payitahtını bile koruyamıyordu artık!
Balkan göçmenleriyle dolup taşan Galata Rıh
tımı mahşer yeri gibiydi. At arabaları ve kağnılar
159
İstanbul’a binlerce insan taşımıştı. Sirkeci’ye ya
naşan trenler de salkım saçaktı. Ayasofya, Süley-
maniye, Yeni Cami, Sultanahmet ve Nuruosmani-
ye gibi büyük camilerinin hepsi ardına kadar pe
rişan haldeki insanlarla dolup taşıyordu. Hanlar,
medreseler ve mektep binaları da aynı durum
daydı. Şehirde tahtadan yapılmış derme çatma
göçmen mahalleleri oluşmuştu. Ama bu mahalle
lerdeki insanları dinmek bilmeyen kar fırtınaların
dan korumak mümkün olmuyordu.
Kimse şikâyet etmese de, inleme sesleri duyul-
masa da yaşanan ıstırabın ağırlığı havaya sinmiş
ti. Yedi yaşındaki çocuklardan yetmiş yaşındaki
dedelere kadar herkesin suratında aynı anlamsız
ifade vardı. Doğup büyüdüğü topraklan terk et
menin hüznü canını kurtarmanın sevinciyle karış
mış, geleceğe dair belirsizlikse yüzlerdeki donuk
luğu keskinleştirmişti. En çok da annelerinin ku
cağında bir bohça gibi taşman minik bebekler
için üzüldü Osman Hamdi.
Eskiden beri savaş koşullarında yaşayan insan
ların hayata tutunacak gücü nereden bulduklarına
akıl sır erdiremezdi. Savaşın hedefindeki bir kent
te yaşamanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi
anlıyordu. Herkes kanıksıyordu işte. Çaresizce
uyum sağlıyordu. Dört bir yandan gelebilecek ölü
me, birden gelen ölüme, yaşananlar yetmezmiş gi
bi ortaya çıkan salgın hastalıklara, yüzlerce kilo
metrelik yolu yayan kat eden insanlara acımadan
yağan kara ve dahasma... Herkes alışıyordu.
160
“Demek böyle oluyormuş,” diye mırıldar.c
“Demek böyle oluyormuş...”
Ardından da köprünün ortasında durup etra:-
na bakındı. Göçmen kalabalığını İstanbul'da tut
mak mümkün olmayınca Anadolu’ya nakiller baş
lamıştı. Deniz üzerinde gidebilen tüm araçlar Ka-
raköy’den Üsküdar’a göçmenleri taşıyordu. Bo-
ğaz’m rengi sandallar nedeniyle görünemez ol
muştu adeta. Göçmen kafileleri Üsküdar’a ayak
basar basmaz İzmit, Bursa ve Ankara’ya doğru
yönlendiriliyorlardı. Binlerce insan soğuktan ve
açlıktan kırılmıştı. Tifodan ölenlerin sayısını ise
tam olarak kimse bilmiyordu. Göçmenlere yar
dım etmek için uğraş veren Fransız ressam Guil-
lemet de tifoya kurban gitmişti.
OsmanlI’nın yaşadığı tam bir bozgundu. Ama
İngilizleri karşılarına almak istemeyen Ruslar kısa
bir süre sonra nihai ateşkes antlaşmasını Yeşil
köy’de imzalamak zorunda kaldılar. Rusların geri
çekildiği haberi büyük bir zafer havasında kutlan
dı. İstanbul ölümden dönmüştü. Bazılarına görey
se ömrünü sadece birkaç yıl uzatmıştı. Ama buna
da şükürdü!
161
önce unutmak istiyor gibiydi. 93 Harbi acılarıyla
birlikte hatıralara gömüldü.
Savaş yıllarının ardından İbrahim Edhem Pa-
şa’nın yalısına da tekrardan sükûnet hâkim ol
muştu. Paşanın zorunlu istirahatı devam ediyor
du. Osman Hamdi ise Beyoğlu Belediyesi’ndeki
görevinden ayrılmıştı. Babası gibi onun da uzun
yıllardır ilk defa bu kadar çok boş vakti oluyordu.
Son dönemde hocası Jean Leon Gerome’ün tavsi
yesine uyamamış, resmi çok ihmal etmişti. Arayı
kapatmak için kendini tablolarına verdi. Yalının
üst katında en iyi ışık alan odaya kurduğu atölye
sinde saatlerce çalışıyordu. Bu arada dördüncü
kızı Leyla da doğmuştu.
Osman Hamdi çocuklarıyla vakit geçirmekten
çok memnundu. Hayatının en dingin günlerini ya
şıyordu. Evinden uzakta değildi. Ülkeyi kasıp ka
vuran bir savaş yoktu. Ne tehlikeli bir gönül ma
cerasının içindeydi ne de ailevi bir sorunun orta
sında. Yaşam birdenbire hızını kesmişti sanki.
Bağdat’ta beraber görev yaptığı arkadaşı Ahmed
Midhat Efendi’nin yazdığı romanları okuyordu sa
atlerce. Ahmed Midhat OsmanlI’nın ilk romancısı
olmamıştı ama en fazla eser veren yazarı olmayı
başarmıştı. Aslında roman, OsmanlI aydınlarının
yabancısı olduğu bir yazın türüydü. Birçok kimse
Ahmed Midhat’ın kitaplarını tuhaf buluyordu.
Ama Osman Hamdi Paris’te kaldığı yıllar boyunca
Fransız romanlarını okumuş, Balzac, Stendhal,
Hugo ve Zola’yı çok beğenmişti. Bu nedenle Ah-
162
med Midhat’ın kurgu dünyasını yadırgamadı.
Bağdat’tayken yazar arkadaşına tavsiye ettiği ki
taplar işe yaramış gibiydi. Ahmed Midhat gerçek
ten de usta bir romancı olmuştu.
Çok geçmeden İbrahim Edhem Paşa’nın Viya-
na’ya elçi olarak atandığı haberi geldi. Paşaya
gönderilen tayin kararı, “Mazereti vücudiyeniz
ortadan kalktığı için...” sözleriyle başlıyordu. Pa
şa mektubu okur okumaz,
“Mazereti vücudiye imiş," diye söylenmeye
başladı. “Sağlığımda ne sorun vardı ki beni sadra
zamlıktan aldınız? Şimdi de iyileşmişim. Hepsi zır
va bunların."
Edhem Paşa sadrazamlıktan sonra tekrar elçi
olarak görev yapmayı gururuna yediremiyordu.
Ama bir yandan da padişahın kendisini hatırladı
ğına içten içe sevinmişti. Bir haftaya kalmadan
bavullarını hazırlayıp yola çıktı. Kuruçeşme’deki
yalıda Edhem Paşa ailesinin alışık olduğu veda
laşma sahnelerinden biri daha gerçekleşti. Fatma
Hanım’ın tek tesellisi paşanın o sırada Viyana’da
üniversite okuyan en küçük oğlu Halil’in yanma
gidiyor olmasıydı.
Yalıda ailesiyle kalan Osman Hamdi düzenle
nen resim sergilerine tablolarını göndermeye baş
ladı. Şeker Ahmed’in tertiplediği serginin üzerin
den yıllar geçmiş, İstanbullu sanatseverler artık
bu tarz etkinliklere alışmışlardı. Osman Hamdi kı
sa sürede sergi salonlarının aranan ressamların
dan biri oldu. Paris’te kalıp ünlü bir ressam olma
163
hayalini gerçekleştirememişti. Şimdi kendi şehrin
de tanınmaya başlamasıyla avunuyordu. Tablola
rına ödenen paralar fena sayılmazdı. Ama yine de
koca bir ailenin geçimini sağlayabilecek kadar çok
değildi. Aslında tablolarının bir gün servet edip
etmeyeceğiyle hiçbir zaman ilgilenmemişti. Böyle
bir şeyin yakın gelecekte imkânsız olduğunu za
ten biliyordu. Avrupa devletleri, ressamların eser
lerini satın alıp müzelerine koyardı. Orada kent
soylu sınıf da sanata meraklıydı. Ama Osmanlı’da
ticaret yaparak veya fabrikalar işleterek zengin
olan geniş bir kesim yoktu. Çoğunluğu gayrimüs
lim olan bir avuç tüccar, resim sanatına yeni yeni
ilgi duymaya başlamıştı. Kimi sanatsever paşalar
da ressamlara destek veriyordu. İbrahim Edhem
Paşa yalısının duvarlarına Şeker Ahıned’in yaptığı
tablolardan asmıştı mesela. Ama tüm bunlar ye
terli değildi. Avrupa’da kilise bile yüz yıllardır res
samlara iş veriyordu. Oysa OsmanlI’da asırlar ön
ce suret çizmeyi yasaklamıştı şeyhülislam.
Osman Hamdi tüm bu gerçekleri bilmesine
rağmen büyük bir sabırla çalışmayı sürdürüyor
du. Bitirdiği her resim fırçasını daha da ustalaştı-
rıyordu. Ama karşısına geçince, işte benim başya
pıtım diyeceği tabloları henüz tamamlamadığının
farkındaydı.
1880 senesinde Elifba Kulübü yeni bir sergi
düzenledi. Osman Hamdi her zamanki gibi sergi
ye katılan ressamlardan biriydi. Salonları dolaşır
ken büyük bir şevkle projelerini tanıtan Alexand-
164
ra Vallaury isimli genç bir mimarla tanıştı. Valla-
ury'nin çizimlerine hayran kalmıştı. Mimarın ya
nma gidip onu tebrik etti. Osman Hamdi Fransız
ca konuşmuştu. Ama Vallaury’nin cevabı kusur
suz bir Türkçeyleydi.
“Demek Levantensiniz Mösyö?”
“Evet Hamdi Bey, İstanbul doğumluyum.”
“Şu meşhur pastacı Vallaury ile bir yakınlığı
nız var mı?”
“Evet, babam olur kendileri."
Sohbet ilerleyip genç mimarın eğitimini Beaux
Arts’ta aldığını öğrenince çok şaşırdı Osman
Hamdi. Hemen,
“Hangi yıllar arasında oradaydınız?” diye sordu.
“1869 yılında başladım Beaux Arts’a."
“Ben de o yıl Paris’teki resim eğitimimi ta
mamlayıp buraya döndüm.”
“Çok yazık olmuş, demek orada da karşılaşabi
lirdik.”
İki adam ayaküzeri sohbet etmeyi sürdürdüler.
Osman Hamdi otuz yaşındaki mimarın gelecekte
çok başarılı olacağına canı gönülden inanmıştı.
Ama ne yazık ki Vallaury’ye görkemli çizimlerini
hayata geçirmesi için fırsat verecek bir mevkie sa
hip değildi. Oysa ne kadar da güzel olurdu mima
rın çizim kâğıtlarında gördüğü muhteşem binala
rın vücuda gelip İstanbul’u süslemesi. O gün Val
laury’ye iyi şanslar dileyip sergiden ayrıldı.
♦**
165
Osman Hamdi yaz aylarında daha rahat çalışa
bilmek için babasının Gebze yakınlarındaki evine
gidiyordu. Eskihisar yöresinde kendisi de bir ar
sa satın almıştı. Dönemin bütün ileri gelenleri
yazlık konutları için Boğaz kıyılarını tercih eder
ken Osman Hamdi’ye taşra yaşamı daha çekici
geliyordu. Birkaç yıl içinde arsasına yazlık bir ev
yaptırmayı kafasına koymuştu. Bölgenin temiz
havası, sessizliği ve Bursa dağlarına kadar uza
nan göz alıcı manzarası onu rahatlatıyordu. Yaş
lılık yıllarını huzur içinde geçirmek için buradan
daha uygun bir yer düşünülemezdi.
O günlerdeki tek resmi görevi Müze-i Hüma
yun komisyon üyeliğiydi. Müze Müdürü Dr. Dethi-
er’in ricasını kırmamış ve bir süre önce komisyo
na katılmayı kabul etmişti. Bu tam zamanlı bir iş
değildi. Çünkü ortada doğru düzgün bir müze fi
lan yoktu. Ayda bir iki kere diğer komisyon üyele
rinin de katıldığı toplantılar düzenleniyor ve ger
çek anlamda bir müze kurulması için neler yapıl
ması gerektiği tartışılıyordu.
Yıllar içinde çeşitli vesilelerle yolu İstanbul’a
düşmüş birkaç parça antik heykel Aya İrini’nin
bahçesine yerleştirilmişti. Bu eski Bizans kilisesi
nin içindeyse Ayasofya’nın çanı ve Haliç’in ağzına
gerilmiş meşhur zincirin parçaları gibi İstan
bul’un fethi sırasında ele geçirilen çeşitli nesne
ler saklanıyordu. Depo olarak kullanılan kilisede
aslında tam olarak nelerin bulunduğunu kimse
bilmiyordu. Tarihi eserlerin tasnifi bile yapılma-
166
mıştı; ne oldukları, nerede bulunduklarıyla ilgili
hiçbir kayıt tutulmamıştı. Üstelik Aya İrini’nin ka
ranlık dehlizlerinde kaderlerine terk edilmiş eser
ler uzun zamandır rutubete maruz kalmışlardı.
Komisyon birkaç yıl önce ilgili makamlardan
yeni bir müze binası talebinde bulunmuştu. Çok
geçmeden Çinili Köşk yeni müze binası olarak
tahsis edildi. Fetihten hemen sonra yapılan köşk,
İstanbul’da inşa edilmiş ilk Osmanlı yapılarından
biriydi. Altıgen şeklindeki küçük bir iç avlu ve o
avludan daha da küçük beş odacıktan oluşuyor
du. Aya İrini’deki tarihi eserler büyük bir dikkatle
Çinili Köşk’e taşındı. Osman Hamdi Avrupa’da
gezdiği muhteşem müzeleri gözünün önüne getir
dikçe, Çinili Köşk’ün bu iş için gerekli standartla
ra sahip olmadığını düşünmeden edemiyordu.
Ama yine de Çinili Köşk imparatorluk müzesi ola
rak hizmete açıldı. Ziyaretçileri genelde İstan
bul’a gelen yabancılardı. Yerli halkın müze bina
sından haberi bile yoktu.
Osman Hamdi müze komisyonu üyesi oldu
ğundan beri ülkesinin arkeolojik geçmişine karşı
daha fazla ilgi duyuyordu. Önceki yıllarda yapılan
hataları hatırladıkça üzülmemek elde değildi. Bir
de halihazırda Osmanlı topraklarında kazı yapan
Batıklar vardı sıkıntısına tuz biber eken. Kazılar
son dönemde bilimsel araştırma olmaktan tama
men çıkmış, tek kelimeyle birer yağmaya dönüş
müştü. Üstelik Batıklar kendilerini başkasına ait
olan malı çalan bir hırsız olarak görmüyorlardı.
167
Onlara göre söz konusu olan eserler nerede bulu
nursa bulunsun Batı’nın olmalıydı.
Osmanlı makamları birkaç sene öncesine ka
dar arkeolojik kalıntılarla hiç mi hiç ilgilenmemiş
ti. Toprağın altındaki tarihi eserler değersiz taşlar
olarak kabul edilmişti. Bu boş vermiştik nelere
mal olmamıştı ki? 1870’li yılların başında Bergama
çevresinde yol çalışmaları yapmakla görevlendi
rilmiş Humann adındaki bir Alman mühendis, kısa
zamanda bölgedeki tarihi zenginliği fark etmiş ve
hemen Pergamon antik kentini kazmaya başlamış
tı. Humann çok geçmeden Zeus Sunağı olarak bili
nen muhteşem yapıyı bulmayı başardı. Tapmağın
sütunları ve frizleri bir bir gün ışığına çıkmıştı.
Humann buluntuları ülkesine götürebilmek
için hemen harekete geçti. Alman makamları da
vakit kaybetmeden devreye girmişlerdi. Prus
ya’nın İstanbul büyükelçisi Bergama’da bulunan
mermerlerin Berlin’e götürülmesi için dönemin
sadrazamını devamlı sıkıştırıyordu. Sonuçtan
emin olan Humann ise sunağı çoktan parçalara
ayırmış, taşları Ege denizine kadar taşıyacak yük
arabalarını bile hazırlatmıştı. Çok geçmeden Zeus
Sunağı limanda bekleyen Alman gemilerine kona
rak Bergama’yı terk etti. Birkaç gün sonra parça
lar Berlin Müzesi’nde tekrar birleştirildi. Böylece
Osmanlı toprakları bekli de en görkemli hâzinesi
ni yitirmiş oldu.
Bir başka Alman olan Schlieman’ın hikâyesi
ise Humann’ınkinden bile ilginçti. Schlieman genç
168
yaşında zengin olmuş bir maceraperestti. Doğru
zamanda doğru yerde olma konusunda üstüne
yoktu. Altına hücum günlerinde Kaliforniya’da al
tın tozu ticareti yapan bir şirketi vardı. Yüksek fa
iz karşılığı tüm altın avcılarına para akıtıyordu.
Kırım Savaşı sırasında Rusya’daydı. Savaş nede
niyle pahalılaşan malları satan kurnaz bir tüccar
olarak çalışmıştı. Amerikan İç Savaşı sırasındaysa
beyaz altın haline gelen pamuğun ticaretini yap
mıştı. Kısa zamanda edindiği servetinin boyutla
rını tam olarak kimse bilmiyordu. Schlieman, Os
man Hamdi’nin de Paris’te olduğu yıllarda bu
şehre yerleşmiş, tarihe duyduğu ilgi nedeniyle
Sorbonne Üniversitesi’ne kayıt yaptırmıştı. Dün
yanın en zengin üniversite öğrencilerinden biri
olarak, Doğu dilleri ve eski medeniyetlerle ilgili
derslere giriyordu. Ama çocukluğundan beri esas
tutkusu Homeros’un Jlyada destanında anlattığı
Troya şehrini bulmaktı. Efsanevi antik şehrin Ça
nakkale Boğazı’nın güney kesimlerinde olduğu
tahmin ediliyordu. En fazla üstünde durulan böl
ge de Hisarlık Tepesi’ydi. Schlieman, Osmanlı ma
kamlarından kazı izni alır almaz çalışmalarına
başladı. Türk yetkililere,
“Eğer kıymetli bazı eserler bulmak gibi bir şan
sım olursa bunları paylaşmaktan sevinç duya
rım,” demişti. “Yarısının müzeye, yarısının da ba
na verilmesi uygun olur.”
Schlieman kısa sürede Hisarlık tepesinin altını
üstüne getirdi. Kazılarında tarla çapası bile kulla-
169
nıyordu. İlya d a 'da anlatılan Troya kentinin kralı
Priamos’un hâzinesini bulmayı kafasına o kadar
koymuştu ki, kazı sırasında karşısına çıkan tüm
duvarları yıktırıyordu. İşçiler ellerindeki kazma
larla binlerce yıllık yapılan yok ederken Schli-
eman sadece daha derine inmeyi düşünüyordu.
1873 yazında hayalleri gerçeğe dönüştü. Yüz elli
parça altın ve mücevherden oluşan muhteşem
bir hazine bulmuştu. O da tıpkı Humann gibi al
tınları hiç vakit kaybetmeden yurtdışına yolladı.
Schlieman İly a d a 'yi hatmetmiş, dahası orada ya
zılanların kelimesi kelimesine gerçek olduğuna
inanmıştı. Kısa süre sonra tüm dünyaya Kral Pri
amos’un hâzinesini bulduğunu açıkladı. Bilim
çevreleriyse bu iddiayı kuşkuyla karşıladı. Ama
gerçek olan tek şey, Schlieman’ın toprağın altın
dan çıkardığı hâzineyi Avrupa’ya kaçırmasıydı.
Osmanlı Devleti vakit kaybetmeden Schli-
eman’a karşı hukuki bir süreç başlattı. Ama Schli
eman birkaç bin altın frang karşılığında yetkililer
le uzlaşma sağlamayı başardı. Yaptığıyla gurur
duyuyordu. Sağda solda OsmanlIların Troya ve
Homer ile ilgili en küçük bir bilgiye sahip olma
dıklarından dem vuruyordu. Hatta hâzineyi bilim
adına kurtarmak için sakladığını söylüyordu. İs
tanbul’daki müze içinse,
“Müdür bile bekçinin izni olmadan içeri gire
miyor,” diyordu. “Oraya yollanan eski eserlerin
bilim için ebedi birer kayıp olduğunu herkes bi
lir."
170
Osman Hamdi son on senede yaşanan bu iki
olayı unutamamıştı. Humann ile Schlieman’a mı
kızsın, yoksa Osmanlı yetkililerinin vurdumduy
mazlığına mı yansın bilemiyordu. Zeus Sunağf mn
Berlin Pergamon Müzesi’nde çekilmiş fotoğrafla
rını Alman gazetelerinde görmüştü. Schlieman ise
bulduğu hâzineyle karısı Sophia’yı bir güzel süs
lemiş, sonra da çektiği fotoğrafları tüm dünyaya
yaymıştı. Sophia’nın saçlarında ve boynunda ki
lolarca altınla verdiği pozu da hatırlıyordu Os
man Hamdi.
Osmanlı hükümeti bu gelişmeler karşısında
antik eserlerin korunması için bir nizamname ha
zırladı. Bundan böyle bulunan eserlerin kazı ya
pan, arazi sahibi ve devlet arasında bölüştürül
mesi gerekiyordu. Osman Hamdi, nizamnamenin
uygulanamaz olduğunu hemen anlamıştı. Üçe
bölme fikri düpedüz saçmalıktı! Yasaların bir an
önce değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama
sahip olduğu yetki bunu gerçekleştirebilmesi için
yeterli değildi.
İbrahim Edhem Paşa Viyana’da olduğundan
Osman Hamdi babasının kütüphanesinde daha
rahat çalışıyordu. Eski eserlerin korunması üzeri
ne kafa patlattığı bir gün, paşanın özenle biriktir
diği gazete kupürlerine bakmaya başladı. Yıllar
önce bir İzmir gazetesinde çıkmış haberi arıyor
du. Çok geçmeden 24 Nisan 1872 tarihli gazete
sayfasını buldu. Makalede Efes’te kazı yapan ya
bancı heyeti denetleyen bir komiserin olmadığm-
171
dan ve bulunan parçaların on beş gün içinde Bri-
tish Museum’a ulaştığından yakınılıyordu. Yazı
nın sonunda ise bu işe ancak arkeolojiye meraklı
olan İbrahim Edhem Paşa’nın bir dur diyebilece
ği belirtiliyordu. Osman Hamdi gazetenin tek ça
re olarak babasını görmesinden dolayı gurur duy
muştu. Paşa sadrazamken bir seferinde yürürlük
teki yasaya uymamış ve kendi yetkilerini kullana
rak Irak’ta kazı yapan İngiliz ekibinin bulduğu ta
rihi eserlerin British Museum’a gönderilmesine
izin vermemişti. Avrupalı uzmanlar bu durumu
büyük bir skandal olarak değerlendirseler de, so
nuçta Osmanlı sadrazamının dediği olmuştu.
172
Fransız arkeologlarla birlikte.
Lagina Kazısı,
Osman Hamdi için 1881 baharı oldukça sakin
başlamıştı. Son iki yıldır yaptığı gibi sabah erken
den kalkıyor, birkaç lokma bir şeyler atıştırdıktan
sonra atölyesine kapanıp çalışmaya başlıyordu.
Yeni tablosunda duvardaki bir rafın üzerine kon
muş vazoları düzelten genç bir kızı betimlemişti.
Modeline birkaç adım arkadan bakan ressam, on
dan masum olduğu kadar kışkırtıcı da görünen
bir profil almayı başarmıştı. Resimdeki kız dizini
sedire dayamış, kollarını da yukarıya doğru zarif
çe uzatmış vaziyetteydi. Üzerindeki sarı elbise
tüm vücut hatlarını ortaya çıkarmıştı ve çıplak
ayakları oldukça dikkat çekiciydi. Aslında o güne
kadar Türk resminde büyük boy insan figürüne
rastlamak pek mümkün değildi. Ama Osman
Hamdi bu tabuyu çoktan yıkmıştı. Onun tablola
rında ana tema insan olmuştu. Kadın figürüneyse
ayrı bir önem veriyordu. Batı resmindeki gibi be-
175
denin gizemlerini tüm çıplaklığıyla tablolarına
yansıtamasa da, dikkatli gözler için küçük erotik
göndermeler yapmaktan çekinmiyordu.
Bu arada yıllardır Avrupa’da sürgünde bulu
nan Midhat Paşa’dan iyi haberler gelmişti. Paşa
İzmir valiliği görevine atanmıştı ve her dinden,
her milletten insan limana koşup yeni valilerini
bir kahraman gibi karşılamıştı. Osman Hamdi,
Midhat Paşa gibi birinin devlet hizmetinden asla
ayrı tutulmaması gerektiğini düşünüyordu. Bun
ca yıl boşa geçmişti. Paşanın yeni görev yeri hiç
de fena sayılmazdı. Osmanlı bürokratları Anado
lu’nun Batı'ya açılan bu en önemli liman kentin
de görev alabilmek için çoğu zaman torpile baş
vururdu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama anlaşı
lan Abdülhamid ile Midhat Paşa’nın arası düzel
mişti.
Fakat bu sakin günler fazla sürmedi. İstanbul
basını birdenbire Midhat Paşa hakkında çok çir
kin suçlamalarda bulunmaya başladı. Yazılanlara
göre Sultan Abdülaziz intihar etmemiş, Midhat Pa-
şa’nın organize ettiği bir cinayete kurban gitmişti.
Olayın üzerinden beş sene geçtikten sonra bu id
dialar da nereden çıkmıştı? Osman Hamdi oku
duklarına inanamıyordu. Basının hemen hemen
tamamı Midhat Paşa’ya karşı bir linç kampanyası
başlatmıştı. Gazetelerin iyiden iyiye saray yanlısı
olup çıktıklarını biliyordu ama bu kadarını bekle
miyordu. Artık ülkede özgür bir basının varlığın
dan söz etmek mümkün değildi. Paşayı cinayetle
176
suçlayanlar arasında Ahmed Midhat Efendi de
vardı. Ünlü yazar soyadının nereden geldiğini çok
tan unutmuş gibiydi. Şimdilerde memleketin baş
ka meselesi yokmuş gibi davranıyor, paşayı yer
den yere vuran makaleler yazıyordu.
İzmir’de bulunan Midhat Paşa ise, kendisine
karşı düzenlenen bu komplo hareketinin başına
ne gibi çoraplar öreceğini tahmin etmişti. Ama ne
yapacağını bilmiyordu, ilk önce Avrupa’ya kaç
mayı düşündü. Bunun için geç kalmıştı. İzmir po
lisi her yerde kendisini arıyordu. Paşa tüm çıkış
noktalarının tutulmuş olduğunu anlayınca Fran
sız konsolosluğuna sığınmaktan başka çare bula
madı. Bu olay üzerine Ahmed Midhat Efendi’nin
kalemi iyice sertleşti ve paşa için, “Hainlikte daha
da ileri giderek ecnebi bayrağı altına sığınması re
zaletlerini artırmıştır,” diye yazdı.
Fransızlar politik nedenlerle Midhat Paşa’yı
vakit geçirmeden Osmanlı güçlerine teslim etti
ler. Paşa mayıs ayında sabık padişahı öldürmekle
suçlanan biri olarak yıllardır uzak tutulduğu İs
tanbul’a getirildi. Birçok kişi gibi Osman Hamdi
de bu oldubitti karşısında şaşkınlığını gizleyemi-
yordu. Paşanın aleyhinde estirilen rüzgârın kısa
cık bir sürede fırtınaya dönmesi hayra alamet de
ğildi. Galiba Sultan Abdülhamid bu sefer paşadan
tamamen kurtulmaya karar vermişti. O sırada Ed-
hem Paşa hâlâ Viyana elçisi olarak görev yapıyor
du. Osman Hamdi babasına uzunca bir mektup
yazarak olanları anlattı. Edhem Paşa’nm cevabı
177
oldukça kısaydı. Üstelik Padişah Hazretlerine hiç
toz kondurmuyordu. Onun adaletine güvendiğini
yazıyordu.
Ama İstanbul’da gelişen olaylar bunun tam ter
sini gösterdi. Yıldız Saray’ında kurulan mahkeme
hiç vakit kaybetmeden Midhat Paşa ve arkadaşla
rını yargılamaya başladı. Paşa avukat önerilerini
kabul etmemiş ve kendi savunmasını kendisi yap
mak istemişti. Beklendiği gibi tüm suçlamaları
reddetti. Ama mahkeme cinayeti Boğaz’ın karşı kı
yısından gördüğünü söyleyen tanıkları bile dikka
te aldı. İstanbul’un her konağında, her kahvehane
sinde ve her okulunda bu konu konuşuluyordu.
İnsanlar Boğaz kıyılarına gidip karşı taraftaki yalı
ların içinde bir cinayet işlense, bulundukları yer
den bunu görüp göremeyeceklerini tartışıyorlar
dı. Osman Hamdi’nin de adalete hiç güveni kalma
mıştı. Mahkemeyi gazetelerden takip etmekten
başka elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Paşa çökmüştü. Yüzünde derin çizgiler olmuş,
sakalları iyice beyazlamış ve kamburu daha belir
gin bir hal almıştı. Osman Hamdi, paşanın kısa bir
zamanda nasıl bu kadar yaşlandığına akıl sır erdi-
remiyordu. On bir yıl önce, 1870 Ekimi'nde Bağ
dat’ta çekilmiş bir fotoğrafı bulup çıkardı albü
münden. Vilayetteki tüm yöneticiler beraberce
poz vermişlerdi. Osman Hamdi arka tarafta ayak
ta duruyordu. Önde sandalyesinde oturan Mid
hat Paşa ise oldukça sağlıklı görünüyordu. He
men yanında Ahmed Midhat vardı. Ama o mutlu
178
günlerin üzerinden çok zaman geçmişti. Artık
herkes paşanın sonunun geldiği konusunda hem
fikirdi.
Ve birkaç hafta sonra beklenen oldu. Midhat
Paşa, mahkeme tarafından suçlu bulundu. Bir pa
dişahı öldürmek Osmanlı topraklarında işlenebi
lecek en ağır suçtu. Beklenildiği gibi paşa ölüme
mahkûm edildi. Ama cezası, bağışlayıcılığını hal
kına göstermek isteyen padişah tarafından ömür
boyu hapse çevrildi. Midhat Paşa kalan günlerini
Hicaz eyaletindeki Taif Kalesi’nin zindanlarında
geçirecekti.
179
lanmış tarihi eserleri Çinili Köşk’e taşıtan Dethi-
er'in hayatını kaybetmesinin hemen ertesinde
müze için yeni bir müdür bulma çalışmaları başla
tıldı. Almanya bu gibi işlerde oldukça ilerlemişti.
Hemen Berlin elçiliğine haber yollanıp yardım is
tendi. Elçilik görevlileri yaptıkları araştırma sonu
cunda eski eserler uzmanı payesine sahip Dr. Mill-
hofer ile anlaştılar. Tam sözleşme imzalanacaktı
ki Osmanlı yetkilileri bu işten vazgeçti. Çünkü pa
dişahın kulağına müze müdürlüğü görevini layı-
kıyla yerine getirecek bir Türk’ün olduğu fısıldan-
mıştı. Söz konusu edilen genç adam, Paris’te re
sim eğitimi görmüş, ardından devlet hizmetinde
çalışmış ve son birkaç yıldır da müze komisyo
nunda görev almıştı. Üstelik İbrahim Edhem Pa-
şa’nm da oğluydu. Bu telkinlerden etkilenen Ab-
dülhamid öneriyi kabul etti. Atamayla ilgili fer
manda, Beyoğlu Eski Belediye Reisi Hamdi Beye-
fendi’nin bundan böyle müze müdürü olduğu be
lirtiliyordu. 11 Eylül 1881 günü kendisine maaş
olarak beş bin kuruş verildiği açıklandı.
Osman Hamdi bu duruma hem şaşırmış hem
de çok sevinmişti. Kendisini padişaha öneren ki
şilere minnettardı. Edhem Paşa o sırada Viya-
na’da bulunsa da bu işte onun da parmağının ol
duğuna emindi. Yeni görevi şerefine Kuruçeş
me’deki yalıda küçük bir kutlama yapıldı. Naile
Hanım kocasının en sevdiği yemekleri hazırlar
ken; Fatma, Melek ve Leyla da babalarım öpüp
ona başarılar diledi.
180
Osman Hamdi ömrünü resim yaparak tamam
lama düşüncesinden bir anda sıyrılmıştı. Kendini
on sekiz yaşındayken Paris’e ilk defa adım attığı
günkü kadar heyecanlı hissediyordu. Sanki haya
ta yeniden başlıyor gibiydi. Aslında önceki yıllar
da kendisine müze müdürlüğünden daha fazla
prestij sağlayan unvanlara sahip olmuştu. Çevre
sindeki insanlar, onun önemli bir vilayete vali ola
rak atanmasını veya bir Avrupa başkentine elçi
olarak gönderilmesini bekliyorlardı. Ama Osman
Hamdi bu duruma hiç gocunmadı. Yapmak iste
diklerini hayata geçirmek için müze müdürlüğün
den daha uygun bir mevki düşünemiyordu çün
kü. İlk iş sabahı erkenden kalktı. Çocuklar uyu
yordu. Odalarına girip sırayla hepsini öptü. Naile
Hanım o sabah kocasından önce kalkmış, kahval
tı masasını hazırlamıştı. Karıkoca neşe içinde
çaylarını içtiler.
Evden çıkmadan önce uzun uzun aynaya bak
tı. İyi görünüyordu. Boynuna bir fular bağlamıştı.
Ceketinin göğüs cebine her zamanki gibi beyaz
bir mendil yerleştirmişti. Gözüne de kulak arkası
na uzanan sapları olmayan ve burnun üstüne bir
kelebek gibi konan gözlüklerden takmıştı. Öğren
cilik yıllarında sakallarını usturayla keserdi. O dö
nem Paris gençleri arasında sakal pek rağbet gör
müyordu. Ülkesine dönüp devlet hizmetine gir
dikten sonra o da herkes gibi sakal bırakmıştı.
Çok uzamasına izin vermese de sakalsız halini
kimse hatırlamıyordu.
181
Aynaya bakmaya devam ederken kendi kendi
ne fısıldadı:
“Directeur du Musee Imperial de Constanti
nople, Osman Hamdi Bey."
Bu bey lafı bir soyadı gibi takılmıştı Osman
Hamdi’nin peşine. Aslında efendi, daha çok kulla
nılırdı seçkin kişiler için. Şehzadelere, yüksek rüt
beli saray çalışanlarına ve ulemalara efendi şek
linde hitap edilirdi. Osman Hamdi gibi Avrupa
kültürü almış bir avuç münevvere ise bey denme
si âdet olmuştu bir süredir. Osman Hamdi de be
nimsemişti bunu. Bir şikâyeti yoktu.
182
Avrupa müzeleri bunu gayet iyi başarmışlardı.
Salonlarında Antik Yunan ve Roma eserlerine ge
niş yer ayırıyorlardı. Dahası bu büyük uygarlık
mirasını sahiplenip, kendi kökleri olarak lanse
ediyorlardı. Görkemli antik dünyayı övdükten
sonra Rönesans sanatçılarının ölümsüz eserleriy
le ziyaretçilerini büyülüyorlardı. Sonra sıra çağ
daş sanatçıların yapıtlarına geliyordu. Böylece
Avrupa müzelerini gezenler Batı medeniyetinin
benimsediği uygarlık çizgisini açık seçik görebili
yorlardı. Osman Hamdi de müzesinde OsmanlI’ya
özgü bu tarz bir sentezi gerçekleştirmenin hayali
ni kuruyordu.
AvrupalIlar için arkeoloji hiçbir zaman sadece
bir bilim dalı olarak algılanmamıştı. Kazılar ilk
başlardan beri tüccarların da ilgisini çekmişti.
Avrupa burjuvazisi yağmadan kendisine de pay
düşebilir umuduyla kazıları finanse etmek için
birbiriyle yarışıyordu. Sonra kazılar daha da
önemsenmiş devlet adamları ve diplomatlar işin
içine girmişti. En nihayetinde bu konuda bir dev
let politikası gelişmişti. Artık Avrupa devletleri
arkeolojik çalışmalara önemli bütçeler ayırıyor,
arkeologlarının rahat çalışabilmesi içinse ellerin
den geleni yapıyorlardı.
XIX. yüzyıl sömürgecilik tarihinin altın döne
miydi. Sömürgeci ahlak anlayışı için Avrupa coğ
rafyasına ait olmasa bile toprağın altından çıkan
her şey Batfnın olmalıydı. Çünkü AvrupalIlar ken
dilerini tarihsel mirasın değerini bilen tek uygar-
183
lık olarak görüyorlardı. Bu yüzden, hasta adam
olarak adlandırdıkları Osmanlı İmparatorlu
ğunun tüm yeraltı zenginliğine ganimet gözüyle
bakıyorlardı. OsmanlI’da ise koruma kültürü anla
yışı ne yazık ki gelişmemişti. Uzun süredir bir
toplama geleneği vardı ama bu durum tarihi eser
lere önem verildiği anlamına gelmiyordu. Özellik
le imparatorluğun askeri gücünü gösteren nesne
ler biriktiriliyordu. Mekke ve Medine gibi şehirle
rin imparatorluk topraklarına katılmasının ardın
dan İstanbul’a getirilen kutsal emanetler de uzun
süredir hanedanlığın hilafet simgeleri olarak
özenle korunuyordu. Yunan ve Roma eserleriyse
İslam kültürüne ait olmadıkları için hiç önemsen
memişlerdi. Ancak AvrupalIlar pagan eserleri ele
geçirmek için imparatorluk topraklarına akın
edince, bu taşlarda var bir hikmet denilmiş, göz
ler açılmıştı.
Osman Hamdi nasıl bir işe giriştiğinin farkın
daydı. Ama bir an için bile akimdan pes etmek
geçmedi. Savaşmalıydı. Avrupa’ya artık işlerin es
kisi gibi yürümeyeceğini göstermek istiyordu.
Müze binası olarak kullanılan Çinili Köşk’e da
ha önce defalarca gitmişti. Oranın nasıl bir yer ol
duğunu iyi biliyordu. Ama yine de ilk defa müdür
olarak köşkün bahçesine adım attığı an büyük bir
hayal kırıklığına uğradı. Dört yüz on yaşındaki
köşkün dış cephesi ne kadar da yıpranmıştı! Bina
daki eksikler şimdi daha bir gözüne batıyordu.
Odalarda sergilenen birkaç parça heykel ve vazo
184
ise köşkün içini doldurmuştu. Osman Hamdi yıl
lar önce Kıbrıs’tan getirilen Baküs heykeline dü
şünceli düşünceli bakarken görevlilerden biri ya
nma sokulup,
“Çatıda sorunlar var efendim," dedi. “Her yağ
mur yağdığında içeriye su doluyor. Zemin bu yüz
den kabarıyor. Heykellerin üzerini örtüyoruz ama
yüzeylerinde tahribat oluşmasını engelleyemiyo-
ruz.”
En kısa zamanda köşkün elden geçirilmesi ge
rekiyordu. Ama bunun için müzeye yüklü bir öde
nek ayrılmalıydı. Maddi kaynağı nereden bulaca
ğını düşünürken Osman Hamdi’nin gözü binanın
duvarlarına takıldı.
“Bu köşke adını veren çinilere ne oldu?" diye
sordu sertçe.
Kimse bilmiyordu. Ya da söylemeye cesaret
edemiyordu. Kısa bir sessizlik olduktan sonra gö
revlilerden bıçkın bir delikanlı öne doğru çıkıp,
“Önceki müdür zamanında çinilerin onarımı
için çok para harcanmıştı," dedi. “Geçenlerde Ba
bIâli’den görevliler geldi. Binada inceleme yaptık
tan sonra tüm çinileri sıvayla kapatmamızı emret
tiler. Böylece masraf yapmaktan kurtulmuş ol
duk!”
Osman Hamdi tam da bize göre bir çözüm yo
lu bulmuşlar diye geçirdi içinden.
“Anlaşıldı, sıfırdan başlamalıyız.”
Tadilat masrafları için uzun yazışmalar yap
ması gerekti. Ama inatçılığı sonuç verdi. Gerekli
185
olan parayı sağlar sağlamaz onarım çalışmalarını
başlattı. İlk önce çinileri örten sıvalar silindi. Ar
dından çatı ve zeminle ilgili gerekli tadilatlar ya
pıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın bina Avrupa mü
zeleriyle kıyaslanamayacak kadar küçüktü. Ama
şimdilik eldekiler arasında en iyisiydi. Müdür be
yin adım adım ilerlemesi gerekecekti.
186
yordu. Osman Hamdi’nin varlığı böyle bir okul
açma düşüncesinin yeniden gündeme gelmesine
vesile olmuştu. Paris’te sanat tahsil etmiş biri bu
işe hevesli olduğuna göre akademinin açılması
için daha fazla beklemeye gerek yoktu.
Osmanh’nın ilk akademisinin adı Sanayi-i Nefi
se oldu. 1882 yılının ilk gününde okulun yönetici
si olarak, Müze Müdürü Osman Haindi Bey'in gö
revlendirildiği açıklandı.
Osman Hamdi birkaç ay arayla çok önemli iki
kurumun yöneticisi olmuştu. Zor günler yaşayan
bir imparatorluğun kültür ve sanat vizyonu artık
tamamen ona teslim edilmişti. Hemen akademi
nin kuruluş gerekçesiyle ilgili yayınlayacağı yazı
üzerinde çalışmaya başladı. Ama işin içinden bir
türlü çıkamıyordu. Ne yazması gerektiğini biliyor
du. Fakat yazmak zorunda oldukları biraz daha
farklıydı. Devletin resmi eğitim anlayışıyla kendi
düşünceleri arasında bir denge yakalaması gere
kiyordu. Çalışma odasına kapanıp şevkle yazma
ya başlıyor, ama birkaç dakika geçmeden masa
sındaki kâğıdı buruşturup çöpe atıyordu. Ardın
dan kalemini mürekkebe batırıp tekrar işe koyu
luyordu. Birçok denemenin ardından en sonunda
yazıyı tamamlayabildi.
ki
k i b in lerce eşy a d a görülür. B unları m e y d a n a g e
tiren üstatların s a n a t görüşleri v e k a b iliy e tle ri
m e v c u t eserlerd en b elli o lm aktadır.
G ü z e l s a n a tla ra m a h s u s k u r u m la r m e y d a n a
g e tirilm e s i k ıs a z a m a n iç in d e bu işte k a d e m e
k a d e m e ile r le m e m iz i sa ğ la ya ca ktır. B u k u ru m
la r y a b a n c ı m e m le k e tle r e ö ğ ren ci g ö n d e re re k
değil, k e n d i m e m le k e tim iz in ö z e llik le r in e u y
g u n h ü n e r s a h ib i a d a m la r y e tiştire re k , g e rç e k
bir Türk sa n a tı vü c u d a g etirecektir. S ö z ü n k ı
s a sı m e ş h u r s a n a tk â rla rın h iç b irin in tu tu m u n u
ta k lit e tm e y e r e k , y a ln ız ta b ia tın ru h u n a uygun
şe y le ri v e m e m le k e tim iz in ta rih i ile ilgili v a k a
ları ta s v ir e tm e y o lu n d a g a y re t s a r f e tm e k g e
rekir.
Ş im d i bu p la n ı g e rç e k le ştirm e k için h e r şe y
d e n ö n c e g ü z e l sa n a tla ra m a h su s okullar, m ü
z e le r ve h a tta serg iler a çm a lıyız. Bu işten a n la
y a n h e rk e s fik ir birliği içerisindedir. P adişahın
h ü k m ü v e bütün te b a a n ın sa a d e te u la şm a sın ı
isteye n h ü k ü m e tin s a y e sin d e a ç ıla c a k okul, gü
z e lc e y ö n e tilirse e lb e tte m ü k e m m e l bir so n u ç
m e y d a n a g etirec ek ve ku ru cu su n u n şa n ve şe re
fin i e b e d iy e n ya şatacaktır.
188
Okulun temel felsefesi gibi kendi de kâğıt üze
rinde kurulmuştu. Çünkü ne eğitimin yapılacağı
bir bina vardı ortalıkta, ne hocalar, ne de öğren
ciler. Osman Hamdi yine zor bir işin altına girdi
ğinin farkındaydı. İlk olarak bir okul binası gereki
yordu. Aynı zamanda müze müdürlüğü de yapa
cağı için bu iki bina birbirine yakın olmalıydı, ilgi
li nazırlara çıkıp düşüncesini onaylattı. Güzel Sa
natlar Akademisi binası Çinili Köşk’ün hemen ya
nındaki boş arsada yapılacaktı.
Akademinin nerede kurulacağı meselesini hal
lettikten sonra sıra binanın inşaatına gelmişti. Os
man Hamdi’nin aklına ilk olarak birkaç yıl önce
bir sergide tanıştığı mimar Alexander Vallaury
geldi. Onun çok yetenekli bir sanatçı olduğuna
emindi. Vakit kaybetmeden genç mimarın Tepe-
başı’ndaki apartman dairesine gitti. Vallaury, Os
man Hamdi’yi karşısında görünce şaşırmıştı.
“Habersiz geldiğim için özür dilerim.”
“Ona nasıl söz Hamdi Bey. Lütfen içeri buy-
nın.”
Salona geçer geçmez genç mimar,
“Yeni görevler üstlendiğinizi gazetelerden öğ
rendim, Hamdi Bey," dedi. “Eminim çok önemli iş
lerin altına imzanızı atacaksınız."
“Teşekkür ederim. Aslında ben de bu konuda
sizden bir ricada bulunmaya geldim."
Vallaury meraklanmıştı.
“Size yardım etmek için elimden geleni yapa
cağıma emin olabilirsiniz.”
189
Osman Hamdi teşekkür eder gibi kafasını sal
ladı. Koltuğunun arkasına yaslanırken,
“Akademi için bir binaya ihtiyacım var,” dedi.
“Çinili Köşk’ün hemen yanına yapılacak. Kısıtlı
bir bütçemiz var ama başlangıç için yeterli oldu
ğunu sanıyorum. Eğer ilgilenirseniz projeyi size
vermek isterim.”
Genç mimarın yüzü bir anda aydınlanmıştı.
“Ama nasıl olur Hamdi Bey," dedi. “Bu kadar ün
lü ve tecrübeli mimar varken, beni mi buldunuz?”
“Size güveniyorum ve en kısa zamanda çizim-
lerinizi görmek istiyorum.”
Vallaury meslek hayatında ilk defa önemli bir
iş aldığı için sevinç içersindeydi. Sonunda yete
neklerini herkese gösterebilecekti. Doğup büyü
düğü bu şehirde gösterişli binalar inşa etmenin
hayalini kuruyordu yıllardır. Canla başla işe ko
yuldu. Kendisine güvenen Osman Hamdi Bey’i
mahcup etmek istemiyordu. Eğer bu işten yüzü
nün akıyla çıkarsa önünde yeni kapıların açılaca
ğını da biliyordu.
Birkaç hafta sonra soluğu Çinili Köşk’te aldı.
Kolunun altında bitirdiği projesi vardı. Osman
Hamdi çizimleri hemen masasına yaydı. Büyük
bir dikkatle kâğıtları incelerken, yanında duran
Vallaury’nin heyecanını fark etmedi bile. Müdür
bey mimar arkadaşının tasarladığı binayı çok be
ğenmişti. İkinci kattaki atölyeler istediği büyük
lükteydi. Pencereler geniş tutularak ışık sorunu
da halledilmişti.
190
“İnşaatı hemen bu hafta başlatacağım."
Vallaury kulaklarına inanamamıştı. Sonunda
Konstantinopolis’te planlarını kendisinin çizdiği
bir bina yükselecekti.
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum
Hamdi Bey,” dedi.
“Asıl ben size teşekkür ederim. Ama sizinle işi
miz bitmedi.”
Vallaury dikkat kesilmiş, müdür beyden gele
cek yeni teklifi bekliyordu. Osman Hamdi karşı
sındaki adama güvenle baktıktan sonra asıl niye
tini açıkladı.
“Mimarlık bölümünün başına geçer misin?”
Vallaury çok şaşırmıştı.
“Hocalığı hiç düşünmedim” dedi. “Bilmem ki
nasıl olur?”
Osman Hamdi mimarın tereddüdünü fark et
mişti.
“Hiç itiraz istemiyorum,” dedi. “Sizden iyi kimi
bulacağız. Beaux Arts’ın sistemini beraberce Sa-
nayi-i Nefise’de uygulayabiliriz. Gençlerin böyle
bir eğitime ne kadar ihtiyaçları var, bir bilseniz."
Vallaury gülümsedi.
“Sizi asla kıramam Hamdi Bey," dedi.
191
şıyor, atölye malzemelerinin temininden hademe
nin görevlendirilmesine kadar her işe koşturu
yordu. Okuldaki yöneticilerin görev dağılımlarını,
öğrenci kabulünü, imtihanları ve verilecek ödül
leri düzenleyen yönetmelik de hazırlanmıştı.
Okul açıldığında resim bölümüyle müdür bey
yakından ilgilenecekti. Mimarlık bölümü ise Valla-
ury’ye emanet edilmişti. Heykel öğrencileri de
şanslıydı çünkü Roma Kraliyet Güzel Sanatlar
Akademisi’nde birbirinden ünlü heykeltıraşların
öğrencisi olan Osgan Efendi okulun kadrosuna
katılmıştı. Yurtdışında heykeltıraşlık eğitimi gör
müş ilk Osmanlı vatandaşı olan Osgan Efendi ay
rıca müdür muavinliği ve müze restoratörlüğü
görevlerini de yürütecekti.
Artık her şey hazır sayılırdı. Açılış için binanın
son rötuşlarının yapılması bekleniyordu. Osman
Hamdi akademinin eğitime başlayacağı ilk günü
sabırsızca beklerken bir kez daha baba olmanın
sevincini yaşadı. Naile Hanım bu sefer bir erkek
bebek dünyaya getirmişti. Osman Hamdi ilk kızı
na nasıl annesinin adını verdiyse, ilk oğluna da
babasının ismini koydu. Küçük Edhem ailenin ye
ni ilgi odağı olmuştu...
192
Güzel Sanatlar Akademisi’nden beklentileri bü
yüktü. Okulun emekleme aşamasında olan Türk
sanatının temel yönlendiricisi olmasını istiyordu.
Her şeyden önce kendi ekolünü yaratabilen bir
eğitim kurumu olmalıydı. Akademinin ilk senesin
de yeteneğini kanıtlamış yirmi öğrenci eğitim gö
recekti. Osman Hamdi okula kabul edilmeyen
ama dersleri dışardan dinlemek isteyen gençlerin
de hevesini kırmamıştı. Sanayi-i Nefise’nin kapısı
tüm sanat meraklılarına açık olacaktı. Paris’te
kendisinin de dersleri bu şekilde takip ettiğini na
sıl unutabilirdi ki?
Açılış günü törenden sonra öğrenci ve öğret
menler fotoğraf çektirmek için bahçede toplandı
lar. Melon şapka takmış mimarlık bölümü hocası
Vallaury haricinde herkesin kafasında fes vardı.
Yaşları on beş ile yirmi beş arasında değişen
gençler ve akademi hocaları tarihe geçtiklerini bi
lerek objektiflere gülümsediler.
Fotoğraf çektirme işi okulun salonlarında da
sürdü. Müdür bey de, Osgan Efendi ve diğer ho
calarla beraber fotoğrafçılara pozlar verdi. Grup
her seferinde Osman Hamdi’yi ortalarına almak
istese de, o mütevazı bir şekilde köşede durmayı,
hatta zaman zaman yere oturmayı tercih ediyor
du. Çalışanlarına üstünlük taslamamayı Midhat
Paşa’dan öğrenmişti. Sanayi-i Nefise'nin açıldığı
gün Taif zindanlarında sıradan bir mahkûm ola
rak yaşayan paşa da, Bağdat’ta çektirdiği toplu
fotoğraflarda sanki vilayetin valisi kendisi değil
193
miş gibi hep köşede bir yerlerde durmayı tercih
ederdi. Paşa için üzülmek Osman Hamdi’nin uza
yıp giden kaderi olmuştu sanki. Ama bu boğucu
düşüncelerinden çabucak sıyrılması gerekiyordu.
Çünkü okulun tanıtıma ihtiyacı vardı. Basın, aka
deminin açılışına ilgisiz kalmıştı. Sadece yabancı
dilde yayınlanan gazetelerde, o da tek tük olmak
koşuluyla haberler çıkıyordu:
194
rahim Edhem Paşa Viyana’daki görevini tamamla
yıp İstanbul’a dönmüştü. Paşa, Güzel Sanatlar
Okulu’nun açılışını da kaçırmamıştı. Aslında na
zırlık yaptığı yıllarda bu işe o da niyetlenmiş ama
bir türlü düşüncesini gerçeğe dönüştürememişti.
Neyse ki akademiyi hayata geçirmek oğluna nasip
olmuştu. O günlerde paşa için de işler iyi gidiyor
du. Padişahla arasında sadrazamlıktan uzaklaştı
rılmasıyla başlayan kırgınlık artık tamamen orta
dan kalmıştı. Paşa, akademinin açılışından birkaç
hafta önce Dahiliye Nazırlığı’na getirilmişti.
Edhem Paşa’nın Viyana’dan dönmesiyle yalı
daki akşam yemekleri tekrardan renklendi. Ye
mek sonrası imparatorluğun içişlerinden sorum
lu bakanıyla müze ve akademi müdürünün fikir
alışverişi saatlerce sürüyordu. Edhem Paşa pek
belli etmese de, oğluyla ilk defa bu kadar çok gu
rur duyuyordu. Osman Hamdi ise hayatı boyunca
ilk kez kendisini babasının karşısında önemsiz bi
ri gibi hissetmiyordu.
Kahvelerini yudumlarken,
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun Hamdi?” di
ye sordu paşa.
Osman Hamdi elindeki fincanı yavaşça sehpa
nın üzerine koydu. Mendiliyle dudaklarını sildik
ten sonra,
“Akademi eğitime başladı,” dedi. “Hocalara
güveniyorum. Hepsi işinin ehli. Benim artık mü
zeyle ilgilenmem gerekiyor. Bu konuda sizden de
bir ricam olacak."
195
“Nedir, söyle bakalım.”
“Tüm vilayetlere resmi bir yazı göndermenizi
isteyecektim. Buldukları tarihi eserleri İstanbul’a,
müzeye yollamaları için.”
Paşa ellerini iki yana açarak,
“Kolay,” dedi. “Yarın her yere telgraf çektiri
rim.”
“Müzedeki koleksiyonu zenginleştirmek istiyo
rum. Gönderilecek eserler yeterli olmayabilir. Ye
ni kazılar yapmaktan başka çaremiz yok. İlk ola
rak Nemrut Dağı’na çıkacağım.”
Paşa duyduklarına şaşırmış görünüyordu.
“Nemrut Dağı mı?” diye sordu.
“Evet. Orada devasa heykeller olduğu söyleni
yor. Gidip kendi gözlerimle görmek istiyorum.
Eğer heykelleri dağdan indirmenin bir yolunu bu
lursam, onları müzeye getirip sergileyeceğim.
Gerçi Çinili Köşk’te bir vazo bile koyacak yerimiz
kalmadı. Ama her şeyin bir çaresi vardır.”
Edhem Paşa keyiflenmişti.
“Yanılmıyorsam daha önce hiç milli bir kazı
yapılmamıştı.”
Osman Hamdi kafasıyla babasını onayladıktan
sonra,
“Evet, ilk olacak," dedi. “Uzun zamandır kazı
larla ilgili kitaplar okuyorum. Paris’te arkeoloji
dersleri de almıştım. Artık hazırım. Hem ekibe ya
bancı uzmanları da davet edeceğim.”
Paşanın aklı yatmıştı. Ama zamanlama konu
sunda tereddütleri vardı.
196
“Okul daha yeni açıldı Hamdi. Bu iş için bütçe
gerekli. Biraz daha beklemen daha iyi olmaz mı?”
“Bekleyecek zaman yok babacığım. Berlin Mü
zesi de Nemrut’la ilgileniyor. Onlardan önce ora
ya gitmemiz lazım."
Paşa oğlunun kararlı olduğunu anlamıştı. Her
zamanki gibi arkasında olduğunu belli ederek,
“O zaman kolay gelsin," dedi.
Yolculuk hazırlıkları hemen başladı. Daha ön
ce arkeolojik bir kazı yapılmadığından bu işin kaç
gün süreceğini ve ne kadara mal olacağını bilen
kimse yoktu. Osman Hamdi çalışma masasına
oturdu ve bir plan yaptı. Ama bütçe konusu canı
nı sıkıyordu. Müzenin kazıyı karşılayacak bir
maddi kaynağı olmadığı için kara kara düşünme
ye başladı. Neyse ki İbrahim Edhem Paşa devreye
girdi ve kazı için bir kampanya başlatıldı. Osman
lI Bankası ve demiryolu işletmeleri önemli miktar
da bağışlarda bulundu. Paşanın nazır arkadaşları
da kampanyaya katı sağladı. Kısa sürede gerekli
olan para toplandı. Böylece OsmanlI’nın ilk arke
olojik kazı macerası başlamış oldu.
Osman Hamdi müze ve okuldaki işlerini yar
dımcılarına devretti. Ama müdür muavini Osgan
Efendi’den kendisine eşlik etmesini istemişti.
Ekipte usta bir heykeltıraşın olması kazı sorumlu
suna güven verecekti. Osman Hamdi yola çıkma
dan önce öğrencilerini toplayıp onlara dersleri
ihmal etmemeleri konusunda nasihatte bulundu.
Okul ilk yılına mart ayında başlayabilmişti. Bu
197
yüzden müdür beyin kafasında yaz tatilini iptal
etme düşüncesi vardı. Osman Hamdi öğrencileri
ne tatili unutmaları gerektiğini söyleyince sınıf
tan bir uğultu yükseldi. Gençler isyan etmişti ade
ta. Aralarında tartışmaya başladılar. Sonra içle
rinden biri,
“Efendim, bu yıl ramazan ayı yaza denk geli
yor. Bari bir ay tatil yapalım," deyince Osman
Hamdi yaz sıcağında oruç tutarak derslere de
vam etmenin çok zor olacağını düşündü. Gençle
re hak vermişti. Sanayi-i Nefise ilk yazında bir ay
tatil edilecekti.
198
lumbağalara benziyorlardı. Osman Hamdi ilgiyle
çevresine bakındı. Dağın zirvesinde yüz elli met
re çapındaki bölge Kommagene Krallığı’nın kutsal
mezar alanı olarak kullanıldığı için tümi'ılüsler ve
devasa heykellerle doluydu. Kâinatın hâkimi gibi
kasıla kasıla duran tanrıları, kartal ve aslan şek
lindeki heykeller koruyordu. Ekiptekiler hemen
bölgeye dağılıp iki bin yaşındaki tanrıların arasın
da merakla dolaşmaya başladılar. Bazı heykeller
dağın tepesindeki şiddetli rüzgârın etkisiyle veya
yıllar içinde meydana gelmiş depremler nedeniy
le sağa sola devrilmişti. Osman Hamdi uyuyor gi
bi yere uzanmış bir heykelin karşısına geçip daki
kalarca ona baktı. Burası gerçekten de inanılmaz
bir yerdi.
Vakit kaybedilmeden çalışmalara başlandı.
Çevre köylerden otuzdan fazla işçi tutuldu. Mev
sim bahar olmasına rağmen doruklar oldukça se
rindi. Özellikle güneşin parlamadığı zamanlar sı
caklık iyice düşüyordu. Yukarıda uzun süre ka
lanlar, rüzgâra kapılıp yamaçlara doğru sürükle
neceklerinden korkuyorlardı. Devrilen heykeller
sağlam halatların ve onlarca işçinin kas gücü sa
yesinde ayağa kaldırıldı. Tekrar devrilmemeleri
içinse altlarına taş destekler konuldu. Osgan
Efendi de zarar görmüş heykellerin onarımı için
elinden geleni yapıyordu.
Ekibin yerleştiği köyden kazı sahasına günde
bir iki sefer gidip gelmek her babayiğidin harcı de
ğildi. Kazı alanına çıkan dik yokuşun son beş yüz
199
metresi insanı oldukça zorluyordu. Osman Hamdi
Nemrut Dağı’na tırmanmaya başladığı ilk andan
itibaren buluntuların müzeye taşınmasının imkân
sız olduğunu anlamıştı. Bu nedenle hayal kırıklığı
yaşasa da kazıyı hâlâ hevesle yönetmeyi sürdürü
yordu. Ekibe dahil ettiği iki yabancı arkeologu
gözlemleyerek de işin inceliklerini öğreniyordu.
Haziran ayı geldiğinde İstanbul gazeteleri Mü-
ze-i Hümayun Müdürü Osman Hamdi Bey’in Nem
rut Dağı tepesinde değeri çok yüksek tarihi eser
ler bulduğunu, ama ne yazık ki eserlerin müzeye
nakledilmesinin imkânsız olduğunu yazdı.
Osman Hamdi İstanbul’a dönmeden önce hiç
olmazsa heykellerin kalıplarını almak istiyordu.
Fransa’da öğrendiği alçı kopyalama yöntemini
Osgan Efendi ile birlikte Nemrut’un zirvesindeki
heykellere uyguladı. Elinde fırçası bütün gün hey
kellerin önünde diz çökmüş çalışıyordu. Yazla be
raber öğlen sıcaklıkları artmış, koşullar iyice zor
laşmıştı. Bir mola sırasında heykellerinin önüne
oturup hatıra fotoğrafı çektirdi. Üzerinde toz top
rak içindeki kazı elbiseleri, başında da fesi vardı.
Daha sonra kazı alanın ortasına doğru ilerledi ve
bir elini tarihi taşların üzerine koyarak poz verdi.
Fotoğrafçı tam deklanşöre basıyordu ki onu dur
durdu. Çekimi izleyen işçilere doğru dönüp,
“Hadi siz de buraya gelin,” diye bağırdı.
Köylülerin birçoğu hayatlarında ilk defa fotoğ
raf makinesi görüyordu. Ne yapacaklarını tam
olarak anlayamadılar. Osman Hamdi onları bir
200
kez daha yanına çağırdı. İşçiler birer ikişer kadra-
ja girdi ve istisnasız hepsi yere çömelip bekleme
ye başladılar. Böylece OsmanlI'nın ilk kazı ekibi
nin fotoğrafı çekilmiş oldu.
Birkaç gün sonra Nemrut’un tepesindeki tanrı
larla vedalaşıldı. Osman Hamdi neredeyse eli boş
dönmüştü İstanbul’a. Ama bu seferi zafer havası
na bürüyecek bir fikri vardı. Osgan Efendi ile be
raber işe koyulup kazı sonuçlarını özetlediği N em
rut Dağı T üm ülüsleri isimli kitabı hazırladı. Fran
sızca yazdığı kitabın kopyalarını, Avrupa’nın bü
tün müzelerine ve arkeoloji enstitülerine yolladı.
Kitap bilim dünyasında heyecanla karşılandı. Ama
daha da önemlisi Osman Hamdi’nin herkese, artık
bu işte ben de varım, demesine vesile oldu. Kita
bın yayınlanmasıyla beraber Avrupalı arkeologlar
Osmanlı topraklarında bundan böyle istedikleri
gibi at oynatamayacaklarını fark etmişlerdi.
Osman Hamdi ressam olduğu için güzel sanat
lar akademisine müdür olmuştu. Müze müdürü
olduğu içinse arkeolog olmak zorunda kaldı. Bu
sayede Osmanlı İmparatorluğu tarihinde daha
önce hiç yapılmamış yeni bir fetih hareketi baş
lattı. Coğrafi olarak kuzeye, güneye, doğuya veya
batıya doğru değil, tarihsel olarak toprağın derin
liklerine uzanan bir fetih olgusuydu bu...
201
zamnamenin üzerinden tam on yıl geçmişti. Ama
bir türlü tarihi eserlerin yurtdışma kaçırılmasının
önüne geçilememişti. Zaten yürürlükteki kanun bu
duruma engel olmak şöyle dursun, hırsızlığa açık
açık onay veriyordu. Kazılarda bulunan eserlerin
artık tamamının Osmanlı Devleti’ne ait olmasının
zamanı gelmişti. Arazi sahibi ve kazıyı yapanlara
bundan böyle sadece teşekkür edilmeliydi. Osman
Hamdi aylardır yeni bir tüzük üzerine kafa patlatı
yordu. Nelerin tarihi eser kapsamına gireceğini,
kazı izinlerinin nasıl alınacağını ve çalışmalar sıra
sında güvenliğin nasıl sağlanacağını madde madde
yazmıştı. Yeni nizamnamede kötü niyetli insanlara
kapı aralayacak yasal bir boşluk kalsın istemiyor
du. Paris’te hukuk derslerine girmesi hayatında ilk
kez işine yaramaya başlamıştı.
Bin dört yüz yıl önce Ayasofya’yı yoktan var
eden mimarlar, inşaatta kullanmak için Ege bölge
sindeki antik şehirlerden en kaliteli mermerleri ge
tirtmişlerdi Konstantinopolis’e. Aynı şekilde Mi
mar Sinan’ın da eserlerinde antik taş ve mermerle
ri kullandığı biliniyordu. Ama bu, onların eski eser
lere saygısızlık ettikleri anlamına gelmiyordu. Çün
kü o dönemlerde hiçbir toplum, antik şehirleri ko
ruma bilincini geliştirememişti. Fransa’da bile bu
konudaki ilk kanunu daha birkaç sene önce “Hatı
ratlar İçin Yasa” ismiyle, o sırada parlamentoda
bulunan Victor Hugo kendi eliyle yazmıştı.
Osman Hamdi çeşitli nazırlarla görüştü ve or
tak bir çalışma başlatıldı. Hem Osman Hamdi hem
202
de Şurayı Devlet tarafından yeni tüzükler hazırlan
dı. Müze müdürünün uygulamaya dönük olarak
düşündüğü birçok ayrıntının resmi tüzüğe girme
si uygun bulundu. Kuruldan geçen yeni tüzük va
kit kaybedilmeden padişahın onayına sunuldu.
Abdülhamid tasarıyı 21 Şubat 1884’te kabul etti ve
böylece yeni “Âsâr-ı Atika Nizamnamesi" yürürlü
ğe girmiş oldu.
Bundan böyle Osmanlı topraklarının üstünde
ve altında bulunan bütün tarihi eserler kayıtsız
şartsız devlete ait olacaktı. Tarihi değeri olan tek
bir madeni para bile çıkarılamayacaktı yurtdışı-
na. Yabancı kazı ekiplerinde müzeden bir görevli
yer alacak ve buluntular kazı defterine günbegün
kaydedilecekti. Artık kazıyı yapanlar buldukları
eserlerin sadece alçı kopyasını ve fotoğraflarını
alma iznine sahipti. Eserlerin izinsiz olarak taşın
ması ve tahrip edilmesi tamamen yasaklanmıştı.
Kazı ruhsatı alabilmek için tüm bu şartları kabul
etmek gerekiyordu.
Osman Hamdi, Osmanlı toprakları üzerinde
yaşamış olan tüm halkların mirasını aralarında
hiçbir ayrım yapmaksızın sahiplenmişti. İster pa
gan olsun ister Hıristiyan veya Müslüman, tarih
sel olarak hepsi önemliydi. Artık Anadolu ve Me
zopotamya coğrafyası geçmişiyle beraber bir bü
tün olarak ele alınacaktı.
OsmanlI’nın arkeolojik eserler üzerindeki mül
kiyet hakkı sonunda yasalaşmıştı işte. Paris, Ber
lin ve Londra’daki müzelerin açgözlülüğüne bir
203
dur denilmişti. Yeni tüzük Avrupa’da anında yan
kı buldu. Fransız yetkililer, “Yasa Türk hükümeti
nin bilimsel konularda çocukça fikirlere kapıldığı
nın çok üzücü bir kanıtıdır. Bu günün arkeoloji ta
rihine hastalıklı bir leke olarak geçeceğine hiç
şüphemiz yok." diyerek tüzüğe karşı tutumlarını
açıkça dile getirdiler. AvrupalIlar, İmparatorluk
Müzesi’ni hayali bir mirasa sahip olma arzuyla
suçluyorlardı. Onlara göre Konstantinopolis’teki
müze Antik Yunan’a ve Ortadoğu’ya ait tarihi
eserlerinden elini çekmeliydi. Küçük Asya ile ye
tinmeliydi. Yabancı basın da çıkarılan yasayı yer
den yere vurmaya başlamıştı. Artık hiçbir Avru
palI arkeologun Osmanlı topraklarında kazı yap
mak istemeyeceği söyleniyordu. Bütün bu işlerin
Müze Müdürü Osman Hamdi Bey’in başının altın
dan çıktığı da yazılıp çiziliyordu. Eleştirilerde sık
sık Drakon Kanunları’na gönderme vardı. Hamdi
Bey, Drakon’a özenmiş diye bitiyordu demeçler.
Osman Hamdi yeni tüzüğe tepkiler geleceğini
biliyordu. Ne de olsa AvrupalIların damarına bas
mıştı. Ama bu kadarını o bile beklemiyordu. Ken
disini eleştirenler arasında uzun yıllardır görüş
tüğü dostları bile vardı. Kimseye kırılmadı. Söyle
nenlere kulaklarını tıkayıp işinin başına döndü. O
günlerde sık sık aynı soruyla karşılaşıyordu.
“Müdür Bey, Drakon da kim ola ki?”
Osman Hamdi bu soruya gülerek,
“Kadim Yunan’ın ilk kanun koyucularından bi
ri,” diye cevap veriyordu.
204
Sonra hemen ikinci soru geliyordu:
“Peki, sizi niye ona benzetiyorlar?"
“Doğrusu bunu ben de bilmiyorum. Onun ka
nunlarında adalet yoktu. Meyve çalmanın cezası
ölümdü!"
205
adamına karşı duyduğu saygı hiç azalmamıştı. Pa
şayı sürgünlerle ve hapishanelerle dolu bir sonun
beklediğini hayal bile edemezdi. Ama ne yazık ki
öyle olmuştu.
Birkaç gün sonra herkes Midhat Paşa’nın Sul
tan Abdülhamid’in emriyle boğdurulduğunu ko
nuşmaya başladı. Osman Hamdi bunun hayli yük
sek bir ihtimal olduğunu düşünüyordu. Hatta bir
akşam Midhat Paşa’nın ölümü için babasına, dü
pedüz cinayet bu deyince İbrahim Edhem Pa-
şa’yla ciddi bir tartışmaya girişti. Edhem Paşa na
zırlığını yaptığı padişaha laf söyletmek istemiyor
du. Paşanın yetiştiriliş tarzı ve yıllarca süren dev
let hizmeti geleneği ne olursa olsun padişaha kar
şı koşulsuz sadakati gerektiriyordu. Paşa için
tahtta kimin oturduğu önemli değildi. Yıllarca Ab-
dülmecid’e hizmet etmiş, sonra Abdülaziz’e, şim
diyse Abdülhamid’e bağlanmıştı. Ama Osman
Hamdi babası gibi değildi. Olaylara daha objektif
bakıyordu.
“Abdülhamid’in her geçen gün ipleri eline da
ha sıkı aldığının farkında değil misiniz efendim,”
diye çıkıştı babasına. “Diktatörlüğe doğru gidiyo
ruz. Basında eleştiri babında tek bir satır yayınla
namıyor. Midhat Paşa’yı bile öldürttü. Verdiği
sözleri de çoktan unuttu. Artık kimse meşrutiyet
kelimesini ağzına bile alamıyor. Anayasa kim bilir
ne zaman tekrardan yürürlüğe girecek. Hem siz
değil misiniz..."
İbrahim Edhem Paşa ayağa kalkıp,
206
“Yeter!" diye bağırdı. “Hepiniz anayasa ve
meclis diye tutturmuşsunuz. Savaş zamanında
gördük meclisin ne menem bir şey olduğunu. Hep
köstek oldular bize. Bu devletin kendi gelenekleri
var. Ona güvenmek lazımdır. Midhat çok inatçıy
dı. Kendi başını kendi yedi.”
Taif’ten gelen acı haberin ardından yaptıkları
münakaşa baba ile oğlu arasında kolay kolay din
meyecek soğuk rüzgârların esmesine neden ol
muştu. Osman Hamdi o yaz padişahın verdiği if
tar yemeğine babasının da davet edildiğini gaze
telerden öğrendi. Paşa bu davetle ilgili oğluna tek
bir söz bile etmemişti. Bunun üzerine Osman
Hamdi İstanbul’dan ayrılıp Eskihisar’a gitti. Oru
cunu hiç aksatmayan Edhem Paşa, ramazan ayın
da oğlunun evi terk etmesine elbet bozulacaktı.
Ama Osman Hamdi biraz başını dinlemek istiyor
du. Zaten oruç tutma alışkanlığı da yoktu. Gençli
ğinden beri iftar sofralarına babasını kırmamak
için otururdu.
Eskihisar’da yıllar önce aldığı arsasına sonun
da bir ev inşa ettirmeyi başarmıştı. Yeni yazlığını
çok seviyordu. Çalışma odasındaki pencereden
elini uzatsa denize değecekti neredeyse. İki katlı
evin planlarını da kendisi çizmişti. Bahçesine
hem kayıkhane yaptırmış, hem de resim atölyesi
olarak kullanacağı geniş bir kulübe kondurmuştu.
İstanbul’daki koşuşturmadan kurtulmanın en ko
lay yolu bir vapura atlayıp buraya gelmekti artık.
Osman Hamdi Ayasofya’nın hemen yanındaki bir
207
mahallede dünyaya gelmişti. Ama o evi hiç hatır
lamıyordu. ıMahmutpaşa Yokuşu’ndaki konakta
büyümüştü. Çocukluğunun geçtiği o eviyse hiç
unutmamıştı. Kuruçeşme’deki yalıda da güzel
günler geçirmişti. Çocukları orada doğmuştu.
Ama bundan böyle yazlarını Eskihisar köyünde
geçirecekti. Hatta bir gün emekli olabilirse sürek
li olarak burada yaşamayı düşlüyordu...
208
Osman Hamdı o günü merak içinde geçirdi.
Babasından bir haber almak için bütün gün sağa
sola koşturdu. Ama neler olup bittiğini bir türlü
öğrenemedi. BabIâli’deki tanıdıkları Edhem Paşa
ile ilgili gelişmelerden bihaberdi. Müdür beyin
müzedeki küçük odasında tek yapabildiği akşa
mın olmasını beklemekti. Yalıya vardığındaysa
babasının somurttuğunu gördü. Bu kötüye işaret
ti elbet. Sofraya oturmadan karısını bir köşeye çe
kip neler olduğunu sordu.
“Paşayı Paris büyükelçisi olarak görevlendir
mişler,” diye fısıldadı Naile Hanım.
Osman Hamdi sevinç içinde,
“Ama bu iyi bir haber,” dedi.
Naile Hanım hayretle baktı kocasının yüzüne.
“Paşa bu işe hiç sevinmemiş," dedi. “Nazırlık
beklediğini biliyorsun. Hem bu yaştan sonra Pa
ris'te diplomatlık yapmak onun için çok zor ola
cak."
Osman Hamdi biraz düşününce karısının haklı
olduğunu anladı. O akşam yalıdaki yemeğe yine
sessizlik hâkimdi. Aslında babasına moral ver
mek istiyordu ama lafa nereden başlayacağını bi
lemedi. Hizmetçi kız tatlı servisi yaparken,
“Eminim Paris size iyi gelecek babacığım,” de
di. “Hem özlemişsinizdir orayı. Öğrencilik yılları
nızın üzerinden çok zaman geçti. Bambaşka bir
şehir bulacaksınız karşınızda. İşlerden başımı kal
dırabilirsem ben de ziyaretinize gelirim.”
209
Paşanın ağzını bıçak açmıyordu. Yüzü hâlâ
asıktı. Fatma Hanım yemekten sonra kocasının
bavullarını hazırlamaya koyuldu. Naile Hanım da
ona yardım ediyordu. İki kadın önümüz kış deyip
paşa için yün içlikler, çoraplar hazırlamışlardı.
Fatma Hanım tüm ceketlerin ceplerini ve düğme
lerini kontrol etti. Sökükleri hemencecik dikti.
Sonra kadınlar da salona geçip kahvelerini içen
erkeklere katıldılar.
Osman Hamdi salondaki herkesin merakla
beklediği soruyu sordu:
“Hareket ne zaman efendim?”
Paşa oldukça kararlı bir sesle,
“Hiçbir zaman,” dedi.
Herkes donakalmıştı. Kimse paşaya başka bir
soru sorma cesaretini gösteremedi. Kısa bir süre
sonra Edhem Paşa kendi kendine konuşur gibi,
“Görevi kabul etmedim," dedi. “Paris’e gitme
yeceğim."
Paşanın verilen görevi kabul etmemesi görül
müş, duyulmuş şey değildi. Bu yaşa kadar asla
devletine karşı gelmemişti. Nereye atanırsa atan
sın hiçbir mazeret öne sürmeden derhal işe ko
yulmuştu. Ama bu sefer hayır demişti işte. Kimse
onu aldığı karardan döndüremezdi artık.
Edhem Paşa günlerini okuyarak geçirmeye
başlamıştı. Kendi branşı üzerine yeni yayınlanmış
ne kadar kitap varsa hepsini Avrupa’dan getirtti.
Madenlerden sıkılınca Fransız şairlerine geçiyor,
saatlerce yüksek sesle şiir okuyordu. Havanın gü
210
zel olduğu günlerde şiirler bahçeye taşmıyordu.
Bir de yere göğe sığdıramadığı en küçük torunu
Edhem vardı tabii. Paşa bütün gün küçük Edhem’i
kucağından indirmiyor, hiç bıkmadan onunla oy
nuyordu. Akşamüzeriyse cam kenarına oturup Bo-
ğaz’ı seyredalıyordu. Çoğu zaman Fatma Hanım’ın
önüne koyduğu ıhlamur çayını bitirmeden uyukla
maya başlıyordu. Kimse İbrahim Edhem Paşa’nın
bütün günü evde geçirmesine alışamamıştı. Ama
bunca yılın ardından paşa siyasetten uzaklaşmış,
emekliliğini ilan etmişti. Bu arada kendisine bağla
nan emekli maaşı oldukça düşüktü. Neredeyse oğ
lunun aldığı ücretin yarısı kadardı.
211
Salondakilerden biri,
“Efendim, kapıya benzer büyük taşlar demekle
ne kastediyor olabilirler?" diye sordu.
Osman Hamdi kendinden emin bir vaziyette,
“Lahit odaları,” dedi. “Sayda Beyrut’un güne
yinde Akdeniz’e kıyısı olan bir şehirdir. Antik çağ
larda Sidon olarak bilinirdi. Helenistik dönem
deyse önemli bir geçiş noktasıydı. Tahminlerim
doğru çıkarsa orada pek değerli eserlerle karşıla
şabiliriz."
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz Müdür Bey?”
“Eğer bu haberi biz biliyorsak tüm Avrupa bi
liyordur. Bu yüzden acele etmeliyiz.”
Salondakiler şaşkınlık içinde birbirlerine ba
karken Osman Hamdi fesini koltuğunun altına sı
kıştırdı. Yüzünde hınzır bir gülümseme vardı.
“Hazırlanın, birkaç gün içinde yolla çıkıyoruz.”
212
Hazine tarafından karşılanacaktı. Hazırlıklar bir
kaç haftada tamamlandı. Sonra Sayda’ya giden
bir gemiyle anlaşıldı. Kazı araç gereçlerinin gemi
ye yüklenmesiyle beraber yelkenler fora edildi.
Ekiptekilerden hiç kimse müdür beyin bu işi nasıl
böylesine çabuk organize ettiğini anlayamamıştı.
Bütün günü güvertede geçiren diğer yolcuların
aksine Osman Hamdi kamarasından dışarı pek çık
mıyordu. Ne Ege adalarının arkasından Yunanis
tan’a doğru uzanan gökkuşağı, ne de geminin de
niz yüzeyinde oluşturduğu köpüklere kadar soku
lan yunus sürüleri onun dikkatini dağıttı. Denizin
ritmine eşlik ederek sürekli sallanan gaz lambası
nın titrek ışığında Fransız arkeologlarının tuttuğu
kazı günlüklerini okumaya çalışıyordu. Kazı sıra
sında bulacağı tarihi eserlere zarar verecek bir ha
ta yapmak istemediğinden uzman arkeologların
deneyimlerini iyice öğrenmek arzusundaydı. Ayrı
ca kendi de İstanbul’a dönene kadar her ayrıntıyı
yazacağı bir günlük tutmaya karar vermişti. Gemi
deki akşam yemeklerindeyse tıpkı Midhat Paşa'nın
yaptığı gibi ekibiyle beraber olmaya özen gösteri
yordu. Yemekten sonra sohbet uzuyor, Akdeniz
esintisi altında testi testi şarap içiliyordu.
Ekip 30 Nisan 1887 günü Sayda Limanı’na ulaş
tı. Palmiye ağaçlarıyla kaplı şehir merkezi Bağ
dat’a benziyordu. Üzerlerine ince kumaştan be
yaz entariler giymiş, ayaklarına da basit sandalet
ler geçirmiş Araplar, toz toprak içindeki meydan
da bir sağa bir sola koşturuyorlardı.
213
Osman Hamdi elinin tersiyle alnındaki teri si
lerken,
“Yaz çoktan gelmiş buralara," diye söylendi.
Sonra yabancılara bir şeyler satmak isteyen ya
pışkan kalabalığın arasından geçerek tek atın çek
tiği bir araba kiraladı. Gemideki yükün boşaltılıp
kazı alanına taşınmasını beklemeden bir an önce
oraya gidip etrafı dolaşmak istiyordu. Kazı saha
sı limana çok uzak sayılmazdı. Kırk beş dakika sü
ren bir yolculuğun ardından bölgeye ulaştı. Top
rağın yüzeyinde bile kırık mermer parçaları göze
çarpıyordu. Onlardan birini eline alıp inceledi.
Mermer kaliteliydi. Bir nekropolün üstünde dur
duğundan hiç şüphesi kalmamıştı. Eğer şansı ya
ver giderse çok bereketli bir kazı olacağa benzi
yordu.
Ertesi gün çalışmalara başlamak arzusunday
dı. Ama beklemesi gerekti. İstanbul’dan sandıkla
rın içinde getirilen el arabalarının, kazmaların, kü
reklerin ve levyelerin bölgeye taşınması epey va
kit aldı. Tahta bir kaide, ip ve makaralar yardımıy
la ağır taşları kaldırmaya yarayan bocurgatların
kurulması da kolay bir iş değildi. Araç gereçler ha
zırlanırken Osman Hamdi de civar köyleri dolaşı
yordu. Kahvehaneleri geziyor, genç ve güçlü er
keklere iş teklif ediyordu. Köylüler ne yapacakla
rını tam olarak anlayamasalar da, İstanbul'dan ge
len bu garip adamın önerisini memnuniyetle kar
şılamışlardı. Hasat zamanı değildi. Fazladan bir
kaç kuruş kazanmak hiç de fena olmazdı.
214
Osman Hamdi tüm hazırlıkları tamamladıktan
sonra ilk kazmanın vurulması emrini verdi. Kazı
sahası oldukça büyük tutulmuştu. Kısa kenarı yüz
uzun kenarı da iki yüz elli metre olan dikdörtgen
bir arazi ince ince kazılıyordu. İlk günün sonuna
doğru metrelerce derine inmeyi başaran işçiler,
yerin altında bazı odaların olduğunu gördüler.
Osman Hamdi hemen oraya doğru yeni bir tünel
kazılmasını emretti. Bu seferki tünelin mümkün
olduğu kadar yatay bir düzlemi takip etmesini is
temişti. Taş blokların bulundukları yerden kolay
ca yukarı çekilebilmesi için kazılan yolun dik ol
maması gerekiyordu.
Çalışmaların ikinci günü ilk lahit gün ışığına çı
karıldı. Ondan sonra neredeyse her gün sevinç
çığlıkları ve alkışlar eşliğinde yeni lahitler bulun
maya başlandı. Lahitlerin büyüklüğünden ve üze
rindeki kabartmalardan anlaşıldığı kadarıyla Fe
nike krallarının ve ailelerinin gömüldüğü bir nek-
ropoldü keşfedilen. Taş tabutların içinden silah
lar, kıyafetler, aynalar ve süs eşyaları çıkıyordu.
Kral ve kraliçenin öbür dünyada açlık çekmemesi
için lahitlerin yanına sebzeler, meyveler ve su
testileri de konulmuştu.
Ekip başka bir günse Antik Mısır’da kullanılan
insan şeklindeki lahitlerden birini keşfetti. Bu du
ruma herkes şaşırmıştı. Çünkü kazılan alan Hele
nistik döneme ait mezarlarla doluydu. Osman
Hamdi yardımcılarıyla beraber kadın biçimindeki
Mısır lahdinin üzerindeki hiyeroglifleri inceledi.
215
Herkes kazı sorumlusunun ne düşündüğünü me
rak ediyordu.
“Bence bu antropoid ikinci kullanım," dedi.
“Mısır uygarlığı zamanında yapılmış. Sonra Feni
keliler bunu bulup kendi kraliçeleri için tekrar
kullanmış olmalılar.”
Gizem çözüldükten sonra ekip tekrardan kazıla
ra yoğunlaştı. Üzerinde ağlayan kadınların betim
lendiği lahit bulunanlar arasında en dikkat çekici
olanıydı. Lahdin uzun kenarlarında altışar, kısa ke
narlarındaysa üçer kadın figürü vardı. On sekiz ka
dın da yas giysileri içinde gözyaşı döküyordu. Lah
din yüzeyindeki kabartmalara bakanların bu man
zara karşısında etkilenmemesi mümkün değildi.
Ama Osman Hamdi’nin içinde garip bir his vardı.
Büyük keşfini halâ yapmadığını hissediyordu.
Bir sabah üç numaralı mezar odasında yeni
bir lahdin bulunduğu haberini aldı. Bu mezar
odası, kralların gömüldüğü alandaydı. Osman
Hamdi elinde gaz lambası, bir buçuk metre enin
deki tünelden dizlerinin üzerinde ilerleyerek güç
bela aşağıya indi. Yeni lahit daha önce bulunanla
rın hepsinden daha görkemliydi. Osman Hamdi
fenerini taşın üzerine oyulmuş figürlere doğru çe
virdi. Ardından da mendiliyle lahdin yüzeyini sil
di. O anda muhteşem güzellikteki savaş sahnele
rini gördü. Lahdin dört tarafı da tam anlamıyla
sanat harikası olan oymalarla süslenmişti.
Osman Hamdi hemen yukarı çıkıp işçilere tü
neli genişletmelerini söyledi. Birkaç saat sonra
216
her şey hazırdı. Yanına yarım düzüne adam alıp
payandalarla desteklenmiş tünelden tekrar aşağı
indi. Mezar odasında kimseden çıt çıkmıyordu.
Bir tapınağın çatısına benzeyen lahdin üst kapağı
zarar görmesin diye kaldırılıp yere konuldu. Tüm
gözler merakla lahdin içine çevrilmişti. Ama kim
se bir şey göremedi. İşçilerden biri elindeki gaz
lambasını lahdin içine doğru sarkıtmaya cesaret
edince bir kafatasıyla yüz yüze geldi. O anda her
kes birkaç adım geri kaçıştı. Kafatasının yanında
ne olduğu anlaşılamayan kahverengi bir kumaş
parçası duruyordu. Osman Hamdi lahdin içine
doğru eğilip kumaşı eline aldı. Ardından lambası
nın yardımıyla lahdin her köşesini dikkatlice in
celedi. Bir kral mezarı bulduğuna emindi. Ondan
cesaret alan işçiler de tekrardan lahdin etrafına
toplandılar.
Bu arada tren rayına benzeyen uzunca bir kı
zak lahdin yanına kadar indirilmişti. Ama aşağıda
bulunan işçiler birkaç ton ağırlığındaki lahdi kal
dırıp kızağın üstüne koymayı bir türlü başarama
dılar. Hemen mezar odasına yarım düzüne daha
işçi çağrıldı. Ama bu sefer de içerde adım atılacak
yer kalmamıştı. İnsanlar kendi etraflarında bile
dönemiyorlardı. Nefes almaksa gitgide zorlaşı
yordu. Tam o sırada lambalardan birkaçı esen
rüzgâr nedeniyle söndü. Karanlıktan korkan bazı
işçiler çığlık atıp yukarı doğru kaçmaya başladı
lar. Ama Osman Hamdi içerde kalanları sakinleş
tirmeyi başardı.
217
Gaz lambaları tekrar yandı. Herkes elini taşın
altına sokmuş bekliyordu. 0 lanet mezar odasın
dan çıkabilmek için işlerini bir an önce bitirmek
isteyenler, üçe kadar sayılmasının ardından tüm
kuvvetlerini sarf ettiler. Dev lahit sonunda hava
lanmıştı. Vakit geçirilmeden kızağın üzerine otur
tuldu. Kızakla lahit arasında kalan tekerlekli bö
lümün ucuna sağlam halatlar bağlanmıştı ve atı
lan düğüm, bir insan gövdesi büyüklüğündeydi
Nihayet lahit yukarı çekilmeye başlandı. Osman
Hamdi kazı ekibindeki fotoğrafçıdan bu tarihi an;
görüntülemesini istemişti. Az sonra lahit iki bin
üç yüz yıl süren karanlık geçmişinden kurtulmuş
oldu.
Yukarıda bekleyenler gözlerine inanamıyorlar-
dı. Herkes büyülenmiş gibiydi. Lahdin üzerindeki
onlarca insan, kazı ekibinin şaşkın bakışlarına al
dırmadan birbirleriyle savaşmaya devam ediyor
lardı. Kesik kollar, devrilen atlar, şaha kalkmış at
lar, kılıçlar, kalkanlar, oklar, yaylar, aslanlar, cey
lanlar ve kana bulanmış ölü bedenler capcanlı gö
züküyordu. Sessizliği işçilerin, la ilaha illallah di
ye fısıldaşmaları bozdu.
Osman Hamdi ertesi gün Sayda’daki telgraf
ofisine gidip keşiflerini Paris Akademisi’ne bildir
di. Bulduğu kitabelerin kopyalarını da Avrupa’da
ki uzmanlara gönderdi. Aslında kazının başladığı
günlerde Fransız konsolosluğu Paris’e uyarı telg
rafları çekmiş, Türklerin arkeoloji konusundaki
bilinçsizliğinden yakınmıştı. Ama Fransız Arke
218
oloji Enstitüsü çaresiz kalmıştı. Kendi toprakla
rında kazı yapan bir ekibi kim, nasıl durdurabilir
di ki?
0 günlerde kazı sorumlusunun keyfine diye
cek yoktu. Cehennem gibi sıcak bir haziran ayına
girilmesine rağmen yorulmak nedir bilmiyordu.
Ancak güneşin tepede olduğu saatlerde biraz so
luklanmak için çalışmalarına ara veriyordu. Yine
böyle bir dinleme anında yere devrilmiş meşe kü
tüğünün üzerine oturdu. Fesini çıkartıp yüzünü
ve ensesini beyaz mendiliyle sildi. Ardından da
bir işçinin uzattığı testiden kana kana su içti. Tam
o sırada gözü başka bir işçiye takıldı. Genç köylü,
el arabasında taşıdığı toprağı kazı alanın hemen
dışındaki boş araziye döküyordu. El arabasına
konan toprak özenle elekten geçirildiği için de
ğerli bir şeylerin atılması mümkün değildi. Ama
Osman Hamdi yerinden kalkıp o tarafa doğru koş
maya başladı. Herkes neler olduğunu anlamak
için işini gücünü bırakmış, ona bakıyordu. Osman
Hamdi, yığının önüne diz çöküp iki elini de kızı
lımsı toprak tepeciğinin içine soktu. Sonra avuç
ları kum dolu ayağa kalktı. Elerini havaya kaldır
mış, avuçlarının içinden akıp giden kum tanecik
lerine bakarken,
“İşte doğunun rengi,” dedi.
Kimse kazı sorumlusunun ne demek istediğini
anlamamıştı. Müze görevlileri de birbirlerine ba
kıyorlardı.
“Hemen bana büyük bir kavanoz getirin.”
219
İşçilerden biri istediğini getirdi. Osman Hamdı
kavanoza avuç avuç toprak doldurdu. Ardından
çok önemli bir şeymiş gibi kavanozu sımsıkı tuta
rak çadırına gitti. O çorak toprağın ne gibi bir öne
mi olabilirdi ki? Mantıklı bir cevap bulunamadı.
Sonra herkes merak içinde işinin başına döndü.
Osman Hamdi ise masasına kurulmuş Fransız
ca bir mektup yazmaya başlamıştı:
220
nokta olarak belirledi. Lahitler kıyıya ulaştıktan
sonra sallara bindirilip gemiye yüklenecekti.
Sallar ve kızaklar için en dayanıklı keresteler
satın alındı. Sonra usta marangozlara tam olarak
ne istendiği anlatıldı. Tonlarca ağırlığı taşıyabile
cek salların yapımı epey zahmetli bir işti. Ama
başka bir çare yoktu. Kızaklar da hazırlandıktan
sonra lahitler kaplumbağa hızıyla denize doğru
çekilmeye başlandı. Her halata yirmiden fazla iş
çi asılıyordu. Lahitlerin yanında duran görevliler
ise devasa mermer tabutları sarsılmamaları için
sıkıca tutuyorlardı. Osman Hamdi her adımda iş
çilerin başındaydı. Onları dikkatli olmaları konu
sunda uyarıyordu. Kafile ilerledikçe arka tarafta
boşta kalan kızaklar işçiler tarafından yerlerin
den almıyor ve hemen en öne ekleniyordu. Böyle-
ce toplamda elli metreyi bile bulmayan bir düzi
ne kızaktan, kilometrelerce uzayabilen tren rayı
na benzer bir yol döşenmiş oldu. Kafileyi en çok
zorlayansa engebeli araziydi. Bir yokuşun başına
gelindiğinde işçiler halatları bırakmadan lahitle
rin arkasına geçiyorlardı. Lahitler yavaşça aşağı
ya doğru kaydırılırken gözü pek işçilerden birkaç
tanesi taş blokların önüne geçip, sırtlarıyla fren
görevi görüyorlardı.
Deniz kıyısına ulaşılınca lahitler sallara yük
lendi. Her salda yedişer tane kürekçi vardı. Kü
reklerin suya batırılmasıyla lahitlerin Akdeniz’de
ki yolculuğu başlamış oldu. Sallar taşıdıkları ağır
yükten dolayı iyice suya gömülmüşlerdi. Ama yi
221
ne de görevlerini başarıyla yerine getiriyorlardı.
Ayak bileklerine kadar suya batmış olan kürekçi
lerse salları güçlükle yönlendiriyorlardı. Deniz
yüzeyinde ilerleyen taş tabutların kıyıdan görü
nümü oldukça ürkütücüydü. Sanki suda yüzenler
boş lahitler değil, binlerce yıllık mahkûmiyetten
kurtulmuş olan kralların ruhlarıydı!
Lahitlerin makaralar yardımıyla Asir adlı ge
minin güvertesine taşınması da sorunsuz halledil
di. Ama bu sefer de geminin kaptanı ağır yükün
den dolayı huzursuz olmuştu. Lahitlerin toplam
da kaç ton geldiğini hesaplamaya çalışıyordu. An
cak Osman Hamdi’yle görüştükten sonra yola ko
yulmaya ikna oldu. Gemi birkaç saat içerisinde
Kıbrıs’ın güneyinden sıyrılıp Akdeniz açıklarına
süzüldü. Daha Ege denizine girilmeden hava ka
rarmıştı. Tüm ekip yorgunluk nedeniyle erkenden
kamaralarına çekildi. Osman Hamdi ise döşeğini
sırtlayıp güverteye çıktı. Orada bulunanların şaş
kın bakışları altında lahitlerin yanma bir güzel
yerleşti. Ertesi gece de aynı sahneler tekrarlandı.
Lahitlerin başına bir şey gelmesinden endişe duy
duğu için hiç uyumadığı söyleniyordu.
Asir gemisinin İstanbul Limanı’na yanaşması
kimsenin dikkatini çekmedi. Ama yükün müzeye
nakli sırasında yol kenarları kalabalıklaştı. İstan
bul halkı devasa taş tabutlara şaşkın gözlerle ba
kıyordu. Bunlar da neydi böyle? Yol boyunca en
çok duyulan, tövbe tövbe sesleri oldu. Lahitler
uzun bir yolculuğun ardından nihayet Müze-i Hü
222
mayun’un bahçesine ulaştı. Osman Hamdi nakli
ye işini hasarsız tamamlamayı başarınca derin
bir soluk aldı. Sonra da evine gidip Naile Hanım
ve çocuklarıyla özlem giderdi. Ancak o gece ken
dini günlerdir özlemini kurduğu deliksiz bir uyku
nun kollarına tasasızca bırakabildi.
223
f j f i С АУ / П С / Ö/fi///
Yıllar önce Fransız arkeologların Sayda’da bul
duğu lahitler şimdi Louvre Müzesi’nde sergilen
mekteydi. Osman Hamdi Bey ismini dünya arke
oloji literatürüne sokan Sayda kazısında keşfedi
len yeni lahitlerse doğruca İstanbul’a getirilmişti.
Osman Hamdi yıllardır süregelen bir anlayışı
tersyüz ettiğinin farkındaydı.
Geleneksel Osmanlı anlayışında toprağın mül
kiyeti tartışmasız olarak padişaha aitti. AvrupalI
lar ise ilk kim bulduysa onundur mantığına sahip
ti. Ama Osman Hamdi için ikisi de geçerli değildi.
Ona göre toprağın altındayken sahipsiz olan tari
hi eserler gün ışığına çıkınca herkesin olmalıydı.
Ortak mülkiyeti sağlayacak yegâne yer ise müze
lerdi. Dahası binlerce yıldır yerin altında gizlen
miş bir eserin bulunması ve sergilenmek üzere
bir müzeye konması işinin, gelecek kuşaklar için
yapıldığının bilincindeydi. Bu yüzden yönettiği
227
kazı çalışmaları ona tarif edilemez boyutlarda
haz veriyordu. Kendini yok olup gitmiş bir nesne
ye tekrardan hayat veren mitolojik bir kahraman
gibi hissediyordu.
Sayda dönüşü hayatının en mutlu günlerini ya
şamaktaydı. Saraydan kutlama mesajı almış, Sana-
yi-i Nefise öğrencileri müdürlerini ilk gördüklerin
de alkış yağmuruna tutmuşlardı. Basın Sayda kazı
sından ve kazıyı yöneten müze müdüründen öv
güyle bahsediyordu. Ama Osman Hamdi için belki
de en önemlisi, babasının yüzünde gördüğü o tarif
edilemez ifadeydi. Edhem Paşa’nm her hareketin
den büyük oğluyla ne kadar gurur duyduğu anlaşı
lıyordu. Övgü dolu sözler, sırt sıvazlamalar ve iç
ten gülümsemeler neşelendirmişti yalıdaki sofrayı.
Ama kısa bir süre sonra müze müdürünün ka
fasını ağrıtan bir sorun ortaya çıktı. Lahitler nere
de sergilenecekti? Taş tabutlar sanki kaderlerine
terk edilmiş gibi müzenin bahçesine konulmuştu.
Çinili Köşk’te sergilenmeleri mümkün değildi.
Hatta bazı lahitlerin köşkün kapısından geçirilme
si bile imkânsızdı. Osman Hamdi müzeye ziyaret
çi çekmek için lahitleri bir an önce sergilemesi
gerektiğini düşünüyordu. Yurtdışmdan da önem
li konuklar gelmek isteyecekti. Bu yüzden lahitler
kendilerine yakışır şeklide teşhir edilmeliydi.
Osman Hamdi sıranın en büyük hayalini ger
çekleştirmeye geldiğini anlamıştı. Görkemli bir
müze binası yaptıracaktı. Hem bu iş için geçerli
bir nedeni de vardı artık. Lahitler hiçbir yere sığ-
228
mıyordu! Hemen akademinin ders programına
baktı. Vallaury’nin sabahtan dersi vardı. Mimarlık
bölümü hocasına haber gönderip dersten sonra
odasına gelmesini rica etti.
Vallaury bir saate kalmadan kendisini bekle
yen müdür beyin yanındaydı. İki adam bahçeye
çıkıp yürümeye başladı. Çinili Köşk’ün önünden
akademiye doğru uzanan iki yüz adımlık arazide
birkaç tur attılar. Osman Hamdi derslerle ilgili
malumat almıştı mimar arkadaşından. Sonra bir
den durup,
“Buraya bir müze binası inşa etmeye ne der
sin?” diye sordu.
Vallaury çok heyecanlanmıştı. 0 da adım at
mayı bıraktı ve,
“Mükemmel bir fikir Hamdi Bey," dedi. “Size
yardım etmekten onur duyarım."
Osman Hamdi müze binasını gören herkesin
büyülenmesini istiyordu. Ayrıca müzenin dışar
dan görünüşünün içinde sergilenecek olan tarihi
eserlerle uyumlu olması gerektiğini düşünüyor
du. Vallaury’nin koluna girip onu Sayda’dan getir
diği Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin yanına götürdü.
Lahdin üzerinde tasvir edilmiş kadınların arasın
da lon tarzı sütunlar göze çarpıyordu. Taş kapak
ise bir tapınağın üçgen biçimdeki çatısına benzi
yordu. Osman Hamdi Vallaury’nin yaratıcılığına
saygısızlık etmemeye özen göstererek,
“Buna benzer bir bina çok yakışırdı doğrusu,”
dedi.
229
Vallaury lahdin üzerindeki oymalara yakın
dan baktı. Parmaklarını sütunların üzerinde gez
dirirken,
“Yapabilirim,” dedi.
“Ona hiç şüphem yok zaten.”
“Peki ya bütçemiz?”
Aslında Osman Hamdi de bu sorunu nasıl çö
zeceğini kara kara düşünüyordu. Ama o gün Val
laury ile el sıkıştı. Mimar arkadaşının yanından
ayrılmak üzereyken,
“Osmanlı mimarisinde eklenti geleneği var
dır,” dedi.
Vallaruy tam olarak anlayamamıştı müdür be
yin ne demek istediğini.
“Eklenti mi?” diye sordu.
“Evet, eklenti. Bak Topkapı’ya. Yıllar içinde ya
vaş yavaş büyüdü. İlk yapıldığı zaman böyle miy
di?”
Vallaury gülümsedi.
“Galiba şimdi anladım,” dedi.
“Çizimleri bir an önce görmek istiyorum. Geri
si bir şekilde hallolur.”
Osman Hamdi vakit geçirmeden Maarif Neza-
reti'ne bir dilekçe yazdı. “Devletli Efendim Haz
retleri” diye söze başlıyordu. Ardından da birer
sanat eseri olan lahitlerin Çinili Köşk’ün hemen
karşısına yapılmasını istediği yeni müze binasına
taşınması gerektiğinden bahsediyordu. Açık ha
vada kalan lahitler mevsimsel şartlar nedeniyle
230
yıpranabilircli. Bu nedenle çalışmalara bir an ön
ce başlanmalıydı.
Böylesi büyük bir inşaat faaliyeti için hiç de
uygun bir zaman değildi aslında. Kırım Savaşı’mn
üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçtiği halde
Hazine bir türlü toparlanamamıştı. Osmanlı yüz
lerce yıllık tarihinde ilk defa dış borç aliminin tek
çare olarak görüldüğü bir dönemden geçiyordu.
1875 yılında finansal bir çöküş yaşanmış ve bir
kaç yıl sonra patlayan 93 Harbi krizin üstüne tuz
biber ekmişti. Koca devlet borçla harçla günü
kurtarma derdine düşmüştü. Osman Hamdi bu
nedenle inşaat giderlerini makul bir seviyede tut
tu. Amacı temeli attırmak ve çalışmaları başlat
maktı. Sonra ana binayı ek katlarla, hatta ek blok
larla büyütmeyi planlıyordu. Hayalindeki binanın
inşaatı ancak parçalara ayrılıp yıllara yayılırsa ta
mamlanabilirdi. Hem bu sayede maliyet kimsenin
gözüne batmazdı.
Plan işe yaradı. Müze binası için istenen öde
nek onaylandı. Bu arada Vallaury çizimlerini mü
dür beye teslim etmişti bile. İstanbul’un göbeğine
.Antik Yunan tapınağına benzeyen, ama bir yan
dan da modern mimarinin tüm özelliklerini taşı
yan muhteşem bir bina inşa edilecekti. Kısa bir
süre sonra Osman Hamdi’nin düşlerini ve Valla-
ury’nin çizimlerini ete kemiğe bürüyecek olan ilk
kazma toprağa saplandı. Avrupa’daki müzeler ge
nelde eski sarayların uzantılarında kurulmuştu.
Oysa İstanbul’daki bina, müze olarak kullanılma-
231
sı amacıyla temeli atılan dünyadaki ilk yapılardan
biri oldu.
Çalışmalar hızla ilerlerken Osman Hamdi yeni
bir kat çıkma zorunluluğunu yetkili makamlara
bildirip, ek bütçeler koparmaya çalışıyordu. En
baştan beri bunu planladığını ise sadece müze bi
nasının mimarı Vallaury biliyordu. İkinci kata ne
gerek var diyenlere de vereceği cevap hazırdı.
Müzenin üst katında Sultan Abdülhamid’in tahnit
kuş koleksiyonu sergilenecekti! Osman Hamdi bu
küçük yalanı birkaç kez söylemek zorunda kaldı.
Padişahın hayvanlara ne kadar meraklı olduğunu
bilmeyen yoktu. Bu yüzden herkes müze müdürü
ne yardımcı olmak için çalışmaya başladı.
Osman Hamdi müzenin yeri konusunda yapı
lan tartışmaları da duymazdan geliyordu. Bazıla
rı yeni müzenin Pera’da olması gerektiğini yazıp
çiziyordu. Yüzyıllardır şehre gelen yabancı sanat
çılar hep Pera’da ikamet etmişlerdi. Tiyatrolar,
atölyeler, sergiler hep bu bölgede yaşam alanı
bulmuştu. Ama Osman Hamdi yeni müze binası
nın eski İstanbul’un kalbinde yapılması gerekti
ğinde ısrar etti. Amacı Osmanlfda yaşanan büyük
değişikliği daha belirgin olarak ifade etmekti.
Bir modernite gösterisiydi yapmak istediği.
Bir meydan okuma!
Müze binasının inşaatı ara ara duraklıyordu.
Bazen padişahın onayından geçen ek bütçe talebi
bakanlığın kaleminde bulanamıyor, bazen de tam
tersi oluyordu. Ama her seferinde yazışmalar ya-
232
pılıyor, ricalar ediliyor ve gereken kaynak bir yer
lerden sağlanıyordu. Osman Hamdi dahil hiç kim
se açılışın ne zaman olacağını bilmiyordu. Belki o
büyük güne sadece birkaç ay kalmıştı. Belki de
daha yıllar vardı. Bu belirsizliğe rağmen Osman
Hamdi’nin neşesi yerindeydi. Nasıl olsa inşaat bir
gün bitecekti.
233
görmemişlerdi. Sofrada oturan Fatma Hanım da
ağlamaya başladı. Az sonra zorlukla yürüyerek
büyük torunu Fatma’nın yanına gitti. Metanetli gö
züken paşa ise oğluna başsağlığı diledi. Sonra da,
“Nasıl olmuş," diye sordu.
Osman Hamdi konuşmakta zorlanıyordu. Sa
dece,
“Hastalanmış, kurtaramamışlar,” dedi.
“İstersen hemen Paris’e git Hamdi.”
“Ne yapabilirim ki orada baba. Hem Maria be
ni görmek istemeyecektir."
Paşa çaresizce kafasını salladı ve,
“Kader," dedi. “Allah böyle istemiş.”
Osman Hamdi o gece hiç uyumadı. Sabaha ka
dar çalışma odasında oturdu. Saatlerce Hayri
ye’nin resimlerine baktı. Seneler önce kızından
ayrıldığı gün onu bir daha göremeyeceğini hisset
mişti. Onu hiç bırakmasaydım diye düşünmeden
edemiyordu şimdi. Gözyaşlarına hâkim olmadı.
Kendini suçluyordu. Naile Hanım o gece kocası
nın yalnız kalmak istediğini anlamıştı. Onu hiç ra
hatsız etmedi...
Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Os
man Hamdi de işinin başına dönmek zorundaydı.
Müze inşaatı bölgeyi şantiyeye çevirmişti. Bu du
rumdan en çok şikâyet edenlerse akademi öğren
cileriydi. Ameleler sabah erken saatlerde çalış
maya başlıyor, güneş batana kadar da dur durak
bilmiyorlardı. Oradan oraya fırlatılan kalaslar,
çekiç darbeleri, testere hırt hırtları, kurulan iske-
234
leier, sökülen iskeleler ve onlarca işçinin bağırış
çağırışları öğrencilerin kâbusu olmuştu. Üstüne
üstlük her yağmur yağdığında ortalık çamur der
yasına dönüyordu. Yük taşıyan at arabalarının
tekerlekleriyse bahçeyi yürümenin bile mümkün
olmadığı engebeli bir arazi haline getirmişti. Mü
dür bey yakman öğrencilerine, “Az kaldı, biraz
daha sabredin,” demekten başka bir çare bula
mıyordu.
O günlerde Alman tahtına yeni çıkmış olan İm
parator II. Wilhelm İstanbul’a geldi. Almanya ile
OsmanlI’nın siyasi alanda yakınlaşmaya başladığı
bir dönemdi. Saray, imparatoru en iyi şekilde
ağırlamak için elinden geleni yapıyordu. Osman
Hamdi müze inşaatını denetlediği bir sabah yar
dımcısı Osgan Efendi’nin telaş içinde yanına gel
diğini gördü.
“Söylentileri duydunuz mu Müdür Bey?”
“Hangi söylentileri?"
“Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Şey,
hımmm...”
Osman Hamdi iyice meraklanmıştı.
“Söyle Osgan, söyle,” dedi. “Deli etme adamı!”
Osgan Efendi fesini eline aldı ve ağzındaki bak
layı çıkardı.
“Sayda lahitlerinin Alman imparatoruna hedi
ye edileceği konuşuluyor.”
Müdür beyin kaşları çatılmıştı. Hiddetle,
“Nereden çıkıyor böyle saçma sapan dediko
dular bir türlü anlamıyorum!” diye bağırdı.
235
“Bilirsiniz işte. BabIâli'de söyleniyormuş. Zatı
Şahane iyi niyetinin göstergesi olarak Wilhelm’e
söz verdi diyorlar."
“Yahu Wilhelm iyi niyetini gösterip Berlin’deki
Zeus Sunağı’nı geri veriyor mu ki bize?"
“Doğru söylüyorsunuz Müdür Bey ama...”
“Neyse, neyse. Biz işimize bakalım Osgan
Efendi. Aslı astarı yoktur eminim söylentilerin."
Osman Hamdi öyle dediyse de içine bir kurt
düşmüştü. Eğer dedikodular doğruysa elinden
çok da fazla bir şey gelmeyeceğini iyi biliyordu.
Müze müdürü olarak koskoca bir imparator ile
kendi sultanı arasında sıkışıp kalırdı. Ama vakit
geçirmeden böyle bir durumda neler yapabilece
ğini etrafa yaymaya başladı. Birkaç gün sonra her
yerde, Müze Müdürü Osman Hamdi Bey’in, “O
lahdin içine girer, kendimi öldürürüm. Her kim
lahdi alırsa benim cesedimi de alır," dediği konu
şuluyordu.
II. Wilhelm İstanbul’dan ayrılırken lahitler hâ
lâ müzenin bahçesinde duruyordu. O gün Osman
Hamdi’ye selam veren herkesin yüzünde bir gü
lümseme vardı. Müdür bey de onlara gülümsü
yordu...
236
istemişti. Osman Hamdi herkesi şaşırtan bir ka
rar alıp Schliemann’a istediği izni verdi. Ardından
da müze memurlarından birini gözlemci olarak
Schliemann’ın yanına yolladı.
Yabancı a rkeo lo g la rın mektuplarında, “Artık
durum çok farklı. M a a le sef Konstantinopolis’teki
müzenin başında Paris’te eğitim almış Osman
Hamdi Bey var. Çıkan yeni yasayla eser satın al
mamız da neredeyse imkânsız hale geldi...” gibi
ifadeler göze çarpıyordu. Bergama Sunağfnı Al
manya’ya götüren Humann ise, Schliemann’a yaz
dığı bir mektupta kelimesi kelimesine şunları söy
lüyordu:
237
bütün elçiler sultan ile kendi ülkelerinin dostluk
larına vurgu yapıyorlardı ve açıktan açığa bazı
ayrıcalıklar istiyorlardı. Osman Hamdi onlarla
Bağdat yıllarından beri deneyim sahibi olduğu
diplomatik üslupta konuşuyor, ısrarla yürürlük
teki yasaları hatırlatıyordu. Ve tabii ki hiç umut
vermiyordu.
238
Heyet ilk gün Troya antik kentini beraberce
gezdi. Güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Bir sü
re önce müze müdürünün de isteğiyle valilik ha
rabelerin başına nöbet tutan silahlı askerler dik
mişti. Yabancı konukların bazıları yanlarında eş
lerini de getirmişlerdi. Osman Hamdi onları gö
rünce Naile Hanım’ı geziye davet etmediği için
pişman oldu. Ama yine de çoğunu gıyaben tanıdı
ğı ünlü arkeologlarla tanışma şansına eriştiği için
mutluydu. Schliemann ile de uzun uzun sohbet
etti. Alman arkeoloğun kulakları artık hiç işitmi
yordu. Osman Hamdi’yi ne kadar duyduğu şüphe
liydi. Bağırarak konuşan Schliemann. Troya hâzi
nesini tam olarak nerede bulduğunu büyük bir
gururla gösterdi diğer tarih kazıcılarına. Ama ka
tılımcıların hemen hemen hepsi kuşkuyla bakı
yordu karşılarında duran kazı sahasına.
Ertesi gün toplantılar başladı. Tartışmalar so
nucunda Schliemann’ın bulduğu hâzinenin Troya
savaşının geçtiği dönemden bile daha eski bir ta
rihe ait olduğu düşüncesi baskın çıktı. Yaşlı ar
keolog da hatasını kabul etmiş gibiydi. Ama Tro-
ya’nın Hisarlık Tepesi’nde olduğu tartışmasız bir
gerçekti. Kazıların devam etmesi konusunda gö
rüş birliğine varıldı. Troya kim bilir daha neler
neler barındırıyordu bağrında. Konstantinopolis
İmparatorluk Müzesi müdürü arkeologlara çalış
ma izinleri konusunda yardımcı olacaktı. Ama bir
şartı vardı. Herkes yürürlükteki yasalara uymalıy
dı. Anlaşma sağlandı. Katılımcılar bölgeden ayrıl-
239
madan önce fotoğraf çektirmeyi ihmal etmediler.
Osman Hamdi bu sefer yerde oturanların tam or
tasına geçerek poz verdi.
Altmış dokuz yaşındaki Schliemann, Troya
toplantısından sadece birkaç ay sonra hayatını
kaybetti. Paris’te rahatsızlanan ünlü arkeolog son
nefesini Yunanistan’da vermeyi arzulamıştı. Ken
dini biraz iyi hissedince yola koyulmuş, ardından
yanındakilere son kez Pompeii harabelerini gör
mek istediğini belirtmişti. Ama Napoli onun son
durağı oldu. Osman Hamdi toplantılar sırasında
Schilemann’ın sağlığının hiç de iyi olmadığına ya
kından tanıklık etmişti. Bu nedenle ölüm haberi
ne hiç şaşırmadı. Alman arkeolog için Tanrı’dan
rahmet dilemekten başka bir çare yoktu.
Schlieman vasiyeti gereği Atina’nın merkezinde
manzarasıyla ünlü bir mezarlığa gömüldü. Cena
zesine Yunan kralı bile katılmıştı. Dor tapmağı
şeklindeki mozolesinin üzerindeyse yaptığı kazı
lardan sahneler vardı...
240
İmparatorluk Müzesi müdürü Paris’e mektuplar
yazarken heykeltıraş Osgan Efendi de, öğrencisi
İhsan’la beraber lahitlerin kırık parçalarını özen
le onarmıştı. Artık açılış için hiçbir eksik kalma
mıştı.
Osman Hamdi’nin Sayda’dan lahitlerle bera
ber dönmesinin ve maarif nezaretine yeni bir mü
zeye ihtiyaç duyulduğunu belirttiği dilekçeyi yaz
masının üzerinden tamı tamına dört yıl geçtikten
sonra, yeni bina 13 Haziran 1891’de hizmete girdi.
Ama beklediğine değmişti. Müze bin sekiz yüz
metrekarelik büyüklüğüyle Avrupa’daki emsalle
rini aratmıyordu. Birçok kişiye göre İstanbul’un
en göz alıcı yapısı olmuştu. Doğrusu Osman Ham-
di de bu fikirdeydi. Müze binasını tasarlayan Val-
laury bir anda şehrin en ünlü mimarı haline gel
mişti. Geleneksel Türk mimarisini yansıtan Çinili
Köşk’ün aksine yeni yapılan görkemli bina neok-
lasik anlayışa göre inşa edilmişti. Sütunların taşı
dığı üçgen şeklindeki çatı, tam da Osman Ham
di’nin istediği gibi binaya bir antik dönem tapına
ğı havası vermişti. Müzeye girmek için devasa sü
tunların arasından geçmek gerekiyordu. İşte da
ha o anda ziyaretçiler geçmişe doğru bir yolculu
ğa çıktıkları hissine kapılıyorlardı.
Müzede büyüklü küçüklü tam otuz altı adet
teşhir salonu bulunuyordu. Lahitler girişteki bü
yük salonlara yerleştirilmişti. Antik döneme ait
diğer eserler de lahitlerden artakalan yerlere ko
nulmuştu. Binaya sonradan eklenen üst katta ise
241
modern bir müzede bulunması gereken alçı atöl
yesi, fotoğraf stüdyosu ve kütüphane vardı.
Osman Hamdi açılış günü gelenek olduğu üze
re bir konuşma yaptı. İlk olarak Padişah Hazretle
rine teşekkür etti. Ardından da bir müzenin sü
rekli olarak genişlemesi gerektiğinden bahsetti.
“Eminim ki bu yeni bina da bir süre sonra bize
yetmeyecektir!"
Konuşmalardan sonra sıra müzeyi dolaşmaya
geldi. Osman Hamdi üst düzey devlet görevlileri,
diplomatlar ve gazetecilerden oluşan seçkin ko
nuklarına bizzat rehberlik etti. Herkes müdür be
yin çalışmalarını takdirle karşılamıştı. Gazeteciler
de gördüklerinden etkilenmişe benziyorlardı. Os
man Hamdi ertesi gün çıkacak gazetelerin yeni
müze binasından övgüyle bahsedeceklerine
emindi. Zaten basında bir süredir ulusal arkeolo
ji ve eski eserlerin medeniyetle ilişkisi gibi daha
önceleri pek dillendirilmeyen konularda makale
ler çıkıyordu. Yavaş yavaş da olsa toplumda bir
bilinç geliştiği aşikârdı.
Açılış gününün kalabalığı ancak akşama doğru
seyreldi. Osman Hamdi çok yorulmuştu. Sıcak yü
zünden de hiçbir yerde duramıyordu. Bir ara
bahçeye çıkıp etrafına bakındı. Çinili Köşk’ün he
men yanına bir akademi kurmuş, onların tam kar
şısına da yeni bir müze binası kondurmuştu. Oku
lunda her milletten birbirinden değerli hocalar
ders veriyordu. Müzesinde sergilenen eserler bir
çok Avrupa müzesini peşinden koşturacak cins-
242
tendi. Kendi dünyasını yine kendi elleriyle var et
miş, Topkapı Sarayı’nın halka açık bahçesinde bir
kültür vahası yaratmayı başarmıştı. Elli yaşma
basmak üzere olan biri için bundan daha büyük
bir mutluluk olamazdı.
243
Sonra da İstanbul’daki bir dairede müdürlük yap
tığı.
Demek bir paşazade böyle oluyordu!
Ev sahibinin kim olduğu kulaktan kulağa yayıl
dıkça herkes birbirine alışmaya başladı. Artık
köylü kadınlar sabahları çekinmeden eve gelip
Naile Hanım’a yaptıkları birbirinden nefis ekmek
lerden veriyorlardı. Öğlene doğru avdan dönen
balıkçılarsa taze balık getiriyorlardı. Mahallenin
çocukları da evdeki akranlarıyla arkadaşlık kur
maya başlamışlardı.
Hamdi Bey ailesi Eskihisar’ı evleri bellemişti.
Sonbaharla beraber havalar soğumasa ve İstan
bul’da yapılacak onca iş olmasa hep burada kalır
lardı. Osman Hamdi İstanbul’a döndükten sonra
yine bir anda kendini işlere gömülmüş halde bul
du. Yeni öğretim yılı yeni akademi öğrencileri de
mekti. Müdür bey okulunun gitgide daha fazla öğ
renciye eğitim vermesinden son derece memnun
du. Müzede de işler yolunda gidiyordu. Ziyaretçi
ler hep olumlu izlenimlerle ayrılıyorlardı binadan.
Birkaç hafta sonra Osman Hamdi’nin eline bir
İzmir gazetesi geçti. Milas kasabasının doğusun
daki Lagina'da bazı tarihi kalıntıların bulunduğu
nu söyleyen bir makale okudu. Yazıda daha önce
kimsenin bölgede kazı yapmadığı özellikle vurgu
lanmıştı. Osman Hamdi de tatil boyunca yeni bir
kazının hayalini kurmuştu zaten. Ekibiyle birlikte
sahada olmaya can atıyordu.
Lagina’ya varması çok sürmedi.
244
Herkes Osman Hamdi Bey’den usta bir arke
olog olarak söz etse de o, uzmanlarla işbirliği
yapmaktan vazgeçmemişti. Kazı alanında ekibe
Fransız arkeologlar da dahil oldu. Lagina antik
şehrinin civarı yerleşim yerleriyle çevrilmişti.
Köylüler yıllardır iç içe yaşadıkları birkaç parça
kırık dökük taşın şimdi neden böylesine ilgi oda
ğı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Halinden en
çok memnun olansa çocuklardı. Bütün günü tepe
lerin ardına saklanıp arkeologların çalışmalarını
izlemekle geçiriyorlardı.
Bölgede Anadolu'ya özgü gizemli bir tanrıça
olan Hekate’ye adanmış büyük bir tapınağın ka
lıntıları vardı. Tapmağın sadece kapı şeklindeki
üç bloktan oluşan giriş kısmı ayakta kalabilmişti.
Ama toprağın altından bir zamanlar tapınağın du
varlarını süslemiş frizler fışkırıyordu. Eni ve boyu
bir ila iki metre arasında değişen bu taş bloklar
dan onlarca bulundu. Friz kabartmalarda tanrılar
panteonundaki maceralardan kutsal savaşlara
kadar birçok değişik konu betimlenmişti.
Aylardan ekim olmasına rağmen hava yazı
aratmayacak kadar sıcaktı Lagina’da. Herkes fesi
nin içine omuzlara kadar sarkan mendiller sıkış
tırmıştı. Alınlarda biriken ter damlaları sık sık si
liniyordu bu mendillerle. Dinlenme vakti geldiğin
deyse ağaç gölgeleri imdada yetişiyordu. Osman
Hamdi de sırtını bir ağaca yaslayıp tuttuğu kazı
günlüğüne notlar alıyordu. Yeni keşfi nedeniyle
kazı alanındaki en neşeli kişiydi şüphesiz. Merak-
245
lı köylülerin sorularını sabırla cevaplıyor, nereye
giderse gitsin peşini bırakmayan küçük çocuklar
la şakalaşıyordu.
Ekip kazı alanına yakın bir kasabada kiraladık
ları evlerde kalıyordu. Gaz lambalarının geç saat
lere kadar sönmediği ev Osman Hamdi’ninkiydi.
Kazı sorumlusu geceleri Fransız arkeologlarla ka
fa kafaya verip frizlerin üzerindeki sahneleri çöz
meye çalışıyordu. Sık sık göze çarpan güçlü erkek
figürünün baştanrı Zeus olduğu konusunda her
kes hemfikirdi. Savaş sahnelerinde elinde meşale
tutan tanrıçanınsa Hekate olduğu düşünülüyor
du. Ama kimse Hekate’yi tam olarak tanımıyordu.
Antik metinlerde farklı farklı Hekateler anlatılı
yordu çünkü. Kimisi onu Artemis’e benzetiyor, ki
misi de bir yeraltı tanrıçası olduğunu söyleyip
ona kötü anlamlar yüklüyordu. Tanrıçanın gerçek
kimliği ne olursa olsun, kesin olan tek şey Osman
Hamdi Bey’in bulduğu frizlerle müzesini daha da
zenginleştireceğiydi.
Sıra nakliyeye geldi. Osman Hamdi Sayda’da
imkânsızı başarmış, tonlarca ağırlığındaki lahitle-
ri hasarsız olarak İstanbul’a getirmişti. Bu sefer
işi daha kolaydı. Ama yine de dikkatli olması ge
rekiyordu. Çevredeki bütün köylere haber salıp
ne kadar kağnı varsa hepsinin kazı alanında top
lanmasını istedi. Ücret dolgundu. Birkaç gün son
ra Hekate Tapınağfmn önünde bekleyen kağnıla
rın sayısı iki düzine kadar oldu. Taş frizler, koca
man iki tahta tekerin üzerinde giden bu ilkel ara-
246
balara özenle yüklendi. Ardından öküzler taşıdık
ları yükün öneminden habersiz ağır ağır yola ko
yuldu. Kağnı kafilesine Türk yetkililerden ve Fran
sız arkeologlardan başka kalabalık bir köylü gru
bu da eşlik ediyordu. Menteşe Dağları’na güçbela
geçit veren vadilerden ilerleyerek denize doğru
yapılan yorucu bir yürüyüşün ardından Ege’nin
mavi suları göründü...
247
yazıp, İstanbul’da bulunan yedi adet tarihi eseri
resmen istedi. Fransızlara göre bu parçalar Louv-
re’daki koleksiyonları tamamlayıcı özelliğe sahip
ti. Saraydaki yetkililer işi hemen müzeye havale
ettiler. Osman Hamdi istenilen yedi eseri tek tek
inceledi. Bunlardan beş tanesi çivi yazısı tabletle
rinin kırık parçaları, diğer iki tanesi ise bronz
heykeldi. Osman Hamdi Louvre’a mektup yazıp,
bronz heykellerin tek başlarına da anlamları ol
duğunu ve bu nedenle Konstantinopolis İmpara
torluk Müzesi için vazgeçilemez olduklarını söy
ledi. Ama kırık tabletleri gönderebileceğini belirt
ti. Osman Hamdi’nin bu kararı bazı müze görevli
lerini şaşırtmıştı. Tek bir topluiğneyi bile kimseye
kaptırmak istemeyen müdür bey nasıl olmuştu da
beş adet kırık tableti bağışlama kararı almıştı? Bir
toplantı sırasında konu gündeme geldi. Osman
Hamdi kendini savunur gibi gözükmüyordu. Daha
çok bir öğretmen gibi konuştu:
“Tabletleri gönderdim çünkü onların ancak bu
sayede bilimsel bir anlama kavuşacaklarını dü
şündüm. Aksi halde hep yarım kalacaklardı. Bi
lim, millilikten daha önemlidir Beyler. Öyle bir an
gelir ki sahibiyet önemini yitirir.”
248
önceleri Fransız bilim dergileri için makaleler
yazmıştı. Ama arkeolog arkadaşları ondan çok
daha fazlasını bekliyordu. Üstelik Troya’da yapı
lan toplantı sırasında kitabın en kısa zamanda el
lerinde olacağına dair söz vermişti.
S id o n K ral N ek ro p o lü adını taşıyan Fransızca
kitap 1892 yılında Paris’te basıldı. Kitabın ilk cildi
günü gününe Sayda kazısını anlatmaktaydı. İkinci
ciltteyse haritalar, mezar odalarının krokileri ve
kazılan tünellerle ilgili görsel bilgiler vardı. Daha
sonraki sayfalarda lahitlerin fotoğraflarına geçili
yordu. Mermer yüzeylerdeki her figür ayrıntılı
olarak kitaba yansımıştı. Son yılların en çok me
rak uyandıran arkeolojik keşiflerinden biri olan
Sidon lahitleri üzerindeki gizem böylece tama
men aralanmış oluyordu.
Osman Hamdi kitabını bitirmiş ve bir bilim in
sanı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine ge
tirmişti. Ama bu arada akademi öğrencilerini bi
raz ihmal ettiğini fark etti. Ertesi gün atölyeleri
dolaşıp okula yeni başlayan öğrencilerle tanıştı.
Ardından üst sınıflardaki öğrencilerin çalışmala
rını inceledi. Gençlerdeki ilerleme hiç de fena sa
yılmazdı. Akşam ders bitiminde tüm son sınıfla
rın bir araya toplanmasını istedi. Öğrenciler mü
dür beyin kendilerine önemli bir haber vereceği
ni anlamışlardı. Herkes merak içinde Osman
Hamdi’nin ne diyeceğini beklemeye başladı.
“Bu yıl aranızdan bazılarını Paris’e yollamayı
düşünüyorum,” dediğindeyse sınıfta kopan çığlık-
249
lar Gülhane’de yankılandı. Çocuklar sevinçten bir
birlerine sarılıyor, feslerini havalara atıyorlardı.
“Kesin şamatayı bakalım,” diye çıkıştı müdür
leri. “Paris’e eğlenmeye gitmiyorsunuz. Orada
dünyanın dört bir tarafından gelmiş sanatçılarla
beraber dersler göreceksiniz. Devletimizi ve oku
lumuzu en iyi şekilde temsil etmek için çok çalış
manız gerekecek. Ama gezip tozmaya da zaman
bulacaksınız tabii..."
Osman Hamdi’nin son cümlesi sınıftan büyük
alkış aldı. Tüm öğrencilerin neşesi yerine gelmiş
ti. Herkes Paris'e yollanacak şanslı kişilerden biri
olmak için gayret edecekti bundan böyle.
Müdür bey, akademinin açılışı üzerinden do
kuz yıl geçtiği halde kimseyi yurtdışına yollaya-
madığı için hayıflanıyordu. Paris vaadi öğrencile
ri şevklendirecekti. Ama doğrusu bu iş o kadar da
kolay değildi. Kendisi Abdülmecid zamanında
Fransa’ya gitmişti. Abdülaziz devrinde de uzun
yıllar kalmıştı orada. Şimdiyse tahtta Abdülhamid
oturuyordu. Padişahın çeşitli korkuları olduğu bi
liniyordu. Sultan, Paris’e giden herkesin Jön
Türklerin etkisi altında kalacağından ve sonrasın
da kendisine karşı komplolara girişeceğinden en
dişe duyuyordu.
Osman Hamdi gerekli izinlerin alınması için
hemen işe koyuldu. Ama tahmin ettiği gibi Maarif
Nezareti’ndeki yetkililer,
“Paris yerine Berlin’e gitse ya bu çocuklar,” di
ye ayak diretmeye başladı.
250
OsmanlI’nın bir süredir Almanya ile sürdürdü
ğü gizli flört artık açıktan açığa müttefikliğe doğ
ru ilerliyordu. Bu yüzden Berlin, saray çevresince
tehlikesiz bir yer olarak görülüyordu. Ama Os
man Hamdi öneriyi kabul etmedi. Yetkililere çıkıp
Fransa’nın sanat alanındaki köklü eğitim ekolün
den bahsetti. Almanya teknik eğitimde tartışma
sız bir numaraydı. Askeri eğitim alacak gençler
veya mühendislik tahsili yapmak isteyenler Ber
lin’e gönderilebilirdi. Ama söz konusu olan sanat
öğrenimiyse Paris hâlâ en önemli şehirdi. Sonun
da istediğini aldı. Sadaret, Sanayi-i Nefise öğrenci
lerinin Fransa’ya gitmesine razı oldu.
Müzedeki eserler üzerinde onarım çalışmaları
da yapan heykel bölümünün ilk öğrencilerinden
İhsan ve resim mezunu Galib şanslı öğrenciler ol
du. Osman Hamdi gençlerin Paris’e hareketinden
önce onlarla uzun uzun sohbet etti. Paris’e git
mek üzere olduğu günleri hatırlamıştı. Ne kadar
da heyecanlıydı. Öğrencilerine nasihatler veren
Osman Hamdi’yi, İbrahim Edhem Paşa’ya benzet
ti. Tüm söylediklerinin gençlerin bir kulağından
girip diğerinden çıkacağını çok iyi biliyordu oysa.
Galib Paris’e vardığında ünlü oryantalist ressam
Jean Leon Gerome’ü bulup, onun atölyesine kayıt
yaptıracaktı. Her iki öğrencinin cebinde de Os
man Hamdi’nin kartvizitleri vardı.
Osman Hamdi öğrencilerini Paris’e yolladık
tan sonra Sanayi-i Nefise binasını genişletme ça
lışmalarına hız verdi. Mevcut beş atölye kısa sü-
251
rede öğrenci sayısı artan akademiye yetersiz gel
meye başlamıştı. Bir süredir inşaatı devam eden
ek yapının bitirilmesiyle büyük bir salona ve üç
yeni atölyeye daha kavuşulmuş oldu. Akademi
hocaları hep birlikte yeni atölyeleri gezerken ha
demelerden biri içeri girip müdür beye Paris’ten
gelen mektubu uzattı. Osman Hamdi zarfın üze
rinde ustası Gerome’ün adını görünce heyecanla
mektubu açtı.
S e v g ili H am di,
Z iy a re tim e g e le n M ösyö Galib E fen d i bana
k a r tv iz itin iz i verip E cole d es B e a u x Arts da b e
n im a tö ly e m e g irm e k isted iğ in i ifade etti. Eğer
bu iş b e n im y e tk im d a h ilin d e olsaydı s e v e s e v e
ya p a rd ım . N e y a z ık k i o tu z y a ş ın ı g e ç m iş g en ç
lerin a tö lyelere a lın m a sın ı en g e lle y e n b ir y ö n e t
m e lik var. Z a ten a n c a k b ö y le şin e ö n e m li bir g e
rekçe s iz in iste d iğ in izi h e m e n y e rin e g etirm e
m e e n g e l olabilirdi, ç ü n k ü b en yu rtta şla rın ızın
şa h sın d a s iz i h o şn u t e tm e k te n h e r z a m a n m u t
luluk duyarım . Z a ten M ösyö G a lib ’e d e k a p ım ın
k e n d is in e h e r z a m a n a ç ık olduğunu v e b a n a
a k ıl d a n ışm a y a g eldiğinde e li boş d ö n m e y e c e ğ i
n i belirttim .
252
di’nin Paris’teki son günlerinde kapılarını öğren
cilerine açmıştı. Ama kısa zamanda saygın bir eği
tim kurumu olduğunu kanıtlamıştı. Osman Hamdi
arkadaşı Şeker Ahmed’den de Julian ile ilgili
olumlu eleştiriler dinlemişti. Galib’in Julian Aka-
demisi’ne kayıt yaptırmasına izin verdi. Heykeltı
raş İhsan da benzer nedenlerden dolayı özel bir
atölyeyi seçmişti.
Osman Hamdi Fransa’daki öğrencileriyle ya
kından ilgilenmeye devam ediyordu. Onlarla sık
sık yazışıyor, sorunlarına çözümler bulmaya ça
balıyordu. Gençlerin keyfi yerindeydi. Ama sürek
li olarak geçim sıkıntısından dert yanıyorlardı.
Paris gerçekten de pahalı bir şehirdi. Osman
Hamdi, babasının desteği olmasaydı Paris’te bir
hafta bile idare edemeyeceğini unutmamıştı. Ih
san ile Galib’in en az üçer yıl orada kalmasını isti
yordu. İkisinin de özel okula gitmesi masrafları
katlamıştı. Üstelik Paris'teki bu iki sanat öğrenci
si için Maarif bütçesinden pay ayrılamayacağı bil
dirilmişti. Bu şartlar altında İhsan ile Galib’in İs
tanbul’a dönmesi gerekecekti. Ama Osman Ham
di tuttuğunu koparan biriydi. Kısa süre sonra öğ
rencilerine az da olsa aylık bağlattırmayı başardı.
Okul paraları da düzenli olarak ödenecekti.
Bu arada Sanayi-i Nefise mimarlık hocası Ale
xandre Vallaury şehre muhteşem bir bina daha
kazandırmıştı. OsmanlI Bankası’nın yeni genel
merkezi Karaköy’deki Voyvoda Caddesi’nde açıl
dı. Banka binası, Osmanlı Devleti’nin kapitalizmle
253
kurduğu gecikmeli ilişkinin hikâyesini anlatıyor
du adeta. Bina mimari sanatının sınırlarını da zor
layarak birçok simgesel göndermeyle süslenmiş
ti. Yapının ön ve arka cepheleri birbirinden ol
dukça farklıydı. Binayı Pera tarafındaki ön yüzün
den gören biri, Yeni Cami’nin önüne geldiğinde
arka cepheyi tanımakta zorlanıyordu. Çünkü Val-
laury binanın Pera’ya bakan ihtişamlı ön cephesi
ni modern tarzda yapmıştı. Eski İstanbul’un sim
geleri Süleymaniye'ye ve Topkapı Sarayı’na ba
kan kısmınıysa Doğu mimarisinden esinlenerek
tasarlamıştı.
Osman Hamdi bankanın eski müşterilerinden-
di. Edhem Paşa’nın, kardeşlerinin, hatta annesi
Fatma Hanım’ın da bankada ayrı ayrı hesapları
vardı. Aile tüm Osmanlı seçkinleri gibi krediye
ihtiyaç duyduğunda hemen bankanın kapısını ça
lardı. Kuruçeşme’deki yalı da bu krediler saye
sinde satın alınmıştı. Osman Hamdi yeni binaya
ilk girdiğinde Vallaury’nin zekâsı karşında bir
kez daha büyülendi. Dünyanın en iyi mimarların
dan birisinin müdürlüğünü yaptığı okulda hoca
olmasından dolayı gurur duydu. Ardından kafası
nı kaldırıp giriş holünde asılı duran kitabelere
baktı. İlkinde Latince olarak, “Dostlardan aldığın
her şey kaderin dışında kalır. Ancak vermiş ol
dukların her zaman için servetin olacaktır” yazı
yordu. Arapça olan diğer levhadaysa, “Para ka
zanan Allah’ın sevgili kuludur” ibaresi göze çar
pıyordu.
254
Banka binası tam anlamıyla çift kişilikliydi. As
lında Vallaury’in yaptığı tüm binalar, Batılılaşma
ya çalışan Doğulu bir imparatorluğun yeni yüzü
nü temsil ediyordu...
255
inen göğsünü seyretti. Elleri de istemsizce titr -
yordu paşanın.
Yaşlı bir adam yatıyordu yatakta. Can çekişe;
yaşlı bir adam.
Ertesi sabah saray doktorları da durumdar
haberdar edildi. Padişah eski sadrazamının duru
muna üzülmüş olsa gerek, doktorlarını hiç vak *
kaybetmeden özel bir yata bindirip Kuruçeş
me’ye yollamıştı. Fakat muayenenin ardından pa
şanın odasından çıkan doktorların suratı asıkt:
Osman Hamdi çaresizce onların yanına gitti. İyi
haberler duymaya ihtiyacı vardı ama durum hiç
de parlak değildi.
“Elimizden geleni yaptık. Maalesef paşanın du
rumu kritik. Dua etmekten başka bir çaremiz
yok.”
Tüm ev halkının eli kolu bağlanmıştı. Fatma
Hanım Kuran okumayı sürdürüyor, Osman Hamdi
ne yapacağını bilmez halde kardeşleriyle birlikte
sessizce oturuyor, Naile Hanım ise çocukları gü
rültü yapmamaları konusunda sürekli olarak uya
rıyordu. Akşamüzeri İbrahim Edhem Paşa’nın al
nındaki ıslak mendilleri değiştirmek için odasına
giren hastabakıcı yaşlı kadın koşar adım merdi
venlerden aşağı indi ve,
“Beyim, Beyim paşaya bir şey oldu," dedi. “Tit
redi ve... öylece...”
Osman Hamdi hemen babasının odasına çıktı.
Ardından kardeşleri de odaya girdi. Nefesler tutu
lup paşanın göğsü dinlendi. Hiç ses çıkmıyordu.
256
Bir süredir iyice şişmiş olan karnında da en kü
çük bir hareket yoktu. Osman Hamdi birkaç sani
ye tereddüt ettikten sonra yatağa doğru yaklaştı
ve eliyle babasının açık kalan gözlerini kapattı.
Olan biteni kapının hemen dışından izleyen ka
dınlar kendilerini daha fazla tutamadı ve gözyaş
larına boğuldular. Erkeklerse ağlamamak için
kendilerine hâkim olmaya çalışıyorlardı. Osman
Hamdi merdivenleri kayar gibi inerek kendini
bahçeye zor attı. Ardından sebilden akan buz gi
bi suyla yüzünü yıkadı. Az önce olan şeye inana-
mıyordu. Edhem Paşa ölmüştü. Titreyen parmak
larının ucunda hâlâ babasının gözkapaklarını his
sediyordu.
O gece kardeşleri Galib, Mustafa ve Halil ile
beraber sabaha kadar salonda oturdu. Kimsenin
ağzını bıçak açmıyordu. Bir ömür boyunca çocuk
larını her fırsatta destekleyen o koca adam yoktu
artık. Diğer herkes gibi Osman Hamdi’nin de bu
gerçeği kabul etmesi hiç de kolay olmayacaktı.
Sanki Edhem Paşa her zamanki gibi terliklerini
süreye süreye merdivenlerden inecekti şimdi. Ar
dından da,
“Nasılsın evladım?” diye soracaktı. “Ne hava
disler var bakalım İstanbul'da?”
Ama biliyordu ki boşunaydı bu bekleme. Os
man Hamdi düşüncelere dalıp kendisini geçmişin
girdabına bıraktı.
İbrahim Edhem, Sakız Adası’nda yaşayan bir
Rum ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Gerçek is-
257
mini kendisi bile bilmiyordu. Yunanların bağım
sızlık için ayaklandığı 1821 yılında sadece üç ya
şındaydı. Ertesi yıl Osmanlı donanması isyanır.
sıçradığı Sakız Adasfna çıkarma yapıp kargaşayı
acımasızca bastırdı. Adada binlerce Rum ölmüş,
yetim kalan çocukların sayısını kimse bilmez ol
muştu. İsyanı bastıran askerler erkek çocuklarını
köle, kız çocuklarınıysa cariye olarak satmak için
İstanbul’a getirdiler. Osman Hamdi’nin babası da
o ganimet çocuklardan biriydi işte. Elli kuruş ve
ren herhangi birine satılacaktı. Ama dört yaşında
ki o çocuğu Kaptanıderya Hüsrev Paşa aldı. Sakız
lı küçüğün talihi birdenbire dönmüştü. Hüsrev
Paşa çocuğu olmadığından evlatlık almayı âdet
edinmiş önemli bir devlet adamıydı. Aslında pa
şanın geçmişi de evlat edindiği çocukların kade
riyle benzerlik taşıyordu. Hüsrev Paşa da küçük
yaşta İstanbul’a getirilmiş bir köle çocuktu! Onun
yolu Enderun’a düşmüş, eğitimini sarayda ta
mamladıktan sonra kaptanıderyalığa, hatta sad
razamlığa kadar yükselmişti. Hüsrev Paşa evlat
edindiği Sakızlı küçüğe İbrahim Edhem ismini
verdi. Onu Müslüman yaptı. Sonra da Edhem’i
kendi öz oğlu gibi yetiştirdi. Edhem daha küçük
bir çocukken arkadaşlarıyla birlikte Sultan II.
Mahmud’a takdim edildi. Hüsrev Paşa çocukların
Fransa’da eğitim görmesinin memleket için daha
hayırlı olacağını düşünüyordu. Edhem sadece on
iki yaşındayken padişahın da onayını alarak Os
manlI’nın yurtdışına eğitim için gönderdiği ilk
258
dört çocuktan biri oldu. İstanbul’dan beraber gel
dikleri gözetmenlerinin refakatindeki çocuklar,
Paris’te Osman Hamdi’nin de gittiği hazırlık oku
luna yerleştirildiler. Edhem daha sonra Madenci
lik Okulu’na girip burayı iftiharla bitirdi. Ülkesine
döndüğünde OsmanlI’nın ilk maden mühendisi
olarak karşılandı ve hemen Gümüşhane, Keban
ve Ergani madenlerinde görevlendirildi. Yedi se
ne boyunca Anadolu’yu karış karış gezip maden
yataklarında incelemeler yaptı. İstanbul’a dön
dükten sonra sarayın hizmetine girdi ve kısa za
manda paşa unvanı aldı. Ardından OsmanlI'nın
ilk modern yükseköğretim kurumu olan Darülfü-
nun’un eğitime başlamasına önayak oldu ve
yıllardır işlevini yitirmiş halde duran rasathane
nin tekrardan bilimsel bir anlayışa kavuşmasını
sağladı. Sonrası malumdu. Edhem Paşa; Ticaret,
Bayındırlık, Dışişleri, Adliye, Eğitim ve içişleri na
zırlığı yapmış, Şurayı Devlet’i yönetmiş, Osman
lI’nın Berlin ve Viyana büyükelçisi olmuştu. Tabii
ki dahası da vardı. İmparatorluğun parlamenter
düzene geçtiği dönemde sadrazamlık makamında
oturmuştu.
Osman Hamdi babasının çocukluğuyla ilgili
anekdotları küçük yaşlarda annesi Fatma Ha-
nım’dan, o da sadece birkaç kez dinlemişti. Sakız
Adası’nda başlayan hikâye, Osman Hamdi’nin bü
yüdüğü evde nerdeyse hiç konuşulmazdı. Ama
herkes gerçekleri bilirdi. Yıllar önce ölen büyük
babası Hüsrev Paşa’yla ilgiliyse hafızasında silik
259
izler kalmıştı. Çok yaşlı, beyaz sakallı bir ihtiyarın
görüntüsünü hayal meyal hatırlıyordu.
Sabah güneşi Kuruçeşme’deki yalıya vurunca-
ya kadar Osman Hamdi’yi hatıraların arasından
alıp şimdiki zamana döndürmek mümkün olmadı.
Uyandığında bir an için dün gece yaşadıklarının
rüya olduğunu zannetti. Ama rüya değildi. Haberi
duyan aile dostları şafağın sökmesiyle beraber
yalıya akın etmişti. Saraydan gelen yetkililerse ce
nazenin öğlen namazına yetiştirileceğini söyledi
ler.
Birkaç saat sonra paşanın cenazesi evinden
alınıp bir vapura konuldu. Kadınlar evde kalıp ya
pılması gereken diğer işlerle ilgilenirken ailenin
tüm erkek üyeleri cenazeyi taşıyan vapura bin
mişlerdi. Vapur kısa bir yolculuğun ardından Üs
küdar iskelesi’ne yanaştı. İskelenin hemen arka
sında bulunan Mihrimah Sultan Camisi’nde bü
yük bir kalabalık toplanmıştı. Sadaret makamı ca
minin avlusuna taşınmıştı sanki. İlk önce padişa
hın yolladığı taziye mektubu okundu. Sonra din
adamları amin sesleri arasında dualar etti. Ardın
dan paşanın naaşı, padişahın özel izniyle Mihri
mah Sultan Camisi’nin haziresine defnedildi.
Öğleden sonra erkekler bağırlarına taş basıp
yalıya döndü. Eve çağrılan bir hoca mevlit oku
maya başlamıştı bile. Gözyaşları içindeki Fatma
Hanım ilk fırsatta kendisini paşanın mezarına gö
türmesini istedi büyük oğlundan. Osman Hamdi
de başını sallayıp, tamam dedi annesine. Sonra
260
kalabalığı alt katta bırakıp babasının son dakika
larını geçirdiği yatak odasına çıktı. Ne kadar da
sessizdi tüm eşyalar. İçinde boğucu bir hüzün, et
rafına bakındı. Yatağın başucunda açık kalmış bir
çekmece vardı. Gözü gayri ihtiyari çekmecenin
içindeki zarflara takıldı. Hemen en üsteki zarfı
alıp içindeki kâğıdı çıkardı. Hüsrev Paşa, Paris’te
öğrenci olan İbrahim Edhem ve diğer oğullarına
yazmıştı 15 Haziran 1832 tarihli Fransızca mektu
bu. Doğumumdan tam on sene önce diye düşün
dü Osman Hamdi. Yatağın kenarına oturdu ve
mektubu okumaya başladı.
E vlatlarım ,
Fransa d a eğitim g ö r m e n iz için siz le ri g ö z le
rim in ö n ü n d e yetiştirdiğim bütün gençlerin ara
sın d a n seçtiğim de, M üslüm an gençliğinin eğiti
m in in bütün um utlarını sizle re e m a n e t e tm iş ol
dum . D e v le t b ü y ü k le rim iz s iz e b a k a ra k b en im
ö rn eğ im i ta k ip ed ip e tm e y e c e k le rin e v e ço c u k
ların g eleceğ in i A v r u p a ’nın ilm in e e m a n e t ed ip
e tm e y e c e k le rin e k a ra r vereceklerdir.
E vlatlarım ,
Eğer s iz i h e p s e v m e m i v e k o ru m a m ı istiyor
sa n ız, d e rsle rin ize iyi çalışın, B uraya h içb ir ş e y
ö ğ ren m ed en d ö n d ü ğ ü n ü z ta kd ird e b u nun n e k a
d a r utanç verici olacağını ta h m in ed ersin iz. Os
m anlIların ilim d en u z a k ca h il bir m ille t o ld u k
larını iddia e d en leri ya la n cı çıka rta c a ğ ın ıza ca
nı g ö n ü ld en inanıyorum .
261
S izle r i tüm se v g im le g ö zle r in izd e n öp ü yo
rum.
262
d e başarıyla verip m e z u n o lm a ya h a k ka za n d ı.
U ygarlığım ız h a k k ın d a g ö zle m le rin d e n aldığı il
h a m la ü lk e sin e d ö n d ü v e b izim ç a lışm a p re n
sip le r im izi oraya ta şım a yı b a şa rd ı...
263
bir makamdan onay görüyordu. Bu ana babasının
da tanık olmasını isterdi. Fransız hükümetinin
teklifini kabul edip tablolarını Paris’e yolladı. Mil
letlerarası Chicago Sergisi’ne kendisi katılmasa
da resimleri orada olacaktı. Tablolarının Atlan
tik’in öbür tarafına gideceğini düşündükçe heye
canlanmadan edemiyordu. Ama mutluluğu kısa
sürdü. O uğursuz 1893 yılı çıkıp gitmeden bir bü
yük acı daha yaşandı. Osman Hamdi İstanbul
gümrüğünde çalışan kardeşi Mustafa’yı da kay
betti. Vakitsiz gelen bu ölüm daha paşanın acısı
nı yüreklerinden atamayan aileyi perişan etmişti.
Fatma Hanım birkaç ay arayla hem kocasını hem
de henüz kırk iki yaşında olan evladını kaybettiği
ne bir türlü inanmak istemiyordu. Ama kaderin
önüne geçilemediğini de biliyordu. Herkes çare
sizce kabullendi. Ailenin en sessiz üyesi olan
Mustafa, sade bir törenin ardından Edhem Pa-
şa’nın yanına defnedildi.
264
ra da böyle olmuştu. Ama çok geçmeden onu ha
yata döndürecek müjdeli bir haber aldı. Naile Ha
nım hamileydi!
Bütün aile sevince boğulmuştu. Yaşanan onca
acıdan sonra herkesin ihtiyacı vardı hayata sarıl
maya. Tabiatın ölüm karşısındaki tek kozu buydu
ne de olsa. Aslında Osman Hamdi tekrar baba ol
mayı hiç düşünmüyordu. Hatta kendini dedeliğe
hazırlamıştı. Çünkü en büyük kızı Fatma, bir süre
önce Müşir Abdullah Paşa ile evlenmişti. Yine de
Osman Hamdi sanki karısı ilk kez doğum yapa
cakmış gibi heyecanlandı. Gebeliği boyunca Naile
Hanım’ın yanından ayrılmadı. Karısının bir dedi
ğini iki etmiyordu. Dilediği kadar öpüp koklayaca
ğı bir kız daha istiyordu ondan. Adını bile şimdi
den koymuştu: Nazlı.
Osman Hamdi bir kızı daha olduğunu ebe ka
dından ilk duyduğunda mutluluktan havalara uç
tu. Hemen doğum odasına koşup bebeği gördü.
Küçük Nazlı’nın sağlığı yerindeydi. Naile Hanım
da iyi görünüyordu. Nazlı bebek kucaktan kucağa
geçerken Kuruçeşme’deki yalıda aylar sonra tek
rardan sevinç çığlıkları yankılanıyordu.
Geçen yılın acıları artık geride kalmıştı.
Hamdi Bey ailesi Sanayi-i Nefise’nin yaz tatili
ne girmesinin ardından Eskihisar’a hareket etti.
Yazlık köşkteki günler her zamanki gibi sükûnet
içinde geçiyordu. Bebekle ilgilenmek Naile Ha-
nım’ın tüm vaktini alıyordu. Neyse ki diğer çocuk
lar Melek, Leyla ve Edhem artık kendi başlarının
265
çaresine bakabilecek yaşa gelmişlerdi. Osman
Hamdi ise Gebze tepelerinden sahil şeridine doğ
ru istilacı bir ordu gibi inen yemyeşil orman ile
maviliğini hiç kaybetmeden berrak kalmayı başa
ran dupduru bir denizin kesişme noktasındaki
bahçesinde oturup saatlerce resim yapıyordu. İs
tanbul'dan ayrılmadan önce modellerinin fotoğ
raflarını çekmişti. Arap kıyafetleri giydirdiği son
ra da sedire yüzükoyun yatmasını ve elindeki ki
tabı okur gibi yapmasını söylediği bir delikanlının
verdiği pozu çok sevmişti. Şimdi o fotoğrafa baka
rak tuvallerini dolduruyordu. Modelin duruşu ay
nı kalsa da bazen genç bir kıza dönüşüyordu se
dirde uzanan, bazen de sakallı bir adama.
10 temmuz 1894 salı günü saat 12.24’te köşk
kendi dingin dünyasından uyanıp İzmit, Bursa ve
İstanbul üçgenini içine alan devasa bir bölgenin
ortak kaderini paylaşmaya başladı. Osman Hamdi
giriş kapısının hemen solundaki çalışma odasında
oturmuş bir mektup yazıyordu. Birden eline ha
kim olamadı ve kağıda anlamsız zikzaklar çizmeye
başladı. Sonra üst kattaki Fatma Hanım’ın çığlığını
duydu. Hemen ardından da ahşap köşkten gelen
çatırdama seslerini. Osman Hamdi bebek odasın
da mışıl mışıl uyuyan Nazlı’yı kucakladığı gibi,
“Bahçeye çıkın, bahçeye," diye bağırmaya
başladı.
Çığlık sesleri evden yükselen çatırdamaları
bastırsa da yerin altından gelen uğultu ürkütücü
bir şekilde her yeri kaplamıştı. Kendini bahçeye
266
atanlar evden mümkün olduğu kadar uzaklaşmak
için koruluğa doğru koştular. Tüm aile bahçenin
köşesinde toplanıp birbirlerine kenetlenmişti.
Sarsıntı 1 dakikaya yakın sürdü. Ama çocuklar
uzun süre babalarına sarılıp ağlaşmaya devam et
tiler. Osman Hamdi çocuklarını ve Naile Hanım’ı
güç bela sakinleştirdi. 0 güne kadar yaşadığı en
büyük zelzeleydi bu. Kendisi de korkmuştu.
Birden jeolojiden çok iyi anlayan babasıyla
yaptığı sohbetleri anımsadı. Paşa hep şöyle derdi:
“Bir yerde tarihin herhangi bir döneminde
deprem olduysa o yerde yeni bir deprem mutlaka
olacaktır. Bu nedenle İstanbul depremi bekleyen
bir şehirdir.”
Babasının korktuğu deprem, ölümünden sade
ce bir yıl sonra gelip vurmuştu işte bütün Marma
ra’yı!
Can derdi bitince o da herkes gibi İstanbul’da
ki durumu merak etmeye başlamıştı. Ya küçük kı
yamet diye anılan 1509 depremindeki gibi yer gök
birbirine girdiyse diye düşünmeden edemiyordu.
Daha fazla bekleyemedi. Bir at arabası kiralayıp
Gebze’ye gitti. Herkes muhtarlığın önünde top
lanmıştı. Osman Hamdi kalabalığı omzuyla yarıp
içeri girdi ve telaşla,
“İstanbul’dan bir haber var mı?” diye sordu.
“Yok Beyim,” diye karşılık verdi yaşlılardan bi
ri. Sonra da bir delikanlı konuşmaya başladı:
“Telgraf direkleri devrilmiş olmalı. Bir saattir
uğraşıyorum ama karşı tarafa ulaşamadım.”
267
“Hay Allah,” diye söylendi Osman Hamdi. “İs
tanbul’a gitmenin güvenli bir yolu var mı acaba?"
Az önceki ihtiyar,
“Tren seferleri tamamıyla durdu," dedi. “Va
purları bilmiyorum ama bugün zor gözüküyor.”
Osman Hamdi hiçbir bilgi alamadan döndü
evine. Şimdi iyice meraklanmıştı. İstanbul’da olan
annesi, büyük kızı Fatma, kardeşleri Halil ve Galib
için endişeleniyordu. Gerçi Kuruçeşme'deki yalı
kolay kolay yıkılmazdı. Ama ya depremden sonra
bütün şehri kül eden bir yangın çıktıysa? Ya mü
zesi ne durumdaydı? Saniyeler süren sarsıntıya
dayanabilmiş miydi acaba? Kötü ihtimalleri dü
şünmek bile istemiyordu. Ama böyle durumlarda
insanın aklı başka türlü çalışmıyordu.
Deprem gecesi bütün aile bahçede sabahladı.
Küçük Nazlı haricinde kimsenin gözüne uyku gir
medi. Sarsıntı anında duyulan çığlıklar hâlâ kulak
larda çınlıyordu. Ama gecenin ürkütücü sessizliği
hepsinden beterdi. Osman Hamdi sıkıntıyla deni
ze baktı. Körfez tarafı daha bir karanlıktı sanki.
Bursa hiç görünmüyordu.
Gün ağrınca hemen İstanbul’a ulaşmanın bir
yolunu aramaya başladı. Tren seferleri hâlâ yapı
lamıyordu. Dünden beri İstanbul istikametinden
hiçbir vapur gelmemişti. Anlaşılan tüm seferler
karşılıklı olarak iptal edilmişti. Karayoluysa çok
uzun sürüyordu. Ama mecbur kalırsa bir at ara
bası kiralayıp yola çıkacaktı. Neyse ki öğlen olma
dan İstanbul’a gidecek yandan çarklı bir vapur
268
bulunduğu haberi geldi. Osman Hamdi çocukları
Naile Hanım’a emanet ettikten sonra köylülerle
beraber bir sandala binip, açıkta yolcularını bek
leyen İstanbul vapuruna doğru hareket etti. Gü
vertedeki herkes başkentteki yakınları için endi
şeleniyordu. Fısıltı gazetesine göre ne Ayasofya
kalmıştı, ne de Sultanahmet. İnsanlar ne kadar da
meraklıydı felaket tellallığı yapmaya! Osman
Hamdi şom ağızlı yol arkadaşlarına içten içe kız
maya başlamıştı.
Yaşlı bir köylü kadın,
“Prens Adaları da tamamıyla suya gömülmüş,”
deyince daha fazla dayanamadı ve,
“Yahu niye batsın koskoca ada?” diye çıkıştı.
“Hem ben hiç haber alamadım İstanbul’dan. Siz
nasıl biliyorsunuz bunları? Tüm telgraf sistemi
çökmüş. Ne vapur geldi buraya ne de tren.”
Kimse cevap veremedi bu nazır kılıklı adama.
Bir sessizlik oldu güvertede. Osman Hamdi yüz
lerce yıldır ayakta duran yapıların öyle kolay ko
lay yıkılmayacağını biliyordu. Ama bir an için
söylenenlerin doğru olduğunu varsaydı. Ya ger
çekten de Ayasofya yerle bir olduysa. Ya o gör
kemli müze binası, içindeki binlerce yıllık paha
biçilmez sanat eserlerinin üzerine çöktüyse. Zor
lukla sıyrıldı bu düşüncelerden. Hem az bir mesa
fe kalmıştı İstanbul’a. Kısa bir süre sonra kendi
gözleriyle görecekti durumu.
Çok geçmeden vapur Prens Adaları’mn önüne
geldi. Adalar yerli yerinde duruyordu ama kıyı-
269
daki kargaşa açıkça belli oluyordu. Yaz olması
nedeniyle en kalabalık dönemini yaşayan Ada-
lar’da yüzlerce insan iskelelere birikmiş, kendile
rini İstanbul’a götürecek vapurları bekliyorlardı.
Bazı evlerin moloz yığınına döndüğü güvertedeki
yolcuların gözünden kaçmadı. Heybeli’de bulu
nan Ruhban Mektebi de büyük hasar almıştı dün
kü sarsıntıdan. Okulun duvarlarında sanki top
gülleleriyle dövülmüş gibi koca koca delikler
açılmıştı.
iki saate kalmadan vapur Kadıköy açıklarına
ulaştı. Tarihi yarımadadaki minareler dimdik
ayaktaydı. Osman Hamdi alıştığı manzaranın ay
nen yerinde durduğunu görünce derin bir nefes
aldı. Ama bu sefer de yangın kokusunu fark edip
telaşlandı. Vapur Boğaz’a doğru döndüğünde Üs
küdar’ın üzerinde yükselen gri duman açıkça bel
li oldu. Benzer bir manzara Eyüp’e doğru uzanan
Haliç boyunca da vardı. Anlaşılan dünkü deprem
den sonra birçok ahşap bina yanmıştı. Osman
Hamdi Galata Rıhtımfnda karaya ayak bastıktan
sonra insanların yüzündeki korkuyu daha yakın
dan gördü. Hemen köprüyü geçip müzesine doğ
ru yürümeye başladı. Dükkânlar, bankalar, posta
neler ve okullar kapalıydı. Tüm boş araziler ağla
yan çocuklar, uyumaya çalışan ihtiyarlar ve be
bek emziren anneler tarafından doldurulmuştu.
Tulumbacı denen yangın söndürme erleri oradan
oraya koşturuyordu. Hilal-i Ahmer ise, beyaz üze
rine kırmızı hilal taşıyan bayrağını merkezi yerle-
270
re dikmiş, açıkta kalcın insanlara sıcak çorba ve
ekmek dağıtıyordu.
Sokaklarda herkes birbirine bir şeyler anlatı
yordu. Kimi depremden sonra Yedikule’yi vuran
dev dalgalardan bahsediyor, kimisi de Kapalıçar-
şı’nın yerle bir olduğunu kendi gözleriyle gördü
ğünü söylüyordu. Osman Hamdi adımlarını iyice
hızlandırdı. Gülhane’nin girişinden müzeye doğru
kıvrılan yokuşu neredeyse koşarak tırmandı. Ney
se ki can verdiği üç bina da sapasağlam ayakta
duruyordu. İşte o anda rahatladığını hissetti. Ya
nına koşan müze görevlilerinden de güzel haber
ler aldı. Çatlayan duvarlar, devrilen dolaplar ve
kırılan camlar olmuştu ama tarihi eserlerde bir
hasar yoktu. Kardeşi Halil’den de bütün ailenin
iyi olduğu haberini duyunca yirmi dört saatten
fazla süren panik havasından nihayet sıyrıldı.
Artçı sarsıntılar devam etse de şehir vakit kay
betmeden yaralarını sarmak için seferber olmuştu.
Hemen büyük bir yardım kampanyası başlatıldı.
Padişah kampanyaya en yüksek bağışı yaptı. Paşa
lar, Galata bankerleri, esnaf ve halk da kampanya
ya katıldı. Yabancı ülkelerden de bağışlar geliyor
du. Hükümet Sanayi-i Nefise’nin mimarlık hocala
rından imar işleri için yardım istedi. Vallaury de
bu öneriyi seve seve kabul edenler arasındaydı.
Ünlü mimar ilk olarak depremde büyük hasara uğ
ramış Kapalıçarşı’nın onarımıyla ilgilendi. Dükkân
larını büyütmek için dört yüz yıllık destek sütunla
rını kesen esnaf mimarı hayrete düşürmüştü.
271
Depremden en çok hasar gören yapılar kamu
binalarıydı. Devletin yönetim yeri olan BabI
âli’nin bahçesi barakalarla dolmuştu. Nazırlıklar,
mahkemeler, odalar ve vezneler hep bu baraka
larda hizmet veriyordu. Yıkılan binalardan arta
kalanlar katırlara yüklenip Beyazıt Meydanı’na ta
şındı. Tarihi meydan moloz yığınlarıyla kaplandı
ğı için yayalara bile geçit vermez olmuştu. Mo
dern binalarla dolu Beyoğlu bölgesiyse deprem
den en az hasarla kurtulan yerdi. O günlerde in
sanlar daha güvenli buldukları için Pera’da uzun
uzun vakit geçirmeye başlamışlardı.
Osman Hamdi müze ve akademi binalarının
depremde önemli bir hasara uğramamasını mi
mar arkadaşı Vallaury’nin yeteneğine bağlıyordu.
Doğanın gücü her şeye kadir olsa da, Vallaury bu
sınavdan da yüzünün akıyla çıkmayı başarmıştı.
Osmanlı Bankası binası gibi mimarın daha henüz
inşaatı biten son eseri Pera Palas Oteli de sapa
sağlam ayakta duruyordu. Birkaç ay sonra iki yüz
yatak kapasiteli otel hizmete girdi. İstanbul’un
modern bir otele kavuşmasıyla bölge şimdi daha
da hareketlenmişti. O günlerde Osman Hamdi de
sık sık Pera’ya gidiyordu. Yeni otelin lobisinde
oturup kahve içmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Vallaury ile karşılaştığındaysa ona, Mimar-ı Şehir
diye hitap ederek takılıyordu.
Yeni bir yüzyıla yaklaşılırken şehir gerçekten
de yeniden inşa ediliyordu sanki. İstanbul’un tüm
çehresi değişiyordu. Cami, külliye, han, hamam,
272
çeşme ve türbe gibi geleneksel Osmanlı yapıların
dan çok; banka, otel, pasaj, postane gibi modern
binalar yükselmeye başlamıştı yedi tepeli şehir
de. Birçoğunda da ilk işini Osman Hamdi Bey’den
alan mimar Vallaury’nin imzası vardı.
Osman Hamdi müze ile Pera arasında gidip ge
lirken Karaköy ile Cadde-i Kebir’i birbirine bağla
yan yeraltı trenine sık sık biniyordu. 1874 yılında
hizmete giren bu kısa tünel, Londra’da inşa edi
len benzerinden sonra dünyanın en eski ikinci
metrosu olarak kabul ediliyordu. Yıllar önce bir
Fransız mühendis her gün Galata’dan Pera’ya çık
mak zorunda kalan binlerce insanın solukları ke
sen dik yokuş nedeniyle neler çektiğini görmüş
ve tünel projesini padişaha sunmuştu. Saray da
yapım bedeli karşılığında tünelin işletme hakkını
kırk iki yıllığına bir yabancı şirkete bırakmıştı.
Böylece İstanbul’un bu iki merkez noktası arasın
daki yolculuk bir buçuk dakikaya inmişti.
Osman Hamdi Avrupa şehirlerinin de böyle tü
nellerle donatıldığını biliyordu. Yeraltı trenleri
dâhiyane bir fikirdi. Akşamları odasına kapanıp
bir şeyler çizmeye başladı. Ama her zamanki gibi
tuvallere çizmiyordu. Bu kez mimarların kullandı
ğı dikdörtgen kâğıtları sermişti masasına. Naile
Hanım da kocasının neyle uğraştığını merak et
meye başlamıştı. Bir gece çay getirme bahanesiy
le odasına girip çizimlere baktı. Ardından da,
“Bunlar da ne Hamdi?” diye sordu. “Yoksa ye
ni bir kazı mı planlıyorsun?"
273
Osman Hamdi kafasını çizimlerinden kaldır
madan güldü ve,
“Evet” dedi. “Taksim1den Kabataş'a kadar ka
zacağım!”
Naile Hanım hiçbir şey anlamamıştı. Osman
Hamdi karısının merakını dindirmek için,
“Taksim Kabataş arasında işleyecek bir yeral
tı treni yapmayı düşünüyorum," dedi.
Naile Hanım iyice şaşkına dönmüştü.
“Bunca işinin arasında bu da nereden çıktı
şimdi?” dedi. “Hem belediye başkanı değilsin ar
tık, unuttun mu?”
“Biliyorum ama Ticaret Nezareti’ne bir dilekçe
yazıp imtiyaz isteyeceğim.”
“Kafana koymuşsun sen bu işi!”
“Geleceğin ulaşımı bu yeraltı trenleriyle sağla
nacak. Birilerinin bu işe el atması gerek. Hep ya
bancılardan beklememeliyiz. Ingilizler, İzmir Ay
dın arasına ray döşedi. Alman şirketleri ise İstan
bul’u Anadolu’ya bağladı. Şimdi herkes Hicaz’a
kadar yapılması düşünülen demiryolu imtiyazı
nın peşinde. Bakarsın hepsini ben yaparım."
Kocası son sözlerini gülerek söylemişti ama
Naile Hanım bu kadarına da pes deyip, sinirli bir
şekilde odadan çıktı. Müzeydi, akademiydi, kazı
lardı derken zaten kocasını doğru düzgün göremi-
yordu. Bir de onun Hicaz’a kadar demiryolu döşe
diğini düşünmek bile istemiyordu!
Osman Hamdi ertesi sabah Taksim Kabataş
tüneliyle ilgili imtiyaz başvurusunu Ticaret Neza-
274
reti’ne gönderdi. Ama uzun süre beklemesine kar
şın bakanlıktan hiçbir ses çıkmadı. Babıâli böyle
bir tünele gerek olmadığına karar vermişti. Os
man Hamdi projesini istemeye istemeye çekme
cesine kaldırmak zorunda kaldı. Devlet bu kafay
la yönetildikten sonra o çekmecenin kolay kolay
açılmayacağını iyi biliyordu.
O günlerde tünel imtiyazı yerine Atina Arke
oloji Enstiti'ısü’nün kendisine verdiği şeref üyeliği
beratını aldı. Neşesi yerine gelmişti. Çerçeveletti
ği belgeyi gururla çalışma odasının duvarlarını
süsleyen diğer ödüllerinin yanına astı. Ama bir
kaç gün sonra keyfini kaçıran bir haber aldı. Ken
disinden beş yaş küçük kardeşi Galib, Girit’teki
görevinden hasta olarak dönmüştü. Doktorlar yi
ne belirsiz laflar ediyorlardı. Osman Hamdi küçük
yaşlarından beri eski paralara karşı ilgi duyan
kardeşini çok severdi. Edhem Paşa, Galib’e oyna
ması için oyuncak yerine eski sikkelerden getirir
di hep. Galip yetişkin bir adam olduktan sonra da
bu ilgisini kaybetmemişti. Sikkeleri bilimsel bir
metodoloji kullanarak inceleyen nümizmatik ça
lışmalarının OsmanlI’daki öncüsü olarak ün yaptı.
Osmanlı, Selçuk ve Bizans nümizmatiği hakkında
yaptığı çalışmalar hem Türkçe, hem de Fransızca
olarak yayınlanmış ve birçok uzman tarafından
kendi alanında aşılamaz eserler olarak kabul edil
mişti. Arkeoloji Müzesi’nde önemli bir sikke ko
leksiyonu oluşturulmasında da Galib Bey’in katkı
sı büyüktü.
275
Osman Hamdi kardeşi için endişelenmeye baş
lamıştı. Ve ne yazık ki kısa bir süre sonra korktu
ğu başına geldi. Galib Bey’in zayıf bünyesi tam ola
rak teşhis edilemeyen hastalığa fazla direnemedi.
Osman Hamdi iki yıl aradan sonra ikinci defa kar
deş acısı tadıyordu. Gözyaşları eşliğinde kardeşini
artık aile kabristanı haline gelmiş Mihrimah Sultan
Camisi’nin bahçesinde toprağa verdi. Tıpkı daha
önce vefat eden kardeşi Mustafa gibi Galib de ar
kasında iki çocuk bırakmıştı. Osman Hamdi onlara
da kol kanat gerecekti bundan böyle.
O günden sonra en küçük kardeşi Halil’in üze
rine titremeye başladı. Zaten Halil’i bir kardeş
olarak değil, hep bir evlat gibi görmüştü. Ne de
olsa en büyük kızı Fatma ile arasında sadece bir
kaç yaş vardı. Halil, Edhem Paşa’nın isteği üzeri
ne üniversiteyi Berlin ve Viyana’da okumuş, dok
torasını da Basel Üniversitesi’nden almıştı. Bir
Osmanlı vatandaşının temel bilimler alanında Av
rupa’dan aldığı ilk doktora diplomasiydi bu. Halil
kimya ve jeoloji eğitimi görüp babasının arzuladı
ğı gibi bilim adamı olmayı başarmıştı. Sonra İs
tanbul’a gelip yüksek-okullarda hocalık yapmıştı.
Geçen seneki büyük depremin ardından gazete
lerde “Hareketi Arza Dair Birkaç Söz" isimli maka
lesi yayınlanmış ve birçok insan bu sayede depre
min Tann’nm bir cezası olmadığını, yer altından
geçen faylardan kaynaklandığını öğrenmişti. Halil
bir süredir müzede müdür muavini olarak görev
yapıyordu. Osman Hamdi kardeşinin çalışmala-
276
rından o kadar memnundu ki, müzesinin yöneti
mini zamanı geldiğinde gönül rahatlığıyla ona bı
rakabileceğinden kuşku duymuyordu.
277
tışma fazla büyümeden örtbas edildi. Osman
Hamdi sağda solda kendisi için yurtdışma çıkış
yasağı konulduğunu işitmeye başlamıştı. Ama bu
na pek ihtimal vermiyordu. Soranlaraysa,
“O kadar çok kaldım ki yurtdışında, ömrümü
burada tamamlamaktan başka bir düşüncem za
ten yok,” diye cevap veriyordu.
Viyana Müzesi’ne bazı ayrıcalıkların tanındığı
haberi Berlin’i de harekete geçirmişti. Bu sefer de
Almanlar, Bergama kazıları için kabul edilmesi
imkânsız taleplerde bulunmaya başladı. Avrupa
devletlerine elini verenin kolunu kaptıracağını
tahmin etmek zor değildi aslında. Ama müze mü
dürü her zamanki gibi bir yolunu bulup başka im
tiyazların verilmeyeceğini tüm arkeoloji camiası
na duyurdu.
Aynı yıl nisan ayında Bergama Zeus Sunağı’nı
Berlin’e götüren Cari Humann’ın öldüğü haberi
geldi. Osman Hamdi, Humann’ın hayatını kaybet
mesine üzülmüştü. Ona kızmıyordu artık. Evet,
Zeus Sunağı’nın Berlin'de değil de İstanbul’daki
müzede sergilenmesini herkesten çok isterdi.
Ama iş işten geçmişti. Humann’ın Bergama’ya gö
mülmeyi vasiyet ettiğini öğrenince de hiç şaşır
madı. Bir arkeologun en büyük keşfini yaptığı
coğrafya ile kurduğu aşk ilişkisini en iyi o anlaya
bilirdi çünkü. Schliemann da kadim Yunan mede
niyetinin beşiği Atina’ya gömülmemiş miydi? O
gün ilk defa kendi cenazesini hayal etti. Ama ne
reye gömülmek isteyeceğini bilemedi. Babası ve
278
kardeşlerinin yanı olabilirdi mesela. Belki de baş
ka bir yeri isterdi ilerde.
Humann’m cenazesine katılamadı, ama doğru
su ona çok imrenmişti...
279
liklerinde hâlâ bir kök bulamamıştı kendine. Bek
lemek gerekecekti. Dallanıp budaklanmasını sa
bırla beklemek!
Osman Hamdi o sabah bunları düşünerek çık
tı yalıdan. Vapurda Ahmed Midhat Efendi ile kar
şılaştı. Son zamanlarda çok sık oluyordu bu, çün
kü Ahmed Midhat Beykoz’da bir çiftlik satın al
mıştı. İki eski dostun arası Midhat Paşa’nın yargı
landığı günlerden beri iyi değildi. Osman Hamdi
gazeteci arkadaşının paşa için hakaret dolu yazı
lar kaleme almasını bir türlü affedememişti. Bir
birlerini görmezden gelmeye çalıştılar ama olma
dı. Karşılaşma her zamanki gibi soğuk bir baş se
lamıyla geçiştirildi. Ahmed Midhat hemen cebin
den çıkarttığı kitabı okumaya başladı. Osman
Hamdi de çantasındaki evraklara göz attı. Yolcu
luk boyunca birbirlerinin bulunduğu tarafa bak
mamaya gayret ettiler.
Osman Hamdi vapurdan indikten sonra müze
ye doğru yürümeye başladı. Gülhane Korusu’nun
önüne geldiğindeyse bir şeylerin ters gittiğini an
ladı. Olağandışı bir hareketlilik vardı etrafta, in
sanlar hep ona bakıyorlardı sanki. Biraz daha
ilerleyince akademiyle müzenin ortak bahçesinde
büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu fark et
ti. Bütün öğrenciler dışarı çıkmıştı. Oysa şu anda
derste olmaları gerekiyordu. Osman Hamdi bah
çeye girince gördüklerine inanamadı. Öğrencile
rin yaptığı heykeller paramparça olmuş bir halde
bahçeye fırlatılmıştı. Yırtılmış tuvaller havada
280
uçuşuyor, hademeler ellerindeki süpürgelerle or
talığı temizlemeye çalışıyorlardı. Müdür beyin
gelmekte olduğunu gören kalabalık birden sustu.
Kimseden çıt çıkmıyordu.
Osman Hamdi,
“Bu ne hal çocuklar!” diye gürledi.
Son sınıflardan bir öğrenci,
“Yobazlar,” efendim dedi. “Bizim yaptığımız
gâvur işiymiş.”
Okulun kapısında bekleyen bekçi sanki tüm
olup bitenden kendisi sorumluymuş gibi başını
öne eğdi:
“Çok kalabalıktılar efendim. Ellerinde de sopa
lar vardı, engel olamadım. Sınıflara kadar çıkıp
her şeyi kırıp dökmeye başladılar. Bazı öğrencile
ri de hırpaladılar. Valla canımızı zor kurtardık,"
Uzun zamandır okula dini çevrelerden tehdit
ler geliyordu. Ama Osman Hamdi böyle bir baskı
na cesaret edebileceklerini hiç düşünmemişti.
“Müzede bir hasar var mı?” diye sordu.
“Hayır efendim. Okulu talan ettikten sonra tek
bir getirerek çıkıp gittiler. Zaten müzenin kapıla
rını içerden kilitlemiştik.”
Müdürleri gençlere doğru döndü ve,
“Siz sınıflarınıza gidin,” dedi. “Bugün olanları
da unutun. Sadece derslerinizle ilgilenin. Ben ge
rekli tedbirleri alacağım.”
Hemen o gün müze ve okulun güvenliği artırıl
dı. Bundan böyle kapıda silah taşıyan üniformalı
askerler bekleyecekti.
281
Osman Hamdi gündelik yaşamın sıkıntıların
dan kurtulmak istediği zamanlar resim yapardı. O
akşam geç vakit eve geldiğinde Naile Hanım’ı ki
lerde meyve seçerken buldu. Ayaküstü akademi
de olanları anlattı ona. Naile Hanım duyduklarına
inanamamıştı. Yıllardır burada yaşadığı halde hâ
lâ bazı olayları anlamakta zorlanıyordu. Kim ne
isterdi ki sanat eğitimi veren bir okuldan.
“Neden?" diye sordu kocasına.
Osman Hamdi dilinin döndüğünce anlattı karı
sına ülkedeki değişime kimlerin karşı çıktığını.
Sonra çalışmaktan asla bıkmayacağı modelini
elinden tutup atölyesine çıkardı. Naile Hanım
dört çocuk doğurmasına ve kırk yaşını aşmasına
rağmen hâlâ çok güzeldi. Osman Hamdi karısına
her baktığında Viyana salonlarında dans eden o
on yedi yaşındaki kızı görüyordu karşısında.
“Nasıl durmamı istersin Hamdi?"
Ressamın aklında farklı bir poz vardı bu sefer.
Naile Hanım’dan arkasını dönmesini istedi. Sonra
da saçlarını toplamasını.
“Yüzünü hafifçe sağa doğru çevirir misin lüt
fen?”
İstediği olmuştu usta ressamın. Naile Hanım’ın
sırtı ve boynu görünüyordu. Yüzü ise hafif bir
profil vermişti. Hemen eline paletini ve fırçasını
alıp işe koyuldu. Birkaç dakika sonra Naile Hanım
pozunu hiç bozmadan,
“Duyunu Umumiye’deki işler nasıl gidiyor?”
diye sordu şikâyet eder gibi.
282
Osman Hamdi bunca işinin arasında Duyunu
Umumiye'de Osmanlı temsilcisi olarak çalışmaya
başlamıştı. Aslında bu görevi devlet büyüklerinin
ricası üzerine kerhen kabul etmişti. Ama Naile
Hanım yine de çok kızmıştı. Kocasının evine ve
çocuklarına daha fazla vakit ayırmasını istiyordu.
Osman Hamdi derin bir nefes aldıktan sonra,
“Kötü,” dedi. “Toplanan bütün vergiler borçla
ra gidiyor. Tütün, tuz, ipek, alkol, hatta damga ver
gileri hep Duyunu Umumiye’nin kontrolünde. Bu
iş için imparatorluğun dört bir köşesinde çalışan
ve maaşları devlet bütçesinden ödenen binlerce
kişilik kadro kurdular. Yine de borçlar bitmiyor.
Bu devletin sonu nereye varır hiç bilemiyorum.”
“Keşke sen karışmasaydın bu işlere Hamdi,”
diye fikrini açık açık söyledi Naile Hanım. Bu ara
da farkında olmadan başını iyice öne eğmişti. Os
man Hamdi karısının çenesine hafifçe dokunarak
yüzünü eski konumuna getirdi. Sonra da,
“Bizim ailede devlet görevi reddedilmez Na
ile,” dedi. “Babamdan böyle gördük. Gerçi Duyu
nu Umumiye’de alınan kararlara hiçbir tesirim
yok. Çünkü tüm temsilcilerin bir oy hakkı var. Ya
bancılar o kadar kalabalık ki istedikleri gibi at oy
natabiliyorlar. Oradan Osmanlı lehine bir karar
çıkması beklenemez. Padişah da farkında bu du
rumun. Ama kimse başka bir çare bulamıyor. So
kaktaki insanlar artık sömürge olduğumuzdan
bahsetmeye başladı. Bence de pek haksız sayıl
mazlar.”
283
Naile Hanım,
“Her şeyin bir çaresi bulunur,” diyerek kocası
na moral vermeye çalıştı.
Bu arada Osman Hamdi tabloyu bitirmişti.
“Nasıl olmuş?" diyerek gösterdi karısına.
Naile Hanım her zamanki gibi çok beğenmişti
kocasının çizgilerini. Atölyedeki dolabı açıp üze
rindeki kahverengi kıyafete uygun bir çerçeve
seçti. Sonra da yatak odasına astı hemen resmini.
Bir ressamla evli olmak böyle bir şeydi işte.
284
üzerine fikir teatisinde bulunuyordu. Tevfik Bey
siyasi gelişmeleri yakından takip ederdi. O yıllar
da dünyanın tüm aydınları gibi onların da kayıtsız
kalamadığı bir olay yaşanıyordu Fransa’da. Yüz
başı Alfred Dreyfus bir süre önce Alman ajanı ol
duğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Dreyfus’un aley
hindeki tek delil Paris’teki Alman Askeri Ataşe-
si’nin çöp kutusunda bulunan Fransız ordusuna
ait bazı bilgilerin yazılı olduğu kâğıt parçalarıydı.
Irkçı basın el yazısının Yahudi Dreyfus’unkine
benzediği dedikodusunu yaymakta gecikmemişti.
Tüm dünya yüzbaşının suçsuz olduğuna inansa
da o çoktan cezasını çekmek üzere Fransız Guya-
nası açıklarındaki Şeytan Adası’na gönderilmişti.
Adaya yollanmadan önce Dreyfus’un apoletleri
kalabalık bir izleyici kitlesi önünde sökülmüş,
halk bu aşağılama töreni sırasında “Yahudilere
ölüm!” sloganları atmıştı. Dreyfus yıllardan beri
cezasını çekmek üzere gittiği Şeytan Adasın’day-
dı ama Fransız aydınları onu unutmamışlardı.
Çatışmanın kızıştığı o günlerde L ’A urore gaze
tesi birinci sayfasını Emile Zola’nm “Suçluyorum"
başlıklı makalesine ayırdı. Zola usta işi yazısında
cumhurbaşkanını ve askeri yargıçları tarafsız ol
mamakla itham etmişti. Artık insanlar Dreyfusçu-
lar ve karşıtları olarak ikiye ayrılmıştı. Makalenin
yayınlandığı L ’A u ro re 'mn o saytsı Dreyfusçu ol
mayanlar tarafından toplatılıp Paris sokaklarında
yakıldı. Yargılanan Zola da İngiltere'de yaşamak
zorunda kalmıştı. Osman Haindi Fransa'daki
285
dostları sayesinde gazetenin o nüshasından te
min etmeyi başardı. Zola “Ateşli karşı çıkışım ru
humun çığlığından başka bir şey değildir” dediği
makalesiyle dünyanın dört bir köşesindeki aydın
ların sesi olmuştu. Osman Hamdi kuzeni Tevfik
Bey’i her gördüğünde gülümseyerek,
“Dreyfus’tan ne haberler var” diye soruyordu.
Davayı yakından takip eden Tevfik Bey’se he
men anlatmaya başlıyordu:
“Dreyfus yeniden yargılanıyor. Zola’nm maka
lesi etkili oldu. Galiba bu sefer iyi haberler gele
cek Fransa’dan.”
Osman Hamdi, Dreyfus’un özgürlüğüne kavuş
tuğu eylül ayındaki mahkeme sırasında kuzeninin
bir portresini yaptı. Tabloda Tevfik Bey büyük
bir ciddiyetle gazete okurken görünüyordu. Oku
duğu gazete L ’A urore idi. Manşette ise “Kahra
man Dreyfus” yazılıydı. Osman Hamdi tablosunu,
“Sevgili Dreyfusçü kuzene keza Dreyfusçü O.
Hamdi’den,” yazarak imzaladı.
286
dersleri veren Vahid Bey’le evlenmiş olan diğer
kızı Leyla girdi içeri.
Osman Hamdi uzun zamandır ilk defa annesi,
eşi, kardeşi, oğlu, kızları, damatları ve torunlarıy
la beraber olmanın tadını çıkartıyordu. Yemekten
sonra kızlar piyanonun başına geçti. Sonra sıra
kemana geldi. Osman Hamdi neşe içinde kızlarını
alkışladı. Onlarla her zaman gurur duymuştu.
Tüm kızlarına bir müzik aleti çalmayı ve Fransızca
konuşmayı öğretmişti. Ama daha iyisi olabilir
miydi diye düşünmeden de edemiyordu. Ne kadar
da çok isterdi onların da Sanayi-i Nefise’de oku
malarını. Edhem mimarlık eğitimine başlamıştı bi
le babasının müdür olduğu okulda. Ama ne yazık
ki OsmanlI’da kızların yüksekokullara gitmesi
mümkün değildi hâlâ. Paris’te öğrenciyken Sor-
bonne’un koca bir sınıfını doldurmuş kız öğrenci
lerin nasıl büyük bir dikkatle fizik dersi dinlediği
ni kendi gözleriyle görmüş ve hayrete düşmüştü.
Beaux Arts da birkaç seneden beri kız öğrencileri
kabul ediyordu. Kendi ülkesinde ne zaman ger
çekleşecekti tüm bunlar, doğrusu bilemiyordu.
O gece eğlence geç saatlere kadar sürdü. Os
man Hamdi fotoğraf çekme işini kimseye bırakma
dı. Flaş ampulü sık sık patladı. Hicri takvime göre
1317 senesi içindeydiler. Şehrin çok büyük bir kıs
mı saatler öncesinden uykuya dalmıştı. Ama dün
yadaki birçok insan gibi Hamdi Bey ailesi de yeni
bir yüzyıla giriyordu. 1900 senesinin ilk saatleri
Kuruçeşme’deki yalıda neşe içinde kutlandı.
287
K uruçeşm e'de atölyesinde Silah Taciri
tablosu üzerinde çalışırken.
Yeni bir çağ başlamıştı. Ama geleceğe umutla
bakabilmek için hiçbir neden yoktu. Avrupa’da
uzun zaman önce benimsenmiş ilerleme düşün
cesi, OsmanlI’da ters istikamette işliyordu sanki.
Abdülhamid tam yirmi dört yıldır iktidardaydı ve
baskıcı zihniyet bulaşıcı bir virüs gibi günbegün
her yere yayılmaktaydı. Osman Hamdi memleke
tin gidişatını eskiden de beğenmezdi gerçi ama,
şimdi iş bambaşka bir hal almıştı. Abdülaziz dev
rinde hiç olmazsa özgürlüğün ne anlama geldiği
üzerine yazılar çıkardı gazetelerde. Ülkenin eko
nomik durumu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırı
lır, alman borçlar ve ödenen faizler için yönetici
ler acımazsıca eleştirilirdi. Peki ya şimdi? İstan
bul basını uygulanan politikalar hakkında olum
suz tek bir satır yazamıyordu. Hürriyet kelimesi
hafızalardan silinmişti sanki. Yabancı gazetelerin
ülkeye girmesine izin verilmiyordu. Hugo’nun Se-
291
filler'l, Zola’nın G erm in a l' i, Milton’un K ayb ed ilm iş
C en n et 'i zararlı neşriyat kapsamına alınmış ve ya
saklanmıştı. Tiyatrolar siyasi içeriği olmayan, do
layısıyla da suya sabuna dokunmayan oyunlarla
perde açabiliyordu. Ülkenin aydınları ya sürgün
deydi ya da hapiste. Herkes sus pus olmuştu. Ça
resiz boyun eğmişti.
Osman Hamdi gençliğinden beri saltanat ve
parlamentonun bir arada yaşayabileceğine gönül
den inanmıştı. Fikirlerini babasının karşısında bi
le nasıl da heyecanla savunduğunu daha dün gibi
hatırlıyordu. İmparatorluğu yeni yüzyıla Midhat
Paşa’nm taşıyacağını düşlemişti hep. Aslında Taif
zindanlarında son nefesini veren sadece paşa de
ğildi; aynı zamanda koca bir kuşağın ütopyalarıy
dı boğdurulan. İmparatorluk hızla kendisini bekle
yen ölümcül kaderine doğru sürükleniyordu şim
di. Ama Osman Hamdi hayal kırıklıklarını bir tara
fa bırakmak gerektiğine inanmıştı. Yitip giden
umutlar için üzülmenin sırası değildi. Dört elle işi
ne sarılmalıydı. Yapması gereken sadece buydu...
292
taşmıştı. Osman Hamdı de serginin ziyaretçileri
arasındaydı. Arkadaşı Ahmed’in paşa olarak im
zaladığı son dönem tablolarını beğeniyle inceledi.
Birbirlerini gördüklerindeyse iki eski dost olarak
kucaklaştılar. Paris Sergisi’nde padişahları Abdü-
laziz’in karşısında dizleri titreyen o genç çocuklar
değillerdi artık.
Osman Hamdi bir eli arkadaşının omzunda
tablolara bakarken,
“Tebrik ederim Ahmed,” dedi. “Otoportrelerin
çok başarılı. Doğa resimlerini zaten hep beğenmi-
şimdir."
“Teşekkürler Hamdi. Senden bunları duymak
çok güzel.”
“Kişisel sergi fikrini de kıskanmadım dersem
yalan olur!”
Şeker Ahmed Paşa güldü.
“Akademide öğrencilerin açtıkları sergiler de
çok başarılıydı," dedi.
“Biliyorsun, çocuklar bütün bir yıl boyunca
sergilenmeye layık bir tablo yapabilmek için çalı
şıyorlar. Sonra Avrupa konkuru var. Hepsinin ha
yali bir gün Paris’e gitmek. Değerlendirmekte o
kadar zorlanıyoruz ki. Senden jüri başkanı olmanı
istesem, ne dersin?”
Şeker Ahmed Paşa hiç düşünmeden,
“Seve seve,” dedi eski dostuna. Aslında bunca
yıldır akademiden uzak tutulduğu için biraz bo
zuktu müdür beye. Ama yine de evet dedi. Osman
Hamdi de sevinmişti bu cevaba. Sanayi-i Nefi-
293
se’ye yapılacak her katkı onu mutlu ederdi. Ama
okuldaki sorunlar hiç bitmiyordu. Birkaç hafta
sonra her zamanki gibi masasındaki evraka gö
mülmüşken kapısı çalındı. Akademi öğrencileri
ellerinde kâğıtlar odaya akın ettiler. Hep bir ağız
dan konuşmaya başlamışlardı. Osman Hamdi ne
ler olduğunu anlayamadı. Eliyle masaya vurur
ken,
“Susun bakalım!” diye bağırdı. “Sadece biriniz
konuşsun."
Öğrenciler birbirlerini dürtükleyip kısa sürede
sessizliği sağladılar. Son sınıf öğrencilerinden bi
ri fesini eline aldı ve birkaç adım öne çıktı:
“Hepimizi askere çağırıyorlar efendim. Tecil
dilekçelerimiz geri çevrilmiş. Sanayi-i Nefise’yi
hâlâ bir yüksekokul olarak kabul etmiyorlar.”
Osman Hamdi yerinden kalktığı gibi kendisiy
le konuşan öğrencinin elindeki kâğıdı aldı ve yazı
lanları hızlıca okudu. Gerçekten de çocuklara
celp gönderilmişti.
Otoriter bir sesle,
“Ben bu meseleyi halledeceğim," diye bağırdı.
“Siz derslerinize odaklanın. Askerlik meselesini
kafanıza takmayın. Herkes elindeki kâğıdı masa
mın üstüne bıraksın. Sonra doğru sınıflarınıza. "
Biraz önce öfkeyle müdürlerinin odasına da
lan öğrencilerin yüzü gülmeye başlamıştı. Teşek
kür ederiz efendim, diye mırıldandılar. Öğrenci
ler odasından çıkar çıkmaz celp kâğıtlarını katla
yıp cebine koydu. Sonra da hemen BabIâli’nin yo-
294
lunu tuttu. Söylene söylene yürüyordu sokaklar
da. Öfkeliydi. Onu görenler, önemli biri olduğunu
anladıkları bu adama hemen yol veriyorlardı.
Kimse bir devlet memuruyla çarpışmak istemez
di. Osman Hamdi Maarif Nezareti’ne girdikten
sonra palas pandıras başkâtibin odasına daldı ve
selam bile vermeden,
“Sanayi-i Nefise bir yüksekokuldur." diye ko
nuşmaya başladı. “Bu nedenle tüm öğrencilerinin
askerlik hizmetinden muaf tutulması gerekir. Öğ
rencilerim ancak seferberlik halinde askere alına
bilir. Bildiğim kadarıyla şu anda savaşta değiliz.
Nazır Hazretlerine söylediklerimi lütfen iletin.”
Osman Hamdi cebindeki kâğıtları başkâtibe ia
de ettikten sonra nezaretten ayrıldı. Kimseye ce
vap verme fırsatı bile tanımamıştı.
Bir hafta geçmeden Sanayi-i Nefise öğrencileri
nin tecil belgeleri okula ulaştı. Öğrenciler derin
bir nefes almışlardı ama Osman Hamdi’ye rahat
yüzü yoktu. Didim çevresinde arkeolojik kazılar
yapan Almanlar önemli buluntulara ulaşmışlardı.
Kazı ekibindeki müze görevlisinin çabalarıyla ta
rihi eserler güvenli bir yere kaldırılmıştı. Ama
sonrasında günler hatta haftalar geçmiş, eserle
rin müzeye nakli için gerekli bütçe nazırlıktan bir
türlü çıkmamıştı. Bu gecikme nedeniyle Osman
Hamdi’nin kanı beynine sıçradı. Böyle saçmalık
olur mu yahu, deyip hemen kaleme sarıldı ve Na
zır Hazretlerine sert bir eleştiri mektubu yazdı:
295
B ir ü lk e n in g elişm işliğ i m ü z e le r iy le ölçülür.
S iz A v r u p a ’y ı d olaşm ış, o ra d a k i m ü z e le rin bü
y ü k lü ğ ü n ü v e m ü k e m m e lliğ in i y a k ın d a n gör
m ü ş biri o la ra k bunu z a te n biliyo rsu n u z. A m a
h e p s iz d e n b e k le d ik le r im iz in a k s in e ta v ır alı
y o rsu n u z. G elişm iş ü lk e le r k a z ıla r v e m ü z e le r i
için on b in lerce lira harcıyor. A lm a n la rın Di-
d im 'de b uldukları e se rle r y ü rü rlü k te k i k a n u n la r
gereği oraya bırakılm ıştır. A m a b iz bu eserlerin
m ü z e y e n a k liy e s i için g e re k li olan y ü z lirayı bir
türlü s a ğ la y a m a d ık ...
296
bir vapur kiralandı. Ardından da Vallaury’den
müze için yapılacak ek binanın planlarını çizmesi
istendi. Daha kimsenin haberi yoktu ama Osman
Hamdi kendi dünyasında yeni bir imar hareketi
başlatmıştı.
Bu arada ne yapıp edip resim çalışmalarına
zaman ayırıyordu. Olgunluk çağmdaydı artık. Na
ile Hanım her zamanki gibi kocası için poz verme
yi sürdürüyordu. Resimlerinde en çok kullandığı
erkek modelse kendisiydi. Kendini Doğu’ya özgü
kostümler içinde betimliyordu hep. Aslında Türk
resminde figürlü kompozisyonlar, ilk defa Osman
Hamdi’nin fırçasıyla hayat buluyordu. Onun res
minde insan ana temaydı. Oysa Osmanlı ressam
ları insan figürüne hoş bakmayan genel kabuller
nedeniyle daha çok manzara ve natürmorta yö
nelmişlerdi. Ama Osman Hamdi sanat anlayışı Av
rupa’da şekillenmiş bir ressam olarak, toplumsal
tabuların yaratıcılığını sınırlamasına izin vermi
yordu. Öte yandan ülkesindeki kadınların sosyal
hayattan soyutlanması karşısında bir tavır alın
ması gerektiğine inanmıştı. Osmanlı kadınına re
va görünen bir çeşit hapislikti. Kendi kızları nispi
bir özgürlük ortamı tatmıştı baba evinde. Hiçbiri
çarşafa girmemişti örneğin. Peki ama kızları ka
dar şanslı olmayan milyonlarca kadın ne olacak
tı? İçinde bir şeyleri değiştirme arzusu taşıyan
her sanatçı gibi Osman Hamdi de zaman zaman
isyanını eserlerine yansıtıyordu. Yıllar önce yap
tığı “Gezintideki Kadınlar" isimli tablosunda do-
297
kuz kadını dış mekânda betimleyip bir ilke imza
atmıştı. Resimdeki kadınlar birbirinden farklı
renklerdeki göz alıcı feraceleriyle sokakta özgür
olmanın tadını çıkartıyorlardı. Yine aynı dönem
de yaptığı “Rahle Önünde Kız” tablosundaysa
genç bir kızı kısmen başı açık halde Kuran okur
ken çizmişti. Ama resme dikkatlice bakınca rahle
üzerinde açık vaziyette duran ve sağ sayfasındaki
ilk kelimeleri okunan kitabın Kuran olmadığı anla
şılıyordu.
1901 yılında yeni bir tabloya başladı. Model
olarak evlerinde çalışan Ermeni çamaşırcının
genç kızım kullanıyordu. Bu sefer aklında daha da
kışkırtıcı bir fikir vardı. Genç kız poz vermeye
başladığı ilk gün biraz tedirgin olmuştu doğrusu.
Çünkü Osman Hamdi, ondan mihrabın önüne
koyduğu büyükçe bir rahlenin üzerine oturması
nı istemişti. Ermeni kız çekine çekine yaptı deni-
leni. Ama huzursuzluğu yüzünden okunuyordu.
Osman Hamdi modelini yerine yerleştirdikten
sonra birkaç adım geri gidip yarattığı kompozis
yona dikkatlice baktı. Eksik bir şeyler vardı sanki.
Hemen alt kata inip kütüphaneden bir dolu kitap
getirdi. Ardından onları kızın şaşkın bakışları al
tında yere serpiştirdi. Genç kız ayaklarının altına
bırakılan dini içerikteki kitapları görünce iyice kı
pırdanmaya başladı.
Osman Hamdi,
“Rahat mısın?” diye takıldı modeline.
Kızcağız.
298
“Efendim, rahlenin üzerine oturmam uygun
olur mu sizce?” diye sordu çekinerek. “Mihraba
da sırtımı döndüm. Hem o yere koyduklarınız Ku
ran mı?”
Osman Hamdi yaktığı buhurdanı kitapların ya
nına koyarken güldü ve,
“Korkma,” dedi. “Eğer bu yaptığımızda bir gü
nah varsa hepsi benim boynumadır.”
Osman Hamdi yeni tablosunun görücüye çık
tıktan sonra şimşekleri üzerine çekeceğini bili
yordu. Ama bir an bile tereddüt etmedi. Muhafa
zakâr çevrelerin baskılarına boyun eğmek niye
tinde değildi. Kadınların sosyal rollerinde dev
rimsel değişmeler olmadan ülkesindeki Batılılaş
ma çabalarının hüsranla sonuçlanacağına inanı
yordu. Osmanlı köküyle Batılı kafası arasında din
mek bilmeyen çatışmadan doğan ikilemi “Mih
rap” isimli tablosunda dillendirip, rahatlamıştı.
Tablo sergilendikten sonra tepkiler oldukça
sert oldu. Mihrap, dini çevrelerce hakaret kabul
edildi. Ama Osman Hamdi doğru bildiğini yapıp
sonrasında kulaklarını tıkamayı çoktan öğrenmiş
ti. Bu yüzden eleştirilere aldırmadı. Sanat çevre
leri çoğunlukla bir oryantalist olarak görüyordu
onu. Doğulu bir oryantalist! Aslında oldukça tu
haf bir durumdu bu. Bir tezattı. Çizgilerinin or
yantalistlere benzediğini inkâr etmiyordu. Sana
tında ustası Gerome’ün etkisi büyüktü ne de olsa.
Ama onun resimleri, oryantalistlerde neredeyse
hiç görülmeyen simgesel anlatımlarla doluydu.
299
Bir meselesi vardı çünkü. Hem hiçbir oryantalis
tin yapmadığını yapıyordu. Yeri geldiğinde bir
ressam olarak da halkına modernliğin yolunu
göstermek için çalışıyordu. Kişiliğinin oluşmasın
da Batı medeniyetinin etkisi büyüktü. Ama kendi
sini bir Osmanlı olarak görmekten de asla vazgeç
memişti. Aslında o, iki farklı kökten beslenmiş bir
dünya vatandaşıydı...
300
maktan başka ne gelirdi ki insanın elinden? Fatma
Hanım uzun süren bir rahatsızlığın ardından yaşa
ma gözlerini yumdu. Osman Hamdi annesinin ölü
münü metanetle karşıladı. Ertesi gün Fatma Ha-
nım’ın naaşı Edhem Paşa'nın yanına defnedildi.
Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi’nin haziresinde
babası, annesi ve iki kardeşi yatıyordu artık.
Birkaç ay sonra kızı Leyla doğum yaptı. Os
man Hamdi torununa Nimet ismini verdi. Aile ya
şadığı her ölüm acısından sonra aralarına katılan
yeni bir üyeyle teselli buluyordu. Bu arada plan
larını Vallaury’nin çizdiği yeni müze binası da
açılmıştı. Vallaury o kadar usta bir iş çıkarmıştı
ki, müze binasını daha önce görmeyen biri yeni
bölümün nereden başladığını tahmin bile ede
mezdi. Ana binanın yükü yeni bölüme dağıtılınca
tarihi eserler balık istifi gibi dizilmekten kurtul
muş oldu. Osman Hamdi tören günü konuklarını
kardeşi Halil’le birlikte kapıda karşıladı. Maarif
Nazırı Haşim Paşa İmparatorluk Müzesi’ni yöne
ten kardeşleri ilk tebrik edenlerden biri oldu. Ha
şim Paşa’nın nutku sık sık, “Padişahım çok yaşa,”
nidalarıyla kesildi. Paşa her cümlesinde Abdülha-
mid’e övgüler düzmeye gayret ediyordu.
O sırada Halil ağabeyinin kulağına doğru eğilip,
“Haşim Paşa’nın geçen gün söylediği sözü
duydun mu?” diye sordu.
Osman Hamdi kafasını sallayıp,
“Evet,” dedi. “Şu mektepler olmasaydı maarifi
ne güzel idare ederdim!”
301
“Tarihe geçecek bir söz işte.”
İki kardeş gülmemek için kendilerini zor tuttu.
Bu arada kürsüye din adamları çıkmış, amin ses
leri eşliğinde dualar okunmaya başlanmıştı. Son
ra sözü Osman Hamdi aldı. Padişah Hazretlerine
teşekkür ettikten sonra konuyu bambaşka bir
noktaya getirdi:
302
ler de duvarlara asılan rafların üzerlerine yerleş
tirilmişti. Üst kata çıkan merdivenlerde ziyaretçi
leri karşılayan Medusa başmıysa herkes müzede
ki tarihi eserlerden biri zannetmişti. Hâlbuki saç
larından yılanlar çıkan kadın heykeli, mimar Val-
laury’nin küçük bir sürpriziydi. Binaya kalorifer
petekleri bile konulmuştu. 0 günlerde bu yeni
ısıtma sistemini kullanan binaların sayısı o kadar
azdı ki, ziyaretçiler ilk defa gördükleri peteklerin
yanına gidip onlara dokunuyor ve ne işe yaradık
larını anlamaya çalışıyorlardı. Yeni binanın giriş
katında müdür bey için de büyük bir oda ayrıl
mıştı. Osman Hamdi böylece nicedir hayalini kur
duğu makam odasına kavuşmuş oldu. Gazeteciler
açılış günü şerefine bol bol fotoğraf çekti. Müdür
bey neşe içinde pozlar verdi. O kadar büyük
adımlar atıyordu ki, dost düşman herkes onun
başarılarını takdir ediyordu. Birkaç hafta sonra
Prusya Kralı Wilhelm, Konstantinopolis İmpara
torluk Müzesi müdürünü birinci sınıf pırlantalı
kraliyet krönen nişanıyla ödüllendirdi.
303
can katan kutsal su anlamına gelen “Abı Hayat
Çeşmesi" ismiyle anılmaya başlandı. Osman Ham-
di altmış iki yaşına bastığı o günlerde bir bilge gi
bi ölümsüzlüğün sırrını arıyordu sanki. Artık
ölüm yaşam ikilemi ve bu dünyada bırakılan izin
ne olacağı sorusu gibi varoluşsal temalara yönel
mişti. “Abı Hayat Çeşmesi" özenle paketlenip
Fransa’ya gitmek üzere Galata Rıhtımı’nda bekle
yen bir yük gemisinin kargo bölümüne emanet
edildi. Paris sergi salonlarında Osman Hamdi tab
lolarını merakla bekleyen ziyaretçiler oluşmaya
başlamıştı. Sanat çevrelerinde Avusturya impara
torunun bile sarayına Osman Hamdi astığı konu
şuluyordu.
O yıllarda imparatorluktaki tüm önemli açılış
lar 1 Eylül günü yapılıyordu. Çünkü eylülün ilk gü
nünde Abdülhamid’in tahta çıkış yıldönümünü
kutlanıyordu. O gün, padişahın tüm cömertliği
üstünde olurdu. Kutsal şehirleri imparatorluğun
başkentine bağlayacak olan Hicaz demiryolunun
temel atma töreni de o gün yapılmıştı. Osman
Hamdi de fırsattan istifade edip 1904 yılının 1 Ey-
lülü’nde müzeye ikinci bir ek bina yapımı için ça
lışmaları başlattı. Bahçede toplanan kalabalığa kı
sa bir konuşma yaptıktan sonra işçilerden birinin
elindeki kazmayı alıp toprağa ilk darbeyi kendisi
vurdu. Müdür beyi toprağı eşelerken gören yar
dımcıları gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. Kısa
bir süre sonra diğer işçiler de ona yardıma geldi.
O sahneye tanıklık edenler, üstleri başları toz ol-
304
muş ve ellerindeki kazmaları durup dinlenmeden
toprağa saplayan adamlardan hangisinin Paris’te
öğrenim gören ve hayatını ülkesinin kültür ala
nındaki gelişimine adayan bir aydın olduğunu an
lamakta zorlanmışlardı.
Müze bu sefer de Sanayi-i Nefise binasının bu
lunduğu tarafa doğru boy atacaktı. Osman Hamdi
için inşaatın ne zaman tamamlanacağı hiç önemli
değildi. Bunca yıldır edindiği tecrübeye göre işe
başlamak en önemli adımdı. Sonrası kendiliğin
den geliyordu. Yeni binanın yapımında, Sanayi-i
Nefise mezunu genç bir mimar olan oğlu Edhem’i
görevlendirmişti. Edhem’e hocası Vallaury des
tek olacaktı.
Vallaury, Haydarpaşa’da yaptığı son eseri
Mektebi Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane binasını he
nüz tamamlamıştı. Yeni tıbbiye binasının karşı kı
yıda yapılması emriniyse bizzat padişah vermişti.
Abdülhamid mutlak monarşiye karşı olan fikir
akımlarının kolayca yayıldığı bir kurum olarak gö
rüyordu bu okulu. Onun için uzaklaştırmıştı İs
tanbul’un merkezinden. Osman Hamdi yeni bina
yı o kadar çok sevmişti ki, sık sık Gülhane Koru-
su’nun ucuna kadar yürüyüp karşı kıyıdaki muh
teşem esere bakıyordu. Modern anlayışla gele
neksel Doğu mimarisinin ustaca kaynaştığı bina
nın minareye benzeyen saat kuleleri vardı. İstan
bul yeni bir yüz daha kazanmıştı sanki. Edhem çı
raklığını böylesine usta bir mimarın yanında geçi
receği için gerçekten de çok şanslıydı.
305
Bu arada akademi öğrencilerinin resimleri
okulun sergi salonunda görücüye çıktı. Osman
Hamdi genç ressamların tablolarını Şeker Ahmed
Paşa ile birlikte değerlendirirken Fransa’dan ge
len bir iyi, bir de kötü haber aldı. Kötü olanı çok
sevdiği hocası Jean Leon Gerome’ün hayatını
kaybetmesiydi. Kendisine resim sanatının incelik
lerini öğreten usta oryantalist, tartışmalarla ge
çen koca bir ömrü tüketmişti işte. Ama birbirin
den erotik Osmanlı haremi tabloları ve özellikle
de “Halı Tüccarı” isimli başyapıtı sayesinde bir
nevi ölümsüzlük kazanmıştı. Osman Hamdi hoca
sını minnetle anarken,
“Bir ressam ölür. Tabloları yaşar. Tek avuntu
su budur,” sözü döküldü dudaklarından.
Aldığı iyi haberse Fransız hükümeti tarafından
Legion d’honneur nişanına layık görülmesiydi...
Yeni yüzyılda gelişen teknolojiyle beraber in
sanların seyahat alışkanlıkları da değişiyordu.
Beş on sene öncesine kadar batıdan doğuya ge
lenler, maceraperest gezginler olarak tanımlanı
yorlardı. Gemilerin ve trenlerin günden güne hız
lanması başka ülkelere seyahat edenlerin sayısı
nın hızla artmasına neden olmuştu. Üstelik yolcu
lar lüks kamaralar ve kompartımanlar sayesinde
alıştıkları konfordan mahrum olmadan seyahat
edebiliyorlardı. Artık dünyayı gezenler sadece
maceraperestler değildi. Hali vakit yerinde olan
sıradan AvrupalIlar da yollara koyulmuştu. Os
manlI toprakları da bu yeni gezginlerden nasibini
306
alıyordu. Antik Efes şehrinin kalıntılarının bulun
duğu Selçuk bölgesi, kadim Yunan meraklılarını
kendisine çeken bir merkeze dönüşmüştü. Turist
ler İzmir’e kadar gemilerle geliyor, oradan da
trenle çabucak Efes’e ulaşıyorlardı.
Osmanlı yetkilileri vakit kaybetmeden Efes zi
yaretlerini organize etmeye başladılar. Oysa bir
kaç yıl öncesine kadar bu yıkık harabeleri görmek
için insanların dünyanın bir ucundan kalkıp bura
lara kadar geleceğini kimse düşünemezdi. Osman
Hamdi bu konuda da ülkesinin Avrupa’nın çok ge
risinde kaldığının farkında olan az sayıdaki kişi
den biriydi. Napoli yakınlarındaki efsanevi Pom
peii kentini düşündü. Goethe, Stendhal, Dickens
ve Mark Twain gibi farklı farklı ülkelerden aydın
lar Pompeii ziyaret etmiş, kaleme aldıkları yazılar
sayesinde de şehrin ününe ün katmışlardı. Ama
çok geç değildi. Gerekli çalışmalar yapılırsa ileri
de Efes de dünyaca meşhur bir açık hava müzesi
ne dönüşebilirdi.
O günlerde Sanayi-i Nefise öğrencilerinin çı
kardığı küçük çaplı bir isyanla da uğraşmak zo
runda kaldı. Akademide öğrencilerin karşısına
model olarak, müzedeki antik heykellerinin alçı
kopyaları konulurdu. Eğer heykel anadan doğma
çıplaksa beline bir peştamal bağlandığı bile olu
yordu. Bazen de öğrenci ve öğretmenler arala
rında üç beş kuruş para toplayıp Yeni Cami’nin
önünde iş bekleyen hamallardan birini kiralıyor
lardı. Bütün gün kilolarca yükü taşımayı göze al-
307
mış zavallı adamlar, akademinin sıcak salonların
da saatlerce oturup poz verme teklifini hemen
kabul ediyorlardı. Ama bu durum da öğrencilerin
canına tak etmişti. Çünkü Paris’e gitmeyi başa
ran arkadaşlarından gelen mektuplarda, “Burada
dört bir yanımız bize poz veren çıplak venüsler-
le çevrili. Siz posbıyıklı hamallara bakmaya de
vam edin,” gibi takılmalar vardı. Paris’ten gelen
mektuplar akademinin koridorlarında elden ele
dolaşırken homurdanmalar iyice artmıştı. Yurt-
dışına gidecek kadar şanslı olmayan resim ve
heykel öğrencileri hemen kafa kafaya verip tar
tışmaya başladılar. Hepsinin aklından kendileri
ne poz verecek bir kadın model bulma düşünce
si geçiyordu. Bir yandan da müdürlerinden çeki
niyorlardı. Ama gençlik ateşi galip geldi. Öğren
ciler ertesi sabah şehrin Çingene mahallesinde
buluşmak için sözleştiler. Orada bir model bu
lup, onu gizlice atölyeye sokmayı planlıyorlardı.
Ve tüm bunlar Osman Hamdi Bey’e çaktırmadan
yapılacaktı.
Ertesi sabah plan kusursuzca işlemeye başla
dı. Gençler o fakir mahallede para karşılığı resim
çizen öğrencilerin karşısında oturmayı kabul
eden bir kız bulmakta hiç zorlanmadılar. Kızı
avuçlarının içi gibi bildikleri Sanayi-i Nefise bina
sına gizlice sokmayı da başardılar. Tüm öğrenci
ler sevinç içerisindeydi. Heyecanla kara kalemle
rini ellerine aldılar. Model masasına oturmuş
olan genç kızsa mahcup bir şekilde gülümsüyor-
308
du. Üzerindeki kazağı çıkarmaya güçlükle ikna
edilmişti.
Aradan sadece bir saat geçmişti ki Osman
Hamdi hışımla sınıftan içeri girdi. Gençler, müdür
beyin model kızdan nasıl haberdar olduğunu bir
türlü anlayamamışlardı. Suçun ortaklaşa üstlenil
mesinin verdiği rahatlıkla birbirlerine bakmaya
başladılar. Kimseden bir ses çıkmıyordu. Sonra
kafalar öne eğildi.
Osman Hamdi genç kıza giyinip evine gitmesi
ni söyledi. Kız kapıdan çıkar çıkmaz da,
“Siz deli misiniz yahu!” diye bağırdı öğrencile
rine. “Nerede sanıyorsunuz kendinizi, başımıza iş
açacaksınız. Bu yaptığınız duyulursa kim bilir ne
ler olur. Düşünsenize gazetelerin bunu haber
yaptığını. Muhafazakâr çevreler başımıza üşüşür.
Akademiyi kapatmak zorunda bile kalabiliriz. Siz
hatırlamazsınız önceki yıllarda başımıza gelenle
ri. Mollalar bastı burayı. Her şeyi kırıp döktüler.
Tabloları yırttılar. Bana sormadan bir kadını bu
raya nasıl getirirsiniz?”
Müdür beye cevap veren olmadı. Gençler yap
tıkları işin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini hiç
düşünmemişlerdi. Sadece biraz eğlenmek iste
mişlerdi. Oysa şimdi okkalı bir ceza almaktan
korkuyorlardı.
Osman Hamdi daha sakin bir sesle,
“İyisi mi siz çok çalışıp Avrupa’ya gitmeye ba
kın,” diye tekrar konuşmaya başladı. “Orada bol
bol kadın model görürsünüz. Hem de çıplak ola-
309
rak geçerler karşınıza. Bu olayı da hiç olmamış
kabul ediyorum. Ama bundan sonra ayağınızı
denk alın.”
Gençler rahatlamışlardı. Müdürleri onlara bir
ceza vermeyecekti. Aslında Osman Hamdi Bey’in
elinde olsa, kadın modellerin akademide çalış
masına izin vereceğini hepsi biliyordu. Aynı şe
kilde Osman Hamdi de öğrencilerine hak veriyor
du. Resim eğitiminde canlı modelin ne kadar
önemli olduğunu Paris’teki öğrencilik yıllarında
yakından görmüştü. Canlı model dünyadaki tüm
akademilerde öğrencilerin başları sıkıştığı anlar
da bakabilecekleri bir ansiklopedi olarak kabul
edilirdi. Model ne kadar kıpırdamadan durursa
dursun kendi içinde bir devinim taşıyordu. Res
me ve heykele de yansıyan bir devinimdi bu. Os
man Hamdi, Leonarda da Vinci’nin, “Ancak çıp
lak insan vücudunu anlayan, onu karakteristik
özelikleriyle kavrayan, oranlarını doğru saptaya-
bilen ressam, evrenselliğe ulaşabilir” sözünü bir
çok defa duymuştu. Ama Sanayi-i Nefise’de giyi
nik modellerin poz vermesi sorunu aşılamamıştı
daha. Müslüman bir ülkede çıplak bedenin tabu
olduğu aşikârdı. Erkek öğrencilerin karşısında
çıplak bir kadının durması birçok tartışmayı da
beraberinde getirirdi. Kız öğrencilerin akademi
ye girmeleri ve çıplak erkek modellerle çalışma
ları ise henüz kimsenin hayalinde bile canlandı
rm ayacağı bir durumdu. Osman Hamdi çıplaklı
ğı okulundan uzak tutmak zorundaydı. Ama giyi-
310
nik modellere kapıyı daha fazla açması gerektiği
ni anladı.
O yaz Eskihisar’da bol bol portre çizdi. Model
olarak çevresinde gördüğü ilginç yüz hatlarına
sahip insanları kullanıyordu. Köyün balıkçısı İs
mail Ağa da kurtulamadı Osman Hamdi’nin elin
den. Haftada birkaç kez balık aldığı yaşlı adama.
“Bana poz verir misin?” diye sormuştu bir gün.
İsmail Ağa, İstanbullu beyin kendisinden ne is
tendiğini anlayamadı ilk başta.
“Nasıl bir iştir o?” diye sordu.
“Yarın bize gelip birkaç saat bahçede otura
caksın. Ben de sana bakıp resmini çizeceğim."
“Niye ki o Beyim? Ne yapacaksın benim resmi
mi?"
Osman Hamdi güldü.
“Senin işin nasıl balık tutmaksa, benim işim de
insanları çizmektir.” dedi.
Ertesi sabah İsmail Ağa balığa çıkmayıp söyle
nildiği yere geldi. Kırmızı fesinin üzerine mavi bir
tülbent sarmıştı. Ak sakallarıyla masallardan çık
ma bir dedeye benziyordu. Tam da Osman Ham
di’nin aradığı Doğulu ihtiyar imgesiydi. İsmail
Ağa hiç susmadan geçmişten bahsederken Os
man Hamdi de adamın karşısına oturmuş çalışı
yordu. Yaşlı balıkçı Naile Hanım’m pişirdiği kura
biyelerden tadıp limonatasını içti. Bu arada res
samın defteri eskizlerle dolup taştı...
***
311
İstanbul’a döndükten sonra uyku sorunu çek
meye başlamıştı. Geceleri bir sağa bir sola dönü
yor, saatler geçiyor ama bir türlü dalıp gidemi
yordu. Sabaha karşı gözleri kapansa bile kısa sü
re sonra sıçrayarak uyanıyordu. Rüyasında Bağ
dat çöllerinde Midhat Paşa ile at koşturduğunu
görüyordu. Hayriye ile sokakta yürüyordu bazen.
Gerçi kızını yürürken hiç görmemişti. Nerede ol
duklarını da anlayamıyordu. Ne İstanbul’a benzi
yordu etraf, ne Viyana’ya, ne de Paris’e. Bazen de
hazırlık okulundan hocası Berbert çıkıyordu kar
şısına. Berbert, İbrahim Edhem Paşa’nın yanına
gelmiş, oğlunuz sizin gibi çalışkan değil maalesef,
diye şikâyette bulunuyordu. İşte o anda kan ter
içinde uyanıyordu Osman Hamdi.
Naile Hanım kocası için uyku verici çaylar ha
zırlıyor. lavanta kolonyası damlattığı mendillerle
alındaki terleri siliyordu. Ama ne yaparsa yapsın
hiçbiri kocasının sıkıntısına deva olmuyordu. Os
man Hamdi çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının
salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu
akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp
bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Bir gece,
“Mutlu musun?" diye sordu Naile Hanım’a.
Kadıncağız şaşırmıştı.
“O nasıl soru Hamdi,” dedi. “Hem nereden çık
tı şimdi bu?”
Osman Hamdi karısının dediklerini duymamış
gibiydi.
312
“Mutlu musun?” diye tekrarladı sorusunu.
“Elbette," dedi Naile Hanım.
“Hiç pişman oldun mu Viyana’daki okulunu bı
rakıp benimle İstanbul’a geldiğine?”
Naile Hanım bir süre sustu. Sonra da,
“Bir gün bile pişman olmadım,” dedi kocasına
sarılarak.
Osman Hamdi rahatlamış gibiydi. O gece ça
bucak uykuya daldı. Naile Hanım sabah gözünü
açtığında yatakta kendisini yalnız başına buldu.
Kocasının gene kâbuslar gördüğünü düşündü.
Güneş doğmadan kalkıp gitmiş olmalıydı yanın
dan. Hava yağmurluydu. Osman Hamdi salondaki
divana kıvrılmış uyuyor olmalıydı. Ses çıkarma
dan indi merdivenleri. Aşağıda kimsecikler yoktu.
Meraklandı. Tekrar yukarı çıktı. Atölyenin aralık
kapısından istemsizce içeri baktı. Osman Hamdi
devasa bir tuvalin karşısına geçmiş çalışıyordu.
Üstelik yeni bir resme başlamıştı. İşler yoluna gir
miş demekti bu.
Osman Hamdi zaman zaman hayatında daha
fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. İnsan öm
rü neden bu kadar kısa diye soruyordu kendi ken
dine. Şu dünyada hiçbir şey başaramamıştı işte.
Bazen de tepeden tırnağa kendi çabalarıyla var
ettiği müze ve akademiyle gurur duyuyor, kendi
sini çok özel hissediyordu. Kararsızdı. Bazen tüm
tablolarını beğeniyor, bazen de içinden hepsini
Boğaz’m derinliklerine fırlatıp atmak geliyordu.
Arzu ettiği kadar büyük bir ressam olamadığı dü-
313
şüncesini çıkartıp atamıyordu kafasından. Oysa
ne hayalleri vardı gençken. Paris solanlarının en
aranılan ressamı olmayı düşlemişti hep. Paris’te
başaran tüm dünyada başarmış demekti. Ama ol
mamıştı işte. Yeterli değildi daha doğrusu. Öldük
ten sonra olacaklarsa ilgilendirmiyordu onu.
Yeni resmine kafasını boşaltmak için başladı,
iki metre yirmi üç santim boyundaki tabloda be
lirginleşmeye başlayan ana figür yine kendisiydi.
Ama bu sefer daha bir yaşlanmıştı sanki. Sakalla
rı ağarmıştı. Vücudu öne doğru eğilmiş, kamburu
açıkça ortaya çıkmıştı. Üzerine kırmızı bir elbise
giymişti ve başına da bir yemeni sarmıştı. Yerde
ise uslu uslu kendilerine verilen otları yiyen kap
lumbağalar göze çarpıyordu. Yaşlı adam elinde
kaplumbağaların eğitiminde kullanılan bir ney tu
tuyordu. Boynunda ise gerektiğinde kaplumbağa
ları cezalandırmasına yardımcı olacak tahta bir
sopa asılıydı. Hem bir baba şefkati vardı adamın
yüzünde, hem de gaddar bir öğretmenin bakışı.
Gözünü kaplumbağalara umutsuzca diktiği de
söylenebilirdi, geleceği umutla beklediği de. Ama
ne olursa olsun yaşlı eğiticinin işi zordu. Çünkü o
ağırkanlı hayvanların öğrenmeye hevesli olma
dıkları apaçık ortadaydı. Kaplumbağaların bazısı
ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bi
le. Başlarında dikilen adamın sabırlı olmaktan
başka bir çaresi yoktu. Osman Hamdi, yeni tablo
sunda adeta kendi hayat hikâyesini özetlemişti.
Batılılaştırmaya çalıştırdığı muhafazakâr bir top-
314
lumda eğitici rolü oynamak gerçekten de iğneyle
kuyu kazmaya benziyordu.
Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına
baktığım hemen anladı. Sonuçtan hayli memnun
du. Ama resmi görenler tabloda ne anlatıldığını
anlamakta zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumba
ğa terbiyecisi diye eski bir mesleğin olup olmadı
ğını soruyorlardı. En okumuş yazmışlar bile böy
le bir meslekten söz edildiğini hiç duymamışlar
dı. Nerede çalışırlardı bu adamlar? Sirklerde mi?
Yoksa saray bahçesinde mi? Kimse bilmiyordu.
Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilme
diği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en baş
ta. Sonra müze müdürü. Bir arkeolog. Ardından
da güzel sanatlar akademisi müdürü.
Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı
yoktu aslında!
Tabloyu bitirdikten sonra uyku sorunu kendi
liğinden iyileşti. “Kaplumbağa Terbiyecisi”, Paris
ve Berlin galerilerine doğru yol alırken geceler
kâbus olmaktan çıkmıştı. Usta ressam yatağına
girdiği gibi uykuya dalıyordu. Bu duruma en çok
Naile Hanım sevinmişti doğrusu.
Hamdi Bey ailesi yaz mevsimini her zaman ol
duğu gibi Eskihisar’da geçirdi. Evin nüfusu gitgi
de kalabalıklaşıyordu. Çocuklar, yeğenler, torun
lar, hepsi Eskihisar’daydı. Bazen evin içinde kaç
tane çocuk olduğunu hesaplayamıyordu Osman
Hamdi. Birinin adını söylüyordu ama genelde
yanlış oluyordu bu. Doğru ismi tutturmak için üç
315
beş deneme yapması gerekiyordu. Bu arada aile
ye bir de gelin katılmıştı. Edhem kısa bir süre ön
ce Abdülhamid döneminin Paris büyükelçisi Salih
Münir Paşa'nın kızı Kamuran Hanım’la evlenmiş
ti. Osman Hamdi geliniyle vakit geçirmekten keyif
alıyordu. Onu kızı gibi sevmişti.
O yaz evin bahçesiyle de yakından ilgilendi.
Toprakla uğraşmak en az resim yapmak kadar ra
hatlatıyordu onu. Bahçeyi rengârenk güllerle do
nattı. Yıllar önce kendi elleriyle diktiği sarmaşık
lar şimdi üst kat balkonlarını bile kaplamıştı. Ey
lül başındaysa asmaların haşatını büyük bir zevk
le topladı. Fırsat buldukça eline fırça almayı da
ihmal etmiyordu. 0 yaz da kokana Despina diye
takıldığı çamaşırcı kadını kestirmişti gözüne. Yaş
lı kadını karşısına oturtup portesini yaptı. Despi
na dişsiz olduğu belli olmasın diye saatlerce ağzı
nı açmadan poz vermişti evin beyine.
316
yaşlandıkça kilo almamıştı. Vücudu hâlâ dinç gö
rünüyordu. Ama kendisine bile itiraf etmese de
günlük hayatın temposu onu bir süredir zorlama
ya başlamıştı. Yürürken dik durmaya gayret etse
de bedeni ondan habersiz hafifçe öne doğru eğili
yordu. Adımları yavaşlamıştı. Kazı alanlarında tü
nellerin içine giren, bir sıçrayışta taşların üstüne
çıkan ve tonlarca ağırlığındaki lahitlerin altına eli
ni sokan o genç adam değildi artık. Naile Hanım,
“Kaç yaşında olduğunu unutuyorsun Hamdi,”
diye çıkışıyordu kocasına.
Ama Osman Hamdi bildiğini okumaya devam
ediyordu. Emekli olmak onun kişiliğine aykırıydı.
Son nefesini vermedikçe durup dinlenmesine im
kân olmadığını anlamıştı. Müzeye geldiği bir eylül
sabahı kendisi için yollanmış mektup ve telgrafla
rı aldı hademeden. Zarfların üzerinde Berlin Mü
zesi, Vinderberg Üniversitesi, Alman Kraliyet Ar
keoloji Enstitüsü ve Fransız Arkeoloji Enstitüsü
gibi birçok kurumun isimi vardı. Aynı hafta içeri
sinde bu kadar farklı yerden mektup ve telgraf al
masını garipsemişti.
“Hayırdır inşallah," diye söylendi.
Hemen eline mektup bıçağını alıp zarfların
ağızlarını yırtmaya başladı. Tüm mektuplarda,
müzecilikteki yirmi beşinci yılı dolayısıyla kaleme
alınmış tebrik mesajları vardı. Osman Hamdi mü
ze müdürü olarak atanmasının üzerinden yirmi
beş yıl geçtiğini okuduğu kutlama mesajları saye
sinde fark etmişti. İlk iş günü aynanın karşısına
317
geçip, “Directeur du Musee Imperial de Constan
tinople Osman Hamdi Bey" diye kendi kendine fı
sıldadığı sabahın üzerinden bunca yılın geçtiğine
bir türlü inanamıyordu. Birkaç güne kalmadan
müzeye nişanlar, madalyalar ve takdirnameler
yağmaya başladı. Yerli ve yabancı basın, Müze
Müdürü Osman Hamdı Bey hakkında övgü dolu
haberler yayınlıyordu. Müze çalışanları da yirmi
beş adet mumla süsledikleri büyük bir pastayı
müdürlerinin odasında kesmişlerdi.
Osman Hamdi kendisine kutlama mesajı gön
deren ve çeşitli nişanlarla ödüllendiren müzelere,
üniversitelere ve enstitülere mektuplar yazarak
teşekkür etti. Gösterilen ilgiyi teveccühle karşıla
mıştı. Geleceği tasarlamaya çalışan biri olarak
geçmişte takılıp kalmak ona göre değildi. Kafasın
da daha birçok proje vardı. Keşke yirmi beş yıl
daha müze ve akademi müdürü olarak kalabil-
sem, diye düşündü. Bir hesap yaptı hemen. Bu
hayalin gerçeğe dönüşmesi için doksan yaşına
kadar elden ayaktan düşmeden yaşaması gereki
yordu. Kendi kendine gülerken müzedeki odası
nın kapısı çalındı ve içeri iki davetsiz konuk girdi.
Adamlar kendilerini saray görevlileri olarak tanıt
tı. Ama hal ve tavırlarından padişahın dört bir ta
rafta gözü kulağı haline gelen hafiyelerinden ol
dukları anlaşılıyordu. Bu hafiyeler kim bilir kaç
bin kişiyi sudan sebeplerden dolayı jurnallemiş-
lerdi gizli teşkilata. Kim bilir kimlerin hayatı zehir
olmuştu onların yüzünden.
318
Osman Hamdi karşısındaki adamlara,
“Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir miyim?" diye
sordu. Sesi, öğrencilerini azarlar gibi çıkmıştı.
Adamlardan daha iriyarı olanı izin almadan Os
man Hamdi'nin karşısına oturdu ve,
“Bu aralar yurtdışına çok mektup yollamışsı
nız," dedi. “Bunun nedenini öğrenmeye geldik"
Osman Hamdi şaşırmıştı. Sinir bozucu bir du
rumdu. Gülsün mü, kızsın mı bilemedi.
“Müze müdürlüğü görevimin yirmi beşinci yılı
münasebetiyle bana saygılarını sunan kişilere te
şekkür mesajları yolladım,” dedi. “Bunu niye me
rak ettiğinizi de hiç anlamadım doğrusu.”
Ayaktaki adam ciddi bir edayla araya girdi:
“Mektuplaşmalar arkadaşlarımızın dikkatini
çekmiş. Berlin’e, Viyana’ya, özellikle de Paris’e
onlarca mektup yollamışsınız. Saygı değer efendi
miz Zat-ı Şahane hakkında sürekli olarak komplo
ların hazırlandığı bu günlerde daha dikkatli olma
nızı beklerdik. Yabancılara fazla güven olmaz, bi
liyorsunuz.”
Osman Hamdi elini sert bir şekilde masasına
vurduktan sonra,
“Benim işim politika yapmak değil,” dedi. “Ben
bu müzenin ve yanındaki okulun müdürüyüm.
Başka söyleyeceğiniz yoksa lütfen odamdan çı
kın.”
Adamlar müdür beyi başlarıyla selamladıktan
sonra gözden kayboldu. Ama tehditkâr bakışla
rındaki sinsi gülümsemeleri içerde bırakmışlardı.
319
ne yerleştirilmiş devasa tabloda, yaşlı bir silah
satıcısından kılıç beğenen genç bir müşteri be-
timlenmişti. Resimdeki yaşlı satıcı her zamanki
gibi yine kendisiydi. Ayakta durup elindeki kılıcı
yay gibi tutan genç ise tıpatıp oğlu Edhem’e ben
ziyordu. Ahmed İhsan Osman Hamdi’den birkaç
değişik poz daha vermesini rica etti. Osman Ham-
di çevik bir hareketle, yanı başındaki iskemleye
bir ata biner gibi oturdu. Kollarını iskemlenin sır
tına bir güzel yerleştirdikten sonra,
“Hazırım," diye seslendi.
Fotoğrafçı genç bu güzel pozu kaçırmamak için
ayaklı makinesini hemen iskemlenin karşına yer
leştirdi. Ahmed İhsan çok kıymetli fotoğraflar çek
tiğini daha o anda anlamıştı. OsmanlI’nın bu de
ğerli kültür adamının hâlâ dimdik ayakta olduğunu
tüm Serveti Fünun okuyucularına kanıtlayacaktı.
Sonra hep beraber atölyenin yanındaki üst kat
salonuna geçildi. Beşe on beş metre büyüklüğün
de, modern koltuklarla döşenmiş ve geniş camla
rı olan bir odaydı bu. Pencerelerden içeriye do
lan muhteşem Boğaz manzarası eşliğinde sohbet
başladı. Osman Hamdi Bey neredeyse tüm haya
tını anlattı o gün Ahmed İhsan’a. Kazı alanlarında
yaşadığı ilginç olaylardan bahsetti uzun uzun.
Sonra resim sanatından konuştu. Dede olmaya bi
le geldi laf. Mutluydu...
322
nanın depolarında bekleyen eserler yeni salonla
ra taşınmaya başlandı. Müdür bey açılış için sa
bırsızlanıyordu. Vallaury’yi yirmi yıl önce nasıl
da kolundan tutup götürdüğünü hatırladı Ağla
yan Kadınlar Lahdi’nin yanma. Lahdin üzerindeki
antik tapınak kabartmasını göstermişti ona ve
“Buna benzer bir bina çok yakışır doğrusu,” de
mişti. Vallaury de hiç düşünmeden yapabilirim,
diye karşılık vermişti. Şimdi o binanın güney ve
kuzey cepheleri iki büyük kanatla birleştirilmişti.
İmparatorluk Müzesi, Sanayi-i Nefise ve Çinili
Köşk’ü kollarıyla kucaklayan koca bir “u” şeklini
almıştı. İlk günden beri hayalini kurduğu devasa
müze binasına kavuşmak üzereydi artık. Ama açı
lışa sadece birkaç gün kalmışken heyecanını göl
geleyen bir haber aldı. Şeker Ahmed Paşa hayatı
nı kaybetmişti. Osman Hamdi şaşkınlık içinde,
“Nasıl olmuş bu?" diye sordu.
Haberi getiren müze görevlisi,
“Paşa kalp krizi geçirmiş efendim," dedi.
Osman Hamdi kendisinden sadece bir yaş bü
yük arkadaşı için çok üzüldü. Ama açılış günü bir
yanına yardımcısı ve kardeşi Halil’i, diğer yanı-
naysa mimar oğlu Edhem’i alıp konuklarını ağırla
dı. Oldukça gururluydu. Müze yıllar içinde hem
dış cephesiyle, hem de sahip olduğu tarihi eser
lerle devamlı büyüyen canlı bir organizma gibi
serpilmişti. Üçüncü bölümün açılmasıyla nere
deyse on bin metrekarelik bir teşhir alanına kavu
şulmuştu. Dünyanın en hızlı genişleyen müzesi
323
olduğu şüphe götürmezdi. Sümer, Asur, Hitit, Yu
nan, Roma, Bizans ve Selçuklu eserleri vardı için
de. Osman Hamdi göreve geldiği ilk günlerde ha
yal ettiği gibi, yaşadığı coğrafyanın kültür moza
iğini ayrım yapmaksızın taşımıştı müzesine. Üste
lik sergilenen eserlerin hepsi imparatorluğun
kendi topraklarından bulunup getirilmişti. Avru
pa müzelerinde olduğu gibi dünyanın dört bir ta
rafından şaibeli yollarla elde edilmiş eserler yok
tu İstanbul’da.
Osman Hamdi bahçeye çıkıp hayran hayran ya
rattığı manzaraya baktı. Kafasından neler geçtiğini
kimse bilmiyordu. Bu bakışı bir tek Naile Hanım ta
nıyabilirdi. Kocası ne zaman içine sine sine bir tab
lo bitirse, karşısına geçip böyle bakardı işte!
324
rında görev yapan subayların Abdülhamid’e olan
karşıtlığınıysa bilmeyen yoktu. Özellikle Sela
nik’te güçlü bir şekilde örgütlenen İttihat ve Te
rakki Cemiyeti’nin bir devrim peşinde olduğu
apaçık ortadaydı. 1908 yılının Temmuz ayında ka
rışıklık isyan boyutuna sıçradı. Enver Bey liderli
ğindeki isyancılar önce dağlara çıkmışı sonra Se
lanik ve Manastır’m yönetimini ele geçirmişlerdi.
Talepleri çok açıktı. Meşrutiyet’i geri istiyorlardı.
Bazılar» isyancıların bir avuç genç subay oldu
ğunu ve ciddiye alınmamaları gerektiğini söylese
de, Abdülhamid işin aslının öyle olmadığını çok
tan anlamıştı. İsyan payitahttan kilometrelerce
uzaktaydı ama başkaldıran birliklerin İstanbul’a
yürümeyeceğini kimse garanti edemezdi. Üstelik
padişahın bölgeye gönderdiği güvenilir adamı
Şemsi Paşa isyancılar tarafından öldürülmüştü.
Selanik ve Manastır’da artık monarşinin yaptırım
gücü kalmamış gibiydi. Sultan hiç istemese de
ikinci defa Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı.
Abdülhamid Yıldız Sarayı’ndaki kabul odasında,
“Suların akışını geri çevirmek mümkün olmuyor.
Artık yaşlandım ve yoruldum," dedikten sonra
Meşrutiyetin ilanı mazbatasını imzaladı. Ardın
dan da Ahmed Midhat Efendi’nin romanlarından
birini eline alarak odasına çekildi.
Otuz yıldır unutturulmaya çalışılan anayasa
nın 24 Temmuz’da tekrardan yürürlüğe girdiği
açıklandı. O akşam Balkanlar’da başlayan kutla
malar dalga dalga imparatorluğun her yanına ya-
325
yıldı. Selanik, Edirne, İstanbul, İzmir, Kudüs, her
yer ayaktaydı. Sokaklarda özgürlük kutlanıyordu.
Bir günde milyonlarca insanın kaderi değişmişti.
Siyasi mahkûmlara demir kapılar ardına kadar
açılmış, sürgündeki aydınlar affedilmiş ve yurtdı-
şına çıkış yasakları kaldırılmıştı. Gazeteler uzun
yıllardır ilk defa o sabah provalarını sansür kuru
luna göndermeden çıkmıştı. Basın, kendi özgürlü
ğünü kendisi ilan etmişti. Artık kimse Osman
Hamdi'nin kapısını çalıp onu tehdit edemeyecek
ti. Çünkü hafiyelik teşkilatı kaldırılmıştı. Bundan
böyle hiç kimse keyfi olarak tutuklanamayacaktı.
Artık Osmanlı topraklarında yaşayan herkes dini
ne, konuştuğu dile ve mensup olduğu millete ba
kılmaksızın eşit vatandaşlar olarak kabul edile
cekti. Kısacası istibdat devri bitmişti. Osman
Hamdi de ülkenin bütün okuyup yazmışları gibi
sevinç içindeydi. Kalabalığın arasına karışıp Pe-
ra’daki kutlamalara katıldı. Her yerde bayraklar
dalgalanıyordu. Caddelerdeki izdihamın ortasın
da kalan faytonlar güç bela ilerleyebiliyordu. So
kak satıcıları Meşrutiyet kahramanlarının resim
lerinin basılı olduğu fes etiketleri, posterler, kart
postallar ve kolluklar satıyordu. Midhat Paşa ve
Namık Kemal’i de kimse unutmamıştı. Ama günün
kahramanı hiç kuşku yok ki, henüz yirmi yedi ya
şında olan Enver Bey’di. Fransız Ihtilali’nin felse
fesini özetleyen hürriyet, uhuvvet ve müsavat
sloganı ağızlarından düşmüyordu. Bir dördüncü
kelime de eklenmişti bu slogana. Adalet! Ne kadar
326
da güzel bir gündü. Bando marşlar çalıyordu. Bo-
ğaz’dan bir aşağı bir yukarı gidip gelen sandallar
bayraklarla, fenerlerle süslenmişti. Osman Hamdi
bir devrimin bayrama dönüştüğü ana tanıklık et
menin keyfini çıkarttı.
Yeni bir çağa girildiğini ilk olarak o gün hisset
mişti!
Torunlarının nasıl bir ülkede büyüyeceğini
merak ederdi hep. Birkaç hafta öncesine kadar
karamsardı. Ama şimdi her şey değişmişti. Meş
rutiyet, OsmanlI’ya yapılmış bir suni teneffüstü.
İmparatorluk yaşamaya devam edecekse şüphe
siz 1908 devrimi sayesinde olacaktı bu mucize.
Osman Hamdi de umutlanmıştı. Ama kim bilir ge
leceğin keyfini o kaç yıl çıkarabilecekti? Çevresin
dekilere,
“Tanzimat’tan üç yıl sonra doğdum. Bakalım
Meşrutiyetken kaç yıl sonra öleceğim," diye takı
lıyordu.
Naile Hanım da hemen,
“Ağzından yel alsın Hamdi,” diyordu.
Bu arada yeni yönetim Maarif Nazırlığı görevi
ni önermişti ona. Kuşkusuz onur verici bir teklifti
bu. Ama müdür bey fazla düşünmeden affını iste
di. Ömrünün kalan kısmını da müze ve akademi
siyle ilgilenerek geçirmek istiyordu. Herkes anla
yışla karşıladı kararını.
327
ler oy kullanmışlardı. Abdülhamid yıllar önce ka
pattığı meclislin ilk oturumunu locasından sessiz
ce izledi. Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Bul
gar, Arnavut, Arap ve Sırp mebuslardan oluşan
meclis’e bakarken padişahın ne hissettiğini tah
min etmek zor değildi. Otoritesini milletle paylaş
mak zorunda kaldığı için sıkıntılı olduğu belliydi.
Artık imparatorluk topraklarında yaşayan onca
insana tebaası gözüyle bakamayacaktı. Bu arada
Osman Hamdi Meşrutiyet yönetiminin kültür ve
sanat alanına da özgürlük getireceğine yürekten
inanarak, hürriyet kahramanı olarak ünlenen En
ver Bey’in bir portresini yaptı.
O özgürlük atmosferinde tıpkı gençlik yılların
daki gibi tiyatroyla da yakından ilgilenmeye baş
ladı. Abdülhamid'in baskı ve sansür uygulamaları
nedeniyle tiyatro sanatı yıllardır taş kesilmişti
adeta. Şimdi onu tekrardan canlandırma zama
nıydı. Osman Hamdi yazar arkadaşı Recaizade
Ekrem Bey’le beraber Sahne-i Osmaniye isimli bir
kumpanya kurdu. Halid Ziya’nın kaleme aldığı bir
piyesle perde açmayı düşünüyorlardı. Shakespe-
are oyunları da repertuara alınmıştı.
Bunca yılın ardından tekrar tiyatroyla ilgilene
ceği için çok heyecanlıydı ve yeni piyesler kaleme
almak için sabırsızlanıyordu. Ama hâlâ Meşruti
yetin coşkusunu taşıyan şehirde birkaç hafta
sonra sokağa bile çıkılamayacağını kimse bile
mezdi. 1909 yılının nisan ayında başlayan siyasi
çalkantılar sosyal hayatı tamamen durdurduğu gi-
328
bi Sahne-i Osmaniye’nin perde açmasına da izin
vermedi. 6 Nisan günü İttihat ve Terakki’ye karşı
yazılarıyla tanınan gazeteci Haşan Fehmi, Galata
Köprüsü üzerinde öldürüldü. Sokak ortasında bir
gazetecinin vurulması inanılacak şey değildi. İn
sanlar şoke olmuştu. Abdülhamid döneminde bile
hiç yaşanmamıştı böylesi bir cinayet. Birçok kişi
gibi Osman Hamdi’nin de kafasında soru işaretle
ri belirmişti. Günlerce sokaklara çıkıp kutladıkları
Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük hani, neredeydi?
Ertesi gün Haşan Fehmi’nin cenazesine katı-
lanlar Sirkeci’den Divanyolu Caddesi’ne kadar
uzanan bir insan seli oluşturdu. Gazetecinin na-
aşı Sultan Mahmud Türbesi’nin bahçesine defne-
dilirken herkesin isteği katilin bir an önce yaka-
lanmasıydı. Cenazeden sonra ortalık sakinleşir gi
bi oldu. Ama çok geçmeden tuhaf bir hareketlilik
başladı şehrin eski mahallerinde. Şeriat propa
gandası yapan bazı gazetelerin yayınlarından et
kilenen ve yeşil bayraklar taşıyan sarıklı cüppeli
birtakım adamlar yanlarına işsiz güçsüzleri de ka
tıp etrafta dolaşmaya başlamışlardı. Sayıları bi
raz kalabalıklaşınca daha merkezi semtlere doğru
ilerleyip şeriat isteriz diye bağırıyorlardı. Ardın
dan da ortaya çıktıkları gibi aniden kayboluyor
lardı. Osman Hamdi de bir iki sefer şahit olmuştu
bu çapulcu takımının yaygaralarına. Yeni Ca-
mi’nin önünde gördüğü kalabalığın ne dediğine
şöyle bir bakmış, ardından da ciddiye alınacak
bir durum olmadığına kanaat getirmişti.
329
Ama 13 Nisan sabahı durum değişti. Osman
4amdi her zamanki gibi vapurdan inmiş müzeye
doğru hızlı adımlarla yürüyordu ki, etrafındaki in
sanların kendisinden de hızlı yürüdüğünü fark et
li. Üstelik herkes aynı tarafa ilerliyordu. Sultanah-
net Meydam’na doğru bir akın vardı sanki. Os-
nan Hamdi yürümeye devam etti. Neler oluyordu
icaba? Meraklanmıştı. Köprünün üzerindeyken
ark ettiği uğultuya kulak kabarttı. Şehir hep bir
ığızdan homurdanıyor gibiydi. Hayırdır inşallah,
diye söylendi kendi kendine. Sirkeci’ye ulaştığın
daysa kalabalığın yeşil bayraklar taşıdığını gördü.
Jeriat isteriz diye bağıran o birkaç düzine insan
lasıl olmuştu da bir gecede binlerce taraftar bul-
nuştu böyle? Gözlerine inanamadı. Meydana
doğru yaklaşan kalabalıkta saflar sıklaşıyor,
ümuz omuza yürüyen insanların adımları korku-
ucu bir şekilde birbiriyle uyumlu hale geliyordu.
Dsman Hamdi iyice endişelendi. Her zaman oldu
ğu gibi ilk olarak müzesi geldi aklına. Ya bu kont-
•olden çıkmış güruh oraya doğru yönelirse ne
alacaktı? Onlara kim dur diyebilirdi? Koşar adım
jlaştı kendi dünyasına. Bahçe, meydanda toplan-
nış insanların bağrışlarıyla inliyordu. Kalabalığın
lep bir ağızdan haykırdığı sloganları ve tekbir
seslerini net bir şekilde duyuyordu artık.
“Neler oluyor?” diye sordu hemen yardımcıla-
ına.
“Efendim, mollalar ve medrese öğrencileri
gösteri yapıyor. Bir yığın insan da onlara destek
330
veriyor. Bir de askerler var aralarında. Dün gece
erler ve çavuşlar ayaklanmış."
Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı.
Haşan Fehmi’nin öldürülmesi, sonra şeriat isteriz
diye ortaya çıkan insanlar, şimdi de meydanlara
dökülen askerler... Ne gibi bir bağ vardı tüm bu
olup bitenin arasında? Kafası karmakarışık ol
muştu.
“Askerler kime karşı ayaklanmış ki?” diye sor
du.
“Zabitlerine karşı efendim. Dün gece Taşkış-
la’da mühim hadiseler olmuş. Alaylı askerler
mekteplilere karşı isyan başlatmış ve erat yöneti
mi ele geçirmiş. Sabah da birkaç gündür şehirde
dolaşıp şeriat isteriz diye bağıran başıbozuk kala
balıkla birleşip meydanı doldurmuşlar.”
“Subayları nerede peki bu askerlerin?”
“Vurulanlar olduğu söyleniyor. Bazısı da canı
nı zor kurtarıp kenti terk etmiş. Biliyorsunuz su
bayların çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağ
lıdır. Kalabalık az önce İttihatçılara ölüm diye ba
ğırdı."
Osman Hamdi ne yapacağını düşünmeye baş
lamıştı. Sağ eliyle sakallarını sıvazlıyordu ki bir si
lah patladı. Ardından onu yalnız bırakmak iste-
mezcesine bir dizi silah ateşlendi. Müdür bey ve
yardımcıları hemen müze binasının içine koştu.
“Tüm kapıları kapatın,” diye emretti Osman
Hamdi. “Müzeye bugün hiç kimseyi sokmayın. Sa-
nayi-i Nefise öğrencilerine de söyleyin okul tatil
331
îdildi. Kalabalığa karışmadan ara yollardan ilerle
nip doğru evlerine gitsinler.”
Kargaşa gün boyu sürdü. Sultanahmet Meyda-
ıı’nda askeri ve dini kıyafetler birbirine karışma
ca devam ediyordu. Silah sesleriyse gitgide artı
yordu. Yeni düzenin tüm Müslümanları Hıristiyan
yapmak için uğraştığını söyleyen ve kalabalığın
»fkesini daha da büyüten konuşmalar yapılıyor-
lu meydanda. Koskoca şehirde isyancıları zaptu-
ap altına alacak hiçbir kolluk kuvveti kalmamış
rtık. Müdahale edilmemesi isyancıların güvenini
rtıyordu. Adliye Nazırı Nazım Paşa, İttihatçı ol-
luğu bilinen Meclis Reisi Ahmed Rıza Bey’e ben-
etilip meydanda linç edildi. Mebuslardan da
lenlerin olduğu söyleniyordu.
Osman Hamdi birkaç gün önce gördüğü o ça-
ulcu takımının nasıl olup da böylesine büyük bir
yaklanma başlatabildiğim hâlâ anlayamamıştı,
ok geçmeden sadrazamın ve kabinenin istifa et-
ği haberi geldi. Zaten meclis binası isyancı as-
erlerin işgali altındaydı. Ama isyancılar yatışa-
ak gibi gözükmüyordu. Meclis başkanı dahil bir-
ok kişinin sürgüne gönderilmesini, şeriat kanuıı-
ırının bir an önce uygulamaya sokulmasını ve
/aklanmaya katılanların cezalandırılmayacakla-
na dair güvence verilmesini istiyorlardı. Abdül-
amid akşama doğru isyancıları affettiğini bildi-
;n bir ferman yayınladı. Kalabalık meydanı bo-
ıltırken gün boyu kaç kişinin öldüğünü kimse
îstiremiyordu.
332
O gece ve sonraki günlerde de sokaklardaki
vandallık devam etti. İttihat ve Terakki Cemiye-
ti’ne destek veren gazeteler tahrip ediliyor, mey
haneler basılıp içki içenler yaka paça dışarı atılı
yor, etrafta tek tük görünen kadınlar şeriata uy
gun giyinmemişlerse yollarından çevrilip tartak
lanıyordu. Sokaklar gündüzleri bile boştu. Esnaf
kepenk açmıyor, kimse çocuğunu okula yollamı
yordu. Öldürülen subayların cesetleriyse günler
ce olduğu yerde kalıyordu. Bunları yapan kalaba
lık Yıldız Sarayı’na gidip padişaha bağlılık yemini
etmekten de geri durmamıştı. Osman Hamdi o
günleri bütün ailesiyle beraber Kuruçeşme’deki
yalısında geçirdi. Kimsenin İstanbul’a inmesine
izin vermiyordu. Pencereden dışarı bakmak bile
tehlikeli olabilirdi. Şehirde patlayan silahların
yankısı yalıya kadar gelmese de, Boğaz rüzgârıyla
uzaklara taşman garip bir uğultu işitilebiliyordu
gece sessizliğinde.
Olanlar bir başlangıçtı. Herkes İstanbul’un da
ha fazlasına gebe olduğunu seziyordu. Bazıları
padişahın fırsattan istifade edip bütün İttihatçıla
rı yok edeceğini söylüyordu. Kimileriyse Abdül-
hamid’in sonunun geldiğine inanıyordu. Meşruti
y eti savunan ve İttihatçıların kontrolündeki 3.
Ordu’nun Selanik’ten İstanbul’a doğru ilerlediği
haberi başkent sokaklarını iyice karıştırdı. Ayak
lanmayı bastırmakla görevli orduya Serez, Gü-
mülcine, Üsküp ve Manastır’dan katılımlar olu
yordu. İstanbul’daysa birileri isyanın hâlâ sürdü-
333
günü göstermek için gece gündüz demeden silah
patlatmaya devam ediyordu.
Bir iç savaşın çıkması bile muhtemeldi artık.
İsyanın başlaması üzerinden tam on gün geç
mişti ki 3. Ordu’nun Yeşilköy önlerine ulaştığı ha
beri duyuldu. Osman Hamdi o gece kardeşi Halil
ve oğlu Edhem ile birlikte geç saatlere kadar uyu
madı.
“Ne garip, 93 Harbi sırasında Ruslar Yeşil
köy’deydi,” dedi. “Rahmedli babam ile beraber
neler çekmiştik o günlerde. Şimdi şehre girmek
için bir Osmanlı ordusu bekliyor aynı yerde. Ama
yine herkes çok endişeli."
Halil 93 Harbi sırasında yurtdışında olduğu
için o günleri Osman Hamdi gibi yakından bilmi
yordu. Kendinden emin bir sesle,
“Merak etme ağabey,” dedi. “3. Ordu bir iki
gün içerisinde İstanbul’un kontrolünü ele alacak.
Binlerce gönüllü yazılmış orduya. Hepsi de Meş-
rutiyet’e yürekten bağlı askerler.”
Aslında Osman Hamdi de bu fikirdeydi. Ama
/ine de ertesi gün olabilecekler için endişelenme
den edemiyordu:
“Eğer isyancılar Selanik’ten gelen orduya dire-
ıirse bunun adı iç savaş olur. İç savaş beterin be-
eridir. Paris’te, Amerikan İç Savaşı’na bizzat ka
ilmiş gençlerle tanışmıştım. Onlardan dinlediğim
ıikâyeler gerçekten de korkunçtu. Kardeş karde-
i vurmuş orada. Paris Komünü sırasında da
Yansız ordusu Fransız halkına karşı namlu çevir-
334
memiş miydi? Umarım benzer olaylar yarın İstan
bul’da yaşanmaz."
Kuruçeşme’deki yalıda ışıklar sabaha karşı
söndüğü sırada 3. Ordu dört koldan İstanbul’a
girmek için ilerlemeye başlamıştı bile. Özellikle
Harbiye, Beyoğlu. Kurtuluş ve Feriköy bölgelerin
de sokak çatışmaları yaşandı. İsyancı askerler
kışlalarını savunmaya kararlı gözüküyordu. Taş-
kışla, Taksim, Maçka ve Selimiye kışlalarında di
reniş saatlerce sürdü. Ama 3. Ordu’nun sayısal
üstünlüğü kısa zamanda kendisini hissettirdi. İs
tanbul’un tamamıyla ele geçirilmesi yine de akşa
mı buldu. Yıldız Sarayı’ndaki askerler padişahın
isteği üzerine direniş göstermemişlerdi.
Ülke kanlı bir iç savaşın eşiğinden kıl payı dön
müştü.
Askerin desteğini iyice arkasına alan İttihatçı
lar birkaç gün sonra tüm bu olup bitenden padi
şahın sorumlu olduğunu açıkladılar. Artık herkes
II. Abdülhamid’in köşeye sıkıştığını anlamıştı. Ve
nihayet beklenen oldu! Heyet-i Mebusan Padi-
şah’ın tahtan indirilmesine karar verdi. Haberi
halkın temsilcilerinden oluşan bir grup iletmişti
sultana. Milletin iradesi, otuz üç yıllık iktidarı bir
çırpıda devirmişti işte! Osman Hamdi’nin ilk defa
Paris’te gördüğü o genç şehzade, Midhat Paşa sa
yesinde tahta çıkan, sonra paşayı sürgüne yolla
yan o kurnaz padişah, İbrahim Edhem Paşa’yı
sadrazam yapan, sonra onu eve kapatan o hesap
335
adamı sultan yoktu artık. 3. Ordu’nun geldiği ye
re, Selanik’e sürgüne yollanmıştı.
Yeni padişah Mehmed Reşad oldu. Anayasada
yapılan değişiklikler sayesinde Sultan Reşad, Os
manlI tarihinin en yetkisiz padişahı durumuna
düşürüldü. Padişah bundan böyle nazırlarını bile
kendisi seçemeyecekti. Bu arada ayaklanmanın
elebaşıları Divan-ı Harp’te yargılanmış ve hemen
ardından Eminönü’nde darağaçları kurulmuştu.
Şehirdeki idam sahnelerini kanıksamış olan in
sanlar havada sallanan cesetlere birkaç saniye
bakıyorlar, sonra kafalarını çevirip işlerine güçle
rine gidiyorlardı. Osman Hamdi ise yıllarca her
sabah yürüdüğü yolun bu yeni manzarasına bir
türlü alışamamıştı. Ta gençliğinde Bağdat’ta gör
müştü asılan isyancıları ilk olarak. Ama İstan
bul’un göbeğinde ipte sallanan beyaz çarşaflı in
sanlarla karşılaşmayı oldukça yadırgamıştı. Gözu-
cuyla bakıyordu teşhir edilen infaza. Ölülerin
ayakları çıplaktı. Ama fesleri yana doğru bükül
müş kafalarında kalmaya inatla devam ediyordu.
Nasıl alışılabilirdi ki böylesi bir manzaraya?
Ama hayat her zamanki gibi kaldığı yerden
başlamak için sabırsızlanıyordu. Nisan ayı boyun
ca Sanayi-i Nefise’de neredeyse hiç ders yapıla
mamıştı. Osman Hamdi açığı kapatmak için hoca
ve öğrencilerden var güçleriyle çalışmalarını iste
di. Kendisi de her zamanki gibi işlerinin başına
döndü. Mimarlık bölümünün ünlü hocası Valla-
ury bir süre önce istifa etmişti. Vallaury müdür
336
beyin kendisine yaptığı hocalık teklifine evet de
diği andan başlayarak tam tamına yirmi altı yılını
vermişti akademiye. Bir yandan da İstanbul’a mo
dern bir çehre kazandırmıştı. Ve bir gün Osman
Hamdi’nin karşısına geçip izin istedi. Artık dinlen
me zamanıydı. Ama neyse ki Sanayi-i Nefise kendi
mezunlarından hocalar yetiştirebilecek kadar de
neyimli bir okul haline gelmişti.
Osman Hamdi daha önceleri Londra Kraliyet
Sanat Akademisi üyeliğine seçilmiş, Leibzig Üni-
versitesi’nden ise fahri felsefe doktoru ve sanat
uzmanı payesi almıştı. Ama yine de 1909 yazında
Ingiltere’den gelen bir haber onu oldukça sevin
dirdi. Dünyanın en köklü eğitim kurulularından
bir olan Oxford Üniversitesi Osman Hamdi Bey’e
fahri doktora unvanı verdiğini açıklamıştı. Kalkıp
İngiltere’ye gitti. Üniversitede görkemli bir tören
düzenlendi kendisi için. Daha önce hiç bu kadar
çok alkışlandığını hatırlamıyordu. Altmış yedi ya
şında cüppe ve kep giyen Osman Hamdi unvanla
rı arasına bir yenisini daha eklemiş oldu böylece.
Tören elbiseleriyle fotoğrafçılara poz verirken yü
zünde koca bir ömrün yorgunluğu okunuyordu.
Paris kafeleri, akademi salonları, aşklar, evlilikler,
Bağdat çölleri, Viyana valsleri, Nemrut’un tepesi,
Sayda’nın mezar odaları, savaşlar barışlar, ölüm
ler doğumlar, acılar sevinçler ve resimler...
Bir ömür böyle geçip gitmişti işte.
Sanayi-i Nefise’nin yeni öğrencileri Oxford
Üniversitesi’nden doktora unvanı almış müdürle-
337
rini gördükleri zaman hemen etrafım çeviriyorlar
dı. Osman Hamdi yeni yüzyılın gençleriyle anlaş
makta zorlanmamıştı. Öğrenciler “Efendim şöyle
bir hikâye duyduk, doğru mu?” diyerek lafa giri
yor, ardından da heyecanlı heyecanlı anlatmaya
başlıyorlardı. Osman Hamdi neredeyse her gün
kendisi hakkında söylenen yeni bir öykü duyu
yordu onlardan.
“Siz 1873 Viyana Sergisi’ndeyken merdivenle
pavyonun yukarısına çıkmış tamirat yapıyormuş-
sunuz. Tam o sırada Avusturya imparatoru ora
dan geçiyormuş. Sizi görünce, ‘Hamdi Bey yukarı
da ne teşhir ediyorsunuz?’ diye sormuş. Siz de,
‘Hayatımı majeste!’ demişsiniz."
Osman Hamdi öğrencilerin anlattığı hikâyeyi
duyunca bir kahkaha patlattı. Ardından da kuru
kuru öksürmeye başladı. Son zamanlarda hep
böyle oluyordu. Boğazını iyice temizledikten son
ra vereceği cevabı merakla bekleyen öğrencileri
ne doğru döndü ve,
“Ne de güzel söylemişim!” dedi.
Osman Hamdi yaşayan bir efsane olmuştu ar
tık. Nakliye sırasında kendini Sayda lahitlerine
zincirlediği ve Alman imparatoru müzeyi ziyarete
geldiğinde beğendiği parçaları padişahtan isteme
sin diye en kıymetli eserlerin üzerine örtü serdiği
konuşuluyordu. Abdülhamid devrildi ama Osman
Hamdi Bey ayakta kaldı, diyenler bile vardı.
Kendisi hakkında söylenenleri tebessüm le
karşılıyordu. Tırnaklarıyla kazıyarak var ettiği eş-
338
siz yaşantısının destansı bir hal almasından da
gizli bir sevinç duymuyor değildi. O günlerde en
küçük kızı Nazlı ve torunlarıyla vakit geçirmek ha
yattaki en büyük eğlencesi olmuştu. Zaman za
man onları panayırlara götürüyordu. Hareketli
görüntüler âlemi denen yeni bir aletin gösterisi
herkesin ilgisini çekmekteydi. Osman Hamdi de
en az torunları kadar zevkle seyrediyordu perde
ye peşisıra yansıtılan fotoğrafların hareket kazan
masını. XX. yüzyılın büyük buluşların gerçekleşe
ceği bir çağ olacağını anlamıştı. İnsanlık ilerliyor
du. Bir süredir İstanbul sokaklarında dolaşan ve
görenlerin panik içinde sağa sola kaçıştığı motor
lu arabalar da yeniçağa damgasını vuracağa ben
ziyordu. Ya elektrik denen mucizeye ne demeliy
di? Avrupa başkentlerindeki evlerin bir düğmeye
basıldığı zaman ışığa kavuştuğu yıllardır bilini
yordu. Abdülhamid iktidarı elektriğin ülkeye gir
mesini anlaşılmaz bir şekilde yasaklamıştı. Geç
de olsa altyapı çalışmaları başlamıştı simdi. Bir
kaç yıla kalmadan İstanbul da elektriğe kavuşa
caktı. İlerleyen yıllarda kim bilir daha neler neler
keşfedecekti bilim adamları. Ama Osman Hamdi
bunlara tanık olamayacağını çok iyi biliyordu.
1910 yılına hasta olarak girdi. İngiltere yolcu
luğu onu çok yıpratmıştı. Artık her gün müzeye
gidemiyordu. Şubat ayında hastalığı iyiden iyiye
onu yatağa bağladı. İstanbul’un en ünlü doktorla
rı yalıya gelip Osman Hamdi’yi muayene ediyor
du. Ama hiçbiri bir sonuca ulaşamadı. Naile Ha-
339
mm ister istemez İbrahim Edhem Paşa’nm son
günlerini hatırlıyordu. Bir gece Osman Hamdi uy
kusundan uyanıp uzun uzun karısına baktı. Zora
ki bir tebessümün ardından da,
“Beni Eskihisar’a gömün,” dedi.
O anda Naile Hanım ağlamamak için kendini
zor tuttu. Böyle bir durumda ne denebilirdi ki?
Kafasını sallayarak kocasının isteğini yapacağını
belirtti. 24 Şubat’ta beklenen oldu. Osman Hamdi
Bey’in gözleri bir daha açılmamacasına kapandı.
Kuruçeşme’deki yalıya büyük bir hüzün çökmüş
tü. Kardeşi Halil, çocukları, torunları ve Naile Ha
nım yitip giden o koca adam için gözyaşı dökü
yordu. Ertesi sabah yerli ve yabancı basın haberi
bütün dünyaya duyurdu. Fransız Akademisi’nin
Naile Hanım’a gönderdiği telgrafta, “Güzel sanat
ların gelişmesine canı gönülden hayatını vakfe
den Hamdi Bey’in ölümünden dolayı fevkalade
üzüntü duyan akademimiz, ailesine samimi tazi
yelerini beyan eder” yazıyordu.
Öğlen olmadan Şirketi Hayriye’nin özel olarak
görevlendirdiği bir vapur Kuruçeşme İskelesi’ne
yanaştı. Osman Hamdi’nin tabutu ailesi ve birkaç
yakını tarafından vapura taşındı. Gemi ilk olarak
Sirkeciye yanaştı. Kapkara bulutların ince yağ
murlar bıraktığı çok soğuk bir gündü. Ama yine de
iskelede büyük bir kalabalık toplanmıştı. Sanayi-i
Nefise öğrencileri, yıllar içinde akademiden me
zun olan sanatçılar, hocalar ve müze çalışanları
müdürlerini karşıladı. Bir ressam olan Şehzade
340
Abdülmecid Efendi, şeyhülislam, nazırlar ve diğer
üst düzey devlet yöneticileri hep oradaydı. Batılı
laşmaya hoşgörüyle bakan tutumlarıyla dikkat çe
ken Mevlevi dervişleri de törene katılmışlardı.
Türkler kadar yabancılar da göze çarpıyordu kala
balığın içinde. Büyükelçiler, diplomatlar, banka
çalışanları, levantenler, azınlık temsilcileri... İs
tanbul halkı, birbirlerine fötr şapkalarını ellerine
alarak selam veren bu kadar takım elbiseli adamı
daha önce hiç bir arada görmemişti. Herkes Os
man Hamdi Bey’e karşı son görevini yerine getir
mek için sessizce yürüyordu yağmurun altında.
Kortej ağır adamlarla Ayasofya’ya doğru iler
ledi. Öğrenciler tabutu kimseye bırakmıyorlardı.
Cenaze namazının ardından Osman Hamdi Bey
tekrar omuzlara alındı ve Topkapı Sarayı’nın bi
rinci avlusundan geçirilip müzenin bahçesine ge
tirildi. Son kez kendi elleriyle var ettiği kültür va-
hasındaydı. Müzenin merdivenlerinde konuşma
lar yapıldı; methiyeler havada uçuştu. Ardından
kortej yine ağır adamlarla Sirkeci’ye geldi. Osman
Hamdi Bey’i taşıyan vapur iskeledeki kalabalığı
düdüğüyle selamladıktan sonra Eskihisar’a doğru
dümen kırdı.
341
Teşekkür
342