1727-Islam Ve Turk Huquq Tarixi Arashdirmalari Ve Vaqf Muessisisi-Fuad Koprulu-1983-452s

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 237

İslâm veTürk

H U K U K T A R İH
ARİ A ŞT IR M A L A R I
ve V A K IF M Ü E S S E S E S İ
OrdPraf.
M.Fuad Köprülü

İlk defa kitap haline getirilen bu makaleler


hakkında bir önsöz, bâzı notlara ilâveler ve
tahlili bir İndeksle yayımlayan
Dr; Orhan F. KÖPRÜLÜ
İndiana Üniversitesi Osmanlı Tarihi Eski Assoc. Profesörü
YAYIN NU: 176
KÜLTÜR SERÎSİ: 38

İÇİNDEKİLER

Ötüken Neşriyat A.Ş. ÖNSÖZ


Klodfarer Cad. 40/7 Divanyolu - İstanbul (VII—VIII)
Kapak Düzen}: Nur ve Olcay Okan
Kapak Baskı«: Tuğ Matbaası İSLÂM ve TÜRK HUKUK TARİHİNE AİT
Dizgi-Tertip-Baskı: Ünal Matbaası UMÛMÎ MESELELER
Cilt: Yedigün Mücellithanesi (1—101)
İSTANBUL
Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri islâm Amme
1983
Hukukundan Ayrı Bir Türk Amme Hukuku Yok mudur?
(3—35)
(Fransızcasi: Les institutions juridiques turques au Moyen âge .Belleten, 1938, nr: 5—6, s.
41—76)
Ortazaman Türk-îslâm Feodalizmi
(36—50)
(Belleten, nr; 19, Istanbul,1941, s. 319—
334. — Eylül 1938'de Zürich'de topla-
nan Târihî İlimler Kongresi'ne verilen
fransızca muhtıranın türkçe tercü-
mesidir.)
Ortazaman Türk Devletlerinde
Hukukî
Senbollerdeki
Motifler
(51—70)
(Türk Hukuk ve İktisat Târihi
Mecmuası, c. II, İstanbul, 1938, s. 33—
52)
Türk
ve Moğol
Sülâlelerinde
Hanedan Azasının
İdamında Kan
Dökme Memnuiyeti
(71—79)
(Türk Hukuk Tarihi Dergisi, sayı: 1,
İstanbul, 1938, s. 1—9-, İtalyancasi: La
proibizione di versare il sangue nell'
esecuzione d'un membre della dinastia
presso i Turchi ed i Mongol, Annali del
R. instıtutio Superiare Oriantale di
Napoli, Nuova Serle, I., 1940, s. 15—23î
Proto-Bulgar Hukukuna Dâir Notlar
(80—86)

(Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c.


II, İstanbul, 1938, s. 1—6; Fran-
sızcasi: Notes sur le droit proto-bulgar, Revue
intemationale des etudes bal-
kaniques,........... c. II.)
Eski Türk Unvanlarına Ait Notlar
(87—101)
(Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. II, İstanbul, 1038, s. 17—31; Al-
mancasi: Körösi csoma Archivum, 1.4.1938, S. 327—344).
İSLÂM ve TÜRK HUKUK TARİHİNE AİT
UNVAN ve ISTILAHLAR
(103—307)
Amîd/105, Âmil/107, Arif/113, Arslan/114, Arz/135, Asâ/142, Ata/146,
Ayân/159, Azab/160, Azâd/162, Baba/164, Bâc/167, Bahâdır/173, Bay-
rak/177, Berîd/215, Btey/231, Çavuş/235, Daruga/247, Fıkıh/253, Hâce/
280, Hâcib/287, Hâdim/300, Hü'at/303. ÖNSÖZ
(Bu maddeler İslâm Ansiklopedisl'nin ait olduğu ciltlerinde, 1041—1050 yıllan Merhum babamın çok çeşitli yerlerde. çıkmış ve dağınık bir halde bulunan ilmî
arasında neşredilmiştir.) makalelerinin bir külliyat hâlinde basılması Türk Tarih Kurumu Yeniçağ Kolu'nun
VAKIF MÜESSESESİNE DÂİR 22 kasım. 1058 tarihinde yaptığı bir toplantıda karara bağlanmıştı. Bu karar
ARAŞTIRMALAR üzerine Köprülü, bu külliyatta yer alacak makalelerini, mevzularma göre dört
(300—120) kısımda mütalâanın yerinde olacağını, Edebiyat tarihi ile alâkalı ilmi tetkiklerini
bir araya toplayan ve sayın F. A. Tan-sel'in yardımıyla vefatından az önce 1966'da
Vakıf Müessesesi ve Vakıf Vesikalarının v yayımlanmış olan, Edebiyat Araştırmalarında belirtmişti. O, aynı önsözde dört
Tarihî Ehemmiyeti! ciltten birisinin de Hukuk tarihi araştırmalarına ayrılacağını açıklamıştı1. Ne yazık
ki bu ciltte yer alacak makalelerin seçimi ve bunların nasıl bir tasnife tâbi
(311—310)
tutulacağı hakkında herhangi bir hazırlıkta bulunmamıştı.
(Vakıflar Dergisi, sayı: I, İstanbul, 1038, s. 1—6; fransızcasi: L'Institution de Uzun yıllar sonra Ötüken Neşriyat A.Ş.'nin himmetiyle şimdi kalın bir kitap
Vakf et l'importence bistorique documents de Vakf, Ankara, 1938.) halinde okuyucuların istifâdesine sunduğumuz bu ciltte, hukuk tarihiyle alâkalı
makaleler kronolojik bir sıraya konulmayarak, babamın Edebiyat Araştırmalarında
Vakfa Ait Tarihî Istılahlar Meselesi tuttuğu yol takip edilmeğe çalışılmıştır. Onun, Türk hukuk tarihi ile alâkalı umûmi
(320—331) (Vakıflar mâhiyetteki araştırmaları Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, Belleten, ve
Türk Hukuk Tarihi Dergisi gibi yerlerde çıkmış olup, bu çeşit incelemeleri 2 birinci
Dergisi, sayı: I, İstanbul, 1038, s. 131—138) bölümde «Umûmî Meseleler» adı altında bir araya getirilmiştir.3
Vakfa Ait Tarihî Istılahlar: Ribât
1 Prof. Dr. Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları (TTK, Ankara, 1066), s.
(332—350) (Vakıflar XI.
Dergisi, sayı: II, istanbul, 1042, s. 267—278) 2 Köprülü'nün Türk Hukuk tarihi ile alâkalı ilk büyük araştırmasını teşkil eden
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bâzı
Vakıf Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası (İstanbul, 1031, I., s. 165-
Tarihî Tekâmülü 313)'nda yayımlanmış olup, uzun yıllar sonra tarafımızdan kitap hâlinde
f£Ş$i (351—408) (Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul, 1081, Ötüken
Neşriyat A.Ş.) neşredilen incelemesi tabiatiyle bu cilde alınmamıştır.
(Vakıflar Dergisi, sayı: II, İstanbul, 1042, s. 1—35)
3 Fuad Köprülü'nün Hayat Mecmuası (Ankara, 7 nisan 1927, sayı: 19, s. 377-
Sultan Baybars'a îsnad Edilen Bir Vakfiye 378)'nda çıkmış olup Türk Hukuk Tarihi adım taşıyan makalesi ila bunu takiben
yine aynı mecmuada neşrolunan yazıları çok umûmî mâhiyette oldukları için
(400—420) buraya alınmamıştır.
(Vakıflar Dergisi, sayı: V, İstanbul, 1962, s. 1—8)
VIII/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi

îslâm ve Türk hukuk tarihine ait «Unvan ve Istılahlar» iso eserin ikinci
bölümünü teşkil etmektedir. Buradaki makalelerin hepsî 1941-1950 yılları ÎSLÂM ve TÜRK HUKUK TARİHİNE A\T
arasında islâm Ansiklopedisinde neşrolunmuştur. Bunlardan küçük bir kısmının
hukuk tarihi ile alâkası ya hemen hiç yok veya pek azdır. Ancak vahdeti
UMÛMÎ MESELELER
bozmamak için bu mahzuruna rağmen unvan ve ıstılahlara ait makaleler bir
bütün hâlinde burada bir araya toplanmıştır.
Bu makaleler külliyatının üçüncü kısmını ise, merhum babamın Vakıf
müessesesi hakkında Vakıflar Dergisi'ne yazmış olduğu makaleler meydana
getirmektedir. Bu kısımdaki araştırmalar arasında bulunan Ribat makalesine bu
ciltte yer verip vermemek hususunda epeyce tereddütlerim olmuşsa da
bütünlüğe halel getirmemek için hu inceleme de kitaba alınmıştır.
Bu külliyattaki son makalede iee, sahte vakfiyelerin tarih ilminin kullandığı
metodlarla nasıl açıkça anlaşılabileceğinin müşahhas bir misâli gözler önüne
serilmektedir.
Köprülü, diğer kitap ve makalelerinde olduğu gibi, burada yer alan
incelemelerinde de genç araştırıcılara hangi mevzular hakkında ve hangi
esaslara riayet ederek çalışmaları gerektiğini gayet açık bir şekilde gös-
termektedir. Onun üzerinde uğraştığını söylediği birçok,, konu 4 ise yetişecek
gençler tarafından yeniden ele alınacakları zamanı beklemektedir. Ancak
üzülerek belirtmek isteriz ki, bugün sayılarının 27'yi bulması iftihar vesilesi olan
üniversitelerimizden sâdece Ankara Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesinde Türk
Hukuk Tarihi, okutulmakta ise de, bunun daha çok şekli olduğunu kolayca
söyleyebilirle.' istanbul Üniversitesi ise, 1926'da ihdas edilen ve bir müddet
sonra da kaldırılan Türk Hukuk Tarihi kürsüsünü mazisinde bırakmıştır.
Köprülü'nün Fıkıh makalesinin sonundaki «Türkiye'de kanunşinaslar değil,
fakat hakiki hukuk âlimleri yetiştiği ve şimdiye kadar tamamiyle ihmal edilmiş
bulunan Türk hukuk tarihinin tesisi yolunda ciddî gayretler sarfedildiği takdirde
Ifıkıhl memleketimizde de çok zengin bir tetkik sahası olarak tekrar lâyık
olduğu ehemmiyet ve kıymeti kazanacaktır» şeklindeki temennisi ne yazık ki
bugün de bütün tazeliğini köoımaktadır.
Babam hayatta olsaydı bu kitaba «Türk Hukuk Tarihi» adını mı verir, yoksa
benim koyduğum ismi mi seçerdi, bunu bilemiyorum. Ancak, kitabın içindeki
makalelerin muhtevası düşünülecek olursa, bu cilde «İslâm ve Türk Hukuk
Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi» adının daha uygun düştüğü
söylenebilir.
Kitabın sonuna eklediğimiz geniş indeks hem yazar, naşir ve mütercimleri,
hem de istifâde edilen kitap, makale ve mecmuaları içine almaktadır. Bir takım
arapça ve farsça kitaplar.aynı zamanda yabancı dillerde de yayımlandığı cihetle,
bu gibi eserlerin orijinal adı yanında, yabancı dildeki yazılışlarına da indeks'te
yer verilmiştir. Ancak değişik imlânın okuyanları şaşırtmamasını ve irtibatı
sağlamak için bu hususlar gerekli atıflarla belirtilmiştir.
Dr. Orhan F. Köprülü ı Indîana
Üniversitesi Osmanlı Tarihi \:'j£; Eski
Assoc. Profesörü- ■
4 Meselâ bk. s. U, 25, 31, 57, 378, 386.
ORTAZAMAN TÜRK HUKUKÎ MÜESSESELERİ

İSLÂM AMME HUKUKUNDAN AYRI BİR TÜRK AMME


HUKUKU YOK MUDUR?

I. Mes'elenin Bugünkü Hâli


I. Oh asırdan fazla bir zaoaandanlberi, Türkler, İslâm âlemi dediğimiz
dinî ve kültürel camia (communauti) 'nın içinde, onun en mühim
unsurlarından biri olarak, bulunuyorlar. XI. asırda Büyük Selçuklu
tmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra bu âlemin siyâsî hegemonyasını
ellerinde tutan Tüfkler'in tarihi, şimdiye kadar, yalnız askerî ve siyâsî
bakımdan tetkik olunduğu için, onların bu husustaki hâkim rolleri azçok
tebarüz etmiş bulunuyor. Fakat, kültür tarihi bakımından, Türkler'in İslâm
medeniyeti'nin teşekkülündeki rollerinin mahiyeti daha anlaşılmamış
yahut, yeni yeni anlaşümıya başlamıştır. Müesseseler tarihi ve bilhassa aşıl
(mevzulunuzu teşkil eden hukukî müesseseler tarihi'ne gelince, bu hususta
ortazaman müslüman hukukçularının dar re şematik nazariyelerinden
dışarı çıkümamış, yâni, Türkler de dâhil olmak üzere bütün müslüman
kavimlerde müşterek ve —menşeini dinden aldığı cihetle— değişemez bir
İslâm hukuku telâkkisinden ileri gidilememiştir. Bu dogmatik telâkki
çerçevesinden çıkamıyanlar için, islâm hukuku dairesinde fakat ondan ayrı
bir ortazaman Türk hükuku'n-dan bahsetmeğe, Türk hukuki vicdanının
doğurduğu hukukî müesseselerin mevcudiyetini kabul etmeğe imkân
yoktur. İşte hukukçularımız arasında şu son senelere kadar hâkim olan
kanâat, bundan ibaretti
II. İslâm hukuku hakkında tetkiklerde bulunan nâdir bâzı garp hu-
kukçuları ve müsteşriklerle, İslâm ve Türk tarihi üzerfncje çalışırken siyâsî
müesseseler (yâni amme hukuku) hakkında da tetkiklerde bu-
4/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/5

lunmağa mecbur olan bâzı tarihçilerin bu husustaki kanâatleri de, netice uzun uzun izah ve tenkit etmiştik2. Burada aynı şeyleri tekrarlamayı zait
itibariyle, bundan hemen hemen farksız gibidir. Türk hukuku hakkında görüyoruz. Ancak, Türkler'in kültür tarihine ait birçok mes'eleler gibi, bu
Avrupa ilim âleminde yerleşmiş olan bu menfî telâkkiyi, meselâ en yeni bir mes'elede de garp âlimlerini yanlış ve menfî neticelere şevke-den başlıca
hukuk ansiklopedisinde Türk hukuku maddesini yazmış olan P. sebepleri kısaca izah edebiliriz:
Bisoukides'in bu hülâsasında açıkça görebiliriz: ona göre Türk milletinin
hayatından ve Türk örf ve âdetlerinden doğmuş bir Türk bu-' kuku yoktur; A,. Türkler hakkındaki menfî telâkkiler. Mâalesef birçok ilim
İslâm kadrosu içinde yaşıyan Türkler'in hususî hukuku (droit privâ), İslâm adamlarının bile — istemiyerek — esiri oldukları bu prejuge'lere göre,
hukukundan ibarettir; amme hukukuna (droit pub-üc) gelince, bu hususta Türkler hertürlü medenî teşkilâttan mahrum ve göçebe an'anelerinden
müellif üç büyük devre ayırıyor. Vm. asırdan XIX. asır ortalarına yâni kurtulamamış basit askerlerdir; idarî ve siyasî teşkilâtlarını bile başkalarından
Tanzimat'a kadar gelen ilk devirlerde, İstanbul fethine kadar, Türkler, almışlar, ve mağlûp ettikleri kavimlere mensup f erdler sayesinde bu teşkilâtı
İslâm hukukunun sünnî - hanefî mezhebi ahkâmına tâbi olmuşlardır; tatbik edebilmişlerdir (Nöldeke, Houtsma, Ram-baüd ve sairlerinin nokta-i
İstanbul'un fethiyle Türkler'in Bizans'tan birtakım amme müesseseleri nazarları). Bu noktadan hareket eden bir tarihçi veya hukukçu için, İslâm
aldıkları görülür; ve nihayet Kanunî Süleyman devrinde, hayatî zaruretler kültürü dairesinde Hususî bir Türk hukuku aramıya imkân yoktur 3. Esasen
sebebiyle, dinî hukuktan — nazarî değilse bile hiç olmazsa fi'Iî olarak— bütün bu gibi âlimler, Türkler'in daha İslâmiyet dâiresine girmeden evvel
biraz ayrılmak icap etmiş, yeni birtakım kanunlar ortaya çıkmıştır ki, bunlar, husûsî bir kültür sahibi olduklarım da, tabiatiyle hatırlarından
daha fazla, amme hukuku sâhasmdadır. Ancak bu devrede yâni Süleyman'm geçilmemişlerdir.1
te'si-satı devresindedir ki, Osmanlı TürkJeri'ne has bir hukuktan bahsedi-
lebilir.1 İşte P. Bisoukides'in, kısmen şahsî düşüncelerinin mahsûlü olmakla B. Tarihî ve sosyolojik kültürden mahrumiyet. Şimdiye kadar Türk
beraber daha ziyâde, bu mes'ele hakkındaki müşterek kanâatlerin bir ifadesi hukuku tarihiyle, doğrudan doğruya veya dolayısiyle, azçok uğraşmış olanlar,
olarak vardığı netice, bundan ibarettir. ya metinlerin filolojik tenkit ve izahından ileri geçemiyen mahdut görüşlü
filologlar, yahut, bilhassa İslâm hukuk sisteminin tet-kikiyle uğraşan
TU. Maksadımız burada bu veya şu müellifin yanlışlıklarını düzelt, hukukçulardır. Geniş manisiyle tarihî ve sosyolojik kültürden mahrum olan
mek veya teferruat mes'elelerinin tenkidine girişmek değildir. Esasen bu gibi araştırıcılar, ortazaman İslâm hukuku çerçevesinde bir Türk
burada P. Bisoukides'in makalesinden bahsetmemiz, onun ortazaman Türk hukukunun mevcut olup olmadığını aramak için nasıl hareket lâzım geldiğini
hukuku hakkındaki müşterek fikirlere tercüman olmasından dolayıdır. şüphesiz düşünemezlerdi. Sahaları itibariyle hiç olmazsa siyasî ve idarî
Yoksa, daha birçok müsteşrik, hukukçu ve tarihçilerin eserlerinde aynı müesseselerle (yâni amme hukukiyle) azçok iştigâl etmeleri icap eden
esasî fikirlere tesadüf ederiz: meselâ Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul tarihçilere gelince, bunlar tarihin daha fazla askerî ve diplomatik hadiseleriyle
fethinden sonra Bizans'ın birçok müesseselerini aynen aldığı, uzun — diğer tâbir ile institutionnel değil accidentel vakıalarla — meşgul
zamanlardanberi birçok garp — hâttâ muahhar Türk — müellifleri olduklarından, içtimaî tarih tetki-katına girişmek için icap eden hazırlıktan,
tarafından tekrar edilip durmuştur; bunun gibi, yalnız husûsî hukuk yâni bugünkü geniş manisiyle tarihi ve sosyolojik kültürden mahrumdurlar.
sahasında değil amme hukukunda da Türkler'in hiçbir hususiyet Ortazaman şark ta-rihi'ne ait tetkiklerin — meselâ ortazaman garp tarihine ait
gösternüyerek yalnız taklit ve iktibas ile iktifa ettikleri dâima iddia edilip tetkiklere nisbetle — henüz nekadar geri bir safhada bulunduğunu birkaç yıl
durmuştur. İstanbul fethinden sonra Osmanlı müesseselerine Bizans evvel
müesseselerinin te'siri iddiasını tetkik için vaktiyle neşretmiş olduğumuz
eserde, ilmî tahlillere değil, pr^juo^'lere ve evvelce edinilmiş fikirlere 2 M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'
(idies prâconçues) istinad eden bu gibi menfî kanâatlan siri Hakkında Bâzı Mülâhazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi'Mecmuası, c.
1. 1931. [ikinci baskısı, Orhan F. Köprülü'nün önsöz'üylo ve bibliyografyasına
1 Fritz Stier-Somlo und Alexander Elfter, Hadwörterbuch der Rechts- yapılan bir ilâve ile geniş bir indeks de eklenerek Ötüken Neşriyat tarafından 1981'de
wissenschaft, Band VI, Berlin 1928 e. 100 neşredilmiştir!.
3 Aynı eser, s. 177-178.
4 Aynı eser, s. 181. v!?®î§
B/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/7

çıkan bir eserimde açıkça göstenniştim8. Bu devrin birçok büyük ve dir. Şâir bütün tarihî tetkiklerde olduğu gibi hukuk tarihi tetkiklerinde de,
esaslı mes'eleleri, halledilmek şöyle dursun, henüz bir problem halinde vesikaların eksik veya mübhem bıraktığı birtakım cihetleri ikmâl etmek,
ortaya konmamıştır. Bütün bu şartlar içinde, garp tarihçi ve hukukçuları yahut, herhangi bir metnin ifâde ettiği müessesenin hakikî mâhiyetini
arasında «bir Türk hukuku mevcut olmadığı» tarzında menfî bir kanâatin anlayabilmek ancak bu sayede kabil olur. Bilhassa ortazaman Türk hukukî
ne sebeple yerleşmiş olduğu kolayca anlaşılır. müesseseleri üzerinde çalışanlar, bu husustaki vesikaların azlığı ve
mübhemliği karşısında hukuki jjsyolojinin yardımına fevkal'âde
II: Usûl Mes'elesi muhtaçtırlar. Hukukî etnografya'ya gelince, ortazaman Türk tarihinin husûsî
tekâmülü neticesi olarak, bu şubenin, Türk hukuku tarihini te'sis
IV. Ortazaman Türk hukukunu tetkik için, umumiyetle hukuk tarihi bakımından husûsî bir ehemmiyeti vardır: malûmdur ki Türkler ortazaman
tetkiklerinde ittibâ edilen usûle ve tarihi-filolojik muhtelif yardımcı esnasında büyük nisbette İslâm dinini kabul etmekle beraber, biribirlerinden
disiplinlere müracaat tabiidir. Bu çalışma için sistematik hukuk çok uzak sahalarda ve maddî ve manevî çok farklı şartlar dairesinde
bilgisi nekadar zarurî ise, muhtelif mâhiyette tarihî kaynakların sağ yaşamışlardır; hattâ bâzı uzak sahalarda, mütecerrit kalmış bâzı küçük Türk
lam bir tarzda kullanılabilmesi için, filoloji ile beraber tarihin yar şubeleri, son zamanlara kadar, eski paganizm'i ve onunla müterafık
dımcı ilimleri dediğimiz talî şubelerin bilinmesi de o kadar zarurîdir. müesseseleri, kabile an'a-nelerini muhafaza etmişlerdir. Bugüne kadar
Bilhassa ortazaman Türk tarihi gibi henüz en belli başlı kaynaklarının devam eden bu vaziyet, yâni muhtelif Türk şubeleri arasında içtimaî
mâhiyet ve kıymeti lâyıkiyle tesbit edilmemiş, büyük bir kısmı henüz tekâmülün muhtelif safhalarım temsil edenlerin mevcudiyeti Türk hukukî
yazma halinde kalmış, tenkidli basmalarına başlanmamış yâni iruditûm müesseseleri, nin tekâmülünü takip hususunda Türk etnografyasına çok
mesâisi henüz pek geri bir saha için bu zaruret büsbütün kendini gös ehemmiyet vermiştir. Bu sayede, tarihî vesikaların lâyıkile tesbit edemediği
terir. Her tarihî çalışmanın ilk adımı analylique safha için zarurî olan herhangi bir hukukî müesseseyi anlamak ve tekâmül safhalarım takip etmek
bu hazırlıklardan sonra, synthetique mesâi için de, bütün içtimaî insti- kabil olduğu gibi, hârici te'sirler mes'elelerinin tetkikinde de sıkı bir kontrol
iutiem'lar tarihini kucaklıyan geniş bir tarihî kültür'e ihtiyaç vardır: bu imkânı elde edilmiş oluyor. Demek oluyor ki Türk hukuk tarihini te'sis
arada, ortazaman'da Türkler'le maddî ve manevî sıkı münâsebetlerde için, geniş mânâda hukukî etnografya'nın yardımından başka, bilhassa Türk
bulunan muhtelif kavimlerin —geniş mânâsiyle— tarihini ve bilhassa hukukî etnografya'sının donnee'lerinden azamî nisbetle istifade imkânı
hukukî müesseseleri tarihini bilmek büyük bir ehemmiyeti hâizdir: kül vardır. Bu şartlar içinde, comparatif metod'u —"bâzı sosyologlar gibi
tür tarihinde esasi bir ehemmiyeti olan' mütekabil te'sirler mes'elesini mübhem ve şüpheli bir şekilde—, tarihçi zihniyetine uygun olarak, yâni
anlamak başka suretle kabil olamaz. muhtelif Türk şubelerinin muhtelif zaman ve mekanlardaki müesseselerini
V. Maamafih bütün bu bilgiler kuvvetli bir sosyoloji kültürüne yâni birbiriyle karşılaştırmak için, dar fakat sağlam bir şekilde kullanmak
hukukî sosyoloji'ye dayanmadıkça, dâima eksik kalmıya mahkûm imkânı da kolaylıkla tahakkuk edebilir. Aşağıdaki mâ'ruzatımızm kolay
dur. Bir taraftan tarih'e, diğer taraftan hukukî etnografya'ya daya anlaşılması içm, bu araştırmalarda ne gibi «müdîr fikirler: idies
narak, umumiyetle hukukî müesseselerin mâhiyetini ve tekâmülünü directrîces»e tebaiyet ettiğimizi böyle en kısa bir şekilde hülâsayı zarurî
izaha çalışan bu ilim şubesi, sosyolojinin şâir şubeleri gibi, henüz baş gördük.
langıç hâlinde bulunmakla beraber, şimdiye kadar elde ettiği netîceler,
hukuk tarihiyle uğraşaıuarca asla ihmâl olunamıyâcak kadar mühim-
III. Geriye Bir Bakış
5 M. Fuad Köprülü, Les Origines de l'Empire ottoman, Paris 1035, p. 31-32.
[Bu eserin yâni bir türkçe basımı, Kitap ve Köprülü hakkında O. F.Köprülü'nün VI. Türkler'in İslâm kültürü çerçevesinde kendilerine has bir amme
bir yazısı, bâzı notlara ilâveler ve İndekslerle birlikte ve Köprülü'nün «Osmanlı hukuku yaratıp yaratmadıkları mes'elesinin tetkikine girişmeden evvel, ona
İmparatorlugu'nun Etnik Menşei Mes'eleleri». «Kay Kabilesi Hakkında Yeni tekaddüm eden diğer bir mes'elenin aydınlatılması zarurîdir: Türkler
Notlar» isimli tarihi tetkikleriyle beraber «Osmanlı İmparatorluğunun Islâmiyeti kabul etmezden evvel, kendilerine has huku-
Kuruluşu» adı altında Ötüken Neşriyat tarafından 1081'de neşredilmiştir.]
8/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/9

kî müesseselere mâlik değiller miydi? Hukuk tarihini yalnız kamın lerlnin bugünkü neticeleri, bu yaşayış tarzında da yüksek bir kültür
metinlerinin şerhinden çıkarmak isteyen bâzı garp müelliflerine göre, seviyesine erişmek mümkün olduğunu meydana koymuş", hattâ, yukarı-
Türkler ancak müslüman olduktan sonra hukukî bir kültüre mâlik ortazamanı'da Avrupa'nın yerleşmiş halkının, kültür bakımından, Eura-
olmuşlardır ki, bu da İslâm hukukundan başka bir şey değildir. Biraz sia'nın göçebe kavimlerinden ne gibi iktibaslarda bulunduğunu göster-
evvel bu menfî kanâatlari ve bunu doğuran başlıca sebepleri kısaca miştir*. Bilhassa askerî teşkilât, harp âletleri ve tekniği gibi hususlar-
izah etmiştik (Paragraf: UT). En basit bir sosyoloji bilgisiyle da fâikiyetleri, kendilerine düşman kavimlerin kronikçileri tarafından
mücehhez olan bir kafa bile, iptidaî cemiyetlerin dahi kendi büryeleriyle bile îtiraf edilmiş10, bâzı göçebe Türk zümrelerinin, bu fâtih ve istilâcı
mütenâsip hukukî müesseselere mâlik olduğunu bilir. Türkler gibi eski atlı göçebelerin, dahilî teşkilât yâni idarî ve siyasî müesseseler
zamanlardanberi büyük siyasî hey'etler kurmuş bir milletin ise, yalnız bakımından da ileri bir derecede olmaları gayet tabiîdir. Biraz aşağıda,
hususî hukuk değil bilhassa amme hukuku bakımından da kendine has hukuk tarihi bakımından bunun ehemmiyetini tebarüz ettireceğiz.
müesseseler vücûda getirmiş olması gayet tabiîdir. Sosyolojik Yalnız burada müphem bir meseleyi aydınlatmak istiyorazî türlü isimler
dormâe'lere dayanan bu mantıkî istidlali, tarihî vesikalarla teyit altındaki Türk şubeleri tarafından yapılmış istilâ hareketlerini hikâye
maksadiyle — mevzuumuzun dışına çıkmamak için yalnız ortaza-man eden Avrupa kronikçileri, onların hayat tarzlarını ve kültür seviyelerini,
çerçevesine münhasır kalmak îârere — Türkler'in İslâmiyet'ten evvelki rialitĞ'ye tamâmiyle aykırı olarak, çok geri bir şekilde gös-termiye
hukukî kültürlerine ve bilhassa amme hukuklarına umûmî bir göz çalışmışlar11, hattâ bu sebeple çok defa kendi kendileriyle tenakuza
atalım: düşmüşlerdir. Aym hâli, Türklere muhasım Çin annalcilerinde aynen
vTJ. Ortazaman Türkleri'nden bahseden tarihçiler, hemen umumi- gördüğümüz gibi0, Cengiz istilâsından bahseden muasır islâm ve
yetle, Türkler'in göçebe hayatı geçirdiklerini ve ancak İslâmiyet'ten Hıristiyan kaynaklarında da müşahede etmekteyiz". Balkanlar'daki
sonra yavaş yavaş yerleşik hayat şekline geçtiklerini bir mütearife gibi maddî, manevî büyük kültürel te'sirleri ciddî Balkan âlimleri tarafın-
kabul ederler. Hâlbuki bu devirdeki bütün Türkleri göçebe telâkki
etmek tamâmiyle yanlıştır: Eftalitler, Bulgarlar, Cenubî Uygurlar gibi
Türk şubelerinin sâdentaire olduklarını bütün kaynaklar tasrih eder. 8 A. Rasovkij (Les Comans et Byzance, Bulletin de I'lnstitut archeologi-que
bulgare tome IX, 1935, p. 346-354), bunu, Komanlar'dan bahsederken çok iyi tebarüz
Hayat tarzları itibariyle ortazaman'da göçebe veya yarı göçebe Türk ettirmektedir. Asırlardanberi Karadeniz şimâlindeki geniş bozkırlardan geçen Türk
zümreleri de mevcut olmakla beraber, mmadisme'i İslâmiyetken ev- şubeleri hakkında tetkiklerde bulunan âlimler bu hakikati te'yid etmektedirler
velki Türk cemiyetleri için esaşî bir karakter gibi telâkki etmiye im- (meselâ:. Bulletin of the International Committee of Historical Sciences, nr. 35, 1936,
kân yoktur». Mâamafih, coğrafî şartlar ve iktisadî zaruretlerle sıkı sı- p. 529).
kıya alâkalı olan ve birbirinden çok farklı şekilleri bulunan nomadisme' 9 Buna ait en son ve mühim tetkiklerden Andre-G. Hudricourt'un, De Toriğine
in, içtimaî tekâmül bakımından, geri bir safha olduğunu ve göçebe de l'attelage moderne adlı mühim makalesiyle, Marc Bloch'un buna medhâl olarak
kavimlerin maddî ve manevî yüksek bir kültürden hukuk ve teşkilât- yazdığı sahifeleri zikredebiliriz. (Annales d'Histoire economi-que et sociale, vol. VIII,
tan mahrum bulunduklarım zannetmemelidir7. Tarih ve sosyoloji tetkik- nr. 42, 1936, p. 513-522).
10 Ortazaman kaynaklarının sathi bir tetkiki bile bu hükmü vermeğe kâfidir. A.
6 Eftaliflertn şehirlerde yaşadıkları, Menandre ve Procope'un eserlerinde Rasovskij'nin yukardaki makalesine bakınız.
açıkça söylenir (E. Drouin, Memoire sur les Huns Ephtalites. 1805, p. 0). Bulgar
hakkında (fbn Fadlân'ın şehâd&ti, Uygurlar İçin ise. tarihi vesikalardan başka şu 11 Yunan, Lâtin ve Rus kaynakları, birbirini taklid ederek, Hunlar, Pe-çenekler,
aon otuz kırk senedenberi yapılan kazıların neticeleri zikrolu-nabihr. Hiyung-Nu ve Komanlar hakkında hemen hemen aym şeyleri tekrar ederler. Târihî hakikate
Tu-kiie'lerin ekincilikle iştigâl ettikleri ve şehirleri olduğu, o devre ait tarihî uymayan bu' tavsiflerin, Karamzin gibi eski tarihçiler değil Vasili-evskij, Uspenskij,
kaynaklarda açıkça görülür. Marquart gibi ciddî âlimler tarafından nasıl tenkitsizce kullanıldığını, A.Rasovskij,
~M JL ÎÇÜmaî tek&mul bakımından birbirinden çok farklı göçebelik şekilleri olduğunu çok doğru Ur görüşle anlatıyor (aynı eser, s. 346-347).
unutoamahdn-. Onun ban ileri şekillerinin, ekincilikten daha yuk-taraf^n v teM 12 Bunların en sathî 'bir tetkiki, birçok tenakuz örnekleri gösterebilir.
merhalesi olduğu, şu son yıllarda birtakım âlimler tarafından kuvvetle müdafaa 13 Nesevî ve Îbnü'l-Esir'in ifadeleriyle, Kragos ve Vartan gibi Ermem
olunmaktadır.
kronikçilerinin tavsiflerim bir misal olarak gösterebiliriz.
10/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/ll

dan açıkça itiraf edilen Osmanlı İmparatorluğu'nu**, hiçbir iz bırakmadan telif sahalarda kurulmuş muhtelif Türk devletlerinde mevcudiyetini iddia
geçen bir göçebe seli gibi tasvir eden birtakım muasır tarihçileri de ettiği Çifte Hükümdar müessesesini de bununla alâkalı bulmaktadır". Onun
gördükten sonra15, mağlup kavimlere mensup ortazaman kronikçüe-rinin islâmiyet'ten evvel birçok Türk devletlerinde varlığını gösterdiği bu hukukî
Türkler hakkındaki ifâdelerini nasıl büyük bir ihtiyatla kullanmak lâzım telâkkinin devammı, daha asırlarca sonra, müslüman Türk devletlerinde de
geldiğini daha iyi anlıyabiliriz. takip etmek kabildir". Yine eski Türk-ler'deki hâkimiyet telâkkisi'yle bağlı bir
âdeti, «hükümdarı bir kilim üzerinde yukarı kaldırarak cülusunu ilân etmek»
vm. Yukan ortazaman'da Asya ve Cenub-ı Şarkî Avrupa'mn muhtelif şeklindeki merasimi, M.S. 532 de, o sırada Çin'de hükümran olan ve
sahalarında Tukiie, Uygur, Hun, Eftalit, Hazar, Avar, Bulgar v.s. gibi türlü Türklüklerinden hiç şüphe edilmiyen Toba sülâlesinde gördüğümüz gibi, V. -
isimler altında gördüğümüz Türk devletlerinin hukukî müesseseleri VII. asırlarda Cenubî Moğolistan'ın Tarbagatay mıntakasındaki Türkler'de ve
hakkında henüz hiçbir ciddî tetkik yapılmış değildir. Fakat, Şimdiye kadar
bunlardan çok sonra Cengiz Çocuklarında, Kerman Karahitayları'nda. Öz-
malûm kaynaklarda bu hususa dair parça parça tesadüf edilen dağınık ve
bekler'de ve daha sonra Kasım hanları ile Kazak - Kırgız hanları'nın cülus
kifayetsiz malûmat dahi, bunların hiç de iptidaî sayı-lamıyacak bir hukukî
merâsimi'nde görüyoruz1*. Bir rütbe veya me'muriyet ifâde eden Türk
tekâmül merhalesinde bulunduklarım göstermiye kâfidir. Bâzıları büyük
unvanlarını da, aynı suretle, birbirinden çok uzak sahalarda teşekkül etmiş
imparatorluklar halinde inkişaf eden bu siyasî uzviyetlerin amme
Türk devletlerinde asırlarca fasıla ile müşahede etmek kabildir. XI. asırda
müesseseleri, iyi tanzim edilmiş ve muntazam işler bir mâhiyette idi. Daha
müslüman Karahanhlar devleti'nde, XH. - XIII. asırlarda da Hindistan Türk
eski zamanlardanberi teşkilâtçılıkla ve devlet kuruculukla taranmış olan
Türkler'in vücûde getirdikleri bu devletlerin hukukî müesseseleri birbiriyle devletleri'nde mevcut olan yugruş unvanını, Avarlar'da da görüyoruz; demek
mukayese edilince, aralarında birçok benzeyişler, hattâ ayniyetler olduğu oluyor ki bu unvan muhtelif Türk şubeleri arasında daha Avarlar'ın Cenub-ı
derhâl görünüyor: amme hukukuna ait birtakım conception'lar ve onlarla Şarkî Avrupa'ya muhaceretlerinden evvel mevcuttu ve islâmiyet'ten sonra da
Ibağlı birtakım hukukî şekiller, sonra bir takım rütbe (dignite) veya devam etti**. Tu - kiielerde ve Uygur'lardaki bâzı protocolaire unvanlara
me'muriyet (fonction publique) isimleri, bâzan asırlarla fasıla ile, Karahanhlar, Selçuklular, Artuklular, İlhanlılar gibi muahhar sülâlelerde tesa-
birbirlerinden çok uzak sahalardaki Türk devletlerinde göze çarpıyor. düf edilmesi de amme hukuku sahasında eski an'anelerin devamına bir
Bundan asırlarca sonra birtakım müslüman Türk devletlerinin — İslâm delildir. Hukukî continuite'yi gösteren bu gibi daha birçok misâller zikretmek
hukuk kültürü çerçevesindeki — mümasil müesseselerinde de aynı hukukî kabilse de, bu küçük tetkikin dar çerçevesinden çıkmamak için onlardan
telâkkilerin ve şekillerin, aynı idarî an'anelerin, aynı unvanların yaşadığını bahsetmiyoruz. Husûsî hukuk sahasına gelince, gerçi
görüyoruz. Küçük fakat çok dikkate lâyık bir iki misâl üe bunu gözönüne
koyalım: 17 A kettös kıralysag a nomadoknal, (Göçebelerde ikiz hükümdarlık).
Budapeşt 1933. Değerli âlimin «Hükümdarlık Müessesesinin Şimalî Asya Atlı
IX. Hiyung - Nu teşkilâtında on ikisi sağ on ikisi sol olmak üzre yirmi Kavimlerinde Teşekkülüne Ait Tetkikler» adlı mühim araştırmalarının ikinci-
dört büyük me'muriyet vardı; memuriyetlerin böyle sağ ve sol diye fidye sini teşkil eden bu makaledeki bâzı mütalâaların, düşündüklerimize uygun
ayrılışını Tu-kiie'lerde gördüğümüz gibi, sonradan meselâ Oğuzlar'in olmadığını kaydedelim. Bunları «Türklerde Hâkimiyet (souverainete) Telâkki-
içtimaî teşkilâtında, Moğollar'da, Hârizmşâhlar'da, Menüûkler'-de, Ak- sinin Tekâmülü» hakkında hazırladığımız bir eserde etrafiyle İzah fırsatını
Koyunlular'da, Safevîler'de de görüyoruz18. Macar âlimi And-râs Alföldi, bulacağız. [Bu etüd neşredilmemiştirl.
Çin serhâdlerinden Cenubî Rusya bozkırlarına kadar muh- 18 Bu husustaki tafsilât o eserdedir.
19 Alföldi Andrâs, Aynı eser, p. 36 da da Toba'lardaki bu âdetten bahsedi-
14 J. İvanoff, La Question macedonienne, Paris 1020. p. 224; Revue inter- yor. Sonraki Türk devletlerinde bu âdetin devamı hakkında tafsilât, biraz
nationale des ftudes balkanimıes'de bu mes'ele hakkında ınühim yazılara tesa- evvel bahsettiğimiz eserimizdedir.
düf olunuTi bilhassa: P. Skok, Bestes de la Iangue turtpıie dans les Balkans. 20 Fazla tafsilât için şu makalemize bakınız: Eski Türk Titülature'üne
1 ere annee, p. 247-260. Ait Notlar 1 (yakında Körösi Csoma - Archivum mecmuasında almanca ola-
*IS M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine rak çıkacaktır). (Bahis konusu makalenin türkçesi b.u kitaptadır.)
Te'siri Hakkında Bâzı Mülâhazalar, s. 284. 16 Aynı eser, s. 193-194.
12/tslam ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/13

buna ait tarihi malzeme amme hukukuna ait malzeme ite mukayese gerek hususi hukuk bakımlarından mühim malûmata tesadüf olunur.
edilemiyecek kadar az olmakla beraber, Türkler'in hukukî etnografya- Bütün bu dağınık malzeme, basit bir annalist göziyle değil, yukarıda
sına ait bilgilerin yardımiyle, bu hususta da azçok vazıh neticelere kısaca izahına, çalıştığımız usûl ile (Paragraf: IV - V) tetkik edilince,
varmak kaabil olacaktır ümidindeyiz. Tflrk devletçiliğinin hukukî cephesini ve umûmî karakterlerini kavraya-
bilmek kabil olacaktır. Devlet kurmak, amme müesseseleri yaratmak
X. Ortazaman Türk devletlerinin bilhassa amme müesseseleri hak-
kında verilen bu izahattan sonra, bir sual kendiliğinden hatıra demek olduğuna göre, büyük Türk imparatorluklarının kuvvetli teşkilât
gelir: hukuk tarihinin müteârifelerindendir ki iktibaslar ve taklitler yâni sağlam hukukî müesseseler vücûde getirmiş olması pek tabiîdir.
husûsî hukuk'tan ziyâde amme hukuku'nda daha fazla göze çarpar. Yukarı - ortazaman'ın en muntazam ve sağlam teşkilâta mâlik bir impa-
Acaba Türkler, daha yukan-ortazaman'da mütekâmil bir hâlde gör- ratorluğu olan Sâsânîler'in, komşuları olan Türk imparatorluklarının idarî
düğümüz hukukî müesseselerini, dahilî hayatlarının bir tekâmülü neti- ve askerî teşkilâtı hakkında büyük bir takdir besledikleri buna bir delil
cesi olarak mı, yoksa, daha fazla, münâsebette bulundukları muhtelif olarak zikredilebilir23. Hakikaten, muayyen kaideler ve formüllere mâlik
kültür dâirelerinden iktibas ve taklit suretiyle mi vücûda getirmişler- bir chancellerie sahibi olduğunu bildiğimiz Tu - kiie imparatorlu-ğu'nun
dir? Gerçi herhangi bir iktibas ve taklit imkânı' için de muayyen bir- bu takdire lâyık olduğu çok açıktır23. Yirminci asırda Şarkî Türkistan
takım şartların vücudu lâzımdır; ve birbirleriyle temasta bulunan ka- kazılarında meydana çıkan malzeme arasındaki birtakım hukukî
vimler, kültür seviyeleri ne kadar yüksek olursa olsun, diğer sahalarda vesikalar, büyük bir kısmının hangi asırlara ait olduğu — çünkü içle-
olduğu gibi hukuk ve bilhassa amme hukuku sahasında da birbirlerin- rinde XIV. hattâ daha muahhar asırlara ait olanlar da vardır — taay-
den dâima iktibaslarda bulunmuşlardır; bu îtibar ile, ortazaman'da yün edememekte beraber, herhalde oldukça eski hukukî an'aneterin ba-
birbirlerinden çok uzak coğrafî muhitlerde, çok farkh maddî ve manevî kiyyesi gibi de telâkkî olunabilir34. KezâüTk, Proto - Bulgarlar'ın yâni
şartlar içinde tekâmül eden Türk hukukî müesseselerinin, Türkler'le Türk Bulgarlar'ın parçalar halinde intikal eden bâzı kanunları9', hukuk
münâsebette bulunan muhtelif kavhnlerin mümasil müesseseleriyle
22 El-Ikdi'l-Ferîd, c. I, s. 101-106; başka Arap kaynaklarında da bunu te'yid
karşılıklı te'sir ve aksi te'sirlerde bulunmaları pek tabiîdir. Fakat, her- eden kayıtlar vardır.
türlû idie preconçue'denuzak olan bu ümî telâkki ile, Türkler 'i «her türlü 23 Cha-po-lio Han'ın 584'de Çin imparatoruna yolladığı bir mektubun cince
hukukî kültürden mahrum, ve bütün müesseselerini hâriçten almıya tercemesi mevcuttur ki, P. Pelliot, bunun, türkçe aslından sadâkatle terceme
mecbur» addeden menfî telâkkî arasında ne bariz bir tezat vardır. edildiğini, zira yazılış; tarzında Çin usûllerine muhalif olarak târihin başta olduğunu
Türkler'de bulunan bütün mevkî ve vazife isimlerinin mutlaka başka ehemmiyetle kaydediyor ve cince transkripsiondan Han'ın türkçe unvanlarım istidlal
kavimlerden alındığını jsbat için zoraki etimoloji oyunlarına müracâat ediyor (Neuf notes sur des questions d'Asie Cent-rale, p. 209-2111. Bu mes'eleler
hakkında tafsilât, yukarda bahsettiğimiz eserdedir.
eden bâzı âlimler, sırf bu gibi prijüge'lerm kurbanı olmuşlardır*1. Şimdi 24 Bu hukuki Uygur vesikaları başlıca Radloff, Le Coq, Malov taraflarından
biz, tamâmiyle objektif olarak, mevcudiyetlerini tebarüz ettirdiğimiz neşredilmiştir. Bu hususta malûmat için: A. Caferoğlu, Uygurlarda Hukuk ve Mâliye
ortazaman Türk hukukî müesseselerinin ne dereceye kadar dahilî bir Istılahları, Türkiyat Mecmuası, c. IV. s. 1-3; bu araştırmadan başka, Heinrich
tekâmül neticesi veya bir iktibas mahsulü olduklarını ve bunların Türk- Herrfahrdt'm Das Formular der uigurischen Schuldurkunden, Zeltschrift für
ler'e komşu kavimler üzerinde bir te'sir bırakıp bırakmadıklarım verglelchende Rechtwissenschaft, Band XI. VIII. a. 93-103. Bu sonuncu müellif bu
kısaca araştıralım. vesikaları X.-XIII. asırlara ait saymakta ise de, vesikalarda 'bunu gösterecek hiçbir
kayıt yoktur. Ancak, XII. asırdan evvele irca edi-lemiyen bu vesikalarda, daha eski
XI. Yukarı - ortazaman'daki Türk devletlerinden meselâ Tu-kiie* devirlerin hukukî an'anelerinden bakiyye-ler bulunması pek tabiîdir. Bu vesikaları en
terden bahseden Çin annaUeri, bunların kendöerine mahsus Örf ve toplu olarak şu eserde bulmak kabildir: W. Radloff, Uigurische Sprachdenkmaeler,
Leningrad 1928. Bu vesikalar arasında XTV. asır ortalarına ait birini Rahmeti Arat
âdetleri ve kanunları olduğunu kaydederler. Yunan, Lâtin ve İslâm (Türk Tarih Arkeologya ve Etnografya Dergisi, 1936, sayı III, s. 101-112) daha doğru
kaynaklarında da muhtelif Türk şubelerinden ve devletlerinden olarak neşretmiştir.
bahsedilirken bunute'yid eden kayıtlara, ve gerek amme hukuku 25 Proto-Bulgar ham Kurum'un Kanunlan'ndan 5 madde, Bizanslı leksikograf
Suidas (X. veya XI. asır) vâsıtasiyle intikal etmiştir; tafsilât için bk.
21 Tafsilât İçin bu zikrettiğimiz makaleye bakınız.
14/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/15

târihi bakımından da mühim bir vesika olan Kök-Türk kitabeleri, bütün bu sonra Rusya'da ve Cenubi Şarkî Avrupa'daki mühür, te'sirlerinden ise biraz
mahdut ve nâdir bakiyyeler, yukarı-ortazaman Türkleri'nin hukukî hayâtım sonra bahsedeceğiz. Macar hukuk tarihçileri, ilk Macar krallığının
ve bilhassa amme müesseselerim anlatmıya yarayan mühim vesikalardır. teşekkülünü tetkik ederken, Macar devlet doctrine'i üzerinde Türk huku-
İşte bütün bu müesseselerin birbiriyle ve aşağı -ortazaman'daki mümasil kunun te'sirini açıkça göstermişlerdir ki28, Slav hukuku tarihçileri, aynı
Türk müesseseleriyle mukayesesi, biraz evvel bâzı misâllerle gösterdiğimiz telâkkileri Proto - Bulgarlar'da da bulmaktadırlar*9. İşte, kısaca işaret
veçhile (Paragraf: IX), bunların herhangi bir taklit ve iktibas eseri ettiğimiz bütün bu vakıalar, yukarı ortazaman'da, köklerini mâzîden alan
olmaktan ziyâde Türklere has bir hukukî hayâtın mahsûlleri olduğunu kuvvetli Türk hukukî müesseselerinin mevcudiyetini, ve bunların şâir komşu
meydana koymaktadır. ve tâbi kavimler üzerindeki te'sirini anlatmağa kâfidir sanırız. Şimdiye kadar
hemen tamâmiyle ihmâl edilmiş olan Türk hukuk târihi hakkında ciddî
XII. Bunu te'yid eden en kuvvetti bir delil olarak, Türkler'le komşu
tetkiklere başlamlırsa, bu müesseselerin mâhiyeti ve icra ettikleri te'sirin
yaşamış muhtelif kavimlerin amme hukuku üzerindeki Türk nüfuzunu
derecesi daha sarih olarak anlaşılacaktır. Ancak, daha şimdiden, bu
zikredebiliriz. Ruslar'ın, Sırplartn, Macarlar'ın siyasî ve hukukî tarihleri
sıraladığımız târihi şahadetlere ve yabancı hukuk târihleri tet'kikatından
hakkında tetkikatta bulunan âlimler, bunu açıkça göstermişlerdir. Savlar
çıkan, neticelere dayanarak kat'iyyetle söy-liyebiliriz ki, Türkler, islâmiyet
üzerindeki Türk te'siri hakkında Peisfcer'in nazariyesini çok müfrit bulanlar
dairesine girdikleri zaman, eski ve kuvvetli bir hukukî kültüre mâliktirler.
bile, meselâ Slav hukukunun mâruf tarihçisi Karel Kadlec gibi, Avarlar'dan
Ibaşlıyarak Bulgarlar'ın, Hazarlar'ın, Peçenek ve Komanlar'ın Slavlar
üzerindeki kültürel ve hukukî te'sirlerini kabul ediyorlar56- Prof. Iorga IV. Müslüman Türk Devletlerinde Amme Hukuku
Balkanlar'da iki asır hükümran olan (VI. - VTJI.) Avarlar'm
tâbiyetlerindeki kavimler ve bilhassa Slavlar üzerindeki nüfuzundan Xin. Daha yukarı - ortazaman'da kuvvetli amme müesseselerine mâlik
bahsettiği gibi27 bu devri en' iyi bilenlerden M. Alföldi de Avar olduklarını gördüğümüz Türkler, Islâmiyeti kabulden sonra müs-lüman
müesseselerinin te'sirini tesfoit etmektedir28. Proto - Bulgarlar'daki bütün hukuku esasları üzerinde muhtelif devletler kurdular. Acaba bunların amme
Türkler'le müşterek birtakım müesseselerin, Balkan Slavları üzerinde mü- müesseseleri, umumiyetle iddia edildiği gibi, münhasıran islâm amme
essir olduğu malûmdur. Türk amme müesseselerinin Cengiz istilâsından hukuku esasları üzerine imi dayanmaktadır? Diğer bir ifâde ile, bu Türk
devletleri, kendilerinden evvelki veya muasırları olan İslâm devletlerinin
Karel Kadlec, İntroduction â l'etude comparative de l'histoire du droit public mümasil müesseselerini sâdece taklit ile mi iktifa etmişlerdir? Bu suâlin
des peuples slaves, Paris 1033, p. 75. cevabını verebilmek için iptida İslâm hukukî müesseselerinin ve bilhassa
36 Aynı eser, p. 20-21. Çek alimi J. Peisker'in meşhur nazariyesine göre, İslâm amme hukukunun mâhiyet ve inkişâfına târihî bakımdan sür'atli bir
eski Slavlar devlet kurmak kabiliyetinden mahrumdular. Onlar iptida Türk- göz atmak zarurîdir.
Tatar esareti altında kalmışlardır. K. Kadlec, Slavlar'm henüz birbirlerinden
ayrılmamış oldukları en eski devirler için Türk te'sirini kabul etmemekle bera-
ber, ayrıldıktan sonra, bu te'siri kabul ediyor; ve en başta Avar nüfuzunu zikre- 28 Joseph Deer, I'Ancienne- Royautö hongroise, P. Nouvelle Revue de
diyor. Vareg-Ruslar'daki Kogan unvanının Hazarlar'daki Kagan-Hakan'dan Hongrie, Juillet 1834, p. 138-146. Bu mühim makale, müellifin 1934'de Sze-
alındığını, Peisker ve şâir slavistlerle beraber W. Barthold de kabul etmek- ged'de neşrettiği Heidnisches und Christliche in der altungarischen Monarchie
tedir (Orta Asya Türk Târihi Hakkında Dersler, 1827, s. 55). Ekser slavistlerce eserinin güzel bir hülasasıdır. O, mukayese metodu ile ilk Macar krallığının
kabul edilen bu gibi misâlleri daha çoğaltmak kabildir. esasında, Türk kültürü dairesindeki bütün kavimlerde müşterek olan otorite
27 N. Iorga, le Caractere conunun des institutions du Sud - Est de I' Euro- prensibi'ni meydana çıkarmıştır (ayrıca bakiniz: Revue historique, tome
pe, Paris 1929, p. 63-69. Slavlar'daÜ Bolyar=Boyra, Ban, Zupan unvanları da CLXXVIII. nr. 363, 1836, p. 51-52), Bu hususta tafsilât, yukarıda bahsedilen
Avarlar'dan gelmedir, fakat Boyar'ın Bolad'dan geldiği hakkında Iorga tara- eserimizdedh*.
fından büyük bir kat'iyetle ileri sürülen iddianın ne tarihi ne de filolojik biç 30 Proto-Bulgarlar'da memleketin hanedan âzası arasında taksim edil-
Ur ması yoktur. mediğini kaydeden K. Kadlec, aksi takdirde bunun bütün Türk şubelerinde
28 Bulletin of the International Committee of historical Sciences, nr. 32. müşterek bir kaide olan «Hükümdarlık kuvvetinin temerküz ettirilmesi»
1836 p. 384. Attöldi'ye göre Avarlar'm siyasi müesseselerinin İnkişafı,' Slavlar (Concentration) usulüne mugayir olacağım söyler (Aynı eser, s. 641.
içîa büyük bir ehemmiyeti hâiz olmuştur.
16/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/17

Fıfcth denilen İslâm hukuku sistemi, menşeini dinden almakla beraber, te'sir dereceleri yavaş yavaş daha iyi anlaşılmakla beraber, tetkiki îcap eden
İslâmiyet'i» yayıldığı ve yerleştiği yeni sahalardaki mahallî hukuk mes'eleler daha çoktur. Amme hukuku sahasında ise bu tet-kikat henüz pek
an'anelerinin de te'airleri altında muhitin,içtimaî-iktisadî zaruretlerine tetâbuk iptidaî bir mâhiyette bulunuyor. C. H. Becker'in bâzı parlak tecrübelerinden
ederek teşekkül etmiştir. Emevîler zamanında başhyan bu nazarî Ortodoks sonra33, son zamanlarda A. Mez'in Abbâsîler'in ilk asırlarına, G. Demombynes
sistematizasyon, bilhassa Abbasîler zamanında, onların sünnî mezhebini ve Livi - Provençal'in Endülüs ve Şimalî Afrika îslâm devletleriyle Memlûkler
kuvvetlendirmeyi istihdaf eden siyasî gayelerle yaptıkları teşvikler ve onu împaratorluğu'nun amme müesseselerine ait neşrettikleri monografiler34
nazarî sahadan adlî tatbikat sahasına geçirmeleri sayesinde, tamamlandı. ehemmiyetle zikre lâyık olmakla beraber, müesseseler târihine ait bu cins
Âmme hukuku sahasında da, fi'lî vaziyeti dinî esaslara bağlamak gayretiyle, sağlam travaylar henüz pek azdır35. Maamafih bu mahdut tetkiklerden
ilk nazar' construction'lar yine bu zaman, da vücûda getirildi. Muahhar çıkarılabilecek neticelerden de haberi olmıyan, ve târihî realiteyi gösteren târihî
compilateur'lerin tarihî realiteye hiç uy-mıyan sırf nazarî ve sistomatik kaynaklara değil, sâdece ideal konstrüksiyonlar ifâde eden hukuki metinlere
eserlerinden alınarak Osmanlı İmpa-ratorluğu'nun son gününe kadar dayanan bâzı müellifler, îslâm hukuku'nun, Atlas kıyılarından Çin hudutlarına
memleketimizde hukuk tedrisatının mukaddes esasım teşkil eden Fıkıh'm31 kadar, bütün müslüman memleketlerinde hâkim ve değişmez bir sistem
târihî teşekkülü, Ondokuzuncu asır sonunda bilhassa Schnouck - Hurgaronje olduğunu iddia etmektedirler. Bu dar telâkkiye göre, muhtelif îslâm
ve Goldziher gibi iki büyük islâmiyatçı tarafından hiç olmazsa umûmî devletlerinin amme müesseseleri, aynı esaslar üzerine kurutmuş olmak icap
hatlariyle izah olunmuştur31. Onları takip eden diğer âlimlerin mesâisi eder; çünkü bunların ligislation faaliyeti îslâmî prensiplerle sıkı sıkıya tahdit
sayesinde bu târihî inkişâfın mâhiyeti ve bunda müessir olan yabancı hukuk edilmiştir; gerçi Hanefî mezhebindeki istihsân (approbation ve Mâliki
sistemlerinin mezhebindeki istislâh prensipleri, devletin legislatif otoritesine nazarî olarak da
azçok bir serbesti temîn eder; ve devlet bu prensipe dayanarak, amme menfaati
31 Cumhuriyet devrinden evvel, hukuk fakültelerimizle mülkiye mekte.
binde' bu fıkıh tedrisatı (Usûl-i Fıkh, Mecelle, Vesâyâ ve Fârâiz, Ahkâm-ı bahis mevzuu olduğu zaman fakîhlerin fcıyâs (analogie methodique)ine muhalif
Arazi ve Evkaf Dersleri) tamâmiyle ortazaman zihniyetiyle, dogmatik ye harekette bulunabilir; fakat dinî mâhiyette yâni tekemmül edemez
teolojik bir şekilde yapılmış, muahhar sünnî-hanefî kompilatörlerin şematik (imperfeetible) bir ligislation için bu serbestinin ne kadar mahdut olacağı
kadrolarından kurtularak daha eski hukuki ve târihi kaynaklara kadar çıkmak meydandadır. İşte, ekser hukukçularda hâkim olan bu formaliste telâkkiye göre,
hatıra gelmemiş, İslâm hukukunun da —şâir bu gibi sistemler gibi— târihi bir îslâm amme müesseseleri bütün, müslüman
teşekkül olduğu düşünülmemiş, garp'tabun* ait yapılan tetkikler, o devrin en
meşhur ve modernist hukuk üstadı sayılanlar arasında bile tamâmiyle meçhul
kalmıştır. Sawa Paşa'nın Etüde sur İs th6orie du droit musulmans, (II vol., 33 Onun iki ciltte toplanan muhtelif yazılarına bakınız.
Paris 1891 - 98) adlı eseri, bu dogmatik, ortodoks zihniyetin bir mahsûlüdür ki, 34 G. Demombynes, La Syrie & l'6poque des mameıouks, Paris 1923; Ma-
Goldziher ve Schnouck-Hurgronje'nin haklı tenkitlerine uğramıştır. Tahsilleri sâlik el Absâr fi Mamâlik el Amsâr I. I'Afriqu3, moins TEgypte, Paris 1927.
itibariyle garp hukuk telâkkîleriyle istinas etmeleri icap eden daha sonraki LeVi - Provençal, I'Espagne musulmane au X eme siecle, institution et vie so-
hukukçularımızın eserlerinde İslâm hukukuna dâir ara sıra verilen malûmatın ciale, Paris, 1932.
ve ileri sürülen fikirlerin, eski teolojik medrese telâkkilerinden dışarı 35 Muhammed Nâzım'm The life and times of Sultan Mahmud of Gazna
çıkamaması, anlaşılamaz bir garibedir M, muahhar Osmanlı hukukçuluğunun adlı eseri, Mahmud devri teşkilâtı hakkında oldukça sağlam, malûmat verebilir.
iflâsına bundan açık bir misal olamaz. İşte, memleketimizde bir «milli hukuk lshwari Prasad'ın A History of the Qaraunah Turks in İndia, (1936) sm-da da bu
mesleği» teessüs edememesinin başlıca âmillerinden biri de budur. devir amme- hukukunu alâkadar eden kısımlar bulunur. Agha Mah-di Husain'in
32 Bu hususta umûmî malûmat ve bibliyografya için Encyclopedie de Le Gouvernement du Sultanat de Dehli, (Paris 1936) adlı kitabı çok sathîdir.
I'tslâm'da Goldziher tarafından yazılan Fıkh maddesine (bu kitabın ikinci Kimi azçok kıymetli ve büyük bir kısmı kıymetsiz olmak üzre böyle birçok eser
bölümüne) bakınız. Bu âlim ve ondan evvel Schnouck-Hurgronje, İslâm huku- zikrolunabilir. Bu mevzulara ait ve daha fazla hukukî mâhiyetteki —Avrupa
ku kaynaklarını eski ve sağlam vesikalara istinad ettirdikleri halde, Sawa hukuk fakültelerinde yapılmış— bâzı doktora tezleri, her bakımdan çok sathîdir.
Paşa, XI.-XV. asırlarda tesbit edilmiş ananelere tâbi olmuştur. E. Lambert, Meselâ M. Chaygan'ın, Essai sur l'histoire du droit public musulman, (Parts
Roma hukuku tarihinin kaynaklan hakkında bunlarla mukayese edilecek ma- 1984) adlı tezi, bu husustaki en mühim tetkikler bile biç bilinmeksizin
hiyette araştırmalar mevcut olmadığım iddia etmektedir. (La Fonotion du yazılmıştır.
droit civil compare, Paris 1903, p. 393-396).

1
18/îslam v» Türk Hukuk Tarihi Umumi Meseleler/19

devletlerinde, aynı nıenşe'den çıkmış yâni birbirinden farksız — yahut pek az telif etmeyi biç düşünmemişlerdir; ■ ve fikih, onların devrinde asla bir müsbet
farklı— olmak îcab eder ki, bu takdirde müslüman Türk devletlerinin amme hukuk (droit positiv) kıymetini alamıyarak daha fazla teolo-jik bir spekülasyon
hukukundaki hususiyetleri aramak mânâsız olur. Yukarıda söylediğimiz mâhiyetinde kalmıştır. Açıktan açığa teokratik bir ruh ile mücehhez olan
veçhile (paragraf II) Bisoukides'm istanbul fethine ve Kanunî Süleyman Abbasî devrindedir ki bu nazari hukuk, yavaş yavaş genişliyerek ve muhitin
zamanına kadar Osmanlı amme hukukunda hiç yenilik olmadığını iddia şartlarına tetâbuk ederek, resmen «hukukî hayat kaidesi» olarak tanınmıştır.
etmesi, işte böyle bir lojik istidlal mahsûlüdür. Fakat bu devrede bile, sistematik fıkıh kitaplarında gördüğümüz bütün ahkâmın
fî'len tatbik olunduğu zannına düşmemelidir. İçtimaî ve iktisadî zaruretler, iki
XIV. Târihî zihniyetin asla kabul edemiyeceği bu formalist telâkki, İslâm türlü jurtdiction'ım teşekkülünü îcap etmişti: İslâm hukukunu tatbiki ile
hukukunun tarihî teşekkülü hakkında —- hattâ şimdiye kadar — elde edilmiş mükellef ve devletçe mansup kadıların şer'î kaza (jüridic-tion eclesiastique ou
neticelerle de hiç bir suretle te'lif edilemez. İslâm hu. kuku târihi hakkında religieuse)'sından başka, yine devletçe mansup selâhiyettar memurların örfî
yukarıda zikrettiğimiz âlimlerin mesâisi sayesinde biliyoruz ki, menşeini kaza (juridiction laique)sı vardı ki, devletin yüksek otoritesinden çıkıyordu37.
Kitap ve'Sünnet'ten — yâni iptidaî Arap örfiyle Hz. Muhammed'in kanun Ortazaman müslüman devletlerinde biri cismânî diğeri ruhanî mâhiyette olan
koyucu şahsiyetinden — almakla beraber, bu hukuk, muhtelif yabancı hukuk bu juridiction'ların selâhiyet sahaları, birbiriyle münâsebetleri, bunları tatbika
sistemlerinden müteessir ol-muş.ve bilhassa Jurisprudence'm yaratıcı faaliyeti memur teşkilâtların mâhiyetleri, muhtelif zaman ve mekânlarda türlü türlü
— İslâm hukukundaki tabiriyle içtihâd — sayesinde, o devirlerin iktisadî ve şekiller almıştır ki, burada, müstakil bir tetkik mevzuu olan bu mes'eleden
içtimaî zaruretlerini karşılayan geniş bir sistem hâlini almıştır. Bu sistemi bahsetmiye imkân ve lüzum yoktur. İslâm memleketlerinde XIX. asırda —
vücûde getiren unsurlar içinde Kitap ve Sünnet'in hissesi Van Kremer'in çok birbirinden farklı âmiller le'siriyle— Avrupa hukuku te'siri başlamadan evvel
zaman evvel söylediği veçhile, ancak yüzde birdir. Buna rağmen nazarî sistem de bu iki cins kazâ'nın birbirinin yanında devam ettiğini görürüz8*.
olarak, Fıkıh, dinî mâhiyetini asla kaybetmemiştir. Tatbikata gelince,
XV. Makûs fikirlere rağmen, İslâm devletlerinin daha ilk asırlar-danberi
Schnouck - Hurgronje ve Goldziher târihî delillerle gösterdiler ki İslâm' m ilk
oldukça geniş bir legislation faaliyeti gösterdikleri, yukarıki izahattan
patriyarkal devri istisna edilecek olursa, bu nazarî ve ideal sistem hiçbir'zaman
anlaşılıyor. Hârici tesirlere daha çok mâruz olan ve devlet irâdesinin daha çok
tam olarak tatbik edilememiş, Emevî ve Abbasî hükümdarları birçok defalar
istimalini îcap ettiren amme hukuku sahasında ise bu faaliyetin daha kuvvetli
devletçe görülen zaruret karşısında Peygam-ber'in vaz'ettiği ahkâma mugayir
olması pek tabiîdir. Küçük İslâm cemaati (communaute) Emevî sülâlesinin
hükümler isdârına mecbur kalmışlardır. Biz bunu te'yid için, daha patriyarkal
idaresi altında geniş bir imparatorluk şeklinde inkişaf ettikten sonra, bedevi
devirde büe, içtimaî veya siyasî zaruretler hâsıl olduğu zaman meselâ Ömer
an'anelerinin imparatorluk müesseselerini kuracak bir hukukî kifayet
gibi bir devlet reisinin bile — amme hukukuna ait mes'elelerde — buna
gösteremıyeceği muhakkaktı. Sukutuna kadar tribal mâhiyetini muhafaza eden
mümasil hareketlerde bulunduğunu ilâve edelim36. Emevî hükümdarları, II.
bu devlet, merkezî idaresini, Suriye'deki Bizans hukukî an'anelerine göre
Ömer' in kısa zamanı istisna edilecek olursa,' hareketlerini dîn ahkâmiyle
tanzim etmiş, daha doğrusu, eski idare makinesini aynen alıp kullanmıştı.
Mısır, Mezopotamya, İran gibi eski bir kültüre mâlik sahalarda da, İslâm
36 Müesseselerin mukayeseli târihi sahasında XIX. asrın en tanınmış fütûhatm-
Mimlerinden sayılan Joseph Kohler ile Schnouck - Hurgronje ve Goldziher
arasında İslâm hukuk sisteminin tekâmül prosesü hakkında cereyan eden
münâkaşalarda, bu son iki âlim bu hususiyetleri tebarüz ettirmişlerdi (Gold- 37 E. Lambert, Aynı eser, s. 387. -Goldziher'in Encycl. de I'tslam'dakl
ziher, Muhammedanisch.es Recht in Theorie und Wirklichkeit, Zeitschrift für Fıkh maddesi - A. Mez, Die Renaissance des İslâm, 1922, kadılık hakkındaki
verg. R. W. 1889 p. 405-423. Bu münâkaşalar hakkında izahat için, E. Lam- bahse bakınız.
bert'in yukarda zikredilen eserine bakınız (p. 378-380). Hakikaten H. Lam- 38 E. Lambert, Aynı eser, p. 357-358. -Seyyed Taghı Nasr, Essal sûr
mens'in de söylediği gibi. Man, mevzuu ideal bir hukuk olan speculatif bir I'histoire du droit persan, Paris 1933, p. 227. - Joseph Karst, Code georgien du
ilim, tamâmiyle skolastik bir Çonstruction haline gelmiştir ülslâm, croyances Rol Vokhtang VI, Strasbourg 1934, p. 49.
et institutions, Paris 1926, p. 103).
20/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/21

dan evvelki müesseseler devam ediyordu. Meselâ vergiler, mahallî idare îbn Haldun gibi nafiz görüşlü bâzı mütefekkirler, daha asırlarca evvel, bütün bu
teşkilâtı, fetihten evvelki gibi idi39, islâm orduları, husûsî karargâhlarında, gibi gayretlere rağmen, bir takım Abbasî müesseselerinin, hukuk
dahilî.ve haricî emniyeti muhafaza ediyor, ve merkezî idare mümessili, nazariyecilerinin göstermek istedikleri gibi dinî menşe'den değil, yabancı
vergileri Şam'a göndermekle iktifa eyliyordu. Ancak Abbasî kültürler'den geldiğini görmüşlerdi0. Maamafih, menşei ne olursa olsun, bu
imparatorluğu'nun kuruluşundan sonradır ki, ı Sâsânî an'anelerinin de büyük büyük imparatorluğun amme müesseseleri mühim bir inkişaf göstermiş ve
te'siri altında, îslâm amme müesseselerinin sağlam bir tarzda teşekküle ondan ayrılan parçalar üzerinde kurulan muhtelif devletler için de bir iptidaî
başladığım görüyoruz. Merkezî idare ve vilâyetler teşkilâtı, askerî teşkilât, adlî kadro vazifesi görmüştür. Bundan dolayı, ortazaman müslüman Türk
teşkîlât, mâlî teşkilât vücûde getiriliyor.; amme hizmetlerinin vazife ve devletlerinin amme müesseselerini' tetkik ederken, Abbasîlerin mümasil
salâhiyetleri tesbit olunuyor; hulâsa idare makinesi muntazam bir tarzda müesseselerini dâima göz önünde bulundurmak, aradaki benzeyiş ve ayrılışları
kuruluyor. Bağdad sarayı, Sâsânî ve Bizans sarayları örnek tutularak, bütün tebarüz ettirmek için, bjr zarurettir. Yalnız, bu tetkiki yaparken, Abbasî mü-
debdebe ve ihtişâmiyle, en ince noktalara kadar düşünülmüş teşrifat esseselerinin târihî teşekkülünü ve işleyiş tarzım, târihî usûl ile, reali-te'de
kaideleriyle, hukukî, senbolleriyle teessüs ediyor. îslâm dinî hukukunun — olduğu gibi tesbit etmek ve hukukî menbâların ideâl ve nazarî
tabiî sünnî şeklinin — siste-matizasyoniyle hemzamân olan bu lejislasyon konstruksiyon'larına aldanmamak lâzımgeldiğini asla unutmamalıdır.
faaliyeti, Abbasî hükümdarlarım, onlara meşrûiyyet verdirmek — amme
XVI. îslâm hukuku ve bilhassa amme müesseseleri hakkındaki bu umûmî
müesseselerini hiç olmazsa nazarî olarak dinî hukuk ile te'lif etmek — için
mülâhazalardan sonra, müslüman Türk devletlerinin şer'î hukuk haricindeki
hukukçuları teş-vîka sevkediyor: Ebû Yûsuf, Hârûnü'r-Reşîd'ta, El-Hassâf ise
legislatif faaliyetleri ve bilhassa, siyasî ve idarî müesselerini kurarken
El-Meh-dî'nin emriyle amme hukukuna dâir eserlerini yazıyorlar: ve bu cins
Müslümanlıktan evvelki hukukî an'anelerden ne dereceye kadar müteessir
eserler yavaş yavaş çoğalıyor. Abbasî hükümdarlarının bu gayretini tabiî
olduklarını en umûmî hatlariyle araştarabi-liriz. Abbâsîler'in ilk devirlerinde
görmek îcap eder: çünkü onlar kendilerini yalnız bir imparatorluğun
imparatorluğun en yüksek mevkilerine yükselen bâzı Türk şeflerinin ve daha
cismânî hükümdarı değil, islâm ümmetinin (Eglise) ruhanî reisi, yâni bir
sonra Türk emîrü'l-ümerâ'larımn, şer'î hukuktan ziyâde devletin hâkim
souverainpontife addetmektedirler ki, asıl îslâm zihniyetine yabancı olan çifte
otoritesinden doğan lâik hukuk'a kıymet verdiklerini gösteren bâzı deliller
hâkimiyet mefhumunun Bizans ve îran müesseselerinden şuursuz bir şekilde
vardır: Mısır'da Tolunlular sülâlesinin müessisi olan Ahmed b. Tolun
alındığını G. Demombynes haklı olarak söylemektedir40. Muahharen
zamanında, cismanî mahkemeler, ikame edilen dâvaları o kadar âdilâne
Mdverdî'nin El - Ahkâmı's - Sultânvyye adh meşhur eserinde sistemaüze
hallederdi ki, kadı'ya hiç kimse müracaat etmezdi; bu suretle Mısır'a yedi sene
edilmiş olan îslâm amme hukuku da, o şematik şekli altında, tamâmiyle nazarî
kadı tâyin olunmamıştı4'. Bunu, Türk devlet adamlarının psikolojik bir
ve ideal bir construction'dm başka bir şey değildir; ve târihî realite ile alâkası
hususiyeti addedebiliriz. Bu îtibar ile manâlı olmakla beraber ferdî mâhiyette
da, zamanındaki fi'lî vaziyeti şer'î esaslarla te'life çalışmasına rağmen, çok
kalan bu hâdiseleri bir tarafa bırakarak, îslâm imparatorluğu'nun şark saha-
azdır". Nitekim
larında kurulan devletlerin müesseselerindeki Türk te'sirlerini en umûmî bir
şekilde ve hiç tafsilâta girmeksizin gözden geçirelim.
39 Corci Zeydân'ın Medeniyyet-i Islâmiyye Târihfne bakınız.
40 Gaudefroy-Demombynes, Les Institutions musulmanes, Paris 1921, t». verdl'nin bu nazarî ve ideal sistemiyle anlamağa ve izaha çalışmak, târihi
168. zihniyetle taban tabana zıd bir hareket olur. Bu devirdeki İslâm devletlerinin
41 M. 1058'de Mâverdî, İslâm Ümmetini, siyasi bakımdan da bir5 vahdet diğer devletlerle ve teb'alariyle münâsebetlerini tanzim eden müsbet hukuk
gibj telâkki ederek bu ideal devletin idare çarhlannı, faaliyet tarzını, varidat ve kaidelerini doğrudan doğruya târihi vesikalardan çıkarmak lâzımdır.
masarifinin tahsil ve sarf şekillerini izaha çalışmaktadtf. Hâlbuki o sırada Mâverdi'nin bu nazarî ve ideal sistemi, dini prensiplere dayandığı cihetle, o
islâm âlemi muhtelif devletlere ayrılmış, ve daha asırlardanbert siyası bir devir ve daha sonraki devirler legislateur'leri için sâdece mânevi bir nüfuza
vahdet olmakdan çıkmıştı. Onun yalnız siyasî hukuk ve idare hukuku değil, mâlikdi.
ceza hukuku, ve ticâret hukuku hakkındaki fikirleri de rea-Hte üe «I* tetâbuk 42 Îbn Haldûn.Mukaddime, Arabca metin, c. I, s.' 208.
etmiyordu (H. Lammens. Ilslâme, croyances et Institutions. p. ıra). xı. asirda men 43 A. Mez, Die Renaissance des Islâms, 1922, Kadılar hakkındaki kısım.
hâklm olan Î8lâm ^^ hukuk Mîu
Umûmi Meseleler/23
22/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi

Eski Türk idare an'anelerinin te'sirlerini, Sâmânîler'ûe ve bilhassa onların XVII. Eski Türk hükümet an'anelerinin te'sirini, en açık ve kuvvetli
ordu teşkilâtında görmekteyiz; lâkin bu da son hükümdarlar zamanında yâni şekilde, Kardhanhlar devletinin amme müesseselerinde görmek kabildir, tik
orduda Türk unsurunun ehemmiyeti arttıktan sonra olmuştur**. îslâm kuruluş safhaları hakkında târihî kaynakların hiçbir sarih malûmat
fütuhatından evvel asırlarca Kök-Türk hâkimiyeti altında kalan Mâverânü'a- vermedikleri bu devlet, doğrudan doğruya Kök-Türk ve Uygur siyâsî ve idarî
Nehr'de, onların idâri an'anelerinden birtakım bakiyyeler kalması tabiî an'anelerini devam ettiren bir teşekküldür ki, muahha-ren hükümdarın ve
olmakla beraber, Sâmânî teşküâtında bu izlere pek tesadüf olunmuyor. tebeasmın İslâm dinini kabul etmeleri üzerine, yavaş yavaş amme
Sâmânîler'in kısmen Tâbiri ve Saffârîler vâsı-tasiyle ve kısmen de doğrudan müesseselerim de İslâm prensiplerine uydurmaya ve ve bir İslâmî devlet
doğruya Abbasî teşkilâtını iktibas ve taklit etmeleri bu hususta müessir mâhiyetini almaya çalışmıştır. Karahanhlar devletinin amme müesseselerine
olmuştur. Gazneliler'e gelince, iptida Sâmânîler'e tâbi bir devlet olarak aît elimizde bulunan vesikalar, ancak XI. asrın son yarışma yâni bu devletin
kurulmakla beraber, vaktiyle asırlarca Eftalit împaratorluğu'nun hâkimiyeti Mâverâü'n-Nehr'i zaptettikten ve en şarkî sahalarına kadar kuvvetli bir İslâm
altında kalmış kesîf Türk un-surlariyle meskûn sahaları da kendisine ilhak te'siri altında kaldıktan sonraki devresine aittir*7. Fakat buna rağmen, amme
suretiyle inkişâf eden bu İmparatorluk'ta, Türk hükümet an'anelerinin hukukuna ait birtakım esasî prensiplerde, saray teşkilâtı'nda, orduda ve
te'sirlerini daha kuvvetli olarak görmek mümkündür. Gerçi, mutaassıp bir idâre'de, vergilerde ve me'muriyet isimlerin'de, adlî mekanizma'da, bazı
Sünnîlik siyâseti takip eden ve Bağdad sarayı ile çok samimî hukukî semboller'de, hülâsa hukukî hayâtın bütün tezahürlerinde Kök-Türk
münâsebetlerde bulunan bu devlet, amme müesseselerini Abbasî - Sâmânî ve Uygur devletlerinden kalmış hukukî müesseseler'in — kısmen muahhar
modeline göre, tanzim etmekle beraber, ordu teşkilâtında, rütbe ve devirlerinde İslâm dini te'siri altında bâzı tahavvüllere uğramakla beraber —
me'muriyet adlarında, bilhassa Türk kabîleleriyle olan hukukî devam edip gittiğini görüyoruz48. Dinî juridiction
münâsebetlerinde, Kök-Türk ve Eftalit hukukî an'anelerinden de müteessir
olmuştur. O devre ait Arap ve Fars diliyle yazılmış menbâlarda, ekseriyetle tikleri Sultan Mahmud, şüphesiz büyük bir devlet adamı ve bir legislateur idi;
arapça ve farsçaya mütercem şekiller altında büe, eski Türk Titulature'ünün vergi vaz'ı ve tahsili hususunda tamâmiyle örfî hareket ettiği gibi, devlet
bakiyyelerini görmek kabildir; bu menbâların, şimdiye kadar hiç otoritesini asla- dini kaidelerle tahdid ettirmiyor, dini, sâdece, emperyalist
düşünülmemiş olan bil bakımdan sıkı bir tetkiki, bu hususda, tam siyâsetine bir vâsıta olarak kullanıyordu. Gazneli târihinde buna ait bir çok
misâller vardır. Devletin resmî kronikcileri olmakla beraber Utbî ve Beyhakî
olmamakla beraber az çok müspet neticeler verebilir*5. Gazneli bu gibi.şeyleri yazmakta bar mahzur görmemişlerdir.
hükümdarlarının, İslâmî siyâsetlerine rağmen, devlet otoritesini ve 47 Bu devre âtiyen en mühim iki menba, Kutadgu Bilig ile Dîvânü-
lâgistlatif 'kuvvetlerini dâima kullandıkları, mâlî siyâsetlerinde fikh'm Lûgâti't-Türk'dür ki, her ikisi de XI. asrın ikinci yarısında yazılmıştır; ve her
tahdidi hükümlerine hiç aldır-mıyarak örfî tekâlif koydukları, kadıların ikisinde de kuvvetli İslâm te'siri göze çarpar. Sâdece bir malzeme kitabı olan
dinî juridiction'u hâricinde devlet organlarının örfî juridtction'larının birinci eser için bu bir kusur teşkil etmez; fakat, sırf ideolojik bir eser olan
mevcudiyeti, Türk kabileleri arasında şer'î değil örfî hukukun hâkim Kutadgu Bilig'i o devrin —ve hattâ İslâm'dan evvelki devirlerin— hukukî
telâkkilerini gösteren bir kaynak gibi mütalâa edenler tamâmiyle
olduğu, hülâsa, nazarî îslâm hukukunun hiç bir suretle tecviz edemiyeceği yanılmaktadırlar. Bir İbn Sina şakirdi tarafından Aristo felsefesine göre
birçok şeylerin Gazneli İmparatorluğumda kuvretle yaşadığı muhakkaktır*". yazılmış olan bu eserde Türklere has ahlâki ve hukuki telâkkiler çok azdır:
orada kadın hakkındaki telâkkinin asıl Türk telâkkisine ne kadar zıd oldu-
44 M. Fuad Köprülü, Türkiye Târihi, 1922, s. 86. ğunu vaktiyle göstermiştim. (Türk Edebiyatı Tarihi, 1928 s. 197). Bu eserden,
45 Birkaç misâl : Gaznelilere ait fârisi metinlerde bir takım me'muri- yalnız, rütbe ve memuriyet isimleri ile o devir Kâşgar Türk cemiyetinin iç-
yet isimlerinin başında geçen farsca buzurg kelimesi, Türk unvanlarında timaî tekâmül derecesini yâni muhtelif içtimaî tabakaları anlamak bakımın-
çok geçen ulug tâbirinin karşılığıdır; yine farsoa Sipebsâlâr, türkçe Sü-başı dan, büyük mikyasda istifâde olunabilir. Yoksa bu ideolojik edebî eserden o
mukabilidir- Eftalitler'deki Tigin gibi eski Türk unvanları bunlarda da var- devir Türklerine hâs hukuki telâkkiler -çıkarmağa çalışmak, eserin hakikî
dır. Bu devre âit târihî kaynaklarla edebî eserlerin sıkı bir tetkiki daha bu mâhiyetini anlamamak demektir, ve târihî zihniyete tamâmiyle mugayirdir.
gibi birçok misâller verebilir. 48 Buna ait misâller o kadar çok ve o kadar barizdir ki, burada onlardan
46 Sonraki İslâm müelliflerinin «ideal bir müslüman hükümdarı» gibi bahse lüzum görmüyoruz. Karahanhlar devri - Türk müesseseleri hakkında
gösterdikleri ve şeriate riâyatkârhğı hakkında türlü efsâneler rivayet et- hazırladığımız bir tetkikte bütün bu mes'eleler tahlili bir surette izah
edilmiştir.
24/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/25

hâricinde, devletin örfi juridiction'u bunlarda da mevcuttu. XI. asırda bu dukça açık olarak görebiliriz. Bu muğlâk, mes'eleler hakkında şimdiden kati
devletin — Tiyenşan dağlarının ötesindeki — şarkî kısımlarında bulunan hükümler kabil olmamakla beraber, Selçuklu müesseselerinin muhtelif
iktisadî - kültürel I büyük merkezlerinde tslâm dillinin kuvvetle yerleşmiş hukukî menşe'lerden geldiği muhakkaktır: Gazneliler teşkilâtı vâsıtasiyle
olduğu, buralardaki medreselerin büyük faaliyetle İslâm kültürünü intikal eden Abbâsî-Sâmânî an'aneleri, Gazneliler ve Karahanhlar'dan intikal
yaymaya çalıştığı malûmdur; fakat buna rağmen, kuvvetli köklere mâlik eden Ef tolit, Kök - Türk ve Uygur an'aneleri, ve nihayet imparatorluğun asıl
olan eski amme müesseselerinin — hiç olmazsa büyük bir kısmının — yeni kurucusu olan Oğuzlar'm kabîle an'aneleri; işte bütün bu muhtelif hukukî
din tarafından birdenbire sökülüp atı-lamadığı, ve onların ancak dâhili bir unsurların birbiriyle karışmasıdır ki, Selçuklu müesseseleri dediğimiz
tekâmül neticesinde yavaş yavaş îslâmi nazariyelerle te'lif edilebildiği göze complexus'\ı vücûde getirmiştir. Bu müesseselerden herhangi birinin
çarpmaktadır. Karahan-hlar'ın Semerkand'ı payitaht edinen Garp menşe'inde nasıl bir unsurun daha hâkim bulunduğu ve muahhar tekâmül
Şûbesi'nde, coğrafî şartların doğurduğu kültürel münâsebetler, İslâm safhalarında —şu veya bu şartlar altında — daha başka ne gibi unsurların
hukukunun burada daha çabuk ve kuvvetli bir te'sirini intâc etmiştir; fakat müessir olduğu, ancak uzun tahlil ve mukayeseler neticesinde tespit
Kâşgar ve Balasa-gun'daki Şark Şûbesi'nde, bu İslâmî te'sir, şüphesiz daha olunabilir; fakat şimdiden söyliyebiliriz ki, Selçuklu İmparatorluğu'nun ilk
tedricî olmuştur ki, yine bunu da coğrafî şartların kültürel neticeleriyle îzah devirlerinde Türk hususiyetleri pek barizdir: hâkimiyet telâkklsi'nde4' ve
edebiliriz. İslâmiyeti kabul etmemiş Şarkî-Asya kavimlerine karşı îslâm senbolleri'nde50, hükümdarlar tarafından verilmesi mûtad umûmî ziyafetler
âleminin şark hudutlarını müdafaa eden Şarkî Karahanhlar'da, dinî hislerin gibi dinî menşe'den gelip hukukî bir mâhiyet almış bâzı âdetlerde", rütbe ve
çok samimî, çok canlı ve kuvvetli olduğu malûmdur; fakat buna rağmen, me'murfyet isîmleri'nde, askerî teşkilât'ta Karahanhlar'da gördüğümüz
islâmî bir cila altmda, eski hukukî an'ahelerin devam edip gitmesi de pek hükümet an'aneleriyle, tribal mâhiyette Oğuz an'a-
tabiî idi. İşte bundan dolayı bu devir, bu transitton devri, ortazaman Türk
hukuku târihinin her bakımdan çok mühim bir safhasını teşkil eder.
40 Selçuklular'da hâkimiyet telâkkisinin daha Tuğrul Bey zamanında geçirdiği
XVII. Maamâfih Türk müesseseleri târihi'nih en mühim devri, bu sür'atli tekamül, birdenbire kurulan devletin çok çabuk bir imparatorluk haline
müesseselerin îslâm kültürü dairesindeki kavimler üzerinde bariz te'-sirler geçmesinden ilari gelmiştir. TürM bakımlardan büyük bir ehemmiyeti olan bu
mes'ele, Türkler'de Hâkimiyet Telâkkisinin Tekâmülü hakkındaki eserimizdedir. [Bu
bırakması bakımından da, şüphesiz, Büyük Selçuklu İmparatorluğu devridir. kitap yayınlanmamıştır. 1
Karahanlılar, coğrafî mevkilerinin de tesiriyle, ortazaman sark târihinde 50 Şimdiye kadar ne tarihi, ne hukuki bakımlardan tetkik edilmiş olan bu
siyâsî bakımdan büyük bir rol oynayamadıkları gibi, Türk hükümet hukukî senboller mes'elesinin, hukuk tarihi bakımından büyük bir ehemmiyeti, vardır.
an'anelerini başka müslüman kavimlere vermek hususunda da pek müessir Selçuklular'da gördüğümüz hâkimiyet senbollerinin büyük bir kısmı, İslâmiyet'ten
evvelki Türk devletlerinde mevcuttur; diğer bir kısım senboller ise, müslüman
olmamışlardı. Hâlbuki, Abbasî halifelerini maddî hâkimiyetleri altına
devletlerinden geçmedir. Yukarıda bahsedilen eserimizde bu hususta çok uzun ve
aldıktan sonra, Mısır ve Suriye gibi Şiî Fâttmî halifelerinin nüfuz sahaları mukayeseli izahat vardır. Yalnız, Oğuz an'anesinden gelen senbollerin, başlangıçda
ve Şimalî Afrika müstesna olmak üzere, Ya-kra-Şark tslâm dünyâsının pek bariz olduğunu söyleyelim: Tuğrul Bey nâmına basılan sikkelerde ok ve yay
hegemonyasını ele geçirmiş olan Selçuklu İmparatorluğu, siyâsî te'siriyle resmi bulunduğu gibi (A. Tevhid, Meskûkât-ı Kadîme-i îslâmiye: Katalogu, s. 58-59),
mütenâsip olarak, hukukî kültür bakımından da geniş ve devamlı bir nüfuz yine Tuğrul'un .tevki yâni tuğrasının bir çomak şeklinde olduğunu Ravendi söyler
(The Rahat - us - Sudur, GMS, 1921, p. 98). Bizans İmparatoru, Selçuklu ordusuna
icrasına muvaffak oldu. XL asır sonlarında muntazam bir hükümet cihazına, esir olan büyük bir emirim Tuğrul'un serbest bırakmasına mukabele olarak
idarî ve mâlî mütekemmil teşkilâta, ve muntazam bir askerî kuvvete mâlik Bizans'taki eski camii tamir ettirdiği zaman, mihrabına bir ok ve y a y resmi
olarak gördüğümüz bu büyük imparatorluğun hukukî enstifeyralantoy men- koydurduğunu biliyoruz ki (îbn - al - Ethir, Vol. X. 455) bunun da Tuğrul'un alâmet-i
şe'lerinden başlıyarak muhtelif tekâmül safhalarında - yâni imparatorluğun mahsûsası okluğu tabiidir.
merkezî nüfuzu mahvolduktan senra ona vâris olan muhtelif devletlerde 51 Selçuklular'daki bu âdetin İslâmiyet'ten evvelki muhtelif Türk devletlerinde
ve Karahanhlar'da da mevcut olduğunu söyleyelim. Bu hususta tafsilât ve başka
nasıl devam ettiklerini - takip edecek olursak, bunu ol-. kavimlerdeki mümasil müesseselerle mukayeseler, zikredilen eserimizdedir.
26/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/27

neleri çok açık görünür: yabgu, inal, inanç, kutlug, tekin, subaşı, gibi eski ler, Selçuklu teşkilâtının bu hususiyetlerinden tamâmiyle gafil kalmışlardır57. Gerçi
Türk unvanları, gerek bunlarda gerek Selçuklu an'anesi'ni devam ettiren Melikşah'dan itibaren Selçuklu hükümdarlarının meselâ Tuğrul ve Alp Arslan
muahhar Türk devletlerinde dâima mevcuttur8*. Abbasiler'deki inşâ zamanlarındaki gibi eski Oğuz âdetlerine öyle çok riayetkar olmadıklarını88, askerî ve
dîvânı'nm Selçuklular'da ve bu imparatorluğun vârislerinde — Oğuz siyasî kudreti şahsında temsil eden Türk şefi'nden ziyâde Şark saraylarının karışık ve
an'anesi te'siriyle — tuğra dîvdm'na tahavvül ettiğini daha Makrizî büe debdebeli saray protokolları içinde kaybolmuş Sasânî - Bizans tipinde bir İslâm
tespit etmişti53. Kezâlik, daha ilk zamanlardan beri İslâm devletlerinde imparatoru mâhiyeti aldıklarım, ve bununla hemâhenk olarak amme müesseselerinin
gördüğümüz iktâ meselesinde Selçuklu İmpa-ratorluğu'nun koyduğu yeni de tedricen daha islâmî bir renk altmda kaldığını görüyoruz. Fakat bütün bu
esasların ehemmiyeti vaktiyle C. H. Becker tarafından parlak bir şekilde değişmelere rağmen, gerek Selçuklu împaratorluğu'nda, gerek vârislerinde, yukarıda
meydana çıkarılmıştı54. bahsettiğimiz Türk hukukî an'aneleri dâima mevcudiyetini göstermiş, hattâ Gürcüler,
Selçuklu İmparatorluğu'nun muhtelif şubelerinde, onlara vâris olan Ermeniler, Bizanslılar
Atabeylerde, Hârizmşâhlar împaratorluğu'nda, Eyyûbîler'de, Mısır -Suriye
Memlûk împaratorluğu'nda., Artuklular, Danişmendlüer ve Anadolu 57 The Houstma, Recueil de textes relatifs â I'histoire des Seldjoucides vol. II.
Selçukluları'nda, hattâ XII. asrın ikinci yarısında, Bağdad'da-ki Abbasî 1889, p. VII - V13I. Müsteşrik olmadıkları cihetle, bu gibi mes'elelerde ister istemez
onların fikirlerine tâbi olan bütün garp tarihçileri, umumiyetle bu fikirdedirler. Onları
devleti teşkilâtında, Büyük Selçuklular'daki amme müesseselerinin bu hususta yanlış hükümlere sevkeden sebepler kolayca anlaşılıyor. Fakat W.
devanunı görmemek imkânsızdır55. Hiçbir zaman Selçuklu hâkimiyeti Barthold gibi bu devre alt kaynakları iyi bilen bir âlimin, «Selçuklu devletini kuran
altında kalmıyan Hindistan Türk devletleri'nde, Selçuklu-lar'dan bilvasıta Oğuzlar'm devlet' teşkilâtı esaslarına mâlik olmadıklarım» söylemekle beraber
intikal eden hukukî te'sirler (bulunduğu gibi, Şimalî Afrika İslâm «bunların en kuvvetli ve devamlı devletler kurmalarını» garip bulması anlaşılmaz bir
muammâ'dır (Ortaasya Türk Tarihi Hakkında Dersler, 1927, s. 92). Yine ayni
devletlerinde de Selçuklular'dan yine bilvasıta intikal etmiş — meselâ müellifin Türkmenistan, -(rusca-, Leningrad, 1928) adlı eserinde «Türkmen Tarihi»
nöbet çalınması, hükümdarların başlarında tutulan semsiye gibi— hakkındaki makalesinde de aynı mütâlâaya tesadüf olunuyor.
hâkimiyet senbolleri'ne tesadüf olunmaktadır58. Bütün bu izahlardan 58 M. Fuad Köprülü, Türkiye Tarihi, s. 173-176. Alp Arslan'ın Ma-lazgird
anlıyoruz ki, geniş ve kuvvetli nüfuzu muahhar asırlardaki siyâsî meydan muharebesine başlamadan evvel beyazlar giyinmesi ve atının kuyruğunu
teşekküller üzerinde de devam eden Selçuklu müessese-leri'nde Türk amme bağlaması, eski Sâmâni an'anelerinin devamını kat'iyetle göstermektedir. Bu gibi
hukukunun hissesi büyüktür. Oğuz kabilelerini böyle bir imparatorluk an'aneler, Selçuklu, saraylarında yavaş yavaş azalıp ehemmiyetini kaybetmekle
beraber, hiçbir zaman büsbütün ortadan kalkmış değildir. Gerek Nizâmü'l-Mülk'ün
kuracak' hukukî kabiliyetlerden mahrum addettikleri için, bütün bu teşkilâtı Siyâsetnâme'sinde, gerek şâir tarihi kaynaklarda —malzemenin bütün
İranlı yezîr Nizâmü'l - Mülk ile arkadaşlarının dâhiyane idarelerine isnad kifayetsizliğine' rağmen— bunu görmek kabildir. Tahta çıkan hükümdarların yeni ad
eden Th. Houtsma gibi birtakım müsteşrik- almaları gibi Tu-kiie ve (Jygur'lardaki .eski bir an'ane, herhangi bir sebeple öldürülen
hanedana mensup prensiplerin kanlarının akıtılmıyarak ok kirişile boğulmaları gibi
52 O devirlere ait kaynakların sathî bir tetkiki bile bunu kafi olarak paganizm bakiyeleri yalnız Selçuklu hükümdarlarında değil, sonraki Türk
göstermeğe kâfidir. Şimdiye kadar Selçuklular'da mevcudiyetini bilmediği- devletlerinde de dâima görülür. İlk Selçuklu reisleri, daha bu devlet kurulmadan
miz, Uygurlar'da ve Karahanhlar'da mevcut — "İlek" unvanının evvel, kendilerine tâbi Oğuz kabilelerini toplamak için onlara birer ok gönderirlerdi
Selçuklular'da da kullanıldığını, muasır Ermeni kroniklerim» - şimdiye ka- (Ravendi, Râhâtu's-Sudur, s.. 39). Bundan iki asır sonra yâni XII. asırda Artuklu
dar izah edilememiş olan Alpihlag adını izah ederek-meydana koymuştum prensi Davud'un birçok Türkmen kabileleri üzerinde büyük bir nüfuzu olduğunu,
(Belleten, nr. 1, 1937, 308) lüzumunda onları davet için ok gönderdiğini ve hu emre büyük bir sevinçle İtaat
53 Makrizî, Kitâb al-Khitat, Mısır basması, c. II, p. 226. olunduğunu görüyoruz. (Recueil des Historiens des Croisades, Historiens orientaux,
54 C. H. Becker, Steueapacht und Lehnwesen, Der İslam, 1914, V. 82-92. vol, II, p. 70.) Maa-mafih, asırlaraca devam eden bu an'anenin yalnız Oğuzlar'a ve
55 Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri mes'elesini tetkik Oğuz devletlerine münhasır kalmayıp Karahanhlar'da da mevcut çok eski bir Türk
ederken, birtakım âmme müesseselerinde büyük Selçuklu Împaratorluğu'nda kalan adeti olduğunu ilâve edelim' (Mecmâü'l-Ensâb'da galiba Beyhaki'den naklen mevcut
hukukî an'anelerin sonraki Türk devletlerinde nasıl devam ettiğini göstermiştim. bir kayda göre; Mecelle-i Mihr, vol. III nr. 8, p. 798).
Orada tetkik edilmemiş olan sair birtakım müesseselerde de bu devamı müşahede
etmek kabildir.
5d Aynı eser, s. 184 Tafsilât Türklerde Hâkimiyet Telâkkisinin Tekâ-
mülü'ndedir. v&T^:
28/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/29

gibi komşu veya tâbi devletlerin müesseseleri üzerinde bile azçok te'sir dan başlıyarak muhtelif Türk devletlerinde gördüğümüz ordu kadtlığı, her hâlde
etmekten geri kalmamıştır59. Selçuklu müesseselerinde, ilk bakışta Is-lâmî bu eski müessesesinin İsiâmî bir renk almış devamından başka bir §ey
yahut tranî bir menşe'den gelmiş zannolunan birçok şeylerin, eski Türk dînî- olmamalıdır. Bağdad'a ilk girdiği zaman, İslâm hukukçularının kurdukları nazarî
hükukî telâkkilerine bağlı olduğu, sıkı bir tahlil ve mukayese neticesinde amme hukuku sistemine tamâmiyle mugayir ve devlet menfaatine uygun bir
meydana çıkıyor. hatt-ı hareket takibinden çekinmiyen Tuğrul Bey'den başlıyarak, amme hukuku
Bütün müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Selçuklu împara- sahasında, Selçuklu hükümdarlarının serbest bir lejislatif fâaliyet gösterdikleri
torluğu'nda da devletin Mgisİation faaliyeti daha ziyâde amme hukuku kat'iyyetle söylene-bilir. Selçuklular'dan sonra, îslâm dinine en fazla riayetkar
sahasında tecellî etmektedir. Medenî hukuk sahasında, hükümetin nas-bettiği sayılan Türk hükümdarları bile, bu sahada devlet otoritesini her şeyin fevkin-.
sünnî mezhebindeki kadıların şeriat ahkâmına göre Verdikleri hükümler de tutmuşlardır. Türk emirlerinde hemen umumiyetle görülen bu devletçilik
muteber idi. Maamafih Melikşah, şüphesiz Nizâmü'l-Mülk'ün teşvikiyle, temayülünün muasırları olan birtakım din âlimleri ve o zihniyette bâzı tarihçiler
büyük hukukçulardan mürekkep bir heyet topladı; ve medenî hukuka ait — o tarafından şiddetle tenkid edildiğim' görmekteyiz61. Selçuklu idare an'anelerini
asırda büyük ihtilâfları mucip olan — birtakım mes'e-Ieler hakkında sarîh ve devam ettiren Türk devletlerinde bu müesseselerden her birinin —muhtelif
kat'î hükümleri ihtiva eden bir MeceUe (Code) vücûde getirerek brîtün âmiller tesiriyle— mâruz kaldığı değişiklikleri, mahallî ve yabancı tesirlerin
imparatorluk memleketlerinde tatbikim emretti". İmparatorluğun büyük kültür derecesini, hülâsa, içtimaî ve iktisadî zaruretler neticesindeki dahilî
merkezlerinde kurulan medreseler, dinî juridiction için hükümetin muhtaç tekâmüllerini burada en kısa şekilde izaha imkân yoktur. Yalnız, Selçuklu
olduğu unsurları hazırlıyordu. Fakat, bunun hâricinde, devletin muhtelif devresinde gördüğümüz bu umûmî 'karakterlerin, vârislerinin hukukî hayâtında
teşkilâtına âit lâik bir juridiction da mevcuttu. Askerî maksatlarla da mevcut olduğunu söyliyebiliriz.
imparatorluğun muayyen sahalarında yerleştirilmiş ve bu vazife mukabilinde XIX. Türk amme müesseseleri tarihinde, te'sirinin genişliği ve devamı
bâzı hukukî imtiyazlar verilmiş olan birtakım Türk kabileleri arasında, hattâ itibariyle, Selçuklu devrinden sonra en mühim safha, Cengizliler devridir.
Türk köylerinde, medenî hukuk sahasında şer'î kanunlar'ın değil örf ve âdet Yalnız ortazaman Şark tarihi değil cihan tarihi bakımından da siyâsî ve kültürel
hukuku'nuu mer'î olduğu tabiîdir. Hârizmşâhlar'da lâik juridiction'-la meşgul neticeleri olan bu devrenin, Türk enstitüsyonları tarihinde de bu kadar büyük
bir yüksek mahkeme bulunduğunu ve büyük rütbede bir Türk kumandanının ehemmiyeti olacağı kendiliğinden anlaşılır. Bu, yıkıcı ve geçici bir istilâ değil,
"buna riyaset ettiğini biliyoruz ki, Selçuklu devletinde ve ona vâris olan şâir Asya'nın XII. asır sonundaki anarşik vaziyetini düzelterek yahnz Asya'ya değil
Türk devletlerinde de bu türlü müesseseler bulunduğu şüphesizdir. Celâleddin Orta-Avrupa ve Balkanlar kadar Eurasia'ya da sağlam bir nizam veren siyâsî ve
Hârzemşah'ın müverrihi Nesevî'am şâir îslâm devletlerindeki mümasil askerî bir fütuhat devresidir. XD3. asır sonlarında birbirleriyle muhasım . büyük
müesseselere benzeterek Dîvânü'l-Mezâlim diye izah etmek istediği bu imparatorluklara ayrılmış ve merkeziyetim* kaybetmiş olan bu kuvvet, hâkim
mahkeme, Celâled-din'in ordusunda vazife görmekte idi. Maamafih, devlet olduğu sahalarda büyük bir teşkilât kudreti göstermiş, mükemmel İşleyen siyâsî
merkezinde, ve hattâ büyük askerî merkezlerde bu cins müesseselerin ve idarî müesseseler kurmuştur. Birbirinden çok farklı sahalarda, birbirinden
mevcudiyeti kolayca tahmin edilebilir. Bu mahkemelerin örf ve âdet'e ve tamâmiyle farklı büyük kültür dâireleri içinde, ve büsbütün değişik içtimaî ve
devletin örfi kanunlarına göre hüküm verdiği de pek tabiîdir. XHL. asar- İktisadî şartlar altında tekâmül eden bu muhtelif şubeler, aynı merkeziyetçi
imparatorluktan ayrılmış
sa îaük împaratoriuğu'nda ve Gürcüler'de, Selçuklular ve vârislertn-deki
Atabey mansıbının bulunduğunu bir misâl olarak söyleyelim (M. Saint- 61 Ravendi, «.ynı eser? s. 381-382. XIV. asırda şeriat ahkâmına riâyet' le
Martin, Memoires historiques et geographiques sur I'Aratenie, Tome Et, 1819, mâruf olan —Türk aslından— Melik Muiz^ü'd-din Hüseyin Kert'in He-rat'ta
p. 251). fenik İmparatorluğu'ndaki ilk lala yâni atabey, galiba mristiyan bir birçok gayr-İ şer'î kanunlar koyduğunu ve onlardan bir kısmının XV. asır
Türk'tü ve bey unvanım da taşıyordu. sonunda bile hâlâ devam ettiğini biliyoruz (Dawlatshâh, The Tadhklratu' sh-
80 Kari Süssheim, Das Geschenk aus der Seldschukengeschichte, Leidan Shu'a'râ, edited by E. Brovne, 1901, s. 209).
1909, p. 81-62, 69-71.
30/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/31

parçalar olduğu içiş, bunların amme müesseselerinde ve onları doğuran hukukî cemaatlar gibi müslümanları da dinî jundiciion'larına tebâiyette serbest
telâkkilerde —bilhassa ba§langıç!ta— derin bir benzerlik hattâ ayniyet göze bırakmakla beraber, asıl büyük selâhiyeti örfî mahkemelere ve muhtelif
çarpar; hâkimiyet telâkkisi'nde ve senboller'inde, rütbe ve memuriyet hükümet organları'na vermişlerdi; İslâmiyet'i kabulden sonra, kadılar ve kadı
isimleri'nde, devletin lejislatif organlarının tanzi-mi'nde, siyâsî hukuk'a ait mahkemeleri eskisine nisbetle daha fazla bir ehemmiyet kazandı; şeriat
mes'elelerde, idarî ve askerî teşkilât'ta, mâlî lejislasyon'da bunu açıkça görürüz. hükümlerine riâyet edilmesi hakkında bazı hükümdarlar tarafından daha ilk
Kurultay, yargı mahkemeleri, devlet postaları, şansölleri hususiyetleri, cüluslarında verilen emirler bu te'siri gösterir*'. Aftınordu'da, İslâmiyet
Cengiz'in ve ona halef olan büyük hanların hukukî te'sisâtı ve hukukî İlhanlılar sâhasındakinden daha eski köklere mâlik olmakla beraber, hukukî
mâhiyetteki hükümleri (yâni Yasa ve Bilig), vergiler, içtimaî ve siyâsî sahada daha az müessir olmuştur. Maamâfih bütün bu gibi tezahürlere — ve
hteerarchte'yi tanzim eden kaideler, birbirinden farksızdır" 2. Eski Uygur ve meselâ Yosa'nın şamanî itikadlariyle alâkadar bâzı hükümlerinin tatbik
Karahıtay hukukî an'a-, neleri'yle, —kısmen Türk kabîle örfleriyle müşterek— edilmemesine — rağmen, bilhassa amme hukuku'na ait mes'elelerde Yasa'ya
göçebe Moğol örf ve âdetlerinin Uzak-Şark ve Yakın-Şark kültür . yâni devletin lâik kanunları'na şiddetle riâyet* olunuyordu. Büyük iejislatör
dâirelerinden — yâni Budist ve İslâm kültürlerinden — alınmış unsurlarla Gâzân, yine Yasa esaslarına ve Selçuklu idareleri'ne dayanarak birçok mühim
imtizacından hâsü olan bu complerus'ûe, bu devrin bütün kültürel hayâtında teşkilât ve tensikat yapmıştı86. Adlî idarede eskidenberi mevcut olduğunu
olduğu gibi, en büyük mevki eski Türk hukukî an'aneleri'ne aittir"; Maamâfih, bildiğimiz ikilik, (bunlar zamanında da devam ediyordu: Hârezm'de, İran'da,
bu Budist ve İslâm tehirlerinin de yine Türkler vâsıtasiyle olduğu malûmdur. Irak'ta kadıların şer'î mahkemelerinden başka, bir de lâik mâhiyette yargu
Prof. P. Pelliot, daha bu ilk devirde bile, birçok ıstılahların türkçe olmasından mahkemeleri bulunduğunu biliyoruz6',
dolayı, türkçe'yi imparatorluğun enternasyonal dili addediyor64; biz bu Bu devir amme müesseselerinin te'sirini, Cengizliler'in hâkimiyeti altında
mütâlâayı, büyük bir kısım hukukî ıstılahlara da teşmü ederek, fikirlerimizi
kalmış geniş sahalarda, ve yalnız XIV. asırda, değil, XV. ve
yeni bir delil ile te'yid edebiliriz.
XIV. asrın ilk yarısında, İslâm kültürü sahasındaki Cengizliler dev-
69 Bilhassa Gâzân devrinde, kadıların ve şer'i mahkemelerin ehemmiyeti
letlerinde İslâmiyet artık hâkim din ve d e v l e t dini imtiyazını kazanmışlar. artmakla beraber, bunlar devletin sıkı bir kontrolü altına konmuştu. Vassâf ile
Bilhassa, hükümet müesseseleri hakkında oldukça etraflı malûmata sahip Reşîdü'd-Din'in kroniklerinde buna âit uzun tafsilâta tesadüf olunur.
olduğumuz Mtınordu ve İlhanlı imparatorluklarında, bu islâmlaşma'nın hukuk 66 Başlıca bu zikrettiğimiz müverrihlerin kroniklerine istinaden D'Ohs-
sahasındaki te'siflerini, tespit mümkündür; onlar, İslâmiyet devlet dini son tarafından verilen malûmat, oldukça iyi bir hülasadır. (Histoire des
olmadan, hükümleri altında yaşayan muhtelif dinî Mongols, tem, IV. p. 370-477). Kuvvetli bir tahlil ile, Gâzân'ın te'sisâtında
muhtelif kaynaklardan gelen tesirlerin derecesi ve menşei kolaylıkla meydana
çıkarılabilir.
62 Bu muhtelif şubelere ait tarihi kaynakların sathî bir tetkiki bile bunu 67 Defremery et Sanguinetti, Voyages d'İbn Batoutah, tom. III, p. II
gösterebilir. Şimdiye kadar bu devletlerden bâzılarının idâri müesse-seleleri Vaktiyle Goldziher'in de dikkat etmiş olduğu bu -rivayeti tamamlayacak ve izah
hakkında bâzı âlimlerin —meselâ, İlhanlılar'a dâir D. Ohsson'un, onların edecek daha bir takım tarihi kayıtlara tesadüf olunur. Yargu ve Yar-gucular
teşkilâtını aynen devam ettiren Celâyirliler'e dâir Hammer'in, Altyıor-du'ya hakkında yakında husûsî bir tetkik neşredeceğimiz cihetle burada hattâ kısaca
dâir bilhassa Berezin'in birtakım husûsî tetkikleri varsa da, bu muhtelif izahata girişmek istemiyoruz. . Yargu kelimesine XIV.-XV. asırlar Türk ve İran
müesseselerin bütün Cengizliler devletlerinde mukayeseli bir surette tetkikine şâirlerinin eserlerinde tasâdüf ediyoruz; îbn Mûhennâ yargucu kelimesini
girişilememiştir. Bâzı teferruat mes'elelerine dâir yapılmış böyle mukayeseli «hâkim, kadı» diye tercüme etmekte ise de,, bunun, örfi kanunlara göre hüküm
küçük tetkikler ise, çok az ve ekseriyetle çok sathidir.
63 Bu hususta söylenecek pek çok şey varsa da, makalemizin kadrosu veren 'bir hâki molduğu sarihdir. Bağdad'da (1357 = 758 H.) yılına âit bir cami
buna ait en kısa izahata dahi müsâid değildir; yalnız Prof. W. Kotwicz'in şu kitabesi, Şer'î kaza ile Yarguculann kazasını sarahaten ayırmak" suretiyle bunu
mühim tetkikini ehemmiyetle tavsiye etmek isteriz: (Formules iaitiales des te'yit ediyor (L. Massignon, Mission en Mesopotaime, II, Le Caire 1912, p. 15).
documents mongels aux XIII et JOV'e. ss, Rocznik Orjentalistyczny, c. X Yargu divânının ve Yarguculuğun XVI. asra kadar —hattâ daha sonra—
Lwow 1934). Cengizliler devletlerinde ve vârislerinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu
kelime hakkında M. Quatremere'in izahatı mühim değildir (Histoire des
64 P. Pelliot, T'oung pao, c. XXVII, s. 101. 208. Mongols de la Perse, Paris 1832; p. 122).
32/lslam ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/33

hattâ daha sonraki asırlarda görmek kabildir: îlhanhlar'ın vârisi ola» luları'nın teşkilâtında bile bunun izlerini görmek kabildir. Celâyirliler'e
Celâj/îrtiler'in onların hükümet müesseselerini hemen aynen devam et- halef olan Kora-Koyunlular'la Ak-Koyunlular'da, hattâ Safevî devletinin
tirdiklerini büdiğimiz gibi*8, Orta - Anadolu'da XIV. asırda İlhanlüar'ın ilk teşkilâtmda, bu müesseselerin bakiyeleri kolaylıkla bulunabilir.
idarî ve mâlî sistemlerinin devam ettiğini de, Sivas sultanı Kadı Bur- Doğrudan doğruya Cengizliler'in hâkimiyeti altına girmemiş olan Suriye
haneddin'in teolojik zihniyetiyle buna karşı bir aksüTamel yapmak iste- - Mısır Memlûk İmparatorluğu ile XIV. asır Hindistan Türk
mesinden anlıyoruz"; fakat buna rağmen, XV. asır ortasında Anadolu'- devletlerinde bu te'sir o kadar çok göze çarpmaz'2.
da İlhanlı devri vergi sistemi'nin hâlâ devam ettiğini gösteren vesikalar
vardır™. Bilhassa Orto-Asyo'da, AUmordu'dsL, Kmm ve Kazan han- Cengizliler devrinin ve bilhassa Altınordu müesseselerinin en büyük
lıklarında, Seybâniler'âe ve Orta-Asya'nın daha muahhar siyâsî teşek- te'siri, Moskof devleti üzerinde kendini göstermiştir. Yukarıda
küllerinde, bu te'siri son asırlara kadar müşahede etmek kabildir. Timur Avarlar'dan başlıyarak muhtelif Türk şubelerinin Rus kültürü üzerindeki
imparatorluğu, muhtelif bakımlardan, Cengizliler'in şamanî an'ane-lerine te'sirinden bahsetmiştik (XH. paragraf). Altınordu İmparator-luğu'nun
karşı İslâmiyet'in bir aksül'ameli mâhiyetinde görünmekle beraber, kuruluşundan sonra, bu te'sirin büsbütün arttığı, hemen umumiyetle
amme enstitüsyonları itibariyle, bu kadro hâricine çıkamamış, Cengiz kabul edilmiştir: Vernadskfye göre «Mbsfco/lar'daki hâkimiyet telâkkisi,
Yasası'nın âdeta kudsî mâhiyetini kabule mecbur olmuştur. Timur'un askerî sistem, posta, vergi sistemi, idare sisteminin başhca anâsır» hep
Tüzükât'mda., çok sarîh İslâmî temayüllerle beraber, Yasa'nın ruhu bu devirden kalmadır'3. F. Lot gibi bâzı tarihçilerin bu nüfuz dâiresini
hâkimdir. Tünurlular, Şahruh zamamnda başhyan Yasa aleyhdarlığı'na. daha dar göstermelerine rağmen'4, idarî ve mâlî teşkilât üzerindeki bu
ve îslâm te'sirlerinin mütemâdi artmasına rağmen, XVI. asırda bile derin te'sirden, Rambaud'dan A. Eck't kadar birçok eski ve yeni
onun nüfuzundan kurtulamamışlardır'1; BabürTe başhyan Hind Timur- müellifler, ısrarla bahsetmektedirler". N. lorga, Moğol hâkimiyetinin
Ruslara yeni bir imparatorluk mefhumu getirdiğine inanıyor". Yine aynı
tarihçi, Moldavya'daki .gümrük sistemini'nin yine Moğollar'dan iktibas
68 Tarihi kaynaklardan başka, Hammer'in —ekseriyetle yanhş olarak— bâzı edilmiş olduğunu zikrederken, Altınordu müesseselerinin mükemmelliğini
parçalarını tercüme ettiği (Geschichte der Golden Horde, Pesth 1840. s. 463-ffil6) açıkça söylemektedir77. Şu son senelerde yapılan arkeoloji ve tarih
meşhur bir eser. Muhammed Hinduşâh'm Düstûrü'l-Kâtib fi Ta'yînü'l - Merâtib
adlı resmi münşeat mecmuası, Celâyirliler devri teşkilâtını —hattâ ona örnek tetkikleriyle ortazaman Cenub-ı Şarki Avrupa tarihindeki siyasî ve
olan İlhanlı teşkilâtının son safhasını— anlamak için birinci derecede mühim bir kültürel rolünün ehemmiyeti hergün daha iyi öğrenilen Altınordu
kaynaktır. Onun sathi bir tetkiki bile yu-kanki mülâhazamızı isbata kâfidir. İmparatorluğu, yukanki izahattan çok iyi anlaşılıyor ki, hukukî
Avrupa'da müteaddit nüshaları bulunan bu yazmanın İstanbul'da da nüshaları
vardır (meselâ: Esad Efendi Kütüphanesi, nr. 3346'da). XIV-XV'nci asır Mısır
menbaları da İlhanlılar ve Celâyirliler teşkilâtı hakkında mühim malûmatı ihtiva çok daha kuvvetli— Yasa aleyhdarlığjna rağmen, Semerkand'da Uluğ Bey'in, biç
eder. olmazsa askeri işlerde, Cengiz kanunlarına ittiba ettiğini görüyoruz (W. Barthold,
60 Aziz b. Ardeşîr Esterâbâdi, BezmüRezm, İstanbul 1928, s. 233. Müellif, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 205).
Kadı Burhaneddin'in cülusundan bahsederken, onun şeriat hükümlerine 72 Buna rağmen Mısır'da ve Hind'de Cengizliler te'sirinin büsbütün yok
uymıyan her bid'ati, yâni Moğollar'dan kalma nizâmları ve Yargu'yu olduğu zannına düşmemelidir. Bilhassa Memlûkler'de, bu te'sir —muhtelif âmiller
kaldırdığını söylüyor. dolayısile— Hind'dekinden daha fazla olmuştur.
70 Halil Edhem, Karaman-oğulları Hakkında Vesâik-i Mahkûke, Ta- 73 Laszlo Râsonyi, Contribution & I'histoire des premieres cristalli-setlon
rih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, sayı 14 (Niğde'de Karaman-Oğullan'n- d'Etat des Roumains, l'Origine des Bassaraba. Arcbivum Europan Centro -
dan Pir Ahmed ve Kasım Beyler nâmına 874 tarihli bir kit&be, bunu göster Orientalis, tome I, 1935, p; 242.
mektedir.) 74 Ferdinand Lot, Les invasions barbares, II, Paris 1937, p. 29.
71 Şahruh, bir mektubunda babasımn Cengiz kaidelerini ve yargu'yu 75 A. Rambaud, Histoire de la Russie, 7 eme ed., 1918, p. 138-147; Alexandre
kaldırdığım söylerse de (bu mektubun farsca metni; E. Blochet'nin Intro- Eck, Le Moyen-Âge russe, Paris 1933, p. 344.
duction & I'histoire des Mongols (p.- 248-261) adlı eserindadör-, tercümesi: Milli 78 N. Iorga, Cinq Conferances sur le Sud-Est de l'Europe, Paris 1924, p. 45-47.
Tetebbu'lar Mecmuası, Sayı 5„ s. S57), bir takım îslâm âlimlerinin' Timur'u
77 N. Iorga, Le Caractere commun des institutons du Sud-Est de l'Europe,
Yasa'ya kıymet verdiğinden dolayı tekfir ettiklerini de unutmamalıdır Paris 1929, p: 96 - 97.
(îbn Arabşah, Acâibü'l-Makdûr, «. 212). Herat'tft Şahruh'un —babasından
34/lslam ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/36

müesseseleri vâsıtasiyle de Moskof devletinin teşkilâtı üzerinde mües- İslâm dini dâiresine girdikten sonra bile dîn! İslâm hukukunun devlet
sir olmuştur. Altınordu devletini iptidaî bir barbar cemiyeti gibi telâkki otoritesine serbest bir faaliyet tanımayan dar ve geri nazariyelerine
eden E. Blocheî'nin nekadar aldandığı bu delillerle büsbütün meydana rağmen, böyle ileri bir siyâsi tekâmül derecesine yükselmelerini, hay
çıfayor™. Joseph Karst'm son tetkiklerine göre, CengizHler mü- retle karşılamamak icap eder; çünkü, çok realist olan bu devlet kuru
esseselerinin — uzun müddet onların hâkimiyeti altında kalan— Cffir- cuları yukaııdanberi sıraladığımız delillerle anlaşılmıştır ki, samimi
cüler'in hukukî müesseseleri üzerinde de — kısmen doğrudan doğruya, müslüman olmakla beraber, devletin otoritesi yâni ammenin menfaati
kısmen Safevîler vâsıtasiyle — kuvvetli izler bıraktığım ilâve edecek mevzuu bahsolduğu zaman, İslâm hukukçularının hayalî sistemlerine as
olursak™, bu devrenin Türk amme hukuku tarihindeki müstesna la kıymet vermemişler, ve çok eski hukukî an'anelerine göre, serbest
ehemmiyeti büsbütün tebarüz eder. bir legislation faaliyeti göstererek aşağı ortazaman'm en büyük impa
XX. Ortazaman Türk müesseseleri tarihinin son safhasını Osmanlı ratorluklarım kurmuşlardır. Ortazaman Türkleri'nin bu devlet kurucu
devri teşkil eder. Fakat zâten lüzumundan fazla uzayan mâruzâtımı luk sıfatlarının atalardan gelen bir kaabiliyet olduğunu protoistorik de
daha uzatmamak için, mevzûumu burada kesiyorum. Osmanlı müesse lillerle te'yitten sonra, sözümü bitirmek için bunun ortazaman'dan bu
selerini, menşe'lerinden İstanbul fethine kadar geçirdikleri tekâmül güne kadar nasıl devam ettiğini de en kat'î bir delil ile göstermek iste
safhaları hakkında vaktiyle husûsi bir analitik araştırma neşretmiş ol rim; bu suretle hâli mâz! ila izah eden genetique metod gibi mâzîyi hâl
duğum için, burada aym mevzuun velev hulasaten tekrarım zait bulu üe izah eden retrospectif metod'un da doğruluğu* anlaşılacaktır. İşte
yorum. Anadolu Selçuklu saltanatının idâri an'aneleri'ne vâris olarak Türk'ün devlet kuruculuk seciyesinin en büyük mümessili olan Atatürk,
ilhanlılar ve Memlûkler İmparatorlukları müesseselerinin de te'sirleri işte onun kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti! Bu Büyük Ydrattcı'mn
altında çok muntazam bir hükümet makinesi vücûde getiren bu Türk ve yarattığı Büyük Eser'in karşısında, her Türk ve her insan gibi, son
İmparatorluğu, XV. asırda Avrupa'nın ilk mutlaktyetçi devlet tipini orta suz bir sevgi ve saygı ile eğilirim. '
ya koymuş ve yeni zaman tarihinin siyâsi tekâmül bakımından bir farika
sını teşkil eden bu rejimin Avrupa'da ilk örneği olmuştur. Son zamanlarda
bâzı Avrupa mektep kitaplarına kadar giren bu görüş tarzı80, mutla-
kıyyetçi devlet rejiminin ilk örneğini, Paleologlar devrinde tamâmiyle
feodal bir mâhiyet almış ve merkeziyetçiliğini kaybetmiş XIV. - XV.
asır Bizans İmparatorluğumda aramaktan elbette daha mantıkîdir; ve
tarihî realiteye uygundur. j
Ortazaman Türkleri'nin bu suretle yeni zaman Avrupa'sına mutla-
kıyetçi devlet rejiminin ilk örneğini vermeleri, Türkler'de amme huku-
ku'nun ve siyâsî kültür'ün süratli inkişafını göstermek itibariyle çok
bariz bir üstünlük ifâde eder. Daha protoistorik devrelerde beşeriyetin
ük siyâsî teşekkül kadrolarını yaratmak suretiyle amme hukukunun vâ-
zn oldukları etendolaji tetkikleriyle anlaşılan Türkler'in, ortazaman'da.

78 E. Blochet, yukarıda adı geçen eser, s: 217.


79 Joseph Karst, Code georgien du Rot Vakhtang VI., Strasbourg 1934.
80 M. Lheriter, L'histoire byzantine dans les manusls francais, Bulletin du
Comit6 International des Sociences historiques, nr. 0, 1930, p: 687; N. Iorga. Y-a-t-i-il
eu meyen-âgo byzantin, Bulletin de la Section historiquo del 'Academie reumaine,
tom. XIII, p: 9; N. Iorga, Essai de synthese de l'histoire de l'humanite, I. p. 560.
Umûml Meseleler/37

ORTAZAMAN TÜRK - İSLÂM FEODALİZMİ chem'in eserlerini bu meyanda zikredebiliriz. Bu cins araştırmalara XX.
asırda da devam edilmiştir ki, başlıca C. H. Becker'in, A. Gur-land'ın,
Bu yazı, 1938 eylülünde Zurich'de toplanan son «Tarihi W. H. Moreland'ın ve şu son senelerde de Sobernheim'in, G.
İlimler Kongresi»'nde okuduğum fransızca muhtıranın türk- Demombynes'in, J. Deny'nin, Yakubowski'nin, P. Wittek'in, A. N. Po-
çe aslıdır. Ortazaman Türk-lslâm Feodalizmi hakkında ha-
zırlamakta olduğum bir kitabın mukaddimesi mâhiyetinde liak'ın tetkiklerini hatırlatabiliriz.
olan bn yazıda, bu mesele hakkında şimdiye kadar yapıl- işte gerek bunlar, gerek oryantalistlerin ortazaman îslâm tarihinin
mış elan tetkiklerin neticeleri tenkidi bir tarzda gösteril-
miş, ve mevzuun nasıl bir zihniyetle ve ne gibi metodolo- muhtelif meselelerine dâir neşrettikleri monografiler ve umûmî mâhi-
jik prensiplere göre tetkiki lazım geldiği, en umumi çizgi- yette eserler, uzun zamandanberi, üim âleminde —şüphesiz garp feo-
leriyle anlatılmıştır. Hazırladığım eser, burada İzah edi- dalizmine benzetme yoliyle— bir İslâm feodalizmi'nden 'bahsedilmesini
len umumî esaslara göre yazılmakta olduğundan, bu mev- intâc etmiştir. Yalnız îslâmiyatçılar değil, umumiyetle tarihçiler,
zu ile alâkalananlar, bu küçük makaleden eserimizin ma-
hiyeti - daha doğrusu, onun ne gibi metodolojik prensip- hukukçular, komparatis'tler, îslâm feodalizmi'nden, bir müteârife gibi
lere göre hazırlanmak istendiği - hakkında oldukça açık bir bahsediyorlar: Maxime Kovalewsky, daha yarım asır evvel, riğime
fikir edinebilirler ümidindeyiz. domanial nazariyesinin Guerard'dan evvel mübeşşiri sayabileceğimiz
Fustel de Coulanges'm fikrine dayanarak, «feodal sistemin yalnız Cer-
men âlemine mahsus olmadığını ve her türlü istilâ'nm hâricinde olarak
teşekkül edebileceğini» söylerken, oryantalistlerin eserlerine dayanarak,
Hıristiyan âleminde olduğu gibi İslâm âleminde de feodal sistemin mev.
XIX. asır esnasında îslâm tetkiklerinin Avrupa'da mazhar olduğu cûdiyetinde şüphe olmadığım emniyetle tekrarlıyordu. Şu son senelerde
inkişâf, ortazaman islâm dünyasının siyâsî ve içtimaî bünyesini az çok Otto Hintze, Feodalitenin Mâhiyeti ve Yayılışı adlı mukayeseli tet-
aydınlatacak tetkiklerin meydana gelmesini intâc etti. Yalnız ilmî kikinde, — feodalite hakkındaki telâkkisine göre — hakikî feodal cemi-
gayeler değil, büyük Avrupa devletlerinin müstemleke idarelerinin amelî yetler olarak ortazaman Garbi Avrupa'siyle yine ortazaman îslâm dev-
ihtiyaçları da bunda müessir olmuştur. İşte bu sâiklerde, toprak letlerini, Japonya'yı ve Rusya'yı kabul ediyor. Ortazamanda bir îslâm
mülkiyeti meselesinin tarihî ve hukukî bakımlardan oryantalistler için feodaliziminin mevcudiyeti hakkındaki bu kat'î kanaati —meselâ A.
mühim bir araştırma sahası teşkil ettiğini, ve M. D'Ohsson'un XVIII. Esmein'in meşhur kitabı gibi— hukuk tarihi manüellerinde bile görü-
asır sonlarında çıkan umûmî mâhiyetteki Tableau de l'Empire ot- yoruz.
toman'mdan sonra, yalnız Osmanlı împaratorluğu'na değil umumiyetle Filhakika oryantalistler ve tarihçiler arasında, bir İslâm feodaliZr
îslâm sahasına dair olmak üzere bu meseleye ait muhtelif monografi- minin mevcudiyeti kanaati kuvvetle mevcuttur. Yalnız, bu feodal siste-
lerin meydana geldiğini görüyoruz: Sîlvestre de Sacy'nin, Von Ham- min mâhiyeti, menşei, tekâmülü üzerinde müessir olan âmiller hakkın-
mer'in, Belin'in, Vorms'ın, Tischendorf'un, Bernhauer'in, Van Ber- daki görüşler birbirinden farklıdır. XIX. asırdan bağlıyarak bugüne
kadar bu hususta ileri sürülen türlü faraziyeleri burada sırahya-cak
değiliz. Ancak, bu bir buçuk asırlık çalışmaya rağmen bu meselenin
henüz nekadar karanlık kaldığını anlatmak için, bâzı mutezat naza-
riyeleri kısaca zikredelim: meselâ Von Hammer'e göre Türk-Islâm
feodalitesinin teşekkülünde Iran tefsiri birinci derecede mühimdir.
Sca-la, İlhanlı hükümdarı Gâzân'ın ihdas —daha doğrusu yeniden
tanzim ve tensik— ettiği askerî timar sisteminde, Partlar ve Sâsanîler
devrindeki İran feodalizm sisteminin te'sîrini görmektedir. Jacques de
Morgan da en eski devirlerdenberi İran'da hâkim olan feodal sistemin
İslâm istilâsından sonra da değişmediğini söyliyerek bütün bu
mütalâaları
38/îslam VB Türk Hukuk Tarihi Umûml Meseleler/38

te'yid etmektedir. Hâlbuki Von Kremer Arap (islâm) feodalitesinin rupa'smın «bçnefice militaim lerine benzetmiş ve onların daha Cey-
teşekkülünde iran'ın hiçbir rolü olmadığı kanaatindedir. hun(?) şimalinde (Yaxarte olacak) yaşarken tıpkı eski Cermenler gibi
feodal âdetlere mâlik olduklarım ve Selçuklu Imparatorluğu'nun kurukı-
islâm-Türk feodalizminin mâhiyeti ve onunla alâkalı muhtelif şiyle bu sistemi iran'a getirdiklerini, muahharan bunun Zengî ve Nûred-
meseleler hakkındaki bu gibi görüş farklarım daha fazla sıralamağa din üe Suriye'ye, Salâhaddin ile de Mısır'a girdiğini söylemişti.
lüzum görmüyoruz. Yalnız, bir buçuk asırdanberi bu hususta yapılan
tetkiklerle elde edilen neticeleri kısaca hulâsaya çalışalım: Şu son senelerde İslâm! feodalite hakkında tetkiklerde bulunan M.
N. Poliak'a göre, müslüman memleketlerinde (bilhassa Arab ve Garbî
İslâm feodal sisteminin mâhiyeti ve tekâmülü hakkındaki umûmi ve Türk) muhtelif zamanlarda muhtelif feodal sistemler mevcut olmuştur.
terkibi mâhiyette tetkikleri C. H. Becker'e borçluyuz. Onun bu husus- Ona göre, askerî karakterleri müstesna olmak üzere, Eyyûbî feodalite
taki görüşlerini P. Wittek, 1936'da neşredilen La Fâodalitâ musulmane si üe Memlûk feodalitesi arasında bile o kadar çok müşterek hatlar yok
adlı makalesinde en vazıh şekilde hulâsa etmiştir. Becker bu tetkikle- tur; Becker'in ileri sürdüğü taksimin, bütün islâm memleketleri İğin
rinde, XI. asırdan başlıyarak islâm dünyasında göze çarpan askerî bile doğru olmadığını söyliyen bu müellif, sâdece, İslâm âleminin muh
feodalizm sisteminin nasıl teşekkül ettiğini, ondan evvelki devirlerin — telif feodal sistemlerini mukayese ederek, aralarındaki başlıca müşte
bilhassa Abbasîler zamanının — içtimaî, iktisâdi ve siyâsî şartlariyle rek ve mutezat hatları tebarüz ettirmeğe çalışıyor. Ona göre bu- müş
izaha çalışmıştır; o, islâm hukuk nazariyecilerinin ve bilhassa Mâverdî terek hatlar şunlardır: Ş'^
(X-XI)'nin izah ettiği ıktâ' sisteminin tekâmülünü tarihî muhît içinde
a) Yabancı men.şe'den olan feodallerin şehirlerde temerküzü. Bunu
tetkik ettikten sonra, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kuruluşunu
Becker'in iddiası kadar ifrata vardırmağa lüzum yoktur; çünkü gerek
müteakip bunun ne suretle Eyyûbîler'de ve Memlûkler'de bir askerî feo-
Memlûkler'de gerek Osmanlılar'da kendi toprakları üzerinde yaşayan
dalite'ye inkılâb ettiğini anlatmış ve maamafm bunun Garp
feodaller, az olmakla beraber, mevcuttur.
feodalite-»'yle hiç münâsebeti olmadığım da sarahatle söylemiştir.
Memlûkler imparatorluğu müesseseleri hakkında çok mühim bir eser b) Feodal ile hükümdar arasındaki münâsebetler meselesi. .Müellife
neşretmiş olan M. Gaudefroy Demombynes de, Memlûk feodalizmi ile göre Abbasîler devrindeki ıktâ? (la ferme), Roma împaratorluğu'ndaki
Garp feodalizmi arasındaki ayrılıkların «benzeyişlerden çok daha fazla» "location emphytheotique'in bir devamından ibaret olduğu halde, askerî
olduğunu ehemmiyetle tespit ederek Memlûkler'de «fiyef: \e fief* ile fiyef lerin vücûde gelmesinde en ziyâde Türk - Moğol nüfuzunu aramak
«tâbilik rabıtası: le lien de la vassalitimin bulunmadığım göstermiş ve lâzımdır; ona nazaran bu askerî fiyefler ibtidâ Mahmud. Gaznevî tara-
Mem-Iûkler'deki «fciö'ın asla Garp'teki fiej'e benzemiyen bir «dotatüm fından te'sis olunmuş ve sonra Selçuklular tarafından kabul ve tamim
fon-cüre» olduğunu söylemiştir. edilmiştir; maamafih muahhar fiyef lerin ilk örneğini Selçuklular'da ara-
mak, ona, doğru gibi gözüküyor; çünkü Memlûkler'deki fiyef sistemi,
C. H. Becker, islâm feodal sistemini başlıca iki büyük devreye ayır- Moğolların incu dedikleri Moğol fiyef sistemine bağlıdır. Bunlar Ata-
maktadır: Büyük Selçuklu Imparatorluğu'nun kuruluşu yâni Türkler'in beyler'de olduğu gibi irsî, yahut Memlûkler'deki gibi muvakkat olabilir.
islâm âlemi hegemonyasını elde etmeleri, ikinci devrin başlangıcım teş- Bu İslâm feodalitesinde yalnız toprak değil, herhangi bir varidat menbâı
kil ediyor ki, bu Türk devri Mısır'da Fâtımîfer'ja sükutiyle yâni Salâ- da, bir hizmet mukabili yahut bir mükâfat olarak, ıktâ' olunabilir:
haddin üe başlamaktadır. M. N. Poliak, bu tefrikin Mofcrîzî'deki bir nitekim toprak ıktâ'ı da, sâdece,,bir varidat menbâı olduğundan
kayda dayandığım ve Becker'in bundan mülhem olduğunu ileri sürüyorsa dolayıdır;
da, haksızdır. Çünkü Selçuklu tarihine ait muhtelif kaynaklarda ve
Nizâmül-Mülk'ün Siyâsetnâme'sinde bu hususta sarîh kayıdlar bulun- c) İslâm feodal cemiyetinde bir himaye prensibi.vardır ki, bir ferdi
duğu gibi, daha Becker'den evvel de bu meseleye dikkat edenler ol- veya bir cemiyeti, bâzı şartlarla, kuvvetli bir ferdin veya cemiyetin
muştu: De Slane, Recueü des historiens des eroisades, historiens orien- himâyesi altına almaktan ibarettir. Bunun neticesi olarak, İslâm âle-
tmuc'nun 1872'de çıkan birinci cildine yazdığı bir haşiyede, şüphesiz cer- minde bir feodal hiyerarşi vücûde gelmiştir. Maamafih Garp feodaliz-
manist mektebin t»*sîri altında, Selçuklu tktâ' sistemini ortazaman Av- mindeki içtimaî hiyerarşi ile bunun arasında büyük bir fark vardır:
40/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meeeleler/41

Şarkta îiyef sahibi bunu şahsî senyoründen değil doğrudan doğruya bâzı mütalâaları Prof. J. Deny'ni» Osmanlı timar sistemine ait yazdığı
merkezi idare'den alıyordu. Müellif buna sebep olarak, feodallerin şe- iddiasız, mütevazı fakat dolgun ve sağlam tetkikleri, ve P. VVittek'in
hirlerde temerküzünü gösteriyor. yukarıda zikrettiğimiz küçük fakat vazıh hulâsası da ilâve edilecek olur-
sa, şu son senelerde doğrudan doğruya Türk ve İslâm feodalizmine ait
d) Köylülerin vaziyeti. Müellife göre, İslâm feodalizminde köylü yapılan tetkiklerin yekûnu meydana çıkmış olur. İşte bu küçük bilanço
ile feodalin münâsebetlerini tanzim eden umûmî bir kaide yoktur. Muh- gösteriyor ki, İslâm feodalizmi baklandaki tetkikler, henüz çok iptidaî
telif zaman ve mekânlara göre, hattâ ayni devletin muhtelif memleket- bir merhalededir; hele, azçok umûmî mâhiyetteki son tetkiklerle elde
lerinde bu münâsebetlerin mâhiyeti dâima biribirinden farfclı'dır. A. edilen yahut elde edildiği iddia edilen neticeler ise, hemen şimdi izahına
Gurland, Avrupa'daki servage'a. mukabil, köylünün şahsî hürriyetine girişeceğimiz veçhile, çok şüpheli, ve en basit bir tenkide dayana-
sahip olmasını islâm feodalizminin bir ayırıcı vasfı olarak gösteriyor; mıyacak kadar zayıftır.
hâlbuki İslâm feodalizminde meselâ Memlûklar devrinde Mısır'da ser-
vage mevcuttur. Müellife göre, bunun da Moğol İmparatorluğu'ndan
alınmış olması melhuzdur. Yalnız, feodaller topraklarım kendileri işlet- n
meyip sâdece vergi almakla iktifa ettikleri için, angarye usûlü nâdirdi.
Selçuklu Devleti zamanında, Osmanlı imparatorluğu zamanında da ol- Bütün bu sıraladığımız tetkikleri mevzuları itibariyle şöyle bir göz
duğu gibi, timar sahipleri yalnız muayyen bir vergi almaktan fazla den geçirecek olursak, pek âz istisna ile, başlıca şu hususiyetler gözü
birşey yapmağa salahiyetli olmadıkları için, köylü serbestti. Müellif, müze çarpar: $$£
bütün bunlardan sonra, İslâm alemindeki bu muhtelif feodal sistemler,
I. Türk-îslâm feodalizmine dâir yapılan tetkikler, hemen hemen
den yalnız birinin, yâni Abbasîler devrine ait olan ve Mâverdî'de izah
toprak mülkiyeti meselesine aittir. Bu tetkiklerde, İslâm hukukçuları
edilen tktâ' sisteminin Islâmî mâhiyette olduğunu, fakat bunun muah-
nın toprak mülkiyeti ve ona bağlı şâir hukuki ye siyâsî meseleler bak
har sistemler üzerindeki nüfuzunu fazla büyültmemek lâzım geldiğini
landaki nazarî konstruksiyonlarından istifâde edildiği gibi, buna ilâve
söylüyor; ve bütün bu muhtelif sistemlerin — bilhassa hepsinde umûmî
olan «feodallerin şehirlerde temerküzü» kaidesi sebebiyle — müşterek olarak, XI. asra kadar Irak, Suriye ve Mısır sâhalanmn siyâsî, iç
bîr iz taşıdığım ilâve ediyor. timâi ve iktisadî şartlarını gösterebilecek tarihî vesikalar da az çok
gözönünde tutulmuştur.
M. N. Poliak, Memlûklerin feodal sistemi hakkında neşrettiği diğer
bir yazısında, bu sistemin Moğol, İslâm ve Garbî Avrupa feodal II. Bu meselelerin XI. asırdan yâni Büyük Selçuklu İmparator-
sistemlerinin, ihtilâtından hâsıl olmakla beraber, ana prensiplerin Mo- luğu'nun kuruluşiyle başlıyan Türk hegemonyası devrindeki inkişaf
ğol İmparatorluğu'ndan iktibas edildiğini iddia etmektedir. Bu husus-, tarzı hakkındaki tetkikler, Suriye ve Mısır sâhalan müstesna olmak
taki başlıca delili, fiyeflere ait dâvaların kadılar tarafından İslâm esas- üzere, yok denecek kadar az ve toplu değil, parça parça mâhiyettedir.
larına göre rüyet edilmeyip, askerî hâkimler tarafından Cengiz Yasası' De Sacy'den Becker ve Poliak'a kadar bütün araştırıcılar, hemen sâ
na istinâd eden kanunlara göre rüyet edildiği hakkında Mofcrîzî'nin dece, bu meselelerin, Eyyûbîler'in ve Memlûkler'in Suriye-Mısır im-
rivayetidir. O, bu suretle, yukarıki hulâsada işaret ettiğimiz Moğol te'- paratorluklarındaki birtakım tezâhürleriyle meşgul olmuşlardır.
sîri iddialarım tavzih ve te'yide çalışmaktadır. Garp feodalizminin te' III. Bu hususta yapılan tetkiklerin mühim bir kısmı da sâdece
şirini ise, Suriye'ye Haçlılar tarafından getirilen feodal müesseseler Osmanlı İmparatorluğu sahasına ve imparatorluğun feodal mâhiyette
vâsıtasiyle kabul ediyor. Memlûkler devri ıktâ'lanna ait oldukça dikkate addedilen müesseselerine münhasır kalmıştır.
lâyık tafsilâtı ihtiva eden bu notlar, şâir yazılan gibi, müellifin bilhassa
bu devir tarihi ile uğraştığını göstermektedir. İlk bakışta göze çarpan bu noktalar, İslâm feodalizmi hakkındaki
bilgimizin neden o kadar az ve çürük olduğunu izaha kâfidir. Bir defa
. Yakubowsky'nin Vm.-K. asır ıktâ'lanna dâir yazdığı —şimdiye toprak mülkiyeti şekilleri ve bunun doğurduğu hukukî ve iktisâdi mü-
kadar ileri sürülmüş fikirlerden fazla bir şey ifâde etmiyen — nâsebetler meselesi, içtimaî bünyenin öğrenilmesi için birinci derecede
42/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi r ;y*isi:*îv ;*!•--\-Î Umûmi Meseleler/43

mühim olmakla beraber, —eğer bu tâbir caizse— îsiâm feodalizminin tetkik ederken, münâsebet getirerek bu Selçuklu iktâ' sistemi'nden epey
mâhiyetini ve tarihî inkişafım yalnız onunla anlamağa imkân yoktur; etraflıca bahsetmiştim. Fakat derhâl itiraf edeyim ki bu mühim mesele,
bu içtimai realitenin, bu canlı kompleks'in dinamizmini muhtelif za- daha geniş ve husûsî bir tetkike muhtaçtır:
man ve mekânlarda takip edebilmek için nelere muhtaç olduğumuzu,
yâni ortazaman îslâm tarihinin henüz ortaya bile konulmamış başlıca De Slane'ın vaktiyle — bir tetkik netkesi değil, fakat sâdece bir
meselelerini biraz aşağıda kısaca arzedeceğiz. Yalnız yukarıki izahla- intuition mâhiyetinde "olarak — ileri sürdüğü mülâhaza, yani Selçuklu
rımız gösteriyor ki, Abbasiler devrinde toprak mülkiyeti meselesiyle împaratorluğu'nu kuran Oğuzlar'ın eski Cermenler gibi «feodal (bir teş-
ona bağlı meselelerden bahsedenler, meselâ îran'ı, Afganistan'ı, Mâ- kilâta mâlik oldukları ve Selçuklu iktâ' sistemindeki hususiyetin bundan
verânünnehr'i yâni Şarkî îslâm âlemini asla gözönüne almamışlardır. ileri geldiği» düşüncesi ne dereceye kadar doğrudur? İslâmiyet'ten evvel
Tâhirîler, Saffârîler, Sâmânîler, Gaznevîler, Karahanhlar, hattâ Büyük Asya'da ve Avrupa'da kurulan muhtelif Türk devletlerinde, Hun-lar'da,
Selçuklu imparatorluğu ve şarktaki halefleri Hârizmşâhlar İmparator- Avarlar'da, Eftalitler'de, Tu-küeler'de, Uygurlar'da, Hazarlar'da böyle bir
luğu gibi en mühim siyâsî teşekküller zamanında, Şarkî islâm alemin- sistem mevcut muydu? Müslüman Karahanhlar devletinde, buna tesadüf
deki siyâsî ve içtimaî münâsebetler, nedense, tamâmiyle ihmâl olun- ediliyor mu? İşte bir yığın suâller ki, bunların cevabım vermeden
muştur. Hâlbuki feodal müesseselerin tetkiki bakımından, bu sahalar, Selçuklu sisteminin hakikî mâhiyetini ve menşeini — yahut men-şe'lerini
Mısır ve Suriye'den çok daha mühimdir. Orta - Asya, İran, Şimalî Hind — anlamağa imkân yoktur.
gibi, uzak ve yakın Şark'ın muhtelif medeniyetlerinden kalıntılar taşı- Diğer bir suâl daha: Selçuklu Devleti, ilk kuruluşunda Gazneli
yan bu sahalarda ortazamanda vukua gelen muhtelif muhaceretler, is- İmparatorluğu'nun büyük bir kısım arazîsine sahip olmuştu. Acaba
tilâlar, siyâsî teşekküller, içtimaî ve iktisadî tarih bakımından çok tet- Gazneliler devrinde toprak mülkiyeti ve askerî ıfctâ'lar meselesi ne
kike şâyân vaziyetler vücûde getirmiştir. Büyük Selçuklu İmparator- mâhiyet arzediyordu? M. N. Poliak, sâdece Nizâmü'l-Mülk'ün Siyâset-
luğu ve onun istitaleleri, daha sonra Moğol istilâsı ve ondan doğan yeni nâme's&ne dayanarak, askerî fiyeflerin iptida Mahmud Gaznevî tara-
siyâsî nizâm, bütün bunlar, Şarkî Akdeniz İslâm memleketlerinin tarihî fından ihdas edildiğini — Becker'i tenkiden — söylemekle beraber, t^»-
mukadderatım anlamak için de birinci derecede mühim meselelerdir. kı onun gibi, bu meselede Türk-Moğol nüfuzunu (Moğol ne için?) kabul
Hâlbuki, meselâ îslâm Hind'in toprak vaziyeti hakkında W. H. ediyor. Hâlbuki, Siyâsetnâme'nin bu kaydı, oldukça müphemdir;
Moreland'ın monografisi gibi bâzı tetkikler istisna edilecek olursa, îs- Gazneli devrine ait şâir tarihi kaynaklardan çıkarılacak malûmat ile
lâm feodalizmiyle uğraşanların bütün bunlan ihmâl ettiklerini görüyo- tamamlanmadıkça bu hususta kat'î bir hüküm verilemez. Ondan başka,
Gazneli müesseseleri »tetkik edilirken, Tâhirîler, Saffârîler ve bilhassa
Demek oluyor ki şimdiye kadar İslâm feodalizmi hakkında yapılan Sâmânîler gibi aynı sahalarda daha evvelce hükümrân olmuş devletlerin
tetkikler, yalnız bâzı zaman ve mekanlardaki toprak mülkiyeti mese- mümasil müesseseleriyle mukayese şarttir.
lesine ve askerî ıktâ'lara ait araştırmalardan ibaret kalmıştır. Selef-
lerinin meydana koyduğu neticelerden de istifade ederek bu hususta Bütün bunlara ilâve olarak, her ikisi de Türk devleti olmakla bera-
kısmî bir sentez tecrübesi yapmış olan Becker'in tetkiklerine süratli bir ber, Gazneli devletiyle Selçuklu devleti arasında içtimaî ye siyâsî bünye
göz atarsak, biraz evvel arzettiğimiz boşluklar derhâl kendini gösterir. ve etnik teşekkül farkları da asla unutulmamak icap eder: Gazneliler,
Meselâ Becker, Selçuklu veziri Nizâmü'l-Mülk'ün ilk defa irsi askerî İran'ın cenub-ı şarkîsinde ve bugünkü Efganistan'da daha es-kidenberi
fiyefler ihdas ettiğini, ve bu sistemin sonradan —Osmanlı timar sis- yerleşmiş birtakım Türk kabilelerine istinad etmekle beraber, bilhassa
temine kadar— muahhar Türk devletleri tarafından iktibas edildiğini, Türk köleleri'nden mürekkep askerî kıt'alara istinaden ye Sâsânî-îslâm
Eyyûbîler'le Mısır'a idhâl olunduğunu söyler; ve bunu, Selçuklu devleti- an'anelerine göre kurulmuş bir devlettir; halbuki Selçuklu
nin sağlam idare teşkilâtına mâlik olmasiyle izah eder. Bu kadar ehem- İmparatorluğu, kesif Türk kabilelerinin muhacereti neticesinde teessüs
miyetli bir meselenin yalnız Bondârî ve Mcfcrîzî'nin kısa ifâdelerine etmiş ve kabîle an'anelerini —hiç olmazsa ilk devirlerde— muhafaza
istinâd edüerek bu kadar sathî bir şekilde izahı, elbette sağlam bir usûl etmiş bir devlettir; göçebe Türk kabilelerini iskân zarureti, Selçuklu
değildir. Vaktiyle bir eserimde, Osmanlı timar sisteminin menşeini hükümdarları için dâima birinci plânda ehemmiyetini muha-
44/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/45

faza eden bir mesele olmuştur; Gazneli devleti için ise böyle bir me- yetinin iç bünyesini anlamak, çok zahmetli, çok uzun bir meşgaledir.
sele mevcut değildi. Bu devletlerin tâkib ettikleri toprak siyâseti'aia Müelliften bunu beklemek, belki fazla istemek olurdu. Böyle olmakla
mâhiyetini kavrayabilmek için, bütün bunları araştırmak mecburiyeti beraber, bu mevzuu az çok aydınlatabilecek bâzı mahdut tetkiklerden
vardır. — A. Mez, W. Barthold, L. Massignon vesaire — istifâde etmemesi de
Bütün bu mülâhazalara rağmen, Becker'in mesâisini, bu hususta mazur görülemez. Esasen asıl hatâ, bukadar mahdut malzeme ite böyle
yapılmış en verimli ve en anlayışlı bir tecrübe olarak kabul etmek mec- geni} ve karışık bir mevzua girişmekte ve hattâ Garp feodalitesiyle de
buriyetindeyiz. Bilhassa, mevzuunu, iktisâdı şartları birinci plânda mukayeseler yaparak «illiyet izahları: explication causale»na kalkış-
tutarak tetkik etmesi ve geniş görüşlerden mahrum olmaması, onun maktadır! Böyle bir teşebbüsün neticesini tahmin, hiç de müşkül değil-
başlıca meziyetini teşkil eder. dir.
Tıpkı Becker gibi başlıca Suriye - Mısır Memlûk İmparatorluğu ta- M. N. Poliak'm gerek bu umûmî mâhiyetteki tetkikinde, gerek
rihi üzerinde çalıştığı anlaşılan M. N. Foliak'ın îslâmî feodalite hak- Memlûk feodalizmi hakkındaki diğer bir eserinde ileri sürdüğü bir id-
kında — yukarıda hulâsa ettiğimiz — çok yeni tetkikine gelince, mev- diayı burada kısaca tahlil ve münâkaşa etmek istiyoruz. Bu, esâsında
zûunun çok vâdetmesine rağmen, verdiği netice hemen hemen hiç me- dikkate lâyık olan bu iddianın hakikî mâhiyetini anlamak hususunda
sabesindedir! Gerçi müellif hareket noktası olarak bir iki mühim pren- olduğu kadar, onun çalışma tarzını göstermek itibariyle de faydasız
sibe dayanıyor: bütün İslâm dünyasında müşterek bir feodal sistem olmıyacaktır: «Memlûkler feodalitesinin teşekkülündeki Moğol te'sîri»
değil, muhtelif feodal sistemler olduğunu kabul etmesi, tarihî realitenin iddiasıl
dinamizmini anladığına bir misâldir. Bu muhtelif sistemleri birbiriyle Mısır Memlûkleri'nin Altın-Ordu Moğol İmparatorluğumla sıkı dost-
karşılaştırarak müşabih ve mutezat cihetleri tebarüz ettirmeğe ça- luk münâsebetleri ve bil'akis İran Moğol hükümdarlariyle mütemadi
lışması, mukayese usûlü'niin böyle mahdut bir dâirede ihtiyatla kut mücâdeleleri, uzun zamandanberi tarihçiler için bir araştırma mevzuu
lanılmasının, tarihçiye te'min edeceği faydaları kavradığım göster- teşkil etmiştir. Son zamanlarda yeniden tarihçilerin dikkatini celbeden
mektedir. Buna rağmen, burada, ne Becker'deki sıkı mantıkî ve geniş bu mühim mevzu, M. N. Poliak'ı da alâkalandırmış olacak ki, buna ait
görüşleri, ne de meselâ J. Deny'nin tetkikindeki sağlam ve metodik küçük fakat oldukça dikkate lâyık bir makale neşretti. Memlûkler dev-
documentation'u görüyoruz. Gerçi müellif arada sırada ortazaman İs- letini Karadeniz yukarısmdaki memleketlere — yâni Altm-Ordu'ya —
lâm dünyasının içtimâi ve iktisâdi tarihine ait birtakım meselelere te- mensup feodallerin ve tacirlerin kolonyâl imparatorluğu telâkki eden
mas ediyor: şehir tarihi, içtimaî sınıflar meselesi, köylünün tâbi olduğu müellif, şâir birtakım te'sîrler yanında, Memlûk feodal prensipleri'nin de
şartlar bahis mevzuu oluyor. Fakat bütün bunlar çok sathî, çok parça Moğollar'dan geldiğini iddia etmektedir. Bu husustaki başlıca delilleri,
parça, âdeta tesadüfen şuradan buradan alınmış üç beş mahdut notun Mafcrîzî'nin yukarıda zikrettiğimiz kaydiyle, Memlûk feodalizmin-deki
karmakarışık sıralanmasından ibaret gibidir: Meselâ İslâm şehirleri rawk denilen bir hususiyetin Altın-Ordu'nun tabii ve vârisi olan
hakkındaki basit mütâlâalar, şehirlerdeki içtimâi tabakalar hakkındaki Moskova prensliği'nde mevcudiyetidir. Müellif, Moğol toprak sistemi
sathî izahlar, köylünün hukukî ve içtimâi vaziyeti hakkındaki acele hakkında sarîh malûmata sahip olmadığı cihetle, bu sonuncu müşabe-
hükümler, bunu açıkça gösteriyor. Selçuklu ve Osmanlı devirlerinin heti, iddiasına bir delil olarak zikrettiğini söylüyor. Halbuki bu deliller,
içtimaî tarihi hakkında çok sathî bilgisi olduğu anlaşılan müellifin, bütün asla kanaat verici bir mâhiyette olmadığı gibi, Memlûk devri haraç sis-
bu meselelerde ekseriyetle aldandığı görülmektedir. Bundan dolayı, teminin Moğollar'daki kalan adlı sistemden geldiği hakkındaki iddianın
meseleyi ortaya koyuş tarzı çok vuzuhsuz, mantık çok gevşek, neticeler da hiçbir sarîh delili yoktur. Mısır'daki servage usûlünü bile — yine hiçbir
ekseriyetle mütereddit ve şüphelidir. delile dayanmadan — Moğollar'a isnâd eden müellif galiba MakrîzV ye
kapılarak, umumiyetle Moğol te'sîrini haddinden çok fazla büyült-
Filhakika ortazaman İslâm dünyasının içtimaî ve iktisâdi tarihi he- mektedir.
nüz yazılmamıştır. Birçoğu henüz yazma, nâdir metinler üzerinde sis- Esefle îtiraf etmeliyiz ki M. N. Poliak bu Moğol te'sîri meselesinde
tematik bir surette çalışarak malzeme toplamak, sonra onlan tasnif, de, müspet bir netîceye varacak kadar mücehhez değildir. îslâmî feo-
tetkik ve. tefsir ederek herhangi devirdeki herhangi Türk-lslâm cemi- dalite makalesinde «Moğol fiyefinin daha ziyâde Moğol incu sistemi'ne
46/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/47
bağlanacak söylerken, hiçbir delü zikrederek sadece okuyucu lan lara girişmemek için, iptida, kullandığımız herhangi ıstüah'tan ne an-
biraz evvel zikrettiğimiz Memlûk Devtetmm Kohnyâl Karakteri ladığımızı kat'iyetle tesbit etmek icab eder. Feodalizm''den anladığımız
makalesini okumaya davet eden müellif, orada da i«cu Sistemi hakkın- mânâ, Garp'taki ortaçağ mütehassıslarının — yâni oldukça eskimiş bir
da hiçbir şey söylememekte, ve yalnız Memlûkler'in roa* sistemiyle tâbir ile historien historisant'lann — anladıkları veçhile, Garp Ortaza-
mümâsü Moskof müesseselerinin mukayesesi*]* kanaat eylemektedir. manım karakterize eden içtimâi ve siyâsî rejime mi inhisar ediyor? Bu
Hâlbuki, «Altın-Ûrdu'daki toprak sistemi hakkında malûmat olmadığı* takdirde, bu tarihî ıstılah, başka hiçbir zaman ve mekâna tatbik
iddiası, tamâmiyle yanlışta; Altı^Ordu, büyük Cengiz Imparatorlu- edilememek îcab eder; ve meselâ bir İslâm feodalizminden, bir Japon
ğu'nun bir şubesi olmak itibariyle, umûmiyeUe Moğollar devrinin si- feodalizminden bahsedildiği zaman, M. J. Calmette'in söylediği gibi
yâsî ve içtimaî müesseseleri hakkındaki malûmatımız, Altın-Ordu'ym bunu mnalogie yoliyle kullanılan bir mecazî ifâde» gibi telâkki eylemek
ait mümasil meseleleri az çok tenvire yarayabilir. Bilhassa İran Moğol- lâzım gelir. Eğer bu ıstılah böyle dar mânâda alınmıyarak, sosyologların,
ları tarihi hakkında mâlik olduğumuz oldukça mebzul vesikalar, onların mukayesecilerin, tarihi terkib taraftarlarının anladıkları tarzda geniş
bir devamından başka bir şey olmıyan Celâyirliler'le XV. yüzyılda mânâda anlaşılacak olursa, o vakit bir İslâm feodalitesinden bahsetmek
Timurlular hakkındaki kaynaklar, bize Moğollar devrinde Yakın ve Orta- belki caiz görülür. Belki diyoruz, çünkü bunlar arasında da feodalite
Asya'nın içtimaî ve iktisadî şartlarını ve toprak meseleleri'ni anlata- mefhûmunu anlayış tarzında birlik yoktur. Meselâ Richard Thurnwald'a
cak kadar zengindir. Hammer ve D'Ohsson'dan başkyarak W. Bart- göre mütecanis olmıyan tabakalı (stratifie) cemiyetlerde, içtimaî ve
hold'a kadar birçok mütehassıslar, bu meselelerle meşgul olmuşlardır. iktisadî zaruretlerin te'sîriyle ve siyâsî şartlara tâbi olarak feodalite zuhur
Şu son senelerde L. 1. Duman'ın <XVIII inci yüzyılda Şarkî Türkistan'da eder; ve bunun muhtelif şekilleri vardır. Otto Hintze'ye göre feodalizm,
Mevcud İanitsi Adlı Feodal Müessese» adlı makalesi bu incu meselesini klanlar medeniyeti' ile —kelimenin modern mânâsiyle— devlet arasında
—-hattâ muahhar şekillerini bile— oldukça tenvir ettiği gibi, I. P. Petru- mutavassıt bir merhale olmakla beraber, geçilmesi zarurî bir merhale
şewsky'nin «§arkî Mâverâ-yi Kafkas'ın İçtimâî-İktisûdî Târihi Kay değildi»•; a a-ğı yukarı bütün ' kavimler klandan devlete geçtikleri
naklarından Hamdüllah-ı Kazvînh adlı mühim makalesinde de incu'- halde, bunlardan yalnız dördü feodalite devresini geçirmişlerdir ki,
dan ve llhanhlar devrindeki toprak meseleleri'nden bahsolunmu^tur. bunlar arasında ortazaman İslâm devletleri de dahildir. Henri Berr'e
Bütün bunlara ilâve olarak, Moğol feodalizminin mâhiyetini ve men-
göre, bir imparatorluk dağıldığı, umumiyetle, devlet kuvvetten düşmüş bir
şeini, umûmî tekâmülünü esaslı bir surette anlamak için, müteveffa
halde bulunduğu zaman, geniş sahalarda anarşi hükümran olunca, bu
Rus mongolisti Vladimirçev'in Moğollar hakkındaki mükemmel eserinin
zaruretlerin neticesinde feodal sistem —divonement du vassal,
ehemmiyetini de kaydedelim. Bütün bu kaynaklardan ve tetkiklerden
patronage du suzerain— doğar. Yalnız şu birkaç misâl bile, feodalite
istifâde edilmiyerek yapılan bir mukayese'nin, ne dereceye kadar ina-
nılmağa şâyân olabileceği kendüiğinden anlaşılır! kelimesinin henüz nasü müphem bir şekilde kullanıldığım göstermeğe
kâfidir. Marc Bloch'un dediği gibi, feodal sıfatının kendisi için consacrâ
bir vasıf olarak kullanıldığı garbi Avrupa cemiyeti hakkında bile henüz
m birçok görüş ayrılıkları varken, ilk yahut orta çağlarda türlü türlü
feodalite'-lerden bahsedenlerin, bu unvan altında biribirinden çok farklı
Kısa ve ister istemez kuru Wr mise au point mâhiyetinde olan bu mefhumlar kastettikleri tabiî değil midir? O halde, bir İslâm feodalitesi
tenkidî hulâsamızın sonuna geldikten sonra, kendi kendimize sorabili- veya feodal sistemleri bulunduğunu kabul edecek miyiz, etmiyecek
riz: Acaba bir İslâm feodalizmi'nden, bir Türk feodalizıni'nden, bir Mo- miyiz?
ğol feodalizminden, meselâ Garp feodalizminden bahsedildiği gibi bah-
setmek doğru mudur? 'Biz bu suâlin cevabım vermekte hiç güçlük çek- Muhtevası lâyıkiyle tâyin edilmemiş karışık manâlı ıstılahlar üze-
meyeceğiz: Feodalite kelimesinden anlaşılacak mefhûma göre İslâm rinde oynamayacak kadar akıllı olalım. Ortazaman Türk ve İslâm ce-
Türk Moğol feodalitelerinden bahsetmek doğru veya yanlış olabilir' miyetlerinin siyâsî ve içtimaî bünyeleri baklandaki malûmatımız, yu-
Tanh ternıinolojisinin bugünkü hazin vaziyetinde, neticesiz münâkaşa- karıda izah ettiğimiz veçhile, henüz bu kadar eksik ve yanlış, bir halde
bulunurken, onlara feodal sıfatının verilip verilmiyeceğini münâkaşa o
Umûmî Meseleler/49
48/lsUa»vo Türk Hukuk Tarihi
di idaresine tâbi eyâletleri de vardır; ayrıca, imparatorluğun hâkimi-
husustaki târihî bilgilerimiz yekûnuna müspet hiçbir şey ilâve etme* yetini tanımış birtakım büyük tâbi devletler, küçük mahallî beylikler de
CM^ag 1 birTrihî çalışma için lâzım esas şartiardan mahrum ÎİTSS vardır. Alp Arslan ve bilhassa Melikşah devrinde, vezir Nizâmü'l-Mülk
fakat temelsiz yazılar, o mevzuda mütehassıs olmayan —yâni onun en mükemmel şekilde temsil ettiği îslâm bürokrasisi—
mukayesecileri şaşırmaktan başka bir şeye yaramaz. 0*azaman^âm Sâsânî-Müslüman hükümet an'anelerinin te'sîri altında Selçuklu im-
cemiyetlerine feodal etiketini yaktırmak veya yapılmamak. «ma- paratorluğumu mütemâdi surette merkezîleştirmeğe çalışmakla beraber,
kasındın evvel, o cemiyeüeri objektif olarak tetkik edelim Ne gibi bu tribal mâhiyetdeki hâkimiyet telâkkîsi'ni büsbütün yıkmağa muktedir
siyâsî ve içtimaî şartlar dâhilinde tekâmül ettiklerini öğrenelim. Sağ- olamamıştır. XIV. yüzyılda Anadolu beyliklerine kadar birçok Türk
lam tahlillere dayanan kısmî terkipler yapalım. Ancak bundan sonradır devletlerinde devam eden bu telâkkinin, bütün teferruatını ve siyâsî ve
ki mâhiyetini öğrendiğimiz bu cemiyetleri başka cemiyetlerle muka- içtimaî hayattaki tecellîlerini burada izaha ne imkân ve ne de lüzum
yese imkânı hâsıl olur; ve ancak o zaman bunlara -filân veya filân vardır. Fakat bunu bilmeden Selçuklu împaratorluğu'nun feodal
mânâda olarak— feodal sıfatı verilip verilmiyeceği anlaşılır. mâhiyetini anlamak kabil olamıy.ccağı pek sarihtir.
îslâm feodalizmiyle uğraşanlar, şimdiye kadar - yukarıda söyle-
diğimiz gibi çok satiri bir şekilde - sâdece toprak meselesi ile ve tah- Bu hususta çok ehemmiyetli olan diğer bir mesele de, imparatorluk
sisen askerî timarlar'hı meşgul oldular. Hâlbuki Garp feodalizminde bile, dâhilinde, coğrafî ve demografik müsait şartlara mâlik sahalarda
fiyef, bütün bu siyâsî ve içtimaî sistemin mümeyyiz alâmeti olacak yaşayan göçebe Oğuz kabilelerinin hukukî ve içtimaî vaziyetleridir.
hâkim bir karaktere mâlik değildir. Binaenaleyh ortazaman îslâm ce- Selçuklu hükümdarları, ırsî reislerinin emir ve irâdesi altında yaşayan ve
miyetlerini hukukî, iktisadî ve içtimaî bakımlardan da tetkike çalışa- devletin kuruluşunda birinci derecede rol oynayanı bu kabîleri, küçük
lım. Şehir hayâtı ve şehir teşkilâtı, şehir halkının, köylünün, göçebe- parçalara ayırarak ayrı ayrı sahalarda iskân etmeğe, hudutlara
nin iktisadî ve hukukî şartları yâni hukukî ve içtimaî hiyerarşi mese- sevkederek yeni fütuhat için kullanmağa çalışmışlardır. Fakat buna
lesi, iktisadî faaliyetin muhtelif şekilleri, aynî iktisat ve para iktisadı- rağmen, kendilerine tahsis edilen geniş sahalarda kesif kütleler halinde
nın karşılıklı nisbetleri, vergi sistemi, devletin mâhiyeti ve fonksiyon- yaşayan Oğuz kabileleri vardı ki, hükukan az çok imtiyazlı bir mevkie
larının şümul sahası, istilâlar ve iskânlar vesâir bu gibi şimdiye kadar mâliktiler. Bunların başındaki nüfuzlu reislerin, Selçuklu hükümetini ve
ihmâl olunmug birçok meseleler vardır M, ortazaman Türk-İslâm tari- onun me'murlarını tanımayarak, doğrudan doğruya hükümdarın şahsına
hinin tetkikinde birinci derecede mühimdir. Meselâ, şimdiye kadar Sel- bağlı olduklarım gösteren deliller vardır. Esasen, Selçukluların büyük
çuklu tarihinden pek çok bahsedilmiştir; hattâ «Selçuklularla îslâm feo- askerî kumandanları —ki, Atabey mevkiine yükselenler de bunlardır—
dalitesinde yeni bir devrin başladığı» iddia olunmuştur. Hâlbuki, o devrin iptidalarda eski kabile reislerinin yâni Selçuklu hanedanının eski silâh
içtimaî ve iktisadî tarihinden başka, Selçuklu devletinin amme mü- arkadaşlarının çocuklarından mürekkeptir. Ve İslâmiyet'ten evvelki
esseseleri ve Selçuklu devletinde hâkimiyet telâkkisi gibi en esaslı bütün Türk devletleri gibi, Selçuklu devleti de başlangıçta tamâ-miyle
hukukî meseleler hallolunmadan, Selçuklu feodalizminden bahse imkân askerî asâlet'e istinad eden aristokratik bir teşekküldür. Muah-haran,
var mıdır? Eski kaynaklar bu gibi yeni görüş zaviyelerinden dikkatle Selçuklu merkezî idaresi bu hali bozmağa çok çahşmaşsa da, meselâ
ve sabırla tetkik olununca, Selçuklular'da iptida kabile an'aneleri'nin Fars'taki Salgurlar devleti gibi bâzı Türk devletlerinin kabîle reisleri
çok kuvvetli olduğu görünür. Devlet, saltanat ailesinin müşterek malıdır; tarafından kurulması, bu kabîle asabiyeti''nin kuvvetini büsbütün
devletin başında büyük sultan bulunmakla beraber, memleket ailenin kaybetmediğine bir delil olabilir. XIV. - XV. asırlarda Karakoyunlu ve
bütün efradı arasında taksim olunmuştur; henüz küçük yaştaki Akkoyunlu devletleri de aynı suretle teşekkül etmişlerdir. Selçuklu
prensler bile, kendilerine ait vilâyetlerde, kendi saraylarında yaşarlar; împaratorluğu'nun kısaca arzettiğimiz bu ikinci hususiyeti de, onun
eski ve nüfuzlu emirlerden biri atabey yâni vasî, mürebbî sıfatiyle feodal mâhiyetini anlamak hususunda oldukça yeni görüşlere meydan
prensin nâmına hükümeti idare eder; bu prensler dahilî idarelerinde açabilir zannmdayız; çünkü, hiç olmazsa ilk zamanlarda, fâtih kütlenin
tamâmiyle serbesttirler; asıl büyük sultanın, hepsi üzerinde smerai- nasıl bir içtimaî hiyerarşiye tâbi bulunduğunu ve muhtelif sınıflar ara-
neti'si bulunmakla beraber, diğer prensler gibi, doğrudan doğruya ken- sındaki rabıtaların bir âmme hukuku münâsebeti mâhiyetinde olmak-
50/lslam ve Türk Hukuk Tarihi
tan ziyâde husûsi karakterde şahsî bir münâsebet olduğunu anlatmak-
tadır.
işte bütün bu tenkitlerden, izahlardan açıkça anlaşılmıştır ki, an-
cak, ortazaman Türk ve Müslüman cemiyetlerinin tarihi, fcııfcufcî, ikti-
sâdi, içtimaî bakımlardan ciddî surette tetkik edilmek şartiyle, islâm
feodalizmi meselesi yavaş yavaş aydınlanabilir. Hakikî ve sağlam ça-
lışmanın mânâsını ve metodunu bilen her müdekkik, feodalizm kelime-
sine vereceği husûsî mânâya göre, kendisince /eodolite'nin ne gibi
karakteristik müesseseleri varsa onların mümasillerini muayyen za-
man ve mekanlardaki Türk ve islâm cemiyetlerinde arayabilir. Gerek ORTAZAMAN TÜRK DEVLETLERİNDE
benzeyiş gerek ayrılış cihetlerini tâyin ederken, sathî mümâselet-lere HUKUKİ SENBOLLERDEKİ MOTİFLER
aldanmayarak nasıl ve niçin'leri — muhayyilesindeki fantezist
konstrüksiyonlardan değil, hâdiselerin mantıkından çıkararak — tes-
bite çalışır. Yoksa, islâm ve Türk feodalitesi meselesi gibi, bir çok Umumiyetle hukuk tarihinde senbolism'in mânâ ve mâhiyetini izaha
cepheleri olan tarihi bir kompleks'i yalnız — en esasî ehemmiyette ol- lüzum yoktur. İlk devirlerdenberi yalnız husûsî hukuk sahasında değil,
mayan — bir cephesinden tetkik ile anlamağa çalışmak, ebediyyen ne- âmme hukuku sahasında da ehemmiyeti malûm olan hukukî semboller,
ticesiz kalmağa mahkûmdur, ilk kaynaklar üzerinde kâfi malûmatı hukuk tarihinin ehemmiyetli bir şubesini teşkil eder. Hâlbuki, Türk
olmadığı halde hârfcî benzeyişler üzerine sathî mukayeseler yaparak hukuku tarihine ait bütün meseleler gibi, Türkler'deki hukukî senboller
Mde tamimler ve indî izahlarla bu gibi muğlâk meseleleri halletmiş meselesinin de tamâmiyle meçhul kalmış olduğunu, derin bir teessüfle
gibi görünenlere gelince, onların yazıları — oryantalist olmıyan — itiraf etmeliyiz. Ortazaman Türk devletlerinde hâkimiyet (souveraineti)
tarihçileri ve komparatistleri şaşırtmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. telâkkisinin tekâmülünü tetkik ile uğraştığım sırada, zarurî olarak,
Yukarıda verdiğimiz misâller, bu son hükümlerin doğruluğunu ispat bilhassa âmme hukukuna taallûk eden hukuk îsenboller hakkında da
etmiştir sanırız. oldukça uzun araştırmalar yapmak mecburiyetini duymuştum. Eski
Roma'da ve ortazaman Avrupa'sında olduğu gibi, ortazaman islâm ve
Türk devletlerinde de bu senboller büyük bir ehemmiyet arzeder;
bunların menşe meselesini anlamak için, Emevîler ve Abbasîler
devrinde bilhassa Bizans ve Sâsânî te'sirlerini aramak, Müslüman Türk
devletlerinde ise, bunlara ilâve olarak, eski Türk devletlerinden intikal
eden te'sirlerle kabîle örflerini ve Uzak-Şark kültür dâiresi nüfuzunu
yâni Çin ve Hind te'sirlerini göz önünde bulundurmak zarurîdir. Böylece,
umûmî kültür tarihinin- çerçevesi iğinde, mukayeseli hukuk tarihi
bakımından yapılacak metodik araştırmalar sayesinde, bu senbollerin
mâhiyeti ve onlara bağlı hukukî mefhumlar aydınlatılabilir; ve Türk
âmme hukuku tarihinin ilmî bir şekilde inşâsı için lâzım gelen mühim
bir kısım malzeme hazırlanabilir.
Bu yazımızda ortazaman Türk âmme hukukuna taallûk eden hukukî
senbollerden doğrudan doğruya bahsedecek değiliz. Maksadımız daha
basit ve mütevazıdır: Meselâ bayrak, çetr, v.s. gibi ortazaman islâm ve
Türk devletlerinde hâkimiyet timsâli olarak kullanılan sen-
52/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/53
boller üzerinde, yahut, bastırılması hükümdara mahsus bir hak olan
sifcfce'ler üzerinde, yahut, herhangi bir hükümdar tarafından yaptırıl- lografi, diplomatik, kültürel etnoloji, mitoloji, din tarihi, içtimaî tarih
mış bir bind'da, veya onların kullanmasına mahsus mâdeni e§yâ ve gibi disiplinlerin de yardımına müracaat etmek ve bilhassa hukuk ta-
kumaşlar üzerinde türlü türlü şekillere tesadüf edilmektedir: bunlar rihi'nin verdiği malûmatı dâima göz önünde tutmak birinci şarttır.
hüâl, güneş. »tW« gibi astral yâni nücûma ait resimler, yahut, onikl Şimdiye kadar yalnız nümismatlar, arkeologlar ve epigrafistler
burca ait #msdIter'dir,. yahut, ok - yay, kılıç gibi bâzı askerî âlet- tarafından dar bir görüşle tetkik edilen bu meselelerin, arzettiğimiz
lerdir; yahut, arslan, kurt gibi yırtıcı hayvanlar veya tuğrul, kartal, şekilde tetkiki, yalnız hukuk tarihine ait birtakım problemleri çözmekle
çifte fcartal gibi yırtıcı kuş şekilleridir; yahut, dragon, çifte dragon, kalmıyacak, tarihin muhtelif şubelerini alâkadar eden birçok cihetleri de
Mmâ gibi mitik (mithiaue) mâhiyette alâmetlerdir; yahut, arslan ve aydınlatacaktır. Meselâ Karabaçek ve Lane Poole bâzı şekilleri bâzı
güneş ($îr u horştd) gibi mürekkep şekillerdir; yahut, bâzı fcabîle şehirlere mahsus armalar olarak kabul etmişlerdi; hâlbuki Van Ber-
tamgaları'du. Bu sonuncular müstesna olmak üzere diğerlerinin ale- chem bunun yanlışlığını kat'i delillerle göstermiştir; hukuk bakımından
lade bir tezyini motif ati, yoksa bir hükümdarın şahsına veya bir sü-
düşünülecek olursa, bir.şehrin arması yahut amblemi olması, onun
lâleye mahsus hukukî bir senbol mü olduğu, uzun tetkiklere muhtaç
personnaliti. juridique'i hâiz bulunması demektir; buna mâlik olmıyan
bir meseledir. Şimdiye kadar İslâm san'at tarihiyle ve İslâm nümis-
bir ortazaman İslâm şehrinin amblemi olmıyacaği ise meydandadır. Van
matik'iyle uğraşan bâzı âlimler, doğrudan doğruya olmasa bile. dola-
Berchem'in zikrettiği maddî delillerden hiçbiri elde bulunmasa bile, ileri
yısiyle bu şekillerden bâzılariyle meşgul olmuşlardır1 fakat bunlar
meselenin hukukî bakımdan tetkikini çok ihmâl ettikleri gibi, umumi- sürdüğümüz bu hukukî mülâhaza, yukarıda adı geçen âlimlerin bu
yetle tarihî bakımdan da çok defa sathî kalmışlar, ve bunun neticesi hususta yanıldıklarını isbata kifayet ederdi4.
olarak hemen umumiyetle birtakım indî faraziyelere saplanmışlardır. İşte bu yazımızın mevzuunu teşkil eden hukukî senbollerdeki mo-
Lane Poole ve Kara'baçek gibi büyük âlimlerin bile, geniş ihatalarına tifler meselesi, şimdiye kadar, böyle dağınık, mahdut ve âdeta tesadüf!
rağmen, bu meselelerde bazen ne kadar sathî kaldıklarını görmekte- denecek bir tarzda tetkik olunmuştur. Yalnız, Mısır ve Suriye
yiz*. Hâlbuki bu hususta, heraldik, arkeoloji, nümismatik kadar sijil-

1 E. Drouın, Les Symboles astrologique sur les monnales de Perse (Ga- 1


ğunu isbat etmek lazımdır. Hâlbuki bu âlimlerden hiçbiri bu suretle hareket
zette belge de Numismatique, Bruxelles 1901). etmemişler, ve - muhtelif teorilere göre muhtelif mânâlar ifâde eden bu
2 Bu mevzua ait gelecek yazılarımızda bu hususta bibliyografik izahat müphem ıstılahı, bir izah gibi kullanmışlardır (bu hususta .birçok misâller,
verilecektir. Bu hususta yapılan ilk tetkiklerden — bilhassa paralar üzerin- uzun zamandanberi hazırlamakta olduğum Türkler'de Totemisin Var mıdır?
deki şekillere ait olarak — şu makaleyi zikredebiliriz: H. Nützel, Embleme adlı araştırmada tesbit edilmiştir). Her hayvan sembolünü mutlaka totemisin ile
und VVappen auf muhammedanischen Münzen (Festschrift zur Feier des izah etmenin ne kadar mânâsız olduğu, ve eski Roma'da askeri kıt'alara mahsus
funfzigjâhrigen Bestehens der Numismatischen GeseDschaft zu Berlin. Ber hayvan timsâllerinin totemik menşe'den gelmediği, daha 1908'de şiddetli
Un 1803). »pp§ münâkaşalarla meydana konulmuştu (tafsilât için: Dumezil, Hind- Avrupai
3'Biraz aşağıda ortazaman îslâm şehirlerine mahsus armalann mevcut Âlemde Totemcilik'in Peszinde «survivant» Şekilleri, İlahiyat Fakültesi
olup olmadı* meselesinden bahsederken, buna da temas edilecektir düfl^t Mecmuası, Birinci sene, sayı 2, 1926).
ÖW? mÜbhem Ve haar
nf «"W"™»*, bunuttfyid ede» birçok misâllere teşdi İldi hT^
4 Max Van Berchem - J. Strzygowski, Amida, Heidelberg 1910, p. 94 - 95.
^^^dan bir nümûne: Türk eser-STTL ^ T? motiflerine **** eden âlimlerden Bununla beraber Van Berchem sülâlelere yahut (Cıt6) şehirlere ait arma yahut
birçoğu bunu derhal Tottmisme bakiyesi olarak kabul etmişlerdir. Hâlbuki amblemlerin mevcudiyetini büsbütün reddetmemektedir. Biz, sülâlelere ait
dınTarmi Ue ve (dynastique) amblemlerin nâdir olmakla beraber mevcudiyetini kabul ediyoruz;
fakat şehirlere ait hakîkî mânâsiyle amblemlerin mevcudiyetine inanmıyoruz.
Çünkü bu ihtimalin tahakkuku için, şehrin hukuki bir şahsiyet mâhiyetinde
1
»-*- * —?<>"£ asnsrss:
rin totemik bir menşeden «reldiHni İJBH «Yİ™T û1 . motifle- olması lâzımdır. Burada uzun bir münakaşaya girişmek istemiyoruz. Yalnız
şunu söyleyelim ki gerek Van Berchem'i (Notes d'archlologie arabe, III, p. 75),
gerek Nützel'i (yukarıda adı geçen eser, s. 17) şaşırtan cihet, bâzı şehirlerin
mülhakatiyle beraber bâzı zamanlar mahalli bir sülâlenin elinde bulunması,
yâni; dinastik amblemin şehre mahsus zan-nedilmesidir.
54/lsIâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/95

îürk devleüeri'nde, yâni Selçuklu an'anesini kuvvetle devam ettiren ve âmme hukukunu alâkadar eden bu gibi şahsî veya dinastik senbollerin, yâni
Büyük Selçuklu împaratorluğu'nun istitalesi sayabileceğimiz Eyyû-bîler ve islâm-Türk devletlerindeki «reng: şiar: 'alâmet: nisan» meselesinin, iır&z,
bilhassa Memlûkler devrinde, Memlûk emirleri tarafından kullanılan tevki', tuğra, pençe, tamga, mühür, bayrak, tuğ, çetr meseleleriyle birlikte
blason'lar — diğer tâbir ile armalar ve amblemler — hakkında, mebzul tetkik edilmesi şarttır7. Muayyen rütbelere veya memuriyetlere bağlı olan
miktarda malzeme mevcut olduğu için, oldukça tetkikat yapıldığım senboller için de bu mecburiyet vardır8. Birbir-
söyliyebiliriz. Prisse d'Avenne, Karabaçek, Rogers, Yakoub Artin, Van
Berchem, Lane Poole, Sarre, Kühnel, Mitwoch, Mayer ve şâirleri tarafından
bu hususta yapılan tetkikler sayesinde bu hususta oldukça geniş malûmata faza etmiş, onu devam ettirmiştir. (M. Defremery, Memoires d'histoire ori- i
sahip bulunuyoruz*. Memlûk emirlerinin reng adı verilen bu armaları entale, I. Paris 1854, p. 180-181). Yalnız Gazneliler'e mahsus olmıyan bu
muhafazakârlık, iktisadi ve mâlî sebeblerle, teknik icaplarla ve halkın itiyadını
üzerinde hayvan!, nebatî, geometrik türlü basit veya mürekkep şekiller, bozmamak gibi psikolojik bir sebeble izah olunabilir. Bu âmillerin, bir müslüman
tamgalar, kâse, kılıç, v.s. gibi muhtelif eşya resimleri mevcuttur. Lâkin devleti sikkelerinde Brahmanism senbollerini muhafaza ettirecek kadar kuvvetli
bütün bu tetkikler, daha fazla heral-dik araştırmaları mâhiyetinde kalmış, olduğunu gördükten sonra, herhangi bir ortazaman İslâm devletine mahsus
meseleye yukarıda izah ettiğimiz etraf h görüş .zaviyelerinden senbollerin, onun yerine geçen diğer bir islâm devleti zamanında da
bakılamamışür. Bir nevi Türk şövalye «m/ı'nın ve onun başında yüksek bir kullanılmasını kolaylıkla anhyabiliriz.
askerî orisfofcrasi'nin teşek-küliyle bağlı olan bu problemin mâhiyetini ve 7 Bunlara ilâve olarak, XIII.-XIV. asır Moğol devletlerinde, hattâ onlardan
bilhassa henüz pek karanlık olan menşe meselesini iyice anlamak için, evvel Karahitay devletinde mevcut — Uzak Şark kültür dairesinden getirilmiş
— birtakım hâkimiyet timsâllerinin tetkiki de büyük bir zarurettir. Esasen
ortazamamn daha evvelki devirlerine çıkmak zarureti meydandadır. Selçuklular gibi İslâm sahasında kurulmuş büyük Türk İmparatorluklarının
îslâm paralarında çok eskidenberi tesadüf edilen bu gibi birtakım kullandıkları senboller arasında da, doğrudan doğruya Uzak Şark kültür
şekiller ve onların bir amblem veya arma — yâni hukukî bir senbol — olup dairesinden getirilmiş birçok şeyler vardır: Tuğ, Tuğra, Tamga v.s. gibi.
Sonradan Cengizliler'in devletlerinde de gördüğümüz meselâ Payza, Buysa gibi
olmadığı meselesi de, Nützel, Van Berchem ve daha şâirlerinin. mesâisine alametlerin tetkiki de bu yukanki meselelerle sıkı sıkıya bağlıdır. Bütün bu
rağmen, henüz pek az tetkik edilmiş bulunuyor'. Bilhassa' meseleler geniş ve umumi bir surette tetkik edilmedikçe, içlerinden yalnız
BU h SUSta bİWiyografik
birisinin anlaşılmasına imkân yoktur. Prof. Sa-moiloviç, Payza hakkındaki
T A\, c malûmat için şu eserdeki cetvele bakinizi L. A. mekalesinde (türkçe tercümesi: Türk Hukuk' ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. II)
Mayer, Saracenic Heraldy, Oxford, 1933
8
cok J2SS- TO Dr
2*?n yUkand
* **redUen eserlerine müracaat. Bir- bu ihtiyacı pek iyi hissetmişse de, bununla alâkadar meseleler hakkında etraflı
2 XeWe blL 0l°f T mUht6lİf ****** »>u mevzulara tesadüf edilmekle beraber, tetkikler mevcut olmadığı gibi kendisi de doğrudan doğruya o meseleler
yukankilerden başka, azçok umûmi mâhiyette mo nograflar henüz mevcut üzerinde şahsi tetkiklerde bulunma- ■ dığından, müsbet neticelere varamamıştır.
değildir, islâm paralarında ve bilha^sT füîüs T Aşağıki notlarda göstereceğimiz veçhile, yukarıda isini geçen hukuki senboller
hakkında araştırmalarda bulunan garp âlimleri de yine aynı sebebden dolayı
mevzularını lâyı-kiyle aydınlatmağa muvaffak olamamışlardır.
hal tonuna batanız) MuhTeltf S İJ^ ^lamiyye Katalogu, med-nan bu gibi
resim ve VetaSL™ devletlermın Paralannda tesadüf olu-çünkü bâzı şekiuer 8 Gerek eski Türkler'de, gerek müslüman Türk devletlerinde muhtelif
LS^0ZnŞ6im ayn ay" **<* eta<* «=»** rütbe ve memuriyetlere mahsus birtakım senbollerin mevcudiyetini biliyoruz:
kümdann bir ^^Ty^linZ^** " d toUB hÜ
™" ' meselâ müslüman devletlerinde vezir'in alâmeti .— divan'ın yâni bürokrasinin
larda daha evvel hükümran oC Z/^İ *m "»"«T™ coğrafî sâha- âmiri olduğuna işaret olarak — bir divit'di (Köprülüzâde Fuad, Bizans
olabihr; meselâ Bra^l^ntta^ S^TİT **** «*» Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te*siri Hakkında Bâzı Mülahazalar,
leri üzerindeki Siva ökttzü müsiZIt ^ hukumdarlannın sikke- Türk Hukuk ve iktisat Tarihi Mecmuası, I. a. 188). Hârizmşah-lar'da
lannm sikkelerinde S^S^^vTT9 ""* Ga2neU suItan-tumalar yapnnş olan E. memuriyetlerin alâmetleri vardı. (G. Demombynes, la Syrie â d'6po-que des
TnomJm^S d!Vİetî parala^ üzerinde araş--arda eskidenbe* mevcut Sra £Z»Z Mamelouks, Paris 1923, p. XCII-III). Mısır-Suriye Memlûk İmparatorluğumda
J^MS* da böyle senboller olduğunu, ve hattâ, bir emîrin memuriyeti değiştikçe
armasının değiştiğini yahut eski armasına yeni memuriyetinin senbolü olan
yen; bir şekil ilâve olunduğunu görmekteyiz (Yakoub Artin Contribution a
l'etude du blason en Orient; Londres 1902, p. 43. Ayrıca A. Mayer'in yukarıda
zikredilen eserine bakına). Eski Türkler'de de,
56/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/57

leriyle sıla sıkıya bağlı olan bu problemlerden yalnız birini tetkik edip yat13, çok basit ve iptidaî Ur mâhiyettedir. Bütün bu tetkiklerin, neşir ve tetkik
anlamağa imkân yoktur. Hâlbuki bu husustaki araştırmalar henüz pek geri edilmiş kitabeler ve sikkelerle, umûmî ve husûsî koleksiyonlarda bulunup
bir vaziyette bulunuyor. Elde edilen maddî vesikaların nisbî bolluğu tavsif -ve neşrolunmuş maddî eserlere, yâni hazırlanmış malzemeye istinad
sayesinde tırâz meselesi Karabaçek'den Grohmann'a kadar bJr-çok âlimler ettikleri, yazma hattâ basma tarihî kaynaklardan ve edebî metinlerden kâfi
tarafından oldukça aydınlatılmıştır"; lâkin diğer meseleler hakkında, meselâ derecede istifâde olunmadığı açıkça göze çarpmaktadır.
tuğra ve pençe hakkında Babinger Kraelitz ve J. Oeny'nin makaleleri 10, çetr
baklanda G. Demombynes'in bilmünâ-sebe verdiği malûmat", sonra İslâm •*«
ve Türk Bayrakları hakkında muh-■ telif müelliflerin yazdıkları şeyler11,
tamga'lar hakkındaki bâzı neşri- Bütün bu izahat, mevzûumuzun mâhiyetini ve ilk bakışta çok basit
görünmesine rağmen tetkikinde nasıl zorluklar bulunduğunu göstermiş, ve
takip edilmesi icap eden ilmî usûlü de azçok tebarüz ettirmiştir sanıyorum.
buna mümasil olarak, rütbe ve memuriyetlere mahsus senboller olduğunu,
hatta bunlardan bâzılarının İslâmiyet'ten sonraki Türk devletlerinde de de- Ortazaman tslâm ve Türk devletlerinde mevcut ve bilhassa hâkimiyet fikriyle
vam ettiğini görmekteyiz. (Yakında Körösi Csoma - Archivum'da çıkacak alâkadar başlıca hukukî senboller hakkında neşredeceğim araştırmalar
olan Eski Türk Titülatürüne Aid Notlar adlı makalemize bakınız). Herhal- silsilesinde14 bu yazılarımızı aydınlatacak hukukî meselelere de temas
de, amme hizmetlerine mahsus böyle birtakım hukuki senbollerin gerek olunacaktır. Bunun için bu küçük başlangıçta onlardan bahsetmeyi lüzumsuz
Uzak Şark kültür dairesinde, gerek Sâsâni ve Bizans İmparatorlıklan'nda
mevcut olduğunu biliyoruz. görüyorum. Yalnız burada, metodoloji bakımından mühim bir iki meseleden
9 Encylopedie de l'lslam'da Grohmann tarafından yazılmış olan Tîrâz bahsetmek isterim.
maddesine bakınız.
Muhtelif asırlara ait İslâm kaynaklarında müteradif gibi kullanılan şiar,
10 Bu yazılann en sonu ve en toplusu, J. Deny'nin Encyclopedie de ris-
lam'daki Tughra maddesidir. Esasen Oğuzlar'a ve Selçuklular*dan baş alâmet, nişan, gibi ıstılahlar altında, bir hükümdarın yahut bir devletin remzi,
layarak o an'aneyi takip eden devletlere mahsus olan bu «alâmet, nişan», timsâli olan senboller kasdolunur: meselâ Abbasî hanedanının şiarı siyah
aslında hükümdara mahsus bir chiffre, embleme graphique iken, sonraları renktir; ve halife değiştikçe bayraklar, tır âzlar, sikkeler üzerinde yeni halifenin
— yalnız hükümdarın ismi değiştirilmek ve şekli muhafaza edilmek sure adı yazılır. Bâzan hükümdarın imzası, mühürü, veya imza makamında
tiyle—bir devlet arması halini almıştır. Bu mesele hakkında, ayrıca bir
tetkik neşredeceğim. kullandığı bir deuise'idir, yâni yine o metinlerdeki tevki' ıstılahının
ınJ1 ^^ ^be acUan da venIen bu «* «ski ve çok mühim hâ-Srl- Tf L^T** 5tadlye k,dar ""^ müteradifidir; bâzan bir tamga veya tuğra'da. Bâzan bir hayvan veya bir kuş
■«** yapılmam,şto. Bil-hassa Şimali Afrika devletleri «ktot merkezini resmi'dir. xm. - XV. asır-
teşkil etmek üzere G. fce- FatU A n a l m a rMasâUk
i el
JEfSî^ Hn'^fJ^
Pans 1927, p. LVn-UOV) * - ^ ' ve bilhassa Inostransev
daha evvelce Qatremere **•* hakkında uzun zamandanberi hazırladığım eserde bu hususta bütün tafsilât
^ T»1**» »âlûmatz tamamlamakla beraber, cok kifRe» Srk verilmiştir. [Köprülü'nün bahsettiği bu eser. tslâm Ansiklopedisi'nin «Bayrak»
££££-*« timsâllerinden bahsederken bu hususta da ayrl bSlk^t maddesi olup, bu kitapta ayrı bir makale halinde yer almıştır.]
13 Sâmoiloviç'in yukarıda zikredilen makalesinde tamga hakkında verilen
malûmata müracaat. Maamafih burada verilen bibliyografya, çok eksiktir. Bu
Sayılan oldukça fazla olan bu^laV^L^ T * neSrol™*tur. rişmek uzun sürer. hususta yazılan muhtelif şeylere rağmen, bu mesele henüz kâfi derece
İ^^SS^S^S^ *?*" **"* * de yapılan tetkikler daha Lâde OsTaî « l, ^5 aydınlatılmaktan çok uzaktır. Bilhassa hukuki bakımdan mesele tamâmiyle
mem
Ieketimiz-ise daha fazla İslâm sîmcaSInîd^f ,TCaWanna âitör' Avrupa'da lar, meçhuldür. Bu mühim mesele hakkında hazırladığım bir tetkiki de ayrıca
hemen istisnasız, TSET^^SSTE^ **"** bÛtÜn bun-zaman Türk neşredeceğim. Orada meselenin her cephesi ayn ayn araştınl-mi9tn\_
devleüerineatpekaz^S^-l^J"*"* 0İUp orta-de l'lslam'ın buna ait maddelerindi 14 Bu seri. Taç, Taht, Kemer, Âsâ, Kadeh, Çetr, Bayrak, Tuğ, Tuğra,
umîî^£î" "î** Encyclopedie verilen malûmatın ne kadar s^SıivTSn,JX Mühür, Tamga, Nöbet v.s. gibi muhtelif hukuki senboller hakkında ayn ayn
T*""1 hakklnda -m ne kadar doğ. oldu^ meydaTZ.IsS ve^ba^în monografilerden teşekkül edecektir. [Köprülü'nün yazmağı düşündüğü bu
monografilerden sâdece Asâ ve Bayrak makaleleri İslâm Ansiklopedisinde iki
ayn madde halinde neşredilmiş ve bu kitaba da alınmıştır.}
58/lslam ve Türk Hukuk Tarilıi Umûm) Meseleler/59

larda Mısır ve Suriye'de kullanılan reng ıstılahı ise sâdece hükümda- sâittir". Bu makale silsilesinde hukukî senbol olarak Türkler arasında
rın ve emirlerin emblinu'i demektir ki, blason, armoirie mânâlarını ifâ- çok ehemmiyeti olan ok - yay, hilâl, güneş, kurt, arslan, arslan ve
de eder. Bu bakımdan, tarihî metinlerde tesadüf edilen ve hiçbir za- güneş, tuğrul, kartal, çifte kartal gibi motiflerden birer birer bahsedi-
man bir ıstılah olarak medlulleri tesbit edilmemiş bulunan bu mütera- lecektir. Bunlara nisbetle çok ehemmiyetsiz olan ejderha: dragon hak-
dif, müphem tâbirleri dâima aynı şekilde anlamamak ve- mâhiyetlerini kındaki tetkiki ise, en sonra neşretmek niyetindeydim. Lâkin şu son aylar
iyice tâyine çalışmak lâzımdır. Bilhassa bu tâbirleri garp heraldik'in- zarfında ejderha'yı Anadolu Selçukluları'nın arması olarak göstermeğe
de muayyen ve kati mânâlar ifâde eden ıstılahlarla tercüme ederken, çalışan bâzı yazıları okuyunca, bu meseleyi diğerlerinden daha evvel
bu tercümenin dâima takribi olacağım, ve bu gibi tarihi ıstılahların neşretmeyi faydalı gördüm.
hiçbir zaman sıhhatle tercüme edüemiyeceğini unutmamalıdır15.
Van Berchem'in de kabul ettiği gibi, daha Eyyûbîler'den ve Mem- I EJDERHA
lûkler'den evvel, Büyük Selçuklu imparatorluğu devrinde, hattâ belki
daha evvel, İslâm ve Türk devletlerinde birtakım amblemler bulunduğu (DRAGON)
muhakkaktır. Hârizmşâhlar'da muhtelif memuriyetlere mahsus amblemler
olduğu hakkındaki malûmatımız, bunu daha evvelki devirlere de Hasan Fehmi Turgal, imzasız olarak neşrettiği Selçuk Arması Hak-
teşmile müsaittir. Fakat hükümdarlığa ait senbollerin, ekseriyetle, di- kında Notlar adlı küçük bir yazısında Sadr-ı Mutatabbib nâmiyle meş-
nastik olmaktan ziyâde hükümdarlara şahsına ait olduğu söylenebilir. hur tabip ve münşî Konyalı Ebû Bekir'in Ravzatü'l - Küttâb adlı mün-
Bununla beraber, dinastik bâzı sembollerin mevcut olduğu da anlaşılı- şeat mecmuasının Ankara Kütüphanesindeki nüshası sonunda mevcut
yor ki, bunu bilhassa bayrakların, çetr'lerin, tırâz'larm renklerinde bir mersiyenin bir parçası üzerine nazar-ı dikkati celbetti". Galiba
görmekteyiz". Gerçi hükümdardan başka diğer hanedan azasına, bü- Mu'înü'd-dîn Pervane ile taraftarlarının Moğollar tarafından îdamı
yük kumandanlara mahsus başka renkte bayraklar, çetrler de mev- (münâsebetiyle söylenmiş olan bu mersiyeyi, iptida Abdülkadir Erdo-
cuttu. Beride Hâkimiyet Senbolleri hakkındaki tetkiklerimizde bu me- ğan'ın türkçe tercümesiyle beraber Konya'da çıkan Babalık gazetesinde
sele bütün teferruatiyle izah edilecektir: Meselâ Karahanhlar'da hü- neşrettiği yine o makaleden anlaşılıyor. Bu mersiyede Mu'inü'd-dîn
kümdara mahsus renk turuncuya mâyil kırmızı idi; Selçuklular'da sir Pervâne'nin, sonra Melikü's-sevâhil Hoca Yunus'un, ve sonra Meli-
yah'ü. İslâm devletleri, galiba dinî te'sir altında, iptida hayvan sefciî- kü's^sevâhil Baha'ü'd-dîn Mehmed'in debdebeli zamanları derin bir te-
lerini senbol olarak kullanmadılar. Lâkin, Türkler İslâmiyet dâiresine essürle anılmaktadır. İşte Baha'ü'd-dîn'e ait olan parçanın sonundaki
girmeden evvel kurdukları devletlerde kurt, tuğrul gibi hayvan motif mısra' iptida Hasan Fehmi'nin dikkatini celbetmiştir. Burada: «O da-
lerini — hattâ dinastik bir senbol olarak — kullandıkları cihetle, sonra vullar, borular, kaslar, bayraklar nereye gitti?» mânâsındaki mısra'dan
teşekkül eden müslüman Türk devletleri de — eski hukukî an'anelerîhi sonra: «O ipekli kumaş üzerine nakşedilen ejderhalar nerede?» mânâ-
saklayarak - bu türlü- senboUer kullanmakta'bir mahzur görmediler sındaki mısra' gelmektedir19.
Hunlar'da, Tuküeler'de, Eftalitler'de hâkimiyet alâmetleri üzerinde
muayyen senbollerin mevcudiyeti, böyle bir faraziye ileri sürmeğe mü- 17 Bu makaleler silsilesinde,' bu şekillerden ayrı ayrı bahsederken lâzım gelen
tafsilâtı vereceğiz.
18 Konya, sayı 5, s. 294-296 îkincikânun 1937, Konya.
ve ILId Si^* veTDemombynes'» barıda zikredilen eserlerinde 19 Muharrir, daha bu makalenin neşrinden evvel, bu parçayı bana husûsi olarak
l ££ l£ IdhTJT,-^ C°ULenr8 hatİOna,es de rE^te «n^lmane, yollamak lûtfunda bulunmuştu:
!!ı«'♦ ^ risalesinde ve daha şâir bâzı eserlerde bu renkler me-
d
^H ^T r^
r \ ^ bU da kâfi derecede arastm^ayZ
e,te Senb U8,Bl me
Smdir ^ ° ' *zûumuz balonundan pek «İyide at
' ÛljS*lî CJJ ij/. jVöV jl Jjy »J> fc%jf tfjp 4"if> t\f CJ.<1.
û*S* $» .U. tiî 3 ClUÎ%? $ J> £*- S i -l»» ût» A»l jâ t# AT jf
Umûmi Meseleler/61
60/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi
faile koymıyarak, sâdece bir mülâhaza şeklinde ileri sürdüğü bu yazı, bazılarını
Muharrir buna dayanarak şu mütâlâayı yürütüyor: «Mersiye'de geçen «ejderha'yı Anadolu Selçuklularının arması olarak kabule kadar»
her ismin yarandaki vasıflar o şahsın hususiyetini gösterirse de, bu altı satır sevketmiştir!... Bakınız nasıl: Şu son aylarda intişar eden Mev-lânâ'nın
içinde geçen şeyler hep umûmîdir. Herhalde bu umumiyet içinde Baha'ü'd- Mektupları adlı eserin mukaddimesini yazan Feridun Nafiz Uzluk, burada,
dîn Mehmed'in bir hususiyeti olacak ki onun vasıfları araşma sokulmuş yukarıda bahsedilen mersiyenin metnini ve tercümesini neşrederken, orada
bulunuyor. Müellif Sadreddin'in' kendtagrle ilgisi pek çoktu. Eserinde ona zikredilen ejderha'mn «Selçuklular'ın resmî arması» olduğunu kat'iyetle yazmış
yazılmış müteaddit mektupların sureti görülür. Yalnız burada yeni bir ve şimdi Konya Müzesi'nde bulunan kabartma bir ejderha resmini de buraya
timsâl «^derha'dır. Acaba .bahrî armalar da mı bulunuyordu? Burası ilâve etmiştir21. Yine aynı muharrir, bilmem ne münâsebetle, Türk Tıp Tarihi
tetkike değer.». Arfciüi'nde Konya Mü-zesi'ndeki diğer bir kabartma ejderha fotoğrafyası da
neşreder, altına «Tabip Konyak Ebu Bekir'in mersiyesindeki söze göre Selçuk-
Hasan Fehmi, bu mülâhazadan sonra, Kâtib Çelebi'nin Cihannü-
lular armasıdır» cümlesini yazmıştır22. Muharriri bu kadar cür'etli bir hükme
md'sına naklettiği Kanunnâme-i Hıtâ adlı eserindeki bir kayda dayanarak:
«Çin Türkistanı'ndaki Türk hakanlarının ejderha amblemini kul- sevkeden sebepler nedir? Bu hususta ne burada, ne de evvelki yazısında hiçbir
landıklarını» söylüyor20; Selçuklular'ın bunu bayraklarda mı yoksa delil yoktur. Anlaşılıyor ki muharrir — Şark'ın kötü bir itiyadından
çetrlerde mi kullandıkları sualini soruyor; ve Ayasofya'daki Mufassal tbn-i kurtulamıyarak, hiç bahsetmemesine rağmen — Hasan Fehmi'nin yazısını
Bîbî nüshasmdaki bir kayda göre «Selçuk hükümdarlarının çetr-leri okumuş, ve onun sâdece bir ihtimâl şeklinde ileri sürdüğü, «Ejderha'mn
üzerinde 'ukab resmi bulunduğunu» zikrederek tbnü'l-Esîr'e ve Selçuklu bahriyesine ait bir arma olması» fikrini — Konya Müzesi'ndeki
Houtsma'nın bastırdığı Kerman Selçukluları Tarihi'ne istinaden Büyük ejderha kabartmaları ile, Çankırı ve Kastamonu Darü'ş-şifâları kapılarındaki
Selçuklular'da ofc ve yay'm bir amblem olduğunu anlatıyor. yılan kabartmalarını hatırlıya-rak — ta'mim etmiş, ve bundan «Ejderha'mn
Anadolu Selçukluları'nın arması olduğu» hükmünü çıkarıvermistir!
Hasan Fehmi'nin ileri sürdüğü bu meseleler, ayrı ayrı tetkik edilecek
Bir mersiyenin bir mısrâındaki kayıttan böyle büyük bir hüküm çıkarmak,
şeylerdir. Muhtelif Türk devletlerinde asırlardanberi kullanılan hâkimiyet
tarihi çalışma usûllerini en iptidaî şekilde bile bilmemek, hattâ bundan daha
timsâlleri hakkındaki araştırmalarımı sırasiyle neşrettiğim zaman
fazla olarak, tenkit fikrinden tamâmiyle mahrum olmak demektir. Ortazaman
bunlardan da uzun uzun bahsedeceğim için, şimdilik bunları bir tarafa
bırakıyorum. Burada, sâdece, ejderhanın Anadolu Selçuklula-rı'nda bir Türk devletlerinde ve İslâm saltanatla-rındaki türlü hâkimiyet senbollerini
amblem 'olarak kullanılıp kullanılmadığını araştıracağım. Çünkü Hasan etrafiyle bilmeden, böyle bir hüküm vermek değil, hattâ bir faraziye ileri
Fehmi'nin, hiçbir iddiada bulunnuyarak, hattâ imzasım sürmek bile imkânsızdır. Makalemezin başında söylediğimiz gibi, Türkler'de
hukukî senboller meseleleri, henüz pek az ve pek sathî olarak tetkik edilmiştir.
Bu meseleleri aydınlatabilecek küçük ve çok dağınık kayıtları, tarihî ve
20 Ali Ekber Hıtâyi adlı bir tacirin hicri 922'de İstanbul'da f ârisî olarak
yazdığı Hıtaynâme adlı eser m. Murad zamanında Kanunnâme-i Çin ü Hıtâ
ismiyle türkçeye tercüme edilmiş, hattâ 1280'de İstanbul'da litografya ile
basılmıştır. Müsteşriklerin uzun zamandanberi dikkatini çekmiş olan bu 21 Mevlânâ'nın Mektupları, İstanbul 1037, mukaddime, s. 20 - 22.
eser hakkında vaktiyle bir makalemde izahat vermiştim. CMHIî Tetebbû'lar 22 Türk Tıb Tarihi Arkivi, yıl 2, sayı 6, Birinci Teşrin 1837, s. 63. Bu
Mecmuası, sayı 5. fc 354-355). îşte Kâtib Çelebi Çin hakkındaki malûmatını mevzuun Türk tıb tarihiyle alâkasını anlıyamadığımız gibi, bu kadar mühim bir
kısmen bu eserden ve kısmen de yine aym makalede uzun uzun bahsetti- mevzuun âdeta bir reçete yazar gibi, dört satırla kat'i surette kesilip atılışmdaki
ğim Gıyasüd-duı Nakkaş Sefâretnamesi'nden almıştn-; B. Hasan Fehmi'nin safdilce dogmatisme de bir türlü akıl erdiremedik! Biraz aşağıda görüleceği
*tibas etmiş olduğu kayıd, birinci eserden değil ikinci eserden nakledil" veçhile; Feridun Nafiz Uzluk'un bütün dünyaca meçhul zannederek
mistu, burada .mühründe ve atlas perdeleri üzerinde ejderha nakıştan o - fotoğrafyalannı neşrettiği bu Konya'daki dragon resimleri, daha yıllarca evvel
2KCÎT h"?aBhr D&y-Mag' Şahruh Ue " oluP onSla mü l?£l ^^*»f«*««r. Ve bu neşredilmiş ve üzerlerinde çalışılmıştır. (F. Sarre, Er-zeugnisse islamischer
ejderh» amblemi de ÇiTTürSl Kunst, Teil, II, Leipzig 1909, şekil 15 ve 16).

kTHİantw ÎT SS tapM-atorlan^ * bir amblemdir, «JS tan Türklerine isnâd gibi

tkbü^bS:;a^m^leml ** ^
82/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/63

edebî kaynaklardan toplamak, ilk bakışta tahmin edildiğinden çok gö& bir san'at motifi olarak kullanılan dragon, dâima bir hukukî senbol — yâni
uzun ve zahmetli bir çalışmaya bağlıdır. Simdi, ortazaman Türk şahsî veya dinastik bir amblem, bir arma — değildir; Bâbu't-Talism'da Abbasî
devletlerinde bu ejderha motifinin hukukî bir senbol olarak kullanılıp devrine ait dragonlar, Halife Nâsır'ın iki düşmanını temsil ettiği gibi, — benim
kullanılmadığım öğrenmeğe çalışalım. fikrime göre — Anadolu'daki darü'şşif âlarda görülen yılan resimleri de,
sâdece, onların bir tıbbî müessese olduklarım anlatan senbollerdir; ve bütün
bunları, hukukî mâhiyette bir senbol olarak tetkike çalıştığımız dragon
n motifiyle karıştırmamalıdır. Artuklular'da, bilhassa Kara Arslan'ın sikkelerinde
de gördüğümüz için, çifte dragon'un bir hukukî senbol olarak kullanıldığı
Ortazaman İslâm - Türk san'at eserlerinde tesadüf edilen «ejderha: tahmin edilebilir. Fakat bunun sırf bu hükümdara ait şahsî bir arma mı, yoksa
dragon» motifi, epey uzun zamandanberi arkeologların dikkatini çekmişti: hanedana ait bir amblem mi olduğu kestirilemez. İşte, İslâm san'at eserlerinde
Bağdad'da Bâıbu't-Talism üzerinde, Diyarbekir'de Halep Kapısı üzerinde, görülen dragon motifi hakkında şimdiye kadar ilim âleminin elde ettiği
Kahire'de Memlûk sultam Melik Mü'eyyed Şeyh'in türbesinde, Erzurum'da neticeler, Van Berchem'in mükemmel hulâsasına göre; bundan ibarettir. Şimdi,
Çifte Minare kapısında, Halep Kalesi'nin bir kapısında, bâzı kumaşlar ve dragon motifinin, hukukî bir senbol olarak Ortazaman Türk devletlerinde
mâden! eşya üzerinde ve X. asra ait birtakım sikkelerde, v.s... bu dragon mevcut olup olmadığı hakkındaki şahsî araştırmalarımızın neticelerini
motifine tesadüf edilmiş, Sarre, Van Berchem, Karabaçek gibi âlimler arzedelim.
tarafından bu hususta muhtelif fikirler ileri sürülmüştür. İslâm
epigrafyasının en büyük üstadı olan merhum Van Berchem, bir eserinde,
bu husustaki tetkiklerin bir hulâsasını yaparak buna kendi düşüncelerini de
ilâve etmiştir ki, biz önce bunu hulâsa ile işe başlayacağız:
m
Karabaçek'in fikrine göre, çifte dragon, Artuk hanedanından Kara Ortazaman müslüman Türk devletlerine ait herhangi bir içtimaî müesseseyi
Arslan'ın — sikkelerinde de bulunan — bir amblemidir; sonra o vasıta ile tetkik ederken, bilhassa onun menşei meselesini anlamak için, bir taraftan Eski
Keyfa şehrinin amblemi olmuştur. Hâlbuki, onu bu mülâhazaya sevkeden Çin'e, diğer taraftan Sâsânî İranı'na kadar uzanmak mecburîdir. Bilhassa
düşüncelerin yanlışlığını Van Berchem açık bir surette meydana koyuyor. dragon gibi Uzak Şark kültür dâiresinin çok karakteristik bir motifi bahis
Ona göre, ortazaman İslâm şehirlerinin kendilerine mahsus bir armaları mevzuu olunca, bu lüzum daha kuvvetle kendini duyurur24. Bilindiği veçhile,
yok gibidir. Çifte dragon, belki Artuk hanedanına mahsus bir armadır; Eski Çin'in dinî ve hukukî hayâtında dragon'un mevkii çok mühimdir: ilk
yahut sâdece Kara Arslan'ın şahsî armasıdır. Nitekim yine bu hanedandan an'anevî hükümdar sülâlesi olan Hio'lann heraldik amblemleri ve büyük cedleri
Mahmud'un şahsî arması olan çifte kuş (veya çifte kartal) da XB3: asırda dragon'du25. Eski Çin sülâlelerinden Yin'lerin büyük bayrakları üzerinde
Anadolu Selçuklulan'nın veyahut sâdece I. Keyfcubâd'ın armasıdır. dragon resimleri vardı36. Çin'de en son Mançu hanedanı zamanında bile
Bağdad'da Bâbu't-Talism'deki dragon, lara gelince, burada bulunan Abbasî dragon'un bir amblem olarak hâlâ kullanıldığı düşünülürse, yalnız bir san'at
halifesi Nâsır'ın 618=1221 tarihli kitabesine nazaran, Sarre bunların mo-
Halife'nin iki düşmanım, yani Hâ-rezmşah Mehmed ile Moğollan, Van
Berchem ise Hârezmşah ile Bâ-tınîler'i temsil ettiğini kabul etmektedirler23. 24 Eski Daç'lann harbe giderken kumaştan bir ejderha şekli götürdükleri
malûmdur. Bunu, sâdece, bu şeklin başka kültür sahalarında da malûm
Görülüyor, ki, neticelerinde dâima çok ihtiyatlı olan Vah Berchem bu
olduğunu göstermek maksadiyle zikrediyoruz. Eski Yakın Şark ve Akdeniz
dragon motifi hakkında da aynı ilmî ihtiyatı göstermiştir. Bir defa! medeniyetlerinde dragon'un mevkii hakkında burada izahata girişmek,
mevzulunuzun dışındadır. Nitekim bu motifin Avrupa blazoularında istimali
und J. Strzygowskl. Amida, Heidelberg 1910, p. hakkında bilinen şeyleri tekrara da lüzum görmüyoruz.
25 Marcel Granet, Danses et 16gendes de la Chine ancienne, Paris 1926,
vol. n, p. 550.
26 Aynı eser, c. 1, s. 120. -!ffl&İ
64/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/es

tjfi olarak değü menşeini en iptidaî kozmogonik tasavvurlardan alan İslâmiyet'ten evvelki Türk devletlerinin bayrakları hakkındaki
hukukî bir senboi olarak da ehemmiyeti ve devamı daha kolay anlaşılır". malûmatımız çok mahdut olduğundan, dragon şeklinin onlarda mevcut olup
Dragon motifini Sâsânîler devri îranı'nda da bayraklar üzerinde olmadığı hakkında şimdilik hiçbir şey söyleyemeyiz. Müslüman Türk
görmekteyiz; Firdevsî'nin Sehnâme'ü — Sâsânîler devrine ait kaynaklara devletlerine gelince, bunlarm bayraklan hakkmda nisbeten daha fazla
dayanılarak yazıldığı için — o devir bayrakları hakkmda mevsuk bir malûmatımız olmakla beraber, bu husustaki tarihî kaynaklar'da, dragon
kaynak olarak kullanılabilir28. Orada meselâ Keyhusrev ordusunu teşkil şeklinin bayraklarda kullanıldığına dâir hiçbir kayda tesadüf edemedik.
eden askerî kıt'alar ayrı ayrı bayraklan ile tasvir olunurken, üstünde yedi Nümizmatik vesikalarına gelince, yukarıda Van Berchem'in bahsettiği paralar
başlı dragon bulunan bir bayraktan bahsedilir: müstesna olarak, dragon nakışlı sikkelerin mevcudiyetini de bilmiyoruz32.
Hâlbuki Artuk hanedanı, tarafından bastırılmış muhtelif sikkelerde çifte kartal,
şîr u horsîd, hattâ Oğuzlar'ın Kayı boyuna mahsus tanığa gibi işaretler
mevcuttur; bu itibar ile dragon'u dinastik değü ancak şahsî bir timsâl
addetmekten daha ileri gidemeyiz3*.
Müslüman Türk devletlerinin bayraklarında ejderha şeklinin mev-
V u l l e r » , II, 788, N. 355.357. cudiyetine ait kayıdları, ancak edebî metinler'âs buluyoruz: Ortazaman Iran
şâirlerinin manzumelerinde tesadüf ettiğimiz ejdehâ-yı râyet, ej-dehâ-yı 'alem
tâbirleri, pek ehemmiyetli ve vazıh olmamakla beraber, bize azçok bir ip ucu
Bunun gibi, Sîstanlı Rüstem ile oğlu Farâmorz'un «dîre/s-t ejderhâ- veriyor. Bdhâr-i 'Acem sahibi bu tâbiri «bayraklara resmedilen ejderha»
peyken inden bahsolunur2*. Esedî'nin Gersâspnâme'siade «üzerinde si-, yah tarzmda izah ettikten sonra, Hoca Cemâleddin Selmân, Evhade'd-dîn Enverî,
dragon bulunan ipekli bir bayraktan» bahsolunduğu gibi", yine ora. da Zahîr-i Fâryâbî'den misâller getiriyor; Ferheng-i Şu'ûrt'âe Hoca Selmân ve
«dragon gibi siyah bayrak» bahsi de geçer". Esedî'nin eseri de, Fir- Seyf-i Esferengî'den aym tarzda misâller zikrediyor38. Nizâmî'nin Hejt
devsitunki gibi Sâsânî kaynaklanndan alımp yazıldığı cihetle, bu ka-yıdlan Peyker'inde de ejderhâ-yı 'alem tâbirine rast geliyoruz34. Kezâlik Vassâf
da Sâsânîler devrine, ait telâkki etmek tabiîdir.
Torihi'nde de 'dlem-i ejdehâ-pey-ker tâbirini buluyoruz33. Lüzumunda daha da
Sâsânîler'de her askerî kıt'anın kendisine mahsus bir bayrağı vardı; çoğaltılabilecek olan bütün bu misâller, bize, Büyük Selçuklular zamanından
bunlarm renkleri türlü türlü olduğu gibi, hilâl, güneg, aralan, fccp. ta», İlhanlılar devrine kadar yâni XI. - XIV. asırlarda Türk ordularında «üzerinde
kurt, fü,. geyik gibi türlü hayvan ve kuş resimleri de kâh bayrağın üstünde ejderha resmi bulunan bayraklar kullanıldığını» gösterebilir.
islenmiş, kâh mücessem olarak bayrağın gönderinde asılmış bulunurdu.
Bütün bunlara ilâve olarak, Anadolu Selçuklularının tarihini yazan meşhur
Sâsânîler'in millî bayrağı olan meşhur direfş-i-kâviyânî'ye ait bUgüerimiz,
İbn Bîbî'nin mufassal nüshasında tesadüf ettiğimiz diğer bir kaydı da
onda böyle bir timsâl bulunmadığım göstermektedir. Demek oluyor ki
zikredelim: Orada Abaka Han nâmına yazılmış sekiz beyitlik bir medhiyede
ejderha, Sâsânîler devrinde büyük bir ehemmiyet kazanmamış, bâzı askerî
yine ejdehâ-yt râyet tâbirine tesadüf ediyoruz33. Bu mıs-
kıt'alarm bayraklarına münhasır kalmıştır.
32 Fatihin 858 tarihli bir bakır sikkesinin arkasında, dragon'dan ziyâde
Mir ba lannda
ca^İH^"^^
görmüştük.*° ™ * ** On'd. bu senbolün mev-cudıyetmı yılana benzeyen bir şekil vardır: Halil Edhem, Meskükât-ı Osmaniyye, 1334, s.
28 MeceBe.1 Mlhr. c. 2, nr. 5-6. Tahran 1934; kezâlik: Yacoub Artin'in 104.
33 Ejderhâ-yı râyet, ejderhâ-yı 'alem, ejderha kelimelerine bakınız. Kezâ-
lik, Zahir-i Fâryâbi'nin Basma Dtvân'mda, s. 42.
P. m. ÜST * GerehâSP' PUbW * *»** »<* M Huart. Paris 1926, \ 31 Aynı eser, s 34 H. Bitter und J. Rypka, Heft Peiker, 1934, p. 19, n. 35.
188, a. 2370. 35 Tarih-i Vassâf, Hind tabı, & 510.
36 Ajasofya Kütüphanesindeki yegâne yazma nüsha, nr. 2985, s. 703k
«Ejderhâ-yı râyet ez bâd-ı zafer cân yaftel»
66/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/67

ra, bize, İlhanlılar ordusunda üzerinde dragon nakışlı bayrakların kul- muhtemeldir. Büyük Selçuklular'dan sonra, onların getirdikleri eski
lanıldığını göstererek, İlhanlılar müverrihi Vassâf'in ve o devir şairleri- Türk kültür bakiyyeleriyle beraber bu Uzak Şark motifinin de tekrar
nin bu husustaki ifâdesini te"yid ediyor. Şimdi burada diğer bir ihtimâl yayılmış olduğu ve bilhassa bayraklarda kullanıldığı, oldukça kuvvetle
hatıra geliyor: RazvatiPl-Küttâb müellifinin mersiyesinde işaret edilen ej- iddia olunabilir. O devir şâirlerinden başlayarak İlhanlılar zamanı şâir-
derha nakışlı ipek bayraklar, Mu'înü'd-dîn Pervane zamanına yâni Ana- lerinin eserlerine kadar birçok filolojik deliller bunu kat'iyyetle göster-
dolu Selçuklularının llhanhlar'ın yüksek hâkimiyeti altında bulunduk- mektedir. Maamafih hiçbir zaman — hiç olmazsa kısa bir müddet için —
ları zamana aittir; bu bakımdan, bayrak üzerine dragon resmi konul- bir devlet amblemi mâhiyetim' almamıştır. Yalnız, Büyük Selçuklu İm-
ması âdeti, Anadolu Selçuklularında Moğol tahakkümü devrinde baş- paratorluğumun istitalelerinden olan Artuklular zamanında binalarda ve
lamış olabilir. Maamafih Büyük Selçuklular devri şâirlerinin «bayrak- sikkelerde bu motifin — azçok, hukukî bir senbol mâhiyetinde olarak
tardaki ejderhalardan» bahsettikleri, Artuk sikkelerinde ve binalarında — kullanıldığı anlaşılıyor. Oğuz'ların Kayı boyuna mensup oldukları bâzı
dragon şekline tesadüf edildiği düşünülünce, bu ihtimâl oldukça zayıf- sikkeleri üzerindeki Kayı tamgasından anlaşılan37 bu sülâlenin, şâir
lıyor. birtakım şekiller daha kullanmaları, dragon'un onlarda da asla dinastik
bir .arma mâhiyeti alamadığım açıktan açığa anlatmaktadır.
IV C. Anadolu Selçuklu hükümdarlarının, Moğol istilâsından evvel,
bayraklarında dragon motifi bulundurup bulundurmadıklarını bilmiyo
İşte dragon motifinin Ortazaman Türk devletlerindeki hukukî bir ruz. Fakat Büyük Selçuklu İmparatorluğu an'anesi te'siriyle bâzı Sel
senbol olarak kullanılması meselesi hakkında gerek Avrupa âlimlerinin çuklu bayraklarında bu motif kullanılmış olsa bile, bundan büyük bir
araştırmaları, gerek bizim şahsî tetkiklerimiz, ancak bu kadar malze- netîce çıkarılamaz. Xnj. asırda, Anadolu Selçukluları, binalarında ve
me meydana çıkarmış oluyor. Bu kadar mahdut malûmat ile bu hususta sikkelerinde türlü türlü motifler kullanmışlardır; meselâ iki haslı kartal
sarih ve kat'î neticelere varmak ve bu karışık problemi tamâmiyle
motifi, I. Keykubâd zamanında, dragon motifi ile mukayese edilmiyecek
aydınlatmak, şüphesiz, mümkün olamaz. Maamafih, Avrupa âlimlerinin
sâdece arkeolojik ve nümizmatik malzeme ile izaha çalıştıkları bu prob- kadar fazla ehemmiyet kazanmıştı. Birçok zaman ve mekânlarda kul
lemi, yukarıda izah ettiğimiz filolojik ve tarihî yeni malzemeye dayana- lanılması dolayısiyle heraldik tetkikleri bakımından çok ehemmiyetli
rak, ve umumiyetle Türkler'deki hukukî senboüer hakkındaki tetkikle- olan bu motifi, Van Berchem gibi, Anadolu Selçuklularının dinastik ar
rimizden istifâde ederek, biraz daha aydınlatmak kaabü olacak sa- ması değilse bile I. Keykubâd'ın şahsî arması addedenler de çoktur38.
nıyoruz: Hâlbuki dragon motifinin Anadolu Selçuklularında iki başlı kartal, hi
lâl, güneş ve arslan motifleriyle mukayese edilemiyeceğini, o motifi
A. Dragon motifi, bilhassa Uzak Şark kültür dâiresine ait olup, taşıyan hiçbir sikke bulunmaması ile de isbat edebiliriz.
Eski
, Çın de_hukukî senbol olarak da asırlarca kullanılmıştır.. Sâsânîler dev D. Moğol istilâsının, Uzak Şark kültür dâiresinden birçok yeni un
rinde İran bayraklarında - şâir bâzı hayvan şekilleri gibi - buna tesa surları Yakın Asya sahasına getirdiği malûmdur. İran'da ve Şarkî Ana-
düf edıhr. Bunun İran'a mtikalinin, Orta Asya'da kurulmuş Türk dev 37 Galip Edhem, Meskûkât-ı Türkmaniyye Katalogu, s. 25, 26, 28, 34, 55,
letler, vâsıtasiyle olması ihtimâlden uzak değildir. Fakat bu hususta 65. Bu sülalenin muhtelif hükümdarlarının sikkelerinde tesadüf edilen bu
sara bu- Sey bilmiyoruz. İslâmiyet'ten evvelki Türk devletlerinin bay- tamganın Kayılar'a mahsus tamga olduğunu müellif tesbit edememiştir.
38 Heraldik bakımından çok mühim olan bu iki başlı kartal hakkında
IdlST HTY?* t*Uİ gİW **» ha*™ tekillerine tesâdi şimdiye kadar pek çok tetkikat yapılmış olmakla beraber, henüz kafi neticelere
ekm edi ' **°"hakkmda g* *■»*d ah* W « varılmış değildirr Van- Berchem'in Amida eserinde buna tahsis ettiği kıymetli
B. Islâmiyet'ten.sonraki Türk devletlerinde dragon motifinin kul sahifelerden sonra, A. V. Solovief'in Seminarium Kondakovianum (vol. VII,
1935, 118-164)'da neşredilen Les Emblemes heraldiques de Byzance et les
Slave adlı mühim makalesinde de bundan bahsedilmiştir (bunun hülâsasını
görmek için bakınız: F. Köprülü, Ülkü, Sayı 41, s. 366-367, 1936). Bu makaleler
serisinde /bu mesele hakkmda ayn bir tetkik neşredeceğim.
68/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/69

dolu'da daha bu istilâdan evvel malûm olan bu dragon motifi İlhanlılar darlarının paralarında yine bu alâmete tesadüf ediyoruz41. Kezâlik, Ana-
devrinde yeniden canlanmış olabilir3». îlhanhlar'ın bayrakları üzerinde dolu Selçuklu hükümdarı II. Gıyâsü'd-dîn Keyhusrev'in paralarında
bulunan birtakım timsâller arasında ejderho'mn bulunduğunu yukarıda gördüğümüz arslan ve güneş'in neyi senbolize ettiğini yine tarihî kay-
söyledik. Maamafih İlhanlı nümizmatifinde, bunun biç kullanılmadığını naklardan biliyoruz41. Memlûk sultam Baybars'ın arma olarak arslan
ilâve edersek, hukukt bir senbol olarak bunlarda da ehemmiyet kazana- şeklini kullandığım ve sonra oğlu Mehmed'in de aynı armayı kullan-
madığını anlatmış oluruz. makta devam ettiğini — gerek arkeolojik ve nümizmatik vesikalardan,
gerek tarihi kaynaklardan — öğreniyoruz43. Fars Atabeğleri veya Salgur
E. Bilhassa bir Uzak Şark motifi olan ejderha ile, alelade yihm'ı bir- sülâlesi diye mâruf devletin, Oğuz'ların Salur boyuna mensup Türkmenler
birine karıştırmamak icap ettiği gibi, sâdece bir san'at motifi olarak tarafından kurulduğunu, vaktiyle Encyclopedie de l'Tslam'a. yazdığım
kullanılan ejderha ile hukukî senbol mâhiyetinde yâni bayraklarda, ar- Solur maddesinde söylemiştim. İşte bu sülâleye mensup hükümdarların
malarda kullanılan ejderha'yı da birbirinden ayırmak lâzımdır40. Her- paralarında tesadüf edilen — ve şimdiye kadar nümizmatlar tarafından
hangi bir motifin bir sülâle yahut bir hükümdar tarafından dinastik veya mâhiyeti bir türlü anlaşılamayan — bir şeklin, Dîvân-t Lügat'de ve
şahsî arma gibi kullanıldığı, o şekle, binalarda, bayraklarda, sikkelerde, Câmi'ü't-Tevârîh'de tesbit edilen Salur tamgası olduğunu kat'î surette
tarazlarda sık sık tesadüf olunmakla anlaşılabilir. Yahut herhangi ileri sürebilirim44. Oğuz'ların Baytndır boyu'na mensup oldukları için
hükümdarın veya sülâlenin şu veya bu motifi bir senbol olarak kullan- Bayındıriyye devleti diye de anılan Akkoyunlular'ın sikkelerinde Bayın-
dığına dâir itimada lâyık tarihî kaynaklarda sarih kayıdlara tesadüf dır boyuna ait olan — yine Mahmud Kâşgarî ve Reşîdü'd-dîn'in eserle-
edilmek suretiyle buna hükmedilebilir: meselâ ilk Selçuklu sultam Tuğ- rinde tesbit edilmiş — Bayındır tamgasım gördüğümüz gibi, bayrakla-
rul Bey'in ve haleflerinin arması ok ve yay'dı; muhtelif tarihî kaynak- rında da koyun resmi bulunduğunu yine inanılmağa lâyık tarihî kay-
lar bunu gösterdiği gibi, ondan sonra da sair muhtelif Selçuklu hüküm- naklardan anlıyoruz45.
39 Grumm - Grshimailo'nun verdiği malûmata göre, Uranhay samanlarının Burada bu gibi misâlleri daha çoğaltmağa lüzum yoktur. Yalnız
kullandıkları mukaddes eşya arasında çeles dedikleri (Mogollar'a ait farisi
menbalardaki çaliş) bir bayrak vardır ki, onun yukarısına bazen mâdenden birtakım
buna kıyâsen hükmedebiliriz ki, Anadolu Selçuklularında dragon moti-
timsâller konur: güneş, hilâl, yılan timsâlleri gibi (Zapad-naya Mongoliyai finin hukukî bir senbol — yâni ya dinastik yahut şahsî bir arma — ola-
Uryaaxaayskiy Kray, III. Part. 2, s. 143). Acaba bu yılanın ejderha ile bir rak kullanıldığına dâir hiçbir tarihî kayıd bulunmaması, ve yalnız bâzı
münasebeti var mıdır? Her ne olursa olsun, bunların daha fazla Uzak Şark kültür
dâiresine mensup şekiller olduğu anlaşılıyor. Binâenaleyh İlhanlılar devrinde bu
motiflerin yeniden ehemmiyet kazanmaları ihtimali, oldukça kuvvetli bir 41 Ok ve yay hakkında yakında bu seride neşredeceğimiz tetkikte bu hususta
faraziyedir. etraflı malûmat vardır. Bununla Kınık boyunun tamgası olan çomak arasındaki
40 Mevzûumuzu doğrudan doğruya alâkadar etmediği için dragon'un bir münâsebet meselesi orada izah edilmiştir.
san'at motifi olarak Hind'de ve Çin'deki ehemmiyetini, Çinlilerin Kouei dedikleri 42 XIX. asır esnasında İran'ın resmi arması olarak gördüğümüz şîr O horşîd
dragon Üe fao-fie dedikleri boynuzlu canavarı, sonra Hindlilertn Naga'sı ile (arslan ve güneş) hakkında da yine bu seride husûsî bir tetkik neşredeceğiz. Orada,
Çinlilertn Loung dedikleri dragon'u ve Budist mitolojisinde Nâga' ların Kisrawi-i Tebrizi-nin Tarihçe-i Şir-u Khorşid, Tahran, 1930 adh güzel risalesinde
ehemmiyetini burada tekrarlamayı lüzumsuz görüyoruz (bu sonuncu mesele verdiği malûmatı tamamlıyacak izahat vardır.
hakkında: Abel Remusat, Foe Koue Ki, Paris 1836, p 181-163; A Grûn-7?*h 43 Yacoub Artin'in yukarıda zikredilen Contribution'ma bakınız. Arslan motifi
M holo le
* 8 *» Buddhisme au Tibet et «n Mogolie, Leipzig, 1900 in-deksde Nâga hakkında bu seride neşredeceğimiz tetkikte, bu meseleden de bahsedilmiştir. [Bu makale
maddesine
Ve batanız).
a e0l BularUzak Şarka motiflerinin art animalier İslâm Ansiklopedisinin Arslan maddesi olarak çıkmış ve bu kitaba da alınmıştır.]
££" JT Zaman—
bakımından İ:rdauzun
? °* TO prehiStor
tetkik VB mfi„âi,„ ^ ^ehîsıir
ı arasında — menşe ve mâhiyeti
mevsû *U eden eski Türk sanatındaki meTw S££Z dTbf™? T ,
liyecek değiliz. Mevzûumuzu sâdece OrtazamanTU7^ « ^°7 SÖy" 44 Lane Poole, The Coins of the Turkmân Houses in the British Museum, London
tifin sâdece hukukî senbol olara*"jSSîSbİl?^",^^ ^ 1877, p. 244, 246, 248, 249.
»is ettiğimiz cihetle, gerek mevzûumuzu^ Ltl ^ ^ meselesine **■ 45 Ahmed Tevhid, Meskûkât-i Kadîme-i Islâmiyye Katalogu, s. 475, 477, 478,
İhtiSasınuz
bu meseleleri t^^^Zİ^Z^ ™ «faşında *ahu> 481, 483, 506, 519. Bayraklarındaki koyun resimleri hakkında, Türk VB İslâm bayrakları
hakkındaki eserimizde izahat verilecektir. [Bu kitaptaki Bayrak makalesine bakınız.!
70/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi

bayraklar üzerinde bu şekle tesadüf edilmesi, îlhanhlar'da olduğu gibi


bunlarda da bu motifin bir ehemmiyet kazanamadığına en büyük delil-
dir. Dragon'un, Selçuklu bahriyesine ait bir arma olması mülâhazasına
gelince, tbni Bîbî'mn Abaka'ya medhiyesinde Dragonlu İlhanlı bayrak-
larından bahsetmesi ve bu hususta yukandanberi verilen uzun izahat, >
artık bu ihtimali de ortadan kaldırmış bulunuyor.

TÜRK VE MOĞOL SÜLÂLELERİNDE


HANEDAN AZASININ İDAMINDA KAN DÖKME
MEMNÛÎYETİ

I. J, G. Frazer, meşhur eserinde, muhtelif tabu'lardan bahsettiği


sırada, kanın tabu olması mes'elesini de muhtelif misallerle gösterir ve
izah eder. Bu malûmata göre, birçok kavim ve kabilelerde, yalnız insan
değil hayvan kanma karşı bile bir çekinme hissi vardır; bunun neticesi
olarak, kam yere akıtmak, yahut, kana temas etmek memnu'-dur: ruhun
(l'âme) kanda bulunduğu itikadının tabiî neticesi olarak, kanın
döküldüğü yer tabu veya sâcrâ addedilir. Müellifimizin bu sosyolojik
izahını bir tarafa bırakarak, sadece, toplamış olduğu vakıaları göz önüne
alınca, bunlardan bilhassa bir kısmının asıl mevzuumuzla alâkadar
olduğunu görüyoruz: Bir hükümdarı yahut hükümdar ailesine mensup
bir ferdi ölüm cezasına çarptırmak icabettiği zaman, bir damla kam bile
yere dökülmemek lâzımdır. J. G. Frazer, XILT. asırda Çin Moğol
İmparatoru Kubilây'ın âsi amcası Nayan'ı esir ettiği zaman, bir keçeye
sardırıp yerden yere vurulmak suretiyle öldürttüğünü, XVLT. asırda
Siyam Kralının da kam akıtılmadan idam edildiğini, Birmanya sarayında
da bu âdetin carî olduğunu zikrettikten sonra, Ricold ve Mar-co
Polo'nun bunu te'yid eden ifâdelerini de naklediyor. Onun izahına göre,
bu memnûiyet umumiyetle, «kanın tabu olması» nın husûsi bir ha-
İidirl
- S
LT. Frazer'in topladığı vakıalardan anlaşılıyor ki, kanın tabu olma-
sı, dünyanm muhtelif kıt'alarındaki kavimler arasmda tesadüf olunan
bir Vakıadır; halbuki hükümdarların ve hükümdar sülâlelerine mensup

1 The Golden Bough'un Lady Frazer tarafından yapılan muhtasar ter-


cemesine bakınız: le Rameau d'Or, Paris 1923 p. 214 i 215. Biraz aşağıda
(not 21) Noyan'm Kubilây'ın amcası olmadığı görülecektir.
72/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/73

olanların öldürülmesinde kan dökülmemesi âdeti, daha ziyade Uzak Şark F. Miller'in verdiği, malûmata göre, Çuvaşlar kurban ettikleri hayvanların kam
kültür çevresinde — XIH. asırda Çin Mogollan'nda, XVII. asırda Siyam'da, dökülmemesine dikkat ederler7.
Birmanya'da — göze çarpıyor. Bu âdet, müellifin izahı veçhile, kan Yakovlev'e göre, cenubî Yenisey vadisindeki Türkler de koyun kurban
tabu'sunun yâni umumî vahanın hususî bir hali olsa büe, hukuk tarihi ederken hayvanı kanı dökülmiyecek tarzda öldürürler6. Muhtelif Türk
balonundan yine ayrı bir ehemmiyeti hâizdir. Biz bu küçük tetkikimizde, kabilelerine ait olan bu müşahedelere ilâve olarak, Moğollar'ın da hayvanları
muhtelif Türk ve Moğol sülâlelerinde bu usûlün mevcudiyetini gösteren kan dökmeden öldürdüklerini, bilhassa kurbanları gırtlaklarına basarak boğmak
birtakım tarihî vakıaları sıraladıktan sonra, hukuk tarihi İtibariyle bundan suretiyle hareket ettiklerini söyliyelim; bu malûmatı veren meşhur Rus seyyahı
çıkacak neticeleri tesbite çalışacağız. Lâkin, menşe'i itibariyle, umumiyetle Grumm-Grshimailo, bugünkü Moğollar arasında mevcut bu âdetle, Cengiz
kan tabusu üe alâkası sarih olan bu tarihî izaha girişmeden evvel, Yasası'nda hayvan boğazlanması hakkında mevcut hükmü pek doğru olarak
etnografyanın, Türk ve Moğol kabilelerinde kan tabusu'na ait verdiği mukayese etmektedir*.
malûmatı' kısaca gözden geçirmek istiyoruz. Bir kavmin dinî veya dinî-
Bütün bu müşahedeler bize gösteriyor ki, İslâm te'siri'nden uzak kalmış ve
sihrî akîdeleriyle hukukî telâkkileri arasında — bilhassa ilk devirlerde —
eski Şâmânî an'anelerini muhafaza etmiş Moğollar ve Türkler arasında
çok sıkı rabıtalar bulunduğu cihetle hukuki telâkkilerin menşe'ini ve
«kurbanın kanını yere damlatmamak» âdeti hâlâ mevcuttur. Asırlardanberi
mâhiyetini anlamak hususunda bunun büyük yardımı olacağı muhakkaktır.
îslâmiyeti kabul etmiş ve İslâm kültürünün kuvvetli te'siri altında kalmış Türk
ÜT. îslâm te'siratından uzak kalmış muhtelif Türk ve Moğol kabîle-ri
şubelerinde ise, bunun tamâmiyle unutulmuş olduğunu görüyoruz. Buna
arasında tetkiklerde bulunan muhtelif Rus etnografları, bilhassa «dinî
rağmen bâzı halk masallarında ve halk itikatlarında bu kan ta busu 'nun
merasimde kurban edilen hayvanların kanlarının yere dökülmemesi
bakiyesini görmek mümkündür: Abdül-kadir İnan'ın bana verdiği malûmata
kaidesine riâyet edildiğini» kaydederler. Verbistkiy'ye göre, Altay Türkleri,
göre, müslüman Başkurt hikâyelerinde «devler ve sihirbaz kahramanlar
kurban edilen atın belkemiğini kırarlar, burun deliklerini ve ağızlarım
öldürülürken kan damlatılma-mağa çalışıldığı» göze çarpar; artık eski kan
(akarlar2. Adrianow'a göre, Kara Tatarlar cenaze münâsebetiyle kurban
tabusu itikadını unutmuş olan halk, bunu, «her kan damlasından tekrar yedi
ettikleri atı kan dökmeden öldürürler*. Altay Türklerinin samanlığına dair
sekiz dev meydana geleceği için, kan damlatmaktan ihtiraz edildiği» tarzında
mühim bir eser neşretmiş olan Anohin, kurbanlık hayvanın boğulmak
suretiyle öldürüldüğünü söyler4. Katanov'a göre Beltir'-ler ölen bir erkeğin îzah etmektedir. Herhalde Türkler arasında, daha îslâm dini dairesine
atanı kurban ederken yine kanını akıtmıyarak öldürürler8. Yine Beltir'lerde girmezden
Tanrı'ya (yâni göke) kurban merasimini tavsif eden Maynagoşev, bu
merasimde kurban edilen koyunların kanlarının yere damlatılmamasına 7 F. Miller, Opisanie Zivuşcich v Kazanskoj gubernii jazçestkich naro-
dikkat edildiğini bilhassa kaydeder*. dov (Kazan vilâyetinde yaşıyan Çuvaş, Çeremis ve Votyaklara dair), Saint-
Petersbourg, 1791. p. 7.
2 V. î. Verbitskiy, Altayskie innorodsti (Altay gayri Rusları) Moskova 8 £. K. Yakovlev, Etnografiçeskij obzor inorodçeskogo neselenija doli-ny
1893, p. 50. juznago Jeniseja, (Cenubî Yenisey vadisi yabancı ahalisinin etnografik tetkiki)
3 A. V. Adrianow, Putesestviye na Altay i za Sayan y soverşennoe (Al- Minusinsk, 1900, p. 102.
tay ve Sayanların arkasına seyahat) Saint - Petersbourg 1888 p 188 9 Grumm - Grshimailo, Puteşestrie v Zapadinju Mongoliju, (Garbi Moğo-
—.1*,*' Y-Anohln' ■«■«■•y Po Şamanstvu u Altaytsev (Altayhların Sa
manlığına dair materyaller), Petrograd 1914 p 82 «•»««« m $a listan'a seyahat), Petersbourg, vol. III, p. 93-94. Bu müellif diyor ki: «Kurban
öldürülmesinin bu tanı ihtimâl çok eskidir. Cengiz Han Yasa'sının bir maddesi
şöyle diyor bir hayvan yenmek için öldürülürse, ayaklarım bağlamak, karnım
açmak ve kalbini elle hayvan ölünceye kadar sıkmak lâzımdır. Ancak bu
takdirde eti yenir. Eğer bir kimse hayvam Müslümanların kestikleri veçhile
keserse, idam edilmelidir». Cengiz Yasa'smdaki bu kayıt hakkında burada
52. 1937, Ankara. eoıımıştır: Çığır Mecmuası, nr. izahata lüzum yoktur. İbnü'l-Fakli'in Profesör Zeki Velîdi tarafından Meşhed'de
bulunan nüshasında münderiç İbn Fadlân Seyahatnamesinde, Oğuzların
hayvanları kesmiyerek başlarına vurmak suretiyle öldürdükleri tasrih ediliyor
ki, bununla Moğol âdeti arasındaki münasebet pek barizdir. (Bulletin de
l'Academie des Sciences de Russie, 1924, p. 237-248).
74/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/75

evvel, bu «kurban kanını yere damlatmamak» âdetinin umumi surette 4 — Sultan Berkyaruk'un annesi Zübeyde Hâtûn, Sultan Mehmed —veya
mevcut olduğu kolaylıkla kabul olunabilir. Maamafih, yukarıda zikretti- veziri Müeyyidü'1-Mülk— tarafından boğdurulmak suretiyle öldürülmüştü14.
ğimiz etnoğrafik müşahedeler, bu âdetin bütün öldürülen hayvanlar için 5 — Alp Arslan'ın oğlu Arslan Arguh, kardeşi Böri Bars'ı mağlûp ettiği
değil, daha ziyâde «kurbanlar için» mevcut olduğunu gösteriyi». Demek zaman, bir sene esaretten sonra onu boğdurmuştu19.
oluyor ki, bu, umumî mâhiyette bir kan tabusu olmaktan ziyâde, kurbanın
6 — Melikşah'ın torunu Sultan Süleyman b. Mehmed hal' ve hapse-
yâni esasen «mukaddes: sacri* bir canlı cismin kanına ait memnuiyettir.
dildikten sonra, bir rivayete göre eceliyle ölmüş, bir rivayete göre zehirlenmiş,
Bu ehemmiyetli farkı böyle kısaca tebarüz ettirdikten sonra, bunun
diğer bir rivayete göre de keman kirişiyle fooğdurulmuştu16.
neticelerini makalemizin sonunda münâkaşa etmek üzere, şimdilik asıl
mevzuumuza geçelim; ve onu alâkadar eden bâzı tarihi vakıaları 7 — Hârizmşahlar devleti, Mögol darbesiyle sarsıldıktan sonra, şeh-
sıralıyalım. zadelerden Gıyâseddin, Kerman Meliki Barak Hacib'in yanına iltica etmişti.
Barak, gerek onu, gerek annesini boğdurmak suretiyle öldürttü17.
IV. islâm medeniyeti dairesine girmiş olmakla beraber, paganizm
8 — Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhusrev, I. Keyku-bâd'ın
devrinden kalma bâzı âdetleri hâlâ muhafaza eden Selçuklu sülâlesi za-
manında, hükümdar ailesine mensup prens ve prenseslerin öldürülmesinde zevcesi Melike Âdile'yi keman kirişiyle boğdurmuştu18.
«kan dökülmediğini» gösteren birçok tarihî kayıtlar vardır. Bunlardan 9 — Anadolu Selçuklu ricalinden bâzıları, Moğol tahakkümünden is.
bâzılarını, ve her bakımdan Selçuklu idare an'anelerinin bir vârisi olan tifâde ederek, kendisinden korktukları Sultan Rükneddin'i keman kirişiyle
Hârizmşahlar devriyle Anadolu Selçuklularına ait bâzı vakıaları öldürmüşlerdi19.
zikredelim: Selçuklu ve Hârizmşah imparatorluklarına ait olarak zikrettiğimiz bu
vakıalardan sonra, İslâm medeniyeti dairesinden uzak kalmış ve eski şâmânî
1 — Sultan Mdikşah, kendisine isyan eden amcası Kavurd'u mağlûp an'anelerini muhafaza etmiş olan Cengiz İmparatorluğu'nda da buna mümasil
ve esir ettiği zaman, vezir Nizâmü'1-Mülk, bir rivayete göre onu ze- bâzı vakıaları hatırlatalım:
hirletmiş10. Diğer bir rivayete göre de keman kirişiyle boğdurmuştu11.
1 — Cengiz, emellerinin tahakkuku için bir yardımcı olarak kullandığı
2 — Alp Afslan'ın oğlu Tutuş, Suriye Oğuzlarının başında bulunan şâmân Gökçe' — Moğollar arasındaki lâkabiyle Tab Tangn — yi keçeye
-ivâ ismindeki büyük Türkmen kabilesinin reisi— Melik Atsız'ı keman sardırarak yerden yere çarpmak suretiyle öldürtmüş, yâni kanını akıtmamıştı5*.
kirişiyle boğdurmuştu0.
14 Muhtelif menbalara istinaden,' yine aynı eser'de, s. 87-68. İS Yine aynı
3 - Sultan Berkyaruk, amcası Töküş'ü, mükerrer isyan teşebbüs- eser, s. 48; Bundârî, Houtsma tab'ı, s. 257 (Recuell de textes, II); Ahbârü'd-
lerinden sonra, Fırat'a atıp boğdurmak suretiyle öldürtmüştü1*. Devlet'is-Selçukiye, s. 86.
16 Ravendi; s.279; Bundârî (s. 296) de zehirlendiği, İbnü'l-Esîr'de (c. XI,
10 Ravendi, Râhatu's-Sudûr, G. M. N. S., II, p. VSt- s. 170) ve Ahbârü'd-Devleti's-Selçukîye (s. 144) 'de boğulduğu tasrih olunur.
11 Muhammed İbrahim, Kerman Selçukîton ' Tarihi,'s 13 (Recui.il <fe 17 Cihan-guşây-ı Cuvaynî, c. 2, Leyden 1916, s. 206 (G. M. S. XVI; 2).
lB 48> Eb
18 İbn-i Bibi, forsça metin, s. 212 (Recueil de textes, IV). Bu hususta
LT AİZSSZ*; £"?**'*• - «™ehâsm'de i tab' cTs tafsilat için: Halil Edhem, Kayseriye Şehri, İstanbul 1334, s. 87.
135) Ahbartt'd-Devletl's-Selçuklye'de (Lahor tab'ı, s. 58> bu suretledir Hattâ
keman lurişiyle boğulduğu da tasrih ediliyor suretledir. Hattâ 19 İbn-i Bîbî, farsca metin, s. 303; Kayseriye Şehri, s. 97; Makrizi, Ki-
12 History of Damas, By İbn al-Qalânisî, edited by H F Am«rf™>, T den tabü's-SüIûk, c, 1 kısım 2, -Kahire 1936, s. 572.
1908, p. m. Arab tarihlerinde türlü şekterdT vLlarf'vt^ ' ^ lara kadar Selçuklu 20 Cihan-guşây-ı Cuvaynî, c. 1, Leyden 1912, s. 29 CG. l/L. S. XVI; 1),
B SOn zam
târihiyle ujrrasan nUM^t^r * . «n-bu D'Ohsson, Histoire des Mongols, Amsterdam 1852, vol. I, p. 100. Burada ve
Türk kabüe adının îva"ttoSE^SS1£?kaSmî" ^ *■"» olmadığım vaktiyle ekseriyetle şark metinlerinde But Tangn diye okunması yanlıştır (Grousset,
en baŞka bir
söylemiştim (Bellek c t A v ^ l'Empire des Steppes, 274).
13 ftmü'1-Esir ve Ebû'l-Ferec'denÎÜ îî*"* lm' a *"»• le regne de
Defrtme
Barkiarok, Paris 1863 p af ^- Recherehes sur
76/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/77

2 - Kubüây, kendisine isyan eden Nayan'ı mağlûp ve esfr ettiği zaman, 7 — Gâzân Han'ın Beylerbeyi Emir Çoban, ölüm cezasına mahkûm
onu keçeye sardırarak. yerden yere çarpmak suretiyle öldürtmüştü0. olduğu, zaman, kendi dileği üzerine boğulmak suretiyle öldürülmüştü1*.
3 — Hülâgû Bağdad'ı zaptederek Abbasî Halifesi Musta'sım'ı esir Yazımızı daha fazla uzatmamak için, bu tarihi vakıaların sıralan-
ettiği zaman, onu, kam yere dökülmiyecek şekilde, yâni bir çuvala veya masına burada nihayet veriyoruz. Yoksa, muhtelif coğrafî sahalarda
keçeye sardırarak yerden yere çarpmak suretiyle öldürtmüştü . muhtelif zamanlarda hüküm süren Türk sülâlelerinde buna benzer daha
4 — İlhanlı hükümdarı Gaykhatu, bir ziyafette sarhoşluk esnasında birtakım vakıalar daha bulunabilir: Meselâ Osmanlı İmparatorluğu za-
yine hanedandan Baydu'yu dayakla öldürmelerini emretmişse de, bu manında, yak edilecek prens ve prenseslerin dâima boğulmak suretiyle
emrini geri almışta**. öldürüldüğünü pek iyi biliriz". Maamafih bu zikrettiğimiz tarihî vakıa-
ların da, mevzuumuzu kâfi derecede aydınlatabilecek kadar çok ve
5 -£ Gaykhatu'yu hal'eden Moğol emirleri, onu bir keman kirişiyle
manâlı olduğunu-ümit ediyoruz.
boğmak suretiyle öldürmüşlerdi**.
V. Yukarıdanberi sıraladığımız etnoğrafik müşahede ve tarihî va-
6 — İlhan Argun, Anadolu Selçuklu hükümdarı D3. Gıyâseddin Key-
kıalar dikkatle gözden geçirildikten sonra, neticeler kendi kendine mey-
husrev'i, yine bir keman kirişiyle boğdurmuştu*.
dana çıkıyor; açıkça görüyoruz ki, XI.' asır sonlarından başlıyarak müs-
21 D'Ohsson, Histoira des Mongols, II, p. 458-459. Bu husustaki malumatı lüman Türk devletlerinde ve onları ta'küb eden Moğol sülâlelerinde,
Marco Polo'dan almış olan Frazer. makalemizin başında da yazdığımız gibi. hükümdar ailelerine mensup şahsiyetlerin ifnasında «kan dökmemek»
Nayan'ı Kubilây'ın amcası olarak gösterir. D'Ohsson uzun bir haşiye ile bu esâsına riâyet olunuyor. Bu kaide, küçük bir hükümdar mâhiyetinde
yanlışlığı tashih etmekte ve bilâkis Kubilây'ın onun babasının amcası olduğunu
tasrih eylemektedir.
olan yâni asîl bir kandan gelen büyük kabile reislerine şâmil olduğu
22 Son Abbasi halifesinin nasıl öldürüldüğünü, muhtelif tarihi menba-lar gibi, Moğollar devrinde gördüğümüz veçhile, tâbi devletlerin başındaki
türlü şekillerde nakil ve tefsir ederler. Bu mesele hakkında ahiren kıymetli bir hükümdarlara da teşmil ediliyor*8.
tetkik neşreden İranlı âlim Mirza Abbas İkbal (Mecelle-i Mihr, c 2, nr. ı, s. 22-25),
hemen bütün menbalardan istifade etmiş ve bu hususta yukarıdaki neticeye
varmıştır. Tabakat-i Nasırı sahibi, lbnü'1-Fûti, Vassâf, İbn Haldun, Nihâyetü'1- 2a Hafız Abrû, Chronique des rois mongols en İran, traduit par K. Bayânî,
Arab müellifi Nuveyri, onun öldürülüşünü ufak tefek farklarla anlatırlar; fakat Paris 1838. p. 105.
hepsinin müttefik olduğu nokta, onun, kanı dökülmiyecek surette öldürülmüş 27 Osmanlı tarihine dair bütün menbalarda, kroniklerde, seyahatname-
olduğu meselesidir. Marco Polo onun açlıktan öldürüldüğünü söyler (M. G. lerde, raporlarda buna ait sarih ve kafi malûmat vardır. Bir misal: Kanuni
Pauthier, Le Livre de Marco Polo, L Paris, 1886, p, 60). Pauthier bu hususta Süleyman, oğlu şehzade Mustafa'yı öldürttükten sonra, onun oğlu küçük
D'Ohsson'un verdiği malûmattan (c. 3, şehzade Mehmed'i de boğdurmak suretiyle öldürtmüştü (Lettres de Baron de
's. 242-243) istifade etmiş ve Nayan vakıasını da, Nuveyri'nin ifâdesini teyid eden Busbec, Tome I, p. 106, Paris 1748).
bir delil olarak zikretmiştir. Ebft'1-Fidâ da, bu hususta muhtelif rivayetler 28 M. G. Pauthier, Marco Polo seyahatnamesine yazdığı haşiyelerden
naklediyor. Maamafih bütün bunlar, halifenin, kam dökülmiyerek öldürüldüğünde birinde, Nayan'a tatbik edilen «kanı dökülmeden öldürmek» âdetinin Abbasi
-yukarıda zikrettiğimiz menbalarla- müttefiktirler. Halife üe oğlunun birer çuvala halifesine de tatbik edildiği hakkında Arab müverrihi Nuveyri'nin verdiği
konularak atların ayaklan alfanda çiğnetilmek suretiyle öldürüldüğünü söyliyen malûmatı şüpheli görüyor; ve Ermeni müverrihi Guiragos'un buna mugayir
Nuveyri'nin -kezalik Barhebroeus ve Ebû'1-Mehâ sin'in bu mütalâasını, D'Ohsson, ifâdesini daha doğru buluyor (Le Livre de Marco Polo, I. 249). Marko Polo bu
galiba en çok itimada şâyân görerek kitabına almışbr. Bâz! müverrihler, kaidenin yalnız Cengiz Ailesi efradına münhasır olduğunu tasrih ettiği cihetle,
Hulâgû'nun, halifenin kanım yere dökmekten ihtiraz ettiği için böyle hareket bu sarahat Pauthier'yı aldatmıştır. Halbuki Mogollar'm Selçuklu hükümdarlarını
ettiğini yazarlarsa da, Nuveyrî pek do* ?-£ , -Moğolların öldürdükleri hükümdar ve da aynı şekilde idam ettirdiklerini bilse, böyle bir hatâya düşmezdi. Halifenin
şehzadelerin kanmı yeıî dökmemek âdetinde olduklarım* tasrih etmiştir. öldürülüş şekli hakkında biraz evvel verdiğimiz izahat da, Pauthier'nin
23 D'Ohsson, Histoire des Mongols, IV, p. 107. tereddüdüne yer vermiyecek kadar kafidir. Frazer de eserinde Marco Polo'nun
24 Aynı eser, p. 113. ve onu teyid eden Frere Ricold'un ifadelerini aynen almıştır (Le Bameau d'Or,
25 Aynı eser, p. 203-204; Halil Edhem, Kayseriye Şehri, p. 214). Marco Polo'nun yeni şerhli tercemesini neşreden A. J. H. Charignon
S. 101'.
da, Pauthier'nin yukarıki yanlış mütalâasını tekrarlamaktan başka bir şey
yapmamıştır (La Livre de Marco Polo; II. Pekin 1928, p. 10).
78/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/79

Cengiz'in meşhur bir sâmanh öldürtmek hususunda da> kaideye riayet leri de gayet tabiîdir32. Ok-yay'm eski Türk hayatmdaki ehemmiyeti
etmesi gösteriyor ki, öldürülecek şahısta W kudstUk tasavvur edildiği düşünülürse, yukarıda geçen öldürme şekilleri arasında, «keman kirişi ile
zaman, kan dökmemek lâzımdır. Türk ve Moğollar'ın «kurbanlarda kan boğma»nın en eski şekil olduğu tahmin olunabilir*1.
dökülmemesi» esasına sâdık kaldıklarını gösteren etnoğrafik müşahedeler,
Yukarıdanberi verdiğimiz İzahata göre Türkler'in paganizm devrindeki dini
bu tarihî vakıaların nasıl bir itikada dayandığını izah edecek mâhiyettedir:
- sihri itikatlarına ve onlara bağlı hukukî telâkkilerine istinat ettiği tebarüz eden
Anlaşılıyor ki bu âdetin menşe'i, yukarıda kısaca söylediğimiz veçhile,
bu «kan dökmemek» âdeti, İslâmiyetten evvel kurulmuş Türk devletlerinde
doğrudan doğruya «umumî mâhiyette bir kan tabusu» dep, mâhiyeti
hattâ daha kuvvetle mevcut olmak icabe-der. Bu yazımızda bu hususta hiçbir
îtibariyle şüphesiz onunla alâkalı olmakla, beraber, «esasen sacri olan»
tarihî vakıa zikretmemekliğimiz, bunun aksine bir delil sayılamaz. Onlara âit
canlı cisimlere ârt bir memnûiyettir. Kurbanlık hayvan mukaddestir;
tarihî menbalar kâfi derecede zengin olmamakla beraber, onların bu bakımdan
binaenaleyh kam yere dökülemez. Aynı suretle, hükümdar sülâlesi de
tetkiki, pek muhtemeldir ki bunu te'yit edecek birtakım vakıaları meydana
mukaddestir; tabiî bu kudsiyetten hissedar olan hanedan efradının kam da
yere dökülemez. çıkarsın. Yalnız, Şark Tu-kiileri'nde hükümdarın tahta iclâsı merâsimindeki bir
hususiyetin bununla alâkalı göründüğünü kısaca söyliyelim: Çin kaynaklarının
Görülüyor ki, bizim Frazer'in izahından farklı olan bu izahımız, «Türk verdiği malûmata göre, han ilân olunacak prensi bir keçe üstüne koyup
ve Moğol devletlerinde hanedan âzasından birinin idamında kan kaldırırlar ve dokuz defa şarktan garba doğru devir yaparlar ve bu sırada devlet
dökmemek» âdetini, yalnız kan tabusu'na. değil, ondan daha fazla Türk- ricali dokuz defa eğilirler; sonra hanı bir ata bindirirler ve bir ipek kumaşla
lerin «hâkimiyet-» hakkındaki çok eski dinî - hukukî telâkkisine bağla- boğazım kuvvetlice sıkarlar. Âdeta boğulacak raddeye gelen hükümdar biraz
maktadır. Başlıbaşına çok mühim bir tetkik mevzuu olan bu mes'ele ayıhr ayılmaz, kaç sene hükümet süreceğini sorarlar ve onun o dalgınlık
hakkında burada en basit izahata girişmeğe bfle imkân yoktur. Yalnız şunu esnasında söylediği sözlerle tefe'ül ederler. Diğer bâzı eski Türk zümrelerinde
söylemekle iktifa edelim ki, Türklerde, şâir birçok kavimlerde de olduğu ve XiU. asırda Kerman Karahitayları'nda tesadüf ettiğimiz bu âdet 34 ve bilhassa
gibi49, hâkimiyetin ve hükümdarın kudsî bir men§e'den geldiği telâkkisi çok orada gördüğümüz boğma taklidi, herhangi sebeple vücudu kaldırılmak istenen
eski zamanlardanberi mevcuttur30 Hiyung-nu'larda, Uy-gurlar'da, Tu- hükümdarların «boğulmak suretiyle* ifna edildiklerini İma edebilir sanıyorum.
küe'lerde, ve — XIV. asırda îslâmî îtikadlarm kuvvetli te'siri altına Son bir mes'ele daha: Frazer, Siyam'da ve Birmanya'da da hükümdar
düşünceye kadar — Mogollar'da31 mevcut olan bu eski ve umumî telâkki, sülâlelerine mensup olanların kanları dökülmiyerek öldürüldüğünü kaydediyor;
onlarda esasen mevcut kan tabu'su îtikadiyle de birleşerek, hükümdar son asırlara ait olarak gösterilen bu âdet, oralarda acaba eski an'anelere mi
hanedanına mensup olanların sacri bir mâhiyeti olduğu telâkkisini ve
dayanıyor? Yoksa, Çin Mogolları'nın te'siri altoda sonradan mı vücude
netice olarak onların idamında kanlarının dökülmemesi âdetini meydana
gelmiştir? Bu suale cevap vermek doğrudan doğruya mütehassıslara aittir.
getirmiştir. Türk ve Moğollar'ın, İslâmiyeti kabul ve tslâm kültürünün
Esasen maksadımız, bu mes'ele hakkında mukayeseli ve geniş bir tetkik yapa-
kuvvetli te'sîri altında kaldıktan sonra bile, bir survivance halinde olarak
rak Frazer'i itmam ve tashih edecek umumî bir İzah yapmak değil, müstakbel
bu eski paganizm âdetini muhafaza etme-
tetkiklere malzeme teşkil etmek üzere, sâdece Türk hukuk tarihî bakımından,
onun tek bir cephesini tenvire çalışmaktır.
29 Bu hususta J. Frazer'in Les Origines magiques de la Royaute'si. A.
Moret'nin Fir'avunlar hakkındaki tetkikte!, Marc Bloch'un les Rois thau-
maturges (1925)'i birdenbire hatıra gelecek en mühim tetkiklerdir. 32 Gerek dini hayatta, gerek hukukî müesseselerde bu paganizm ba-
20 «Türklerde Hâkimiyet Telâkkisinin Tekâmülü» adiyle hazırladığı kiyelerine tesadüf edildiğini bâzı makalelerimde göstermiştim. Influence du
mız büyük bir eesrde bu mesele bütün teferruatıyla izah edilmiştir M Fuad chamanisme turco-mongol sur les ordres mystiques musulmans, İstanbul, 1929;
Köprülü, Notes relatives â l'histoire du droit des peuples balkaniques I Les İnstitutions juridiques turques au Moyen-Âge, İstanbul; 1837.
(Revue intem. d. etudes balkaniques. Beograd 1938. H annee, tome U *. 33 Bu mesele hakkında yakında hususi bir tetkikname neşredeceğim.
313-318). " 34 F. Köprülü, Les İnstitutions juridiques turaues au Moyen-Âge, p. 13-14.
**
n—!* ™ K?™CZ' «l™1*»» ■*■ encore sur les lettres des Ü-Khans de
Perse, Wüno 1938, p. 15-16 (Collectanea orlentalia, nr. 10).
Umûmi Meseleler/81

PROTO • BULGAR HUKUKUNA DAİR NOTLAR* müellif de, çıkardığı neticenin doğruluğu hakkında biraz mütereddit
gibi davranmaktadır. Milletlerin hâkimiyet hakkındaki din! - hukuki
I telâkkileriyle sıkı sıkıya alâkalı olan bu titulature mes'elelerile biraz
uğraşanlar pek iyi İrilirler ki, bilhassa hükümdarlara mahsus olan bu
HÂKİMİYET TELÂKKİSİ gibi unvanlar öyle kolay kolay değişemez. Ancak, meselâ yeni bir dinin
kabulü, yeni bir kültür dairesinin maddî ve manevî nüfuzu gibi — hiç
Prof. Karel Kadlec, IntroduCtüm â l'itude comparative de rhistoire olmazsa cemiyetin yüksek içtimaî tabakalarının maddî ve mânevi hayatı
du droit public des peuples slaves (Paris 1933) adlı mühim eserinde, üzerinde müessir olacak — derin değişiklikler netice-sindedir ki, resmî
Proto-Bulgar hukukundan bahsederken, Yunan kaynaklarında Omor- titulature'de değişiklikler olabilir; ve yeni hukuki telâkkilerin
tag ve Melemir'e verilen Souverian par la grâce de Dieu unvanının neticesi,olan yeni unvanlar iktibas olunabilir. Proto - Bulgarlar gibi,
mevcudiyetini tesbit ettikten sonra, bunun menşeini göstermek için Türk aslından gelen şâir kavimlerle müşterek institutions publigues'lere
şu mütâlâayı ilâve ediyor: mâlik, yâni, eski bir jüridik kültürün mirasçısı olan bir devlette, — şâir
«Bundan şu netice çıkarılabilir ki VDI. asırdanberi Bulgar hanla- Türk kavimlerinde olduğu gibi — hükümdarlara mahsus unvanların
rının sarayında Hıristiyanlar vardı. Gerçi Melemir'ia vaziyeti şüphe mevcudiyeti tabiîdir. Şu vaziyete nazaran, henüz Hıristiyanlığı kabul
verici mâhiyettedir: Bu hükümdar bir taraftan Hıristiyanlar aleyhinde etmemiş, hattâ ona aleyhtar, hükümdarların — Kadlec' in fikrine göre
harekette bulunurken diğer taraftan bir hıristiyan unvanını kullanıyor- — sarayda mevcut Hıristiyanların te'siriyle böyle bir hıristiyan unvanım
du. Meselâ, kardeşi Nravota'yı Hıristiyanlığa temayülü olduğu için kabul etmeleri, hukuk tarihi bakımından asla müdafaa edilemiyecek bir
öldürtmüştü.» (s. 63). iddiadır. Bu oldukça karışık problemi çözmek için, umumî Türk hukuk
tarihinin yardımına müracaattan başka çâre yoktur.
Yunan kaynaklarındaki bu unvan, Bizans hukuk telâkkilerinin, te' Slavistik tetkiklerine mâalesef yabancı olduğum için, bu mes'ele
siri altında bulunan o devir kronikcilerinin Bulgar hükümdarlarına îs- hakkında K. Kadlec'den sonra herhangi bir tetkik yapılıp yapılmadığım
nad ettikleri bir unvan mıdır? Yoksa protocolaire yâni hukukî mâhi- bilmiyorum. Yalnız, M. Geza Feher'in Les Monuments de la cül-turie
yeti olan bir unvanın rumca tercümesi midir? Madara kitabeleri proto bulgare (Archaeologia Hungarica, VH, Budapest) adlı eseriyle,
meydanda iken, birinci ihtimâl asla bahis mevzuu olamaz; ancak bu
yine aynı müellifin Les Titreş des Kahns bulgare s, d'apris Vin&-cription
unvanın mevcudiyetini, VHI. asırda Bulgar saraykrındaM Hıristi-
dû Cavalier de Madara unvanlı makalesinde (L'Art byzantin ches les
yanların te'sirine atfetmek, bana tamamen yanlış görünüyor. Nitekim
Slaves, premier receuil dedie â la memoire de Th. Uspens-kij, Paris
Melemir'in Hıristiyanlar aleyhinde takibatta bulunduğunu söyleyen
1930, p. 3-8) bu problem', eski Türk hakanlarının unvanla-riyle
m ^1 Tome
M • annee, "J™^ S1ZCaS1 Be ue
* ktematlonale des etudes battaniıraes
II (8) de çıkmıştır. ■—■unu™, mukayese edilerek tetkik olunmuştur. Geza Feher Souverain ins-titui
par Dieu diye tercüme ettiği rumca unvanı, Orhon kitabelerinde
zikredilen Kök-Türk Haninin unvaniyle - pek doğru olarak i mukayese
ediyor; çünkü bu eski Türk kitabelerinde, Türk hakanı ^Tengri teg
tengri yaratmış; Tengri teg tengirde bulmış» unvamnı taşımaktadır
ki, Geza Feher'in de kabul ettiği gibi «Onstitui par Dieu, semblable â
Dieu» diye tercüme olunabilir. Burada Türk filolojisinin ince
teferruat nok-atlarına girmemek için, Thomsen, Radloff,
Melioranskij ve daha şâir bu kitabelerin tercümesiyle uğraşmış
âlimlerin bu unvanı trecümelerin-deki bâzı farkların tetkik ve
tenkidine girişecek değilim, İşte Geza Feher, Orhon kitabelerinde
Kök-Türk hakanlarına verilen btt unvan ile Bulgar hanlarının rumca
unvanları arasındaki analojiye istinad ede-
82/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/83

rek, Madara'daki unvanı da aynı surette «Melemir (mstitui) Khan par


Dieu, semblable â Dieu» tarzında tercüme etmektedir. Yalım Orhon
n
kitabelerinde değil Kök-Türkler'e ait Çin kaynaklarında da, hakanla
BOYARLARDA «İÇ» VE «DIŞ» TAKSÎMt
rın gök'den yâni Gök Tonrtsj'ndan doğduklarım yâni hâkimiyetlerini
semavî Mr menşee istinad ettirdiklerini ifâde eden unvanlara tesadüf
Constantin Porphyrogenete, Proto Bulgarlar'da Boyar'larm cfr; intirieur»
olunur (P. Wieger, Textes historiques, IH eme edition, p. 1247). Türfc-
ve «dış: 4rt&rieur» diye iki sınıfa ayrıldığını söyler. K. Kadlec yukarıda
ler'de hâkimiyet telâkkisinin kudsî, semavî bir menşe'den geldiğini
bahsettiğimiz güzel eserinde, bu taksimin mâhiyeti hakkında birşey
gösteren bu gibi unvanlar hakkında daha eski devirlere çıkmak mev-
bilinmediğini söyledikten sonra, Drinov ve Blagoev'in bu husustaki
zuumuz için lüzumsuzdur. Yalnız bu gibi unvanlar, dinî sistemlere bağ
mütalâalarını naklediyor. Drinov, İç-Boyar'ların merkezde saray ve yüksek
lı olduğu için §unu söylemekle iktifa edelim ki, Kök-Türkler zamanında
Türk paganizmi bir nevi vumoth&isme yahud diğer bir ifâde ile, pseu- idare hizmetlerinde kullanıldığım, Dış-Boyar'ların ise taşradaki memurlar
do-monotheisme derecesine yükselmişti. «ÜÜIr* olduğunu kat'î olarak söylemektedir. Blagoev'e gelince, ona göre Iç-Boyar'lar
askerî veya idarî memurlardır, ki payitahtta merkez! hükümete iştirak
Şimdi, Geza Feher'in çok doğru mukayesesini büsbütün kuvvetlen- ediyorlar, ve Bulgaristan'ın dahilî vilâyetlerini idare eyliyorlardı; Dış-Boyar'lar
dirmek için Vm. asır Uygur hanlarının resmî unvanlarında da aynı ise Bulgar devletinin hu-dud mıntıkalarını idare eden zabitler ve memurlardı;
telâkkinin mevcud olduğunu, yâni onların da «Tengride kut bulmış; bu hudud mıntıkalarının idaresi vazifesi gayet,ehemmiyetli ve mesuliyetli
Tengride bulmış: par le Ciel, ayant obtenu la majeste» gibi unvanlar olduğundan, memlekette yüksek br: mevkii olan ve hükümdarın büyük İtima-
taşıdıklarım zikredelim (Ed. Chavannes et P. Pelliot, Un traite mani-cheen dını kazanmış bulunan en ehemmiyetli Boyar'lara tevcih ediliyordu; yâni Dış-
retrouvi en Chine, Paris 1913, p. 189). Uygur hakanları Mani-heizmi kabul Boyar'lar hudud muhafaza kıtalarının kumandanı idiler. (K. Kadlec, aynı esr.
ettikleri zaman bu titülatür yine değişmemiş, yalnız, yeni dinin te'siriyle p. 67 - 68). Demek oluyor ki Drinov İç-Boyar'ların daha yüksek bir mevki
Tengri yerine Ay Tengri kaim olmuştur. (F. W. K. Mül-ler, Uigurische işgal ettiklerine kanî olduğu halde, Blagoev bilâkis Dış-Boyar'ların onlardan
Glossen, Festeschrift lür F. Hirth, s. 189); Maamafih A. Alföldi, bunda daha mühim olduğunu iddia etmektedir. Bu iki zıd nazariyeyi hülâsa eden K.
Maniheizm'm bir nüfuzu olmasını kabul etmemekte Ve bunda da Türklere Kadlec bunlardan hangisine daha taraf dar olduğuna dâir hiçbir şey
mahsus bir halk itikadının teîsirini görmektedir ki, bence daha doğrudur. söylemiyor.
(Alföldi'nin biraz aşağıda s. 85'de zikredilen makalesine müracaat.) Xm.
Proto-Bulgarlar'ın hukuk tarihiyle uğraşan mütehassısların bu mesele
asır Moğol hükümdarlarının da İslâm olmadan evvel aynı: suretle
hakkında ne gibi tetkikler yaptıklarından mâalesef haberdar değilim. Hattâ K.
hâkimiyetlerinin menşeini Göfc'e yani GoTfc Tannst'na istinat ettirdiklerini
Kadlec'in hülâsa ettiği iki »d nazariye sahihlerinin, iddialarını ne gibi tarihi
ve bunun hâricinde hiçbir parlak unvan kullanmadıklarım, Moğol
delillere isnad ettirdiklerini de bilmiyorum. Yalnız, iki mütehassısın böyle
şansöllerisinden çıkmış resmî vesikalardan anhyoruz. (W. Kotwitcz, En
birbirine zıd fikirlerde bulunmaları ve Kadlec'in bitarafâne sükûtu bu mes'ele
morge des lettres des il-khans de Perse, Lwöw, .1933, p. 4-5). Bütün bu
hakkında henüz araştırmalara ihtiyaç olduğunu hissettirmektedir. Proto -
mukayeselerden sonra, Proto -Bulgarlar'daki «hâkimiyetin menbaı»
Bulgar'm hukuk tarihine ait birçok mes'eleler gibi, bu mes'elenin hallinde de
telâkkisinin re onun ifâdesi olan unvanların K. Kadlec'in iddiası gibi
Hıristiyanlık'tan gelmeyip,-ffiyung -Nu'lardan Mogoüar'a kadar bütün Türk umumî Türk tarihine ait tetkiklerin büyük bir yardunı olacağına kanî olduğum
devletlerinde gördüğümüz eski ve müşterek bir dinî-hukukî telâkkinin için, şâir Türk kavimlerinde bu iç ve dış taksiminin mevcut olup olmadığı ve
tecellîsinden , ibaret olduğu kat'î surette meydana çıkmış oluyor. bu taksimin mâhiyeti hakkında şu şatoları yazmayı faydalı buluyorum.
Evvelâ şunu söyleyim ki, şimdiye kadar türkologlar taraf nidan hiç tetkik
edilmemiş olan bu mes'ele hakkmda tarihin ve etnografyanın bize verdiği
malzeme çok azdır. XTV. asırda Şarkî - Anadolu'da yaşayan Oğuz
kabilelerinin hayat levhalarını bize göstermekle beraber
84/Islftm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/85

daha eski devirlerin birtakım içtimaî an'anelerini de saklayan Dede terinde Teşekkülüne Dair Araştırmalar adlı kıymetli tetkiklerinin ikin-
Korkut Kitabı'nda, Hanın maiyetindeki yirmi dört Oğuz Beyi'nden bahs- cisi olan Göçebelerde Çifte Hükümdarlık (A. Kettös Kırâlysâg a no-
olunurken, bunların tç-Oğuz Beyleri ve Dış-Öğuz Beyleri diye ikiye ay- mâdoknâl, Budapest 1933) adlı mühim makalesinde, bu hususta çok
rıldığı görülür. Hâlbuki Oğuzlar'ın siyasî - içtimaî teşkilâtından bahse- dikkate lâyık mütalâalar ileri sürmüştür. Burada bu tasnifin menşei ve
den bütün eski tarihi ve etnografik kaynaklarda umumiyetle tesadüf en eski dinî telâkkilerle alâkası hakkındaki şahsî düşüncelerimizin iza-
edilen tasniflere göre bunlar Oçok - Bozok diye ikiye ayrılırlar. 12 Üçok hına girişmek bizi asıl mevzuumuzdan çok uzağa götürebilir. Binâen-
kabilesi sağ kol'u, ve 12 Bozok kabilesi sol fcol'u teşkil eder; ve sağ aleyh burada, kısaca, bu izahattan çıkan ve Proto-Bulgarlar'daki mü-
kol, teşrifat bakımından sol kola fâiktir. Dede Korkut Kitabı'nda Üçokf-'' masil taksimin mâhiyetini azçok aydınlatabilecek olan neticeleri tesbit
Bozok tâbirlerine ancak bir defa XH. hikâyede tesadüf olunur; diğer ile iktifa edelim:
yerlerde hep «iç Oğuz- Dış Oğuz» tâbiri geçer. Fakat XTL. hikâye dik-
katle okununca, buradaki Îç-Oğuzlar'ın Üçoklar, Dış-Oğuzlar'ın ise Bo- A. — Proto-Bulgarlar'daki bu tasnif, daha Hiyung - Nu'lardanberi he
zoklar olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. (M. Fuad Köprülü, Türkiye men bütün Türk şubelerinde gördüğümüz ikili siyasî - içtimaî tasnifden
Tarihî, İstanbul 1922, beşinci mebhas; Oğuz Türklerinin Tarih ve Et- başka birşey değildir; Oğuzlar daha İslâmiyeti kabulden evvel, Seyhun
nolojisi). Oğuz kabile konfederasyonunda gördüğümüz bu «iç - dış» boylarında otururken aralarında mevcut eski an'aneleri ihtiva eden
taksimini, yine bu yirmi dört kabileden biri olan Salur kabilesinde gö- Dede Korkut Kitabında bunun mümasilini görüyoruz.
rüyoruz (Encylopedie de Z'Islam'daki Salur makalemize bakınız).
XVI. asır başlarına ait bir kaynak, Mankışlak Yarımadası'nda ya- B. — tç - dış tâbirleri, menşei itibariyle, coğrafî veya idarî bir
şayan bir kısım Salur Türkmenlerinden bahsederken, îç - Salurlar'ın vaziyetin değil, dinî-içtimaî bir telâkkinin ifadesidir: Tıpkı bunun mü
deniz kenarında, Dış - Salurlar'ın ise bunların şarkmda yaşadıklarda teradifi ve diğer bir şekilde ifâdesi olan sağ - sol tâbirleri gibi. Fakat
kaydediyor. Ebü'1-Gâzî Bahadır Han da Cenubî Türkmenistan'daki di- sonradan, siyasî ve askerî teşkilât, asırlardanberi gelen bu dinî dü
ğer bir kısım Salurlar'ın da aynı taksime tâbi olduğunu, Horasan Türk- şünüş tarzının te'siriyle, buna göre yapılmıştır: Meselâ eski Türk dev
menleri'nin Îç-Salur, ve Teke, Sarig, Yumut kabilelerinin ise Dış Salur letlerinde sağ kol kabileleri harpte sağ cenahı, sol kol kabileleri sol
addedildiğini gösteriyor. Yine aynı müellife göre, XVI. asırda bu Iç-Sa- cenahı teşkil ediyordu; resmî ziyafetlerde sağ kol kabile reisleri hü
lurlar, Dış-Salurlar'dan daha kalabalık ve daha ehemmiyetli idiler; kümdarın sağında, sol kol kabile reisleri solunda mevki alıyorlardı:
çünkü. Hârezm Sultanlarına diğerlerinin iki misli vergi veriyorlardı ve kesilen hayvanın - ki menşei itibariyle bir fcurban'dan başka bir
(Türkmenistan, Leningrad 1930 «rusca» mecmuasında W. Barthold'un şey değildir - muayyen yerlerini yiyorlardı. Kabilelerin, fethedilen
Türkmen Kavmi Tarihine Ait Taslak adlı mühim makalesine bakınız: memleketin muhtelif yerlerine iskânı hususunda da aynı esaslara riâyet
s. 43 - 44, 47). Bu iç ve dış taksimi, Osmanlılar devrinde Cenub-ı şarkî
olunuyordu: Proto-Bulgarlar, yeni vatanlarını fethettikleri zaman, Bul
Anadolu'da iki büyük sahaya verilen tîç-îl, Taş(dış)-îh isimlerinde de
gar kabileleri belki de bu esaslara göre iskân edilmişlerdi. Bâzı ka
açıktan açığa görmekteyiz,.Mahdud olmakla beraber, bu izahat gös-
vimlerde ve Türkler'in bâzı şubelerinde sağ tarafın, bâzılarında, sol
teriyor M, Proto-Bulgarlar'daki bu iç - dış taksimi, hattâ aynı tâbirle,
tarafın faik olması, kültürel etnoloji bakımından çok ehemmiyetli olan
Oğuzlar'ın siyaat - içtimaî teşkilâtlarında da mevcuttur. Buna ilâve ola-
rak, Kınm Hanlığı teşkilâtında da bu ic -dış tasnifine tesadüf edildi- Orientation meselesiyle sıkı sıkıya alâkalıdır.
ğini söyleyelim: Kırım hanlarının bâzı yarlıklarında içki nöger - daskı
noger tâbirleri mevcuttur. (Veliaminof Zernof .tarafından neşredilen C. — Yukanki izahata göre, Îç-Boyarlar'ın Dış Boyarlar'a mevki
Kırm Hanları Yarlıkları Külliyatı'nûa, meselâ s. 4,5). itibariyle faik bulundukları, hükümdar nezdinde ve hükümet merkezin
de daha nüfuzlu oldukları kendiliğinden anlaşılıyor. Ibn Fadlân'ın «Tu
Bunun esasın., daha Hiyung - Nu'lardan başlayarak bugünkü Türk ve na Bulgarları'nda Islâmiyetin kabulünden evvel sol tarafın daha mühim
^A^S^^ET-" ifciKta^earaSLbeder Prof. A. Alfoldı Hükümdarlık
Müessesesinin SmaürAsya Atlı Kavim- olduğunu» söylemesine nazaran, Balkanlara gelen Proto-Bulgarlar'da
da sol tarafın daha makbul olması lâzımdır. Bu nokta-i nazardan Îç-Bo-
yar'ların ve onların başında bulundukları İç Bulgar kabilelerinin sol
86/lslam ve Türk Hukuk Tarihi

kol'u teşkil ettikleri söylenebilir. Hükümdar Krum'un hafidi olup kısa


bir müddet onun yerin geçen Toukos'un <<itzourgou (içirgu) boulia»
unvanını aldığı hakkında M. H. Gregoire tarafmdan ileri sürülen fikir
(Byzantion, IX, p. 784) bu mütalâamıza kuvvetli bir delil olabilir.

ESKİ TÜRK UNVANLARINA AİT NOTLAR*

Yalnız dil tarihi bakımından değil, umumiyetle kültür tarihi ve bil-


hassa Türk âmme hukuku tarihi bakımından çok büyük ehemmiyeti haiz
olan eski Türk unvanlarına (la titulature) ait tetkikler henüz çok ibtidaî
bir hâlde bulunuyor. Hâlbuki Hiyung-Nu'larda, Eftalitler'de, Avar-lar'da,
Tu - kiieler'de, Uygurlar'da, ve daha birçok eski Türk devletlerinde,
siyasî veya içtimaî bir mevki (dignite) veya bir âmme vazifesi (fonction
publique) ifâde eden birtakım unvanlar mevcuttur ki, bunlarm metodik
bir tarzda tetkiki sayesinde, eski Türk cemiyetlerinin içtimaî bünyesini ve
hukukî teşkilâtını anlamak imkânı hâsıl olacaktır. Muhtelif zaman ve
mekânlarda, birbirinden bazen çok farklı medeniyet dâireleri içinde
yaşayan Türk devletlerinde bu unvanlardan her birinin mukayeseli bir
şekilde tetkiki, yalnız muhtelif Türk şubelerinin değil, şâir altaik
kavimlerin de mukayeseli âmme hukuku tarihini meydana çıkarmak
bakımından çok mühim neticeler verecektir. Birbirinden çok uzak
coğrafî muhitlerde, çok farklı maddî ve manevî şartlar içinde tekâmül
eden Türk hukukî müesseselerinin, temasda bulundukları muhtelif
kavimlerin hukukî müesseseleriyle karşılıklı te'sir ve ak-si-te'sirlerde
bulunmaları pek tabiîdir. îşte bunun mâhiyetini ve derecesini lâyıkiyle
takdir için de böyle mukayeseli bir usûl tatbiki zarurîdir. Fakat
meselenin bütün müşkilâtı ve onunla mütenâsib olarak bütün
ehemmiyeti de buradadır.
Tetkik sahamızı tahdid ve tavzih için yalnız ortazamanı göz önüne
alsak bile, mevzûumuzun şümul dâiresinin ne kadar geniş olduğunu gö-
rürüz: Uzak Şark, Hind, Iran, Bizans, Avrupa, tslâm kültür daireleriyle

(*) Bu yazının almancası (Körösi csoma - Archivum 1.4.1038, p. 327-344)


mecmuasında çıkmıştır. sÜR4
88/lslam ve Türk Hukuk Tarihi '?Xp: Umûmi Meseleler/80

temasda bulunan ortazaman Türk dünyası, bütün kültür sahalarında olduğu etimoloji tecrübeleri'nâen ibaret gibi kalmıştır; meselâ çok eski bir Türk
gibi hukuk sahasında da şüphesiz bunlardan müteessir olmuştur. Fakat bu unvanı olan beg kelimesinin menşei hakkında eskidenberi tetki-katta bulunan
te'sir derecelerim sıhhatle tâyin için, muhtelif coğrafî muhitler deki Türk âlimlerden bir kısmı bunun İrânî menşe'den geldiğini (en son defa C.
siyâsî teşekküllerinde müşterek olan, yâni, daha evvelki devirlerde bir Brockelmann, 1929'da çıkan Hofsprache in Altturkestan adlı makalesinde)
müşterek menşe'den gelmiş bulunan hukukî müesseseleri tefrik ve tesbit iddia ettikleri hâlde, bu hususta en son ve en etraflı tetkiki neşreden Prof.
etmek şarttır. Meselâ müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar'ı ele Kotwicz, meselenin henüz daha tetkike muhtaç olduğunu itirafla beraber,
alalım: bunların hukukî müesseselerinde, islâmiyet'ten evvelki Türk bunun Çin menşeinden geldiğini ve muhtelif altaik kavimlerin birbirlerinden
devletlerinden kalma orijinal unsurlardan başka, yine onlar vâsıtasiyle ayrı olarak bu Çin unvanım iktibas ettiklerini'söylemektedir (jContributions au
intikal etmiş Çin' te'sirâtı, tslâm hukukî te'sirâtı, yine o vâsıta ile geçmiş etüde s altaiques, A. B., Wilno 1982, p. 38-54). Hâlbuki merhum Barthold,
Sâsânî te'sirâtı mevcuttur ki, bunları hakikî nisbetleriyle tesbit etmek cidden vaktiyle Encyclopödie de l'lslam'a yazmış olduğu «begr» maddesinde, bu
müşkil bir işdir. İslâm dünyasının böyle en şarkî bir sahasında değü, daha şübheli ve ekseriya neticesiz menşe, meselesine hiç girişmeden, sâdece, bu
garbî sahalarında ve daha muahhar devirlerde yaşayan Türk devletlerini, unvanın içtimaî ve siyâsî teşkilât bakımından mâhiyetini anlatmakla iktifa
meselâ Selçuklu-lar'ı ve onların muhtelif şubelerini ve istilâlerini de etmişti.
tetkik edecek olursak, bunların âmme hukuku sahasında - hattâ Burada bu misâlleri daha çoğaltmağa lüzum görmemekle beraber, bir
Ortazaman'ın son zamanlarında büe - İslâm'dan evvelki birtakım hukukî nokta üzerinde biraz durmak isterim: Eski Türk titülatürü ile meşgul olan
an'aneleri devam ettirdiklerini açıkça görürüz i meselâ Tu - kiie'lerde ve Sinolog ve iranistler, hattâ birtakım türkologlar ve altayistler, bu unvanların
Uygurlar' daki bâzı protocolaire unvanlar, Karahanhlar, Selçuklular, mutlaka hâriçten gelmiş olacağını, bir idie preconçue olarak kabul ettikten
Artuklular, llhânlüar'da mevcûd olduğu gibi, yine meselâ Eftalitler'de sonra, onların yabancı menşeini araştırıyorlar. Eski Türk cemiyetlerinin siyâsî
görülen birtakım mevki ve vazife unvanlarına da muhtelif müslüman Türk ve kültürel inkişaf derecesi hakkındaki menfî fikirlerin neticesi olan bu
devlet-, terinde aynen tesadüf olunur. İslâm hukukunun çok ezici telâkkilerin, ilmî araştırmalar için ne kadar zararlı olduğu bir müteârifedir. Eski
te'sirlerine rağmen, bilhasa âmme hukuku sahasında, eski Türk hukuk Türk titüla tür ünde, hiç şüb-hesiz, hâriçden gelmiş birtakım unvanlar
ananelerinin bu devamı, bize, Türk müesseselerinin, Türkler'le tarihî münâ- mevcuddur. Fakat bunların hepsini de hâriçten gelmiş addetmek, çok basit bir
sebetlerde bulunan muhtelif kavimler üzerinde de bariz izler bırakacaklarını düşünce olur. Meselâ Prof. Barthold, Tu-kiie titülatür'ünden bahsederken,
â vHorique bir düşünce üe de tahmin ettirebilir. Hakikaten bu husustaki bunların umumiyetle hâriçten geldiğini iddia etmişti1. Halbuki Prof. Pelliot'ya
tetkikler henüz yok denecek kadar az olmakla beraber' ge rek birtakım,
göre bu unvanları onlar (Juan-Juan) Avarlar'dan iktibas etmişlerdir2. Ahiren
felâm devletlerinin âmme müesseselerinde (testitutions publmes), gerek,
Kotwiez'in de haklı olarak söylediği gibi, bu unvanlardan bir kısmının
Macarlar, Ruslar, Cenub Slavları, Rumenler gibi Türklerle sıkı
menşeini To-pa (Wei)'larda veya Siyen-Pi'lerde Hiyung-Nu'larda aramak daha
münâsebetlerde bulunan komşu kavimlerin âmme hu-kukunda Türk hukukî
doğru olur3. Maamafih, şunu tekrar edelim ki, bâzı unvan-
te'sirteri günden güne daha iyi anlaşılmaktadır.
işte eski Türk tUûlatürü meselesinin ehemmiyeti, yukarıki izahat 1 V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dereler, istanbul 1927, s.
8. - Th. Mentzel'in almanca tercemesi, s. 13.
^açıkça meydana çıkmakta^. Son zamanlarda ek^ürkc^nVe. 2 P. Pelliot, Neuf notes sur des questions d'Asie Centrale, (T'oung pao, p.
228). O, bu fikrini yani Tu-kiieler'in birçok müesseselerini Avarlar'dan
aldıklarını daha 1915'denberi muhtelif yazılarında ve konferanslarında
meydana koymuşsa da (T'oung pao, vol XVI, 1915-1916, p. 687), henüz bu
hususta ayrı bir tetkik neşretmemiştir. Bu büyük alimin bu husustaki tet-
kikatının biran evvel neşrini sabırsızlıkla bekliyoruz.
3 W. Kotwicz, Contributions aux etudes altaique, A-B„ Wilno, 1932, p.
38. Maamafih P. Pelliot bu fikri daha evvelce muhtelif yazılarında ileri
sürmüştür. (Yukanda zikredilen birinci makalenin aym sahifesinde; ikinci
makalede s. 689, not 2'de).
90/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/Ol

larm yabancı menşei hakkındaki mütalâaları hemen hemen kafi ve müs- Coq, ve W. Kotıvicz'in bâzı yazıları istisna edilecek olursa1, doğrudan doğruya
betbir mâhiyette telâkki etmekle beraber, diğer birçok unvanların yabancı bu mevzua ait yazılan yazılar hemen hemen yok gibidir. Gerçi Marquart,
menşei hakkında sinologların ve iranistlerin verdikleri hükümleri çok acele Radloff, Thomsen, Chavannes, Hirth, Shiratori, Pelliot, Bang, Ramsted,
ve ihtiyatsız addetmek mecburiyetindeyiz: Meselâ, hemen umumiyetle Vladimirçev ve daha birtakım âlimler, muhtelif yazılarında, münâsebet
Türkler'e hâs olduğu kabul edilen bâzı unvanların, meselâ Kağan ve Kotun düştükçe eski Türk unvanlarından bahsetmişlerdir3. Kezâlik C. prockelmann
unvanlarının iranî ve soğdî menşei baklanda H. H. Schaeder ve W. Bang Karahanlılar devri saray lisanı hakkındaki bir makalesinde Mahmûd
tarafından4, yabgu unvanının toharca'dan geldiği hakkında Marquart ve Kâşgarî'deM. bâzı unvanlar hakkında malûmat vermiştir9. Ayrıca, cenub-ı
Bang tarafından ileri sürülen fara2iyeler gibis. şarkî Avrupa'ya gelen bâzı Türk şubelerindeki unvanlar hakkında da bâzı
Eski Türk unvanları hakkındaki bu menşe ve etimoloji tetkikleri Macar âlimleri ve slavistler taraf ından yazılmış yazılar yok değildir10;
şübhesiz çok mühim olmakla beraber, bu husustaki araştırmaları yalnız Türkler'in îslâm devrine ait bâzı epigrafi ve nümismatik eserlerinde 11, sonra,
filolojik sahada bırakmak elbette doğru değildir; yukarıda da söylediğimiz şimdiye kadar neşredilmiş îlhûnlı-lar'&, Altın Ordu'ya, Kvrım'a. ait birtakım
gibi, bu tetkikleri muhtelif Türk devletlerinin mukayeseli âmme hukuku'nu yarlıglar hakkındaki tetkiklerde de12 bu titulature meselesine temas
aydınlatacak bir yola sokmak sayesinde şübhesiz daha müs-bet neticeler olunmuştur.
elde edilebilir*. Maamafih, eski Türk titülatür'üne dâir hattâ sâdece filolojik
tetkikler bile çok azdır: F. W. K. Mûller, A. V. le
8 Eski Türk titulature'ü tetkikleri için cidden çok faydalı ve esaslı bir
araştırma mevzuu teşkil edebilecek olan bu mesele, bu makalemizin dar
çerçevesinden hariçtir.
4 Bang, Unga, Jahrb., V, s. 248. 9 Hofsprache in Altturkestan, Verzameling van opstellen, 1929,. s. 222-
5 Bang, Unga. Jahrb., VI, s. 102; Marquart, Eranşahr, s. 204. 227.
6 Prof. Alföldi Andrâs'ın Tarhan unvanı münâsebetile yazdığı mühim 10 Meselâ Geza Feher'in proto - Bulgar unvanları hakkındaki muhtelif
makaleyi burada bilhassa zikretmek isterim (Magyar Nyel, XXVIII, 7-8, makaleleri gibi. Eski Macarlardaki Türk unvanları hakkında en mükemmel
1932). Kıymetli âlim, gerek bu yazısında, gerek onun mütemmimi olan di- toplu malûmatı Prof. Nemeth Gyula'nın A honfoglalo magyarsag kialkulasa,
ğer bir makalesinde (A. Kettös kralysâg a nomadoknâl 1033). Türk âmme (Budapest 1930) adlı eserinde bulmak kabildir, İslâv kavimlerine geçen Türk
hukuku* tarihine dâir yeni fikirler ileri sürmüştür. kezâlik İ Berezin, 1862'de unvanları hakkında Karel Kadlec'in İntroduction â I'etude comparative de
Petersburg'da neşredilen Cuei Ulusu'nun Dahili Teşkilâtına Dair Monografi l'histoire du droit public des peuples slaves, (Paris 1933) adh mühim eserine
adh eserinde (Trudiz Vostoçn. Otdel.. tom. VIII) onlara ait titulature mal- bakınız.
zemesinden de istifâde ederek, enstitüsyonlar tarihine âit, zamanına göre 11 Epigrafik vesikalar, ihtiva ettikleri unvanlar itibariyle, şüphesiz,
çok değerli, bir mahsûl vermiştir. Radloff'un ve Barthold'un da bu cins sikkelerden daha mühimdir. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular gibi müs-
malzemeden istifâde ederek yazdıkları tarihi bâzı tetkikler de yok değildir. lüman Türk devletlerine ait epigrafik vesikalar, bunlar arasında İslâmiyet'ten
Fakat bütün bunlar, adeta bir istisna mahiyetindedir. evvelki eski Türk unvanlarının nasıl devam ettiğini göstermektedir. İslâm
7 F. W. K. Müller: Der Hofstaat eines Uiguren - Königs (Festschrift epigrafisinin vâzıı olan büyük âlim Max van Berchem'in Müslüman Türk
W. Thomsenlda; yine onun Ulgurische Glossen (Festschrift F Hirth))de- sülâlelerine ait epigrafik tetkiklerinde, bazen, eski Türk titulature'ü bakımından
onun muhtelif yazılarında bilmünâsebe bu unvanlar meselesine temas eden mühim malûmata tesadüf olunur. Bu itibarla, eski Türk titüla-türü ile
şeyler mevcuddur. A. V. le Coq'un da muhtelif yazılarında bu mevzua te- uğraşanlar, şâir bütün tarihi vesikalar gibi, epigrafya ve numis-matik'in verdiği
mas edilir. Ayrıca onun Türkische Namen und Tttel ta Indien (Aus indien sağlam malzemeden de müstağni olamazlar.
Kultur, Festschrift Richard V. Garbe) adh makalesi çok sathîdir W Kot 12 En ziyâde Rus türkoloğlarına borçlu olduğumuz bu tetkikler hakkında
Tarkhan. ve .Tarkhan and Tannıtaius. (J. BAS., 1917, 1918) adh sathî ya- burada bibliyografik malûmat verecek değiliz. İslâmiyet'ten evvelki ve bilhassa
zılarım Barthold'un Encyclopedie de -'islam'daki -Beğ. ve «KaîgL ladde sonraki Türk unvanlariyle uğraşanlar, bu tetkiklerden müstağni kalamazlar.
Maamafih, Cengiz sülâlesinden evvelki müslüman Türk devletlerine
ait.diplomatik vesikalarda da titulature meselesi hakkında oldukça mebzul
bu meseleyi tenvir ^IıT 1g "
J U taraflndan
neşredilen makalenin malzemeye tesadüf edileceğini unutmamak lâzımdır, llhânlılar'ın Avrupa
hükümdarları ile ve papalarla muhabereleri hakkında şu son senelerde P.
Pelliot, Kotwicz, Kliyukin gibi âlimleı tarafından neşredilen tetkiklerden de bu
hususta istifâde edilebilir.
92/İsIâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmi Meseleler/93

Oldukça uzun bir liste teşkil edecek olan Üttün bu yazılara rağmen, eski I
Türk titülature*ü probleminin henüz çok ibtidaî bir safhada olduğunu
İsrar üe tekrar 'edebiliriz. Bunun başlıca birkaç sebebi vardır; birincisi, SAĞUN - KÖK SAGUN
bu bahsettiğimiz yazıların, başka mevzulara ait her hangi bir kitab veya
bir makalenin birdenbire göze çarpmıyacak her hangi uç beş cümlesi Prof. Barthold, Emcyclopidie de Vlslam'a. yazdığı Balosagun madde-
veya her hangi bir notu içinde sıkışıp kalma»; ikincisi, bütün bunların sinde, Karahanlılar devletinin mühim merkezlerinden biri ve Kutadgu
sinolog, indiyanist, iranist, mongolist, türkolog, islâmo-log, slavist, Bilig müellifi Yusuf Has. Hâcib'in doğum yeri olan bu şehir isminin, Türk
hungarolog gibi muhtelif disiplinlere mensup âlimlerin yazılarında parça lehçeleriyle izah edilemediğini söylemişti. Muahharen Mahmûd
parça bulunması ve bunlara birbklerinin yazılarından ekseriyetle Kâşgarî'nin eserinden istifâde ettikten ve orada «hekim» mânâsına gelen
haberdar olmamaları; üçüncüsü ve en mühimmi de, şimdiye kadar hiç «ata sagun» kelimesini gördükden sonra, büyük âlim, eski menfî
kimsenin bu eski Türk titülatürü meselesiyle doğrudan doğruya ve hükmünü terketmekle beraber, tereddüdden kurtulamamış, ve bu şehir
müstakil bir mevzu olarak iştigâl etmemesi. Gerçi, bütün bu dağınık ve
adının sonundaki «Sagun» kelimesinin mânâsı hakkında şüpheli dav-
tesadüfi olarak verilmiş malûmat, bu büyük ve karışjk problemi
ranmıştır13.
halletmeğe asla kâfi değildir; ve her unvan hakkında gerek dil, gerek
tarih bakımlarından ayrı ayrı tetkiklerde bulunmak ve onlarln menşeini, Hâlbuki ben 1919'da çıkan Türk Edebiyatında tik Mutasavvıflar'da
yayılma sahalarım, her sahada ne gibi semantik tahavvüllere mâruz Barthold'un Encyclopedie de I'Islam'daki mündemiç makalesîndeki mü-
kaldıklarım inceden inceye araştırmak lâzımdır. Fakat bundan evvel, bu tâlâasını tenkid etmiş ve Mahmûd Kâsgarî'ye dayanarak, Karluk reislerine
unvanlardan her. biri hakkında şimdiye kadar muhtelif ihtisas sahalarına Sagun unvanı verildiğini14 ve Çin melihalarında Se-Kin şeklinde tesadüf
mensup âlimler tarafından yazılmış şeyleri bilmek icab eder M, ancak edilen unvanın da aynı şey olduğunu söyleyerek, Balasagun şehir adı. nın
bu suretle metodik bir tetkik için bir hareket noktası elde edilmiş olur. tamâmiyle türkçe olduğunu iddia etmiştim15. Muhtelif Türk şubelerinde
kullanıldığını Çin menbâlarından öğrendiğimiz Se-Kin veya Ssi-Kin
işte bu prensiplere kaabil olduğu kadar riâyet ederek, şimdiye ka- unvanı hakkında burada hiç izahata girişmiyerek, sâdece E. Cha-vannes18,
dar hiç tetkik edilmemiş veya pek az tetkik edilmiş olanlardan başla- ve F. W. K. Mülter" in yazılarına işaretle iktifa eyliyeceğim; ve bu eski
mak üzre, bâzı eski Türk unvanları hakkında topladığım notlan neşre Türk unvanının, müslüman Türk' sülâleleri zamanında da kullanıldığına
başlıyorum. Eski Türk, Arab ve Acem menbâlannm —her türlü yazılı dair şimdiye kadar hiç kimsenin dikkatine çarpmayan bir misâl vererek tik
vesikalar, kronikler, her çeşit edebî ve lisan! mahsûller, kitabeler, sik- Mutasavvıflar''da verdiğim malûmatı ikmâl ve Mahmûd Kâşgarî'nin
keler... gibi— tetkiki ile elde ettiğim malzemeyi, kaabil olduğu kadar, ifâdesini %te'yid edeceğim. Mahmûd Kâşgarî'deki saray lisanı ve Türk
başka sahalara ait yapılmış tetkiklerle de karşılaştırmak suretiyle elde unvanları hakkında mühim bir tetkik neşreden Prof. C. Brockelmann da18
edilen bu neticelerin, eski Türk titülatürü ile veeski Türk müesseseleri her nedense bu Sagun unvanından bahsetmediği cihetle, bu küçük yazı bir
tarihi ile uğraşanlar için faydasız olmıyacağını ümid etmekteyim. Mak- nokta-i nazardan onu da tamamlamış olacaktır:
sadım, muhtelîf filolojilerin müşterek yardımı ile hallolunabilecek ka- Karahanlılar devletinin merkezleri Semerkand olan garb şubesine
rışık problemleri halletmek değil, Türk, Arab ve Acem filolojilerinin mensup hanların tarihi, bugüne kadar çok az ve çok fena tetkik edil-
bu problemlerin halli için verebileceği malzemeyi kaabil olduğu kadar
tenkidli ve tasnifli bir şekilde ortaya koyarak buna bjr yol açmaktır Bu 13 W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927 s. 73;
notların, dar mânâsı ile füoU>jtk bir tetkik değil, daha ziyâde muh-tehf Mentzel'in almanca tercemesi. s. 81.
devirlerde muhtelif coğrafî sahalarda ve muhtelif medeniyet dâirelerde 14 Arabca metin c. I, s. 337; Brockelmann, Mittelt., Wortschatz, 169.
yaşamış muhtelif Türk devletlerinin mvkayeseli âmme hukuk* tarMm 15 Köprülüzâde M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 154,
kurmağa yarayabilecek malzeme mâhiyetinde olduğunu da ilâ- not. i. [Ankara 1966, 3. basım Ankara 1976.1
16 Document sur les Tou-Kiue occidentaux, indeks'e müracaat.
17 Festschrift für F. Hirth, 1920, s. 317.
18 Hofsprache İn Alttürkestan, verzameling van opstellen, 1929, s. 222-5827/
94/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/95

mi§tir iste bunlardan, Hicrî: 511-Milâdî: İKMa hükümdar olan Celâleddin hâceretten evvel Türkler tarafından kurulmuş olmasına bir mâni teşkil etmez24.
'AH bin Hasan Tekin'in >L f£ diye maruf olduğunu Cüveynî bilhassa tasrih Sogd'lu muhacirler tarafmdan kurulan bir şehre türkçe ad verilmiş olması ise asla
etmektedir19. Bu unvan, o devre ait bâzı vesikalarda, J>*L* i!/şeklinde dr kabul edilemiyecek bir iddiadır25.-'
görülmektedir20. Ne Cüveynî'mn âlim naşiri Mirza Muhammed Kazvînî, ne
Barthold, ne de, ahiren Reşîdüddîn Vatvât'ın, Hadâ'ıku's-Sihr }ı Daka'tkı'ş- II
Şi'r adlı merini bastıran21 genç îran âlimi 'Abbâs İkbâl, bu unvanın mâhiyetini
YUGRUŞ
gereği gibi anhyabilmiş-lerdir. Hâlbuki bunun Kök sagun olduğu kolaylıkla
anlaşılmaktadır. Barthold'un her nedense fark edemediği bu eski Türk Mahmûd Kâşgarî'mn bahsettiği unvanlar arasında yugruş unvanı bilhassa
unvanının işte bu suretle tesbiti, birkaç meseleyi birden aydınlatıyor: tetkike lâyıktır. C. Brockelmann yukarıda bahsettiğimiz makalesinde bunu da
zikretmekte ve Mahmud'un buna ait izahatını kısaca nakletmektedir26. Buna göre:
1 — Karahanlar devletinin yalnız şark şubesi değil garb şubesi de XII. Türkler arasında, İslâm devletlerindeki vezir mertebesinde bulunan zâta —
asır sonlarına kadar eski Türk devlet an'anelerini ve unvanlarını muhafaza hükümdar ailesine veya aristokrasiye mensub olmadığı takdirde — bu unvan
etmektedir- Barthold, bu Semerkand hanlarının, tıpkı Moğolistan'daki eski verilir; bir askerî kumandan, maiyeti ne kadar çok olsa ve mevkii ne kadar
Tu-kiie hakanları gibi tahta geçince lâkab değiştirdiklerini ve Türk mühim olsa, bu lâkabı alamaz. Yugruş, hâkan'dan bir derece aşağıdır (tslâm dev-
unvanlarım muhafaza ettiklerini söylemişti22. Bu yazımız Barthold'un bu letlerindeki vezir gibi). Ona ipekli kumaşdan siyah bir çadır verilir ki, yağmurlu,
fikrini te'yid ediyor. karlı veya sıcak havalarda başında tutulur ve bu onun alâ-met-i farikasıdır27.
2 — Mahmûd Kâşgarî'mn bilhassa Karluk reislerine mahsus olduğunu 24 Köprülüzâde M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 144-145.
söylediği Sagun unvanına, başına — eski Türk an'anelerine tamâ-miyle 25 M. Van Bechem, Anadolu'daki Artuklular hanedanına ait bir kitabeyi
uygun surette — Kök sıfatının da ilâvesiyle daha yüksek bir mâhiyet ihtiva eden meşhur Insbruck kupası hakkındaki bir tetkikinde, kitabedeki bir
verilerek, Semerkand sultanlarından birinin unvanı olarak tesadüf edilmesi, kelimeyi — kendisi de şüpheli olduğunu tasrih etmekle beraber —
Karahanlılar devletinin etnoloji bakımından Karluk ve Yağma Türk -.c-jL* > şeklinde okumuş ve muhtelif çağatay lügatlerine müracaat ederek bu
unsurlarına isfânâd ettiği hakkındaki fikrimizi te'yid etmektedir28. kelimeyi «coursier» diye terceme etmişti (Amida, Heidelberg, 1910, p. 120-122).
Büyük tslâm epigrafisti eğer eski Türkler'de Sagun unvanının mevcudiyetini
3 ~ Sagun kelimesinin böyle eski bir Türk unvanı olduğu anlaşıldık bilseydi, bu hususta hiç tereddüt göstermiyerek kelimeyi bu şekilde okuyacaktı.
tan sonra, Balasagun şehrinin — Barthold'un okuduğu gibi Balâsâgun Hâlbuki bu kelimenin yine eski bir Türk unvanı olan yinanç'dan başka bir şey
değil — bir Türk şehri olduğu ve Barthold'un bunu Sogd'lu muhacirler olmadığı, kitabdaki fotoğrafyadan açıkça anlaşılıyor; esasen, bu kelimenin
tarafından kurulmuş bir şehir addetmesinin yanlışlığı kendiliğinden başındaki alp unvanı ile birlikte alp yinanç unvanı, sair birçok Türk sülâleleri gibi
Artuklu'lann titulature'ünde de sık sık kullanılmıştır (M. van Berchem, Arabische
meydana çıkacaktır. Mahmûd Kâşgarî'nm, Türklerin Balasagun şehrine
inchriften aus Armenien und Diyarbekr, «Lehmann Haupt, Materialien, Berlin
başka adlar da verdiklerini, ve bu şehir halkınm türkçe ile beraber 1910», s. 148). Yalnız kitabelerde değil, bu sülâleye mensub bâzı hükümdarlar
sogdca da bildiklerini söylemesi, Sagun kelimesinin mâhiyetini anlaya nâmına yazılmış ki-tablarda da onların elkabı arasında bu alp inanç unvanına
mayan büyük tarihçiyi bu yanlış neticeye sevketmişti. Hâlbuki, vak tesadüf olunur. Burada inanç'ın yinanç şeklinde yazılması, büyük epigrafisti
tiyle de yazmış olduğum gibi, Balasagun şehrine vaktiyle Sogd'lu muhâ- şaşırtmıştır. Neşrine başladığımız bu notların İkincisinde alp ve inanç unvanları
cirler gelmiş olması, sarahaten Türk adı taşıyan bu şehrin daha Ö mu- hakkında uzun malûmat vereceğiz. Bu izahat, eski Türk titulature'ü meselesinin
müslüman Türk devletlerinin epigrafyası için de ne kadar mühim olduğunu
19 Gibb Memorial, vül. XVI, 2, p. 14. gösterir sanırız. '
20 W^ Barthold, Turkestan, Gibb Memorial, New Seriw, V 1928 DP 333 2i 26 Hofsprache in Alttürkestan, s. 225.
Tahran, 193^. Mukaddime, ma, not 4 *
22 Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Denrfer, s. 020-121 27 Arabca metin, c. III/s. 31, Brockelmanın, Mittelt. Wört, s. 96.
23 Köprülüzâde M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, I, İstanbul 1926, s. !80.
96/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi'
Umûmî Meseleler/ö?

Mahmud'un bu ifâdesi, XI. asır Karahanhlar teşkilâtında yugruş un bu zâtın galiba vezir veya vetir derecesinde biri olduğunu gösteriyor.
mâhiyetini anlatmaktadır. Filhakika Kutadgu Bilig'de bu kelime-ıtfn Filhakika Hindistan Türk devletlerinin başlıca istinadgâhları olan Halaç*
mevcudiyeti (117,4) hakkındaki malûmatımız28 'bunu te'yid ediyor. Bu lar arasında bu unvanın kullanıldığım te'yid eden daha başka deliller de
mühim unvanın bir nevi senbolü olan siyah ipek çadır hakkında Mah-
vardır:
mud Kâşgarî arabca «fcubbe» kelimesini kullanmaktadır ki, bu kelime
Memlûk Sultanlarını takip eden Halaç Sultanlarının ilki sayılan ve
Ortazaman îslâm tarihine ait metinlerde tçetr, şemsiyye, mizalle» keli-
yetmiş yaşında tahta çıkan Sultan Celâleddin Fîrûz Şah (cülûsu-1290)'ın
meleriyle müteradif olarak kullanılmaktadır. X. asırda Şarkî Asya'
babası, büyük Halaç emirlerinden olup Melik Yugruş Halacî nâmiyle
dan Şimalî Afrika'ya kadar bütün îslâm devletlerinde bir hâkimiyet
senbolü olarak kullanılan bu çetr de parasoh meselesi hakkında şim- maruldu31.
diye kadar ciddî ve etraflı bir- tetkik yapılmamıştır; yalnız, Fâtımîler'de Bu hükümdar tahta çıktnca, kendisinden evvelki sultanların kırmızı
ve Şimalî Afrika devletleri'nde bunun mevcudiyetinden bahseden Inos- çetrlerini beyaza tebdil etmiş, ve kardeşine bir unvan-ı iftihar olarak
trantsev ve ona istinaden Gaudefroy - Demombynes, bu eski Asya âdeti- Yugruş Han lâkabmı vermişti32. Yine aynı menbalar, aynı hükümdarın,
nin İslâm dünyasına yayılmasında Türklefin fnühim rolü olduğunu tah- devletin büyük mevkilerine getirdiği akrabasından bâzılarına bu gibi
min etmişlerdi29. Uzun ve etraflı bir tetkike lâyık olan bu mesele hak- türkçe unvanlar verdiğini kaydetmektedirler. Diğer bir misâl olarak Halaç
kında yakında müstakil bir tetkiknâme neşredeceğim için burada iza- sultanlarından 'Alâeddîn'in amcazadesi olup (718 Hicrî-1318 M.) de
hata girişmeği yersiz buluyorum; yalnız şu kadar söyliyeyim ki, bu tah- katledilen Melik Esedüddîn'in babasının da Yugruş Han lâkabmı taşıdığını
min, eldeki vesikalarla kat'î surette isbat edilebilir. Karahanlılar'da zikredelim33.
hükümdara ve prenslere mahsus çetr, kırmızı renfkde idi; yugruş'lara Ankara'da Maârif Vekâleti Kütüphanesinde mevcut — ne zaman
mahsus olan çetr'in siyah renkde olması, onların asilzadeler sınıfına yazıldığı malûm olmıyan — El-Vâjiyye ü'IrKâfiyye adlı arafo gramerinin
mensub olmadıklarını ve «Kara-budun» denilen halk kitlesine alâkalarım mukaddimesi, eserin ithaf olunduğu zâtın büyük babasının da bu yugruş
göstermektedir. Eski Türk devletlerinin demokratik mâhiyette bir te- unvanını taşıdığını göstermektedir. İbare aynen şudur:
şekkül olduğunu iddia eden Barthold'un ve ona ittibâ eden bâzı âlim-
lerin bu iddiaları hilâfına, tamâmiyle aristokratik bir mâhiyette olduk-
larına emin olduğumuz eski Türk devletleri gibi, müslüman Karahanlı- yyJı^ »ijj^lij *ı^Vi «l>u j-£)i j^uıı^Ul jç&\ jç*^ı Â.J^ ^ Ö- ığî *> j$sİ
lar devleti de aristokratik bir teşekküldü. Eski Türkler'de halk kitlesine
dâima <kara» sıfata verilmesi hakkındaki an'ane, Karahanlılar devrinde
*>. ,J *-'JU*r [Ul C5U JsJlj cû:JI w*U Jjjjllj
J

de devam ettiği için,. yugruş* a mahsus çetr de kara renkli olmuştur.


Şimdi, bu izahatı tamamlamak için, îslâm devrine ait tarihî menbalar-
da, bu yugruş kelimesine ait rast geldiğim bir iki kaydı zikredeyim: Yahya b. Celâleddin İbrahim b. Yugruş Bilgâ Melik ismini taşıyan ve
büyük bir vezir ailesine mensub olduğu anlaşılan bu adamın kim olduğunu
'Avfî, takriben 1221'de yazdığı Lubobü'kElbâb adlı eserinde Hindis ve ne zaman yaşadığını bilmediğimiz gibi, biraz evvel bahsettiğimiz
tan'daki Türk Memlûk sultanlarına mensub olan ve kendisine *j > yugruş lâkablı Halaç emirleriyle münâsebeti olup olmadığım da tâyîn
lâkabı verilen bîrinden bahsetmektedir ki, tâbi tarafından mahiyet an edemiyoruz. Yalnız bu kayıd, bize, yugruş unvanının, hakan ve — îslâm
latamadığı cihetle matbu metinde bu şeküde bırakılan kelimenin unvanları arasında onunla aym derecede olan — sultân unvan-
j*Sİ yugruş olduğu kolaylıkla kesdirüebilir80. Oradaki îzâhat,
31 Târikh-i Ferishta, Bombay 1831, vol, I, p. 152. - bu metinde ifj*.
28 Radloff. II, 547.
29 Gaudefroy - Demombynes, Masâlik El Absâr hIAfri<Iue r Afmoüw
Hm- -«« şeklinde yazılan kelimenin yugruş olduğu pek sarihtir; nitekim Badâoni'
rEgypte, Paris M27, p. LXH-LXHI. ^T^ ' de (The Muntakhab al-Tavârikh, Calcutta 1868, vol, X, p. 168)'de *-0*L şeklin-
30 Edited by E. Browne. London 1903, vol. n, p. 429. de doğru olarak kaydedilmiştir. .
32 T&rikh-i - Ferishta, aynı cild, s. 135, Burada doğru olarak û cf->**-
şeklinde yazılmıştır.
33 Bâdaonl, Muntakhab al-Tavârikh, c. I, s. 200-210.
98/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/öâ

lanndan bir derece aşağı olduğunu ve İslâm unvanları arasında melik diyş kadar, Radloff, Hirth, Thomsen, F. W. K. Müller, Ramstedt, Kot-wicz,
unvanına tekabül ettiğini anlatıyor. Hindistan'da yugruş lâkabını taşıyan Samoiloviç taraflarından muhtelif fikirler iteri sürülmüştü. Son defa olarak bu
büyük Halaç reislerine melik unvanı da verildiğini, yukarıda 2ikret-tiğimiz meseleden bahseden Prof. P. Pelliot, Kök—Türk Hâka-ni Şe-Po-Lo (veya Cha-Po-
tarihî menbâlarda açıkça görmekdeyiz. Lo veya Cha-Po-Lio)mn adının da bundan başka bir şey olmadığını, bütün bunların
biribirinden ayrı kelimeler sayılamayacağım, hattâ Proto-Bulgarlar'a ait A&parukh
Bütün bu İzahattan çıkan neticeler şunlardır:
adının da bunun. la alâkalı olduğunu iddia etti35. Ahiren t. A. Klyukin, Torduş ve
1 —■ Daha Avarlar arasmda mevcud olduğunu bildiğimiz yugruş Töles'-ler Hakkında Yeni Malûmat adlı makalesinde36, tıpkı Kotwicz gibi, bunun bir
unvanı34, XI. yüzyıllarda Karahanlılar devletinde mevçud olduğu gibi, kabile adı olduğunu ve Çin menbâlarında l-şi-po ve Yu-şirpey şekilleri altında buna
XH.-XIV. yüzyıllarda da Hindistan Türlderi arasında mevcuddü ve b%ük tesadüf edildiğini kaydetmişse de, bir unvan olarak tetkikine girişmemiştir.
Haîaç reisleri bu unvanı taşırlardı. Demek oluyor ki bu unvan, muhtelif Hâlbuki, Hirth, daha çok evvel, bu kelimenin; Çin menbâlarında tesadüf edilen i-şi-
Türk şubeleri arasında, daha Avarlar'ın cenub-ı şarkî Avrupa'ya mu po'ya. muâdil olduğunu söylemiş, ve maamaf ih bunu Tarduş hakanlarından birinin
haceretlerinden evvel mevcuddü. ismi olarak kabul etmişti. Bu unvanın bir kabile ismiyle izahım pek doğru
'$&$■ bulmayan Prof. Pelliot, şâir birçok türkologlar gibi, Türkler arasmda kullanılan
2 — Hindistan'daki büyük Halaç reislerinin bu unvanı taşımıları, titreklerden ekserisinin yabancı menbâlardan geldiğine kani olduğu için, bu unvanın
onların Türk an'anelerine ne kadar bağh oldukların! anlatmaktadır. türkçe şeklini aramağa lüzum görmemiş, fakat bu unvanın yabancı menşeden
Filhakika, Hindistan'da gerek 'Halag Hükümdarları zamanında, gerek geldiği hakkında büsbütün kafi bir hüküm de veremiyerek, muhtelif Türk
şâir Türk sülâleleri devrinde, İslâmî te'sirlerin kuvvetine rağmen; Türk lehçelerinde telâffuzu değişebilecek olan böyle bir kelimenin cince
devlet an'anelerinin ehemmiyetle muhafaza edildiğini görüyoruz: Bu transkripsiyonunda bir Idbiale sourde'in bir sonore yerine kullanılmasındaki
devirlere ait tarihî menbâların sathî bir tetkiki bile bunu açıkça göstere garabeti bu suretle îzaha çalışmıştır.
bilir. Yalnız, eldeki malzemenin azlığından dolayı şimdilik halline im
kân bulamadığımız bir meseleye işaret etmeden geçmiyelim: Yugruş Doğrudan doğruya sinolojiye ait bir meselenin halline karışmak iddiasından
unvanı acaba büyük Halaç reislerine mahsus bir unvan mıdır? Yoksa, tamâmiyle uzağım. Yalnız, sâdece bir suggestion mâhiyetinde olmak üzere bir
XII. - XIII. asırlardaki Halaç reisleri bu unvanı, sultandan sonra devte- fikir ileri süreceğim: Hirth'in ve ondan naklen Prof. Pelliot'un zikrettiği bir Çin
tin en mühim adamı oldukları iğin mi almışlardır? Biz şimdilik bu ikin menbâı şe-po-lo (işpara). kelimesinin kahraman: brave mânâsına geldiğini tasrih
ci ihtimali daha kuvvetli görüyoruz. Eski İslâm menbâlarında, bâzı bQ- etmektedir. Buna göre türkçe çap'den gelen ve — tıpkı alp kelimesi gibi —
yük Türk kabilelerinin reislerine husûsi unvanlar verildiği hakkında kahraman, muharip,süvari mânâlarım ifâde eden çapar kelimesini bunun .ası}
bâzı kayıdlar varsa da, Halaçlar hakkında böyle bir kayda tesadüf et türkçe muadili, olarak kabul etmek doğru değil inidir? Muhtelif Türk lehçelerinde
mediğimizi ilâve edelim.
eskiden-beri mevcut olan ve ayrıca «çapgun, çapav, çapavul, çapul...% gibi muh-
telif müştakları da bulunan bu pek malûm kelime hakkında burada izahata
girişmeği zait buluyorum37. Yalnız çapar kelimesinin, tıpkı alp gibi,
m
ÇAPAR 35 P. Pelliot, Neuf notes sur des questions d'Asie Centrale, Toung pao,
vol. XXVI, p. 210-211.
Eski Türk inskripsiyonlarında ve Uygur yazüarında isb(a)ra sb(a) T*, 36 Uzak Şark Rus Akademesi Haberleri, nr. 1*3, Vladivostok, 1032.
(%)şpara, şpara, (i)şpara, Aşpara şekillerinde tesadüf edilen keh ™iletKdk- 37 Bundan gelen sair birçok müştak kelimeler hakkında muhtelif. Türk
Türktitulatüründe rastlanan (»şpara kelimesi hakkında şim- lügatlerinde uzun malûmat vardır ki, burada onların tekrarı faydasızdır. Yalnız bu
çapar kelimesinin tarihi bir ıstılah mâhiyetinde iki mânâsı var-
34 Tafsilât ve bibliografik malûmat için balcım*, VA^İ ~
Honfoglalo Mı^ar.ag Kialakulasa, BudapeTlS TlKTT^ıfS* A
Devri Macarüğımn Teşekkülü) - ^ «Yurttanma
100/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Umûmî Meseleler/101

bunların hepsinin çapar lâkabını taşıdıkları görülüyor38. Esasen bir unvan olduğu
kahramanlara verilen bir unvan olarak eskidenberi kullanıldığını bildiren en
halde has isim olarak da kullanılan alp kelimesi gibi bu çapar unvanı da hâs isim
kuvvetli delil olarak, Dede Korkud hikâyelerini göstereceğim: Burada ikinci
olarak kullanılmıştır: Moğol şehzadelerinden Çapar'm ismini buna bir misâl
hikâyede, Oğuz beylerinin harbe girişi tasvir olunurken,
olarak gösterebiliriz. Bu kelime ile, Peçenek kabilelerinden, birinin adı olan
Çaban (veya Çoban, Çopan) adı39, kezalik Oğuz boylarından Çepni (çeben-
du- k burada k^aca onlardan bahsedeyim: 1) Bu kelime, «ulag. yam- kelimeleri i)'levin — ki eski menbâlar-da «kahraman» mânâsına îzah olunmaktadır40 —
ile müteradif olarak «devlet postası, süvari postacı, posta atı çok koşan at. taşıdığı isim arasında da bir münâsebet olduğu açıkça görülmektedir. Türkçede
mânalarında kullanılır ve posta menzili mânasında çapar-khane tâbiri de «ç,ş» sesleri arasındaki tebâdûl de nazar-ı itibare alınacak olursa, çapafm gerek
mevcuttur. Galiba Safevüer devrinden başlayarak bugüne kadar bilhassa İran ve unvan ve gerek kabile ismi olarak kullanıldığı, ve yukarıda muhtelif Çin
Efganistan sahalarında bu tâbir çok kullanılmıştır, ve halâ da kullanılmaktadır. menbâlarındaki muhtelif şekillerini gösterdiğimiz Q)şpara kelimesinin de bundan
Yalnız, tarihî merbâlarda değil, XVI. asırdanberi İran hakkında yazılan
Avrupa seyahatnamelerinde de bu kelimeye tesadüf olunur. Bugünkü fârisi'de başka bir şey olmadığı, hiç olmazsa oldukça kuvvetli bir faraziye olarak, ileri
çapar kelimesi «coureur, courrier, postillon, postier, poste» mânâlarında sürülebilir. Bu çapar unvanı üe çopan (çoban, çupan) unvanı arasında münâsebet
kuUamlmaktadur (Said Naficz, Dictionnaire francais-persan, Teheran 1930) olup olmadığı meselesi ise, ayrıca tetkike muhtaçtır.
Anadolu sahasına gelince, Kitâb-ı Dede Korkud'da kelimenin bu mânâd»
kullanıldığını görüyoruz (İstanbul tab'ı, s. 651. Anadolu'daki köy isimleri
arasında «yam, ulakcı» gibi devlet postası teskilâtiyle alâkadar birtakım isimler
olduğu gibi, Uşak'ın, Sivaslı nahiyesinde «Çapar-damları» adını taşıyan bir köy
de vardır ki, bu ismin buradaki eski bir posta menzilinden kalmış olduğu pek
serindir, - 2) Farsça yazılmış XIII.-XVT. asırlara ait tarihi metinlerde çapar .
veya çeper - kelimesine tesadüf olunur (meselâ İbn Bibî'de, Şerefüddin
Yezdî'nin Zafer-Nâme'sinde, Hasan Beğ Rumlu'nun Ahsenu't-Tevârih'inde). Bu
kelime eski farisî lügatlerde «halka, dâire, çalı çırpıdan yapılmış divar»,
çağatay lügatlerinde ise «büyük kalkan, kemend, siper, mania» tarzlarında izah
olunmaktadır. Gerek bu lügatlerde gerek onlara istinad eden avrupah
lûgatçilerin kitablannda,iki ayn kökden gelen kelimenin biribirine kanştınldığmı
zannediyorum. M. Charmoy, 1835 de neşrettiği bir makalesinde, bu kelimenin
izahına kalkışmışsa da, o da bıf umûmi yanlışlıktan kurtulamamıştır.
(Memoires de I'Academie imperiale des Sciences de St-Petersbourg, serie VI,
vol. III. p. 155). Bence, çap'dan gelen çapar kelimesi, «Koçbaşı: Beüer* denilen
harb âletinin ismidir; daha Sâsânî-Bizans harbleri esnasında Hunlar'ın icad
ettikleri kullamlması kolay ve hafif bir nevi «Beherlerin istimal edildiğini 38 Kitâb-ı Dede Korkud, İstanbul tab'ı, s. 35-37. Bu kelime çâbâr şeklinde
biliyoruz (V. Chapot, La Fontiere de FEufrate, de Pompee a la conqâte arabe, ve «kaabiliyetli, sür'atli» mânâsına muhtelif Türk lehçelerinde (Radloff, III, 197)
Paris 1903, p. 194) «Daire dâi-ren mâdar çevirmek, mânâlarına olan «Çep- ve Moğolca'da (Kowalewski, 2118) mevcuttur. Oğuz lejandında da bu kelime
cev. kelimesiyle alâkadar olan çepe kelimesine gelince, bu, gerek lügatlerden geçer. (W. Bang-R. Rahmeti, Die leğende von Oghuz Qaghan, 1932, 18,252).
ve gerek tarihî metinlerden anlaşüdığma göre «bir ordugâhı çeviren ve çalı çırpı 39 J. Nemeth, Die İnschriften des schatzes von Nagy-Szent-Miklos, 1932, s.
ile toprakdan yapılmış 12. Yine aynı müellif: Les inscription du trĞsor de Nagyszentmiklos, Revue des
hut^L^ZTd' 2, ^ .""^T1* 6derken onun etraf™ çevrilen bu; tarzda bir^müdafaa seddı.
mânâsmdadırki, muhharan mânâsı genişleyerek umumiyetle bu tarzda Ğtudes hongroises, Nouvelle Serie, nr. 1-2, 1933, p. 10). Anadolu ve İran
yapılmış duvarlara da iüâkolunmuştur veKVXV «ir İran şâirleri tarafından da Türkleri arasında çapan, isim olarak eskidenberi kullanılır. Anadolu'daki meşhur
bu mânâda - bazen de vezin^I°-~ derebeyi Çapanoğlu ile, Safevî ricalinden Çapan Sultan isimlerinde olduğu gibi.
^^S"İ1 ^"^«tır. Sclun^rMoIT ? ^^ z^retiyle «çep-ress* <üye tarif edilmesinin 40 Köprülüzâde Mehmed Fuad, Oğuz Etnolojisine Dâir Notlar (Türkiyat
sebebi f u* Lû«a^de bu kelimenTn Mecmuası, c. 1, s. 260).
Eski göçebe Türk kabilelerininbu ^ **• iyi anlasa
«nd. «*A_ tt_o _ A^Jekü,_^ûdafaa tertibatı kullaSS
ÎSLÂM ve TÜRK HUKUK TARİHİNE AİT
UNVAN ve ISTILAHLAR
AMÎD

'AMÎD, ortaçağda, yakın şark İslâm . Türic devletlerinde kullanılan


bâzı unvanlarda ve memuriyet isimlerinde tesadüf edilen bir tâbirdir.
'Ainîd, 'Amîdü'l-Cüyûş, fîmîr-i 'Amîd, 'Amîdü'1-Mülk, 'Amî-dü'd-Devle,
'Amîdü'd-Dîn gibi. Bu tâbirin muhtelif devletlerde nasü ve ne mânada
kullanıldığı hakkında henüz hiç bir tetkik yapılmamış olduğundan, burada
bu hususta vereceğimiz izahatın kat'î mâhiyette olmadığını ibtidâda
söyleyelim. Şimdilik bildiğimize göre, bu tâbire ibtidâ Sâmânîler'de
tesadüf edilmektedir: Narşahî, Buhara'mn tarihî ve topo-grafik tavsifi
hakkındaki eserinde, Sâmânî hükümdarı Nasr b. Ahmed zamanında
Buhara'daki devlet dâirelerinden (dîvân) bahsederken, bunlar arasında
'amîdü'l-mülk dîvânını da zikrediyor (Description topogr. et histoire de
Bouhara, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1892 s. 24). Bu kaydı W. Barthold da
meşhur eserinde Sâmânî teşkilâtından bahsederken, iktibas etmiştir
(Turkestan down to the mongol invasion, GMS, new series V, 1928, s.
229). Ancak elimizdeki eserin Narşahî'nin 332 (943) de ikmâl ettiği asıl
arapça metin olmayıp, onun 522 (1128) deki farsça muhtasar
tercümesinden 574 (1178) te yapılmış ikinci bir hulâsa olduğunu düşü-
nürsek» bu tâbirin asıl müellif tarafından kullanılıp kullanılmadığı hak-
kında ihtiyatlı davranmamız icabeder. Maamâfih yine X. asır sonlarında
Büveyhîler'de ordu kumandanına 'amîdü'l-cüyûş unvanı verildiğini
bildiğimiz için (bk. İslâm Ansiklopedisi, al-Hasan b. Ustaz Hormuz) Sâ-
mânîlerde de 'amîdü'l-mülk dîvânınm mevcudiyeti, büyük bir ihtimâl ile,
kabul edilebilir. Bir de Gazneliler'de büyük vilâyetlerin idâri ve malî teş-
kilâtının başında 'amîd unvanlı ve geniş salâhiyetlere mâlik bir memur
bulunduğunu görüyoruz (Davlatşâh, Tazkara, nşr. Browne, s. 139: Ho-
rasan 'Amîd'i).
/
106/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/107

Büyük Selçuklu İmparatorluğumda ve onun İdarî ananelerine vâris Horasan, Hâriztn 'amîd'lerinden başka hiç bir memurun el-mülk ile teşkil
olan muhtelif devletlerde, 'amîd tâbiri ile teşkil edilmiş Unvanlara tesadüf edilmiş unvanlar kullanmamasını istemektedir.
ediyoruz: Tuğrul Bey'in veziri Ebû Nasrü'l-Kundurî'nin lâkabı 'Amîdü'1- Yukarıdan beri verdiğimiz bütün bu malûmattan şimdilik şu neticeleri
Mülk idi; Nizâmü'l-Mülk'ün dâmâdı Ebû Mansûr Muhammed, 'Amîdü'd- çıkarabiliriz:
Devle lâkabım taşıyordu ; atabeg Zengt'nin ve. sili al-Eberzî 'Amîdü'd-Din
a — İptida X. asırda, Sâmânîlerde gördüğümüz 'amîd tâbiri, idarî . ve
lâkabını hâizdi. Gorlular devletinde de emîr-i 'amîd unvanını taşıyan bir
memurun mevcudiyetini biliyoruz (Nizamî al-Arûzî al-Samarkandî, mâlî işler ile uğraşan büyük memurlara verilen bir isimdir. Sâmâ-nîler'deki
Chahar magala, GMS, XI, s. 52). X.-XI. asırlarda İslâm devletlerinde pek 'amîdü'l-mülk vazifesi, Büveyhîler'de ordu kumandanına verildiğini
ziyâde umûmîleşen, daha doğrusu ibtizâle düşen unvanlar, resmi lâkaplar bildiğimiz 'amîdü'l-cüyûş ismi ile Gorlular'daki — galiba askerî ve sivil
hakkındaki bilgilerimize uygun olarak, 'amîd tâbirinin ed-dîn ile birlikte salâhiyetleri şahsında toplayan bâzı büyük memurlara verilen — emîr-i
istimalinin atabegler zamanında başladığım görmekteyiz. 'amîd tâbiri, birer lâkap değil, sâdece memuriyet adıdır. Büyük
Selçuklularda 'amîd kelimesi sivil bir memuriyet adı olarak, 'âmü keli-
Bütün bu izahat, gerek memuriyet ismi ve gerek unvan olarak mesinin müteradifi mâhiyetinde, kullanılmaktadır. Muhtelif memleketlerde
kullanılan bu tâbirin mâhiyetini vazıh bir surette meydana koyamıyor. bulunan 'amîd'ler, oradaki idârî-mâlî işler ile ve bu arada idarî teşkilâtın en
Lâkin Selçuklular'in meşhur veziri Nizâmü'l-Mülk'ün Siyâsetnâme adlı mühim vazifesi olan muhtelif vergilerin tahsili ile mükelleftirler; yalnız bu
eserinde lâkaplar hakkında verdiği malûmatı, yukarıki tarihî kayıtlar ile son vazifelerime bakarak, onları sâdece mâliye memuru sanmak, tamâmiyle
birleştirince, bu hususta istidlal tariki ile bâzı neticelere varmak kaabil yanlıştır; çünkü 'amîd, idârî-mâlî vazifeler ile meşgul sivil teşkilâtın başında
olacaktır. bulunan büyük memurdur. İmparatorluk memleketlerindeki bütün 'amîd'ler
Onun verdiği malûmata göre, 'amîd kelimesi, hâce ve mutasarrıf arasında dördü, yani Bağdad, Horasan, Irak-i Acem, Hârizm 'amîd'leri, idare
tâbirleri gibi, askerî değil idâri ve mâlî teşkilâta mensup bir kısmı me- ettikleri coğrafî sahanın genişliği ve ehemmiyeti itibariyle, diğer 'amîdlerden
murlara verilen bir isimdir; ve bürokrasiye mensup olan bu gibi memurlara daha yüksek bir mevki sahibidirler ve merkezdeki büyük memurlara yakın
'Amîdü'd-Devle unvanı verilir. Maamafih bâzı ehemmiyetsiz idare ve bir mevkileri Vardır. Nizâmü'l-Mülk'ün ifâdesi, bunu çok sarih bir surette
mâliye memurlarının 'Amîdü'1-Mülk unvanım da taşıdık, lan görülüyor ki, göstermektedir.
işte Nizâmü'1-Mülk bundan şikâyet etmektedir. Yine onun verdiği b — Unvan ve lâkap olarak, daha Selçuklular'da kullanılmağa baş-
malûmata göre, Selçuklular devrinde Bağdad, Horasan, ve Hârizm'de lıyan 'amîdü'l-mülk lâkabı, sonradan 'amîdü'd-devle ve daha sonra
'amîd'ler mevcuttur; filvaki Melikşâh zamanında Horasan ve Bağdad'da 'amîdü'd-dîn şeklinde olarak devletin büyük memurlarına, büyük 'amîd'
Selçuklu devletinin en büyük memuru sıfatı ile birer 'Amîd bulunduğu lere, hattâ Atabegler zamanında gördüğümüz veçhile vezirlere de verilmiş
hakkında eski kaynaklatın verjdiği malûmat da (Recueil de teztes relatifs â bir unvandır. Maamafih bâzı ikinci derecede 'amîd'lerin de bu unvanı
l'histoire des Seldjoucides, II, 74) Nizâmü'l-Mülk'ün ifâdesini te'yit kullandıkları Nizâmü'l-Mülk'ün ifâdesinden anlaşılıyor.
etmektedir (Siyâset-nâme, nşr. Sâyyid 'Abd al-Rahîm Halhali, Tahran,
1310, s. 107, 114 v.d.; bu eserin Schefer tarafından 1891 da Paris'te Bibliyografya i Şimdiye kadar hiç tetkik edilmemiş olan bu
tâbir hakkında müracaat edebileceğimiz başlıca kaynaklar ma
bastırılan nüshasında, yalnız Bağdad ve Horasan 'Amîd'. lerinden kale içinde gösterilmiştir. ŞŞfflj
bahsedilmektedir, s: 137; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti
Teşkilâtına Medhal, İstanbul, 1941, adlı eserinde Selçuklu teşkilâtından
bahsederken, vilâyetlerdeki bu 'Amîd'leri «haraç ve tahsil memuru» olarak AMİL
gösteriyor, s. 45; hâlbuki Siyâset-nâme 'nin çok yanlış bir tercümesini
yapan Schefer, bu kelimeyi daha doğru olarak «gouverneur», yani vali AMİL, Kur'ânî bir tâbir olup (IX, 60) , îslâm devlet teşkilâtında, daha
diye tercüme etmişti, s. 203). Lâkapların suiistimal edilmesine aleyhdar ilk aşırlardan beri, tesadüf edilir ki, muhtelif devirlere ait muhtelif tarihî
olan Nizâmü'1-Mülk, vezir Tuğrâ'î, Mustavfî, Ariz ile, Bağdad, kaynaklarda birbirinden farklı mânâlarda kullanılmış, hattâ bâ-
108/îsîâm ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Istılahlar/109
MÜ aynı müellif tarafından bile muhtelif mefhumları ifâde etmek için is-
den başka, bilhassa müsrif (müfettiş) ve sâhibü'l-bertd (posta ve istihbarat
timal edilmiştir. Şimdiye kadar hiç tetkik edilmemiş olan bu kelime hak-
memuru) bu vergi tahsili ile muvazzaf âmilleri kontrol etmekle
kında, yanlış ve indî malûmat vermemek için, istifâde ettiğimiz muhtelif
kaynaklardaki kayıtları kronolojik surette sıraladıktan sonra, bunların mükelleftirler. Mâverdî, tıpkı vezâret gibi 'imâlet(âmillik)'i de 'imâ-Iet-4
mukayesesinden çıkan neticeleri kısaca tesbit edeceğiz. tefviz ve 'imâlet-i tenfîz diye ikiye ayır maktadır: geniş salâhiyeti hâiz ve
bir çok işlerde kendiliğinden karar vermeğe mezun olan büyük âmillerin
*Âmü (cem'i 'ummâl) kelimesi, Taberî gibi eski kaynaklarda sık sık vazifesi, 'imâlet-i tefviz mahiyetindedir; bunların köle olmamaları ve îslâm
geçer ve umûmî olarak memur, vazife sahibi mânâsını ifâde eder. O dininde bulunmaları şarttır. Hâlbuki mahdut bir salâhiyeti hâiz ve
devirlerde, devletin en mühim işi vergilerin tahsili olduğundan, bu kelime muayyen bir işi görmeğe memur olan ikinci kısım küçük âmiller, köle ve
ile, en çok, bu iş ile meşgul memurlar kasdolunur. Maamafih, 241 (855)'de müslümanlıktan başka bir dine mensup olabilirler.
bir sefere memur edilen kimseye de 'âmili 'ate'Vharb de nildiğini
görüyoruz (Taberî, m, 1340). Valilerin maiyetinde bulunan mâliye işleri ile Abbâsîleri takip eden ve idare teşkilâtlarının örneklerini doğrudan
meşgul âmillerin — Haccâc devrinde vazedilen kaideye göre — Mansûr doğruya ve dolayısiyle onlardan alan muhtelif Türk-İslâm devletlerinde,
devrinde de ayda üç yüz dirhem aldıklarım ve bu usûlün Me'mûn zamanına 'âmil kelimesinin yukarıda zikredilen muhtelif mânâlarda kullanıldığım
kadar devam ettiğini Taberî kaydetmektedir (bk. Gaudefroy-Demombynes, görüyoruz: Sâmânîler'de (msl. Narşâhî, Târîh-i Buhârâ, nşr. Schefer, s.
Le Monde musulman et byzantin, jusq'aux Croisades, nşr. M. E. Cavaignac, 25; umumiyetle memur mânâsında) bu ıstılah mevcutta. Horasan
Bistoire du monde, VII, I, 336). XI. asım ilk yarısında, Bağdad'da yaşayan sipehsâlârı gibi büyük emirlerin, doğrudan doğruya, kendileri tarafından
Mâverdî (Ahkâmü's-Sultâniye, tab. Kahire, 1909, s. 173)» 'Ummâlü'l- tâyin edilen ve kendilerine mahsus vergileri tahsil eden memurlarına da,
Mesâlih tâbirini Worms ve van Berchem'in tercüme ettikleri gibi, «amme 'âmil unvanı verilirdi (Gardizi, Kitâb Zainu 'hAkhbâr, nşr. Muhammed
hizmetini gören memurlar, bilhassa mâliye memurları» mânasında değil, E. Nâzim, Berlin, 1928, s. 51); Gazneliler'de de umumiyetle memurlara ve
Fagnan'ın doğru mütalâası veçhile «daimî olmayan herhangi bir vazifeyi ifâ bilhassa mâliye memurlarına bu isim veriliyordu (Gardizi, ayn. esr., s.
edenler» mânâsında kullanmıştır (E. Fagnan, Les Statuts gouvernementaur 162). Büyük şair Ferruhî, Mahmûd Gaznevî'nin vefatı münâsebeti ile
ou rig-les de droit public et adminisiratij', Alger, 1918 s. 424). Metnin çok yazdığı mersiyesinde, Gazne'de dîvân halkının teessürlerini anlatırken,
sarih olan delâleti, 'âmil kelimesinin, tek başına kullanıldığı zaman, umumi- hâciplerden ve hâcelerden sonra âmilleri zikretmektedir: (Dîvân-ı
yetle memur mânâsında kullanıldığını gösteriyor. Maamafih aynı müellif, Ferruhî-i SıstâtA, nşr. 'Alî Âbân, Tahran, 1311, s. 92; ayrıca Nizâmî-i
eserinin diğer bir yerinde (metin ayn. tab., s. 184-187), devlet teşkilâtında, 'Arûzî, Chahar Maqala GMS, XI, s. 48, Tûs âmili; Kabusnâme, 42. bab.,
âmillerin vazife ve salâhiyetlerinden, tahsisatlarından, tâyin, teftiş ve azil Nesâ âmili). Selçuklu tmparatorluğu'nda kelimenin, umumiyetle memur
suretlerinden, hâiz olmaları icab eden vasıflardan uzun uzun bahsederek, bu bilhassa mâliye memuru, bâzan da vali mânâsında kullanıldığını
tâbirin o asırdaki muhtelif mânâlarını lâyıkı ile aydınlatmaktadır: görüyoruz (msl. Nizâmü'1-Mülk, Siyâset-nâme, Tahran, s. 15, 33, 114;
a) 'Amü, bir az evvel söylediğimiz gibi, umumiyetle — muvakkat İbn al-Balhî, Farsnâma, nşr. G. le Strange ve R.A. Nicholson, GMNSrIf
veya dâimi bir vazifenin ifâsı ile mükellef — memur mânâsına geliyor; b) 1921, s. 116, 121, 157; Efzalü'd-Dîn Kermânî, 'Îkdü'l-Ulâ, Tahran, 1811, s.
Muayyen bir mıntakada haraç, öşr, himaye, ganimet gibi vergilerden 58). Selçuklu İmparatorluğu'na vâris olan ve onun idarî teşkilâtını iktibas
birinin veya bir kaçının veya hepsinin tahsili ile mükellef mâliye memuru eden muhtelif devletlerde, meselâ Hâ-rizmşahlar'da, bu ıstılaha tesadüf
mânâsındadır; c) Büyük bir idâri sahanın yahut büyük bir şehrin umûmî ediyoruz. Onlara ait resmî vesikalardan anlaşıldığına göre, 'âmil,
idaresine memur ve âmme vilâyetini hâiz büyük memura 'âmil ismi Hârizmşahlar'da mutasarrıf veya nâib mürâdifi olarak kullanılmakta ve
verilir. Fakat ekseriyetle, 'âmil denildiği zaman, vergi tahsili üe mükellef bilhassa vergileri tahsil eden ve bâzı idarî salâhiyetlere de mâlik olan büyük
mâliye memuru kasdolunmaktadır. Abbasî teşkilâtında, sultan (hükümdar) memur mânasını ifâde etmektedir (Bahâü'd-Dîn Muhammed b. Mü'ezzed
ile vezir ve âmme vilâyetini hâiz 'âmil (vali)' Bağdadî, et-Tevessül ilâ't-Tevessül, Tahran, 1313, s. 34, 46, 93, 117;
Cüveynî, Târİh-i Jahân Guşa, GMS, XVI, II, s. 38). Kelimenin, aynı
mânayı ifâde etmek üzere, Hindistan Türk devletlerine de geçmiş olduğu,
XIV. asırda Tuğlukşah-
110/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/l il

lar'da bu unvana tesadüf edilmesinden anlaşılıyor (îshwari Prasad, A kullanıldığı, Devletşâh Tezkere'si ile (s. 179 v.d., 292) Hondmîr'in Düs-
History of the Çuarannah Turks in India, I, Allahâbâd, 1936, s. 263, 278). tûrü'I-Vüzerd'sından anlaşılıyor (tab. Sa'td Nefisi, Tahran, 1317 şemsî, s.
Memlûklerde hesap işlerine bakan küçük memur mânâsında kullanılan bu 413 v.d. Burada, Hüseyn-i Baykara devrinde, devlete ait parayı zim-
kelimenin (bk. G. de Mombynes, La Syrie â l'ipoque des Memlouks, Paris, metlerine geçiren 80 'amelddr'dan, yani tahsildardan bahsolunmakta-dır).
1923, s. LXXII), ilhanlılar ve Celâyirliler devrinde en ziyâde mâliye Kırım hanlığında kullanıldığını Hacı Giray Han'ın 1453 (875) tarihli bir
memuru mânâsını ifâde ettiğini ve sonradan Timurlular devrinde de aynı yarlığında görüp anladığımız bu tâbir (bk. Akdes Nimet Kurat, Topkapı
mânâda kullanıldığım görüyoruz (bk. Davlatşâh, Tazkara, nşr. Browne, Müzesi Arşivindeki Altın Ordu, Kırım ve Türkistan Hanlarına Ait Yarhg ve
Leyden, 1901, s. 422). Kelimenin aym mânâda XV. asırda Kırım Bitikler, istanbul, 1940, s. 64, satır 24; naşir, tahsildar mânâsında olan bu
hanlığında da kullanıldığım biliyoruz (Abdullah-oğlu Hasan, Mengli Giray kelimeyi, yanlış olarak, işçi diye tercüme etmektedir), bu şekilde eski
Han L Yarlığı, TM, IV, 104) XVI. asırda Saf evi devletinde geniş Osmanlı kroniklerinde de mevcuttur (Aşık Paşa-zâde, Târîh, İstanbul, s.
salâhiyetler ile büyük bir memleket idaresine memur büyük emirlerin 99; nşr. Giese, s. 88: Gelibolu ameldârı. İstanbul tab'ını neşreden Âli Bey,
maiyetinde bulunan vezirin — meselâ Horasan vezirinin — maiyetinde elindeki yazmalarda doğru olarak 'ameldâr şeklinde yazılan bu kelimeyi
vergilerin tahsili işinde kullanılan âmiller vardı (Ha-san-i Rumlu, Ahsan al- yanlış olarak 'alemdar diye tashih etmiştir ki, iptida M. Arif <bu yanlışlığa
tavârîh, nşr. Seddon, Baroda, 1931, I, 355). Ab-bâsîler'den beri hemen dikkat eylemişti; MTM, nr. IV, sı 181, 185). Osmanlılar'daki bu tâbir
bütün Müslüman-Türk devletlerinde gördüğümüz bu ıstılah, Osmanlı hakkında bk. F. Kraelitz, ayn. esr., s. 65, not. 3; Giese'nin Vngar, Jahrb.
İmparatorluğumda da vergi tahsili ile muvazzaf memur yahut mültezim mecmuasındaki makalesi (1831, XI, cüz 3, s. 279, not 5),
veya mültezim nâmına tahsilat yapan husûsî memur mânâsında 'Amil kelimesinin mürâdifi olan bu 'ameldâr kelimesinden başka, ta-
kullanılmıştır (Bâyezid II.'in bir emirnamesinde 'ummâl tâbiri geçmektedir: mâmiyle farsça kârdâr, kârdan, kârkunân gibi mürâdiflerine de Gaz-neli
F. Kraelitz, Osman. Urkunden in türk. Sprache, Wien, 1922, s. 65; Peçevî, tarihinin en eski menibâlan olan Beyhakî (Hind tab., s. 620) ve Gardîzî
Târîh, I, 8,126; bu mültezim-âmiller XV.—XVII. asırlarda ekseriyetle (Kitab zayn al-dhbâr, nşr. M. Nâzım, Berlin, 1928, s. 8, 91)'de tesadüf
yahudî idiler: Aşık Paşa-zade, Târîh, istanbul, s. 192; Koçu Bey, Risale, ettiğimiz gibi, Hind ve İran devletlerinden bahis daha sonraki tarihî ve
nşr. Ebüzziya, 1303, s. 65). 'Amil kelimesinin Osmanlılar'da — tıpkı edebî metinlerde de tesadüf ediyoruz (Bahâü'd-Dîn Muham-med b.
'ameldâr kelimesi gibi — mültezim mânasında da kullanıldığım 1417 Mu'ezzed-i Bağdadî, ayn. esr., s. 114'te kârkunân, tamâmiyle 'âmil
(875)'de sancak beyi Hamza Bey'in bir buyurultusu açıkça göstermektedir mürâdifi olarak kullanılmıştır). Osmanlı metinlerimde bunun tercümesi
(Belleten, sayı 17/18, s. 133). olarak iş tutan, iş eri tâbirleri ile işgâzâr ve maslahatgüzar tâbirlerine
rastlanmaktadır.
'Amil kelimesi, farsçanın, devlet dili ve edebî dil olarak, ehemmiyet
kazandığı şark memleketlerinde, 'ameldâr, kârdâr, kârdan, kârkunân gibi, Bütün bu izahattan başlıca şu neticeleri çıkarabiliriz: âmil, umûmî
yine aynı mânayı ifâde eden farisî şekiller almış, ve tamâmiyle 'âmil, yani olarak bir iş ile mükellef olan adam manasınadır. Kelimenin mânâsı
mâliye memuru mürâdifi olarak, eski zamanlardan beri kullanılmıştır. sonradan genişleyerek, memur mefhumunu ifâde etmiştir. Ortaçağ İslâm
Meselâ 'ameldâr kelimesine daha X. asır sonlarında Gazne-liler'de tesadüf ve Türk devletlerinde, vergi tahsili devletin en mühim işini teşkil
ediyoruz (Târth-i Sistân, tab. Melikü'ş-Şu'arâ' Bahar, Tahran, 1914, s. 358: ettiğinden, âmil kelimesi, küçük tahsil memuru (tahsildar) yahut onların
Sîstân ameldan); kelime burada, mâlî işler tabia-tiyle en mühim vazifesini âmiri olan daha büyük mâliye memuru, ve nihayet muayyen bir idarî
teşkil eden geniş salahiyetli idare memuru, yâni vali makamında sahanın mülkî ve mâlî idaresine memur vali mânâlaıında kullanılmıştır.
kullanılmıştır. 'Ameldâr kelimesinin Gazneliler'-den sonra Hindistan Türk Şark islâm dünyasında olduğu gibi, Garp İslâm âleminde (fi-mâlî Afrika
devletlerine de geçtiğini, şâir tarihî ve edebî metinlerden başka Husrev-i ve Endülüs) idarî bir ıstılah olarak, bu muhtelif mânâları ifâde eden âmil
Dihlevî'nin Tuğluk-Nâme adlı mesnevisinden de anlıyoruz (tab. Hind, s. kelimesi, vali, yani idarî bir sahanın en büyük sivil memuru, mânâsında
102, beyit 1962). XIV. asırda Türk şâiri Kutb'un Altınordu'da yazdığı kullanıldığı zaman, askerî kumandandan, yani emîrden, tamâmiyle ayrıdır
Husrev ü Şilin mesnevisinde memur mânâsına kullanılan bu kelimenin ve nüfuz itibariyle ondan aşağıdır. Maa-
XV. asırda Timurlular sülâlelerinde çok
112/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/119

mafih merkezi idarenin bu iki büyük mümessili birbiri ile uyuştuktan ARİF
zaman, vergi tahsilatını aralarında taksim ediyorlar ve merkezin emirlerini
hiçe sayıyorlardı. Abbasîler devrinde, bâzan, bu iki vazifenin aynı adamın ARİF (A., cem. 'uraja), umumiyetle her hangi bir topluluğun, her
uhdesinde birleştiğini ve o vakit yarı müstakil denecek derecede nüfuz hangi bir teşkilâtın başında bulunan reis, âmir ve kumandan mânâsına
kazandığını görüyoruz ki, Ahmed b. Tolun buna bir misâldir. Ancak böyle gelen eski bir tâbirdir, Arapların eski kabile hayatında, kabile reisinden
vaziyetlerde âmil unvanının kullanılmayıp, emir unvanının tercih olunduğu sonra, 'bu ariflerin ehemmiyeti vardı. Daha Peygamber zamanında,
pek tabiidir. Abbâsîler'den ayrılıp, istiklâllerini kazanan ve îslâm tarihinde gazvelerde askere kumanda için, arifler tâyin edildiği Mâ-verdî
mülûkü't-tavâif diye anılan küçük devletler, hemen umumiyetle, sivil ve (aUAhkâm al-Sultânîya> Kahire, 1909, s. 30, trc. Fagnan, s. 73 v.d.)
asker! salâhiyetleri şahsında toplayan valiler tarafından kurulmuştur (bk A. rivayet ettiği gibi, arifliğin Çarâfa) Peygamber devrinde mevcut olduğunu
Mez, Die Renaıssance des İslâms, Heidelberg, 1922, idare teşkilâtı bahsi). gösteren hadîsler de vardır (Ahmed b. Hanbel, Müsned. tab. Mısır, 1313,
Görülüyor ki, kelimenin her türlü kullanılışında ya doğrudan doğruya IV, 133; Tayâlisî, Müsned, hadîs 2526). Abbasiler devrinde de on kişiden
cibâyet veya vergi tahsilatını umûmî surette kontrol mânâları mevcuttur. mürekkep en küçük askeri takımın kumandanına bu isim veriliyordu:
Eski İslâm idare sistemindeki iltizam ve ıktav gibi usûller sebebi ile, her 'artfü alâî 'aşerat (on başı), 'drîfü'l-mi'a (yüz başı) gibi. iptida îslâm
hangi bîr mültezim veya ıkta' sahibi, kendisine üt vergi* hisselerini ordusunun askerî karargâhı olarak kurulan Kûfe'de muayyen "bir askeri
doğrudan doğruya tahsil için, husûsî âmiller de tâyin edebilirdi: Nizâmî-i kıt'anın karargâhı olan mahallenin kumandanına 'arif ve bu teşkilâta, yâni
'Arûzî {ayrı. e$r„ s. S), kendisine ihsan edilen her hangi bir yeriiı muayyen bu mahalleye ve onun askerî amirliğine, 'arâfa deniliyordu.
bir yıla âit muayyen bir nevi vergi bedelini tahsil için, husûsî bir âmil tâyin Askerî teşkilâtlarını şark halifeliğinden aldıkları örnekler üzerine
etmişti. Eski Arap ve Fars edebiyatlarında, bu âmil (tahsildar) 'lerın kuran Endülüs Emevîleri, 8 neferden mürekkep en küçük askerî takınım
suiistimalleri ve insafsızlıkları hakkında, hicviyeler mevcuttur (msL 'Avfî, basma bir nazır ve 40 kişiden mürekkep daha büyük takınan başına da bir
Lubâb al-albâby nşr. Browne, I, 147). İlk İslâm devletlerinden başlıyarak, 'arif tâyin ediyorlardı. Maamafih daha I. Abdu'r-RahTnân zamanında,
Osmanlılar, Safevîler ve Hindistan Timurluları'na (W. H. Moreland, The kelimenin umumiyetle kumandan mânâsında kullanıldığı malûmdur:
agrarian system of moslem İndia, Cambridge, 1923, s. 272) kadar devam Zenciler'den mürekkep askerî kıt'a kumandanlığına 'arâ-fatü's-sûd
eden bu tâbirin, sonraki asırlarda eski ehemmiyeti?:. kaybederek, sâdece deniliyordu. Onun torunu I. Hakem zamanında, saraya bitişik kışlada
vergi tahsil memuru mânâsında kullanıldığını görüyoruz. dâima hazır bulunan 2.000 kişilik süvari kuvvetinin 100 kişilik bölüklere
Bibliyografya t Bu mesele hakkında zikre ş&yân hemen hiç ayrıldığım ve her bölüğün başında da bir 'arif bulunduğunu biliyoruz.
bir tetkik mevcut olmadığından, bu makaleyi yazarken, istifâde Kelimenin Mâverdî zamamnda (XI. asır) bile en ku-çük askerî âmir
edilen kaynaklar makale içinde birer birer gösterilmiştir; yalnız, mânâsında kullanılması, bu tâbirin yavaş yavaş eski ehemmiyetini
Dozy'nin Suppl, aux diction, arabes'ında (II, 175 v.d.), bu kelime kaybettiğini gösterebilir.
hakkında, eski tarihî metinlere ve muahhar lügat kitaplarına
istinaden, etraflı malûmat verildiğini ilâve edelim. Be-lâzori, Muhtelif devrelere âit edebî ve tarihî Arap kaynaklarında, 'arif ke-
lbn Hatâb, İbn Cübeyr, lbn Battûta ve Makkâri gibi metinlerden limesinin türlü türlü mânâlarda kullanıldığını görmekteyiz; msl.: ücretli
istifade etmekle beraber, Dozy bu kelime haKkın-da, bilhassa askerlerin yahut tavâşî (hadim)'nin veya muhtelif esnaf teşkilâtının, kale
lügat bakımından, malûmat vermiş, fakat tarihî izahata harplerinde istihkâm başmda bulunanlara bu unvanın verildiği anlaşılıyor.
girişmemiştir.
XI. asırda îşbiliye'de, hükümdar askerî teftiş edeceği zaman, safların
intizamım muhafazaya memur olan kimseye 'arî-fil's-şarta deniliyordu
Esnaf teşkilâtının başmda bulunanlara sâdece 'arîf yahut emir denildiği,
umumiyetle Ortaçağ îslâm şehirlerinde, esnaftan her birine mahsus, ayrı
bir sokak bulunduğu için 'arijü's-sûk yahut şeyhü's-sâk adı veriliyordu.
Ayrıca kadıların adalet meclislerin-
İU/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/116

de, yâni şer't mahkemelerde de, intiaamı muhafaza için, elinde kamçısı ile arslan adını vermiş olmaları, onu tanıdıklarına, yâni ya Türk memleket.
hazır bulunan inzibat memuruna da 'arif unvanı verilirdi. Mimarlara, lerinde yahut Türkler'in, hâkimiyet veya komşuluk dolayısiyle, sıkı münâ-
sokak çalgıcılarına, kabilelerin ileri gelenlerine ve hattâ talebe derslerini sebetlerde bulundukları memleketlerde arslanın mevcudiyetine açık bir
müzâkere etmek vazifesini yapan sınıf basılara da 'art/ denildiğini delildir. Esasen Türk mitolojisinde, san'atında ve hukukunda mühim bir
görüyoruz. Bütün bu izahların Türk ve Iran memleketlerine ve devletlerine yeri olması da, Türkler'in onu daha İslâmiyet'ten evvelki devirlerde ta-
değil, arapçanın hâkim olduğu memleketlere ve Arap devletlerine âit nımış olduklarını anlatabilir, Maamafih Türkler arasında eskiden beri
olduğunu ehemmiyetle kaydetmeliyiz. Farsça kaynaklarda bu tâbire, pek kullanılan on iki hayvan takviminde arslanın da mevcut olduğu hakkında
nâdir olarak, sâdece ilk Arap istilâsına âit zamanlardan bahsedilirken, ileri sürülen bâzı mütalâaların doğru olmadığım (W. Barthold, Tur-kestan
tesadüf olunur. down to Mongol invasion, GMNS, 1928, V, 286; aynı, mil., Orta Asya
Bibliyografya: Bu kelime hakkında, bilhassa Endülüs'e ve Titrk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1926, s. 80), hattâ Marco Polo'da
Magrib'e âit, muhtelif edebi ve tarihi kaynaklara dayanılarak, verilmiş tesadüf edilen arslan yılı tâbirinden de bu neticenin çıkarılamayacağı,
en geniş izahat için bk. Dozy, Suppl, auz diction, ara* bes mad.
'ARİF; buna ilâve olarak, Taberî (tab. Leyden), s. 1798 v.d.; el- çünkü bu seyyahın arslan kelimesini dâima kaplan yerinde kullandığım
Mâverdi, el-Ahkâmü's-Sultâniye (Mısır, 1909), s. 180; frans. trc. G. Pelliot (Notes sur le „Turkestan„ de M. W. Barthold, Tuong-Pao, 1930,
Fagnan (Alger, 1915), s. 440, Corcİ Zeydan, Medeniyet-! İslâmiye XXVII. 17, nr. 1), hattâ ondan evvel de E. Chavannes (Le cycle turc de
Tarihi (türk, trc. Zeki Megâmiz), I, 153 v.d.; Levy Provençal, douze animaux, Leyde, 1906, s. 11; T'oung-Pao, II. ser., VII, nr. l'den ayrı
L'Espagne musulmane au Xme siöcle (Paris, 1932), s. 13a 141, 180, basım) meydana koymuşlardır.
187; E. Tyan, Histoire de lorganisation judiciaire en pays d'islam
(Paris, 1938), I, 382 (Uzcandi, el-Fatâ-vâ'ul-Hindiye, IH. 301 'den
naklen); I. Goldziher, Abhandlungen zur arab, philol.; I, 21 v.d. Arslanın eski zamanlardan beri Türk ve İslâm memleketlerinden
(kelimenin hadislerde kullanılması hakkındaki malûmatı M. hangilerinde bulunduğu baklanda ilk tetkik, Ouatremere (Histoire des
Şerefeddin Yaltkaya'ya borçluyuz). Mongols de la Perse, Paris, 1836, s. 152 -156) tarafından yapılmıştır. İs-
lâm hükümdarlarının arslana verdikleri ehemmiyet ve onların arslan avları
hakkında bâzı tarihî kayıtları da ihtiva eden bu mühim tetkiki,
ARSLAN
Encyclopedie de Vİslam'da. Asad maddesini yazan Hell nasılsa görmemiş
ARSLAN, Araplar'm esed, farşların şîr dedikleri, yırtıcı hayvanın ve işte bundan dolayı verdiği malûmat, bilhassa tarihî bakımdan, çok
türkçe adı. Muhtelif Türk lehçelerinde arslan, arıslan, arsılan, asttan, eksik kalmıştır (ayrıca bk. tslâm Ansiklopedisi, mad. Arabistan, s. 478, süt.
atıştan, areslan, arştan, ar sû şekillerinde (bk. Gombocz Zaltân, Hon- 2). Quatremere'in araştırmalarına göre, arslan, Ceyhun şarkındaki
foglalâselötti Török jövevenyzszvaink, Budapest, 1908, s. '72) de tesadüf memleketlerde, Çin, Tibet ve Moğulistan'da mevcut değildir; gerçi
edilen bu kelimenin iştikakı hakkında araştırmalarda bulunan Bang (Über Marco Polo Tibet civarındaki mıntakalarda arslanın mevcudiyetinden
die türkischen Namen einiger Grosskatzen, Keleti Szemle, 1916 -1917, s. bahsetmekte ise de, yukarıda da söylediğimiz gibi, bunlann arslan
126 v.d.)'in fikrine göre, kelimenin aslı arts (arstl, arsul kelimesi 3e de olmadığı muhakkaktır. Moğullar'ın ve Mançular'm memleketlerinde
alâkalı) olup, - -lan ekinin birleşmesi ile (kaplan ve sırtlan kelimelerinde arslan bulunmadığı, onları sonradan öğrendikleri bu hayvanı adlandırmak
olduğu gibi), bu şekli almıştır. Türklerde, erkek adı olarak kullanıldığı için, türkçe arslan kelimesini almış olmalarından da istidlal olunabilir.
gibi, ayrıca unvan olarak da tesadüf edilir. Moğulistan'daki Moğul hakanlarının tertip ettik* leri büyük sürgün
avlarında, sonra, Mâverâünnehr hükümdarlarının ve Timur'un avlarında
Türk ve İslâm san'at eserlerinde sık sık rastlanan arslan motifi, Türk
arslandan hiç bahsolunmamaktadır. Gerçi Barheb-raeüs (=Ebû'l-Ferec)fun
resmi unvanları araşma (titulature), Türk mitolojisine girmiş ve bâzı Türk
süryânîce vekâyinâmesinde, Mengü (1251-1259) devrindeki suikasttan
- İslâm devletlerinde hukuk! bir timsâl ve bir remiz olarak da
bahsedilirken, bir arslanın kaçması hikâye olunur; hâlbuki Quatremere'in
kullanılmıştır. îslâmiyetten evvelki ve sonraki Arap ve Fars edebiyat-
haklı olarak söylediği gibi, bu çok sarih bir yanlışlıktan ibarettir; bu
larında olduğu gibi. Türk edebiyatında da arslan kuvvetin ve şecaatin
hususta Cüveynf nin Târih-i Cihângüşâ'sim hemen satır satır nakleden
başlıca timsâlidir. Türkler'in bu hayvana çok eskiden beri türkçe olan
Barhebraeus, istifâde ettiği yazmada mev-
İ18/İslam ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Irtılahlar/117
cut şutur kelimesini jftr okuyarak, arslan diye tercüme etmiştir; hâlbuki
bu gibi muhtelif kayıtlar mevcuttur). Esasen, Çin kaynaklarında ilk zik-
gerek Cüveynî'de, gerek ondan istifâde eden şâir eski kaynaklarda kelime
roıunan arslanın Wu-i-shan-li ülkesine, yâni hemen hemen şimdiki Af-
umumiyetle sutur, yâni devedir. Çin'de arslan bulunmadığı Çin
ganistan sahasına, âit to tavsifte geçmesi (Han~shu, 96 a, 6 b)'de dikkate
kaynaklarında tasrih edildiği gibi, muahharen Portekizliler'in Çin İm-
lâyıktır. Arslan'a İran'ın garbi sahalarında, Kürdistan dağlaıın-da, Bağdad
paratoruna, nâdir bir hediye oterak, bir arslan takdim etmelerinden de
civarlarında, Dicle ve Fırat kıyılarında eskiden beri tesâ düf olunur. Fars
anlaşılıyor. Quatremere'in Çin'e ait bu izahatım Eberhard'ın verdiği şu
nahiyelerinden Kamı îrûz ormanlarının arslanlar ile dolu olduğunu İbnü'l-
malûmatla tamamlayabiliriz: Çin'de arslan bulunmamakla beraber,
Belhî kaydetmektedir (Farsnâme, neşr. G. le Sfcrtfnge ve R. A Nicholson,
Çinlilerin bu hayvanı çok eskiden beri tanıdıkları ve milâttan evvel bu
GMNS, 1, 1921, s. 124 v.d.). X-XI. asırlarda, Kazerûn civarındaki
hayvana hsün-i daha sonraları da shih-tse adını verdikleri malûmdur; Çin
ormanlarda, kızıl tüylü arslanlara tesadüf edildiğini, Kazerûniyye
kaynakları İran'dan bahsederken, burada arslanlar bulunduğunu» gerek
tarikatına .mensup bir şeyhe isnâd edilen bur keramet hâdisesinden
İranlılardın gerek Toharlar'ın T'ang devrinde, haraç olarak, Çin sarayına
anlamaktayız (Kitâb-% Firdevsil-Mürşidiyye fî Âsâri's-Samediyye,
arslanlar gönderdiklerim kaydederler; yine bunlarda Semer-kand
İstanbul 1942, s. 423). Daha îslâmiyetin zuhurundan evvel, muhtelif
cenubundaki bir dağda ve daha bâzı yerlerde arslanlar bulunduğu baklanda
zamanlarda şimalî Hind, Efganistan ve Horasan sahalarında muhtelif
malûmat vardır (W. Eberhard, Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbı Asya
siyâsi teşekküller vücûda getiren Türkler'in, arslanı bu sahalarda görüp
Halklarının Medeniyeti, TM,' VII, 136, 140, 147, 155, 158 v.d.) Çin'de
öğrendikleri ve ona türkçe ad verdikleri kolaylıkla tahmin olunabilir.
daha T'o-pa (VVei)'lardan evvel hüküm süren Lianglar devrine âit olup,
Nan-King'de bulunan taştan arslan heykelleri, Çinli-ler'in arslanı çok Türk ve İslâm ricali ve hükümdarları, arslan avına çıkmağı, saray-
eskiden beri tanıdıklarına başka bir delildir (G.-P. Fitzgerald, Li Chie-Min, larında husûsî yerler yaptırıp, orada arslan beslemeği, bâzan yanlarında
Paris, 1J35, s. 22). Ceyhun şarkındaki memleketlerde arslan bulunmadığı ehlileştiriLniş arslan bulundurmağı, bâzan, merasimde içtimaa heybet ve
neticesine varan Quatremere, Reşîdüddîn' in bir kaydına dayanarak, Xlii: dehşet vermek için, zincirler ile bağlı şâir yırtıcı hayvanlar ile beraber,
asırda Ceyhun kenarlarında arslanlara tesadüf edildiğini söylüyor ve Marco arslanlara da yer vermeği âdet etmişlerdir: Haccâc, Irak'ta Kesker'deki.bir
Polo'nun Belh civarında arslan-ların çokluğundan bahsetmesini ayrı bir delil âmüfce, en kuvvetli ve en yırtıcı bir arslan bulun kendisine göndermesini
olarak gösteriyor. Sind nehri kıyılarında Gucerat'a kadar olan çöl emretmişti. Hârûnü'r-Reşîd'in sarayında arslan beslenirdi. Onun
sahalarında arslanlara dâima tesâfüf olunur Şimalî Hind'de bu hayvanın Mezopotamya vs şimalî Suriye'yi idare eden Mu'te-min adlı genç oğlunun
mevcudiyeti, sanskritçe "arslan" mânâsına gelen singha kelimesinin ehlileştirilmiş iki arslanı vardı. Endülüs Eme-vîleri'nden İH. Abdu'r-
mevcudiyetinden de istidlal olunabilir. O havalideki bir takım prenslerin Rahmân'ın hayvanlar bahçesinde arslanlar bulunurdu. Abbasî halifesi
isimlerinde bu kelimeye tesadüf olunması, onun, kahramanlık ifâde eden bir Muktedir (305=917)'in de, Bizans imparatorunun sefaret heyetini kabulü
unvan gibi, kullanıldığım da anlatıyor. Bâburnâme'ûe arslandan hiç esnasında, yaptığı büyük merasimde, yüz arslan, husûsî 'bekçilerinin
bahsolunmamak-la beraber, Şerefüddîn Yezdî'nin Zafernâme''sinde nezâreti altında geçit resmi yapmışlardı (Corcî Zeydân, Medeniyet-i
Timur'un bu mmta- -kalarda arslan avladığı ve Mülgan civarında da İslâmiye Tarihi, türk, tere, V. 257). Bü-veyhîlerden 'Azudü'd-Devle, kendi
arslanlann mevcudiyeti tesbit edilmektedir. Ekber Şah'ın arslan avlarından dîvânında taht üzerinde oturduğu zaman, halka heybet ve dehşet vermek
bahseden Ebü'L Fazl'ın ifâdeleri de bunu te'yit ediyor. için, zincirler içinde arslanlar, kaplanlar ve filler getirilip, dîvânın
kenarlarına bağlanırdı (Corcî Zey-dân, ayn. esr., V, 273 v.d.) Arslan
Efganistan'da Gazne civarında, arslan bulunduğunu, şecaat ve kuvveti merakı, Mısır'daki Tolun hanedanının ikinci hükümdarı Humârveyh'te pek
ile mâruf olan Sultan Mes'ûd b. Mahmud Gaznevl'nin bir arslan öldürdüğü büyüktü: onun arslan avları ve atslanhânesi hakkında tarihî kaynaklarda
hakkındaki tarih! ve edebî kayıtlardan biliyoruz; meselâ, bu hanedanın uzun tafsilâta tesadüf edilir (Makrizi, Hitat, Kahire, I, 217; E. Quatrem£re,
meşhur kasidecisi Ferruhî, dîvânındaki iki kasidede bu hâdiseden açıkça M4moire gâogr, sur VEgypte, n, 469-473). Maamafih ehlüestirilmiş
bahsetmektedir (Dîvân-i Farmhî4 Sîstânî, Tahran, 1311, s. 154, 303; 8. arslanbn, bâzthS-kümdarların adetâ sâdık bir muhafız gibi, gece gündüz
Kazimirski, Menoutchehri, Paris, 1887, s. 134; daha yanlarından
lia/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/118

ayırmadıklarını da biliyoruz: Humâryeyh'in, mavi gözlü olduğu için, Stochove (Voyage d'Halie et du Levant, Rouen 1670, s. 54) de bu ars-
Züreyk adım verdiği bir arslanı vardı ki hiç, kimseye dokunmadığı için» lanhâneyi görmüştür. 1653'te İstanbul'u ziyaret eden Antakya patriki Ma-
sarayda serbestçe dolaşır, yemekte hükümdarın sofrasında bulunur, caire (Voyage du patriarehe Macaire d'Antioche, bk. Basile Radu,
u>uduğu zaman baş ucunda nöbet bekler ve kimseyi oraya sokmazdı. Patrologia orientalis, Paris» 1930 XXII, I, 99) de burayı gezmiş ve diğer
SAmânî hükümdarı Ahmed b. tsmâ'il'in geceleri kapısında bekleyen ehli vahşî hayvanlar arasında, biri Cezayir'den, diğer üçü de imparatorluğun
bir arslanı vardı. (Gardizî, Kitâb zayn al-ahbâr, neşr. Muhammed Nâ-zim, şarie memleketlerinden getirilmiş dört arslan görmüştü. Arslanları pek
Berlin, 1928, s. 25; Quatrem£re bu vak'ayı Nüveyri'den naklen seven Abdülaziz de sonradan Topkapı sarayı içinde ve Beylerbeyi
kaydetmektedir). Her iki hükümdar da, yanlarında arslan bulunmadığı sarayında birer arslanhâne yaptırmıştır. Mısır'da 1854'te Said Paşa'mn
sıralarda, suikaste kurban gitmişlerdir. hidivliğine kadar Kahire kalesine çıkan yokuşun altında, azaplar kapısının
solunda, hâlâ Arslanhâne ismini saklayan yerde, demir kafesler içinde,
İran'da Sâsânîler devrindeki av merakı ve hükümdarların büyük sürgün arslanlar besleniyordu (Jacoub Artin, Cortribution âfitude du bîasons en
avları, sonra saraylarında türlü türlü hayvanlar ve o arada ars-lanlar Orient, London 1902, s. 64).
beslemek an'anesi (tafsilât için bk. A* Christensen, L'İran sous les
Sassanides, Paris 1936, s. 463, v.d.), yukarıda söylediğimiz veçhile, I. İnsan adlarında. Tarihî kaynaklara göre, kuvvetli yırtıcı hayvanların
Ortaçağın bütün İslâm ve Türk devletlerine geçmiş olduğu gibi, daha ve avcı kuşların eski Türk hayatında, daha avcılık devirlerinden beri, hâiz
sonraki devirlerde de muhafaza olunmuştur (XII. asırda Şeyzer civarındaki olduğu büyük ehemmiyet ve onlara karşı duyulan samimî alâka ve hürmet
arslan mıntakalarında 'Usâme b. Munkîz'in arslan avları hakkında bk. H. dolayısiyle, (bunların şahıs ismi olarak, çok eski zamanlardan beri
Derenbourg, Usâma b. Munkidh, 1, kısım., Paris 1889, s. 165 v.d.). kullanıldığı malûmdur. îşte bu sebeple arslan kelimesine asırlardan beri
Safevîlerde, meşhur seyyah Chardin'in rivayetine göre, şahın dîvâna çıktığı Türkler arasında,.has isim olarak, tesadüf ediyoruz: 726' da Çin sarayına,
günlerde İsfahan'daki saray kapısının önünde, mükemmel donatılmış sefir olarak gelen Buhara hükümdarı Tuğ-Şâd'ın kardeşi Arslan (Çin
atlardan başka, arslanlar, kaplanlar, böbürler, filler, gergedanlar, koçlar, kaynaklarında A^-si-lan ta-fu tan-fa-lî), 738'da Fergana hükümdarı olan
kurtlar, ceylânlar ve hattâ horozlar bulundurulurdu. Halkı eğlendirmek için, Arslan Tarhan (Çin kaynaklarında A-si-lan ta-kan)^ bu ismi taşıyorlardı.
umûm! arslan ve boğa güreşleri tertip edilirdi; bu güreşlerde evvelden Bizans müverrihi Menandre'ın Tu-kiie imparatorluğunun sekiz büyük
hazırlanmış bâzı adamlar, baltalar ile boğaya hücum ederek, arslanın reisinden biri olarak kaydettiği Arsilas isminin de arslan kelimesinin bozuk
galebesine yardım ederlerdi; çünkü boğanın arslanı mağlûp etmesi uğursuz bir şekli olduğu tahmin olunabilir (bk. E. Chavan-nes, Documents sur les
sayılırdı (Voyages du chevalier Chardin en Perse, nşr. Langtes, Paris, 1811 Tu-kiie, (Turcs) occidentaux, Petersburg, 1903, s. 138, 240, 249, 294 v.d.;
IH, 172, 181, 393). Yine aynı seyyah, Saf evi hükümdarlarına mahsus, Bizans müverrihi Nicetas Choniates de Kılıç Arslan ismini Kılıç Astlan
büyük sürgün avları tertip edildiğini ve avlanan turlu türlü hayvanlar şeklinde yazmaktadır). Maamafih, daha Hiyung-nu'lar zamanında,
arasında arslan da bulunduğunu söylüyor. Arslan beslemek âdetinin milâdın ilk asrı sonlarında, iyi ve cesur bir kahraman şöhretini kazanan sol
Hindistan'daki Türk saraylarında da devam ettiğim, Bernier (II, 41, 242) Hsien kiralının cince Shih-tse, yâni türkçe Arslan, adım taşıdığım,
söylemektedir. Bu arslan beslemek ve saraylarda arslanhâne bulundurmak biliyoruz (bk. W, Eberhard, Hun Tardti-ne Kronolojik Bir Baktş, Belletefı,
âdetini, Osmanlı İmparatorluğumda da görüyoruz; gerek Osmanlı nr. 16, s. 361). Hükümdarlara veya büyük kabîle reislerine verildiğini
kaynaklarının ifâdeleri, gerek Avrupalı seyyahların Sultanahmed'de yıkılan gördüğümüz bu arslan adının has isim mi, yoksa bir unvan mı olduğu,
hapishane binası yerindeki İbrahim Paşa sarayı civarında eski bir kilisenin aşağıda bâzı müslüman Türk hanlarının bu unvanı taşıdıklarını gördükten
alt kısmında, ve yine o civardaki bâzı yerlerde müşahedeleri, buralarda sonra, haklı olarak düşünülebilir. Maamafih Türkler'de unvanların has isim
türlü türlü hayvanlar bulundurulduğunu ve bunlara arslanhâne denildiğini olarak da kullanıldığını bildiğimiz için, bu ihtimâl, arslan kelimesinin isim
anlatmaktadır. Bus-bec (Lettres du Baron de Busbec, Paris 1748, I, 118 v.d.) gibi kullanıldığı hakkındaki fikrimizi değiştiremez.
burada muhtelif vahşi hayvanlar görmüş, fakat türlü türlü marifetler İslâmiyet'ten sonra, Arslan isıyü Türkler arasında dâima kullanıldı:
gösteren bir fil ile adetâ ehlileştirilmiş arslanlar bilhassa hayretini mucip Meselâ Mahmûd Gaznevî'nin kölelerinden birinin adı Arslan idi (Bay-
olmuştu.
120/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan v© Istüahlar/121 •

haki. Târih, Tahran, s. 127). Daha Sâmânîler ve Gaznevîler'den başlayarak, Arslan Hâtûn adım taşımasından anlıyoruz (bk. al-Bondârî, Histoire des
Selçuklular, Karahânîler, Hârizmşahlar, Atabegler, Artuklu-lar, Anadolu Seldjoucides de Vlraq, nşr. Th. Houtsma, Leyden 1889, indeks).
Selçukluları ve Kırım hanlarında hükümdarların, prenslerin, büyük
II. Yer Adlarında. Türkiye'nin bir çok vilâyetlerinde (Kütahya,
emirlerin, bâzı kabile reislerinin bu adı taşıdıklarını görüyoruz.
Kastamonu, Kocaeli, Samsun, Balıkesir, İsparta, Sivas, Yozgat, Seyhan,
Umumiyetle halk arasında da bu isme tesadüf edilmektedir: Ah-med
îzmir, Çankırı, Giresun, Konya, Malatya, Urfa, Bayezid) Arslan-apa,
Yesevî'nin şeyhi Arslan Bab, Şeyh Arslan Dimeşkî [yk. bk.]. Kelime bâzan
Arslandede, Arslanbey, Arslanbeyli, Arslandoğmuş, Arslaıüye,
böyle yalnız olarak, bâzan da Alp Arslan, Kılıç Arslan, Ar-tuk Arslan,
Arslanhacılı, Arslanca, Arslanköy, Arslanlar, Arslanlı, Arslançayırı gibi,
Yavlak Arslan, Arslan doğmuş gibi, mürekkep olarak kullanılmıştır (bk.
isimler taşıyan köyler mevcuttur, öyle görünüyor ki, bu yer adlarından bir
Hamd Allah Kazvînî, Târth-i güzide; Nicholson tarafından yapılan
çoğu, isimlerini herhangi bir şahıs adından almışlardır; bâzısı da, belki, o
ingilizce hulâsasının sonundaki endeks). Türkler arasında eskiden beri çok
civarda bulunan bir arslan heykelinden^ yahut oralardaki bir kaya
yayılmış olan bu ad, Türkler ile münâsebette bulunan ve Türk hâkimiyeti
parçasının arslana benzetilmesinden dolayı verilmiştir (Köylerimiz,
altında yaşayan muhtelif kavimler tarafından, has isim olarak da alınmış ve
Dâhiliye Vekâl. nşr., İstanbul 1933). Her hâlde bu hususta sarih
Araplar'da olduğu gibi Reslan veya Arslan, Ermenilerce Aslan veya
malûmatımız olmadığı gibi, Türklerin yaşadıkları başka sahalarda bu türlü
Arslan, Ulahlar'da Aslan (L. Rasonyi-Nagy, Vlacho-Turcica, aus den
yer adları olup olmadığını da tetkik imkânım bulamadık. Yalnız Irak
Forschungsarbeiten der Mitgli-eder des ungarischen İnstitvts in Bertin,
Selçuklu hükümdarı Arslan b. Tuğrul'un, Kazvîn havalisindeki Bâtinîler'e
1927, s. 4 v.d.) Bulgar ve Sırplar'da Reslan veya Arslan, Macarlar'da
âit Cihângüşây adlı meşhur bir kaleyi zaptettikten sonra, buraya
Oroszlân, Slovenler'de Oroslan, ve Arnavutlar'da Arslan şekillerinde
Arslangüşây kalesi adım verdiğini biliyoruz (Cü-veynî, TârVı-i
kullanılmıştır (bk. Kari Lokotsch, Etymologisches Wörterbuch,
Cihângüşây, II, 43 v.d.; Ravendi, ayn* esr., II, 289 v.d.).
Heidelberg, 1927). Karadeniz yukarısından Avrupa'ya gelen muhtelif
Türk şubelerinde de (meselâ Kumanlar'da) bu ismin kullanıldığım III. Mitoloji'de* XIV. asırda Mısır'da yetişen tarihçilerden Ebû Bekr b.
biliyoruz (L. Rasonyi-Nagy, Tuna Kumanları, Belleten, sayı 11-12, s. 400: 'Abdillah b. Aybeg el-Devâdârî, Kenzü'd-Dürer adlı büyük tarihinin
Arslan Aba). yedinci cildi (Topkapı Sarayı, Ahmed m. Kütüp.) ile, bu eserin muhtasarı
olan Dürerû't-Tîcân (İbrahim Paşa Kütüp., nr. 913) adlı eserlerinde,
Arslan kelimesinin eskiden beri bu şekilde mi yoksa aslan şeklinde mi Cengiz'in zuhurundan bahsederken, Moğol-Tatarlar'ın menşe'ine ve
telâffuz edildiği meselesine gelince, bir taraftan epigrafik vesikalar, diğer Cengiz'in ecdadına âit, bâzı efsâneler nekletmektedir. Yine o arada,
taraftan bu ismi taşıyan hükümdarlara muasır şâirler tarafından takdim Oğuzların Oğuz-Nâme adlı ve millî an'anelerini ihtiva eden bir kitapları
edilmiş manzumeler sayesinde, bunu kat'î olarak kestirmek kaabildir : olduğunu söyleyerek, Dede Korkut hikâyelerinden bâzı nakillerde bulunan
meselâ Melikşah'a âit kitabelerde babasının adı Al-barslan şeklinde bu müellif, Moğol-Tatarlar'a âit rivayetleri Ulu Han Ata Bitigçi (bitiği?)
yazılmış olduğu gibi ('bk. M. van Berchem — J. Str-zygowski, Amida, adlı bir kitap ile Süleyman b. 'Abdil-Hakk b. rf-Pehlivân Âzer-baycânî'nin
Heidelberg, îfilö, s. 38, 41), Alp Arslan, Kızıl Arslan ve Arslan Tuğrul'dan buna yazdığı bir zeyilden aldığını iddia etmektedir. Müellifin ifâdesine
bahseden İran şâirleri (meselâ Zahir-i Fâryâbî, Mucîr-i Beylekanî, Esîrü'd- göre, bu kitap iptida türkçe yazılmış olup, sonradan farisiye tercüme
Dîn Ahsiketî ve daha bir çokları) de İm ismi dâima Arslan şeklinde edilmiş ve daha sonra meşhur Bahtiyaşû* ailesinden Cebrâ'îl tarafından
kullanmışlardır (Râvandî, Rahat al-sudûr, GMNS, II, 121, 310; Ch. (211=826/827) arapçaya çevrilmiş ve XIII. asırda Süleyman tarafından
Schefer, Chrestornathie persane, I, 115; Dev-letşâh, Tezkire, s. 81 v.d.) tezyil olunmuştur (bk. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında tik
Mevlânâ, Mesnevî'sinde, gerek Alp Arslan ismini, gerek muhtelif yerlerde Mutasavvıflar* s. 279 v. dd.). Bütün bu malûmatın esas kaynağı olduğu
kullandığı arslan kelimesini, hep bu şekilde tesbit etmiştir (M. Şerefeddin, iddia edüen Ulu Han Ata Bitigi'mn, farsçasınm meşhur îran filozofu
Mevlânâ'da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler, TM, IV, 4 v.dd.). Bunu Büzürgmihr'e âit olup, onun neslinden olduğunu iddia eden Ebû Müslim'e
te'yit eden daha pek çok misâller getirilebilir. Umumiyetle erkeklere intikal ettiği ve Cebrail'in bu nüshayı arapçaya tercüme ettiği hakkındaki
verilen Arslan adının çok nâdir olarak, kadınlara da verildiğini, Selçuklu iddia, acaba doğru mudur; yoksa XIII. asırda îran Moğolları sahasında bu
prenseslerinden birinin kitabı teyzîl eden Süleyman jbütün eseri, baştan başa mı
122/lslAm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve fotılahlar/123

uydurmuştur? Eğer böyle ise, bu uydurma işini yaparken, bâzı eski düşman hücumundan kaçıp kurtulmuş Tatarlar olduğunu öğrendi. Sonra o
kaynaklara ve şifahî rivayetlere dayandı mı? Burada esasen yeri olmayan kız ile evlenerek, ondan bir çocuğu oldu; ona Tatar Han dediler; ars-lanın
bu münakaşalı ve uzun meseleye girişecek değiliz. Yalnız bizi bu neticeye büyüttüğü kahramana da Alp Kara Arslan Balaçığı (yavrusu) adını
sevkeden sebepleri hattâ kısaca anlatamamakla beraber, şunu söyleyelim verdiler. Sayıları artan ve oradaki arslanların soyunu tüketen bu kavmin
ki, Ebû Bekr'in naklettiği rivayetleri tamâmiyle serbest bir hayâl mahsûlü başında Tatar Han vardı. Onun oğluna da büyük babasının adını vererek,
saymak doğru değildir. Bu neticeye vardıktan sonra, bu eserde, arslan Alp Kara Arslan Balaçığı dediler. İşte Cengiz Han bu nesilden gelmiş ve
mevzuu ile alâkalı efsâneyi nakledelim:. sonradan Altun Han'ı yenmiştir (bu efsâne hakkında bk. Zeki Veüdi, Türk
Efsânelerinde Millî Alâmetler, Türk Yurdu, teşrin H, 1341; yukarıki
Yukarı Çin diyarının etrafında kara taştan, üzerinde ot bitmeyen hulâsa doğrudan doğruya Ebû Bekr'in metinlerinden yapılmıştır).
yüksek bir dağ vardır ki, adı Ulu Karadağ'dır. Dağın garp cihetindeki Bu efsânenin diğer Türk ve Moğul efsâneleri ile, Cengiz'e âit rivayetler ve
yamaçtan büyük sular çıkar. Bu sular birleşerek, muhiti yetmiş fersahtan bilhassa Ergenekon efsânesi ile münâsebetini tetkik edecek değiliz.
ibaret, bir göl teşkil ederler. Nehir, dağın yamacına muvazi olarak, kırk Burada, mevzûumuz itibariyle, bizi asıl alâkalandıran cihet, ilk ceddi
fersah mesafeye kadar devam eder. Burada iki büyük şehir vardır. On yedi arslan südü emen, arslanlar ile beraber büyüyen bir hükümdar sülâlesinden
fersah imtidâdında, siyah taştan yapılmış kırk kapılı ve kırk burçlu birer bahsedilmesidir. Efsânenin Moğullar'a değil, doğrudan doğruya Türkler'e
kale ile çevrilmiş olan bu şehirlerin arası yedi fersahtır. Sun'î cedveller ile âit olduğu ve Süleyman tarafından Cengiz'e isnad edildiği kolaylıkla
de sulanan bu feyizli ve güzel arazide türlü türlü kavimler yaşar ki, bunlar tahmin olunabilir. Süleyman okuduğu yahut işittiği bir Türk efsânesini bu
bu iki şehrin padişahının idaresi altındadır ve bu hükümdara Altun Han şekle koymuş olmalıdır. Moğullar'ın arslam tanımadıkları ve bu hayvana
derler. Çok iyi, neş'eli bir hayat süren ve çok yaşayan bu insanların büyük verdikleri adı bile Türkler'den aldıkları düşünülürse, 'bu cihet daha iyi
cetleri Ulu Ay Ata'dır. O, Ulu Karadağ'daki bir mağaradan' çıkmış ve yine anlaşılır. Aşağıda Karahanlılar devletinde arslan kelimesinin, resmî bir
kendisi gibi oradan çıkan Ulu Ay Ana ile evlenmiştir. Bütün bu halk ile unvan olarak, asırlarca kullanıldığını göstereceğiz. Gerek bu, gerek arslan
pâdişâhları olan Altun Han, işte onun neslindendir. Maamafih bu halkın adının Türkler arasında daha İslâmiyet'ten evvelki zamanlardan beri nasıl
saadeti de devam etmedi. Başka bir kavim bunlara hücum ederek, kırdı yayılmış olduğu hakkındaki izahlarımız da, bu fikri kuvvetlendirecek
geçirdi ve kalanları köle yaptı. Bu vak'a şöyle olmuştur: ika zikrettiğimiz mâhiyettedir. Oğuzlar'm daha İslâmiyet'i kabulden evvelki bâzı an'anelerini
nehir civarında yırtıcı hayvanlar ve deve büyüklüğünde, siyah arslanlar ihtiva eden Dede Korkut kitabında tesadüf edilen bir kayıt, bize, yukarıda
vardı. Bir gün komşu Tibet memleketinden bir gebe kadın, odun toplamak hulâsa ettiğimiz efsâne ile alâkalı görünüyor: bu kitabın muhtelif
üzere, buralara geldi; fakat ağrısı tutarak, doğurdu. Çocuğunu sarmak için hikâyelerinde merkezî bir mevkii olan Salur Kazan'm tavsifinde şu
etraftan ot toplamağa gittiği esnada büyük bir yırtıcı kuş (nesr, kerkes) ibarelere tesadüf olunur: - «Emet suyunun arslam, Karacuğun kaplanı»
gelerek, çocuğu kapıp havalandı ve Karadağ'ın eteğine indirdi. Çocuk {Orhan Saik Gökyay, Dede Korkut, İstanbul, 1938, s. 13 vd., 78). Bu
oradan bîr çalılığa yuvarlandı. O esnada çalılığın içinde iki yavru tavsif, yukarıki efsânede gördüğümüz Ulu Karadağ ile onun eteklerinden
yavrulamış bir dişi arslan bulunuyordu. Bunu gören yırtıcı kuş, çocuğu çıkan ve kıyılarında arslanlar yaşayan nehre işaret olabilir sanıyorum.
oradan almağa cesaret edemeyerek, uçup gitti. Dişi arslan bu çocuğu da, Bundan başka yine bu eserdeki Basat-Tepegöz rivayetinin kahramanı olan
kendi yavrularından zannederek, onlar ile beraber emzirdi, büyüttü. Yüzü Oruz Koca oğlu Başat da, bir düşman baskını esnasında, çadırda unutulup,
ars-lana benzeyen ve arslanlardan daha kuvvetli olan bu çocuk, onları da sonradan bir arslan tarafından emzirilerek, büyütülmüştür (Kitâb-t Dede
yakalayıp yediği için, bu vahşi hayvanlar bile ondan .korkuyorlardı. Bir Korkut, s. 130). Bu kitabın muhtelif hikâyelerinde sazlıktan çıkan
gün gölün kenarında gezinirken, üç kadın, üç erkek ve bir kızdan mü- arslanlardan bahsedildiği gibi, yine bu hikâyelerde kahramanlar hakkında
rekkep bir kafilenin arslanlar tarafından çevrilmiş olduğunu gördü. Ken- sık sık «kağan arslan» tâbiri kullanılmaktadır. (Kitâb-% Dede Korktâ, s.
disine benzeyen bu mahlûklara karşı içinde bir sevgi duyarak, bir' nâra attı. 103 v,d., 125, 129). XIV. asırdan XVIII. asra kadar bir çok tarihî ve edebî
Arslanlar hemen korkup kaçtılar. Çocuk bu insanlar ile uzun müddet metinlerde bu tâbire tesadüf etmekteyiz (Danişmend-Nâme yazmaları;
beraber bulunarak, yavaş yavaş insanlığını anladı ve arkadaşlarının
124/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi ■ Unvan ve Istılahlar/125

Yazıcı Ali, Selçuk-Nâme, Houtsma, Selçukî Metinleri, s. 60; Kâtib Ferdî, arasında bir münasebet olduğu meydandadır. Bu hanlart tahta geçerken,
Mardin Mülûk-i Artukîye Tarihi, İstanbul, 1331, s. 16; Usûlî, Dîvân, krş. eski Tu-kiie hanları gibi, yeni bir lâkap alırlardı ki, bu lâkapların o ha-
mısra: «ey Usûlî şul Kağan Arslan'a aşk olsun deriz»; Silâhdar, Târth, nedana mahsus «titulature» usûlüne uygun olması şarttı. İşte bundan
İstanbul, II, 32; Evliya Çelebi, Seyahatname, II, 355: Kağan Arslan adlı bir dolayı Karahanhlar'da aynı unvanı taşıyan — Buğra Han, Arslan Han gibi
bölük basıdan bahseder). Edebî ve sun'î bir ifâde tarzı değil, eski (Türk — muhtelif hanlara rastlamaktayız. Bir taraftan aynı şahsın muhtelif
destan dilinden kalma bir mecaz olan bu tâbir de, öyle sanıyorum İd, lâkaplar taşıması, diğer taraftan aynı lâkapların muhtelif şahıslar
arslanın Türk efsânelerindeki ehemmiyetini gösteren bakiyelerden biridir. tarafından kullanılması, Karahanlılar tarihine Ait araştırmaları ve ha-
Hasan b. Mahmûd Bayatî'nin, bir kısım eski Oğuz an'anelerini ihtiva eden, nedanın muntazam bir kronolojisinin tertibini çok zorlaştırmaktadır. Her
Câm-i Cem-âytn (nşr. Ali Emîri, İstanbul, 1331, s. 38)'inde de Oğuz Her hâlde Arslan unvanının bu hanedana mensup muhtelif prensler
beylerinin arslan avlarına ait bir kayıt vardır, islâm evliyasının tarafından kullanıldığı kat'iyetle söylenebilir. Bunlardan Sultan Sencer'-ın
kerametlerini ve menkıbelerini ihtiva eden bir takım hajiyografik eserlerde kayın pederi Muhammed b. Süleyman, Semerkand tahtına geçtiği zaman
de, bunların arsîanlara nasıl tahakküm ettiklerini, onları nasıl kendi (495 = 1102), Arslan Han unvanım almıştı. Karahanlılar ailesinden bu
hizmetlerinde kullandıklarını gösteren rivayetlere tesadüf olunur. Bu bahsi unvanı taşıyan diğer hükümdarlar hakkında, W, Barthold'un Turkestan
bitirmeden evvel, TOrkler'deki arslan lejandîarı ile alâkalı gördüğümüz bir dotvn to the Mongol invasion adlı eserinde malûmat vardır (bk. indeks).
meseleyi de zikredelim: Çin kaynaklarında, ilk defa T'ang'lar zamanına ait Dorn (Collec. sctent. de l'Instutut des îang. orient. du minis-tire des aff.
olmak üzere, bir arslan raksından bahsolunur. Bu devirde yazılmış bir Ur., IV, 97 v.d.), Karahanlılar'a âit paraları tetkik ederken, bunlar üzerinde
manzumede şu kayıt vardır: «Maskeli Hu barbarları arslanları temsil Arslan unvanının çok kullanıldığım görmüş ve tetkikine ilâve ettiği bir
lahikada (Monnaies de differentes dynasties mu-sulmanes, fas. 2,
ederler; bunların başı ağaçtan, kuyruğu ipektendir; gözler altın kakmalı,
Petersburg 1881, s. 227 v.dd.) bunları bir araya toplamıştır. Cengiz'in
dişler gümüş kaplamalıdır. Gövdeleri sağa sola sallanır; iki kulakları da
zuhurunda ona tabî olan Kayaiığ hükümdarı Arslan Han'm da bu unvanı
sallanır (Pai-shih ch'ang-ch'ing-chi, 4). Diğer bir manzumedeki tavsif de
taşıdığı tahmin olunabilir (Cüveynî, Cihângüşâ, II, 56, 58). Diğer
buna pek benzer (Yvan-shih ch'çng-ch'ing-chi, 24). Buna göre, bu rakslar
müslüman Türk devletlerinde arslanın, resmî bir unvan olarak,
Kansu eyâletinde Hsi-liang'da çukur gözlü- ve kırmızı sakalh Hu barbarları
kullanıldığına tesadüf etmiyoruz. Yalnız Artukoğulları'nda arslanın bir
tarafından icra edilmiştir ki, bunların Sogdlular olması muhtemeldir.
unvan gibi kullandığı tahmin olunabilir.
Bugün arslan raksı Çin'de' bilhassa yıl başlarında oynanmaktadır (tou
malûmatı da W. Eber-hard'a borçluyum). Bu dansın, Sogdlular vâsıtası ile V. Arkeolojide. Arslan motifine, Türk san'at eserlerinde çok eskiden
Çin'e getirilmiş eski bir Türk oyunu olması ihtimâli de vardır, sanıyorum. beri tesadüf edilmekte olduğundan, Türklerin 'bunu îslâm medeniyeti
dâiresine girdikten sonra kullanmağa başladıkları düşünülemez.
7V. Hükümdar Unvanlarında (titulature). İslâmiyet'ten evvelki Türk
Arkeologların son zamanlarda hayvan üslûbu (style animal) veya hayvani
devlet an'anelerini şâir müslüman Türk devletlerinden daha kuvvetle
üslûp (style animalier) adını verdikleri ve cenub-i şarkî Avrupa
saklayan Karahanhlar'da, arslan kelimesinin hükümdarlar tarafından, bir
bozkırlarından Ordos'a kadar uzanan geniş sahalarda yapılan muhtelif
unvan olarak, alındığım görüyoruz. Çin kaynakları, şarkî Türkistan'da
kazılarda meydan çıkarılan san'at eserlerinde, nâdir olmakla beraber,
Kuça hükümdarının arslan şeklinde bir taht üzerinde oturduğunu ve bu
arslan motifine de tesadüf edilmektedir. Milâttan evvelki asırlara âit olan
sebeple Uygurlar'ın bir kolu olan bu memleket halkının hükümdarına
bu mahsûlleri Massaget, Hım, Sarmat ve Skit gibi — bâzısının etnik
Arslan Han denildiğini kaydediyor (krş. W. Eberhard, ayn. esr., TM. VII,
hüviyeti çok münakaşalı — kavimlere isnat eden arkeologların bütün
133) Kuça kiralının, budist keşişi Kumarajiva için, altından bir arslanlı
çalışmalarına rağmen, mesele henüz oldukça meçhul olup, sağlam bir
taht yaptırdığı da malûmdur (Kao-seng-chuan = T' P' Kch 89=cilt VII, 2
kronolojiye bağlanmaktan çok uzaktır. Köklerini Sümer-Mezopotam. ya
a). Bu rivayet ile müslüman Karahanlılar'»*, gerek şark ve gerek garp
san'atından alan, eski İran san'atı ile münâsebeti olan Çin san'atı üzerine
şubelerine mensup hanlar tarafından, Buğra, Arslan gibi isimlerin de bir
Harpçi 'Krallıklar devrinde (650—200 M. ö.) tesir eden bu bozkır
unvan olarak alındığım gösteren tarihî kayıtlar
sanatında, her ne olursa olsun, Türklerin —belki daha doğru bir tâbir ile—
"«proto-Türkler'in» mühim Irir hissesi olduğu muhakkaktır.
126/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/127

îşte bu bozkır san'atı mahsûllerinde, nâdir olmakla beraber, arslan motifine bununla da alâkalıdır (Yakoub Artta, ayn. esr., s. 60). Anadolu Sel-
tasâdüf edilmektedir: Kelermeste çıkan san'at eserleri arasında bir keçiyi çukluları devrine âit taştan bir arslan heykeli (bk. H. Glück, Die betden
parçalayan bir arslanı tasvir eden altın bir kupa vardır ki, mütehassıslar «sasanldischen» Drachenreliefes (Grundîagen zur seldzchukischen
tarafından, Skit eseri olmaktan ziyâde, Babilonya san'at dâiresine mensup Skulptur), Neşriyat-ı müze-i hümâyun, IV, İstanbul, 1917, levha V, I),
addediliyor; kemer tokası olduğu tahmin edilen ve Tibet'in şimâl-i sonra Anadolu'da muhtelif devirlere âit Türk mimarî âbidelerinde rast-
şarkîsinde bulunan bir plâka üzerinde, başını sola çevirmiş ve bacakları lanan arslan kabartmaları, bütün bunlar yukarıki mütalâaları kuvvet-
üzerine oturmuş, gür yeleli bir arslan resmi vardır. Demek oluyor ki, Türkler lendiren delillerdir.
eskiden beri arslanı bir san'at motifi olarak kullanmışlardır (bu hayvan
üslûbu meselesi hakkında başlıca bk. M. t. Ros-tovtzeff, Le centre de VAsie, VI. Hukukî Timsâllerde (embleme). Türkler'in, arslanı, sâdece bir
la Russie, la Chine et le styîe animal, Semi-narum Kondakovianum, Prag, san'at motifi değil, hukukî bir timsâl olarak da, bayraklar, sikkeler ve
1929. Eurasia Septentrionalis mecmuasında, bu mesele hakkında, en armalar üzerinde kullandıklarını biliyoruz. Türkler'den başka bâzı
mühim tetkiklere tesadüf olunur. Rene Grousset, L'Empire des steppes, kavimlerin de arslan motifini bu yolda kullandıkları, meselâ mithraiz-min
Paris, 1938'de bu hususta oldukça iyi bir hülâsa ve bibliyografik malûmat senbolleri arasında arslanın bulunduğu malûmdur. Firdevsî, Şeh-ndme'de,
vermiştir). Sâsânîler devrindeki ve daha evvelki İran san'at eserlerinde eski İran kahramanlarının cenklerini anlattığı sırada, onlardan bâzılarının,
arslan motifinin ehemmiyeti malûm olduğu gibi, İslâm fâtihleri tarafından üzerinde arslan resmi bulunan bayraklar taşıdığını söyler (msl.
bir tılsım zannedilen ve bulunduğu şehir kapışma «bâbu'l-esed» ismini Gödarz'ın bayrağı; bk. frans, trc. J. Mohl, II, 134, 604). Esedî, Gerşâsb-
verdiren Hemedan'daki arslan heykeli de meşhurdur (Mes'ûdî, Muruc al- nâme'de, üzerinde siyah bir ejderha resmi ve gönderinde, başında bir ay
Zahab, nşr. Barbier de Meynard, IX, 21 v.d.). Halep'te bir kazı esnasında bulunan, altımdan bir arslan şeklini muhtevi bayraktan bahseder (bk. CI.
bulunan siyah taştan bir arslan heykeli de aynı suretle bir tılsım addedilmişti Huart/ Le livre de Gershasb, Paris, 1926, I, 136). Maamafih Âsûrîler'de ve
(İbn Şihna, al-Durr al~muntahabft târih mamlakat Halap, Beyrut, 1909, 66, Hititler'de olduğu gibi, Ahamenîler'den Sâsânîler'in son zamanlarına kadar,
125). Budist resimlerinde, Tibet stûpalarında da arslan motifinin son İran san'atında da çok kullanılan bu motifin, her hangi bir sülâlenin veya
zamanlara kadar kullanıldığı meçhul değildir (Georges de Roerich, hükümdarın alâmeti olduğuna dâir, hiç bir delil yoktur. Acaba Firdevsî,
Sur les pistes de VAsie Centrale, Paris 1933, s. 15, 133). kendi zamanında kullanılan muhtelif Gazneli bayraklarını görerek, İran
Bütün bu izahlardan sonra, İslâmiyet'ten evvelki Türk san'atında destanının kahramanlarına o türlü bayraklar mı isnad etti? Gazneli
arslan motifine ehemmiyet verilmiş olmasının sebepleri ordusunda üstünde arslan resmi bulunan bayraklar kullanıldığını*
kendiliğinden meydana çıkıyor. Yalnız Orta Asya'daki Türk şubelerinde bildiğimiz için, Ferdevsî'nin böyle bir anakronizm yapmasına pek âlâ
değil, garba ve cenub-i garbiye gelen Türk şubelerinde de arslanın bir ihtimâl verilebilir. Acaba Gaz-neliler bunu — hâkim oldukları sahalarda
san'at motifi olarak kullanıldığını, proto-Bulgarların (yâni Türk- her hâlde devam eden — Ef-talit ananelerinden mi aldılar? Yoksa,
Bulgarlar'ın) bıraktıkları bâzı eserlerden anlıyoruz (Geza Feher, Les kendilerini îran şehinşahlarının vârisi saydıkları için, Sâsânîler'den mi
Monuments de la culture protobulgare, Archaeologia Hungaaica, iktibasta bulundular? Bu hususta şimdilik kat'î bir şey söylenemez. Gerçi
Budapest 1931, Vm, 115). M. Reinaud (Description des monuments musultnans, Paris 1828, n, 431
Türkler, İslâmiyet dâiresine girdikten sonra da, hâkim oldukları v.d.), arslanın çok eski zamanlardan beri iran'ın timsâli gibi sayıldığım
yerlerde arslan motifi kullanmaktan geri durmadılar: Ahmed b. To-lun, IX. Chardin'e de istinaden, söylemektedir; hattâ Zendavesta'ya göre, hayatın
asırda yaptırmış olduğu Kataya kalesinin yedi kapısından birine iki arslan senbolü ve ilk yaratılmış mevcut olan boğa ile arslanın mücâdelesini
heykeli koydurduğu gibi (Makrîzî, Hitat, I, 314-316), XII. asırda Melikü'z- gösteren eski san'at eserlerinde arslanın dâima muzaffer olarak
Zâhir Baybars, bahçesinin kapışma, aynı suretle iki heykel koydurmuştu gösterilmesini de buna isnat etmektedir. Lâkin bu hususta, mithraizm
ki, bunlar şimdi Kahire'de Arap san'atı müzesinde teşhir edilmektedir. sembolleri arasında arslanın da bulunduğundan başka bir şey bilmiyoruz.
Aşağıda göreceğimiz veçhile, arslanı şahsî arma olarak kabul eden bu Bu bakımdan Gazneli bayrak-
hükümdarın koyduğu bu heykeller, belki
* Bu hususta tafsilât için bk. bu kitaptaki Bayrak makalesi.
128/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Istılahlar/129
lanndaki arslan timsâlinin nereden geldiği şüpheli kalıyor. Bunun gibi, layca anlaşılır. Baybars, bu arslan şeklini yalnız yaptırdığı binalarda ve
Mısır'da Fâtimîler devrinde hükümdarın alâmetlerinden hilâl'in içinde, san kendisine mahsus eşyada değil» Makrîzî'nin ifâdesine göre, bastırdığı
ve kırmızı renkte arslan resimli kumaş bulunduğunu biliyorsak da, bu gümüş paralarda da kullanmıştır. Maamafih bu âdeti, yâni şahsî armanın
hukukî bir timsâl olmayıp, belki de Tolunlular devrinden kalma bir sikkeler üzerine konulmasını, yalnız İslâmlar'da değil, hıristiyan
an'anedir (înostrantsev, Zapis. vostoç. otdel. imp. rus. arheol. obçş., devletlerde de görüyoruz. Küçük Ermenistan'da Rupenler ailesine mensup
Petersburg, 1906/1907, XVII, fi. 72). kırallardan Leon (yâni «arslan») adını taşıyanlar, bu hayvanı arma olarak
W. Eberhard'ın, Çin kaynaklarından çıkararak, bana vermek lût-funda kabul etmişler ve bunu sikkeleri üzerine de koymuşlardır (krş. J. de
bulunduğu bâzı mühim kayıtlar, ilk müslüman Türk sülâlelerinde arslanm Morgan, Histoire du peuple a-rmenien, Paris 1919f s. 183). XIV. asırda
hukukî bir remz veya sâdece bir san'at motifi gibi kullanılmasında, Sâsânî İskenderiye şehrine mahsus bayrağın üstünde görülen siyah arslan
tesirinden başka, islâmiyet'ten evvelki Türk devletlerinin tesirini de aramak nakşının her hâlde Baybars arslanı ile bir alâkası olmadığı muhakkaktır
lâzım geldiğini anlatıyor. Yukarıda, unvanlardan bahsederken, Kuça (Book of the Knowledge, Works issued by the Hakluyt Society, 2. ser., nr.
hükümdarının altın bir arslan tahtı üzerinde oturduğunu söylemiştik (Wei- XXIX, London 1912, levha II).
shu, 102, s. 2128 a). Çin kaynaklarında, 450 (M. S.) senesine âit olan bu Sikkelerin üzerine arslan resmi konulması, İslâm sülâlelerinde bilhassa
kayda ilâve olarak, yine aynı yıllarda Orta Asya'da Su-lo hükümdarının Türkler ile başlar. Anadolu'daki Dânişmendliler'in bâzı sikkelerinde arslan
altın arslanlı bir külah taşıdığından (ayrı. eir., 102, s. 212* b), milâdî 530 bulunduğu gibi, Artuklular'dav İlhanlılar'da, hattâ Osmanlılar'da (iptida
senelerinde T'u-yü-hun hükümdarının altından bir arslan tahtı üzerinde Fâtih devrinden başlıyarak), Safevîler ve Kaçarlar'da arslan nakışlı
oturduğundan (ayn. e$r., 102, -2126 a), T'ang sülâlesi zamamnda, arslan sikkelere tesadüf olunur (bk. İstanbul Arkeoloji Müzesi meskukât
maskesi giyilerek, yapılan bir arslan dansından da bahsedilmektedir. Bütün katalogları). Fakat bunun ne sülâlenin, ne de hükümdarın husûsî bir remzi,
bu vesikalar, müslüman Karahanlılar'da gördüğümüz arslan unvanının bir alâmeti olmadığı, hemen kat'iyetle, söylenebilir (Şark tetkiklerinin
menşe'ini aydınlattığı gibi, arslanm hukukî bir remz veya sâdece bir san'at henüz ilerlememiş »olduğu bir devirde, fransız müsteşriki Petis de la
motifi olarak kullanılmasında, yalnız Sâsânî an'anesinin değil, eski Türk Croix, Moğul sikkeleri üzerindeki bu hayvan resimlerinin ye o arada
an'a-nesinin — belki daha kuvvetli olarak — hesaba katılması lâzım geldi- arslanm, bu paraların basıldığı yılı on iki hayvan takvimine göre gösteren
ğini isbat edebilir. bir işaret gibi telâkki etmiş ve sonradan Tiesen-hausen gibi bâzıları da
buna ihtimâl vermişlerse de, bunun esassızlığı meydandadır; bk. Osman
Büyük Selçuklular ve halefleri devrinde Selçuklu ordularında kul-
Turan, On İfet Hayvanlı Türk Takvimi* İstanbul, 1941, s. 58 v.d.). Çünkü
lanılan türlü türlü bayraklar arasında, üzerinde arslan resmi bulunan
aynı sülâlenin, hattâ aynı hükümdarın, üzerinde türlü türlü nakışları ihtiva
bayrakların da bulunduğunu, onlar ile muasır Iran şâirlerinin bir çok
eden sikkelerine rastlanmaktadır: ejderha, at, tavşan, kartal» iki başlı
şiirlerinden anlıyoruz. Hattâ yine aynı şâirler, o devirde çetrlerin, se-
kartal, ay, güneş, yıldız, yahut arslan ile başka hayvanlar, arslan ile güneş
râperdelerin, halıların ve duvara asılan kumaşların üzerinde de aynı motife
(şîr u hurşîd) v.s. Arslan ile güneşin kullanılmasından, bir az aşağıda,
tesadüf edildiğini, şadırvanlarda (hâlâ arslan ağzı dediğimiz) taştan bâzı
ayrıca bahsedeceğiz. Türk sikkelerinde asıl hukukî mâhiyette olan remzler,
eşya üzerine de mâdenden arslan heykelcikleri konulduğunu söylüyorlar
sülâlenin mensup olduğu kabilenin alâmeti olan damgalardır: Salgurlar'ın
(Ezrakî, Enverî, Cemâlü'd-Dîn 'Abdü'r-Rezzâk, Kemâl tsfahânî, Es'ad-i
sikkelerindeki Salur damgası, Zengîler'in sikkelerindeki Avşar damgası,
Gürgânî, Emîr *fmâdî, Nizamî, Sa'dî v.s.). Orta çağ Avrapa'sındaki bir
Artuklular'ın sikkelerindeki Kayı damgası, Akkoyunlu sikkelerindeki
âdeti takliden, şahsî arma kullanan Memlûk emirleri ve hükümdarları
Bayındır damgası, Kırım hanlarının sikkelerindeki Tarak damga v.s. gibi.
arasında, MeliküVZâhir Baybars'ın arslanı, orta çağda bir çok garp
Bir de bâzı sülâlelerin sikkelerindeki turalar, hükümdarın şahsî alâmeti
hıristiyan sülâlelerinde ve Balkan devletlerinde olduğu gibi, arma olarak
olmak üzere, hukukî bir timsâl mâhiyetini hâizdir. Bayrakların üzerinde
kullanıldığını biliyoruz. Bars'ın arslan ile alâkası göz önüne alınırsa, arslan
de, meselâ Karakoyunlu bayraklarmdaki kara koyun ve Akkoyunlu
gibi dâima muzaffer ulan bir kahraman hükümdarın neden, arma olarak, bu
bayrakla-rındaki ak koyun resimleri, sülâlenin mensup olduğu boy ve
yenilmez hayvanı tercih ettiği ko-
oymağın birer remzi olmak bakımından, hukukî mâhiyeti hâiz sayılabilir.
l30/tsl&m ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Iatılahlar/131
t
Lâkin yukarıdan beri verdiğimiz malûmat, Sultan Baybars'm şahsî fından izah edilmiş olan Cezire barölyefleri de yıldızların burçlar ile
arması müstesna olmak üzere, îslâm devletlerinde sikkeler ve bayraklar münâsebetini gösteren bir vesikadır. Bu an'anenin müslümanlarda da
üzerindeki arslan resimlerinin hiç bir zaman hukukî bir remz sayı* devamını biliyoruz (meselâ, A. Galland, Kitâbü'l-Mansûb adlı farsça bir
lamayacağım açıkça göstermektedir. Bunu, mithrairm tesiri ile, İslâm'dan kitapta, güneşin yanında bir arslan resmi olduğunu söylüyor; bk. Journal
evvelki İran'da ehemmiyet kazanan bir an'anenin İslâmiyet devrinde de, bir d'Antoine Galland, Paris 1881, I, 46 v.d.).
san'at motifi olarak, devamı şeklinde izah etmek daha doğrudur. Maamafih
Türkler arasında arslana büyük ehemmiyet verilmesi ve onun Türk İslâmiyet'ten evvel bâzı İran sülâlerinin sikkelerinde görülen arslan ve
efsânelerine ve hükümdarların titülatürüne girmesi gibi sebepler, bu Sâsânî güneş müşterek motifinin, gerek san'at eserlerinde, gerek sikke ve bayrak
an'anesinin kolaylıkla ve kuvvetle kabul edilmesinde elbette mühim bir gibi resmî mâhiyeti hâiz şeylerde mevcudiyetini, İslâmiyet'ten sonra iptida
âmil olmuştur (İslâm olmayan Türkler arasında da arslamn ehemmiyeti Selçuklular zamanında görüyoruz: Houtoum Schindler, Ker. man
hakkında şu küçük misâli verelim: XXXI. asır başlarında Macar Kırallığma Seçuklulan'nın hâkimiyeti altında bulunmuş olan Kay? adası harabelerinde
iltica eden Kumanlar'ın arması, üstünde yıldız ve altında dolmağa bulunan bir vazo üstünde bu timsâle tesadüf edildiğini söylüyor. Artuk-
yaklaşmış bir ay bulunan yeşil bir seminde, hücum vaziyetinde taçlı bir oğulları'nın Mardin şubesine âit bâzı sikkelerde rastlanan bu timsâl,
arslandan ibarettir. 1235'te tahta geçen Macar kiralı Bela IV. «Kumanlar Anadolu Selçuklu sultam Gıyâsü'd-Dîn Keyhüsrev'in (1236—1246 =634—
Kiralı» (comaniae rex) unvanını da alınca, Macaristan armalan araşma 644) gümüş paralarında da mevcuttur. Bunun, ikinci zevcesi olan Gürcü
Kumanlar'ın armasını da ithal etti. Macarlar'da bu Kuman armasının 1608 prensesine karşı beslediği aşkın bir remzi olduğunu ve sırf bu maksat ile
ve 1746 yıllarında kullanıldığına dâir kayıt vardır (Çyarfas Istvân, sikkelere konduğunu söyleyen müverrih Ebû'l-Ferec (Muhtasar al-duval,
Jâszkunok Törtenete, II, Kecskemet, 1873, s. 257). Moğullar devrinde Beyrut 1890, s. 447)'in bu ifâdesi, müverrihlerin ve mes-kûkâtçıların
payzaların üzerine mücessem arslan resimleri konulduğunu ve bunlara eskiden beri dikkatini çekmiştir.
arslan başlı payza (farsça kaynaklarda: pâyize-i serşîr) denildiğini biliyoruz
ki, bu, şâir bir çok şeylerde olduğu gibi, bu hususta da İslâm Türk Bugün İran'ın millî alâmeti sayılan şîr u hurşîd'in menşe'ini burada
medeniyetinin Moğullar üzerindeki tesirini göstermektedir.) bulduğunu zanneden Kesrevî Tebrîzî (Târihçe-i §fir-ıt hurşîd, Tahran,
1309; bunun bâzı ilâveler ile bir hulâsası, Walter Hinz tarafından,
VH. Arslan ve güneş (ştr u hurşîd), Arslan motifinin güneş ile birlikte ZDMG. 1937,1, 91'de neşredilmiştir; bu hulâsanın türkçe tercümesi için
kulamlması, yâni şîr u hurşîd, menşe'i en eski Mezopotamya me- bk. Ülkü, 1938, XII, sayı 68, s. 101—108) 'den evvel bu kaydın iptida A.
deniyetlerine kadar çıkan bir an'anedir ki, bunun astrolojik mâhiyeti E. Mioonn tarafından meydana çıkarıldığım söyleyen Mehdî Behrâmî, bunun
Drouin (Les Symboles astrologiques sur les monnaies de Perse, Ga-zette Y. Artin tarafından ve daha evvel de İsmail Gâlib Bey tarafından
Belge de numismatique, 1901) ve E. Herzfeld (Der Thron des Khosro, neşredildiğini ve Deguignes (Recherches sur les carreauz de rivetement
Jahrb, d. Pr. Kunstsammlungen, 1920, s. 123) gibi âlimler tarafından izah lustri dans la ceramique persane du XIIIe au XVe siecle, Paris 1937, s.
olunmuştur. Mezopotamya ve Mısır'dan Yunan ve Roma'ya kadar yapılan 105) zamanından beri umumiyetle malûm olduğunu bilmiyor. Maamafih
ve ortaçağda bütün îslâm dünyasına hâkim olan.bu astrolojik telâkkiye Ebû'l-Ferec'in bu izahı bir efsâneden ibaret olup, Selçuklu hükümdarının
göre, güneş, ay ve güneş manzumesine dâhil şâir yıldızlar, on iki burcu bu hususta ya eski an'aneye ittibâ ettiği yahut astrolojik düşünceler ile
temsil eden hayvanların biri ile alâkalıdır ve işte güneşin arslan (esed) hareket eylediği tahmin olunabilir; esasen bu sikkenin üzerinde Ayrıca iki
burcu ile alâkalı olması, bu iki motifin birlikte kullanılmasının asıl iri yıldız nakşı bulunması da bunu te'yit etmektedir. Bu sikkeden sonra,
sebebidir. Eski Mısır'da da esed burcu güneşin evi diye mâruftur. Bu kronoloji sırası ile, arslan ve güneş motifini 665 (1267) tarihli bir çini
suretle güneş esed burcunda bulunduğu sırada doğanların zâyicesi, arslan üzerinde görmekteyiz (Behrâmî, ayn. esr., s. 104). Müellif, şekil benzeyişi
ve güneş mürekkep motifi ile alâkalı olur ki, Nemrud dağında Antiochus'a itibariyle de, bugünkü İran şîr u hurşîd'inin esasım buna istinad
âit olan oyulmuş arslan ve güneş resmi, bu telâkkiyi gösteren eski bir ettirmektedir. Bunlardan sonra İlhanlı hükümdarlarından Ulçaytu ile Ebû
zâyiceden başka bir şey değildir» Herzfeld tara- Sa'îd'in sikkelerinde arslan ve güneş motifine tesadüf edilir. Behrâmî,
Şems-i Kaşânî tarafından XIV. asır başlarında yazılan Şeh-
132/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve İstılahlar/133
nâme-i tlhânVnin Paris Millî Kütüphanesindeki yazmasında mevcut bir
timsâli addetmekle, çok garip bir mantıksızlığa düşmektedir: bir taraftan
minyatürde bulunan üstü şîr u hurşîd resimli bir bayraktan da bahsediyor;
bu motifi taşıyan sikkelerin İ437—1444 (bu yıllar yanlıştır, bk. îslâm
ona göre, bu nüsha her ne kadar 1422—1423'te istinsah edilmişse de,
Ansiklopedisi, Akkoyunlular maddesi)'te Akkoyunlu hükümdarı olan
minyatürler asıl orijinal nüshanın aynen taklidi olduğundan, bu bayrağın da o
Hamza b. Osman'a âit olduğunu söylerken, diğer taraftan bu timsâlin, Ka_
devre aidiyeti icâp eder ve esasen tertip şekli itibariyle! bütün bu ilhanlı devri
rakoyunlu hükümdarı Cihânşâh'ın Uzun Hasan taraf ından mağlûp edi-
şîr u hurşîd'leri birikirinden farksız gibidir (ayn, esr.» s. 106). Hâlbuki lerek, İran Akkoyunlu hâkimiyetine geçtikten sonra (1467) kullanılmağa
istanbul'da Hamidiye Kütüphanesinde (Lala Vakfı, nr. 354) diğer bir nüshası başladığını ve binâenaleyh İran'ın bir remzi olduğunu ifâde etmesi, pek
bulunan bu eserin o nüshadaki mükemmel minyatürleri arasında Moğul açık bir tenakuzdur. Yukarıdan beri verilen izahattan kolayca anlaşılabilir
bayrağım gösteren bir levha vardır kif üzerinde arslan ve güneş motifi ki, arslan ve güneş, ne Akkoyunlular'ın ne de İran'nın bir alâmeti değildir;
mevcut değildir. XIV. asırda yapılmış Moğul tarihine Ait * bâzı onlar, bâzı sikkelerinde bu eski astrolojik motifi tesadüfen kullanmakla,
minyatürlerdeki bayraklarda bu motife rastlanmadığı gibi» muhtelif Moğul sâdece eski bir an'aneyi devam ettirmişlerdir, Bunu hukukî bir timsâl
imparatorluklarının 'bayraklarına âit tarih! rivayetlerde de buna tesadüf değil,, belki de darphânede çalışan ustaların keyfine bağlı bir san'at motifi
olunmuyor. Bu bakımdan, Behrâmî'nin bu mütalâası tamâmiyle çürüktür. saymak, şüphesiz daha doğru olur. Akkoyunlular'ın hakikî remzleri,
Buna rağmen, İlhanlı sikkelerindeki bu motifin bâzı İlhanlı bayrakları umumiyetle kullandıkları Bayındır damgası ve ak koyun şeklidir.
üzerinde bulunması, hattâ Celâyirliler'in ve Timurîular'ın bâzı bayraklarında
da aynı an'anenin devam ettirilmiş olması imkânsız değildir. Nitekim, Timur Safevîler devrinde arslan ve güneş motifinin istimali hakkında Kes-
devrine âit olarak, Castilia kiralınızı sefiri Clavijo'nun mühim bir rivayetini revî mühim malûmat vermektedir. Ona göre, Şah* İsmail devrinde bu
biliyoruz; o, Semerkand'-da Timur'un yaptırdığı saraylarda, müselles motife tesadüf edilmiyor; halefi Şah Tahmasb'ın güneş ve koç motifli bâzı
şeklinde istif edilmiş üç küçük dâire üstünde arslan ve güneş alâmeti bakır sikkeleri, onun zâyicesinin, Târihi Cihân-ârâ'da da tasrih edildiği
gördüğünü kaydetmektedir (Clavijo, Embassy to Tamerlan, trc. G. le gibi, Hamel burcuna tesadüf etmesinden dolayıdır (Hind hükümdarı
Strange, London 1928, s. 208, 357); Hinz, Clavijo'nun Historkı del Gran Cihangir'in de aynı motifi taşıyan bir sikkesinden W. Hinz bahsediyor).
Tamerlan (Sevilla, 1582) adlı eserine dayanarak, «Keş (Şehr-i Sebz)'teki Demek oluyor ki, bu motif tamâmiyle astrolojik bir mâhiyettedir ye
sarayın kapısının üstünde güneş içerisine resmedilmiş bir arslan» tasviri hükümdarın zâyicesini temsil etmektedir. Safevîler'de, iptida büyük Şah
gördüğünü söylüyor. Adı geçen makalede ne Kesrevî ne de Behrâmî bu Abbâs zamanında, arslan ve güneş motifine rastlıyoruz. Sikkeleri üzerinde
rivayeti görmemişlerdir. Bu kayda dayanarak, şir ü hurşîd'in Timur'a âit bir arslanı, başka hayvanlar ile beraber gösteren motiflerden başka, fil, tavus
arma olduğunu iddia eden L. Bouvat (Essai sur la Civilisation des v.s. hayvan resimleri de mevcut olan bu hükümdar, anlaşılıyor ki, bu
Timourides, JA, ni-san-haziran İ926. s. 202; tafsilât için bk. bu kitaptaki arslan ve güneş motifini, eski an'anenin bir devamı olarak kabul etmiştir.
Bayrak makalesi)» şüphe yok ki, aldanmıştır. İran'ı fetheden Timur, bu Çünkü tâlii Sünbüle burca ile alâkalı olduğuna nazaran, bunu bir zâyice
alâmeti, belki de İran Moğulları'nın da vârisi olduğunu göstermek maksadı timsâli olarak telâkki edemeyiz. Bundan sonraki hükümdarlar zamanında,
ile, benimseyip kullanmıştır. Timur'dan sonra, Akkoyunlular'dan Erzincan bu motifi taşıyan bâzı bakır sikkelere tesadüf edilmesi, yukarıdan beri
Emîri Kılıç Arslan'in bir sikkesi üzerinde bu motifi görmekteyiz (bk. anlattığımız veçhile, darphânelere mahsus bir an'anenin devamından
Ahmed Tevhîd, Meskûkât-i Kadıme-i Islâmiyye Katalogu, İstanbul 1321, s. başka bir şey değildir. XVIII. asır başlarında bir Safevî bayrağı üzerinde
511). Bu şehzade, Akkoyunlu devletinin müessisi Karayülük Osman'ın —- tıpkı Reyhüsrev II.'in sikkesindeki tarzda — arslan ve güneş motifine
kardeşi Ahmed' in oğludur. Bu sikkeden haberi olmayan Hinz, bu sülâlenin rastlanması (bk. Maurice Herbette, Une Am-bassade persane sous Louis
ikinci hükümdarı Hamza b. Osman'ın Berlin'deki bir sikkesi üzerinde arslan XIV, Paris 1907; burada Safevî bayrağım ihtiva eden iki resimden birisi,
ve güneş motifi bulunduğunu söyleyerek, bunu «hayrete şâyân bir keşif» ad- daha evvel Bopp'un Les Introducteurs des Arribassadeurs, Paris ,1907
dediyor. Akkoyunlular'ın sikkelerinde umumiyetle' kullanılan damganın adlı eserinde de neşredilmiştir), bunun Safevîler'e âit bir timsâl olduğunu
bunların mensup olduğu Bayındırlar'a âit çok eski bir Oğuz damgası gösteremez ve sikkelerde olduğu gibi, bunda da eski bir san'at motifi
olduğunu anlamayan Hinz, şîr a hurşîd motifini İran memleketinin bir an'anesinin devamından fazla bir şey
134/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/135

görülemez. Behrâmî, seyyah Adam Olearius'un XVII. asırda İsfahan'da ve olduğunu söylüyor (ayn. esr., s. 28). Evvelce yere yatmış olan arslanın
başka yerlerde bir takım binalar üzerinde şîr u hurşîd tasvirine rastladığını ayakta ve elinde kılıç ile birlikte nakşedilmesi ise, 1842'de başlamıştır.
söylüyor (bk. Journal de Tihâran, nr. 951; maamafih aydı müellif Buna rağmen, garp medeniyeti tesiri altında, devletin resmî arması olmak
yukarıda adı geçen eserinin bir haşiyesinde, yine Olearius'tan naklen, üzere, eski arslan ve güneş motifinin Feth Ali Şah devrinden beri
İran'ın millî alâmeti olarak, yalnız arslanı gösteriyor, s. 106). Yukarıdan kullanılmağa başlandığı muhakkaktır. Kaçarlardın ilk devirlerinde -İran
beri verdiğimiz malûmattan sonra, yabana seyyahın bu mütalâasını ciddî bayrağı üzerinde nakşedilen ştr u hurşîd'in şeklini anlamak için bk. Kot-
olarak telâkki edemeyiş. Nitekim Safevîler'den sonra Ef-ganlı Eşrefin zebüe,'Voyage en Perse, trc M. Breton, Paris 1819, s. 90. Ne Kesrevî ne
1138 (1725/1726)'de Bağdad'ta basılmış bir sikkesinde de bu motifin de Hinz bu güzel ve mühim vesikayı görebilmişlerdir. Feth 'Ali Şah dev-
bulunması, onun hukuki bir alâmet olduğuna delil teşkil edemez. Meşhur rinde şîr u hurşîd'in bayraklarda kullanılmasına dâir edebî bir vesikayı
seyyah Chardin (Voyages, İÜ, 181)'in sâdece arslanı İran'ın timsâli ihtiva eden şu küçük makaleyi de zikredelim: Mecelle-i Şark, nr. 5,
sayması da Olearius'un iddiası kabilinden olup, bizim bildiğimize göre, zilhicce, 1349, s. 285 v.d..
başka vesikalar ile te'yit edilmemektedir. Bibliyografya: Mevzuumuzu gerek doğrudan doğruya ve ge-
rek doîayısiyle alâkalandıran eserler, makale İçinde ayrı. ayn
İran'da Kaçar hanedanının hâkimiyet tesisine kadar geçen uzun asırlar gösterilmiştir.
esnasında, nâdir ve tesadüfi olarak, kâh bir san'at motifi, kâh bâzı
hükümdarların zâyicelerinin timsâli gibi, kullanılan ve hiç bir suretle bir
sülâlenin yahut bir memleketin resmî mâhiyette alâmeti olpıa-yan arslan
ve güneş motifi, iptida Feth Ali (1797 -1834) tarafından, İran'ın resmi ARZ
alâmeti olarak, kabul edildi; ve hukukî bir timsâl mâhiyetini aldı. Elimizde
bunu kat'î surette gösteren muhtelif vesikalar vardır: Langles (Natices sur ARZ. (A.). Bu kelimenin eski ve yeni arapça, farsça ve türfcçe lügat
Vitat actuel de la Perse, Paris 1818, s. 192 v.d.), arslan ve güneşin, İran kitaplarında izah edilen türlü türlü mânaları ve bu kökten gelen arzuhal
devleti için, bir „nişan", „arma" olup, bu. nun eski İran'ın ateş ve güneş Çarz-i hâl), ariza Çariza; Hârizmî, Mafûtîh al-'ulûm, nşr. van Vloten, 1895,
ibâdetinden geldiğini ve nihayet Feth Ali Şah'ın Osmanlı devletini taklit s. 55-58), mâruza, (ma'rûza) ve arz tezkeresi gibi kelimeler hakkında izahat
ederek, ecnebilere mahsus olmak üzere, mihr u şlr adlı bir nişan ihdas verecek değiliz. Burada yalnız bu kelimeyi, İslâm iclare teşkilâtında daha
ettiğini söylüyor. Bundan sonra Dubeux (La Perse, Paris 1841, s. 462), Abbasîler zamanından beri kullanılan bir ıstılah olarak, tetkike çalışacağız.
İran sancaklarından bahsederken, bunların üzerine şîr ü hurşîd ile zü'1- Arz kelimesi, ıstılah olarak, muayyen zamanlarda askerin teftişi, daha
fikar resimleri konulduğunu, pâdişâhın sarayında da bu iki resme tesadüf doğrusu geçit resmi esnasındaki umûmî yoklama ve aynı zamanda geçit
diktiğini, İran şahının İran büyükleri ile ecnebilere verdiği nişanların resmi mânâlarını ifâde eder. Farsça metinlerde geçen bu kelimeden yapılan
üstünde bu nakışların bulunduğunu kaydediyor. Bu nişanın sonradan nasıl 'arzgâh (teftiş ve geçit merasiminin yapıldığı saha), 'arznâme (bu merasimi
şîr ü hurşîd adım aldığım ve üzerindeki arslan resminde ne gibi tasvir eden yazı» risale) gibi, mürekkep kelimelere de tesadüf olunur.
değişiklikler yapıldığım anlatan H. Schindler, bu nişanın ihdasına âit Senenin muayyen zamanlarında, hem askere tahsisatını dağıtmak, hem de
nizâmnâmede, «güneş esed burcunda bulunduğu zaman kemâline vâsıl ordu defterlerini ve askerin teçhizatı ve levazımını teftiş eylemek maksadı
olduğu cihetle, arslan ve güneş motifinin bu azamet ve irtifâa bir timsâl ile, bir geçit resmi tarzında yapılan bu merasim, İslâm devletlerine — şâir
olmak üzere kabul edildiğine» dâir bir kayıt bulunduğunu tasrih eylemekte bir çok mümasil merasim gibi .— Sâsânîler'den geçmiştir. Maamafih
ve şâir İran nişanları ile bayraklar üzerindeki arslan şekillerinden eserini XII. asrın ilk yıllarında yazan bir İslâm müellifi, kendi zamanında
bahsetmektedir (Y. Artin, ayn. esr., s. 68 v.dd.) Feth Ali Şah'tan dîvân-i *nrz adını taşıyan ordu dîvânının iptida Geyâniyân sülâlesinden
başlayarak,1 sikkeler üzerinde de tesadüf edilen bu arslan ve güneş motifi, Lohrâsp tarafından tertip edildiği hakkındaki rivayeti de kaydetmektedir
sonradan arslanın eline bir kılıç (zülfikar) verilmek suretiyle, son ve kafi (îbn al-Bal-hif Farsnama, nşr. G. le Strange ve R. A. Nİcholson, GMNS,
seklini almış ve İran devletinin resmî alâmeti olmuştur ki, Kesrevî bunun 1921,1, 48).
Nâsireddin Şah devrinde
136/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istüahlar/137

Abbâsîler'de, daha ilk asırlardan başlayarak, bir dîvânül-'arz vardı zı Sehl b. Hamdan isminde biri idi (Gerdizî, Kitâb zayn al-âhbâr, nşr. M.
ki, ordu mensuplarının defterlerini tutar, tahsisatlarını dağıtırdı (Tabe- Nâzım, Berlin, 1928, s. 19). Bu teşkilâtın, Sâmânîler devrinde de — her
ri, Index, s. GCCLVII). Abbasîler 'de asker işlerine bakan bu dîvâna dî- hâlde daha muntazam bir tarzda — devamım görüyoruz: Bart-hold,
vânü'l-ceyş ismi de verildiği, bu dîvânın muhtelif şubeleri olduğu, hassa Narşahî'ye dayanarak, Sâmânîler'in merkezî teşkilâtından bahsederken,
askeri ile vilâyetlerden gönderilen askerî kıt'alara âit muamelelerin hu Buhara'daki dîvân-ı sâhib-i surat (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
sûsî idareler tarafından yapıldığı malûmdur (fak. A. Mez, Die Renais- Devleti Teşkilâtına Medhâl, İstanbul, 1941, s. 480'de, Barthold'un bu
sance des Islams, Heidelberg, 1922, idare teşkilâtı bahsinde); Bu dâire parçasının eksik bir tercümesinden yanlışlıkla dîvân-ı sâhib-i al-şa-vârit
nin başında bulunan büyük âmire, sâhib dîvânii'l-arz veya sâhib dîvâ- diye yazılmıştır)'in Abbâsîler'de Türk askerleirnin işlerine bakan dîvâna
ni'l-ceyş denirdi. Bu teşkilâtın ve bu ıstılahın Abbâsîler'den Mısır'a ve muadil olduğunu ve bu dîvân âmirinin maiyetinde ordunun maaş defterlerini
oradan şimali Afrika müslüman devletlerine geçtiği malûmdur (bk. tutan ve maaş dağıtan bir arız bulunduğunu söylüyor (Tur-kestan dovrn to
Gaudefroy-Demombynes, Masâlik al-absâr, L'Afriqtıe moins l'Egypte, tiıe Mongol invasion, GMNS, V, 230). Hakikaten Sâmânîler devrinde
Paris, 1927, XLI, 205); Bu teşkilâtı ve bu unvanı Endülüs Emevîleri'nde (306=918) de Buhara sâhib-i şurat'ı, Muhammed b. Eched (Gerdîzî, ayn.
de görmekteyiz. Sâhibü'l-'arz veya 'âriz unvanını taşıyan bu büyük me esr., s. 27)*i ve emîr Ismâ'îl'in $âhib4 şurat'ı Hüseyn b. el-'Alâhi (Narşahî,
mur, ordunun maaş ve levazım işleri ile meşgul oluyordu; X. yüzyıl so Târthri Buhârâ, nşr. Ch. Schefer, a. Tlİ'ji bildiğimiz gibi, Semerkand'da da
nunda, esasen Magribli olup, Endülüs ordusunda hizmet eden askerlerin ayrı bir sâhib-i surat bulunduğunu (göst. yer., s* 78) öğreniyoruz; hattâ
işleri ile meşgul olan ve yine aynı unvanı taşıyan diğer bir memurun îsmâ'îl, Buhârâ'ya giderken, yollan kesen bir takım serserilerin te'dibine
daha mevcut olduğunu biliyoruz; bu teşkilât, îspanya'daki hıristiyan dev bunu göndermişti. Emîr Nasr zamanında iptida Ebûl-Hasan 'Ali b.
letleri tarafından da taklit edilmiş ve bunun başındaki memura da Muhammed adlı bir arıza tesadüf ediyoruz (Gerdîzî, s, 23). Yine aynı
„mestre racional" unvanı verilmişti (Levi-Provençal, L'Espagne musuî- kaynak, Nûh b. Nasr'ın, Muhammed b. Ahmed el-Hâkim'i vezir tâyin ettiği
mane au Xime siecle, Paris, 1923, s. 141 v.d.). W zaman, ordunun aylıklarını vermek vazifesini de ona verdiğini tasrih ediyor
(göst. yer., s. iffi). Sâmânî devrinden bahseden muhtelif kaynaklar, vezir
Abbâsîler'de dîvânü'l-'arz (ve dîvânü'Varzi'l-ceyş) tâbirinin. Mo-
dîvânından sonra dîvân-i sâhib-i risâlet (dîvân-i r&sâ'il veya dîvân-i
ğullar'm Bağdad'ı istilâlarına kadar, devam ettiği târihî kaynaklardan
inşâ)*to ehemmiyetini gösterdiği gibi {Târîh-i Beyhakî, tab. Tahran, s. 101),
anlaşılmaktadır. 1208 (604)'de bu dâirenin başında bulunan Ebû Gâlib
bu dîvânın ismi aynen Gazneliler'de de devam ettiğinden, Barthold'un bu
Hibetu'llah azledilerek, yerine Cemâlü'd-Dîn 'Ali b. 'Abdi'Uâh tâyin
dîvâna Sâmânîler'de. dîvân-ı 'amtdü'l-mülfc adı verildiğini söylemesi, sâdece
edilmişti (İbnu's-Sâ'î, el-Câmi'u'l~Muhtasar, Bağdad 1934, IX, 228 v.d.);
Narşahî'nin daha muahhar devirlere âit hulâsasına dayanmaktadır.
daha sonra al-Mustansır zamanında kadılıktan bu dîvânın basma getirilen
Sâmânîler'in idare an'anelerini devam ettiren Gazneliler'de, dîvân-ı 'arzın
bir âlîmin 667 (1268)'de öldüğünü kaydeden tbnü'l-Fuvatî'nin ifadesi de
başında bulunan büyük memurlardan bâzılarına 'amîdü'1-mülk lâkabı da
bunu te'yit etmektedir (el-Havâdi$i'l-Câmi'a, Bağdad, s. 362).
verildiğinden Sâmânî arızlarını dîvân-i sâhib-i surata bağlı addetmekten ise,
Abbâsîler'in şark memleketlerinde, yâni İran, Horasan, Mâverâün-nehr di-vân-i 'amîdü'l-mülk'ün dîvân-i 'arz vazifesini gördüğünü, daha doğrusu
sahalarında, kurulan İslâm devletlerinde de bu idarî an'anenin devamını dîvân-ı arz sahibine 'amîdü'1-mülk lâkabı verildiğini ve Narşahî'nin bu
görüyoruz: Saffârî hükümdarı 'Amr b. el-Leys, ordusunun kuvvet ve sebeple arz dîvânına dîvân-ı 'amîdü'1-mülk adını verdiğini kabul etmek belki
intizamına büyük ehemmiyet verdiğinden, askerine üç ayda bir maaşlarını daha doğru olacaktır. Dîvân-i sâhib-i surat ise, bütün İslâm devletlerinde
dağıtırken, çok sıkı bir teftiş yapardı. O gün davullar çalınarak, asker, atı, gördüğümüz şurta vazifesi ile mükellef bir dîvân olmalıdır.
silâhı ve her türlü teçhizatı ile arzgâha toplanırdı. Arız yere oturarak, Maamafih merkezî idaredeki dîvân-i 'arz sahibinden başka, muhtelif
askere dağıtılacak parayı önüne koyar, kâtibi, ordu defterinde kayıtlı merkezlerdeki askerî kuvvetlerin iaşe, teçhiz ve maaş işleri üe mükellef,
isimleri, rütbelerine göre, sırası ile okurdu. İsmi okunan asker, arızın daha küçük rütbedeki arızlar da mevcut idi. Sâmânîler'de, tıpkı Saffarîler'de
önüne gelir, eğer arız teftişinden memnun kalmışsa, maaşını verirdi. gördüğümüz şeküde, askerî teftişler ('arz) icra edildiğini bildiğimiz gibi
Defterin başında, ordunun kumandam sıfatı ile 'Amr b. Leys'in adı (Sa'îd Nefîsî, Ahvâl ve Eş'ûr-i Rûdekî, Tah-
bulunduğundan, iptida o gelir ve arızın teftişinden geçerdi. Onun ârı-
138/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/139

ran, 1310» I, 431; Gerdîzî, s. 23), Sem'ânî'nin mühim bir fıkrası da Sâ- kazanmış en liyakatli adamların tâyin edildiği anlaşılıyor (Beyhakî, tab.
mânîler'de bu arız vazifesinin mevcudiyetini, mâhiyet ve ehemmiyetini Tahran, s. 154). Memleketin askerî merkezlerinde, bu dîvâna merbut
göstermekte ve 344 (955) 'te ölen Ebû Salih Muhammed b. Muhammed el-' muhtelif arızalar bulunduğu gibi, sipehsâlârın, yâni ordu başkumandanının,
Ariz adlı mühim bir şahsiyetten bahsetmektedir (Kitâb aî-ansâb, GMS, emri altındaki ânz da (ayn. esr„ s. 124) yine ona tâbi idi. Bu devrin meşhur
1912, XX. 378; Barthold, Turkestan..., adlı eserinin rusça ilk tabına zeyil şâiri Ferruhî, Mahmûd Gaznevî'nin ânzı Hâce Ebû Bekr 'Ali b. Hasan
olarak neşrettiği metinler kısmında, bu fıkrayı bir az kısaltarak almıştır» 8. Kohistânî ile Mes'ûd'un ânzı Hâce Bû Sehl Ham-devl (Târîh'i Beyhakî'de
62). Ch. Schefer'in Sâmânîler devrine âit telâkki ettiği Zafernâme adlı Hamdûnî şeklinde yazılışı yanlıştır) hakkında kasideler yazdığı gibi
eserde de, vezir, emîr4 dâd, vekîl-i der, emir hâcib ve müsriften sonra 'âriz (Dîvân-i Ferruhî-i Sîstânî, nşr. 'Ali Aban, Tahran 1311, s. 171, 197, 319,
ile sâhib-i berîd'in mâlik olmaları lâzım gelen vasıflardan bahsedilmiş ve 325), şâir Minûçihrî'nin de Mahmûd'un Son sâhib-i dîvân-i arzı Ebû'l-Kasım
arızın mükrim, halım, iyi huylu, maiyetine karşı müşfik, devlet malını Kesîr (Tdrîh-i Beyhakî, s. 2) hakkında medhiyesi malûmdur (Kazimirsky,
koruyucu, kibir, sefahat ve fuhuştan uzak olması lâzım geldiği tasrih Menoutchehri, Paris 1887, s. 349). Burada en ziyâde dikkate çarpacak olan,
olunmuştur (Chrestomathie persane, Paris, 1883, I, 20). Maamafih ben bu Ferruhî'nin bu iki ânz hakkında da 'amîdü'l-mülk lâkabını kullanmış
eserin bu devre değil, Selçuklular devrine, yâni hiç olmazsa XII. asra âit olmasıdır. Gerek bunların, gerek yine Gazneliler devrinde bu vazifede
olduğu kanaatindeyim; çünkü zikrettiği bu memuriyet adlarından bâzıları, bulunan Ebû'l-Hasan Musâf ir b. el-Hasan'ın Arap dil ve edebiyatında büyük
Sâmânîler devrinde mevcut değildir. bir kudret sahibi olmaları, ânzlık vazifesinin ehemmiyetini gösterebilir (Ebû
Mansûr es-Sa'âlibî, Kitâbu Tetümmeti'lrYetîme, Tahran 1353, II, 60, 68, 73;
Bu teşkilât ve bu ânz tâbiri, idâri an'anelerini Abbâsîler'den alan bu müellif, gerek bunlar ve gerek Gazneliler devrinin şâir bir takım büyük
Büveyhîler'de, daha ilk zamanlardan beri, mevcuttu: Hasan b. Bü-veyh'in ricali hakkında, 'amîd lâkabım kullanmaktadır). Büyük suiistimallere çok
tein 'Ali b. Kasim el-'Ariz (Gardîzî, 8. 45), ile Gazneli müverrihi 'Utbî'ye müsait olan bu mühim memuriyete, en itimada lâyık adamlar geçirilirdi.
göre, Fahrûd-Devle zamanında bu vazifeyi gören üstad Ebû 'Ali 'Ariz Sâmânî ve Gaznevî teşkilâtım büyük mikyasta devam ettiren Sel-
(Narşahî, Târihi Buhârâ, s. İSO; Hamdullah Mustavfî, TârîhH Güzide, çuklularda da arızlara tesadüf ediyoruz, Nizâmü'1-Mülk, son zamanlarda
GMS, I, XIV, 387)'ı, bu hususta delil olarak, zikredebiliriz. Sâmânîler'in lâkapların iptizale uğradığından bahsederken, sonu „mülk" ile biten
âsî sipehsâlân Taş öldüğü zaman, maiyetindeki askerlerden bir kısmı lâkaplan taşıması caiz olan büyük memurlar arasında vezir, tuğrâ'î ve
Fahrü'l-Devle'nin hizmetine girmiş, bir kısmı da, kendilerini deftere müstevfVden sonra, sultanın arızını da zikrediyor (Siyâset-nâme, tab.
kaydedip, tahsisatlarını tesbit edecek emir-i ânzı beklemeğe lüzum Tahran, 41. fasıl, s. 115, nşr. Schefer, 40. fasıl, s. 13?). Yine bu devre âit
görmeden, Horasan'a dönmüşlerdi. Bu izahat, Büveyhîler'de ânzlık tarihi kaynaklarda, dîvân-ı arzdan, ve 'âriz, 'ârizül-ceyş unvanım
vazifesinin ehemmiyetini ve mâhiyet itibariyle de daha evvelki tslâm taşıdıklarına göte, bu memuriyette bulunduğu anlaşılan bâzı adamlardan
devletlerindekinden farksız olduğunu göstermeğe kâfidir. (msl. Melikşah devrinde Ebû'1-Rizâ el-*Ariz ile onun yerine tâyin edilen
İdare teşkilâtım esas itibariyle Sâmânîler'den alan Gazneli devletine âit Sedîdü'1-Mülk Ebû'l-Ma'âlî, Mes'ûd b. Muhammed zamanında 'Azudü'd-
muhtelif kaynaklar, merkezî dîvânlar arasında dîvân* 'arz'ın da Dîn el-'Âriz v.s. gibi. Alp Arslan devrinde Sa'dü'd-Devle Gevher Ayîn'in
bulunduğunu ve bunun başındaki büyük memura sâhib-i dîvân-i 'arz veya ânzlık vazifesinde bulunduğunu söyleyen İsmail Hakkı Uzunçarşüı, Osm.
'âriz ('âriz-i leşker, 'âriz-i sipâh) denildiğini gösteriyor. Askerin tahsisat Devleti Teşkil. Medhâl. s. 48'de Râvendî'âeki bir fıkrayı yanlış nakletmiştir;
defterlerini tutmak, sulh ve harp zamanlarında levazım ve teçhizat, menzil Bağdad şahnesi olan bu zat, Alp Arslan Bağdad'da orduyu teftiş ederken,
meseleleri ile uğraşmak, ordunun vaziyetim ve mevcudunu muayyen maiyetindeki kuvvetleri ona arzet-mişti. Yoksa Sa'dii'd-Devle hiç bir zaman
zamanlarda teftiş etmek ve harpte ganimetleri taksim eylemek, ârızm ânzlık vazifesinde bulunmamıştır) bahsedilmektedir (Bondârî, Th. Houtsma
başlıca vazifesi idi (Beyhakî ve 'Utbî gibi başlıca kaynaklara göre; tarafından neşredilen < Selçuklular tarihine âit metinler, II, 94, 214;
bunlardan naklen: M. Nâzım, The life and times of Sultan Mahmud of Râvandî, Rahat al-sudûr, GMNS, II, 136). Daha evvelki İslâm devletlerinde
Ghazna, Cambridge 1931). Merkezî idarede bu vazifenin büyük bir olduğu gibi, Selçuk-
ehemmiyeti olduğu ve bu işe hükümdarın itimadını
140/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Istılahlar/141
lular'da da, merkezî idaredeki dîvân-ı arzın başında bulunan 'âriz-i sul-
tdn'dan başka, onun maiyetinde olmak üzere, gerek arz dîvânında ve gerek tiş etmek gibi, suiistimale çok müsait işlere bakmakla mükellef olan bu
büyük askerî merkezlerde, ayrıca arızlar bulunduğu görülmektedir. dîvânın işlerini, Balaban doğrudan doğruya murakabe ve tanzim ediyordu
Maamafih teşrifat bakımından, arz dîvânının, meselâ Gazneli-ler (Ziyâ'ü'd-Dîn Baranî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 24, 60-64); sultan 'Alâ'ü'd-Dîn
devrindeki, ehemmiyetini kaybettiği, diğer divânlardan ekserisinin ona Halacî zamanında bu dîvânın başındaki memura, *ÜTM4 Tnemâlih (yâni
tekaddüm etmesi 'ile de anlaşılıyor (Bondârî, ayn. est,, s. 100). Bu sâhib4 *öraf-i memâlik) veya nâ'ib4 'arz yahut 4âriz4 leşker unvanı
teşkilâtın ve bu ıstılahların» yine bu şekilde Anadolu Selçuklularında da veriliyordu (ayn, esr., s. 240). Kutbü'd-Dîn (1316-1320) zamanında,
devam ettiği ve arızlara 'ârizü'l-ceyş unvam da verildiği, tbn Bîb! ve devletin bütün teşkilâtı gibi, dîvân-ı arz işleri de tamâmiyle bozulmuştu
Kalkaşandî gibi kaynaklarda görülmektedir (İsmail Hakkı Uzunçar-şılı, (ayn. esr., s. 384). Gıyâsü'd-Dîn Tuğluk Şah (1320-1325) zamanında, bu
ayn. esr., s. 105). dîvânın başında Melik Bahâ'ü'd-Dîn bulunuyordu (ayn. esr., s. 423).
Muhammed b. Tuğluk Şah (1325 - 1351}'uı, bu dîvâna büyük bir
Büyük Selçuklular tmparatorluğu'nun bir istitâlesi olmak bakımından, ehemmiyet verdiğini, hattâ vezirini hu dîvân işlerine müdâhaleden
onun idare an'anelerini devam ettiren Hârizmşahlar devletinde, arz divânı menettiğini biliyoruz ('Afif, Târîh-i Fîrûzşâhî, Calcutta, Bibi. îndica.
ve bunun başında arız ile maiyetinde — gerek merkezde ve gerek mühim 1890, s. 278). İbn Battûta'nın yine bu devirde Denli Sultanlığında
askerî kuvvetlerin bulunduğu yerlerde — kâtib mâhiyetinde arızlar mevcut mevcudiyetinden bahsettiği melikil'l-'arz unvanı da, bu devlette büyük
idi : sultan Töküş zamanında Hamîdü'd-Dîn 'Âriz (Cüveynî, Târih-i emîrlere melik lâkabı verildiği düşünülürse, ifâdemizi te'yit etmektedir
Cihângüşây, II, 45)'ı bildiğimiz gibi, son hükümdar Celâlü'd-Dîn (Voyages d'Ibn Batoutah, Paris, 1855, m, 44). Kaynakların sarih ifâdesi,
zamanında da, vezirden sonra, müstevfî, müsrif ve 'âriz merkezî idarenin en bu teşkilâtın daha evvelki îslâm devletle-rindekinden hemen tamâmiyle
mühim rükünleri idi (Muhammed al-Nasavî, Sİrat al-sultân Caîâl al-Din, farksız olduğunu ve aynı vazifeleri gördüğünü, açıkça göstermektedir
Arapça metin, nşr. O. Houdas, Paris, 1891, s* 190; frns. trc. s. 316). (lshwari Prasad, ilk cildi 1936'da Alla-hâbâb'da çıkan, A History of the
Ordunun idâri ve mâlî bütün işlerine ve askerî ıktâlara, Selçuklularda Qaraunah Tvrks in India adlı eserinde (s. 65) ariz-i laşkar*lt yanlış olarak,
olduğu gibi, Hârizmşahlar'da da arz dîvânı bakıyordu. Bu devre âit resmî „ordu kumandanı" diye tercüme etmektedir. Ağa Mehdî Hüseyn de, Le
vesikalar bunu çok sarih surette göstermektedir. (Bahâ'üM-Dîn Gouvernement dit Dehli (Paris, 1936, s. 41) adlı eserinde, bu teşkilâttan
Muhammed b. Mü'eyyed Bağdadî, et-Teves-sül ilâ't-Teressül, nşr. pek kısaca bahsederken, nisbeten daha doğru malûmat veriyorsa da, 'driz'a
Behmenyâr, Tahran, 1315, s. 91 -98, 119). İlhanlılar devletinde, Gâzân Balaban zamanında 'imâdü'l-mülk lâkabı verildiği ve rawat4 'arz denildiği
Hân'ın yaptığı idarî ve mâlî büyük ıslahat esnasında, bilhassa askerî ıktâlara hakkındaki mütalâaları esassızdır. 'İmadü'1-mülk, Balaban devrindeki bir
tanzim ve tertibi,, için, tâyin edilen bitikçilere İran'da, asırlardan beri devam arızın unvanıdır; nitekim 'Alâ'ü'd-Dîn'in arızı da Zafer Hân unvanını
eden bürokratik an'anenin tesiri ile, âriz unvanı verildiğini görüyoruz; taşıyordu. Rawat~i 'arz tâbirine gelince, bu, vezâret4 'arz kelimesinin
bunların vazifesi, Gâzân tarafından konulan kanunlara göre, ıktâlara tanzim yanlış tertip edilmesinden doğan bir matbaa hatasıdır) w
ve tesbiti ve her yıl bunların teftişi idi; yapılan defterlerden bir nüshası
büyük dîvâna yâni devlet merkezine gönderilerek^* Gâzân'm büyü): bir Bibliyografya: Şimdiye kadar hiç bir ciddi tetkike mevzu teşkil
etmeyerek» sâdece bir kaç küçük notta (başlıca İbn Battûta'nın
ehemmiyette tesis ettiği devlet arşivine konulacak, bir nüshası alâkalı fransızca tercümesine (III, 458) ilâve edilen bir notta ve yine ondan
Hezâre [bk. İslâm Anskl.] emirlerine, yâni Moğul kumandanlarına, İstifade edilerek, Dozy'nin Supplement aux dicti-onn,. arabeskinde)
verilecekti (Ra-şid al-Din, Târihi mubârak-i Gâzâni, nşr. Kari Jahn, kısaca zikredilen bu ıstılah hakkındaki bü-■^ *]- tün kaynaklarımızı
GMNS, XIV, London, 1940, s. 307 v.d.). makale içinde ayrı ayrı göstermeği, okuyanların kontrol imkânım
kolaylaştırmak için, daha doğru bulduk.
Hindistan'daki Türk sülâlelerinde de arz dîvânının mevcudiyetini
görüyoruz: Gryâsü'd-Dîn Balaban (1265*1287) zamanında, bu dîvâna
dîvân-i arz ve vezârebi 'arz adı veriliyordu. Askerî ıktâlann defterlerini
tutmak ve ıktâ sahiplerinin harplere iştirak edip etmediklerini tef-
142/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/143

ASA lan bilinmiyor. İmparatorlar da bunları taşırlardı. Sonraları asâ konsüllere


mahsus alâmetler arasına da girmişti. Asanın Cermen hukukundaki
Asû (A., deynek, sopa); gerek burada ve gerek Aneze maddesinde ve- senbolik mânâsım ve garbî Germanya'da kazâ'î kuvvetin bir timsâli gibi
rilen malûmata ilâve olarak, asanın hukuki bir timsâl, bir hâkimiyet alâ- telâkki olunduğu, îskit hükümdarlarının — kendilerine doğrudan doğruya
meti gibi, îslâmlarda ve Türkler'de kullanılması meselesini de bir az ay- tanrı tarafından gönderilmiş gibi telâkki edilen — muhtelif hâkimiyet
dınlatmak lâzımdır. Malûm olduğu üzere, C.H. Beckert îslâmlar'daki asâ alâmetleri arasında asanın da bulunduğu (bk. Heredo-te'tan nakton, J. G.
yahut kazîb (veya onun daha kısası ve Peygamber taraf ından kullanılan Frazer, Les Origines magktues de la royaunte, Paris, 1920, s. 134; M.
'aneze adh harbe)'in menşe'ini, eski Araplar'da adli salâhiyeti hâiz hâkim Rostovtzeff, Tebleaux de la vie anttque, Paris, 1936, s. 38, 44)
hatiplere mahsus bir alâmet olan asadan aldığını meydana koymuş ve düşünülürse, bunun mâhiyeti ve şumûlü daha iyi anlaşılır.
bunun yine Peygambere mahsus minber ile beraber, îslâmlar'da, hilâfet
timsâli olarak, kullanıldığını ve bu ikisine birden 'udeyn (el-udân) adı îşte bu kısa izahat, İslâmiyet'ten evvelki Arap kabilelerinde ve daha
verildiğini söylemişti (Ferezdak, bir beyitinde, hâtem (mühür), ile minber onlardan evvel îbrânîler'de mevcut asanın dinî-sihrî mâhiyetini ve
ve asanın halifenin alâmetleri olduğunu tasrih etmektedir; bk. Divân, nşr. menşeini anlatmağa kâfidir. Harun'un ve Musa'nın asası, Peygamber'in
Boucher, m, 154) Bir az aşağıda izah edileceği veçhile, müslümanlar bu anezesi de bunlardan farklı bir şey değildir. Emevîler zamanında Pey-
hususta nasıl câhiliye an'anelerini devam ettirmiş-lerse, câhiliye gamtoer'den kalan minber ve asanın Medine'den Şam'a nakli için sar-
Araplar'ınm da bir çok eski kavimlerde mevcut eski bir telâkkiye iştirak fedilen gayretler (Taberî, n, 92), bunların İslâm ümmetinin başında
ettikleri göze çarpmaktadır. bulunan hükümdar, yâni emîrü'l-mü'minîn için ne kadar ehemmiyetli birer
timsâl olduğunu ve Emevîler'ia» bunlara sahip olmak sureliyle,
Bugün hemen umumiyetle kabul edildiği gibi, asanın iptida dinî-sihrî, hâkimiyetlerine meşrû'iyet vermek istediklerini göstermeğe kâfidir.
daha sonra siyâsî veya adlî bir kudret ve salâhiyet timsâli olarak
kullanılması, galiba eski Mısır'da yaşamış ve oradan yakın şark Yerini sonraları kılıca (bâzan harbeye) bırakan 'asâ yahut kazîb'in
memleketlerine, sonra da eski Yunanlılar'a ve Romalılar'» geçmiştir: Emevîler, Abbasîler ve Fatımîler'de, halifeye mahsus en mühim bir alâmet
Homer'in tasvir ettiği Achaia reislerinin birer asaları vardır ki, yalnız gibi telâkki edildiğini görüyoruz. Hişâm b. 'Abdü'l-Melik, halife olur
askerî hâkimiyetlerinin değil, adalet icra etmek, yâni hâkimlik yap mak, olmaz, Peygamber'dep kalmış olan mühür île asayı, resmî posta teşkilâta
salâhiyetlerinin de timsâlidir (R. Dareste, Etudes, de Vhistoire du droit, vâsıtasiyle, derhâl getirtmişti (G. Demombynes, Le monde musulman et
Paris, 1920, E, 1 -11). Eski vazolar üzerindeki mâbûd resimleri, bunların byzantin, Histoire du monde, 1931, VII, I. kısım, s. 220). Abbasî halifeleri,
da asaları olduğunu gösteriyor. Hâkimiyetin, eski kavimlerin müşterek alaylarında, Emevîler! taklit ederek, elinde harbe bulunan büyük bir
telâkkilerine göre, ilâhî bir menşe'den geldiği de düşünülünce, iptida memuru kendi önlerinde yürütürlerdi. Veliahtların yahut büyük emirlerin
mâbûdlara mahsus olan asanın, sonradan onun muhtelif kuvvetlerinin ve alaylarında da bu usûle riâyet edilirdi. Halife el-Mütevekkil, Peygamber'e
tecellîlerinin mümessili olanlara (msl. rahip, kâhin, hâkim, peygamber, âit olan *aneze*yi ele geçirdikten sonra (Îbnü'1-Esîr, VII, 32), alaya
hükümdar) intikâl edeceği kolaylıkla anlaşılır. Esasen dinî veya hukukî çıktıkça, önünde giden memura bunu taşıtıyordu. Fatımî halifeleri ise,
senboller, başlangıçta; herhangi bir kudret ve salâhiyetin yalnız hârici bir alaylarında, hilâfet timsâli olan fcazîb'i ellerinde taşıyorlardı. Elmas ve
tezahürü, maddî bir görünüşü mâhiyetinde olmayıp, başlı başına onu teşkil jtaci İte süslenmiş olan bu kazîb'in bir-buçuk şibr (karış) uzunluğunda
eden ve ona meşrû'iyet veren şeylerdir; onlara kim sahip olursa, kudret olduğunu Kalkaşandî söyler. îbn Haldun, Peygamber'e âit olan hırka ile
doğrudan doğruya onun eline geçer ve işte bu senbollerin tetkikindeki asayı, Abbasî halifelerinin başlıca hilâfet timsâli olarak gösteriyor ki, pek
lüzum ve ehemmiyet de başlıca bundan dolayıdır. Romalılar'da asâ, bir doğrudur; buna mukabil Fa-tımîler'de en mühim timsâlin çetr (veya
çok mâbûdlara ve bilhassa Jüpiter'e mahsus bir timsâldir. Bu, çok defa mizelle veyahut kubbe) olduğunu G. Demombynes söylemektedir (bk.
başında mücessem bir kartal tasviri bulunan, fildişi bir asadır, tik Roma İslâm Anskl. madd. Hırka ve Çetr).
kurallarının, Tarquinius Priscus'tan evvel, böyle kartal başlı asâ taşıyıp
taşımadık-
144/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/145

Galiba doğrudan doğruya hilafet timsâli olduğu için, Abbasî ve Fatımî len ve imparatora tâbi küçük hükümdara da, taltif maksadı ile, verilen bir
halifeliklerinde de gördüğümüz bu timsâle, böyle bir rûhânî kudrete mâlik alâmettir.
olmak iddiasında bulunmayan diğer muasır İslâm ve Türk devletlerinde
tesadüf etmiyoruz. Halifeliğe mahsus şiarlardan, yâni saltanat Müslüman Türk devletlerinde de hükümdarın sarayında hizmet eden,
alâmetlerinden, bir çokları doğrudan doğruya halifeler tarafından merasimde ve alaylarda mühim bir mevkileri olan dûr-bâş adlı bir sınıf
"mülûkü't-tavâ'if" denilen ve içlerinde, meselâ Selçuklu sultanları gibi, saray hademesinin ellerinde altın ve gümüşten' asalar bulunduğunu ve bu
kudretli imparatorlar da bulunan sftir İslâm hükümdarlarına verildiği hâlde, asalara da aynı ismin verildiğini biliyoruz. Selçuklu İmparatorluğumdan
hilâfet fcaztb'inin yalnız halifelere münhasır bırakılması, bunun başlayarak, muhtelif Türk devletlerinde, Cengiz ve Timur sülâlerine
ehemmiyetini gösteren bir vakıadır. Bağdad'da Abbasî hazinesinde bulunan mensup hanlıklarda, Hindistan'daki Halaç sultanlığında, dûr-bâş, çavuş,
Peygamber'e ait kazîb Caneze) ile hırkanın, sultan Sencer tarafından, el- yasavul, nakîb gibi, türlü türlü isimler altında tesadüf ettiğimiz bu saray
Müsterşid-bi'llah'tan alındığını, fakat sonra el-Muktefî zamanında iade hademesinin ellerinde altın veya gümüş asalar bulunması şart İdi.
olunarak, Moğul istilâsına kadar, orada bulunduğunu Kalkaşandî Hükümdarlar veliahtlarına ve sülâleye mensup prenslere, ara sıra bâzı
söylemektedir. Hakikaten, şâir îslâm ve Türk devletlerinde hâkimiyet ve büyük emirlere, husûsi bir imtiyaz olarak, maiyetlerinde altm ve gümüş
saltanat tim&âli olarak, tesadüf edilen türlü türlü şeyler arasında (msl. taht, asalı hademe kullanmak salâhiyetini verirlerdi (msl. bk. Molla 'Abd al-
tac, külah, çetr, bayrak, kılıçt tıraz, nevbet, gâşiye v.*, gibi), asadan hiç Bakî Nahavandî, Ma'âsir-i Rahîmî, Calcutta, 1910,1,125).
bahsedilmemektedir. Bağdad halifeliği, Moğullar tarafından kaldırıldıktan Asanın bunlardan başka eski Türk şaman (kam)'lan ve sonraki
sonra da, İslâm hükümdarlarında asaya rastlanmamaktadır; Mısır'ın müslüman Kırgız baksıları (bk. Revue des etudes i$lamique, nr. I, s. 67)
fethinden ve Peygamber'den~ kaldığı iddia olunan mukaddes emânetlerin tarafından da kullanıldığını ve bir nevi dinî-sihrî te'siri hâiz, mukaddes bir
İstanbul'a naklinden sonra bile, Osmanlı padişahlarında böyle bir timsâle âlet hükmünde olduğunu görüyoruz. Ayrıca gezginci îslâm derviş-
tesadüf olunmuyor. dilencilerinin de eskiden beri ellerinde türlü şekillerde asalar bulundur-
duklarını bilmekteyiz (bk. İslâm Ansiklopedisi, Apdal, Derviş ve Ka-
İslâmiyet'ten evvel Asya Türk devletlerinde, hükümdarlığa mahsus lender maddeleri). îran ve Türk dervişlerinin bu âdetini, bir taraf, tan eski
alâmetler arasında, asadan hiç bahsedilmemektedir; esasen umumiyetle Türk şamanizminin tesirine (bk. Fuad Köprülü, Influence du Chamanisme
uzak şark medeniyeti çevresinde ve bu kültürün en mühim ve eski turco-möngol sur Tes ordre mystiques musulmans, istanbul 1929), diğer
mümessili olan Çinliler'de buna rastlanmaması, bunun sebebini daha iyi taraftan da yalnız uzak şarkta değil, Orta Asya ve İran'da da kuvvetli
izah edebilir. Gerçi Çin'de Han sülâlesi zamanında. Kin-vu adlı bir değnek izlerine tesadüf edilen Budizm nüfuzuna bağlamak icap eder.
taşıyan bir sınıf polis memurları vardı. Hattâ Kotwicz, Orhun'daki bâzı Umumiyetle bilindiği gibi, budist dilenci-râhiplerinin kendilerine mahsus
mezar heykellerinde görülen asaların bunları temsil ettiğini zannetmişti asaları vardır ki, budist edebiyatında, bunun mâhiyet ve ehemmiyetine âit,
(Roc. Orient., IV, 259, 285). Kül-Tigin'in matem merasimine iştirak için zengin malzemeye tesadüf olunur (Abel Remusat, Foe Koueki ou relation
gönderilen Çin heyetinin başındaki zâtın „Kin-vu generali" unvanım des royaumes bouddhiques, Paris 1836, s. 93).
taşıması, onu böyle bir düşünceye sevketmisti. Hâlbuki Pelliot bunun
doğru olmadığını, T'ang sülâlesi zamanında, Kin-vu adının imparatorun Bibliyograf ya i Makale içinde gösterilenlerden başka, Musa
has ordusuna mensup bir kıt'aya verildiğini söylüyor (Neuf no-tes sur des ▼e Harun'un asaları hakkında bk. D; Sidersky, Les origines des
questions d'Asie centrale, Toung Poo,XXVI. s. 235). Yalnız bu devirde legendes musulmanes dans le Coren et dans les vies des prop-
hetes, Paris, 1933, s. 78 v.dd. İslâm'da minber ve asâ hakkında
sefirlerin elinde tsic denilen bir nevi değnek (asâ) bulunduğunu ve bunun şimdilik en mükemmel tetkik olan C.H. Becker'in Aneze mad-
da sefaret heyetlerine mahsus bir alâmet olduğunu biliyoruz (göst. yer,). desinde zikredilen makalesi, sonradan onun Islamstudien (Leip-
740'ta Çin imparatoru, Taşkent hükümdarı Bagatur Tudun'a, hizmetlerine zig, 1924) adlı, iki ciltli makaleler mecmuasının ilk cildinde de
mükâfat olarak, yeni bir unvan vermiş ve püsküller ile süslenmiş halkalı bir ayrıca basılmıştır. Corci Zeydân, Medeniyet-i Islâmiye Tarihi, trc.
asâ göndermişti (Ed. Chavannes, Notes addiüarmeües sur Us Turcs Zeki Megâmiz, I, 114 ve V, 246, 250; Kalkaşandî, Subhü'1-A'şâ, Mı-
occidentaux, T'oung Pao, 2. ser., V, s. 62). Bunlardan anlaşılabildiğine sır tab., III, 274, 472.
göre, asâ Çin'de memuriyetlere tahsis edi-
146/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/14?

ATA Atâî'nin bu mahlası da, ata kelimesinin sonuna arapça nisbet eki getiri-
lerek yapılmıştır ki, kaideye aykırı olan bu mahlas başka hiç bir şâir
ATA, Eski ve yeni Türk lehçelerinde "baba" mânâsına gelen bir keli- tarafından kullanılmamıştır.
medir; müfret ve cemi olarak, "ecdat" mefhumunu da ifâde eder. "Atadan
kalma" yahut "atalardan kalma" tâbirlerinde olduğu gibi; ata sözü, Atabeg. Ata-beg kelimelerinden mürekkep olan bu türkçe unvan,
"dedelerden gelen söz, darb-ı mesel" demektir. "Oğuz atalar" tâbiri, şimdilik bildiğimize göre, ilk önce Selçuklular devrinde ortaya çıkmıştır.
"Oğuzların eski dedeleri, büyükleri" mânâsında kullanılır ki (maL gofca'tfc Bu unvanı taşıyan ilk adam, meşhur Nizâmü'l-Mülk'tür. tbnü'1-Esîr (Mısır
zeyli, s. SSL), fransızca "patriarene" mukabildir. Oğuz an'anesinde, Kor- tab., s. 33 vA)f 465 yılı hâdiselerinden bahsederken, Sultan Me-likşâh'ın
kut Âta, Irkıl Âta v.s. gibi, bir takım menkıbevî şahsiyetlerden bahsedilir bütün işleri tam (bir istiklâl ile ona bırakarak, şâir bâzı unvanlar ile
(Reşîdü'd-Dîn, Câmiut-Tevârîh, Oğuzlar'a âit kısım); bunlar, halk arasmda beraber, atabeg unvanım da verdiğini söyler (ondan naklen Ebû'l-Fidâ',
büyük bir hürmet, hattâ kutsiyet kazanmış halk bilginleri, şâirleri ve Târih, II, I98;.Kalkaşandî, SuVhü'U'Aşâ', IV, 18; Suyûtî, Târîhü'l-Hulejâ,
hakimleri, yâni büyük kamlar (şamanlar)'dır. Eski darb-ı mesel Mısır, 1305, s. 109). Mîrhond ise, Malazgirt zaferinden sonra, Alp
mecmualarına Oğuznâme adı verilmesi, onların „Oğuz atalardan kalma", Arslan'ın Nizâmü'l-Mülk'ü oğlu Melikşâh'ın atabegliğine tâyin ederek,
yâni çok eski halk hikmetlerini hâvî olmalarından dolayıdır. ona ilig (ilek, bk. İslâm Ansiklopedisi, „İlefc" maddesi), ata, hâce, atabeg
gibi unvanlar verdiğini söyler (Ravzetal-safâ', Bombay tab., IV, 108;
Türkler arasmda tasavvuf cereyam kuvvetlendikten sonra, Türk burada ilig unvanı yoksa da, bu eserden naklen Mîrhond'ın Düstûrü'U
şeyhlerine bâb, baba ve ata lâkapları verilmeğe başlandı. Bu, büyük Türk Vüzerû', Tahran, 1317, s. 156'daki ifâdesinde bu unvan da mevcuttur).
safîlerinin, halk görüşüne göre, adetâ eski büyük Türk kamları gibi telâkki Selçuklulara âit daha eski kaynaklardan istifâde ettiği düşünülürse,
edilmesinin bir neticesidir. Yesevîlik tarîkatinin bilhassa Hâ-rizm'deki Ravzatu's-Safâ'mn bu kaydı daha doğru olarak kabul edilebilir. Her ne
büyük şeyhlerine ata lâkabının verildiğini görüyoruz: Hakîm Ata, Çoban olursa olsun, Nizâmü'l-Mülk'fm atabeg unvanım taşıdığı, o devre âit ki-
Ata, Zengî Ata, Mansur Ata v.s. gibi (bk. Fuad Köprülü, Türk tabelerden anlaşılmaktadır: Şam'da 475 yılma âit bâzı kitabelerde, Abbasî
Edebiyatında tik Mutasavvıflar, İstanbul, 1919). Yesevîlikten gelen ve halifesi ile Melikşâh'ın ve kardeşi Tutuş'un isimlerinden sonra, Ni-zâmü'l-
köklerini, büyük bir nisbette, eski Türk paganizminden alan bir takım Mülk'ün adı »»vezir^ şeyhu'1-eceü, nizâmü'1-mülk atabeg" şeklinde geçer
heterodoks zümre ve tarikatlerde (msl. Babaîler'de, Bektaşîler'de), ata (bk. Ripertoire chronol. de Vipigraphie arabe, VE, 1336, nr. 2734—
yerine baba tâbirinin kullanıldığım görüyoruz. Esasen Yesevîlikten gel- 2737.)
mekle beraber, ortodoks Iran şehir kültürünün bir mahsûlü olan nakşi- Acaba bu atabeg lâkabı sâdece bir unvan mıdır, yoksa muayyen bir
bendîliğin yayılmasından sonra şeyh, hâce tâbirleri bunun yerini tutmuştur memuriyetin ve bir vazifenin adı mıdır? Nizâmü'1-Mülk hakkında
ki, Ahmed Yesevî'ye verilen hâce unvanı da bu sonraki cereya-' nın bir zikrettiğimiz rivayetlerin birincisinden bunun sâdece bir unvan, ikinci-
eseridir. snden ise, muayyen bir vazife adı olduğu görülüyor. Hâlbuki tarihî kay-
Orta Asya'nın muhtelif yerlerinde, Hârizm ve Kırgız bozkırlarında, nakların verdiği malûmat sayesinde, atabegliğin Büyük Selçuklu İmpa-
hâlâ yer adı olarak saklanan, Evliya Ata, Adun Ata gibi, coğrafî isimler* ratorluğumda çok yüksek bir vazife olduğu ve sonradan da yüksek bir
orada kabirleri bulunan Türk evliyasının isimleri üe adlandırılmış köy ve unvan mâhiyetini aldığı anlaşılmaktadır. Msl. Mîrhond (Ravzat al-safâ'P
kasabalardır. Esterâbâd üe Hive arasındaki çölde yaşayan Türkmenlerin IV, 263), Lûristan atabeglerinden bahsederken, bunların hakikî atabeg-ler
büyük kabilelerinden Yomutlar'ın şubeleri arasmda da, Ata isimli, 90 olmayıp, sülâlenin müessisi olan Ebû Tâhir'in kendi kendine bu unvanı
çadırlık küçük Wr şube vardır (G. Melgunof, Das südliche Ufer des aldığım ve asıl atabeglerin "Selçuklular'm serhad emirleri olup,
Kaspischen Meeres öder die Nordprovinzen Persien's, Leipzig 1868, s: 88). hükümdarların, çocuklarının terbiyesi vazifesini bunlara verdiklerini"
Has isimlerin sonuna ilâve edilen ata sıfatı, bâzan „hekim" mânâsına gelen söylüyor. Bütün kaynakların Selçuklu idare sistemi hakkındaki ifâdelerine
ata sagun kelimesinde (Dîvânü Lûgâti't-Türk, I, 337) olduğu gibi, başa da göre, sultanlar, imparatorluk topraklarının muhtelif parçalarım aile
getirilebilir ki, Atatürk adının ve atabeg unvanının bu suretle teşkil efradına dağıttıkları sırada, henüz yaşlan küçük olan prenslere, vasî ve
edildiğini görüyoruz. XV. yüzyılın tanınmış Çağatay şâiri mürebbî sıfatı ile, bir atabeg tâyin ediyorlardı. Bunlar, büyük
148/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve totılahlar/Ji4fl

vazifelerde bulunan eski ve nüfuzlu Oğuz beyleri arasından yahut sul- hıslarına bağlı gulâm yâni kölelerden mürekkep ve kalabalık bir nıu-hafız
tanların memlûklerinden olup, değerU hizmetleri ile sadâkat ve kudret- kuvveti besleyen, eski Oğuz reislerinden birinin neslinden geldikleri
lerini göstermiş ve büyük emirlik derecesine yükselmiş askeri kuman- takdirde, bir takım Türkmen kabilelerine de hükmeden bu atabeglerin,
danlar arasından intihap olunuyordu. Alp Arslan'ın, henüz pek küçük ve gerek iktâlarında, gerek kendi idare sahalarında, gerek devlet merkezinde,
tecrübesiz veliahtine, askeri ricalden olmayan veziri Nizâmü'l-Mülk'ü kedhüdâ, yâni mümessilleri ve ayrıca da âmilleri ve tahsildarları
atabeg tâyin etmesi, Nizâmü'l-Mülk'ün ehemmiyet ve nüfuzunu gösteren bulunurdu, ölen bir atabeğin yerine, bâzan oğlunun atabeg tâyin edildiği
bir istisnadır. Gördüğümüz diğer misâller, atabeglerin umumiyetle büyük görülür ki, bu, ortaçağ İslâm-Türk devletlerinde umumiyetle görülen bir
kumandanlardan seçildiğini kat'îyetle anlatmaktadır. Sultan Berk-yaruk'un, prensibe, yâni memuriyetlerin hemen hemen irsî olması esâsına bağlıdır; o
kardeşi Mehmed'e Gence ve havalisini verdiği zaman, Emir Kutlug Tigin'i devirlerin içtimaî ve iktisadî şartları gibi maddî âmillerden başka, onlarla
atabeg tâyin ettiğini biliyoruz; yine aynı hükümdar, ölümünün yaklaştığım alâkalı ahlâkî ve siyâsî telâkkileri, yâni mânevi. âmiller de, böyle bir idârî-
hissedince, henüz 5 yaşını doldurmamış olan oğlu Melikşâh'ı veliaht askerî aristokrasinin teşekkül ve devamım icap ettiriyordu (bk. Th.
seçmiş ve Emir Ayaz1) da atabeg tâyin etmşiti (M. Defremery, Recherches Houtsma tarafından neşredilen Selçuklu metinleri, I, Kırman Selçukluları
sur le rigne de Barkiarok, Paris, 1853, s. 66, 138). Bu emir, Melik Tarihi, 41, 86 ve diğer kaynaklar). Sultanın en çok itimadını kazanmış
Arslan'm da atabegliğinde bulunmuştur. tecrübeli ve kudretli emirler arasından seçilen bu atabegler, her hangi bir
teşvike kapılan muhteris şehzadelerin hükümdara karşı isyan
Kirman Selçuklularında da atabeglik vazifesinin mevcudiyetini ve çıkarmamalarına da nezâret ederlerdi; hattâ bâzı prenslerin, bu gibi
büyük ehemmiyetini (msl. Tuğrul devrinde Atabeg Alâeddin Bozkuş, emellerine engel olacak ata-begleri, her hangi bir fırsatta, öldürdükten
Behram Şah ve Arslan Şah devirlerinde Atabeg Reyhan ve Atabeg Kut- sonra, isyana kalkıştıklarını da biliyoruz. Bununla beraber, Selçuklular'da
bü'd-Dîn Muhammed b. Bozkuş gibi) görüyoruz. Anadolu'daki Selçuklular saltanat veraseti sağlam kaidelere bağlı olmadığından, hemen her
da bu an'aneye sâdık kalmışlardı; vilâyetlerin idaresine memur edilen hükümdarın ölümünde meydana çıkan taht kavgalarında, bu atabeglerden
şehzadelerin yanma büyük emirlerden bizi, sultan tarafından, atabeg bâzılarının, görünüşte, naibi bulunduğu küçük prensi tahta çıkarmak,
olarak, tâyin ediliyordu; Keykubâd I., şehzade Gıyâsü'd-Dîn Keyhüsrev'i hakikatte ise, bütün imparatorluğun idaresini ellerine almak için, dahilî
yeni zaptedilen Erzincan ve havalisinin idaresine memur ettiği zaman, harplere. sebebiyet verdiklerini görmekteyiz.
Mübârizü'd-Dîn Ertokış'ı atabegliğine tâyin etmişti; Mübârizü'd-Dîn Ar. Bu devirlere âit tarihî kaynaklarda daha bir çok benzerlerini gös-
mağan.Şah, 'Îzzü'd-Dîn Keykâvus Il.'un atabeği idi; Atabeg Arslan Doğ- terebileceğimiz bütün bu kayıtlar, atabeglik müessesesinin mâhiyeti
muş, Atabeg Mecdü'd-Dîn gibi, bir takım emirlerin de bu unvanı taşıdığım hakkında Mîrhond'm yukarıda geçen ifâdesini kuvvetlendirip tamam-
görüyoruz; muhtelif kaynaklar, Moğul tahakkümünden sonra da bu lamakta ve atabeg tâbirinin, sâdece bir unvan değil, mühim bir vazife adı
vazifenin ve unvanın mevcudiyetini ve bâzı zamanlarda merkezi idarenin olduğunu göstermektedir. Gerçi tarihin her devrinde, yaşça küçük
başındaki en büyük âmire ,,atabeg-i âzam" lâkabı verildiğini gösteriyor hükümdarlara vasî, naip seçildiği, şehzadelere mürebbîler tâyin edildiği
(bk. tbn Blbî ve tercümesi, Mektûbât-ı Mevlânâ, Eflâkî, Aksaray! gibi malûmdur; lâkin İslâm dünyasında ilk defa Selçuklular'da gördüğümüz bu
kaynaklar ve muhtelif kitabe mecmuaları; sonuncusu müstesna olarak, atabeglik müessesesinin çok husûsî bir karakteri vardır ki, bunun eski
diğer ikisinin fihristleri ve Eflâkî'nin Cl. Huart tarafından yapılan, oldukça Türk an'anesinden geldiğini kuvvetle tahmin ettiriyor. Bu müessesenin
mühim yanlışlıkları muhtevi tercümesi, Les Saints des derviches Selçuklular'dan sonraki tekâmülünü tetkike girişmeden evvel, daha eski
tourneurs, Paris, 1918). Küçük şehzadelerin vasî ve mü-rebbîsi olan ve devirlerde mevcut olduğunu ve bu siyâsî müessesenin yine eski Türk aile
doğrudan doğruya büyük sultana, yâni Selçuklu împa-ratoru'na bağlı hukukuna dayandığını izaha çalışalım.
bulunan bu atabegler, başında bulundukları geniş idâri sahanın adetâ yarı
müstakil bir hükümdar naibi mâhiyetinde idiler; idarî, mâlî ve askerî bütün Atabegliğin, Selçuklular'dan evvelki müslüman Türk devletlerinde,
salâhiyet ellerinde toplanıyordu. Bütün emirler gibi — ve tabiî onlardan yâni Karahanlüar'da ve Gazneliler'de, mevcudiyeti hakkında hiç bir
daha büyük bir nisbette — imparatorluğun muhtelif sahalarında zengin bilgimiz yoktur. Karahanlılar sülâlesi ve bilhassa bunların şark şubesi
gelirli ifctd'lara mâlik olan, şa-
150/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Ifftılahlar/151

■ için, kaynakların azli* bu bilgisizliğe bir sebep olsa bile, Gaznelıler Le droit coutumier famüial des montagnards du Caucase et des Tcher-
hakkında kâfî derecede malûmatımız olduğundan, onlarda bu müesse- kesses en partieülier (Par]», 1929) adlı eser ve bütün bunlardan ve başka
senin bulunmadığını söyleyebiliri*. Gaznelüer devleti, Tflrk memlûklerı müelliflerden istifade eden Karst, Code giorgien du roi Vachtang VI,
tarafından kurulup, Sâmânî idare teşkilâtı an'anelerine dayanan bir commentaire, livre II (Strasbourg, 1937), s. 145 V.d. Kırım hanlarının da
devlet olduğundan, Türk idare ve siyâset an'anelerinin bunlarda, meselâ şehzadelerine tatbik ettikleri bu âdetin menşei ne olursa olsun, bunda
Karahanblar'da yahut Selçuklular'da olduğu derecede, kuvvetli ve bariz atabeglik siyâsî müessesesinin içtimaî köklerini görmek kolay* lıkla
bulunmaması kolayca anlaşılır. Oğuz an'anelerine sâdık fcüyük kabildir. îşte böylece, bu müessesenin Selçuklular devrinde vücûda gelmiş
kabilelere dayanmak suretiyle, imparatorluklarının esasını kuran Sel- olmayıp, Türkler'e mahsus eski bir içtimaî-siyâsî müessese olduğunu ve
çuklu sülâlesinin, bu atabeglik müessesesini, daha islâmiyet'ten evvelki Büyük Selçuklu İmparatorluğunda tekrar meydana çıktığını öğrendikten
Türk devletlerinden, aldıkları yahut daha eski devirlerden kalan bir sonra, bunun tarihî tekâmülünü takip edelim. Bu imparatorluğun bütün
ân'aneyi bu suretle devam ettirdikleri, Wr faraziye şeklinde olsa bile, şubelerinde varlığını gördüğümüz bu müessese, onlara halef olan muhtelif
ehemmiyetle düşünülebilir. Yoksa, bu kadar ehemmiyetli bir müessese- Türk devletlerinde de, aynı karakteri muhafaza ederek, devam etti.
nin, daha* ilk Selçuklular zamanında kendi kendine ve birden bire teşek- Hârizmşâh şehzadelerinden Sencer Şâh'm, Mengli Bey adlı atabeği
kül edivermesi, kolay kolay kabul olunamaz. olduğunu, Tökiş'in Rey ve havalisini oğlu Yunus Han'a verdiği zaman,
Miyacık'ı ona atabeg tâyin ettiğini, yine onun İsfahan idaresine torununu
Şu son yıllarda Rus müsteşriklerinden N. N. Kozmin, Orhun kita- memur ettiği zaman, büyük emirlerden Bı-gu'yu, atabeg sıfatı ile,
belerinde, kitabelerin muharriri olarak adı geçen Yollug Tigin'in kendi bıraktığım, Irak idaresini oğlu Rüknü'd-Dîn Gursançtı'ya bırakan sultan
kendisine verdiği „Kül Tigin atisi" lâkabı üzerinde durarak, şimdiye Muhammed Hârizmşâh'm onu atabegliği vazifesini de 'tmâdü'1-Mülk
kadar bu kitabelerin tercümesi ile uğraşan Thomsen, Radloff ve Meli- Sâvî'ye verdiğini biliyoruz (bk. Cuvaynî, Cahân guşûy, II, 23, 33, 39, 209;
oranskiy gibi âlimlerin şüpheli olarak bıraktıkları bu lâkabın, üzerinde Mîrhond, Ravzâtü'sSafâ'ımı Hârizm-şahlar'a ait kısmı, Chrestomothie
durduğumuz ,,atabeg" mânâsına geldiğini isbata çalışmıştır (bk. S. F. orientale, Paris, 1842, fars. metin, s. 20, 29, 34). Yine bu devre âit
Oldenburg şerefine çıkarılan makaleler mecmuası? Türk, tro. Ülkü, An-
metinlerde tesadüf ettiğimiz ulug lala beg tâbirinin de (Bahâ'ü'd-Oîn
kara, 1937, IX,, sayı 53^ s. 349—358). Bizim düşündüklerimize de uygun
Muahmmed b. Müeyyed b. Bağdadî, et-T«- -vessül ilâ't-Teressül, nşr.
olan bu izah tarzına göre, atabeglik müessesesinin, daha İslâmiyet'ten
Âhmed Behmenyar, Tahran 1315, s. 234: Bedrü'd-Dîn Ulug Lala Beg)
evvel Şarkî Tu-kiie (Türk) devletinde mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
atabeg mürâdifi olduğu söylenebilir. Nitekim Büyük Selçuklu
Bu müessesenin eskiliği ve yalnız bunlarda değil, diğer Türk siyâsî te-
împaratorluğu'nda ve şubelerinde lala unvanlı emirlere tesadüf ediliyor
şekküllerinde ve kabile konfederasyonlarında bulunması ihtimâli, bu
müesseseyi eski Türk aile hukukuna bağlayan bâzı etnografik müşa- (msL Muhammed b. Melikşah devrinde hükümdarın en yakın adamlarından
hedelerle de kuvetlenmektedir. Kafkasya'da muhtelif kavimlerin aile olan Lala Kara Tigin gibi; bk. Râ-vandî, Rahat al-sudur, GMNS, II, 163).
hayatları hakkında tetkiklerde bulunan bâzı âlimler, bir takım Türk Anadolu Selçuklularında bu iki unvanı beraber taşıyan adamlara tesadüf
zümrelerinin, çocuklarım daha küçük iken yabancı bir âüe içinde ter- edilmesi (msl. Cemâlü'd-Dîn Ferruh Lala Atabeg gibi; bk. İsmail Hakkı
biye ettirdiklerini ve bu yabancı âüe reisine atalık adı verildiğini ve Uzunçarşılı, Kitabeler, I, 100), Kirman Selçuklularında atabeg yerinde
böylece bu iki aile arasında bir nevî sun'î ve hukukî akrabalık vücûda lala beg tâbirinin de kullanılması (bk. Houtsma, Recueil des textes relat, d
geldiğini söylüyorlar. Kafkasya'da, Osset, yâni eski As'lar ve Çer- Vhist. des Seldjouci-des, I, 123), Hârizmşâhlar'daki ulug lala tâbirinin
kesler gibi, bâzı kavimlerin de Türklerin bu âdetini tatbik ettikleri ve atabeg-i âzam (ulug atabeg) mürâdifi olduğunu anlatmaktadır. Osmanlı
tıpkı Türkler gibi, buna atalık ismini verdikleri görülüyor (M. Kova- hükümdarlarının vezîr-i âzamlara „lala" diye hitap etmeleri ve daha XIV.
lewsky, Coutume Contemporaine et loi ancienne, Droit coutumier os- yüzyıldan başlayarak, Lala Şahin Paşa gibi, bu unvanı taşıyan nüfuzlu
setien iclairâ par Vhistoire comparâe, (Paris, İ893), s. 189—192- avn kuman-danlara tesadüf edilmesi (daha sonraki zamanlarda Lala Mustafa Pa-
mil., Kafkasya'da Kanun, Örf ve Âdetler (rusça), Moskova, 1890 I 5 şa V3.) de. bu lala unvanının devamını gösterebilir. Aşağıda, Safevî-ler'den
bab, s. 183—218; bu hususta daha" fazla malûmat için bk. J. Castagnâ bahsederken, bu unvanın îran saraylarında nasıl bir tekâmül
152/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/163

geçirdiğini anlatacağa; maamafih Osmanhlar'da atabeglik müessese- lan b. Mahmûd b. Muhammed'in değil kardeşi Ferruh-Şah'ın da atabeği
sinin, feodal ve tfibal an'aneleriai muhafaza eden diğer Türk devletle- olan ve çok büyük siyâsî ve askerî nüfuz kazanan Zengî, Sultan
rindeki şekilde, yâ*ü Selçuklular'daki ilk örneğine uygun olarak, vücut Mes'ûd'dan korktuğu için, bu fi'lî hâkimiyetine hukukî bir mâhiyet iza-
bulamamasının sebebi, kolay anlaşılır. fesinden çekinerek, bütün emirlerini onun nâmına veriyordu (bk. ayn.
esr., s. 126). Eyyûbîler'in ve Mısır-Suriye Menüûklerinin bu imparator-
Selçuklu İmparatorluğunda büyük sultanın, yâni merkezî idarenin, luğun bir istitâlesi olduğunu düşünürsek, XII. — XIII. yüzyülardaki bü-
nüfuzu devam ettiği müddetçe, atabeglerin açıktan açığa bir İstiklâl yük tarihî hâdiselerde bunların, doğrudan doğruya veya dolayısiyle, ne
temayülü gösteremeyecekte! ve imparatorun yüksek hâkimiyetim ta- büyük 'bir rol oynadıklarını daha iyi anlarız. Umumiyetle eski Selçuklu
ramak mecburiyetinde kalacakları tabiî idL Lâkin bilhassa sultan Sen- teşkilâtını devam ettiren âtabegler sülâleleri yavaş yavaş kuvvetlendikten
cer'in ölümünden sonra, atabeglerden 'bir çoğu, vasî ve naibi bulun- sonra, müstakil hükümdarlara mahsus daha mühim unvanlar da
dukları Selçuklu şehzadelerinin yerine hâkimiyeüerini doğrudan doğruya (ekseriyetle melik, bâzan sultan) almışlardır; hâlbuki ilk âtabegler, henüz
kendi namlarına icra etmeğe başladılar, yâni epey zamandır devam eden bu kadar yüksek unvanlar almağa cesaret edemedikleri zamanlarda,
fflî vaziyetlerine artık hukukî bir şekil de verdiler. îşte böylece, ortaçağ ,,emîrü'l-isfehsâlâr, emîrü'l-cüyûş" gibi unvanlarla beraber, alp, inanç,
îslâm tarihinde, Selçuklu sülâlesine halef olarak umûmî surette bilge, tugrul tigin ve daha fazla kutlug — ve çok defa kutlug atar beg —
Âtabegler denilen muhtelif sülâleler teşekkül etti. Şam atabegleri gibi, eski Türk unvanlarım kullanıyorlardı ki, bu an'aneyi Selçukluların
(Bürfler), Musul ve Halep atabegleri (Zengîler), Azerbaycan atabegleri istitâlelerinden olan küçük Türk devletlerinde de görmekteyiz (bk, İslâm
(lldenizliler), Fars atabegleri (Salgurlular) v.b. hep böyle teşekkül etmiş Ansiklopedisi, Artuk-Oğullan maddesi)*
siyasî heyetlerdir. Atabeg unvanı, sonradan, bu vazifede bulunmayan
bâzı emirlere, sâdece bir unvan olarak, tevcih edildiği gibi, yukarıda Atabeglik müessesesi ve atabeg unvanı, atabeg sülâlelerinden sonra da
bahsettiğimiz „büyük Lûristan" (Luristan-i fbuzurg) hâkimi ve devam etti; Eyyûbîler devletinde ve Memlûkle^'de. bunu-iyice görüyoruz;
Hezâresbîler sülâlesinin müessisi. Ebû Tâbir de 'bu unvanı kendi ken- Salâhaddîn'in oğlu MelikfftFâzıl 'Ali, Şam'dan Mısır'a giderek, Melikü'l-
dine almıştı. Bu devirlerde atabeglere mensup «büyük emirlerin bâzan Mansûr Muhammed b. 'Azîz'in atabegliği vazifesini görmüştü (Makrizî,
kendilerini atabeg diye sıfatlandırdıklarını biliyoruz (bfc« Halil Edhem, Ritâbü's-Sülûk, Kahire, 1934, s. 146). Atabegliğin Yemen Eyyûbîlerrnde de
DüvelA İslâmiye, İstanbul, 1927, s. 22^-567; maamafih, müellif burada, mevcudiyetini, yine aynı kaynaktan, öğreniyoruz (s. 180). Fakat bunun
Hârizmşahlar da dâhil olmak üzere, Selçuklular'a halef olan bütün sü- sonradan tamamiyle askerî bir vazife ve unvan mâhiyeti aldığım
lâleri, Âtabegler namı altında toplamıştır ki, bu*. İslâm tarmçüerinin görmekteyiz; Melik Mu'izzü'd-Dîn Aybeg, Şeceretü'd-Dürr zamanmda,
tasnif tarzlarına uygun değildir ve hiç bir zaman bunların resmî lâkap- „atabegü'l-*asâkir" tâyin edilmişti. Mısır'da askerî kuvvetin idaresini
larında atabeg unvanı kullanılmamıştır).
elinde bulunduran bu mühim vazife, Memlûk İmparatorluğumda , saltanat
nâibliğinden sonra, devletin en yüksek ve en nüfuzlu makamı idi. XIII.
Atabeg sülâlelerinden en mühimmi Zengî sülâlesi olup, hattâ ilk yüzyılın ikinci yarısında bu vazifede bulunanlara sâdece atabeg veya
defa »hükümdarın başında bayrak gezdirmek" gibi, o zamana kadar atabegü'l-cüyûş denirdi (Mufazzal b. Abi'l-Fazâ'ii, nşr. Blochet,
yalnız Selçuklu sülâlesine mahsus olan bir Mkimiyet tezahürüne, iptida
Patrologia orientalis, Paris, 1920, XH, 3; XIV, 3, s. 307, 31fi). Emîr
Seyfü'4-Dîn Gâai î». Zengî zamanında tesadüf ediyona; hâlbuki o za-
Moncuk, 776'da bu vazife üe „nâib-i saltanat-ı şerîfe" sıfatını şahsmda
mana kadar atabeglerden hiç biri, meşru imparator sülâlesi olan Sel-
birleştirmişti. Emîr ŞeyhûnüVÖmerî zamanında, ilk defa olarak,
çuklu, hanedanına fairmet olmak üzere, böyle bir şeye teşebbüs etme-
atabegü'l-'asâkir'e emîr-i kebîr denilmeğe başlandı ve bu zamandan
mişti (krş. Recueil des'historiens de$ Croisades, Historiens orientaux II, t
itibaren atabeglere. hil'at verilmesi âdet oldu. Hâlbuki o zamana kadar
taşra, s. 167; tbnü'l-Edr'in âtabegler tarihindeki bu kayıt, sonraki
emîr-i kebîr unvanı en yaşlı emîr tarafından kullanılıyordu ve resmî bir
tarihçiler tarafından tekrar olunmuştur; msl. İbn Tulün» el-Leme'âti'l-
Berkîye, Şam, 1348, s.. 13; Quatrem£re bu hususta Ebû't-Mehâsin'in mâhiyeti yoktu (fok. Quatremere, Ebû*kMehâsin'den naklen). Ba
eserine istinat ediyor). 'İmâdü'd-Dîn İsfahânî'ye göre, yalnız Alp Ars- izahlardan anlaşıldıgma göre, atabeglik Eyyûbîler'de ve Memlûklarla*ilk
devirlerinde, Selçuklular devrindeki mâhiyetini daha
154/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/155

büsbütün kaybetmemişti. Mısır'daki merkez teşkilâtına benzer teşkilâta önce Timurlular, sonra da Türkmen kabileleri an'anelerine sâdık Akko-
mâlik olan Şam ve Halep naipliklerinde, ayrıca bir atabegüVasâ-kir yunlular tarafından devam ettirilen, yarı „feodal" mâhiyette, idare
vardı. Saltanat nâibliğinden sonra devletin en büyük makamı olan teşkilâtına sahip idiler. Siyâsî bünyelerinin mâhiyeti itibariyle, Şah 'Ab-
atabeglik mevkiinde bulunanlara beylerbeyi dahi denildiğini Halüü**- bâs zamanına kadar, aşiret an'anelerine çok bağlı kalan bu sülâlede
Zâhirî söylüyor ki (Zoubdat kachf el-mamâlik, nşr. Ravaisse, Paris, atabeglik müessesesinin kuvvetle devam ettiğini, bilhassa XVI. yüzyılda,
1894, metin, s. 112), bunun, llhanhlar'da ve Alün-Ordu'da emîrü'1-üme- açıkça görüyoruz. Şah İsmail I., daha küçük yaştaki şehzadelerini
râ'lara verilen beylerbegi unvanının tesiri altında kullanıldığı pek Sa- memleketin bilhassa hudutlardaki en mühim vilâyetlerinin idaresine
rihtir. Atabeglik müessesesi hakkında, Ebû'l-Fidâ'dan naklen, malûmat memur ettiği zaman, emîrü'l-ümerâ* unvanını hâiz ve ekseriyetle büyük
veren Kalkaşandî, bu türkçe kelimeyi „emîrlerin babası" diye izah kabilelerin irsî reisleri olan nüfuzlu, tecrübeli ve emniyetli bir kumandam,
etmekle, kendi devrinde bu müessesenin hakikî mânâsının ne kadar yukarıda Selçuklu şubelerinde ve Hârizmşâhlar'da mevcudiyetin
unutulmuş olduğunu anlatmaktadır (Subhu'hA'şâ, IV, 18). Böyle ol- gördüğümüz, lala unvanı ile ve şehzadenin mürebbî ve nâibî sıfatı ile
makla beraber, XV. yüzyıla kadar ehemmiyetini muhafaza eden bu me- onların yanma tâyin ediyordu (msl. Şah Tahmasb'm daha cülusundan
muriyet, bu asırda birden bire ehemmiyetten düşmüş, emîr-i kebîrlik, evvel lalası olup sonra emîrü'Kimerâ'lığa tâyin edilen Div Sultan Rumlu;
üçüncü derecede mühim bir makam olarak, ayrılmış, teşrifat balonun- kardeşi Şam Mirzâ'nın lalası Durmuş Han Şamlu; onun ölümünde yerine
dan, altıncı derecede bir vazife sahibi olan emîr-i meclisler^ aynı za- lala tâyin edilen Hüseyn Han Şamlu: Memoirs of Şah Tahmaps, fars.
manda, atabegü'l-'asâkir vazifesini de görmeğe başlamışlardı (krş. G. metin, Calcutta, 1912, s. 2, 3; ayn esr.; Tazkara-i Şah Tahmasb, Berlin,
Demombynes, La Syrie â V4poque des Mamelouks, Paris, 1923, LVI, 1343, s. 9; Şah Ismâ'il devrinde Tebriz'de emîrü'l-ümerâ' Hüseyn Beg
LVII), Lala, Emîr 'Abdullah Lala, 91Fde Horasan vilâyeti — Simnân'dan Ceyhun
îdâre teşkilâtında büyük Selçuklu imparatorluğu an'anelerinin te'si* ri kıyısına kadar — şehzade Tahmasb'm idaresine verildiği zaman, yanma
altında kalan îran Moğuları'nda da bu müesseseyi görüyoruz. 01-caytu, lala olarak tâyin edilen Emîr Han Türkmen, bk. Hasan Rumlu, Ahsan al-
oğlu Ebû Sa'îd'e daha doğduğunun sekizinci günü Emîr Sevinç'i atabeg Tavârih, fars. metin, nşr. N. C. Sçddon, Baroda, 1931, s. 110, 154). Bu
olarak tâyin etmiş ve daha dokuz yaşını geçmeden, Horasan idaresini
tafsilât, Selçuklular'dan beri bir çok müs-lüman Türk devletlerinde
ona vererek, Emîr Sevinç refaketinde, oraya yollamıştı. Ebû Sa'îd tahta
gördüğümüz atabeglik müessesesinin, Safevî-ler'de de bilhassa XVI.
çıkarken, bir elini emîrül-ümerâ Emir Çtfban, diğer elini de Emîr Sevinç
yüzyılda, aynı ehemmiyetle ve aynı şekilde devam ettiğini pek iyi
tutmuşlardı; şehzade tahta çılanca, devletin en büyük mevkii olan
göstermektedir. Sonraları muhtelif îran sülâlelerinde bu müessesenin
emîrü'l-ümerâ'hğı eski atabeğine vermek istemişse de, Emîr Sevinç,
mâhiyeti değişmekle beraber, lala unvanının son zamanlara kadar devam
büyük bir nüfuz ve kudret sahibi olan Emîr Çoban ile arasının
açılmaması için emîral-ümerâ'lann, vazifeleri icabı dâima hükümdarm ettiğini biliyoruz. İran'da son Türk sülâlesi olan Kaçarlar sarayında,
yanında bulunamayacağım bahane edip, bunu kabul etmemişti (Hondmîr, şehzade mürebbî ve muallimlerinin en büyüğüne „lala başı" deniliyordu
Habîbü's-Siyer, m, dfa I, 113). İmanlılardın, idâri teşkilat bakımından, ve XIX. yüzyıl meşhur îran müellifi Hidâyet de bu unvanı taşıyordu. Yine
âdeta devamı sayabileceğimiz Celâyirliler'de atabeg unvanının emîrül- bu devirde atabeg-i âzam unvanının kullanıldığını ve Nâsirü'd-Dîn Şâh'ın
umerâ'lara verildiğini görüyoruz. Sultan Üveys'in emîrü'Lümerâ'lığa baş vezirine bu unvanın verildiğini biliyoruz (J. de Morgan, Histoire du
(beylerbeyiliğe) tâyin ettiği Emîr Süleyman, bundan sonra Süleyman peuple armânien, Paris, 1919, s. 289). Hindistan'da kurulan Türk
Atabeg diye şöhret kazanmıştı (Ravzat al-safa', tab. » * , ^ Karak°yunlu devletlerinden bâzılarında atalık ve atabeg unvanlarına tesadüf ediliyorsa
aletinde de atabeglik müessesesi mevcuttu; msL Pır Budak'ın atabeği da, şimdilik bu hususta fazla bir şey söyleyemeyeceğiz. Yalnız, Gıyâsü'd-
Emîr Kara'yı biliyoruz (M. Defrfmery Dîn Tuğluk-Şâh'm kardeşinin oğlu ve halefi Sultan Fîrûz-Şâh'ın 759'da
£* H ÎT *Jhİ8t0Hen> P™> ™*> *• 248). Akkoyunlular devİ tinde de daha pek küçük olan şehzade Feth Han'a bir çok hâkimiyet alâmetleri
atabeglıgın mevcudiyetini Mükrimin HalU söylüyor verdiği sırada, atalık ve ata-begler de tâyin ettiğini biliyoruz (Târih-i
1Uıanhlar
SP,!^ Î^Paratorluğu'nun
Ferishta, nşr. J. Briggs, Bombay, 1831, fars. metin, I, s. 264). Atabeg
„Selçukî-Mogul ıdâre unsurlarının birleşmesinden" hâsıl okn Te
tâbirinin, sonradan, büyük ailelere mensup gençlerin vasî ve
mürebbîlerinden bahsedilirken de
156/îslâm ve Tüık Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/157

kullanılchğım, Menâkıb sahibi Eflâkî'nin Seyyld Burhân'dan bahseder- gibi tâbirler, sâdece edebi bir tâbir olup, hiç bir hukukî mâhiyeti hâiz
ken, onu Mevlânâ'nın atabeği unvanı üe zikretmesinden anlıyoruz (Cl. değildir. Atabeg unvanının son izlerini, bugün Anadolu'da hâlâ ,,Ata-
Huart trc I 64). begiye" adım taşıyan bâzı mimarî eserlerinde gördüğümüz gibi, az
Atabeglik müessesesi ve atabeg (lala) unvanı, Türk devletleri ile olmakla beraber, bâzı yer adlarında da buluyoruz» Bugün İsparta ve
sıkı münâsebetlerde bulunan ortaçağ Şark hıristiyan devletleri üaerin-de Malatya vilâyetlerinde Atabeg isimli iki kasaba mevcuttur (Köylerimiz,
de tesirsiz kalmamıştır. XII. yüzyılda iznik İmparatorluğumda gJfc- istanbul, 1933). Buna ilâve olarak, Hazar-ötesi Türkmenleri arasında
düğümüz ilk lala, galiba hıristiyan bir Türk idi ve beg unvanım taşı- Atabay (veya Atanan) adlı küçük bir kabîle bulunduğunu söyleyelim
yordu (ök. Fuad Köprülü, Orta-Zaman T&rk Hukukî Müesseseleri, B*l* (Melgunof, ayn. esr., s. 86, 97, 91, 92; Rıza Quoly Khan, Relation de
leten, nr. 5~$, s. 64, not 59; fou kitapta s. 28, not 9), Atabeg memuriyet Vambassade au Kharezm, nşr. Ch. Schefer, Paris 1879, s. 58, 181, 193
ve unvanım Gürcü Kıralhğı teşkilâtında da görüyoruz: M. J. Saint Martin v.d.). Bu kabîle isminin, Ebû'l-Gâzî'de adı geçen Atabay ile münâsebeti
bu müessesenin Gürcü kıralları tarafından, Selçuklu teşkilâtı taklit hakkında bir şey söylemek kaabil değildir (Şecere-i Türkî, Kazan 1825, s.
edilerek, kurulduğunu, bu makamda bulunanların galiba bütün dahilî 137).
işleri idare ettiklerini söyleyerek, Haproth'tan naklen, Ahal-çıh denilen,
yukarı Gürcistan'a, XIX. yüzyılda hâlâ Sa-Atabago, („atabeg mülkü") Atalık. Atalık kelimesinin, eski Türk aile hukukunda nasıl mühim bir
denildiğmî ve bu sahanın, galiba vaktiyle Gürcü atabegleri tarafından müesseseyi ifade ettiğini ve bunun yalnız Türkler'de değil, Türkler üe çok
doğrudan doğruya idare edildiği için, bu ismi aldığım ilâve ediyor; yine eski zamanlardan beri sıkı münâsebetlerde bulunan muhtelif Kafkas
aynı müellif (MĞmoires sur VArmenie, Paris, 1819, II, 164, 251, 298), kavimlerinde mevcudiyetini yukarıda söylemiştik. Bu kelime, siyâsî
muhtelif Ermeni ve Gürcü kaynaklarına dayanarak, „atabeg emîr-i teşkilât bakmandan da, atabeg ve lala tâbirleri gibi bir mânâ ifâde etmiş ve
sipahsâlâr" unvanım taşıyan Sadun (1273) adlı birinden ve daha bâzı ata]lık kelimesi tamâmiyle atabeg mürâdifi olarak kullanılmıştır. Bir az
atabeglerden bahsediyor. Bu hususta Joseph Karst daha sarih malûmat evvel, XIV. yüzyıllarda Hind Türkleri'nde bu tâbire tesadüf edildiğini
vermektedir. XIII. yüzyıla kadar başlıca dört büyük memur (vekil, gördüğümüz gibi, Timur sülâlesinden meşhur Sultan Hü-seyn-i
nazır) var iken, 1212'de kıraliçe Thamara, bunlara, beşinci olarak, bir de Baykâra'nın oğlu Bedî'ü'z-Zamân Mirzâ'nm, Emîr Şeyh 'AH To-gay adlı
atabeglik (atabeği) ilâve etmişti ki, askerî-idârî mâhiyette bir vazife atalığı olduğunu da biliyoruz (Molla 'Abd al-Bâkî Nahâvandî, Ma'âstr-i
olmakla beraber, askerî mâhiyeti daha fazla idi; bir teşrifat risalesine Rahimi, Bibi. Indica, Calcutta 1924, II, 2, s. 279). Yine aynı kaynağa göre,
göre, kıraldan sonra, sırası üe, kıraliçe, patrik, başvekil ve atabeg Hindistan'da Tarhan kabilesine mensup Tarhan emirleri (veya sultanları)
geliyordu (Code giorgien de Rol Vakhtang VI, CommentaİHt, livre I, arasında da bu an'ane, yine atalık ismi altında, mevcuttu (ayn. esr., s. 343).
Strasbourg, 1935, a. 211, v.d.). Bu vazife ve unvanın XVI. yüzyılda da Hind Timurluları'nm (yâni Babur sülâlesinin) meşhur emirlerinden —
devam ettiğini 1545*te Imerethie kiralı Bagrat m/m Wr fermanından türkçe şiirleri ile de tanınmış — Bayram Hân, hân-ı hânân (hanlar hanı)
öğreniyoruz (bk. J. Karst, Droit ecclesiastique carthvelien, Atehi-ves unvanı ile beraber, han baba unvanım da taşımakta idi ki, bu zâtm atabeg
d'histoire du droit oriental, I, Bruxelles — Paris, 1SÖ7, s. 378). XIII. yahut atalık olduğuna delâlet etmektedir. Atabegliğin Şeybânîler
yüzyılda Türk hukukî müesseselerinin komşu hıristiyan devletler üze- sülâlesinde de mevcut olduğunu Ebû'1-Gâzî* den öğreniyoruz (Şecere-i
rindeki bu tesirim, Büyük Selçuklu İmparatorluğuma ve bilhassa Moğul Tûrkî, s. 137).
tahakkümü devresine kadar, onun idare usûllerim, hemen hemen hiç Atalık unvanı, son asırlarda Orta Asya'daki küçük Türk hanlıklarında
farksız olarak, devam ettiren Anadolu Selçuklu devletine isnat etmek husûsî bir mânâ ve ehemmiyet almıştır. Umumiyetle bilindiği gibi, XVin.
lüzumu, kronoloji ve coğrafya bakımlanndan pek açıktır. Sâdece Klap-
asırdan beri Buhârâ'da asıl fi'lî hâkimiyet, Cengiz neslinden olan hanlarda,
roth'tan istifâde eden Rus Ansiklopedisi'nhı (n§r. Brokgauz-Efron) ata-
yâni asıl hükümdarlarda değil, atalık unvanını taşıyan beylerden, yâni
beg kelimesini Moğul istilâsından sonra Gürcüler tarafından kullanılmış
Özbek prenslerinden, birinin elinde bulunurdu. Mangıtlar'dan Atalık
gibi göstermesi yanlıştır.
Muhammed Rahim bir aralık han unvanını almışsa da, selefi tekrar bunu
İran ve Osmanlı müelliflerinin, hükümdarlar üzerinde müessir olan
bırakarak, bî (< bey) ve atalık unvanlarım kullanmış ve onun oğlu Mir
bazı nüfuzlu adamlardan bahsederken kullandıkları „atabeg-i saltanat"
Ma'sûm'dan başlayarak, Buhara hü-
158/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/lSö

kümdarları sâdece emîr unvanını taşımışlardır (bk. J«Wm Ansiklope- tekâmülünden hiç bahsetmeyerek, Quatremere ve Vullers'in not-
disi, Buhârâ mad.) Hârizm, yâni Hîve Hanlığımda atalık unvamnın larına işaret üe iktifa etmiştir. Gerek Dozy (Suppl. aux diction.
arabesJ'de ve gerek H. Derenbourg (Ousâma ibn Mounkıdh, 1.
XVm. - XIX. yüzyıllarda mevcut olduğunu görüyoruz; Cengiz netimden kısım, Paris 1889, s. 6, not 5)'da Cuatremere'in hulâsasından fazla bir
birini han üân ederde, oram nâmına hükümet süren Özbek beyleri atalık şey yoktur. G. DemomJ>ynes'in (La Syrie â l*epoque des
unvanından ziyâde, inak unvanını kullanmışlardı M, bu vaziyet 1804 te Mamelouks, Paris 1923, a. XXVII, 1X1 — LXII) Memlûkler'de
Kongrat kabilesinden Ütüzer'in kendini han üân etmesine kadar devam atabeg tâbiri hakkında verdiği malûmat da bir kaç satırdan ibaret bir
etmiştir (Rızâ Kuli Hlft, ayn. esr., XVI, 137; Mîr 'Abdül-Kerîm Buhâ- hulâsadır. Bunlardan başka Gibb (Damascus Chro-nicle, a, 23
rî, Orta Asya Tarihi, Bulak 1290, s. 83). XIX. asırda Buhârâ hanlarının v.d.J'de ve Encyclopedie de Fslam'ındaki atabeg maddesinde verilen
malûmat çok basittir. — 1. H. Uzunçarşılı (Osmanlı Devleti
atalık unvanım, bir rütbe gibi, verdiklerini de biliyorua (VP. Nalivkin, Teşkilâtına Medhal, İstanbul, 1941,) Büyük Sel-çuklular'da, Anadolu
Histoire du Khanat de Khökand, trc. Aug. Dozon, Paris 1889, s. 68). Selçuklularında, llhanlılar'da ve Memlûkler'de bu müessesenin
Yine bu asırda Kâşgar emîri Ya'kub Beg de, bilindiği gibi, «Atalık Gâzî" mâhiyeti hakkında, muhtelif kaynaklar, dan, oldukça zengin,
mıvam ile tanınmıştı. Cengiz istilâsından sonra, Orta Asya Türkleri nakillerde bulunmuştur (bilhassa 50, 66, 210, 375). — Atalık tâbiri
arasında hanlığın Cengiz nesline âit sayıldığı ve hattâ Timur gibi Jbir hakkında ise, en küçük bir nota -bile tesadüf edemedik. Bütün bu
saydığımız yazıların çok mahdut ve kısmi kalması ve bu
cihangirin toile han unvanım almağa cesaret etmeyerek, sâdece bey ve müessesenin hukukî menşe'i ve mâhiyeti ve muhtelif Türk
emîr lâkablarını kullandığı, hattâ bir zamanlar, yanında Cengiz nesline devletlerindeki tekâmülü hakkında terkibi bir fikir vermekten çok
mensup bir kukla hükümdar bulundurarak, kendisi onun vekili sıfatı ile uzak bulunduğundan, bu ilk terkip tecrübesinde bütün
hüküm'sürdüğü ve böylece meşruiyet esasına — tabiî, sâdece şeklen — kaynaklarımızı yerli yerinde göstermeği zaruri bulduk.
riâyet ettiği düşünülürse, Buhârâ ve Hîve'deki bu atalık ve ınaklık
müessesesinin, Türk âmme hukukunun ne gibi esaslarına dayandığı
daha iyi anlaşılır (kökleri, Macar âlimi A. Alföldi'nin son zamanlarda
ortaya attığı göçebe kavimlerde çifte hükümdarlık müessesesi ile de AYAN
alâkalı olan bu mesele hakkında tafsilât için bk. İslâm Ansiklopedisi,
Han ve Hazar maddeleri). ÂYÂN (A.; müfredi: 'ayn)t arapça ve farşça edebî ve târihî metinlerde,
her hangi bir şehir, bir zümre veya bir devrin „ileri gelenleri, belli
Bibliyografya: Gerek ata kelimesi, gerek atabeglik mües-
sesesi ve atabeg ıstılahı hakkında şimdiye kadar hiç bir ciddî »başlıları ve 'büyükleri" mânâsında olarak, dâima kullanılır. Yine aynı
tetkik yapılmamıştır. Ük defa M. Quatremere, Makrîzî'nia Ki- mânâda kullanılan vücûh, emâsil, eşraf, erkân, 'uzemâ ma*arif (mâruflar)
tâbü's-Sülûk tercümesinde, bu tâbirin bilhassa Mısır'da kullanılışı ve ekâbir kelimelerinin tamamiyle müteradifidir. Msl. 'Utbî'nin »Horasan
hakkında Mîrhond, Ebû'l-Mehâsin, Makrizî, Halîlii'z^Zâhirî ile P. âyâıu" tâbirini kullanırken (Barthold, Turkestan, DMNS, V, 282),
Martyr ve SaimVMartin'den istifâde ederek, küçük bir not kastettiği mânâ ile, bir şiirinde kendinin âyân neslinden olduğunu
yazmıştır (Histoire des sultans Mamlouks, Paris 1837, I, a 2
v.dL). Ondan sonra Hondmir tarihinin Selçuklular kısmım al- söyleyen Ruhî Velvâlicî'nin bu kelime ile anlatmak istediği mefhum
mancaya tercüme eden Vullers'de (s. 75, not), yine aym eserin aynıdır (<bk. 'Avfî, Lubâb al-albâb, nşr. G. Browne, II, 168). Yine
atabegler kısmım, onlara ait sikkelerin tavsifleri ile beraber, oradaki „Mâverâünnehr âyâmı" (ayn. esr., s. 208) yahut »Horasan
neşreden W. H. Morley'in eserinde, ve buna ait bir tenkit yazan fâzıllarının âyânı"veya „cihan âyânı** (I, 151, 159) gibi tâbirler de bunu
Defrâmery (Memoires d'histoire orientale, Paris 1854 116—
I26)'de Selçuklu devri atabeg sistemi hakkmda ehemini' yetsiz
teyit eder. İbnü'l-Kalânisî'de tesadüf edilen „^*yânü'r-ra'îye" veya
izahat vardır. - İbn al-Asîrln Târîh-i davlat al-atabekîva mulük al- »a'yânü'l-beled" gibi tâbirler (Zayi Târih Dimaşk, nşr. H. F. Amedroz,
Mavşil (Recueil des historiens des Croisades külliyatı)'^ neşir ve Leyden, 1908, s. 189, 193) de aym mânâda kullanılmıştır. Bu müellif,
tercüme eden de Slane, bu külliyatın İslâm tarihlerine âit birinci ordudan yahut ordunun yardımcı kuvveti olan Türkmenlerden
cüdinin bir haşiyesinde (Historiens orien taut, Paris, HT/2, I, (bahsederken, „âyân" tâbirini, emîrlerden ve mukaddemlerden sonra
7S7Î, Selçuklular-daki bu müessese hakim" da küçük bir not ilâve
etmiş, lâkin bu ıstılahın sonraki mânâ zikretmek suretiyle (ayn- esr., s. 213, 232), bunun mâhiyet ve
160/İslAm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/161

şümulünü daha iyi anlatıyor. Bu kelimenin eski Osmanlı metinlerinde II, 299 ve İÜ). Mas Latrie, adapides kelimesinin ramca bir ke-
de tamântfyle bu mânâda kullanıldığını görüyoruz. Müverrih Alî, JVa- limeden çıkmış olmasını, bir ihtimâl olarak, ileri sürmektedir.
sthatu's-Seîâtîn (muhtelif yazmaları vardır; bk. İslâm Ansiklopedisi, Âlî Bizans kahramanlık destanlarında atzypades veya atzoupades şe-
maddesi)'nde o devirde halk ile devlet teşkilâtı arasında peyda olan ve killerinde geçen kelime ile lâtin kaynaklarındaki adapides'in aynı şey,
maslahat-güzar yahut iş-eri temi ile anılan tufeyli zümreyi de „memâ-lik- yâni azab kelimesinin Yunan ve Lâtin metinlerinde zikredilen iki bozuk
i mahrusa ayanından" olarak gösteriyor ki, resmî dâirelerde iş takibi ile şekli, olduğu akla gelebilirse de, Henri Gregoire (L'Epopee byzantinei et
meşgul olan bu sınıfın, şehirlerde belli başlı bir zümre teşkil ettiği ses rapporis aees l'epopee turque et Vipopâe romane; Bulletin de la
düşünülürse, bunların da ayandan addedilmesi doğru sayılabilir. classe des letters et des sciences morale s et politiques de VAcadimie
Maamafih bu kelimenin, Osmanlı İmparatorluğumda, muayyen bir royale de Belgique, 1931, XVII, 436—493), yunancadaki bu kelimenin
mefhumu ifâde eden idarî bir ıstılah mâhiyeti alması, XVIII. yüzyılın X.-XI. yüzyıllarda tesadüf edilen atzypas, yâni hâcib (Bu kitaptaki Hâcib
ikinci XIX. yüzyılın ilk yarılarmdadır. maddesine bakınız) kelimesinden alındığını, hattâ Bizans destanındaki
açopar veya achopar kelimesinin de aynı şey olduğunu iddia etmektedir.

Görülüyor ki, târihî bir ıstılah olan azab kelimesinin menşe'i ve. ne
AZAB zamandan beri kullanıldığı meselesi, halledilmiş olmaktan uzaktır.
Şimdilik kat*î olarak bildiğimiz şey, bu kelimenin daha XIV. yüzyıl
AZAB. (A.), „bekâr, evli olmayan erkek veya kadın" mânâsına gelen kaynaklarında muhtelif şekillerde kullanılmış olmasıdır. Buna göre, azab
bu kelime ile, yine aynı kökten çıkıp, aynı mânâyı ifâde eden diğer kelimesinin, donanmada hizmet eden muayyen bir asker! sınıfın adı
kelimeler hakkında R. Dozy, şarkta ve garpta yazılmış başlıca Arap olarak, hiç olmazsa, XIII. hattâ XIV. yüzyıldan beri mevcut olduğu
kamuslarına dayanarak, izahat vermekte ve Niebuhr (XVm. yüzyıl)'un söylenebilir. Hakîkaten elimizdeki şark kaynaklan da, daha Osmanlı-
Arabistan seyahatnâmesi'nde bu kelimenin »şehirlerdeki yerli asker" lardan evvel, Aydın-oğullan beyliğinde azablann bulunduğunu gösteriyor.
tarzında izah edildiğini »öylemekted&r. E. Fagnan {Additûms aux Enverî'nin Düstûrn&me (nşr. Mükrimin Halil, İstanbul, 1925, metin, s. 29
dietionnafres mvbes, Paris 1923), buna ilâve olarak, Desûkî (IV, —27, 31—34)'sine göre, Umur Bey'in filosunda, başlarına çubuk börk
259)'ye ve Bianchi lügatine istinaden, Mısır'daki askeri kuvveti teşkil giyen azablar, yâni bir sınıf bahriye askeri, mevcuttu ki, bunlar deniz
eden 7 taifeden bîıifle bu adın verildiğini, bunların bilhassa şehir mu- kıyılarındaki köylüler arasmdan toplanırdı. Büyük bir ihtimâlle bu
hafazasında kullanıldığım ve evlenemeyeceklerini söyler. Kelimenin bu kelimenin, daha XIII. yüzyılda, deniz kuvvetlerine mâlik dan sahil
eserlerde zikredilen Külah mânâsı, Osmanlı hâkimiyeti devrine âit olup,
beyliklerinde ve Anadolu Selçuklularının filolarında, aynı mânâda
bu hususta bir az aşağıda izahat verilmiştir (ayrıca bk. Jean Deny!
kullanıldığı ve Aydın-oğulları'nın da bu an'aneyi devam ettirdikleri
Sommaire des Archive Turques du Caire, Kahire, M80, s. 23, 224; bu-
söylenebilir. XV. yüzyılda Akkoyunlu devletinde, hassa nökerleri ara-
rada, Kahire'deki Azablar kapısından da bahsedilir). Kelimenin »bekâr
sında azab ismini taşıyan bir sınıfın bulunduğu görülüyorsa da, bunların
erkek ve kadın" mânâsında farsçada da kullanıldığı BehârH 'Acem1 de
tasrih edilerek, Heratlı derviş Vâlih'İn bir beyiti misâl getirilmektedir. vazifeleri ve mâhiyetleri hakkında şimdilik malûmatımız yoktur (Celâl
Devvânî, 'Arz<nâme, türk. trc. için bk. MTM, V, 202). Akkoyun-lu'ların, bu
■ XIV. - XVI. yüzyıl Bizans, Lâtin ve İtalyan kroniklerinde adapi tâbiri, Osmanlılar'dan almış oldukları tahmin edilebilir; Os-manular'a
asapi, azapi, axapi kelimelerinin çok defa »korsan, deniz haydudu"' gelince, onlar bu hususta XH. ■? XIV. yüzyıllardaki sahil beyliklerinde
bâzan da - Osmanlılardan bahsedilirken yeniçeri kelimesi ile beraber esasen mevcut bir teşkilâtı taklit ve iktibas etmiş ve bunu sonradan
kullanıldığına göre - „bir sımf Osmanlı askeri" mânâsına kullanıldığı genişletmiş ve tanzim etmiş olmalıdırlar.
görülüyor <N. farga, La politique vinitienne dans les eaux de la Mer
Nötre; Bulletm tfe ta Section historique de VAcadimie roümafoe H
anırfe, nr. 2-*, Bucarest, 1914, s. 319; Mas Latrie, Histoire de Chypre,
162/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/163

AZAD fesi gören, yâni halka karşı hükümeti, hükümete karşı halkı temsil eden
bu sınıf, îslâm devrinde de devam etmiş, fakat sonraki tarihî metinlerde
ÂZÂD, veya AZADE (F.; cemi: âzâdân, âzâdegân), eski şekli âzâte daha ziyâde dehkan ismi altında zikrolunmuştur.
olup, îslâm devri fârisîsinde hür, serbest, esir olmayan mânâlarına
gelir; tarihî metinlerde ise, muayyen bir içtimaî sınıfı ifâde eder. İran'- Âzâd kelimesini, yalnız olarak, yahut târihî kaynaklarda veya eski iran
da daha Partlar devrinde mevcut olup, Sftsânîler'in ilk devirlerinde de romanlarındaki bir takım kahramanların isimlerinde olduğu gibi (msl.
devam eden içtimaî «bir taksime göre, âzâdân, yâni hür adamlar, cemi- Âzâdbaht, Âzâdserv, Âzâdçîhr, Âzâdmerd şekillerinde) ( mürekkep olarak
yetin mühim bâr tabakasını teşkil ediyordu. Şâpûr I.'a âit olan meşhur görüyoruz (Ethe-Geiger, Grund. d. İran. Phîhd., H, 145, 322 v.d.; Hamd
Hacıâbâd kitabesinde şehrdârân (küçük hükümdarlar, prensler), Allah Mustavfî, Nuzhat al-kulûb, GMS, s. 125: Haccâc zamanında Nesa
mspührân (büyük ailelerin reisleri ve belki de bütün feıtleri; Arap şehrinin âmili Âzâdmerd ismini taşıyordu; bk. bir de F. Justi, irem.
metinlerinde ehlü%büyûtât) ve vüzürgân (büyükler, ileri gelenler; Arap Namenbuch). Av ve mûsikîye iptilâsı ile meşhur olup, Hindistan'dan
metinlerinde eşraf, el-'uzemâ)''dan sonra âzâdân (hür kimseler, asil- çingene çalgıcı ve şarkıcıları getirten (F. Spiegel, Era-nisehe
zadeler) zikredilmektedir. Alterthumskunde, İÜ, 550, 833) Sâsânî hükümdarı Behram Gûr'un cariyesi
ve çalgıcısı Azâdvâr'm macerası meşhurdur (al-Sa*âlibî, His-toire des
Bu ıstılahın mâhiyeti ve şumûlü tamâmiyle kat'î bir surette tesbit rtris des Perses, trc. Zotenberg, Paris, 1900, s. 542 v.d.) İran'ın muhtelif
edilemiyor. A. Christensen, bu ıstılahın, iptida, İran'ı istilâ eden Arî sahalarında bu türlü yer adlarına da tesadüf ediliyor: Azerbaycan'da
ırktan fâtihlerin ailelerine verildiğini, lâkin sonradan bu fâtihlerden
pamuk ve şarabı'ile meşhur Azâd kasabası (Nüzhetü'l-Kulûb, s. 89),
mühim bir kısmının, türlü âmiller tesiri ile, bu asilzadelik sıfatım kay
Horasan'da, German yolu üzerinde, güzel ve mâmur Azâdvâr kasabası
bederek, diğer halk sınıflan arasına karıştığım, .bir kısmının da yük
(Hudûd al-'âlâm, trc. Minorsky, GMNS, s. 102), Sebzvâr civarında
sek aristokrasiyi teşkil eden vespuhrân sınıfına geçtiğini söylüyor. Her
mâmur bir köy olan Azâd Mencîr (Târîh-i Beyhakî, Tahran, 1317)'den
hâlde bu âzâdân veya âzâdegân tâbiriıuja köy asilzadelerine verildiği
başka, Mâzenderân ve Esterâbâd'da bu gibi isimler taşıyan yerlerin hâlâ
ve Sâsânî ordusunun en mühim kuvvetini teşkil eden süvari sınıfımn
bulunduğunu biliyoruz (bk. Rabineau, Mâzenderân ve Esterâbâd, GMS,
bu köy şövalyelerinden, teşekkül ettiği tahmin olunabilir. Sâsânller dev
rinin sonlarına doğru umûmîleşen ve îslâm fütuhatından eonra da de fihrist).
vam eden dihkan (dîhkan) tâbirinin ifâde ettiği köy ağalan da, her İran musikisinde âzâdvâr adh husûsî bir beste veya makam bulun-
hâlde, bu âzâdân sınıfına mensup idiler. iİâö duğunu Burhân-i fcltı'da görüyoruz. Acaba bu makam, yukarıda ismi
A. Christensen, bu ıstılahın îslâm fütuhatından sonra devamı hak- geçen coğrafî mevkilerden birine nisbetle mi bu adı almıştır, yoksa
kında, hiç Mr şey söylemiyorsa da, bu devre âit eski edebî ve târihî Behram'ın çalgıcı cariyesinin ismi ile mi alâkalıdır? Bunu tâyin için,
metinlerinde buna tesadüf edildiği görülmektedir; Firdevsî, âzâd, âzâ- elimizde hiç bir şey bulunmuyor. Yalnız Ali Şîr Nevâî'nin Irak Türk-
*fe, âzâdegî kelimeleri gibin âzâdân ve âzâdegân (bâzan âzâdegânân) menleri arasında yayılmış olduğunu söylediği âzâdvârî (bâzı yazmalara
ıstüahlanm da dâimi kullanır; ara sıra büzürgân (vüzürgân)'dan sonra göre, erzvârî; Hüseyin Kâzım lügatindeki büsbütün yanlış şekli ile
dzâdegân'ı zikretmesi, yukanda bahsettiğimiz içtimaî tasnifi pek fyi erzvâdî) ile Burhân-i Kâtı"daki bu ismin «mı şey olduğunu zannediyoruz
bildiğini göstermektedir. TârîhH Sîstân müellifi, 311 (923)'de emîr Sû [bk. İslâm Ansiklopedisi Aruz (tıirk) maddesi]. Bugün Türkiye'nin cenub-i
Cafer'e bi'at edildiğini anlatırken, ordunun Mevâlî (köleler) ser-hengân şarkî vilâyetlerindeki Türkmenler arasında kullanılan vuzva adh saz üe
(asü askerler) ve âzûdegân'ian mürekkep olduğunu söylemektedir ki, ta (bk. Ali Rıza, Türkmen Çalgıları), Nevâî'nin bahsettiği beste ismi
sonuncuların, Sâsânîler'm son devirlerinde olduğu gibi köy lerdeki arasında bir münâsebet varsa, o vakit bunun erzvârî şeklinde okunması
küçük asilzadeler olduğu tahmin olunabilir. Şâir Rûdekî' yine bu emîre daha doğur olur ve bunun âzâdvâr adlı beste ile münâsebeti olmadığı
takdim ettiği bir kasidede, onu mih-i âzâdegân diye tavsif et inektedir kî, anlaşılır.
bu kullanış tarzı, yukandan beri verdiğimiz izahatı teyit ediyor. Köylü
üe hükümet teşkilâtı arasında bir nevi mutavassıt vazi Edebiyat ıstılahı olarak, âzâd veya âzâde, başı ve sonu olmayan tek
mısraa veya beyite verilen isimdir. Kelime, tasavvuf ıstılahı olarak
164/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Isülahlar/165

da kullanılır; tasavvuf akideleri İran'da yayıldıktan sonra, dünya ile rul Bey Hemedan'a geldiği zamara, orada Baba Ca'fer ve Baba Tâhir adlx
alâkalarını kesmiş, yâni mânevi hürriyetlerini kazanmış olanlara da bu iki sûfiye tesadüf etmiş, bilhassa Baba Tâhir'in na-sihatlarını dinleyerek,
sıfatın verildiğini görüyoruz. Tasavvuf edebiyatında tesadüf edilen hayır duasını almıştı. Bu devirden başlayarak, iran'da ve daha sonra
âzâdân, âzâdegân'dan maksat, hakîkî sufîler ve dervişlerdir. Kelime bu Anadolu'da ve Rumeli'de, Baba lâkabmı taşıyan bir çok meczuplara,
mânâsı ile, bilhassa, XV, yüzyıldan sonra, bân îran ve Hind şâirleri şeyhlere ve sûfî şâirlere rastlanmaktadır : şâir ve sûfî Baba Efzal-i Kâşî,
tarafından da, mahlas olarak, kullanılmışta; msl. Gulâm *Ali Bil-grâmî Baba Kemâl Hocendî, Timur'un Andhod'da ziyaret ettiği Baba Süngü ve
daha ziyâde mahlası ile Azad Bilgrâmi diye tanınmış olduğu gibi, Baba lâkabım taşıyan halifeleri, yine bu asırda Sebzvâr'da Baba Şems-i
bugün Hind Millî Kongresi riyasetinde bulunan Ebû Kelâm Âzâd da bu Miskin, XV. yüzyılda Abîverd'de Baba Sevdâ'î, Baba, Hudaydâd, şâir
mahlasla tanınmaktadır. Baba Figânî, Baba Kûhî, Baba' Ni'me-tullah Nahçivânî v.s. gibi. Cemâl-i
Karşî, 1273*te ölüp, Cend'de medfun bulunan şeyh Kemâlü'd-Dîn
Bibliyograf ya ı Makale içinde gösterilenlerden başka bk. A.
Christensen, Liran sous les Sasanides (Copenhague, 1936), s. 05, 105
Hârizmî'ye, Türkmenler arasında, Şeyh Baba denildiğini söylüyor ki,
v.d. ayn. mil., l'Empire des sasanides (Copenhague 1907), s. 44, v.d.; bundan, baba tâbirinin Iran şarkındaki Türk memleketlerinde da yayılmış
Fritz Wolff, Glossar zu Firdosis Schahname (Berim, 1935); F. Justi, olduğu istidlal olunabilir. Türkler arasında çok yayılmış olan yesevîlik
Iranisches Namenbuch (Marburg, 1895); Târih-i Sıstân, neşr. Melikü'ş- tarîkatinin ve Ahmed Yesevi'nin tesiri ile, ata kelimesi ile müteradif
Su'arâ: Bahar (Tahran, 1314), s. 312, 319. olarak, baba ve — bunun kısaltılmış şeklinden başka bir şey olmayan —
bâb tâbirlerinin Türkler arasında çok yayılmış olduğu düşünülürse, bu
kendiliğinden anlaşılır. Her ne kadar Barthold, arapça kapı mânâsına olan
bâb kelimesinin Türkistan'da islâm dinini neşredenlere verUen bir unvan
BABA olduğunu iddia ederse de, bunu te'yid edecek hiç bir vesika yoktur. Baba
unvanlı sû-filere, iran'da, bilhassa XII. yüzyıldan başlayarak ve en fazla
BABA, Türk, Fars ve Berber dilerinde „ata" mânâsında kullanılan da cenubî Azerbaycan'da ve Tebriz'de rastlamaktayız. Baba Hasan
bir kelimedir ki, Rus ve Rumen dillerine de geçmiştir. Mecazî olarak,
Surh,âbî, Baba Ahmed, Baba 'Abidîn, Baba *Afîf, Baba Mezîd, Baba
hürmete lâyık yaşlı adamlara da baba diye hitap» olunur. Her hangi bîr
Ferec, Baba Çoban Merâğî, Baba Kuîi Erdebilî, Baba Tâlib Türk ve daha
zümrenin, bir teşekkülün başında bulunan kimseye de, yaşlı olmasa bi-
le, hürmet maksadı ile, baba denilir. Mağrib Türk gemicilerinin reisi bir çokları gibi. Ravzatu'lCennât müellifi, Mahmûd Şebusterî'nin Sa'âdat-
olan Orue,*eise, Baba Oruç ve esnaf teşkilâtının başında bulunanlara, nâ-me'sinde hürmetle zikredilen büyük şeyh Surhablı Baba Hasan (ölm.
Ahî Baba (galat olarak, Ahu Baba) denildiği gibi, gemicilerin kendi 610)'m yanında 72 baba bulunduğunu söyleyerek, isimlerini saymaktadır
kaptanlarına hâlâ baba diye hitap etmeleri de, bundan dolayıdır. Hîûd ki, bunlardan bir çoğunun Türk olduğu adlarından da anlaşılmaktadır.
hükümdarı Ekber Şah'ın vezîri meşhur Bayram Han'a Baba-Han lâ- Mevlânâ menâkibi müellifi Eflâkî Dede'nin XIH. yüzyılda Anadolu'da
kabının ve îran Kaçar hükümdarı Feth 'Ali Şâh'a da aynı unvanın ve- Selçuklular sarayında nüfuzundan bahsettiği Baba Merendî, isminden
rilmesi, hep bu sebeptendir. Şâhrûh devri emirlerinden Hasan Koçan, anlaşılacağı vecihle, bu Azerbaycan babalarına mensup olduğu gibi, bu
Emîr-Baba lâkabını taşıyordu; Rüstem Paşa'nın büyük hürmetine maz- aSrın sonunda ilhanlılar devrinde az çok siyâsî bir rol de oynayan meşhur
har olduğu için, XVI. yüzyılda istanbul'da bfiyük 'bir nüfuz kazanan Barak Baba da yine bu zümreye mensup olmalıdır. Maamafih
şeyh ffe müderris Filibeli Mahmud Efendi de, yine bu sebeple, Baba Azerbaycan'dan Anadolu'ya yayılan bu dervişler teşkilâtının en mühim
Kendi diye şöhret bulmuştu. Kelime sonradan doğrudan doğruya has siması, Gıyâsü'd-Dîn Keyhusrev II. zamanında „bâbâ-îler isyanı'r nâmı ile
îsim olarak da kullanılmıyor; Kıran hanları ailesinden Baba Giray mâruf olan büyük hareketi hazırlayan Baba Ishak (kendi tarafdarları
(doğrusu Gferey), XIX. yüzyıl Azerî şâirlerinden, $âkir mahlâsh Baba arasındaki lâkabı ile Baba Resûlu'llah)'tır (tafsilât için bk. tslâm
Beg gibi. Ansiklopedisi Bektaşiye mad.). Bunun müridi olan Hacı Bektaş'a nisbetle,
Baba kelimesine, tasavvuf külahı olarâfe, feç ülfflazsa Sfelcuk bektaşiye adım alan Türk tarîkatine mensup şeyhler de umumiyetle Baba
lular devrinden başlayarak, tarihî kaynaklarda tesadüf ediyoruz. İığ- lâkabım kullanmışlardır. Bir taraftan Horasan'daki
166/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/167

eski melâmetiye akidelerinin, diğer taraftan bâtiniük ve şi'ilik esas- di, Zafarnâme (Bibliotheca Indica, I, 310); Davlat-Şah, Tazkira (nşr. E.
lannın dinî Türk an'andsri ile ürtüâtından hâsıl olan kalenderîye, hay- Browo), s. 286, 421, 463; Havandı, Rahat al-şudur (GMS, s. 98 v.d.); Cl.
Huart, Les Saints des derviches tourneurs (Paris, 1922), I, 113 v.d.; Sa'îd
deriye tarîkatlerinde de şeyhlere ve dervişlere baba unvanının veril- Nefisi, Rubâ'iyât-i Baba Efzali- Kâşî (Tahran, 1311 h. ş.) s. 4; Tezkire-i
diğini görmekteyiz. Osmanlı devletinin ilk asrında gördüğümüz Geyikli Tâhir-i Nasrâbâdî (nşr. Vâhid Dest-gerdi, Tahran, 1317 s. 141, 210. v.d.
Baba gibi bir çok dervişler, buna bir delildir. Baba ıstılahının İran'da, 284; Muhammed Ali Terbiye*, Dânişmendân-i Âzarbâycân (Tahran, 1314),
XV. yüzyıldan sonra da, devam efeliğini gösteren bir çok vesikalar var- s. 58, 61; 'Ali Şir Nevâ'î, Nesâ'imü'l-Mehabbe (Nefehât-i Câmî'den tercüme;
dır: İsfahan'da Baba RüknüUDîn ve Baba Bayat adlı şeyhlerin yaşa- Paris Milli Kütüphanesi yazmaları arasında); Me'âsir-i Rahimî, İÜ, s. 1250,
1202; Lâmi'î, Nefehât-i Cami Tercümesi (İstanbul, 1289), s. 480 v.d.; 'Atâ\
dığım, XVI. — XVH. yüzyıllarda Şiraz'da Baba Receb-i Meczûb, Baba
Târih, I, 302; Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, I, 540 v.d.; W.
Asli-i Demâvendî, Baba Sultân Kalender-i Kumî ve Baba Tftlib-i îsfa- Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Derlser (İstanbul, 1927), s. 171;
hânî gibi, sûfî şâirlerin ve meczupların bulunduğunu biliyoruz. XVII. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında tik Mutasavvıflar (İstanbul, 1010), s. 108;
yüzyılda İran'ın bir çok yerlerinde tesadüf edilen ve Hayderî-hâne adı G. Demombynes, La Syrie & l'Epoque des Mamelouks (Paris, 1923), s. IH;
verilen hayderî tekkelerinin şeyhlerine, bektâşîlerde olduğu gibi, baba J. Deny, Sarı Saltıq et le nom de la ville de Baba daghı (Melanges offerts a
unvanı veriliyordu, gâh 'Âbbâs I. İsfahan'da Çehâr-bağ'daki hayderî M. Emile Picot, Paris, 1013, II, 1—15).
tekkesinin şeyhliğine Baba Sultan Kalender'i tâyin etmiş, sonra da sı-
rası ile Baba Haydar, oğlu Baba Safî ve diğer oğlu baba Razî bu ma-
kama geçmişlerdir; Kazvin'deki Hayderî-hâne'nin şeyhi de yine baba
lâkabını taşıyordu. BAC

Baba kelimesine, idâri ıstılah olarak, Mısır-Suriye Memlûk Sultan- BÂC, farsça bâj kelimesinin, îslâm hâkimiyeti devrinde, Arap te-
hğı'nda ve Osmanlı İmparatorluğumda tesadüf ediyoruz. Kalkaşandî, lâffuzuna uydurulmuş şeklidir (Es-Seyyîd Eddî Şîr, Kitâbu'l-Elfâzi'l-Fâ-
Taşt-hâne'nin âmiri olan mehterlere, hürmet maksadı ile, baba unvanı- risiyyei'l-Mu'arrebe, Beyrut 1908). §ehnâme'de ekseriyetle foâj ve bâzan
nın verildiğini, sonradan XIV. asırda bu tâbirin umumiyetle Taşt-hâne da bâc şeklinde geçtiği gibi çok defa bâj-ü sâv şeklinde, yâni sâv kelimesi
memurlarına teşmil edildiğini söylüyor. Osmanlı sarayında da harem ile müterafik olarak da kullanılır ;■ yine orada geçen bâj-i rûm, şarkî
dâiresinin 40 kapucusuna bu unvanın verildiğini ve bunların âmirlerine Roma hükümdarlarının mağlûbiyet devirlerinde îranlılar'a verdikleri vergi
„Ağa babası" denildiğini biliyoruz. Sarayda bir de Ağa Baba ocağı vardı ve tazminat mânâsındadır (Fritz Volff, Glossar m Fit-dosis Schahname,
ki, bunların koğuşu orta kapı altında bulunur ve saraya lâzım olan Berlin, 1935). Gazneliler devri şâirlerinden Behrâmî de kelimeyi bâj
hamalları kefil alarak kayıd ve terbiye ederlerdi. şeklinde kullanmaktadır. Esedî (Lugât4 FUTS, nşr. P. Hora, Berlin, 1894)
Tasavvuf ıstılahı olmak üzere, baba kelimesinin Türkler arasında lügatinde bu kelime sâdece «haraç» ile izah edilmiştir. 'Abdü'l-Kaadir
böyle eskiden beri yayılmasının neticesi. olarak, Türk sahalarında ya- Bağdadî (Abdulqadiri Bagdadensîs lexicon §ah~ nâmlanum, nşr.
şıyan yer adlarına da tesadüf ediliyor. Msl. Baba Dağı kasabası, ismini, Salemann, Petersburg, 1895) kelimeye «gümrük, uşur ve haraç»
orada mezarı olan Sarı Saltık Baba'dan almıştır. Hîve'den Krasno- mânâlarım vermekte ve Şeh-nâme'ûe tesadüf edilen bâj-bân, bâjhâh ve
vodsk'a giden yol üzerinde Zengî Baba kasabası, sonra Trakya'da Baba bâjdâr kelimelerini, «bac isteyen, gümrükçü» ve bâjgâh kelimesini de
Nakkaş köyü, Babaeski kasabası, ayrıca Baba-dağı, Baba-bumu gibi «gümrük alman yer» olarak izah etmektedir. BurhânH Kâtı* tercümesinde
isimler, vaktiyle buralarda yerleşmiş olan Türk dervişlerinin hâtırasını «uşurf, haraç, gümrük» mânâları ile beraber, metbûun tâbi
saklamaktadır. hükümdarlardan aldığı para ve hediyeye de bu isim verildiği tasrih
Bibliyografya: Mütercim Asım, Burhan-i Katı* Tercümesi-Barbier edilmektedir ki, esasen harâc kelimesi de bu mânâyj ifâde etmektedir.
de Maynard, Suppl.. I, 251; Dozy, Suppl. aux Dictionnaires arabes, I, 47;
Kari Lokotsch, Etymologisches Wörterbuch der europaischen Wörter X. asırdan XIV. asra kadar daha ziyâde bâj şeklinde kullanılan bu
orintaliscnen UrspruTigs (Heidelberg 1927)-Justi, îranisches Namenbuch kelime, -sonraları bâc olarak kullanılmış (msl. XV. asır şâirlerinden Ba-
(Marburg, 1895); Şerefü'd-Din YwJ
168/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/169

ba Figânî'de; bk. Emin Ahmed Râzî, Heftlktkm, I, 387, Bibi Indica, Bâc kelimesine ilhanlılar devri tarihçisi Reşîdü'd-Dîn (Tdrtft-4 *»»-
Calcutta, 1939) ve türkçeye de bu şekilde geçmiştir ki, Osmanhlar'ın bârak-i Gâzâni, ırçr. Karl'Jahn, GMNS, London 1940, s. 280 v.d.)'io
Balkanlar'a yerleşmesinden sonra Bulgarlar ve Sırplar da bu kelimeyi eserinde de tesadüf ediyoruz: Gâzân devrinde, büyük kervan yollarının
iktibas etmişler ve aynı mânâda kullanmışlardır (Kari Lokotsch, Ety- emniyetini korumak için alman tedbirlerden bahsedildiği sırada, muayyen
molog. Wörterbuch, Hei^elberg 1927). Kelime Ermenicede de aynı şe- yerlerde muayyen bir tarifeye göre, yolculardan bâc alındığı kaydedilmek
kilde ve aynı mânâda mevcuttur (Horn, Grundriss der Neupersischen sureti ile, kelime, „vergi, resim" mânâsında kullanılmıştır. Yine aynı
Etymologie, Strassburg, 1893, s. 34). Türkçe metinlerde bâc kelimesinin, müellif, Gâzân'ın ziraat işlerini ıslah için koyduğu esaslardan bahsederken,
tıpkı farsçada olduğu gibi, aynı mânâlarda kullanıldığını ve umumiyetle l/a nisbetinde alınan bir vergi hakkında da bâc tâbirini kullanıyor (s. 348).
mutlak surette «vergi» mefhumunu ifâde ettiğini görüyoruz» Gazneliler'- Bundan bir asır sonra müverrih Şerefü'd-Dfeı - Yezdî, bâc kelimesini, sâvt
den ve Selçuklulardan başlayarak, bir çok Türk devletlerinin îran sa- harâc ve cizye kelimeleri ile birlikte, yâni müphem ve umûmî olarak
hasında kurulması ve Selçuklu idare teşküâtının Sâmânî-Gaznevî an'a- „vergi, resim" mânâsında kullanmaktadır (Zafer-nâme, Bibi. Indica,
nelerine dayanması, Türkler arasında bâc kelimesinin, mâlî bir ıstılah Calcutta, 1888, II, 378). Yine bu asır sonunda tarihçi Hondmîr (Dustûr
olarak, eskiden beri kullanılmasına sebep olmuştur. Osmanlı fütuhatı %Vüzerâ't nşr- Sa'kl Nefîsî, Tahran 1317, k§- s. 463), tacirlerden alman
neticesinde bu kelimenin Balkan slavlaraın dillerine geçmesi XIV. asır- tamga, zekât ve haraç gibi vergiler ile beraber, bdc'ı da zikretmekte ise de,
da Osmanlı mâliyesinin umumiyetle «vergi» mânâsında bu ıstılahı kul- bunun mâhiyeti hakkında fazla bîr şey söylemediğinden, burada da
landığını açıkça göstermektedir. Anadolu'da, gerek Selçuklular'ın ve muayyen bir vergi mânâsında bir ıstılah olarak değil, umûmî bir kelime
gerek Ühanlılar'ın hâkimiyeti esnasında, resmî dilin farsça olduğu düşü- olarak kullanıldığı görülüyor, tik Safevl tarihçilerinden Hüseyn Rumlu oa
nülürse, bunun sebebi kolayca anlaşılır. Elimizdeki târihî metinlerden, Herat civarındaki bâzı kabilelerin üerat hâkimlerine eskiden beri bâc
kelimenin, mâlî ıstılah olarak, husûsî bir mânâ ifâde etmediği ve umûmî verdiklerini söylemek sureti ile, kelimeyi umumiyetle „vergi" mânâsında
surette «vergi» mânâsına geldiği anlaşılmakla beraber, muhtelif cins kullanmaktadır (Ahsan al-tavârih, I, nşr. C.N., Şeddon, Baroda, 1931, s.
vergilerden bahsedilirken, bunlara bâc denildiği de göze çarpmaktadır. 337). Bâc kelimesinin mânâsını tesbite yaramak bakımından, hukukî
Msl. şâir Nâsir Husrev, meşhur Sejer-nâme (nşr. Ch. Scnefer, Paris, s. metinler, şüphesiz diğer târihî metinlerden daha mühimdir; flbu hususta
lfl)*sinde, Halep şehrini tavsif ederken, «bu şehrin Şam, Rûm, Diyarbekir
elimize geçebilen en eski kanun-nâmeler, nihayet, XV. yüzyıla çıkabiliyor
Mısır ye Irak şehirleri arasında bir bâcgâh olduğunu ve bu memleketler-
ki, Akkoyunlular'a âit olan bu hükümlerin de asıl nüshaları bize kadar
den Ur çok tacir ve bezirganların buraya geldiğini» söyleyerek kelimeyi
gelmemiş ve ancak, daha sonraki Osmanlı kanunları içinde muhafaza
«gumruk» mânâsında kullanılıyor. Nasîrü'd-Dîn Tûsî ise, sfcyâsî ve "mâlî
edilebilmiştir. Eskiden Akkoyunlular'a tâbi olup, bu sülâlenin inkırazından
düşüncelerinii hâvî olarak, İlhanlı hükümdarı Abaka'ya takdim ettiği bir
sonra Safevî devletinin eline geçen ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu
rısâ esinde (Jerefeddin Yaltkaya, Hhanîler Devri İdarî Teşkilâtına Dâir
Unireddın TM nm Bir Eseri, Türk Hukuk ve İktisat Tarîki Mecm U 13; tarafından zaptedilen şarkî Anadolu vilâyetlerine âit Osmanlı mâliye
M. Mınovı ve V, Minorsky, Nasîral-Dîn Tûsî on Firıance BSOS X V kanunlarında, Uzun Hasan devrindeki bir takım mâlî hükümlerin, ya
tam. 1941, s. 763) kelimeyi umûmî olarak, «vergi, mânâs'ında küllim aynen yahut bâzı küçük tâdiller ile muhafaza edildiği açıkça
mistir; bir az müphem olan bu cümledeki bâc kelimesini S Yaltkava söylenmektedir. Ortaçağ Türk ve îslâm devletlerinin hukukî bünyeleri
«gumruk, diye tercüme etmişse de, gümrük resmi çok eski zLanlaSan hakkındaki bilgilerimiz, bunların umumiyetle eski idarî ve mâlî an'ane-
ben alma gelen bir vergi olduğundan, bunun büyük hükümdarlaST£ ayıp lere çok bağlı olduklarını ve onları hemen ayniyle devam ettirdiklerini
teşkil etmeyeceği muhakkaktır; buna göre Nasîr^Tn^ kat'î olarak anlatır. Her yeni siyâsî teşekkülün, eski içtimaî ve iktisadî
nizâmı bozmamak hususundaki bu siyâseti, ortaçağ devletlerinin, hemen
ilhanlılar sahasındaki kervan yollarında ve göller Ü7PT-L veç üe
f » umumiyetle askerî bir asalet sınıfına (tabiî veya sun'ı ka-bîle
9
asayişin muhafazası mukabilinde alınan v^mZ^^r^/ teşekküllerine yahut kölelerden mürekkep bir hassa kuvvetine ve yahut
rahdârî (yol muhafazası resmi) olmalıdır ve ûZ^^T '*1" her ikisine birden) dayanan, bir üst teşekkülden ibaret olmasından ve sivil'
mütalâası doğrudur. minorsky nın bu husustaki
idarenin, bir bürokrasi asaleti şeklinde, muhtelif sülâleler
İ70/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/171

devrinde devam etmesinden üeri gelmektedir. îşte Osmanlı devleti ta- tetkiki ve birbiri ile karşılaştırılması bize şunları anlatıyor: bâc kelimesi,
rafından, ya aynen yahut küçük tâdiller ile, devam ettirilen Akkoyun-lu umumiyetle „vergi4* mânâsında kullanılıyor; bâc-i tamga tâbirinde
kanunlarında bâc tâbirine sık sık tesadüf ediliyor, fik defa bu ka- olduğu gibi ki, t,tamga vergisi" demektir. Tamga'mn mânâsı da
nunlardan (bahseden İsmail Hakkı Uzunçarşık (Osmanh DevleH Teşki- tamâmiyle sarih olup, şehirde alınıp satılan her nevi mallardan, dokunan
lâtına Medhâl, îstanbul, 1941, s. 213, 276, 302), bunlarda tesadüf edilen, kumaşlardan ve kesilen hayvanlardan alman verginin adıdır; buna
bacı tamga ve Mc-t büsürg gibi tâbirleri izaha çalışmıştır. Ferheng-i ekseriya ,,kara tamga" (tamga-i siyah) dahi deniliyor. Transit olarak
Şu'ûrî ve Şeref-nâme'ye dayanarak, tamga'ma hayvanlara vurulduğunu memleketten geçen yahut memlekette kalmak üzere gelen mallardan
ve bâc'm kara gümrüklerine mahsus bir vergi (resim) olduğunu söp- alınan gümrük resminin adı bâc-i büzürg („büyük bdc")'tür; bu ikinci
lemekte ve bacı Mzürg'ün tâbi hükümdar ve beylerden alınan vergi ile kısım mallar, pazarda satılırken, ayrıca damga resmine (bâc-i tamga) de
transit olarak geçen ticâret mallarından ve köyden şehre getirilen tâbidir. Ergani kanununda emlâk alım satımında dahi tamga alındığı
eşyadan alman iki nevi Verginin adı olduğunu kaydederek, bâcdâr tâ- tasrih edilmektedir ki, tamga kelimesi burada umumiyetle bâc mânâsında
birini de «Onardılar devrinde, yolların emniyetini tenim mukabilinde, kullanılmıştır. Görülüyor ki, bâc kelimesi, bu kanım* nâmelerde,
kervanlardan para alan yol muhafızı" tarzında izah etmektedir. Hâlbuki umumiyetle, »vergi ve resim" mânâsım ifâde etmekte olup, husûsî bir
bâcdâr, „yol muhafızı" demek olmayıp, tlhanlılar'da ve sonra ıstılah değildir.
Celâyirliler'de „yol emniyetini temin mukabilinde, muayyen yerlerde
merkezî idare tarafından tesbit edilen muayyen tarif şye göre, para alan Bâc kelimesinin edebi Osmanlı metinlerindeki kullanılış tarzı da bu
vergi tahsildarı" demektir. Yol muhafızlarına ise, tutkavul (fars-ça mütalâayı kuvvetlendirmektedir; msl. Hoca Sa'dü'd-Dîn (Tâcû't-Tevârîh, I,
râhdâr) denilir ki, tamâmiyle ayrıdır; bunların tahsisatı merkezî idare 214) XIV. yüzyıldat „Diyâr-ı Rûm'da bâc ve haracın", İran'daki gibi, ağır
tarafından temin edilip, merkezdeki büyük bir askerî âmirin emri olmadığını kaydederken, kelimeyi mutlak olarak „vergi" mânâsında
altındadırlar. Ancak merkezî idarenin zayıf olduğu devirlerde, yollar kullandığı gibi, şâir bir çok Osmanlı şâirleri de bu kelimeyi, ekseriyetle,
üzerinde bir takım zorbalar türeyerek, kendilerine bu sıfatı verirler ve harâc ile müteradif olarak, bâc ü harâc şeklinde ve yine umûmî mânâda
kervanlardan, kendi keyiflerine göre, para alırlardı ki, bu suretle hem kullanmışlardır. Maamafih bâzı târihî metinlerde ve bilhassa ilk kanun-
râhdârhk hem bâcdârlik sıfatlarını şahıslarında toplarlardı (bk. İslâm nâmelerde kelimenin, ıstılah olarak, kullanıldığını görmekteyiz. Âşık
Ansiklopedisi Tutkavul mad.). Yollarda alman bu kaçların muayyen bir Paşazade (Târîh, s. 19; nşr. F. Giese, s. 2J) Osman Gâzt devrinde,
tarifesi olduğunu, İlhanlılar devrinde şark ticâreti hakkında mühim Karacahisar pazarına getirilip satılan eşyanın her yükünden iki akçe bâc
malûmat veren İtalyan kaynaklarından da öğreniyoruz (bk. G. J. alındığını kaydederek, bunun şehirlere mahsus bir nevî belediye vergisi
Bratianu, Recherches sur le Commerce* genois dans la Mer Noire au mâhiyetinde olduğunu anlatıyor ki( tlhanlılar'da ve onların mâlî an'anelerini
XIII* steele, Paris, 1929, s. 184,189). devam ettiren muhtelif devletlerde gördüğümüz tamga adlı vergi de bundan
başka bir şey değildir. Fatih Ka-nun-nâmesi'nde bâc kelimesinin
İsmail Hakkı Uzunçarşıh tarafından bâc-i tamga ve bâc-i büzûrg
umumiyetle „vergi, resim" mânâsından başka, ayrıca ,.şehirlere mahsus bir
ıstılahları hakkında verilen izahatın çok müphem ve karışık olması bu
alım satım vergisi" mânâsında kullanıldığını görüyoruz : arsa, ev, dükkân,
hususta, kanun-nâmelerden ziyâde, lügat kitaplarına istinad edildiğini
değirmen gibi mülklerden bâc alınmayıp, bunun pazarlarda ve çarşılarda
açıkça göstermektedir. Hâlbuki Ömer Lûtfi Barkan (Osmanlı Devrinde
satılan mallardan alındığım ve köylerde ise, her ne satılırsa satılsın, bâc
Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Bey'e Ait Kanunlar Tarih
alınmadığını tasrih "eden bu kanun-nâmede, her cins eşyadan — ve İslâm
Vesikaları, I, sayı 2, s. 91 - 106; sayı 3. s. 184-197)'m. neşrettiği, Ak-
koyunlular devrine Üfc, bir takım kanun metinleri sayesinde, bu hususta hukukuna göre, ı menkul mal hükmünde olan — esir satışından alınacak
daha sarih ve daha doğru bir fikir edinmek kaabildir. İlhanlılar devri bâclar ayrı ayrı tâyin edilmiş ve bunun bâzan yalnız bir taraftan ve bâzan da
idare an'anelerinin tesiri alfanda yasa adı verilen bu kanunlar Dl- alıcı ve satıcıdan ayrıca alınacağı tasrih olunmuştur 1 Bu kanun-nâmede köy-
ya*bekir, Mardin, Ergani, Urfa, Erzincan, Harput, Çermik ve Arapkir lerden veya şâir Osmanlı şehirlerinden getirilecek eşyadan başka, yar bancı
sahalarına ve umumiyetle Uzun Hasan devrine aittir. İşte bu metinlerin memleketlerden (msl. Frenk'ten) ve Dobrovenedik (Dubrovnik =
172/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/173

Raguzayten getirilecek eşyadan abnacak bâc mikdarı, umumiyetle % 20 BAHADIR


olarak, tesbit edilmekle beraber, bunun o memleketler îte yapılan mu-
kaveleler hükümlerine göre olacağını anlatan bir fıkra var ise de, metin BAHADIR (BAHÂDUR), Moğulcada da «kahraman, cengâver ve
biraz şüpheli ve bozuk olduğundan, fcat'î bir şey söylemek kaabil olmuyor yiğit» mânalarına gelen bagatur —„ yahut Moğullar'tn Gizli Tarihi (§ 120)
(bk. F. Kraelitz, Kanunnâme Sultan Mehmeds des Eroberers, MOG, 'indeki şekli ile baatur (Kovalevskiy, II, 1058) — kelimesinin farsçaya ve
Viyana, 1921, I, 26, 3fr v.d.). Maamafih bunun, eşya huduttan içe-ri ordu diline geçmiş şeklidir. Kalmuklar bu kelimeyi batr seklinde telâffuz
girerken alman gümrük resmi olmadığı söylenebilir; çünkü yine Fâtih ederler; Oyratlar'da da bu kelimenin cem'i olan batut adım taşıyan bir
devrine âit bir takım resmi vesikalarda „gümrükM tâbirinin mevcut kabile hâlâ mevcuttur (Ramstedt, KalmücMsches WÖrterbuch, Helsinki,
olduğu ve gümrük resmine „tbâc" denilmediği görülüyor (bk. ayn. mlL, 1935). Bugünkü muhtelif Türk lehçelerinde batur, hatır, matur (Çağatay,
Osmanische Urkunden in türkischer Sprache, Viyana, 1922, nr. 2, 4). Kırgız, Kazak, Kazan ve Başkırt lehçelerinde), pattır (çuvaş-cada), pettir,
Buna göre, gümrük resmi verilip Osmanlı memleketine giren malların mettir, (altaycada) şekillerinde ve Yenisey Ostyakları'nda baha şeklinde
herhangi bir şehre götürülüp satıldığı zaman, ayrıca bâc resmine tâbi tesadüf olunan bu kelime, macarcada da baior şeklinde mevcuttur
olduğu tahmin olunabilir. (Gomboez Zoltan, HonfogldldselötU Torak Jovinyszavaink, Budapest,
1908, s. 12). Bu kelime, Anadolu türkçesinde «yiğit» mânâsında ve
Bâc kelimesi, Süleyman Kanun-nâmesi'nde de tıpkı XV. asırda bahadır şeklinde kullanılır.
olduğu gibi, aynı mânâda kullanılmış ve hattâ bâc a âit bâzı maddeler,
aynen Fâtih Kanun-nâmesi'nden alınmıştır (krş. Kanun-nâme-i AlH Bagatur kelimesine, has isim, daha doğrusu unvan olarak, daha Tu-
'Osman, TOEM, ilâve İstanbul, 1329, s, 21 v.dd.; krş. Fâtih Kanun-nâ- feüeler zamanında tesadüf oftmmaktadır. Çin kaymaklarında Mo-hotu
mesi, s. 30 v.d.). Maamafih Süleyman Kanun-nâmesi {s. 23 v.dd., 26 şeklinde kaydedilen bu unvanı taşıyan bâzı şimal! Tu-kiie hükümdarla-
vJL)'nde bu hususta daha başka hükümler de mevcuttur. Her hâlde rından birinin de «Bagatur tuânm unvanım taşıdığını ve garp Türk hü-
kelimenin bu iki kanun-nâmedeki kullanılış şekline göre, hem muayyen kümdarlarını bildiğimiz gibi, Taşkent hakanlarına da «bagatur yabgu»
bir şehir vergisi (intisap rüsumu), hem de umûmî surette vergi, resim denildiğini aym kaynaklardan öğreniyoruz (E. Chavannes, Documents
mânâsım ifâde ettiği açıkça görülmektedir: bâc-i bâzâr, bâc-i agnâm ve sur les Tou-kiue occidentaux, Petersburg, 1903, bk. fihrist; ayn. mil.,
bâc-i tamga gibi, mürekkep tâbirlerde, kelimenin bu umûmî mânâsı ile Notes additionnelles sur Tou-kiue (Turcs) occidenttmz, T'oung Pao, 2.
kullanıldığı pek sarihtir. Bâc kelimesi, şarkî Türkistan'daki Türkler ser., V, 1904, s. 18, 32, 62.). P. Pelliot, moğulca ba'atur, bâiur kelimele-
arasında da hâlâ, umûmî olarak, vergi ve resim mânâsında kullanılır rinin Türider'e A var lar'dan geldiği fikrindedir (JA, CCXVII, 55). A.
(krş. F. Grenard, Le Turkestan et le Tibet, Paris, 1898, s. 263, 265). Steîn'ın Tun-Huang'dan getirdiği Orhun alfabesi île yazılmış bir parçada
da, has isim olarak, bu kelimeye tesadüf edilmektedir (V. Thomsen, Or.
Bibliyograf ya ı Bâc kelimesi hakkında şimdiye kadar hiç bir M. A. Stein's mss. in Turktâı çRunic» sctipt Jrom Mirrm and Tun-Huang,
tetkik yapılmadığı için, kaynaklarımızı makale içinde göstermeği
zaruri bulduk; yalnız Osman Nuri (Mecelle-i Umûr-i Bele-diyei JRAS., 451. kânun II. »I2f IV, 12; ayrıca. T'oung Pao, XV, 1914, s. 450
istanbul, 1922, I, 364.370), intisap rüsumundan bahsederken. Aşık v.d.). Maamafih daha evvelki zamanlarda da bu unvanın kullanıldığı
Paşa-zade, Neşri ve Süleyman Kanun-nâmesi ile, asrını tesbit tahmin olunabilir.
etmediği diğer Wr kanun-nâmeden bu resimlere âit parçalan nakil
ile iktifa etmiştir. Bagatur kelimesine, has isim veya unvan olarak, Proto-Bulgarlar'da
(yâni Tuna Türk Bulgarları'nda) dahi tesadüf edilmektedir: 927'de bu
Bulgarlar'ın reisi olan Alobogatur'un, ismini J. Marquart (Osteuropâi-
sche und Ostasiatische Streifzüge, Leipgiz, 1903, s. 150), pek doğru ola-
rak, «Alp Bagatur» şeklinde izah etmişti, islâv hukuk tarihçilerinin tet-
kiklerine göre, Bulgar hanlarının maiyetlerinde bagatur, yâni kahraman,
unvanını taşıyan bir asîl sınıf mevcuttu M, bilhassa hudutlarda mühim
askerî vazifeler görürler ve ara-sıra hükümdarın yanına gelir-
174/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/175

lerdi (Karel Kadlec, Introâuction d Vitude comparative de Vhistotr* du Bahâdur; Moğullar'm Şimşat'ı kendisine iktâ ettikleri Şemsü'd-Dîn Ba-
droit public des peuples slaves, Paris, 1933, s. 66). Bu kelime, cenub-i hâdur ve Bahâdur b. HüsâmFd-Dîn Biçeri gibi (Şerafeddin Yaltkaya,
şarki Avrupa bozkırlarında asırlarca hâkim olan Türk-Moğul unsurla- Bay-bars TarM Tercümesi, İstanbul 1941, s. 156, 158). Memlûkler dev-
rının tesiri altında; Rus" destanlarına da bogatır şeklinde geçmiştir ki, letinde, Moğul kültürünün kuvvetli tesirleri neticesi olarak, Memlûk
bunlar, umûmî karakterleri itibariyle, Türic destan ve hikâyelerinin emirleri arasında da Bahadır işim veya unvanmı taşıyanlara çok tesadüf
kahramanlarını — yâni baitr ve alp'lsn — hatırlatırlar. Bâzı Rus âlim- olunuyor (bu hususta bk. Memlûkler devrine ait basılmış tarihî kay-
leri bu kelimenin sanskritee «saadet ve talih sahibi» mânâsına gelen nakların endeksleri; msl. en-Nücûmü'z-Zâhire).
baghadhara'dan çıktuğnı iddia etmişlerse de, hiç bir tarihi delile dayan-
mayan bu iddia kıymet kazanamamış, hattâ bâzı âlimler bu kelimenin Bilhassa Cengiz çocukları tarafından kurulan veya onların ananelerini
Moğul istilâsından sonra meydana çıktığını ve iptida Moğul reisleri hak- devam ettiren devletlerde, askerî şeflere mahsus bir unvan olarak,
kında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir ki, bu takdirde kelimenin ancak bahadır unvanı büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Mu'izzü'l-Ensâb'-dâ,
XIII. — XIV. asırlarda rusçaya geçmiş olması icabeder. Leh dilindeki her hükümdar devrine mensup devlet ricalinden bahsedilirken, ayrıca
böhottr kelimesi ise, rusçadan alınmıştır (Kari Lokotsch, Etymologisches bahadırlar da zikredilmektedir. Clavijo, Barbaro, Josaphat, Han-way gibi
Worterbuch9 Heidelberg, 1927, 15). Milâdî VII. asırdan beri Gök-Türk- avrupalı seyyablar da bu bahadırlardan bahsetmiş, hattâ Clavijo «şarap
ler'de, Proto-Bulgarlar'da, VEH. asırda Taşkend Türk hükümdarlarında meclisinde en fazla içenlere bahadır denildiğini» tasrih eylemektedir.
ve XII. asırdan beri Moğullar'da mevcudiyetini gördüğümüz İm keli Ekbernâme'de de «bahadırlar» adım taşıyan bir zümreden
menin Türkler arasında uzun zamandan beri kullanılan yüksek bir un bahsolunmaktadır (M. Quatremere, Ristoire des Mongols de la Per-se,
van olduğu anlaşılıyorsa da, iştikak bakımından, mâhiyeti hakkında he Paris, 1836, s. 307 v.d.), İran'da XIX. asır ortasında hıristiyanlardan teşkil
nüz kat'î bir şey söylenemez. Ancak, yine aynı devirlerde Türkler ara edilen bir askerî kıt'aya bahâdur ân adı verildiğini biliyoruz; 1884' te de
sında tesadüf ettiğimiz bağa unvanı ile (bk. E. Chavannes, ayn esr.) İran askerî kuvvetleri arasında bu ismi taşıyan piyade kıt'aları mevcut idi
bunun arasında bir münâsebet olduğu (baga+atnr) tahmin olunabilir (Muhammed Hasan Han, Matla'ü'ş-Şems, 2. kısım., s. 25). Hindistan'da,
daha XV. asırda mevcud olmakla beraber, bilhassa XVI. asırda
Bagatur kelimesinin, daha doğrusu, bunun f arsçaya geçmiş olan ba- Baburlular devletinin kuruluşundan sonra çok yayılmış olan bahâdur
hâdur şeklinin orta ve garbî Asya islâm ve Türk memleketlerinde ya- unvanı, İngiliz istilâsından üjnra da devam etmiştir. Yine Hindistan'da,
yılması, Cengiz istilâsından sonra, yâni Xm. asırda olmuştur: ZÜL— bahâdur lâkabını, mahlas olarak, kullanan şâirlere de tesadüf ediliyor
XIV. asır tarihi ve edebî farsça metinlerinde «kahraman, yiğit» mânâ ('Abd al-Bâyî Nahâvandî, Ma'sûri-i Rahîrriî, Bibi. Indica, Cal-cutta 1931,
larında olarak bahâdur ve «kahramanlık» mânâsında bahâdurî kelime m, 1378).
lerine dâima tesadüf olunur (msl. Vassâf, Reşîdü'd-Dîn v.s.). Yuan- Bahâdur lâkabının, XIV. asırdan başlayarak, Türk hükümdarlarının
Çao Bi-şi, yâni Moğullar'm Gizli Tarihi'ne göre, Cengiz Han'ın maiye resmî unvanları arasında yer alması, İlhanlı hükümdarı Ebû Sa'îd ile
tinde, bahadır unvanım taşıyan en seçme kahramanlardan mürekkep başlar: bir takım Moğul emirlerinin çıkardıkları büyük bîr isyanı bas-
1000 kişilik bir -kuvveti vardı. Harplerde büyük yararlıklar gösteren
tırdığı sırada şahsan harbe iştirak ederek, büyük kahramanlıklar gösterdiği
kahramanlara verilen bu unvanın, doğrudan doğruya hükümdar tara
için (h. 718), bu unvanı almış ve bundan sonra bütün fermanlarda v.s.
fından verildiğini de biliyoruz: Abaka Han, Barak Han ile yaptığı harp
resmî vesikalarda resmî unvanı «es-Sultânü'l-Adil Ebû Sa'îd Bahâdur
te ve Gılân seferinde kendisine çok büyük yardımda bulunan Lûristan
Hân» tarzında yazılmağa başlanmıştır (Hafız Ebru, Zeyl-i Câmi'ü't-
atabeği Yusuf Şah (h. «2-688)'a bahâdur unvanı vermişti. îşte bundan
Tevârth-i Reşîdî, nşr. Bayanî, Tahran 1317, s. 103; Ratozat al-safâ', V,
dolayı, Cengiz ailesinin kurdukları muhtelif imparatorluklarda bahâdur
199; Yahyâ-i Kazvînî, Lubbü't-Tevârîh, Tahran 1314, s. 147). Bundan
unvanmı taşıyan şahsiyetlere tesadüf olunduğu gibi (Cüveynî, Vassâf
Reşîdüd-Dîn tarihleri gibi kaynaklarda), yfeıe o devirlerde, Ağaçeriler sonra, bu unvanın, Celâyirliler, Timurlular, Karakoyunlu-lar,
ve Biçeri» gibi, Türk kabilelerine mensup bâzı reislerin de bu unvanı Akkoyunlular, Safevîler, Hindistan'daki Timurlular (Baburlular), yine
aldıkları görülüyor (msİ. îbn Bîbî de ve Ebû'l-Ferec'de adı geçen 'Alî Hindistan'daki muhtelif Türk sülâleleri, Hârizm ile Mâverâünnehr-de ve
şarkî Türkistan'da hükümet süren şâir Türk hükümdarları tara-
176/îsIâm v» Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/177

fından Sanıldığını görüyor**. Bütün bu sülâlelere iıt tarihi kaynaklarda, hut halkın hürmeti ve muhabbeti arasında ihtiyarlayarak hayâtını ta-
bunlara mensup hükümdarlar tarafından yazıta resm vesikalarda ve mamlaması ile biter (fazla tafsilât için bk. İslâm Anksiklopedisi Kır-
kitabelerde, başka hükümdarların onlara gönderdikleri nâmelerde gızistan maddesinin Kırgız edebiyatı kısmı).
bahâdur unvanının kullanıldığı dâima görülfl*. Osmanlı M-kümdarlamın
resmî lâkapları arasında bu unvana hiç tesadüf edilmemektedir; yalnız, Bibliyografya t Bahadur fbagatur) kelimesi hakkında, şimdi ye
Orhan Gâzî'nin Bursa'daki bir kitabesinde bahâdur-ı zaman tâbirine kadar hiç bir ciddî tetkik yapılmamışlar. İptida Ouatremöre, yukarıda
tesadüf edilmekte ise de (Beüete*. «yi «, s. 280. Ot-manlı titülâtüründe adı geçen eserinde, bu hususta kısaca malûmat vermiş ve F. Hirth,
Sinologische Beîtraege zur Geschichte der Türkvölker, I (Bull. de
bu unvanın aiç bulunmadığı düşünülürse, bunun sâdece edebî Wr ifâdeden l'Acad. imp. des Sciences du St. Petersb., 1900, XIII, nr. 2, s. 248—
ibaret olduğu kolayca anlaşılır; maamafih bunda, İlhanlılar devri 261) adlı tetkiklerinde, bu unvan hakkında etraflıca izahata girişmiş
ananelerinin garbî Anadolu'daki te'sirini görmek, • hiç de yanlış değildir. ise de, bunlardan sonra da Cl. Huart Encyclo-p6die de [İslam'daki
Ancak, Xm. —XV. asırlarda, şahıs ismi olarak, bu kelimeye Anadolu Bahâdur maddesinde, Ouatremere ve Hirth'ın tetkiklerinden habersiz
Türkleri arasında da tçsâdüf edildiğini biliyoruz (Evliya Çelebî, Seyahat- kalarak pek sathî malûmat vermiştir. Bundan dolayı, istifâde
ettiğimiz bütün kaynaklan makale içinde göstermeği zarurî bulduk.
nâme, H, 267; ismail Hakkı Uzunçarşilı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Yalnız, bu unvanı resmi titülatür-İerinde kullanan muhtelif sülâleler
Medhâl, İstanbul, 1941, s. 172). ve hükümdarlar hakkındaki başlıca kaynakları göstermek makaleyi
çok uzatacağı için, bundan vaz geçmek mecburiyetinde kaldık.
Battr unvanı Kazak-Kırgızlarda son zamanlara kadar devam etmiş
ve Baranta (bk. İslâm AnsifclopedisyTarda kahramanlık gösteren yiğit-
lere bu lâkap verilmiştir. Kazak-Kırgız halk edebiyatının en zengin, en
güzel ve en orijinal mahsûlleri, batır destanlarıdır: Çora Batır, Kublan-dı BAYRAK
Batır v.s. Bir çok batır menkıbelerinde bu bozkır kahramanlarının
umûmî ve müşterek seciyeleri kuvvetle canlandırılmıştır. Alp, er, cigit BAYRAK, Dîvânü Lâgâti't-Türk (I, 387, 14) 'te batrak şeklinde yazılan
(yiğit) gibi unvanlar da alan bu batırlar ite, eski Oğuz rivayetlerinde alp bu kelime „savaşlarda kullanılan ve ucuna bir ipek parçası takılan mızrak"
ve çapar (bk. bu kitaptaki «Eski Türk Unvanlarına Ait Notlar* başlıklı tarzında izah olunmaktadır ki, bunun ferdî mücâdelelerde şöhret kazanmış
makale) diye anılan Oğuz kahramanlarının psikolojileri arasında çok kahramanlara (alp, bahadur) mahsus bir alâmet olduğu anlaşılıyor. Yine
büyük bir benzerlik göze çarpar: battrtn başlıca işi, düşmanlar üe cenk aynı eserdeki (m, 138, 9) bir manzumede kelime bayrak şeklinde
etmek, çapuüar yapmak, hayvan sürülerini sürüp götürmek, kadın ve kullanılmakta ve Oğuzlar arasında bu suretle telâffuz edildiği
kızları esir etmek, kabile örflerinin kendisini mecbur ettiği intikam ha- kaydolunmaktadır. Yine bu eserde (I, 388, 4), erkek adı olarak, bir
reketlerini yapmaktır; batar, bâzan da, güzel kızlar arayan bir aşk mâ- badruk -kelimesi de zikredilir ki, bunun da aynı kelimenin değişik
ceracısıdır. Bunlar yalnız bir kadın ile iktifa etmedikleri fcin, maceraları şeklinden başka bir şey olmadığı meydandadır; nitekim eski Uygur
da o nisbette çoğalır. Batar, fena ve zâlim bir adam, bir haydut metinlerinde „bayrak" mânâsına badruk kelimesine tesadüf edilmesi de,
değil-«fir; A. de Levchine (Descriptûm des hordes et des steppes des bunu açıkça göstermektedir (Müller-Gabain, Vigurica, IV, 8, 39; 20,
Kirghiz-Kazaks, Paris, W40, s. 350, 382)'in bu husustaki menfî 237). Kelimenin daha İslâmiyet'ten evvelki devirlere ait olan bu telâffuz
düşüncelerine rağmen, bu mevzuda tetkiklerde bulunan Rus âlimleri bu
şekilleri, bâzı lehçelerde daha sonra da devam etmiş ve Oğuzlar arasında
hususiyeti tebarüz ettirmişlerdir. Bir arslangibi döğüşen, aranıra
ise, dâima bayrak ve bayrak şekilleri kullanılmıştır. Selçuklular ve
düşmanlarına karşı hiyleler yapmaktan da çekinmeyen, takımlar
Hârizmşahlar devirlerinde yetişen îran şâirleri tarafından kelimenin bu
kullanan batım başlıca arkadaşı aödır. Husûsî bir isim taşıyan bu at da
son iki şekilde — ve daha ziyâd» bayrak şeklinde — kullanılması (insi.
bir kahramandır* bata, onsuz Uç tür şey yapamaz. Onun üe müşavere
'Avfî, Lubabü'l-Elbâb, I, 242; II, 260; Kamâl İsfahan!, Dîaân, s. 18),
eder, konuşur; tehlikeleri evvelden hissedip kahramanı îkaz eden hep
odur- baran sihirbazlar bularak, ölen batın bu vâsıta üe dirilten yine Selçuklu devrine âit farşça tarihlerde de bu kelimeye yine aynı şekilde
odur Bu destanlar, batınn, karısının veya gelininin ihaneti yüzünden tesadüf edilmesi (msl. Ravendi, Râhatu's-Sudûr,
ölmesi üe ya-
178/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Irtılahlar/17d

s. 288), kelimenin farsçayaoğuzlar vâsıtası Üe, yâni büyük Selçuklu Anaiklopedisl'ndeki bu maddeye bk.)'in yine türkçe bir mürâdifidir. Yi
İmparatorluğu devrinde, geçtiğini anlatmaktadır. Arapçayş. ve kürtçe- ne Dıvânü Lûgâtt't-Türk'te atların boynuna kıymetli taşlardan yahut ars-
ye de geçen bayrak kelimesi (al-Sayyid Addl Şlr, Kitâb al-atfâ* al- lan tırnağı veya muska gibi sihrî tesiri hâiz şeylerden mürekkep, bo
jârisîya al-mu'arraba, Beyrut, 1908, a. 32), Balkarüar'da Osmanlı hâki- yunluklar asıldığı ve buna da munçuk denildiği zikredilir (I, 395, 9; II,
miyeti esnasında bulgarcaya bayrak, sırpçaya baryak ve rumenceye 98, 8). Farsçaya daha Gazneliler devrinde muncük şeklinde geçen bu
bayrak (bairac) şekillerinde girmiştir. (Kari Lokotsch, Efymologischts kelime de, Iran şâirleri tarafından, bayrak ve perçem mürâdifi olarak
Wört*rbueh der europaischen Wörter orientalischen Ursprungs, Heidel- kullanıldığı gibi, Moğollar arasında da yine bayrak mânâsım ifâde
berg,1927, s. 16). eder; bu kelime Türkler arasında çok eski zamanlardan beri şahıs adı
Bad- kökünden gelen ve d > y değişmesi neticesinde, bayrak seklini olarak da kullanılmıştır. Yine bayrak, sancak mürâdifi olarak tuğ ke
alan bu kelimenin, semantik bakımından, sancak (tslâm An&iklo- limesinin de yaban öküzü veya at kuyruğundan yapılan alâmetlere ad
pedisi'ndeki bu maddeye bakınız.) kelimesi ile olan benzerliği pek olduğunu ve Moğulların XII. — XIII. yüzyıllardan başlayarak, çahş ke
açıktır. Anlaşılıyor ki, eski TtirMer'de bayrak, batırılacak, saplanacak limesini de, bunun mürâdifi olarak, kullandıklarını üâve edersek, bu
bir silâhın (msl. mızrak ve süngü gibi) adıdır ki, savaşlarda bunun hususta daha açık bir fikir edinebiliriz. Dîvânü Lûgâti't-Türk'te, „kûs
ucuna onu kullanan kahramanın veya mensup olduğu kabilenin alâmeti ve tabel" -mânâsına geldiği tasrih edilen tuğ'un bugünkü bayrak mânâ
konuluyordu ve Mahmûd Kâşgarî devrinde (XI. yüzyıl) bu alâmet sında kullanılması ve büyük hanların kumaştan yapılmış 9 tuğları ol
Oğuzlar arasında kırmızı ipek kumaştan yapılıyordu. Yine bu devirde duğunun tasrih edilmesi, bunu anlattığı gibi (İH, 92), İbn Mühennâ
Karahanhlar sülâlesine mensup Türk hükümdarlarının bayrakları, al lügatinde de tug kelimesinin arapça 'alem, yâra bayrak mukabili ola
denilen turuncu ipekten idi ve onun hizmetinde bulunan yakm adam- rak gösterilmesi de, bunu te'yit etmektedir. Başkırtlar'ın hâlâ bugün
larının atlarının eğerleri bu kumaş ile örtülüyordu (I, 77,5). Bu al (açık bile tuğ kelimesini bizdeki bayrak mânâsında kullanmaları da bunun
kırmızı) ipek kumaşa ayrıca tamik adı verildiği Ve bunun bayrak ucuna bir bakiyesidir. Sonraki Türk devletlerinde, msl. îlhanhlar'da, Osmanlı
konulması âdetinin harplere mahsus olduğu (3H, 270, T) yine aynı împaratorluğu'nda ve Safevîler'de çahş =, tef? ile bayrak = sancak'm
kaynaktan anlaşılıyor. İbn Mühennâ lügatinde süngü ve urgu kelime- birbirinden tamâmiyle ayrılmış olması, yukarıki mütalâayı asla kuv
lerinin bayrak mürâdifi olarak kullanılması, yukarıki izahatı te'yit et- vetten düşüremez. Hükümdarın veya devletin hukukî senbolü olarak, en
mektedir. Arapçada süngü ve mızrak mânâsına gelen mitrad ve tarrâ- eski devirlerde bu hayvan kılından yapılmış tuğların kullanıldığı ve ku
da kelimelerinin de, eski kaynaklarda, bugünkü mânâsı ile bayrak ma- maştan yapılmış bayrakların ondan çok sonra böyle bir hukukî mâ
kamında kullanılması (msl. TârîhH Beyhakî ve Tdrîh-i Sîstân), seman- hiyet almış olduğu pek sarihtir (İslâm Ansifclopedisi'ndeki Tuğ madde
tik bakımından, aynı mâhiyette bir vâkı'adır. Türk kahramanlarının, sine bkz.). iyisi
daha eski devirlerde, yaban öküzünün, daha sonra atların kuyruğundan Bütün bu izahlardan çıkarılabilecek neticeler şunlardır : bayrak,
ve nihayet ipekten yapılmış bir alâmeti silâhlarının ucuna taktıkları, tanınmış cengâverlerin savaşlarda taşıdıkları mızrağın adıdır ki, ucuna,
muhtelif kaynaklardan anlaşılmaktadır ki, Mahmûd Kâşgarî'ye göre, yak denilen yaban öküzü veya at kıllarından, yahut ipekli kumaştan
buna Oğuzlar perçem ve diğer Türkler de beçkem derlerdi; «on şeklinde yapılmış bir alâmet takılır; semantik bakımından, sancak kelimesi de
şahıs adı olarak da kullanılan bu kelimenin farsçaya, yine Oğuzlar bundan farksızdır; perçem^ kutas, muncuk, çahş ve tuğ kelimeleri de, az-
vâsıtası ile, geçtiği, Acem şâir ve naşirlerin bunu perçem şeklinde — ve çok farklar ile, aynı mefhumu ifâde eder; bunlardan bâzılarının husûsî bir
hemen dâima »bayrak" mânâsım ifâde eden kelimeler ile beraber yahut mânâ almaları, daha sonraki devirlerdedir. Kırgızlar tuğ kelimesinden
onlarla müteradif olarak — kullanmalarından anlaşılıyor. Arapça ve başka, kumaştan yapılmış bayrak mânâsına yalav kelimesini de
farsça metinlerde, bunun arapça mürâdifi olan turra kelimesi de kullanırlar. îptidâ alplara ve bahadırlara (İslâm Ansiklope-disi'ndeki bu
kullanılır. maddeye bkz.) mahsus olan bu alâmet, pek tabiî olarak, bunların başı olan
Eski Türk kahramanlarının, atlarının boyunlarına da bu alameti hükümdarlarda da bulunur ve nihayet, devlet mefhumu ve devlet teşkilâtı
taktıklarını ve buna kutas denildiğini biliyoruz U, Ibu da perçem (tslâm kuvvetlendikçe, hükümdrlarm şahsî alâmetleri, devletin hâiz olduğu
yüksek hâkimiyetin bir senbolü mâhiyetini
180/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/181

ahr; en sonra da, millî irâdenin tecellîsinden doğan yeni devlet teşek- Daha sonra muhtelif Türk devletleri ile daimî münâsebetlerde bulunan
küllerinde, yalnız devlet hâkimiyetinin değil, millî varlığın da remzi, Sâsânî ve Şarkî Roma İmparatorluklarında da türlü türlü bayrakların
timsâli olur. İslâmiyet'ten önceki ve sonraki muhtelif Türk devletleri mevcudiyeti ve bunların hukukî bir senbol ve askerî bir alâmet gibi
zamanında, Uzak Şark ve Yakın Sark müslüman medeniyetleri çevrele- kullanıldıkları malûmdur. Kumaştan veya mâdenden yapılan bu alâmetler
rindeki sür devletler ile müşterek olarak „çetr, asâ, tac, kemer, mühür* üzerinde muhtelif şekiller bulunuyordu. Eski İran'da daha Arşakiyân
tamga, Urâz, reng (şahsî arma), tabi (veya tabJhâne, yâni askerî muztka) (Arsasid) devrine âit sikkelerde, İran'ın millî bayrağı olan direfş-i
v,s. gibi, bir takım maddî hâkimiyet senbolleri arasında hususî bir kâviyânVnin resimlerine tesadüf olunduğu gibi (Ed. Dronin, Observa&ion
ehemmiyeti hâiz olan bayrak (sanca/cj'ın yalnız hükümdarın alâmeti sur le$ monnaies â Ugendes en pehleviet pehlevi-arabe, Paris, 1886, s. 19),
olarak kullanılmadığım, kabile reislerine, devletin büyük memurlarına, Sâsânîler devrinde de, gerek direfş-i kâviyânî ve gerek şâir İran bayrakları
askerî şeflere, orduyu teşkil eden muhtelif zümrelere, harp gemüerine, hakkında oldukça etraflı malûmata zâhip bulunuyoruz; direfş (yâni
esnaf ' cemiyetleri ve tarîkatler gibi içtimaî ve dinî teşekküllere mahsus bayrak) adı verilen Jher askerî kıta'nın ayrı bayrakları olduğu gibi,
ayrı ayrı bayraklar bulunduğu da malûmdur. Şimdi İslâmiyet'ten evvelki hükümdarın, büyük kumandanların ve kahramanların da bayrakları vardı;
ve sonraki Türk kabilelerinde ve devlet teşekküllerinde mevcut Sâsânî ordusu hücuma kalkacağı zaman, ateş renginde (kırmızı) bir
bayraklar hakkında tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimiz malûmatı, bayrak çekiliyordu. Bu bayrakların renk ve şekilleri, üzerlerindeki
kronolojik bir surette, hulâsaya çalışırken, muhtelif zümre ve motifler ve şâir teferruat hakkında, Firdevsî ve Esedî gibi, daha sonraki
teşekküllere mahsus bayraklar hakkında da malûmat vereceğiz. asırlarda yazar şâir ve müelliflerin şehâ-detlerinden başka, bâzı muasır
1. tslâmiuet'ten evvel. Daha İslâmiyet'in zuhurundan evvel mevcut şehâdetler ve arkeolojik vesikalar da vardır (A. Christensen, Viran sous
olan muhtelif Türk devletlerinde, tuğ veya bayrak gibi, hukukî senbot Us Sassanides, Copenhague, 1936, s. 80, 205 v.dd., 496 vA). Şarkî
terin mevcut olduğunu tarihî kaynaklardan öğreniyoruz. Türkler^, Roma'da da bayrağın büyük bir ehemmiyeti olduğu ve askerî kıt'aların
henüz atlı göçebe hayâta sürerlerken» teşkil ettikleri siyâsî heyetlerde husûsî bayraklar taşıdıkları malûmdur, tmparator Hferacîius'un 628'de
buna dâhü muhtelif kabilelerin ve kabile reislerinin husûsî alâmetlere, Destgerd'de ele geçirdiği ganimetler arasında, eski harplerde tranblar'ın
damga {islâm Ansifetopedisi'ndeki bu maddeye bk.JTara sahip oldukları eline geçip, zafer hâtırası olarak, saklanmış 300 Roma bayrağı da vardı.
vebukafbîleler ittihadının başında bulunan hükümdarın, bu hâkimiyeti îşte Sâsânî ve Bizans bayrakları hakkında verdiğimiz bu kısa izahat,
temsil eden muhtelif hukukî senboller arasında tuğ (bayraklara mâlik umumiyetle İslâm ve Türk bayrakları hakkında yapılacak mukayeseli
bulunduğu pdk tabiîdir. Esasen Türkler üe çok sıkı siyâsî ve medenî mü tetkikler için, bunların büyük ehemmiyeti olmasından dolayıdır. Bütün bu
nâsebetlerde bulunan eski Çin devletlerinde de, gerek, yak kuyruğun izahlardan sonra, Uzak Şark ve Yalan Şark medeniyetleri ile rabıtalarım
dan yapılmış tuğlam, gerek İpekli kumaştan yapılmış muhtelif renkte dâima muhafaza etmiş olan Türkler'in kurdukları devletlerde de tuğ ve
bayrakların kullanıldığım pek iyi biliyoruz; imparatorun binmesine mah bayrak gibi alâmetlerin mevcut olmamasına imkân verilemez. Hun
sus arabanın sol tarafına asılan tuğ (cince tu), hükümdarlık alâmeüe- (Hiung-Nu) İmparatorluğumda tuğ ve bayrak bulunduğu malûm olmakla
rındendi (L. Wieger, Teztes historiques, 1929, I, 324); milâtta 110 yıl beraber, bu hususta sarih ve etraflı malûmat yoktur. Bunlarda, daha eski
evvel taral Wu*mm büyük bir 'beyaz bayrağı olduğu gibi Tcheu sülâ bir kültür bakiyesi olan tuğun, hâkimiyet timsâli olarak, daha çok mühim
leşinin hazînesinde, eski bir zafer hâtırası olarak, rerikr^nk yahut bir olduğu, lâkin, Çinlilerce olduğu gibi, ipekten bayraklar da kullanıldığı
renk ipekten yapılmış bayraklar muhafaza ediliyordu. AskerîValara tahmin olunabilir. Yalnız, Garp Hunları'nın büyük hükümdarı Attila'nın,
mahsus bayraklar, dinî merasimde ve bilhassa matem âyinlerinde kul üzerinde başı taçlı bir tuğrul (bk. İslâm Anstklopedisiyvaı, yâni Türkler
landan bayraklar vardı. Bâzı bayrakların üstünde ejderha (dragon) tas arasındaki efsânevî bir kuşun, resmi bulunan bir bayrağı bulunduğu, eski
virleri de btıhmuyordu. TcheuTerin beyaz renkli büyük bl bayrak bir hıristiyan kaynağında zikredilir. Tu-kiie'ler devrine âit Çîn
vardıJMarcel Granet, Danses et ligendes de la Chine anti^n^
akynaklannda, bu devir bayrakları hakkında epeyce malûmata tesadüf
rıs, ı«7«o). '
olunuyor: Tu-kiie hükümdarları Çin İmparatorluğunun yüksek
hâkimiyetini kabul ettikleri zamanlarda, kendilerine, şâir bâzı alâmet-
182/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/183

ter ve Hediyeler üe birlikte, davul ve bayrak gönderiliyordu ki, bu bizce de oldukça kuvvetli görünüyor; bu fikrin doğruluğu tahakkuk
bayrağın üstünde altından yapılmış bir kurt başı taürâıyordu;' bunların ederse, Peçeneklerin muhtelif renklerde bayraklar kullandıkları da an-
Çinliler üe aralan bozulduğu zaman, Tu-kitt hanının Çto hükümdarına laşılacaktır. Nagy-szent-Miklos'ta bulunup, Avrupa'ya gelmiş Türk züm-
isyan çıkaranlara kurt başlı bayrak gönderdiği de malûmdur. TÛr* giş relerinden birine — Proto-Bulgarlar'a veya Peçenekler'e — âit olduğu
kabileleri arasında bayrakdarlar bulunduğu ve bunların başındaki tahmin edilen eserlerden birinde bir prensin elinde bulunan bir bayrak
büyük askerî kumandana „büyük bayrakdar" adı verildiği de yine aynı şekli, Osmanlı devrindeki yeniçeri bayraklarına benzemektedir ki, bu da,
kaynaklardan anlaşılmaktadır. Çin seyyahı Hiuen-Tsang, TuJdîe eski bir Türk bayrağının şeklini göstermekten başka, umumiyetle bayrak
hükümdarı Şehu Kagan'ın — adetâ askerî bir manevra mâhiyetinde istimalinin bütün bu kabileler arasında eskiden beri yayılmış olduğunu
olan — bir av eğlencesinde, askerî bayraklar taşıdığını görmüştü. Tu- anlatmak bakımından mühimdir, ilk islâm coğrafyacılarından İbn Rusta,
kiie'lerde ayrıca bir „bayrak kültü" bulunduğu anlaşılmakla beraber, bu ne renkte olduğunu söylemeksizin, Hazarların bayrakları olduğundan
hususta fazla bir şey bilinmiyor; yalnız bayraklar üstüne konulan kurt bahsettiği gibi, Ebû Dulef de Dokuz-Oğuzlar'ın siyah bayrakları olduğunu
(bk. İslâm Ansiklopedisi')'un, bunlann efsânevî ceddi olduğu söyler. XII. — XTTT. yüzyıllarda Kıpçak kabilelerinin bayrakları
düşünülürse, dinî mâhiyeti daha iyi anlaşılır. Bu eski „kurt kültü'" nün bulunduğunu Moğol devri islâm müverrihleri kaydederlerse de, bunlann
isleri, Türfeler arasında uzun müddet devam etmiştir. Firdevsî'nin, iki ne renkte olduğunu söylemezler; hâlbuki daha evvelce garba doğru
defa, .»Turanlılar'ım kurt başlı bayrağı'"ndan bahsetmesi (bk. Şâh~ ilerleyerek, Ruslar ite bir çok harplerde bulunan bir kısım Kıpçak-
nâme, nşr. J. Mohl, IV, 382, 482), Çin kaynaklarım te'yit etmektedir. Kumanlar'ın kırmızı ve beyaz bayrakları olduğu, meşhur Igor
Yine Çin kaynaklan, Kırgızlar'in bayrakları olduğunu ve bunların desiam'ndan anlaşılmaktadır. XIII. yüzyıl başlarında Macaristan'a iltica
kırmızı renge hürmet ettiklerini söylemek suretiyle, bu bayrakların kırmızı eden bir kısım Kumanlar'm ,,mâvî zemin üzerinde arslan, yıldız ve ay
renkte olduğunu imâ etmektedirler. Hâlbuki Arap seyyahı Ebû Du-lef, X. motiflerini muhtevi" bir armaları olup, Kumanlar'm kiralı sıfatını da
yüzyıl başlarında Kırgızların yeşil renkli bayrakları olduğunu söyler. XX. resmî unvanlarına ilâve eden Macar kiralının bu armayı da kendi kır allık
yüzyıl esnasında Şarkî Türkistan'da yapılan mühim keşifler, Uygurlar arması için aldığı rivayet edilir; maamafih Kıpçak-Ku-man bayraklarında
zamanına âit bayraklar hakkında da bizi bir az aydınlatmıştır. Meselâ bu motiflerin bulunduğuna dâir hiç bir malûmatımız yoktur (bkz. İslâm
Turfan'da Mani dinine mensup TfirUer'e mahsus, ürerlerinde insan resmi Ansifclopedisi'ndeki ,*Arslan" ve „Ay" maddeleri). P. Pelliot'nun
olan iki dinî bayrak bulunduğu gibi, Kuça şövalyelerinin, üzerlerine bildirdiğine göre, XI. — XII. yüzyıllarda Çin ile münâsebetlerde bulunan
hayvan resimleri işlenmiş bayraklar taşıdıkları anlaşılmıştır. Uygur bir takım göçebe Türk kabilelerinin bayrakları hakkında, eski Çin
medeniyetine âit olarak, A. von Le Coq tarafından neşredilen atlasta, bâzı minyatürlerinden bir fikir' edinmek kaabildir.
bayrak örneklerine tesadüf olunur. Diğer Türk zümrelerinden idil
Bulgarları'nda at kuyruğundan yapılmış tuğlar bulunduğu, îbn Fadlân'ın Eski Türk bayrakları hakkındaki bu küçük hulâsayı tamamlamak için,
rivayetinden anlaşılıyor; Tuna Bulgarları'na gelince, bunlarda da ayını unutulmaması lâzım gelen bîr meseleden daha bahsedelim: .Firdevsî'nin
tarzda tuğlar bulunduğu ve ancak ikinci imparatorluk devrinde sikkeler Seh-nâme'si, Esedî'nin Gerşâsp-nâme'si gibi, eski Iran kahramanlık
üzerinde kumaştan yapılmış bayrak resimlerine tesadüf edildiği malûmdur. edebiyatı eserlerinde, İran-Turan mücâdelelerinden bahsolunur-ken, her
Maamafih gerek idil ve gerek Tuna Bulgarlan'mn kumaştan bayraklar iki taraf kahramanlarının ve ordularının taşıdıkları bayraklar tasvir edilir.
kullanmış oldukları kuvvetle tahmin olunabilir. Nitekim mühim bir Türk Bunlara göre, Türklerin ve büyük.Türk hükümdarı Efrâs»-yâb'ın bayrağı
zümresi olan Peçenek'le-rin bayrakları bulunduğu, Gerdtat ve el-Bekrî gibi siyah renktedir; maamafih menekşe, sarı, kırmızı ve mâvî renklerde
islâm müellifleri tarafından te'yit edilmektedir; Bizans kasnakları vâsıtası bayraklar da vardır. Bunların üstünde kurt, ejderha (dragon), kaplan,
fle bildiğimiz Peçenek fcabîle »imlerindeki renge delâlet eden kelimelere, arslan, kartal ve ay gibi türlü türlü şekiller bulunur. Acaba bu malûmat
belki de bunlann kullandıkları bayrakların renkleri dolayısiyle verilmiş tamâmiyle hayalî bir mâhiyette midir; yoksa bu şâirlerin istinat ettikleri
olduğu fikri, şu son yıllarda bir Macar âlim} tarafından ileri süri eski kaynaklar, Türk bayraklarının bu hususiyetlerini tesbit etmişler
midir? Sonra, îranhlar ile mücâdelelerinden bahsedilen bu Türkler, Tu-
sürülmüştür ki, kiie'lar ve Eftalitler gibif Sâsânîler devrinde
lM/lslÂm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Ietılahlar/185

onlar üe münâsebetlerde bulunan devletler midir? Bütün bu suallere yetler ile karşılaştılar ki, bunlarda, muhtelif hâkimiyet sembolleri arasında
kat*! cevaplar vermek, şimdilik imkânsızdır. A. Christensen, Şeh-nâme' bayraklar da kullanılıyordu. Bunun için, memlûk sıfatı ile Abbasî devleti
de îran bayrakları hakkında verilen malûmatı tamânüyle mevsuk ad- hizmetine girmiş Türkler'den biri tarafından kurulan Toîun-lular devleti
dederek, o suretle kullanmakta ise de, bfe bu telâkkiye tamâmiyle iş- ile, Sâmânîler hizmetindeki Türk memlûkleri tarafından kurulan
tirâk edemiyoruz. Acaba Firdevsî, Esedî, Fahrü'd-Dîn Gürgânî gibi Gazneliler devletinden başlayarak, uzun asırlar esnasında îslâm
şâirler, eserlerindeki Türk veya îran bayrakları hakkındaki tavsiflerde, dünyasının muhtelif sahalarında kurulan muhtelif Türk devletlerinin
daha ziyâde kendi devirlerinde kullanılan bayraklardan müteessir bayrakları hakkında izahata girişmeden evvel, îslâm bayrakları hakkında
olmamışlar mıdır ? Biz bu son mülâhazanın kolay kolay reddedileme- kısa ve umûmî malûmat vermek zarurîdir. Müslüman Türk devletleri,
yeceği fikrindeyiz. Çünkü, meselâ Firdevsî, Türk bayraklarının renkleri kullandıkları bayraklarda, her ne kadar kendi eski ananelerinin tesiri
ve üzerlerindeki şekiller hakkında ne malûmat vermişse, aynı şeyleri altında kalmışlarsa da, pek tabiî olarak, îslâm medeniyetinin kuvvetli
Iran bayrakları için de tekrarlıyor; yalnız bunlara ilâve olarak, fil, hümâ, nüfuzundan da kurtulamamışlardır. İlk îslâm devletlerinin, medenî
geyik ve yaban domuzu gibi şekillerden de bahsediyor. Hâlbuki bir az hayatın bir çok tezahürleri .gibi, hâkimiyet senbolleri hususunda Sâsânî
aşağıda, müslüman Türk devletlerinin bayraklarından bahsederken, ve Bizans tesiri altında kalmaları bu tesirlere esasen büs-bütün yabancı
göreceğimiz gibi, Firdevsî devrinde, böyle muhtelif renklerde ve bulunmayan Türklerin onları kolaylıkla iktibas etmelerine yardım etmiş
üzerlerinde muhtelif şekiller bulunan bayraklar mevcut idi. Bu bakımdan, olmalıdır.
Firdevsî'nin ve diğer îran şâirlerinin, eski Türk ve İran bayraklarım
kendi devirlerindeki bayraklara -göre tasvir etmiş olmaları çok yakın bir Arap kabileleri, daha İslâmiyet'ten evvel, bayrak kullanırlardı. İs-
ihtimâldir. Ancak bütün bu tasvirlerdeki renkler ve şekillerin, daha eski lâmiyet'in zuhurundan sonra, Peygamber ve ilk halifeler zamanından
devirlerden intikâl etmiş olması imkânım da gözden uzak tutmamalıdır. başlayarak, bu âdet kuvvetlendi; Emevîler ve Abbasîler zamanında ise,
türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanılmağa ve bunlara, eskiden de
Bu hususta göz önünde bulundurulacak diğer bir mesele de şudur : olduğu gibi, türlü türlü isimler verilmeğe başlandı: 'ukkâb, sihhâb, zili,
gerek Türk, gerek îran imparatorlukları, her devirde hükümdara, kuman- tivûj eî-hamd v.s. gibi husûsî isimler taşıyan muayyen bayraklardan ^aşka,
danlara, kahramanlara ve ordunun muhtelif cüzlerine mahsus olarak, umûmî olarak, liva', 'alem, râyei, 'isâbe, şatfe, tarrâde, mitrad, 'alâme,
ayrı renklerde ve ayrı motifleri muhtevi, türlü türlü bayraklar kullan- bend, 'Ukde gibi, mânâca birbirinden az - çok farklı veya müteradif
mışlardır; bunlar arasında hükümdarlara mahsus olan ve hakikî mânası muhtelif kelimelerde, muhtelif zaman ve mekânlarda, muhtelif bayrakları
ile hukukî bir senbol mâhiyetini muhafaza eden renkleri ve motifleri, ifade için kullanıldı. Hükümdara, veliahda, büyük ricale, ku-> mandanlara,
diğerlerinden dikkatle ayırmak lâzımdır; Meselâ Tu-kiie'lerdeki kurt askerî Int'alara ve donanmaya mahsus ayrı ayrı bayraklar olduğu gibi,
başlı sancak gibi. Eski dinî telâkkilere ve tarihî an'anelere dayanan ve muhtelif kabilelerin. Peygamber soyundan gelen sey-yidlerin, büyük
senbolik bir mâhiyet taşıyan ve yalnız bayraklarda değil, hâkimiyet
şehirlerdeki muhtelif esnaf teşekküllerinin, syyârlar ve şattârlar gibi, bir
alâmeti olan şâir şeylerde de kullanılan bu renkler ve motifte ayrı ayrı
takım serseri zümrelerinin, îslâm âleminde tasavvuf esaslarına dayanan
uzun ve mukayeseli araştırmalarda bulunmadan, bu meselelerde müsbet
muayyen tarîkatlerin teşekkülünden sonra, her tarikatta, kendisine mahsus
neticelere varmak asla kaahü değildir. Bayrak meselesi, din tarihi ve
müesseseler tarihi ile beraber, arkeoloji, mmusmatik, heral-dik ve hattâ bayrakları vardı. Vali ve kumandanlara, kendilerine verilen vazife ve
diplomatik gibi, yardımcı ilimlerin muaveneti olmadan, halledilebilecek salâhiyetin bir timsah" makamında olan bayrakların teslimi, daha ilk
basit bir mesele değildir., halifeler zamanından başlayarak, gittikçe tantanalı bir şekil alan büyük
merasimle yapılıyordu. Abbasî halifeleri, onları halife olarak tanıyan
İL İslâmiyet'ten sonra. Türkler, îslâm dinini kabul ederek, müslü- müstakil İslâm devletlerinin reislerine, menşur ve hiFat gibi vesîka ve
man medeniyeti çevresine girdikleri zaman, îslâm dünyasında Abba- alâmetlerle beraber, siyah bayrak da gönde-riyorlardı. Emevîlerin
sîler ve Sâmânîler gibi, muntazam teşkilâta mâlik, kuvvetti siyâsî he- (Endülüs Emevîlerfnin de) beyaz bayraklarına mukabil, Abbasîler bu
rengi almışlardı. Yeşil renk, daha ziyâde, Fâti-me'nin çocuklarını temsil
eden bir renk sayılıyordu. Siyah renk, Abbâ-
186/lslAm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istüahlar/187

stterin şâir hâkimiyet alâmetlerinde dahi taülanıhyordu. Bayrakların olduğu, kat*î şekilde söylenemez. Ekseriyetle Şuster şehrinde dokunmuş
üzerine hükümdara isim, unvan ve alâmetlerinin işlenmesi de usûldendi. kıymetli ipek kumaşlardan yapılan, hükümdara mahsus, resmî bayrağın
Emevîler ve Abbasîler devrinde, merkezî idareye karsı isyan çıkaranlar, dâima siyah renkte olduğu görünüyor. Gazneliler'de, çetr, külah ve hil'at
onların renklerinden ayrı ve anlara zıd renklerde bayraklar kul-% gibi, bir takım hâkimiyet alâmetlerinin de siyah renkli olması, gerek
lanırlardı; bu zümreler, çok' defa, kullandıkları bayrağın rengine göre de Mahmûd'un gerek oğulları Muhammed ve Mes'ud'un saltanatları
adlandırılmışlardır : müsevvkLe, miibeyyiza, surh-alem (yâni hanem zamanında dâima siyah renkte bayrak kullanılması, bu rengin hanedana,
dînîye) zümreleri gibi. Maamafih büyük îslâm imparatorluklarında, hü-
yâni devlete mahsus resmî renk olduğunu kat'î surette anlatmaktadır.
kümdarın, daha doğrusu sülâlenin, resmî rengindeki bayraklardan başka,
Mahmûd'un babası Sevük Tigin'in iptida lâ'l renkli çetr kullandığını
türlü türlü renk ve şekillerde bayraklar da kullanılırdı. Şi'îlerin ta'ziye
biliyorsak da, bayrağının rengi hakkında malûmatımız yoktur. Maamafih
merasimi gibi, dinî âyinlerde bayraklar kullanılması, tekkelere ve
bâzı kaynakların müphem ifâdeleri, kumandanlara galiba kırmızı renkli
türbelere tarîkatlere mahsus bayraklar asılması âdet olduğu gibi, büyük
kumaştan bayraklar verildiğini de imâ etmektedir ki, devletin resmî
camilerdeki hatipler de kılıç ve bayrak kullanırlardı. "Bayrak kaldırmak",
bayrağından başka bayraklarda ayrı ayrı renkler kullanması âdeti bir çok
umumiyetle, cenge hazırlanmak veya isyan etmek mânâsını ifâde ederdi.
Beyaz bayrağın, teslim alâmeti olarak, kullanılması âdeti de İslâm ve Türk devletlerinde âdet olduğu cihetle, bu da pek tabiî
yayılmıştı( umumiyetle İslâm bayrakları hakkında daha etraflı malûmat görülebilir. Bu bayraklar üzerinde veya bunlardan bâzılarında,
almak için bk. İslâm Ansiklopedisi, Liva Mad.) Ortaçağ müslü-man hükümdarların, kumandanların veya emirlerin isim ve lâkaplarının
devletlerindeki bayraklar ve onların kullanılış tarzları hakkındaki bu yazılmış olması da muhtemeldir. B. Kazimirsky'nin Sâmânîler veya Gaz-
umûmî malûmat, İslâm dünyasında kurulan Türk devletlerinde bayrağın nelüer devrinde madenî bayraklar kullanıldığını söylemesi, şâir Minû.
mâhiyet ve ehemmiyetini ve nerelerde kullanıldığını göstermek çihrî'nin bir kasidesinde, çetr kelimesi ile beraber, kullandığı kevkebe
bakımından, mevzûumuzu doğurdan doğruya alâkalandırmaktadır. Bun- tâbirini yanlış anlamasından ileri gelmiştir. Gazneliîer'de, sülâlenin şi'arı,
dan sonra, müslümân Türk devletlerinin bayrakları hakkında toplaya- yâni senbolü olarak, siyah renk kabul edilmesinin sebebi, Şehnamemde ve
bildiğimiz bilgileri, kronolojik ve coğrafî bir tertip dâhilinde, hulâsa bâzı tarihî kaynaklarda gördüğümüz gibi, eski Türkler'de — hiç olmazsa,
edelim. bâzı mühim Türk zümrelerinde — bu rengin senbolik renk olmasından
dolayı mıdır, yoksa, Gaznelüer'in, siyah rengi şi'ar ittihaz etmiş olan
Tolunlular ve Gaznelüer'de. ilk müslümân Türk sülâlesi olan Tolun- Abbasî halifeleri ile çok samimî münâsebetlerde bulunmalarından ve tahta
Mar devrinde, bunların türlü renklerde bayraklar kullandıklarını, Yâ- çıkan her hükümdara Abbasî halifesinin, menşur ile birlikte, siyah hil'at
kubî'den öğreniyorsak da, bu hususta fazla malûmatımız yoktur. Sâmâ- ve bayrak göndermesinden dolayı mıdır, yâni Gaznelüer bu suretle
nîler hizmetindeki TÜrk memlûkleri tarafından kurulan Gaznelüer împa- kendilerini halifenin meşru mümessili olarak göstermek mi istiyorlardı?
ratorluğu'nda, bir taraftan Abbasî - Sâmânî, diğer taraftan da eski Sâ- Bu hususta kat'î bir şey soylenemezse de, Gaznelüer devletinin takip ettiği
sânî - EftaKt an'anelerinin te'siri ile, bayrağın büyük bir ehemmiyeti islâmî siyâset göz önüne alınınca, bu ikinci ihtimâl daha kuvvetli görünür;
vardı. Hükümdara, daha doğrusu hanedana, mahsus resmî bayrak bu- maamafih birinci âmilin de bu hususta az-çok tesiri olması ihtimâli yok
lunduğu gibi, hükümdar ailesine mensup prenslere, kumandanlara, vali- değildir. Bu devire âit tarihî ve edebî kaynaklarda, bayrak mânasına gelen
lere ve yarı müstakil yerli sülâlelerin reislerine, şâir hâkimiyet alâmetleri türkçe kelimelerden munçuk kelimesinin muncuk şekli île kullanılması da
ile beraber, bayrak da veriliyordu. Askerî lat'aların, üstünde husûsî dikkate lâyıktır. Bayraklar üzerinde kullanıaln arslan, hümâ ve ay
alâmetler, ve şekiller taşıyan, bayrakları vardı. Meselâ saraya mensup şekillerinin ise, Sâ-gfcıî İran'ında mevcut olmakla beraber, daha ziyâde
olup, sonradan azad edilmiş gulâm (köle)'lardan mürekkep kıt'aların eski Türk an'ane-lerine dayanan motifler olduğu söylenebilir.
bayraklarında arslan alâmeti bulunuyordu. Gaznelüer'in bayraklarında
ekseriya ay ve bümâ şekillerinin bulunduğu edebî kaynaklardan Kardhcmhlar'da.. Tamâmiyle Türkler ile meskûn sahalarda kurulmuş
anlaşıhyorsa da, bunların bayrak üstüne sırma ile işlenmiş resimler mi, ilk müslümân Türk devleti olan Karahanlüar devletindeki bayraklar
yoksa bayrak direğinin tepesine konmuş altodan şekiller mi hakkında fazla malûmatımız yoktur. Yalnız makalenin başında söy-
188/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve İstılahlar/186
lediğimiz gibi, bunların tuğ da kullandıklarım, tuğ sayılanmn, aâhıbımn
kudret ve ehemmiyetine göre, değişmekle beraber, Türk'lerin mukaddes Selçuklularda. Henüz Büyük Selçuklu İmparatorluğu kurulmadan
sayısı olan 9 taneden fazla olamadığını ve bunun da büyük hana mahsus evvel, muhtelif kabilelerin başlarında bulunan reislerin husûsî alâmetleri,
bulunduğunu, hükümdar bayraklarının al denilen turuncu kumaştan yâni bayrakları olduğu, bu devri çok iyi bilen müverrih Beyhakî*-deki iki
yapıldığını, bayrak ve teferruatına flit muhtelif türkçe kelimelerin bu mühim fıkradan anlaşılıyor. Siyah renkli olan bu bayraklar üzerinde, her
devirde mühim bulunduğunu Dîvânü Lûgâti't-Türk'ten öğreniyoruz. Bu reise mahsus, ayrı bir alâmet var mı idi, yahut hepsinde müşterek bir
eserde «turuncu» diye izah edilen al kelimesinin tazim bugün aynı senbol, meselâ bunların mensup oldukları Kınık boyuna mahsus damga
kelimeden anladığımız «açık kırmızı» renk olduğunu ve yine orada bah- mı mevcut idi? Bu hususta hiç bir şey bilmiyoruz. Bu Oğuz kabîleleri,
sedilen «kızıl bayraklın ise, ya Oğuzlar'a mahsus olduğunu yahut eski önce Seyhun kenarlarında ve sonra Buhârâ civarlarında ve Horasan'da
îranhkr'da da olduğu gibi, harp alâmeti saymak lâzım geldiğini yaşadıkları sıralarda, Sâmânîler, Karahanhlar ve Gazneliler gibi, îslâm
söyleyebiliriz. Karahanhlar ailesinden Semerkand ve civarlarına hâkim devletleri ile ve tslâm medeniyeti ile sıkı temaslarda bulunmuşlardı. Fakat
olan Ali Tigm'in kırmızı bayrağı olduğunu ve Karahanhlar devrinde de, buna rağmen, göçebe hayatının «eski an'anelerini sıkı sıkı saklamak»
Gaznelilerde olduğu gibi, bayrakdarlığın — yâni bayrak taşımak temayülü, bunların her hususta Oğuz törelerine sâdık kalmalarına sebep
vazifesinin — mühim bir memuriyet sayıldığını, muasır kaynaklardan olduğundan, bu ilk bayrakların eski kabîle bayrakları olduğu muhakkaktır.
öğreniyoruz. Eski Tu-kiie ve Uygur devlet an'anelerini islâm medeniyeti Horasan ve îran'da imparatorluğun sür'atle kuruluşu ve Abbasî
kadrosu içinde devam ettirerek, bir çok eski rütbe ve memuriyet adlarım, halifeliğinin Tuğrul Bey'in filî hâkimiyeti altına girmesi, Selçuklu
tuğ, bayrak, askerî muzika, çetr gibi, hâkimiyet alâmetlerini muhafaza müesseselerinin, Abbâsî-Gaznevî örneklerinin iktibas ve taklidi suretiyle,
eden Karahanhlar'da, bayrağın muhtelif işlerde kullanıldığım ve inkişâfına sebep oldu ve îslâm devletlerinde kullanılan bütün hâkimiyet
hükümdara mahsus bayraktan başka, hanedana mensup prenslerin, büyük senbolleri, Selçuklular tarafından da kullanıldı. Fakat, bütün bunlara
ricalin, kumandanların, kabile reislerinin ve askerî kıt'a-ların da ayrı ayrı rağmen, Selçuklu müesseselerinde eski kabîle ananelerinden gelen ve
bayrakları bulunması pek tabiîdir. Hükümdarın mu-karriplerinin bilhassa ilk zamanlarda çok kuvvetle kendini gösteren bir takım
bindikleri atların eğerleri üstüne, al denilen bayrak kumaşından yapılmış hususiyetler göze çarpmaktadır ki, bunu hâkimiyet senbollerinde de
örtüler kullanılması, teşrifat usûllerinin bu devlette çok inkişaf
görmekteyiz; meselâ ilk Selçuklu sikkelerinin üstünde ok ve yay alâmeti
ettiğini gösterir. Kırmızı renk hükümdarın ve hanedanın bayrak ve
bulunduğu gibi, Tuğrul Bey zamanında istanbul'daki eski mescit tamir
çetrlerine mahsus olmakla beraber, ayrıca başka renkte bayraklar
edildiği zaman mihrabına aynı alâmet konmuştu. Tuğrul, tevkî alâmeti —
kullanıldığı da tahmin olunabilir. Meselâ, Divânü Lûgâü't-Turk (IH,
yâni tuğra — olarak da bir çomak şekli kullanırdı. Hâlbuki sonraları, Alp
31)'te «vezir mertebesinde olduğu hâlde, hanedana veya yüksek
Arslan'dan başlayarak, sultanların tevkîleri hep îslâmî formüllerdir. İşte
aristokrasiye mensup Olmayanlara yuğruş unvanı verildiği» zikredilirken,
bu bakımdan, hiç olmazsa ilk Selçuklu bayraklarının üstünde ok ve yay
bunlara, mevkilerinin alâmeti olarak, siyah ipekliden yapılmış bir çetr
verildiği ilâve olunmaktadır. Biz bu ifâdeden, bunlara verilen bayrağın, alâmetinin bulunduğunu tahmin ediyoruz. Maamafih bu ok ve yayın
hattâ giydirilen MTatin siyah ipekten yapıldığı neticesini de çıkarabiliriz. Tuğrul'un şahsına değil, bütün hanedana âit umûmî bir senbol olduğunu
Çünkü bütün ortaçağ îslâm ve Türk devletlerinde, her mevkie mahsus olan gösteren başka deliller de vardır: Kirman Selçuklu hükümdarı Kavurd'un
bu gibi alâmetlerin aynı renkten olması, değişmez bir kaidedir. Eski çetrin. de ok ve yay resmi bulunduğunu ve bu alâmetin fermanların
Türkler'in tamâmiyle aristokratik mâhiyette olan içtimaî teşkilâtlarına başında tuğra makamında da kullanıldığını bildiren bir kaynak, bunun
göre, halk tabakasına mensup olanlara kara sıfatı verildiği için (kara Selçuklulara mahsus bir alâmet olduğunu bilhassa tasrih etmektedir.
budun = avam), bu siyah rengin de, bu telakkinin neticesi olarak, seçildiği Daha Tuğrul'dan başlayarak, Abbasî halifelerinden — şâir hâkimiyet
tahmin olunabilir. Karahanlılar'ın başka renklerde bayrakları olup alâmetleri üe birlikte — siyah bayraklar alan Selçuklularda türlü türlü
olmadığını bilmediğimiz gibi, bunların üzerinde bir takım şekiller bayrak ve sancakların kullanıldığım görüyoruz. Malazgird meydan
bulunup bulunmadığı hakkında da bir kayda tesadüf edemedik. muharebesinde, Alp Arslan'm, üzerinde feelime-i şehâdet yazılı, büyük
bir sancağı vardı; Urfalı Mathieu*nün ifâdesine göre, 408 (1095)'de
190/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve İstılahlar/İöl

Berkyaruk üe Tutuş arasındaki muharebede, Berkyaruk ordusunda dilirse de, Selçuklu bayrağının şekli ve rengi hakkında hiç malûmat ve-
Melikşah'ın sancağım gören bir çok askerler, onun tarafına geçmişlerdi. rilmez. Bu devre âit kaynaklardan, hükümdarın resmî sancağından başka,
Sultan Muhammed, Berkyaruk'a karşı yaptığı bir harpte mağlûp olarak, yarı müstakil beyliklere, büyük ricale, kumandanlara ve askerî kıt'alara
maiyetindeki 70 kişi üe beraber, kaçmağa mecbur olunca, bunların mahsus bayraklar bulunduğu, ordudaki bayrakların sarı ve kırmızı
kendisinden ayrılmaması için, şahsına mahsus bayrağı bizzat kendisi renklerde olduğu zikredilmektedir. Lâkin yine bu kaynaklara göre, diğer
taşımıştı. Büyük Selçuklu hnparatorluğu'nda ve şubelerinde hükümdara, bayraklar ile hükümdarın resmî sancağı arasında, hukukî senbol olmak
hanedan azasına, büyük ricale, askerî kıt'alara mahsus türlü renk ve bakımından, büyük bir fark bulunduğu, her hangi bir kale Selçuklular eline
şekülerde bayraklar kullanıldığı tabiî olmakla beraber, bu hususta henüz geçtiği zaman onun burcuna resmî saltanat sancağı çekilmesinden
fazla malûmatımız yoktur. Yalnız, şâir Ezrakî, Doğan Şah hakkındaki bir anlaşılıyor. îbn Bîbî'nin, Kâhta fethinden bahsederken açıkça kaydettiğine
kasidesinde, ordu bayraklarının kırmızı renkte olduğunu imâ ettiği gibi, göre, bu sancak siyah renkli idi; hükümdar sefere şahsen iştirak etmezse,
müverrflı Râvendî de Irak Selçuklu hükümdarı Arslan b. Tuğrul'un bu sancak ordu kumandanına veriliyordu. Bu müverrihin eserinde türkçe
ordusundaki kırmızı ipek bayraklardan bahseder. Tuğrul Bey'în, «muncuk, perçem, bayrak» kelimelerine sık sık tesadüf edilmekle beraber,
iptida Nîşâpûr'a girerken, başında kırmızı çetr bulunduğu ve bu rengin
«sancak, sancak-ı sultanî, sancak-ı saltanat» tâbirlerinin daha ziyâde
Karahanhlar'da resmî renk olduğu gibi, "bâzı Türk kabileleri arasında da
devletin (hükümdarın) resmî siyah bayrağı hakkında kullanılması dikkate
mukaddes renk telâkki edildiğini düşünürsek, bu kırmızı renkli
lâyıktır. «Sancak-ı sultan» tâbirine Mevlânâ'nın şiirlerinde de tesadüf
bayrakların menşei meselesi daha iyi anlaşılır. Böyle olmakla beraber, bu
edilmesi, îbn Bîbî'nin bu tâbirleri ayırmaktaki isabetini te'yit ediyor. Her
kırmızı bayraklar hükümdarın (devletin) resmî sancağı değil, daha ziyâde
hükümdar zamanında bu sancak üzerine onun isim ve lâkabının yazıldığı
askerî kıt'alarm bayrakları olduğuna göre, asıl hükümdar sancağının
tahmin olunabilir. Ölen hükümdarların çetr ve sancakları, bir hürmet
rengi mechûl kalıyor. Ancak ilk Selçuklu reislerinin siyah alâ. met
taşıdıkları, Abbâsîlerin ve Gazneliler'in resmî renkleri siyah olduğu, alâmeti olaraka türbelerine konuluyordu. 'Alâe'ddîn Keykubad L'ın çetri ve
aşağıda göreceğimiz gibi — Büyük Selçuklulardın bir çok müesseselerini sancağı, Cimri hâdisesinde, halkın bu hükümdarın hâtırasına bağlılığından
hemen ayniyle devam ettiren — Anadolu Selçuklularında ve Hâ- istifâde edilmek için, kıyamcılar tarafından alınıp kullanılmıştı. Nitekim,
rizmşâh'larda hükümdar sancaklarının siyah renkli bulunduğu düşünü- Memlûk sultam Baybars'ın Anadolu'ya yaptığı yürüyüşte, Selçuklu tahtına
lürse, umumiyetle Selçuklu hükümdarlarının Abbâsîler'e manevî bağlılık- oturması ve basma Selçuklu sultanlarına mahsus çetri tutturması da aynı
larım göstermek ve bu Suretle bütün îslâm dünyası üzerinde meşru ve si- maksatla idi. Anadolu Selçuklularının ordularında kullanılan türlü
yasî bîr hâkimiyet iddia etmek için de siyah rengi kullandıkları kabul olu- renkli bayraklar üzerinde, daha evvelki Türk devletlerinde olduğu gibi, bir
nabilir. Enverî, Ezrakî ve Zahîr-i Fâryâbî gibi, bu devir şâirlerinin man- takım şekiller ve resimler bulunduğu söylenebilir; elimizdeki bâzı
zumelerinden, bayrakların üstünde «ay, ejderha, arslan, pelenk, hümâ» vesikalar, bu devirde üzerine ejderha resmi nakşedilmiş ipek bayraklar
gibi şekiller bulunduğu da anlaşılıyor. Gazneliler'in bayraklarında da gör- bulunduğunu açıkça göstermektedir. Bu devir sikkeleri üzerindeki şekil-
düğümüz bu şekillerin, bayrağın tepesine konulan san. madenden yapılmış lerden bâzılarının bayraklara da konmuş olması çok tabiîdir. Bu bay-
mücessem şekiller mî, yoksa bayrağın üzerine işlenmiş veya nakş edilmiş rakların tepelerinde, altından veya mâdenden, hilâl şekilleri bulunduğu
resimler mi olduğunu bilmiyorsak da, bâzı, vesikaların delâletine göre, da anlaşılıyor. Anadolu Selçuklularının, Moğullar'ı taklit ederek,
her iki ihtimâlin vârid olduğu da söylenebilir. Emîr-i alemlik, yâni bay- bayraklarında beyaz rengi kabul ettiklerine dâir Hayrullah Efendi'nin
rakdarlık, vazifesi de Selçuklu teşkilâtında mühim bir memuriyetti. iddiası, hiç bir vesikaya dayanmamaktadır. Ancak, o devirlerin âdetine
göre, Anadolu Selçukluları Moğul tahakkümü altına düşerek, istiklâllerini
Anadolu Selçukluları'nda. Bunlarda, Büyük Selçuklularda olduğu kaybettikten sonra, İlhanlı bayraklarının da Selçuklu bayrakları ile beraber
gibi, daha iBc devirlerden başlayarak, bayrağın hukukî bir senbol sıfatı kullanılması tabiî idi. Bunlarda çetrlerin siyah renkli olduğunu biliyoruz.
üe, ehemmiyeti görülüyor, İlk Haçlılar seferinde, İznik Bizanshlar'a Yalnız Gıyâseddîn Keyhusrev II., Sa'de'd-dîn Köpek'in teşviki ile, bunun
teslim edildiği zaman, kale burcundaki Selçuklu bayrağı yerine Bizans rengini maviye çevirtmiş ve bu değiştirilme Abbasî halifeliğince bir
bayrağının dikildiği, bu sefer hakkındaki anonim vekayinâmede zikre- düşmanlık alâmeti gibi karşılanmıştı; hükümdara mah-
192/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/193

sus çetr ile bayrağın aynı renkte olması ortaçağda umûmî bir kaide ol- tabiîdir. Oğuzlar'ın Begdili boyuna mensup olan bu hanedanın bayrak-
duğu için, saltanat sancağının da maviye çevrilmiş olması icap ederse larında, bu kabileye mensup damganın bulunduğu ve her hükümdarın
de, kaynaklarda bu cihet tasrih edilmiyor. Nitekim, bu mavi rengin, isim ve lâkaplarının da resmî sancaklar üzerine yazıldığı tahmin olu-
Sa'deddîn'in katlinden sonra veya başka bir zamanda, tekrar kaldırılıp nabilir. Bayrakdar (mîr-i alem)'hk vazifesi bunlarda da mühim bir
kaldırılmadığı da kaydedilmiyor. Her ne olursa olsun, bu izahat* siyah memuriyetti*
rengin Selçuklular tarafından, tıpkı Gazneliler'de olduğu gibi, Abbâsî-
ler'e bağlılıklarım göstermek maksadı ile kullanıldığım anlatmaktadır. Atabeğler'de. Büyük Selçuklu İmparatorluğumun zayıflayıp parça-
Bayrakdar (mîr-i alem)'lık vazifesi bunlarda da mühim bir memuriyetti. lanması neticesinde vücûda gelen ve Atabeğler umûmî ismini alan muh-
telif Türk devletlerindeki bayraklar hakkında pek az malûmatımız vardır.
Hârizmşâhlar'da. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun adetâ bir isti-talesi tbnü'1-Esîr, ilk defa Seyfeddîn Gâzî b. Zengî'nin başında sancak
olan ve onun hemen bütün müesseselerini devam ettiren Hârizm-şâhlar gezdirdiğini ve ondan evvel, Selçuklu hanedanına karşı bir hürmet eseri
devletinde de bayrağın büyük ehemmiyeti vardı. Hükümdara, olarak, böyle bir şeye cür'et edilmediğini söyler. Selçuklular devrinde
veliahda, hanedan azasına, tâbi küçük devletlerin reislerine büyük emirlerden her birinin bayrağı ve muzikası (tabi ve alem) olduğunu
mahsus bayraklardan başka büyük emirlerin kabile reislerinin, kat'î olarak bildiğimiz için, bundan «atabeglerin Gâzî b. Zengr-den evvel
muhtelif askerî kıt'alara da husûsî bayrakları bulunurdu. Bu devlete bayrakları olmadığı» neticesini çıkarmamalıdır. Bundan maksat, istiklâl
mensup hacılar kafilesinin önünde de, mensup oldukları devletin alâmeti olan saltanat sancağıdır; nitekim, yine aynı adanan, sultanlara
sancağım taşıyan diğer kafileler gibi, bayrak çekilirdi. Bu bayrakların mahsus olan diğer istiklâl alâmetlerini atabeğler arasında ilk defa olarak
muhtelif renklerde ye şekillerde olması tabu bulunmakla beraber, kullandığım da biliyoruz. Müstakil bir devlet reisi sıfatı taşıyan bu
imparatorluğun resmî bayrağı, Celâleddîn Hârizmşâh'ın müverrihi Atabeğler'in ordularında, tıpkı Selçuklular'da olduğu gibi, muhtelif renk ve
NesevTnin bir fıkrasından anlaşıldığına göre, siyah idi, Ebü'MTîdâ'-daki şekillerde türlü türlü bayraklar kullanıldığı muhakkaktır. Ancak
bir kayda göre, Hârizmşâhlar'da büyük ricalin, bulundukları vazife ile bunlardaki hükümdar sancaklarının rengi hakkında yalnız bir kayda
bağlı husûsî alâmetleri olduğundan, askerî ricale mahsus bu gibi tesadüf edebildik ki, o da, Oğuzlar'ın Salgur boyuna mensup oldukları için
alâmetlerin bayraklar üzerine nakşedümiş olması muhtemeldir. Moğul- Bu ismi alan ve sikkelerinde Salur damgası bulunan Fars Atabeğleri'ne
lar'ın Buhârâ muhasarasını gösteren bir îran minyatüründe Hârizm- aittir; bu sülâleden Sa'd b. Zengî'nin kasidecilerinden Mecd-i'Hemger'in
şâhlar'm bayrağı sarı renkte gösterilmişse de, muahhar bir devre âit olan bir manzumesinde, omm siyah renkli bayrağı olduğundan bahsolunuyor.
bu resmin hakikate -uygunluğu iddia edilemez. Edebî vesikalardan
Üzerinde Salur damgası ve hükümdarın ismi ve lâkapları bulunduğu da
anlaşıldığına göre, bunların çetrîerinîa de siyah renkte olması bu rengin
tahmin edilen bu sancağın siyah renkli olması, Hârizmşâhlar'da olduğu
devletçe resmî renk .olarak kabul edüdiğini anlatmaktadır ki, bu,
gibi, kendilerini Selçuklu İmparatorluğunun meşru vârisi saymalarından
Hârizmşâhlar'ın kendilerini, bilhassa Sultan Sencer'in ölümünden 'sonra.
ileri geliyordu. Diğer atabeglerin de, aynı maksatla, bayraklarında ve
Büyük Selçuklu İmparatorluğumun meşru vârisi gibi telâkkî etme-
getrlerinde siyah rengi kabul etmiş olmaları çok kuvvetle tahmin
lerinden ileri gelmiş olmalıdır. Celâleddîn Hârizmşâh'ın koyu kırmızı
renkli bayrağı olduğunu, hiç bir kaynak göstermeden, yazan Rıza Nur olunabilir.
her hâlde, aldanmış olacaktır; çünkü, Nesevî sâdece Celâl'in siyah
bayrağından bahsettiği gfflri, fteşldü'd-dîn'in Câmi'ü%Tevârîh'mde Eyyûbîler'âe. Musul Atabeğliği devletinin bir istitalesinden başka bir
de onun «alem-i hass» (husûsî bayrak)'ı zikredilmekle beraber bunun şey olmayan, hattâ o devir müverrih ve şâirleri tarafından açıktan açığa
renginden bahsedilmez. Ondan evvelki devirlerde de siyah çetrden bah Türk devleti diye adlandırılan, Eyyûbîler Devleti müesseselerinin, Fatımî
«edilmemesi, bu hususta hiç bir tereddüde yer bırakmaz. Hârizmsâhlar' ve Selçuklu (Atabeg) an'anelerinin tesiri altında teşekkül ettiği malûmdur.
aı ordularında, Selçuklularda olduğu gibi, muhtelif renklerde TO üzer Bu bakımdan, bunların kullandıkları bayraklarda da, J)U izlerin göze
lerinde türlü türlü motifler bulunan bayraklar kullanılmış olması pek çarpması pek tabiîdir. Salâhaddin Eyyûbî, müstakil bir hükümdar sıfatım
takındığı zaman, Fâtımîler'de ve Atabeğler'de ■ mevcut bütün hâkimiyet
alâmetlerini de kabul etti. Eyyûbîler'de, hükümdara
İM/lslâm v Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/195

mahsus saltanat sancağından başka, hanedana mensup prenslere, büyük ki, buna da çalış (yâni tuğ) derlerdi Bunun eski bir Türk an'anesi olduğunu
ricale, askerî kumandanlara, askerî kıt'alara mahsus türlü türlü bayraklar ve Moğullar ile İslâm dünyasında galiba yeniden canlandığını
vardı. Yâfi% Salâhaddin'in saltanat sancağından bahsettiği gibi, şâir söyleyebiliriz. Her hâlde Baybars devri bu gibi Türk-Moğul an'anelerinin
muasır kaynaklar da Kudüs fethinde ordudaki sarı bayraktan zikrederler. Memlûkler devletinde yerleşmesinde mühim bir safha teşkil eder. Ca-
Esasen hükümdara mahsus sancağın rengi de sarı idi, Ma-amafih, daha lış'ın meydana çıkarılması, harp ilânının bir timsâli, bir sefer başlangıcıdır.
sonraki Eyyûbî ordularında san ve kırmızı bayrakların mevcut olduğunu Saltanata mahsus olan diğer bayraklara sancak adı verilir ve bunlar
bildiğimiz gibi, Abbasî halifelerinin Eyyûbî hükümdarlarına Kahire'de husûsî bir mahalde saklanırdı ki, bunun, daha Fâtı-mîier
gönderdikleri siyah bayrakların da kullanıldığı tahmin olunabilir. devrinde Hizânatü'l-Bunûd denilen yerden başka bir. mahal olmadığı
Kahire'deki büyük Eyyûbî sultanı, imparatorluğun başka sahalarında meydandadır. Her hangi bir sebeple saltanattan çekilen bir sultan, saltanat
hüküm süren yan müstakil Eyyûbî prenslerine şâir hâkimiyet alâmetleri sancaklarım yeni hükümdara vermekle mükellefti. Hükümdara mahsus
ile beraber sancak ve bayraklar da gönderirlerdi; bunların verilmesi, sancağm üstüne, şâir bir çok müslüman ve Türk devletlerinde olduğu gibi,
ortaçağın bütün tslâm ve Türk devletlerinde olduğu gibi, doğrudan hükümdarın ismi ve lâkapları alim sırma ile işlenirdi. Bayraklar üzerine
doğruya sultanın salâhiyeti cümlesindendi. Bayrakların üzerlerine, âit hükümdara mahsus reng, yâni alâmetin de işlendiği ve meselâ Baybars
oldukları prenslerin veya sultanın adının ve lâkaplarının yazılması da devrinde onun alâmeti olan arslan (veya bars) resmine, sikkelerde olduğu
âdetti. Yine sarı renkte çetrler kullanan Eyyûbîlerin, kendilerine şi'ar gibi, bayraklar üzerinde de tesadüf edildiği malûmdur. Rütbelerine
olarak sarıyı seçmelerinde, hiç şüphesiz, Fatımî an'anesinin tehiri mahsus bayraklara mâlik olan büyük emirlerden her birinin, vazifesi ile
vardır; Mısır ve hattâ Suriye halkı, imparatorluk rengi olarak, mütenâsip, bir reng, yâni alâmeti (arması) vardır ki, bunların bayraklar
bunu tanıyorlardı. Bir taraftan eski metbûlanndan ayn bir üzerinde de kullanıldığı tahmin olunabilir. Bayrakların, bilhassa askerî
renk kabul etmek, diğer taraftan da kaç asırlık Fatımi alaylarda, diğer hâkimiyet timsâlleri ile beraber, büyük bir ehemmiyeti
sülâlesinin meşru vârisi olduklarını göstermek arzusu bu hususta âmil vardı. Bu alayların mükemmel tavsiflerini bırakmış olan Mısır tarihçileri
olmuştur. Eyyûbîler devrinde hilâl alâmetinin garplıların gözünde ta- nin ifâdelerine göre, hükümdara mahsus çetrin iki yanında livâ'ü'l-hamd
mâmiyle bir müslümanlık timsâli olduğu, Haçlılar devrine âit bâzı Garp adı verilen iki büyük sancak, altından kılıçlara sarih olarak, iki büyük
kaynaklarından anlaşılıyor.
memur tarafından hürmetle taşınırdı. Ayrıca, sarı ve kırmızı iki büyük
Memlûk împaratOTÎuğu'nda. Muhtelif âmiller tesiri ile yıkılmağa yüz sancakla, üzerine feth ve zafer âyetleri yazılmış 400' den fazla daha küçük
tutan feodal Eyyûbî tmparatorluğu'nun, Türk memlûkleri arasından ye- bayraklar da mevcuttu. Bunların tepelerinde altın veya gümüşten yapılmış
tişen kudretli şahsiyetler tarafından merkezîleşürilerek, yeni bir hayata hilâller bulunurdu. Sultanın önünde onun hususî sancağını taşıyan memura
kavuştaılmasından başka bir şey olmayan Mısır^Suriye Memlûk devleti sancakdar, diğer saltanat sancaklarım taşıyan memurların âmirine de
devrindeki bayraklar hakkında elimizde oldukça geniş ve sarih malûmat alemdar derlerdi. Memlûk sultanlarının resmî renkleri, Eyyûbîler'de
vardır. Çok muntazam teşkilâta, bütün teferruatı inceden-in-ceye tesbit olduğu gibi, sarı idi; sultanların sancak ve çetri hep bu renkte olurdu.
edilmiş teşrifat usûllerine mâlik olan bu imparatorlukta, şâir hâkimiyet Memlûk bayraklarında, E. Blochet'nin iddia ettiği gibi, Bizans tesirini
timsâlleri arasında, bayrağın da mühim bir yeri vardı Sultana (yâni görmek tamâmiyle yanlıştır. Memlûk sultanları, Altın-Ordu hanlarına, şâir
devlete) âit rşsmî bayraklara senâcık-ı sultanîye (sultana mahsus bir çok hediyeler ile birlikte, Abbasî halifesine mahsus olan siyah ve
sancaklar) adı verilirdi. Hükümdarın başında götürülen veya bulunduğu kendi san bayraklarından da yollarlardı; hattâ bir defa, Sırp kiralının talebi
yere dikilen san ipekten büyük sancağa arapça 'isûbe derlerdi ki, bunun üzerine ona da sırma ile işlenmiş sâri saltanat sancağı yollanmıştı.
ipek kumaştan olan kısmının adı şatfa idi Maamafih bu kelime bazan Memlûk sul-tanlan zaman zaman Anadolu'daki Türk beylerine de böyle
'isâbe ite müteradif olarak da kuHanılmıştır' San ipekten yapılan bu sancak yollamak suretiyle, onların ülkeleri üzerindeki hâkimiyetlerini
bayrak ve teferruatı, elmaslar ve şâir kıymetti taşlar üe süslenirdi. tasdik etmiş ve böylece ona meşruiyet bahşeylemiş oluyorlardı ki, bu hâl,
Hükümdarları», tepesinde at kılından yapılmış perçemi bulunan diğer kendi yüksek hâkimiyetlerinin orada da tamndığım gösteren diplomatik
büyük bir bayrağı daha bulunduğunu Kalkaşandî söyler
196/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/197

bir muvaffakiyetti. XIV. yüzyıla mensup bir, İspanyol fransiscain ra- Karaman beyliğinde, diğer Anadolu beylikleri gibi, kendilerine mahsus
hibinin seyahatnamesinde, o devirde Memlûklere âit olan Şam şehrinin sancaklar bulunöuğu muhakkaktır. Kıbrıs kıralhğı tarihine âit hıristi-yan
bayrağı olarak sarı zemin üzerine bir beyaz hüâl nakşedilmiş bir bayrak kaynaklarında, Teke-oğullart'nın, Alâiye ve Manavgat beylerinin ayrı ayrı
resmi bulunduğu gibi, iskenderiye geliri İçin de san zemin ortasında bayraklarından bahsolunmaktadır; Alâiye ve Manavgat beyleri, Kıbrıs
siyah bir dâire içinde bir andan resmi bulunan diğer bir bayrağa tesadüf kırallığımn yüksek hâkimiyetini tanıyarak ona vergi verdikleri sıralarda,
edilmektedir. Asıl Mısır bayrağı olmak üzere ise, beyaz zemin üzerinde kendi bayraklarının üstüne kırallık bayrağını asmak suretiyle bunu
mavi bir hilâl bulunan diğer bir bayrak mevcuttur. Üzerinde bir takım gösteriyorlardı. Teke-oğulları Antalya'yı Kıbrıslılar'dan geri aldıkları
«bayrak resimleri bulunan — Topkapı Müzesi'nde mevcut — eski bir zaman, şehrin burçlarına kendi bayraklarım asmışlardı. Menteşe-
tspanyol haritasında da, Memlûk bayrağı olarak, üstünde bir kırmızı hilâl oğullarından Ahmed Gâzl'mn Becin'deki bir- kitabesinde, elinde bayrak
bulunan altın sarısı renginde tür sancağa, yine Memlûkler'e âit tutan bir arslan resmi mevcuttur ki, bu bayrakta Ahmed Gâ-zî'nin ismi
İskenderiye şehri üzerinde, altın sarısı bir zemin üzerinde bir kırmızı yazılıdır. O devirdeki ttalyan cumhuriyetlerinde de tesadüf edilen bu
dâireyi ihtiva eden diğer bîr bayrağa tesadüf edilmektedir. Memlûk arslan resminin bir hususiyeti olmakla beraber, bayrağın üstünde Ahmed
bayraklarında bu tÛrlü şekillerin mevcudiyeti hakkında tarihî Gâzî isminin yazılı bulunması, bu gibi sancaklar üzerinde beylerin isim ve
kaynaklarda bir kayda tesadüf edemediğimiz için, bu hususta bir şey lâkaplarının da yazılı bulunduğunu gösteren bir delildir ki, ortaçağ tslâm
söyleyemeyiz. İskenderiye'ye âit arslanlı bayrağa gelince, bunun ve Türk devletlerinde bunun umûmî bir âdet olduğunu söylemiştik. Her
ıBaybars devrinin bir hâtırasını saklaması epey uzak bir ihtimâldir. hâlde, Anadolu beylikleri bayraklarının, umumiyetle, Memlûkler'de,
Bundan başka, Mısır bayrağı olarak beyaz renkli bir bayrak gösterilmesi Anadolu Selçuklularında, tlhanlüar'da tesadüf edilen bayraklardan pek
tamâmiyle esassız olduğu gibi, ortaçağ islâm âleminde husûsî şehir farklı olmadığı tahmin edilebilir. Yukarıda bahsedilen tspanyol
bayrakları bulunduğunu bilmediğimiz İçin, iskenderiye'ye âit bayrak da haritasında, Sinop, Antalya, Alâiye şehirleri üzerinde üç bayrak resmi
bizi büs-bütün şüpheye düşürüyor. Her hâlde, bu gibi vesikaları muasır göze çarpıyor: Candar-oğulları'na âit olan-Sinop üzerindeki bayrak, kımızı
tarihî kaynaklar ile karşılaştırmadan kullanmak asla doğru olmaz. zemin üzerinde sola doğru açılmış bir altın sarısı ay taşımaktadır. Teke-
Anadolu Beylikleri'nde. Xlü. yüzyılın son yansından itibaren Ana- oğulları'na âit bayrak, beyaz zemin üzerinde kırmızı mühr-i Süleyman (altı
dolu'nun muhtelif yerlerinde yavaş yavaş müstakil birer küçük devlet köşeli yıldız) taşıyan ve ucunda iki tane zikzaklı yeşil çizgi bulunan bir
mâhiyetinde teşekküle başlayan Anadolu beyliklerinin tarihi hakkındaki sancaktır. Alâiye sancağı ise, beyaz zemin üzerinde çatal sakallı bir baş
kaynakların kifayetsizliği, onların bayrakları hakkında da bize hemen taşımaktadır. İspanyol fransiscain rahibinin eserinde de yine Antalya'ya
hiç bir şey öğretmiyor. O devrin umûmî teamüllerine göre, kendi (Teke-oğuHarı'na) âit iki bayrak vardır ki, beyaz zemin üzerinde zikzaklı
adlarına sikkeler bastıran, kitabelerinde müstakil hükümdarlara mahsus koyuca çizgileri ve bir mühr-i Süleyman şeklini muhtevidir. Türkiye'ye,
tantanah lâkaplar kullanan bu küçük beyliklerin, yavaş yavaş kendilerine yâni Anadolu'ya üt dört bayrak var ki, zeminlerinin yarısı sarı, yansı beyaz
mahsus bayraklar kullanmış olmaları da pek tabiîdir. Meselâ, Aydın- olup, üzerlerinde kırmızı renkte muhtelif şekiller vardır. Bu bayrakların
oğulları"ndan Gâzî Umur Bey'in gemisinde yeşil sancak bulunduğunu kimlere âit olduğu tasrih edilmiyor. Bâzıları haç ve bir tanesi de kılıç
Düstûr-nâme-i Enverî'den öğreniyoruz ki, bu renk belki de kuvvetö bir şeklinde olan bu işaretler, bu bayraklar hakkında kat'î bir şey söylemeğe
cflıad ruhu fle mücehhez bulunan Anadolu gâzîlerinin tercih ettikleri bir imkân bırakmıyor. Yalnız, Teke-oğulları bayrağı üzerindeki Mühr-i
renktir. Maamafih bu rengin Umur Bey'e âit olması ve donanmasında Süleyman her iki tspanyol eserinde de müşterektir. Bu şekillere daha eski
başka renkte bayraktar da bulunması ihtimâli vardır. Karaman beyleri, tslâm ve Türk bayraklarında tesadüf olunmaması, bu hususta şüpheler
Moğul tahakkümüne karşı Mısır Memlûkleri'nin sfy&î yardımım temin uyandırmakta ise de, sonraki devirlerde sahil memleketlerine âit
ettikleri zamanlarda, kendüerine Kahire'den bayraklar gönderildiğini bayrakların üzerinde insan kafası veya şâir motiflere tesadüf edilmesi ve
Mısır kaynaklan bildiriyor; fakat, Memlûk-ler'in yüksek hâkimiyetim bilhassa bu devirlere âit tarihî vesikaların azlığı, şimdilik kat'î bir hüküm
tanıdıklarım gösteren bu bayraktan başka, vermeği zorlaştırıyor.
198/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Ifitılahlar/199

DehU Türk Sultanlığı'nda. İptida Gorlular devletine tâbi bir eyalet lar ile hiç tetabuk etmeyen bu bayrak hakkında şüpheli davranmak daha
iken, Kutbed-Din Aybek'ten başlayarak müstakil bir «evlet mâhiyetini doğrudur,
alan ve bu büyük fütuhat ile muazzam bir imparatorluk şeklinde inkişaf
eden Dehli Türk Sultanlığı, şâir müesseseleri gibi hâkimiyet senbol-lerini Moğul Devletlerinde. Cengiz Han imparatorluğunun beşiği olan $Io-
de iptida Gartular'dan almıştı: Ancak son büyük Selçuklu imparatoru ğulistan'da, II. yüzyıl esnasında kısmen eski Türk-Moğul ve kısmen de
Sencer'e mensup olduklarım iddia eden, hattâ çetr kollanmağı da Çin medeniyeti tesiri altında yaşayan muhtelif Türk ve Moğul siyâsî
onlardan alan Gorlular'm, Gazneli ve Selçuklu* müesseselerini iktibas ve teşekküllerinde, eski Türkler'de olduğu gibi, yak kuyruğundan yapılmış
taklit ettikleri unutulmamalıdır. Aybek'ten başlayarak. Halac-lılar ve bayrak (tuğ) kullanmak âdeti vardı; paganizm telâkkilerine göre, bu
Tuğluklar gibi muhtelif Türk sülâleleri tarafından devam ettirilen Dehli bayrakta korucuyu ruh (moğulca : skide) bulunurdu. Bu kelimenin Moğul
Sultanlığı'nda, Türk an'anelerinin kuvvetli tesirleri de göze çarpar. dilinde hem tuğ ve bayrak, hem koruyucu ruh, hem de saadet ve refah gibi
Gorlular'ın Mu'izzü'd-Dîn Muhammed b. Sâm zamanındaki mânâlara gelmesi bunu daha iyi.anlatır. Bunlar arasında tuğ'un çıkması,
bayrakları hakkında Tabakat-t Nâsirî müellifinin verdiği malûmata göre, harp alâmeti idi (sonradan llhanlılar'da, Mısır Memlûkler i'nde,
bunların 'bayrakları siyah ve lâ'l (parlak al) renginde idi; ordunun sağ Osmanlılar'da olduğu gibi). Cengiz devri için en mühim kaynaklardan biri
kolunu teşkil eden Gor emirleri siyah, sol kolunu teşkil eden Türk olan Yuanrc'ao pi~şe'ye göre, Cengiz Hân'ın sancağı, yâni tuğu, "dokuz
emirleri ise lâ'l bayrakjar kullanıyorlardı. Bu an'anenin Aybek ile baş- kuyruklu (yâni perçemli) beyaz tuğ" (moğolcası: yesün köl-tü Çaga'an
layan Memlûk sultanları zamanında da devam ettiği İltutmuş ve Nâsi- tuk) idi. Ordunun koruyucusu edan ruhu taşıyan bu mukaddes
rü'd-Dîn Mabmûd devirlerine ait kayıtlardan anlaşılıyor. Tuğluklar alâmet,meydana çılanca, iptida o ruha kurban kesilirdi. Bu kuyrukların
devrinde de bunun değişmediği, Husrev-i Dehlevî'nin Tuğluk-nâme*'sin- dokuz tane olması, Türk ve Moğullarca dokuz adedine kudsiyet isnat
de göze çarpmaktadır. Buna göre, bunlardan evvelki Halaçlılar zama- olunmasından ileri gelir ki, Türk ve Moğullar'da, daha evvelki ve daha
nında da aynı renkte bayrakların muhafaza edildiğine hükmolunabilir. sonraki zamanlarda, bu telâkkinin izlerine dâima tesadüf olunur. Eski îran
Tuğluklar zamanında, belki de daha evvel, hükümdara mahsus sancak- ve Çin minyatürlerine göre, bu kıldan kuyruklar birbiri altına sıralanırdı.
lara ayrıca tavus tüyleri takılıyordu; harp esnasında düşmanların hü- Hara-Davan adlı muasır bir Kalmuk müellifinin 1929'da Belgrad'da rusça
kümdar bayrağını başkalarından ayıramamaları için, bütün büyük emir- olarak neşrettiği Cengiz Han ve muakkip lerine dâir eserde tasvir edilen
lerin de bayraklarına tavus tüyleri konulması emredildi. Sancaklar Cengiz bayrağı (s. 15), bir az hayâli bir mâhiyettedir, Çinli Mong-Hong'un
üzerinde, sair Türk devletlerinde olduğu gibi bir takım resimler, şekiller bahsettiği dokuz kuyruklu ve beyaz zemin üzerinde bir siyah hilâl şekli
mevcut olduğunu, hattâ Fîrûz Şah zamanında kısa bir müddet bu bulunan sancağın Cengiz'e değil, Mukali'ye ait olduğunu söyleyen P.
resimlerin bayraklardan kaldırıldığını biliyoruz; lâkin bunların neferden Pelliot, bu hilâl şeklinin Cengiz bayrağı üzerinde bulunuşundan şüphe
ibaret olduğuna dâir sarih kayıtlara tesadüf edemedik. Bunların etmekte ve bunun Mukali'ye ait hususi bir alâmet olması ihtimâlini -ileri
çetelerinde de lâ'l ve siyah renkler kullanılıyordu. Maamafih, rütbe ve sürmektedir. Hâlbuki Çin Moğullan'mn müessisi Kubilay'ın resmî bayrağı
memuriyet derecelerine göre kırmızı, yeşil, beyaz renkli çetrler de üzerinde güneş ve ay şekillerinin bulunması, sonra, aşağıda göreceğimiz
bulunduğuna bakılırsa, bu renkte bayrakların da kullanıldığı tahmin gibi, hilâl alâmetine şâir Moğul şubelerine âit bayraklarda da tesadüf
olunabilir. Lâ'l ve siyah renklerden hangisinin asıl hükümdarlara mahsus edilmesi, payze'ler üzerinde bu şekle rastlanması, bunun Mukali'ye âit
olduğunu kat'î surette söyleyemeyiz; yalnız, Gorlular'ın iptida siyah çetr hususî bir alâmet olarak telâkkisine imkân bırakmamaktadır. Hakikaten,
kullandıklarım büdiğirniz giJM, Tuğlukb? samanında da hükümdar Altın-Ordu îm-paratorluğu'nun payitahtı olan Saray şehrinde hükümdarın
çetrinin siyah olduğunu Husrev-i Dehlevl tasrih etmektedir. Ki rengin ikametgâhı üzerinde bir altın hilâl bulunduğu islâm kaynaklarında tasrih
tercihinde, Selçuklu an'anelerinin tesiri kabul olunabilir! Çetrlerin edildiği gibi, bunların bayrakları hakkındaki malûmatımız da bunu te'yit
renginden, hükümdarlara mahsus bayrakların da siyah olduğu istidlal ediyor : franciscain rahibinin kitabında, Saray şehri üzerinde gösterilen
olunabilir. Franciscain rahibin kitabında, ortasında amûdî sarı bir çizgi
Altan-Ordu bayrağı, beyaz zemin üzerinde bir kırmızı hilâl ile yine bir
bulunan beyaz bir bayrak Dehli Sultanlığımın bayrağı olarak gösteriliyor
kırmızı damga taşımaktadır. Yukarıda bahsedilen ispanyol haritasında
Ö, buradaki sarı rengin bunların Memlûkler ile münasebetlerinin bir eseri
olması hatıra gelebilir; lâkin, tarihî kaynak-
200/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/201

da aynı bayrağın mevcut olması ve XV. yüzyılda Avrupa portuton la- bunun İlhanhlar'a âit olması icap eder; ortadaki şekli, Moğullar'ın al
rında bu bayrağın yine aynı şekilde gösterilmesi, ayrıca Kıpçak sik- < damga (bk. İslâm Ansiklopedisi, Damga mad.)'sı olarak kabul etsek bile,
kelerinde de hilâl ve damgaya tesadüf edilmesi, beyaz rengin ve hÜâl tarihî kaynaklarda İran Moğullah'mn hükümdar alâmeti olarak san bayrak
şeklinin bütün Moğul devletlerindeki ehemmiyetini ve müşterek mâhi-
kullandıklarına dâir hiç bir işaret yoktur; maamafih bunun o devirde
yetini gösterebilir. Damgaya gelince, bu, Cuci çocuklarına âit hususî bir
kullanılan bayraklardan biri olması imkânsız değildir. XV. yüzyıl başında
alâmet olarak kabul olunabilir ki, Kırım hanlarının sonradan asırlarca
yazılmış farsça bir Moğul §ehnâme'si nushasın-daki bir minyatürde,
kullandıkları tarak - damganın esası budur. Altın-Ordu hanlarının yüksek
ortasında güneş-arslan resmi bulunan bir bayrak resmi mevcuttur ki,
hâkimiyetini tanıyan Orda hanlarının bayraklarında, met-bû hükümdarlara
bunun, bâzı sikkeleri üzerinde de aynı motifi kullanmış olan İlhanhlar'a
isim ve belki de alâmetlerinin -bulunduğunu Reşîdü'd-dîn zikreder. Moğul
âit olduğu muhakkaktır*. İlhanhlar'a tâbi yarı müstakil mahallî
tarihine âit bâzı farsça eserlerin minyatüriü nüshalarında, mavi .zemin
üzerinde Kurt resmi bulunan bir Moğul bayrağına ve bugünkü flamalar hanedanların da husûsî bayrakları olduğu bilinmekle beraber — meselâ
şeklinde ve daha başka şekillerde bayraklara tesadüf olunuyorsa da, încu hanedanının bayrağı olduğu Şîraz-nâme'de tasrih olunmaktadır —
bunların hakikate uygun olup olmadıklarım anlamak için tarihî bunların renkleri ve şâir hususiyetleri hakkında izahata henüz tesadüf
kaynaklar ile ciddî mukayeselere ihtiyaç vardır, ilhanlılar devrinde edemedik. Yalnız, Cengiz hanedanından prensler yahut Cengizliler'e
kullanılan bayraklar hakkında muhtelif tarihî ve edebî kaynakların verdiği mensup büyük imparatorlar tarafından teşkil edilen bir takım devletlerde,
malûmat, bunların da, şâir Moğul devletleri gibi Cengiz an'anesini takip hükümdar bayraklarında beyaz rengin kullanıldığım söyleyelim.
ederek, hükümdara mahsus sancak (tuğ-i büzürk = büyük tuğ)'larda beyaz Celâyirlilerin beyaz bayrak kullandıkları kolaylıkla tahmin edilebileceği
rengi kullandıklarım gösteriyor. Hükümdardan başka, hanedana mensup gibi, muasır kaynakların ifâdelerine göre, Özbek ham 'Ubeyd Han'ın da
prensler, askerî kumandanlar da ayrı ayrı şahsî bayraklar kullanıyorlardı; beyaz bayrağı olduğunu biliyoruz.
meselâ, Hafız Ebrû'daki bir kayda göre emîr Ahmed Halac'ın bayrağı
kırmızı idi; bâzan vezirlere, yâni mülkî mâlî teşkilâtın başındaki yüksek Timurlular'da. Kendisini Cengiz İmparatorluğumun meşrî vârisi sa-
memurlara da bayrak ve askerî muzika (moğulca tuk ve körge) verildiğini yan Timur, şâir hâkimiyet alâmetleri gibi, bayrak hususunda da Moğul
görüyoruz. Hükümdarın şahsî sancağı üe diğer saltanat sancaklarından an'anesini takip etti. Onun, hükümdara mahsus beyaz sancak (tug)'ından
başka, orduda san, kırmızı ve şâir renklerde türlü bayraklar kul- başka, ordusunda türlü renklerde ve bilhassa san, kırmızı, mor, beyaz
lanılıyordu. Bunların üzerlerinde ejderha, arslan, karakuş ve güneş-arslan bayraklar kullanıldığı tarihî kaynaklardan anlaşılıyor. Şehzadelerin,
(şîr ü hurşîd) gibi türlü türlü resimler bulunmakta idi. Bayraklar üzerinde büyük emirlerin, askerî kıt'aların ayrı ayrı bayrakları vardı. Timur'un
hususî damgaların da kullanılmış olması pek muhtemeldir, ilhanlılar bu torunu Mehmed Mirza, Anadolu seferkide, maiyetindeki kıt'aların her
suretle bir taraftan eski Türk-Moğul an'anelerinin, diğer taraftan birini ayrı renklerde elbise ve bayraklar ile teçhiz etmişti. Tepelerinde
Gazneliler ve Selçuklular devrinden beri İran'da hâkim olan yerli madenî hilâller bulunan bu bayrakların üzerinde, İlhanlı bayraklarında
an'anelerin tesirinde kalmış idiler. İdarî ve mâlî müesseselerde olduğu olduğu gibi, türlü türlü şekiller (bulunduğu bu devre âit minyatürlerden
gibi, hukukî senboller ve alâmetler hususunda da Stelçuk medeniyeti ve tarihî kaynaklardan anlaşılıyor. Bunlardan başka, bayrakların üzerine
tesirinin bu devamı pek tabiî idi. Bâzı Moğul emirleri Ebû Sa'îd Bahâdur bir takım damgaların işlenmiş olması da kuvvetli bîr ihtimâldir. Çünkü, o
Han'a isyan ettikleri zaman, hükümdar kendilerini affettiği takdirde sulh devir kaynaklarına göre, büyük emîrlerden herbirinin husûsî damgaları
alâmeti olmak üzere ordusunda beyaz bayraklar çektirmesini olduğu gibi, bizzat Timur'un da, şahsına (veya ailesine) mahsus damgası
istemişlerdir; her zamanki harplerde orduda türlü renklerde bayraklar vardı. Bu damga, müselles şeklinde istif edilmiş üç küçük yuvarlaktan
kullanıldığına bu da kat'î bir delildir. Bayrakların tepelerinde mâdenden ibaretti ki, buna, Timur'un Fransa kiralı Charles VI.'a gönderdiği meşhur
bir hilâl (mâhçe-i 'alem) bulunurdu. XIV. yüzyılda franciscaio rahibinin mektupta tesadüf olunmaktadır. Timur tarafından yaptırılmış bâzı
kitabında İran bayrağı olarak sarı zemin ortasında dört köşe bir kırmızı binalarda güneş ve arslan motifi ile beraber kullanıldığı Kastilya kiralının
damga bulunan bir bayrak resmi vardır ki elçisi Clavijo'mın ifâdesinden anlaşılan
* Bu kitaptaki Arslan makalesine bakınız.
202/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/203

bu üç yuvarlak, Timur'un asıl damgasıdır; bâzılarının, bu astrolojik gü- Akkoyunlular'da. Oğuzlar'm Bayındır boyuna mensup bir sülâle ta-
neş w arslan motifini Timur'un arması gibi kabul etmek istemeleri ta- rafından kurulmuş olan bu devlet, kısmen aşiret an'anelerini muhafaza
mâmiyle yanlıştır. AHan-Ordu'da ve daha sonra Kırım Hanlığı'nda bay- etmekle beraber, Celâyirüler ve Timurlular müesseselerini iktibas ve
raklar üzerine damga konulduğu, hattâ yine Kırım'da Şirin ve Argun taklit ettiği için, bu devir bayraklarında da aynı tesirlerin bulunması pek
kabilelerine mensup mirzaların da bayraklarında kendi damgalarım tabiîdir. Tarihî kaynaklar, Akkoyunlu hanedanına âit sancağın beyaz
kullandıkları malûm olduğu cihetle, Timur devri bayraklarında da bu renkli olduğunu tasrih ettikleri gibi, bunların, Akkoyunlu aşiretler
gibi damgaların mevcudiyeti tabiîdir. Timur'un çocuktan ve torunları ittihadının bir alâmeti olarak üzerinde akkoyun resmi bulunan bayraklar
tarafından idare edilen muhtelif siyasî teşekküllerdeki bayrakların, renk da kullandıklarını söyler. Büyük emirlerin maîyetlerindeki muhtelif askerî
ve şekil bakımlarından, umumiyetle, Timur devrindekilerden farksız kıt'alann ayrı ayrı bayrakları olduğunu bildiğimiz gibi, hükümdarm ismi
olduğu söylenebilir. ,Timur devrine âit en mühim kaynaklardan biri olan ile fetih ve zafer âyetlerini, yahut, Bayındır damgasını taşıyan türlü
Zdfer-nâme-i Yezdî'nin muğlâk ifâdelerini lâyıkiyle anlayamayan Von renklerde bayraklar da vardı. Üzerinde Hasan Bahadır ismini taşıyan ve
Hammer'in Timur devri bayrakları hakkında verdiği malûmatın hâlâ Topkapı müzesinde bulunan bayrak (İsmail Hakkı Uzunçarşılı
ekseriyetle yanlış olduğunu da ilâve edelim. Hindistan'daki Timurlular Anadolu Beylikleri, Ankara, 1937, resim 45), sikkelerinde Bayındır
devletinin büyük kurucusu Bâbur Şah'ın ordusunda — bütün Timur- damgasını kullanan bu muntazam teşkilâtlı devletin, aynı damgayı
lular'da olduğu gibi — sarı ve kırmızı bayraklar kullanıldığını biliyor- bayrakları üzerinde de kullanması pek tabiîdir. Bu sülâleden bâzılarının
sak da, asıl hükümdar sancağının rengi hakkında bir kayda tesadüf sikkelerinde tesadüf edilen güneş ve arslan resminin, hukukî bir alâmet
edemedik. değil, sâdece astrolojik bir motif olarak bâzı bayraklarda da kullanıldığı
Karakoyunlular'da. Baranlı aşiretine mensup bir sülâle tarafından tahmin olunabilir* İran'daki muhtelif Türk sülâleleri, zamanında
kurulmuş olup, Celâyirliler'in müesseselerini iktibas ve taklit etmekle bayraklar üzerinde kullanılan şâir şekillerin bunlar zamanında da
beraber, aşiret an'anelerinî saklamaktan da geri durmayan bu Türkmen kullanılmış olmasına ihtimâl verilebilir.
devletindeki bayraklar hakkında elde kâfi derecede vesîka yoktur. tran Türk Sülâleleri'nde. Peygamber neslinden geldiği, kendi devrinde
Yalnız, bunların bayraklarında, Karakoyunlu aşiretler ittihadının bir değil fakat sonradan, iddia edilen büyük mutasavvıf Şeyh Safiy-yüddîn
alâmeti olarak kara koyun resimleri bulunduğu rivayet edilir. Hükümdar Erdebilî ailesinden Şah İsmail tarafından kurulan Safevîler devleti
bayrağının beyaz zemin üzerine nakşedilmiş bir kara koyun resmini ve zamanındaki bayraklar hakkında malûmatımız pek azdır. Şah İsmail
beljri de hükümdarm ismini ve damgasını taşıdığı tahmin edilen bu
zamanına âit edebî eserlerde — meselâ Kasimî'nin Şeh-nâme'sin-de —
devlette, diğer Türk devletleri gibi, muhtelif emirlerin, kabile reislerinin,
onun yeşil bayraklarından bahsolunur ki Peygamber sülâlesinden
üzerlerinde kendi damgalarını taşıyan türlü renklerde ve şekillerde
olduğunu iddia ve isna aşeriye şi'îliğini resmî mezhep olarak kabul eden
bayraklar kullandıkları tabiîdir. Bunlardan başka, bir takım bayraklar
bu Türk hükümdarının bu rengi intihap etmesi gayet tabiîdir. Çünkü o
üzerinde fetih ve zafer âyinlerinin, yahut bir takım resim ve şekillerin
asırlarda yeşil renk, bütün Yakın Şark'ta Peygamber ailesinin §i'an
mevcudiyeti de tahmin olunabilir. Yukarıda bahsedilen İspanyol
addediliyor ve bütün İslâm dünyasındaki seyyid'ler yeşil sank ve
haritasında Bağdad şehri üzerinde gösterilen altm şansı zemin üzerinde
dört köşeli kırmızı damga taşıyan bayrak, franciscain rahibin kitabında cübbeleri üe diğer halktan ayrılıyorlardı, llhanlılar'dan beri İran'daki bütün
İran (İlhanlı) bayrağı olarak gösterilen şekilden farksızdır ve belki de ı Türk devletlerinde kullanılan tuğ (câliş) da Safevîler'de, daha ilk
İspanyol haritasına buradan kopye edüerek alınmıştır. Bu bakımdan zamanlardan beri, hâkimiyet alâmeti olarak, mevcuttu (bk. İslâm
bunun, Karakoyunlu bayrağı olamayacağı kendiliğinden anlaşılıyor. Ansiklopedisi Tuğ maddesi). Safevîler devrinde hükümdarm resmî
Bunların şi'î, hattâ bâtmî temyüller besledikleri malûm ise de, bayrağından başka, türlü renklerde ve üzerlerinde türlü şekiller ve yazılar
muhitterindeki kuvvetli Sünnîlik cereyanına karşı, bayraklarında veya bulunan bayraklar da mevcuttu. Meşhur seyyah Chardin, Safevîler
şâir hâkimiyet alâmetlerinde bunu iahardan çekindikleri söylenebilir. devrinde, üzerinde Kur'ân âyetleri veya şi'î mezhebine âit bâzı yazılar
bulunan uzun ve ensiz bayraklardan bahsetmekte ve bayraklar üzerindeki
şekillerden yalnız Ali'nin üd uçlu zülfikar'ım zikretmek-
204/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/205

tedir (nşr. Langlis, Paris, 1811, V, 321). 1715'te Fransa kiralı Lotus XIV. bayraklar verdiklerini biliyoruz. XIX. asır başlarına âit bir bayrak al-
nezdine sefaretle gönderilen Mehmed Rıza Bey'in sefaret alayında, bümünde, îran bayrağı olarak gösterilen sarı zemin üzerine müselles
üzerinde arsîan ve güneş resmi bulunan bir bayrağın onun başı üzerinde şeklinde konulmuş üç hüâVden mürekkep bayrak, Kaçarlar devrinde —
götürüldüğünü o devre ait bir tabloda görmekteyiz, işte Saf evi bayrakları belki de şîr ve hurşidli bayraklardan evvel — kullanılmış bir bayrak
hakkındaki bildiğimiz, şimdilik bundan ibarettir. olmalıdır. Vice-amiral Willaumez'nin Dictionaire de Marine (Paris,
1820) adlı eserinde îran bayrağı olarak yine aynı şekle tesadüf olun-
XVm. asırda Avşarlar devrinde^ sülâlenin büyük kurucusu Nâdir maktadır; XX. asrın ilk yıllarında, yâni Kaçarlar'ın son devirlerinde de
Şah'tan başlayarak ne renk ve şekillerde bayraklar kullanıldığı, o devir şahların hususî bayrakları budur. Öyle görünüyor ki, şîr ve hurşidli
kaynaklarından lâyıkiyle anlaşılamıyor. Yalnız, Nâdir'in ölümünde bayrak îran devletinin resmî bayrağı olarak umûmî surette kullanıldıktan
Meşhed'de kendisini Şah ilân ederek nâmına sikke bastıran yeğeni Âli sonra, şahlar, husûsî bayrak olarak bu üç hilâl'h sarı bayrağı
Şah tarafından gönderilen bir askerî kuvvet Kelat kalesini, bir tesadüf kullanmışlardır.
eseri olarak, zaptettiği zaman, kale burcuna beyaz bayrak dikildiğini
biliyoruz. Kendisini Nâdir'ia meşru halefi addeden Ali Şah ordusuna üt Osmanlı İmparatorluğu'nda.. Türklerin orta çağda kurdukları en
bu beyaz bayrak'ın, her hâlde Avşar sülâlesinin resmî bayrağı olduğu, ehemmiyetli ve en devamlı siyâsî teşekkül olan Osmanlı İmparatorluğu'.
yâni Nâdir Şah zamanında da bu renkte bayrak kullanıldığı, söylenebilir. nun bayrakları hakkında, diğer Türk devletlerininkiler ile kıyas edile-
Safevîlerin dinî siyâsetine tamâmiyle muhalif bir siyâsçt takip eden miyecek ■ kadar çok ve etraf lı malûmata mâlikiz. XIV. asır hakkındaki
Nâdirin, onların yeşil rengini bu suretle beyaz'a çevirmiş olması, belki kaynakların azlığı ve kifayetsizliği malûm olmakla beraber, XV. asrın,
de İlhanlılar devrinden Safevîlere kadar, İran'da bu rengin imparatorluk bilhassa son yarısından başlayarak, bir yığın tarihî ve edebî kaynaklara,
rengi olarak kullanılmasından dolayıdır. Avşarlar dev. rinde kollanılan haritalara, resmî vesikalara, minyatürlere, hattâ Türk ve Avrupa
diğer bayraklar ve onların üzerindeki şekiller hakkında şimdilik başka bir müzelerinde muhafaza edilen Osmanlı bayraklarına mâlik bulunuyoruz,
şey bilmiyoruz. Nâdir Şah'ın şahsına mahsus bayrakta isminin ve belki imparatorluğun Garp ile sıkı ve daimî münasebetleri dolayısiyle, XVI. —
de Avşarlar'a mahsus damganın kullanılmış olduğu da hatıra gelebilir. XIX. asırlara âit Garp sefâretnâme ve seyahatnamelerinde verilen
Yalnız, Safevî bayraklarında olduğu gibi, Av*» şar bayraklarının malûmat ile, bîr vesika kıymetinde olan bîr takım tablo ve gravürlerden de
tepelerinde de madenî hilâl şekilleri bulunduğu edebî eserlerden bu hususta tamamlayıcı malûmat edinmek kaabildir. îşte bun-' dan dolayı,
anlaşılıyor. Marsigli, D'Ohsson, von Hammer gibi XVIII.—XIX. asırlara mensup
Kaçar kabilesine mensup Aka Muhammed Hân tarafından kurulan müellifler, Osmanlı İmparatorluğuma âit eserlerinde, Osmanlı bayrakları
Kaçarlar sülâlesi zamanında İran'da türlü tülrü bayraklar kullanılmışsa hakkında ayrıca malûmat vfermiş oldukları gibi, İslâm armalarına dâir
da, Malcolm ve Dubeıra'nin verdikleri malûmata göre, Feth Ali Şah mühim araştırmalarda bulunan Mısırh Yakub Artin Paşa'dan başlayarak,
zamanından başlayarak, bayraklar üzerinde bilhassa zülfikar arslan ve şu son yıllara kadar, Osmanlı bayrağının rengi, üzerindeki alâmetler,
güneş şekillerinin resmî bir alâmet olarak kullanıldığını ve Nasred-dîn muhtelif devirlere âit bayraklar hakkında bir takım makaleler ve
Şâh zamanında ise, Zûlfikarm aralanın eline verilmesi suretiyle bu monografi mâhiyetinde eserler yazılmıştır (bk. bibliyografya).
timsâlin kat'î bir şekü aldığım biliyoruz. Safevîlerin «i'îlik siyâsetini Osmanlılardan evvelki İslâm ve Türk bayrakları hakkında hemen hiç
kuvvetk takip eden Kaçarlar, bu surette, Safevîler devri ananelerini her bir esaslı bilgiye dayanmadan ve bayrak meselesinin diğer hâkimiyet
şeyde olduğu gibi, bayraklarda da tekrar canlandırmak mı istivor' lardı? senbolleri v» bununla aiâkah bir çok şeylerle (renklerin senbolizmi,
Bu hususta kat'î bir şey söylenemezse de, gerek zülfikar'm gerek arslan bayraklar üzerinde kullanılan muhtelif motiflerin mâhiyeti ve menşe*-
ve güneş'İA Safevîler devrinde Sİ hiç olmazsa son zamanlarca - bayraklar
leri, v.s.) münâsebeti hatıra getirilmeden, tamâmiyle tenkitsiz bir tarzda
üzerinde kullanıldığı düşünülürse, buna hükmolunabilir Kaçarlar^
yazılan bu eserler, bir çok yanhş izahlar ve hükümler ile doludur.
Osmanh tmparatorluğu'ndaki İslâhat hareketlerini taklit ederekf vücuda
Bilhassa XVI. asırdan evvelki Osmanlı bayrakları hakkında pek az ve
getirdikleri yeni usûl askerî kıt'alara da şîr vehur&Hi
206/îslam ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/207

kifayetsiz malzemeye dayanıldığı gibi, bundan sonraki devirtere âit Hacı Bektaş Velî'nin şi'îlik temayüllerine isnat eden Yakub Artin'in bu
kaynaklardan da pek az istifâde edilmiştir. î§te bu sebeple, bütün bu mülâhazası, hiç bir suretle kabul edilemez; bu renk, doğrudan doğruya
neşriyattan ancak ihtiva ettikleri malzeme bakımından istifâde oluna- Cengiz İmparatorluklarının resmî rengidir ki, Anadolu'daki Moğul
bileceği unutulmamalıdır. Biz bu küçük hulâsada, Osmanb bayrakları hâkimiyetinin tesiri ile, Osmanlılar tarafından kabul olunmuştur. XV.—
meselesini, hiç tafsilâta girişmeden en umûmî çizgileri ile anlatmağa XVI. asırlarda yeniçerilere ak bayrak, sipah bölüğüne kırmızı bayrak,
çalışacağız. silâhdar bölüğüne sarı bayrak, orta ve aşağı bölüklere alaca bayrak
adları verilmesi, bunların taşıdıkları bayrakların renginden dolayıdır ki,
İlk Osmanlı pâdişâhlarının bayrakları hakkında sonraki Osmanlı
bu âdetin eski Türkler'in askerî mâhiyetteki kabile teşkilâtında da mevcut
tarihlerinin verdikleri malûmata göre, Konya'daki Selçuklu hükümda-
olduğunu yukarıda söylemiştik. Doğrudan doğruya devşirme'-lerden
rının Osman Gâzî'ye gönderdiği hâkimiyet alâmetleri arasındaki bayrak,
teşkil edilen bu sipah bölüklerini timarlı sipahisi ile karıştıran Fevzi
beyaz renkte idi. Âşık Paşazade ve Neşrî'de bu bayrağın rengi hakkında
Kurtoğlu'nun, bunların kırmızı bayrak taşımalarım Türk halk an'-
bir sarahat yoksa da, Oruç Bey bu sancağın "Peygambere mahsus
anelerine istinat etmek istemesi, tamâmiyle yanlıştır. Yakub Artin'in,
sancak" olduğunu söyler. Biz bu rivayetin esas itibariyle asılsız olduğuna
eskiden siyah rengi millî olarak kabul eden Türkler'in, Bizans hudutlarına
ve sonradan uydurulduğuna kaniyiz. Bu rivayetin doğruluğu farz olunsa
bile, bunun Peygamber'e âit sancak değü, îlhanhlar'a âit beyaz bayrak yaklaştıkça, kırmızı ve şart renkleri hükümdarlara mahsus renk olarak
olacağı pek tabiîdir. Maamafih XV. asırda Osmanlılar'm kırmızı kabul etmelerini Bizans {esirine atfetmek istemesi, Türk ve îsa
bayraklar kullandıkları, Aşık Paşa-zâde'nin, Alaşehir'de dokunan bir nevi lâmlar'daki renkler ve bayraklar hakkındaki bilgisizliğinden ileri gel-
kızıl kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydından an- mektedir: siyah rengin umumiyetle Selçuklular'm ve Anadolu Selçuk-
laşılıyor. Fatih'in muasırı Tursun Bey'in ifâdelerinden, bu devirde Os- lularının resmî renkleri olduğunu yukarıda söylediğimiz gibi, sarı rengin
manlı donanmasında ve azab kıt'alannda kırmızı, yeniçeri kıt'alarında de Memlûk İmparatorluğumun rengi olduğunu (Osmanlılar'a Mem-
beyaz bayraklar kullanıldığı istidlal olunur. Her hâlde, muhtelif kay- lûkler'den geçtiği pek sarîh olan bu sarı rengin menşe'ini Ör. Rıza Nur*-
nakların ifâdelerinden pek iyi anlaşılıyor ki, Osmanlılar, daha XIV. asır- un Çin*de araması doğru değildir), kırmızı rengin ise muhtelif Türk ka-
dan başlayarak, şâir İslâm ve Türk devletlerinde olduğu gibi, türlü törlfi bilelerinde ve Karahanlılar'da kullanıldığım bilhassa göstermiştik. Bütün
bayraklar kullanmışlardır; XV. asırda, hükümdara mahsus sancaklardan bu renklere daha Osmanlılar'dan evvelki Türk devletlerinin bayraklarında
başka, muhtelif kapıkulu ocaklarına, büyük devlet ricaline, beylerbeyi ve tesadüf edildiğini düşünürsek, Bizans yahut Çin tesiri iddialarının
sancak beylerine, donanma kumandanına ve reislerine, azab ocaklarına, manasızlığı daha iyi anlaşılır.
ticâret.gemilerine mahsus türlü.renklerde bayraklar vardı ve bayraktarın
Doğrudan doğruya pâdişâha mahsus bayrak, Fatih devrinde ak
üzerinde muhtelif şekiller ve yazılar bulunurdu Yeniçeri ocağının
sancak idi ki, Bâyezid II., Selim I. ve Kanunî Süleyman devirlerinde de
muhtelif ortalarının kendilerine mahsus nişanlan (çapa, anahtar, balık,
bunun değişmediğini muhtelif kaynaklardan öğreniyoruz; Dr. Rıza
v.s.) vardı ki, kışlaların kapılarına, ortaların bayraklarına bu alâmetler
Nur'un bunu Kanunî devrinde başlamış bir an'ane telâkki etmesi tamâ-
nakşedilirdi; bunlara mensup olanlar kollarına ve baldırlarına bu
miyle yanlıştır. Daha evvelki devirler hakkında bu hususta kat'î ve sarîh
alâmeti mürekkep veya barutla dövdürürler-di. Marsigli'de (ve ondan
vesikalar henüz malûm değilse de, İlhanlılar devrinden beri Anadolu'da
naklen Cevad Paşa'nın Tarîki Askerî-i 0*-manf sinde) bu nişanlara
imparatorluk rengi olarak kullanılan ak sancağın, Fatih'ten evvelki
tesadüf edilirse de, bu alâmetlerin iptida ne zaman kullanddığı malûm
Osmanlı padişahları tarafından da — hiç olmazsa Yıldırım Bâye-zid'den
değildir. Sonraları, topçu, lağımcı, kumbaracı ocakları gibi askerî
beri — kullanıldığı tahmin olunabilir. Osman Gâzî'ye beyaz sancak
sınıfların bayraklarında, top, kumbara gibi kendilerine mahsus husûsî
gönderildiği hakkındaki rivayet de, tarihî bakımdan mevsuk olmamakla
alâmetler bulunduğunu görüyoruz Celâl! eski yasının, türlü renklerde,
beraber, beyaz sancağın eskiliğini gösteren bir an'ane olarak olarak kabul
üzerlerinde türlü şekiller ile beraber zorba" basıların isimleri de yazılı
edilebilir. Daha sonraki asırlarda, esasen Peygamber'e âit olup, sonradan
yüzlerce bayrak kullandıklarım Naimâ kaydeder. Yeniçeri ocağının
Osmanlı pâdişahlarma geçtiği iddia olunan sancak-ı şerif yâni mukaddes
beyaz bayrak taşımasını, ocağın pîri ve hâmisi
dinî bayrak, büyük bir ehemmiyet kazanmıştı. Yeniçeri-
208/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve İstılah! ar/20§

lerin ak bayrağı ile süvari ocaklarının alaca, kaü ve sarı bayraktan, da kırmızı saltanat sancağının mevcudiyeti de muhakkaktır ki, bu, belki
Kanunî Süleyman'ın ilk zamanlarında da devam ediyordu. Müverrih
de Selim I.'den evvel de kullanılmıştır.
Âli'nin ifâdesi, imparatorluğun XVI. asırdaki azametli inkişafı neti-
cesinde, Kanûnî'nin o zamana kadar dört renfcte olan bu bayrakları altıya Osmanlılarca yeşil renkli sancağın eskiden beri kullanıldığı söyle-
çıkardığını anlatıyor. Doğrudan doğruya hükümdarın hassa kuvvetini nebilir. Aydın-oğlu Umur Bey'in gemisine çekilen sancağın yeşil olması,
teşkil eden bu kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle, dinî mâhiyette olan fou rengin, cihad ve gaza mefhumunu ifâde ettiğini
saltanat sancakları sayılırdı. Kanunî devrinde ilâve edilen bu bayrakların pek iyi gösterir. Çaldıran muharebesinde 'Bolu ve Kastamonu süvarileri-
yeşü, siyah renklerde olduğu söylenebilir. Gerçi bu iki rengin, daha evvel nin yeşil sancaklar kullanmaları, Kanunî devrinde kapıkulu ocaklarında
— yeşilin dâima, siyahın ara-sıra — kullanıldığını pek iyi biliyorsak da, bu lenk bayrakların mevcudiyeti bunu belirtir. Yeşil renkli sancakların
Kanunî devrinde kapıkulu ocaklarında bu renk bayrakların da gazilere mahsus olduğunu ve bunun daha ziyâde denizciler tarafından
kullanılması usûl ittihaz edilmiş olsa gerektir. Şâir Taşlıcak Yahya kullanıldığını gösteren muhtelif deliller vardır: İstanbul muhasarasında,
Bey'in Kanûnî'nin ak, alaca, kızıl ve yeşil bayraklarından bahsetmesi, Fâtih'in gemisinde yeşil sancak bulunması, XVI. asrın büyük denizcisi
yine aynı şâirin hükümdarın ak sancağım zikreylemesi de, bu Barbaros'un bayrağının, üzerinde zülfikar şekli ile fetih ve zafer âyetleri
mütalâalarımızı kuvvetlendirir. Macaristan seferine çıkan orduya ku- bulunan, yeşil kumaştan olması, înebahtı (Lepant) muharebesinde Cezayir
mandan tâyin edilen sadrâzam İbrahim Paşa'ya beyaz, yeşil ve şart beylerbeyi Uîuc Ali Paşa'nın gemisinde üzerinde beyaz bü* pençe ile fetih
renklerde üç sancakla, iki kırmızı ve iki tane de alaca bayrak verildiği ve zafer âyetleri nakşedilmiş yeşil sancak bulunması, Piyâle Paşa
hakkındaki kayıtlar, bunların, hükümdarın hassa kuvvetine mahsus donanmasının İstanbul'dan hareketini tasvir eden bir frenk seyyahının
sancaklar olduğunu anlatıyor. Netâyicü'l-Vukû'ât'tst vezirler ile beyler- ifâdesine göre, kumandan bayrağının yeşil olması, Evliya Çelebi'nin
beyilerin, saltanat rengi olan ak sancaklar taşıdıkları hakkındaki ifâdesi, ifâdesine göre, frenk korsanlar! île daimî savaş hâlinde bulunan Cezayir
her hâlde tashihe muhtaçtır. Çünkü beylerbeyilerin ve sancak beylerinin gemilerinin XVH. asırda — belki de Umur ve Barbaros an'ane-lerini
kırmızı sancak taşıdıkları, XVI. asır şâirlerinden Hayalî, Sûzî, Çamçak devam ettirerek — yeşil sancak taşımaları, yine onun kaydettiği gibi
Mehmed Çelebi'nin şiirlerinden, kat'î olarak anlaşılıyor. Hükümdarların Rumeli serhadlerindeki kalelerde yaşayan gazilerin o devrin an'a-nesine
ak sancaktan başka, bilhassa kml sancak da kulland±ları, Mısır'ı fethettiği göre çeteye — yâni akma, çapula — çıkarken yeşil bayrak kullanmaları
zaman Selim I.'in otağının önünde ak ve kızıl iki sancak dikilmesinden yukarıdaki iddiamızı isbata kâfidir. Sonraları bayraklarda yeşil renglü
anlaşılıyor. Bunu zikreden Mısır müellifi İbn tyâs, bu beyaz sancağın, çoğaldığını, bir az aşağıda donanma bayraklarından bahsederken,
harbe nihayet verildiğine alâmet olduğunu söylüyorsa da, hakikatte bu göreceğimiz gibi, Selim I. zamanında başlayarak, orduda bu renk
asıl hükümdar sancağıdır; kml sancağa gelince, bu da her hâlde sancakların çoğaldığını görüyoruz1: Topraiklı süvarisinin bayrakları,
hükümdara mahsus diğer bir sancaktı. Nitekim Çaldıran meydan yukarısı yeşil ve aşağısı kırmizt renkte olmak üzere, iki renkli idî; dört-
muharebesinde de Selim I/in biri kml ve biri beyaz iki saltanat sancağı bölük bayrakları beyaz ve yeşil çizgili olduğu gibi, delil bayrağının da
bulunması, İbn îyâs'm izahındakl yanlışlığı kat'î surette göstermektedir. yukarısı yeşil idi.
Yine aynı tarihçi, Bâyezid H.'in torunu Kasım Bey'in "Rûm Osmanlı İmparatorluğu ordusunda olduğu gibi, donanmasında da
hükümdarlarmm, yâni Osmanlı sultanlarının âdeti üzre" yeşil M kırmızı türlü renk ve şekillerde türlü türlü bayraklar küllanılmıştıf. Xtf. asırda
renkli ipek sancağı olduğunu da yazmaktadır. Ahmed Timur Paşa bunu bilhassa kırmızı bayraklar kullanıldığı hâlde (Fâtih ve Bâyezid H. de-
"kırmızı zemin üzerinde yeşil bîr dâire" bulunan bir bayrak telâkkî virlerinde), XVI. asırda kumandana mahsus bayrağın yeğil olduğunu
etmekte ise de, bu izah tarzını te'yit edecek hiç bir delil yoktur Osman ve memleketin muhtelif mıntakalarına mensup derya beylerinin de, beyaz,
Orhan devirlerinde saltanat bayrağı olan ak sancağın Orhan veya Murad kırmızı, sarı, sarı - kırmızı ufki çizgili (alaca) bayraklar kullandıkları
I. zamanında yeşil'e ve Mehmed I. tarafından da kırmızı'ya. tebdil malûmdur. Bu sırada ticâret gemilerinin beyaz bayrak taşıdıkları bâzı
edilerek ortaya bir yeşil dâire konulduğu hakkındaki bâzı rivayetlerin edebî kaynaklardan anlaşılıyor. XVHI. asırda da kaptan paşalara mahsus
doğru olmadığı, XVI. asırda bile pâdişâhların ak san-cak bayrak yeşil idi. Gerek bu asırda, gerek daha sonraki asırda gemi
kullanmalarından anlaşılıyor. Maamafih, daha XVI. asrın başlann- sancaklarında en ziyâde kırmızı (al) renk kullanılmakla beraber, yeşil
ilO/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/âli

bayraklar da çoktu;' bunlara kimlere mahsus olduğu (kaptan paşalara, üstü kırmızı olarak üç parçalı olarak gösterilmektedir. Görülüyor ki,
kapıdanetere, patronalara, riyâlelere v.s.) flıerlerindeki şekillerden <züL XVIII. asır sonlarında bayrak şekilleri ve renkleri, oldukça muntazam bir
fîkar, üç yılda veya ok-yayf çıpa v.s.) anlaşılırdı. Maamafih Mahmud I. usûle bağlanmıştı.
devreden sonra, donanmada en ziyâde yeşil sancaklar kullanılmağa
başlandı; kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus Mahmud II. devrinde, Selim m. zamanındaki gibi, bayrak şekilleri
forslar da yeşil zemin üzerinde zülfikar ve hilâl şekillerini ihtiva ederdi. hemen ayniyle devam etti. Kalelere ve hükümet binalarına çekilen resmî
D'Ohsson, bu asır sonlarında, Osmanlı ticâret gemilerinin de ye§il sancak sancağın, bu devirde, ay yıldızlı alscncak olduğu görülüyor. Lâkin,
Jeallandıklamı söyler., 1207 (1793)'de kaptan Küçük Hüseyin Paşa'nın yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, bunlara âit husûsî bayrakların
teşebbüsü ile gemi1 bayraklarında daha ziyade ktrmtzt rengin kullanılmasına son verildiği gibi, yeniçeriler arasında çok yayılmış olan
kullanılmağa başlandığımı ve yine o sıralarda Selim IH.'in ordu ve bayrak kelimesi de — yeniçeriliği ve bektaşîliği hatırlatacak başka bir
donanmaya âit muhtelif icraatı arasında, bayraklar üzerindeki hilâl takım kaimeler ile birlikte — yasak edildi ve bunun yerine sancak ke-
şekline sekiz köşeli yıldız ilâve olunduğunu görüyoruz. Hülâsa, bu devre limesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi (Lütfî, Tarrh^ I,
âit muhtelif vesikalarda, bayrak meselesinin de muayyen usûllere bağ- 240). Yeniçerilerin son zamanlarında, daha ziyâde kırmızı renkte renkte
landığı, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayrakların, olan bu bayraklardan, üzerinde beyaz bir pençe, bir zülfikar ve bir dâire
bayraklar üzerindeki şekillerin tes'bit edildiğif hükümdara mahsus gemiye şekli bulunan çatal üçlü bir bayrak askerî müzede mevcuttur. Selim m.
(taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Selim'in tuğrası devrinde Nizâm-ı Cedit kıt'aları için ihdas edilen ortasına sarı sırma ile
bulunduğu anlaşılıyor. Selim m., Mısır'ın fransızlardan geri alınması bir hilâli yahut ortadaki hilâlden başka dört köşesine de hilâller işlenmiş,
münâsebetiyle, Küçük Hüseyin Paşa'ya üzerinde bir sorguç ve bir zülfi- kırmızı veya fes rengi bayraklardan bâzıları, Topkapı müzesinde
kar ile, gâlibâ iskenderiye kalesini temsil eden, bir resim bulunan, bir saklanmaktadır. Mahmud II. tarafından teşkil edilen Asâkip-i Mansûre-i
kırmızı sancak vermişti. Yine bu devirlerden kalan bâzı albümlerden an- Muhammediye'ye mahsus olarak üzerinde Kelime-i Şehâdet veya Fetih
laşıldığıan göre, imparatorluğun muhtelif ticâret limanlarına (İzmir: üç âyetleri bulunan siyah bayraklar yapılmıştı; bunlarda siyah renign tercihi,
mavi ve iki beyaz ufkî parça; Girit: iki kırmızı ve bir beyaz ufkî parça), Peygamberin 'ukab adlı meşhur siyah bayrağının rengini taklit maksadı
reâyâ tüccar gemilerine (iki kırmızı ve bir mavi ufkî parça), Karadeniz ile olmuştur. İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar, orduda, üzerlerinde
tüccarlarına (mavi, beyaz, kırmızı, sarı bir çok küçük müs-tatillerden âyetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını hâvî sırma,
mürekkep), Akdeniz tüccar kalyonlarına (alt -' alta mavi, sarı, saçaklı türlü türlü alay sancakları kullanılmış ve ondan sonra da bu âdet
kırmızı üç ufkî. parça)f Unkapanı tüccarlarına (üç köşelif beyaz devam etmişti; bunların rengi hemen umumiyetle kırmızı idi.
zemin üzerinde, altı köşeli beş mavi yıldızla kırmızı've mavi renkte bir Abdülhamid II. zamanında cuma namazı münâsebeti ile yapılan selâmlık
yuvarlak, ucunda mavi ve kırmızı M çizgi), umumiyetle tüccar gemüerine resminde hilâfete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin
(beş mavi, dört beyaz, iki kırmızı, bir san ufkî dar parça) mahsus üzerine etrafı beyaz kılaptan üe işlenmiş dört köşe bir çerçeve içerisinde
bayraklar kullanılıyordu. Cezayir beylerbeyinin muhtelif bayrakları bir tarafında <innâ fetahnâ» sûresi, diğer tarafında ise güneş resmi
vardı: üst kösesinde beyaz renkte sarıklı bir insan bası bulunan ktrmtzı bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaktı.
bayraktan başka, korsanlara mahsus olarak üzerinde bir kafa iskeleti ile
elinde kılıç çıplak bir kol bulunan kırmızı sancak. vardı; aynı alâmetleri XIX. asrın ilk yansında, üzerinde hilâl ve yıldız işareti bulunan kır-
taşıyan mâvî renkli bayrak tüccar gemilerine mahsustu; kumandan mızı (al) sancağın, o zamanki Garp devletlerinin resmî bayrakları gibi
forsları yeşil idi; beylerbeyiliğe âi$ ticaret gemilerinin bayrağı beyaz, Osmanlı İmparatorluğumun resmî ve umumî timsâli, yâni millî bayrak
yeşil, kırmızı üç ufkî parçadan mürekkepti. Tunus ve Cezayir tüccar olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Abdülmecid zamanındaki imparatorluk
gemileri ortası yeşil olmak üzere, iki mâvî iki kırmızı beş uflri parçadan bayraklarmı gösteren bir albümde, eski bir an'anesi olan Trablusgarb'a
ibaretti. Trablus beylerbeyi üe İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli mahsus üç yıldızlı yeşil sancak müstesna olmak üzere, diğer bayraklar
yeşil sancaktı. Tunus Sancağı üç kırmızı ve iki beyaz ufkî parçalı, tüccar umumiyetle kırmızı renktedir ve ortalarındaki muhtelif alâmetler de
gemileri bayrağı ortası yeşil ve altı beyaz dır. Pâdişâha mahsus tuğralı san-

ı
212/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/213

caktan başka, hükümdarın, gemileri ziyaretinde kullanılan ortasında re yapıldığından, az çok hususî bir mâhiyeti hâizdi. Bunun üzerine, bu
güneş ve dört köşesinde şu'alar bulunan bir sancak daha vardır. Kan-tan mülî hâkimiyet timsâli meselesini daha umûmî bîr şekilde halletmek
Paşa'ya mahsus sancakta bir hilâl ile sekiz köşeli yıldız mevcuttu. Diğer üzere, 29 -mayıs 1936 tarihînde 2994 numaralı Türk Bayrağı Kanunu Bü-
bâzı bayraktardaki yıldızlar ise, beş köşelidir. Bunlardan başka yük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek, 5 haziran 1936'da Resmî
Tophane'ye, kalelere, Galata Kulesi'ne, Bahriye Mektebime mahsus Gazete'de neşredildi ve icra vekilleri heyeti tarafından, 28 temmuz 1937'
bayraklar bulunduğu gibi, ticâret gemileri için de, sağ üst köşesine bir de kabul ve 14 eylül 1937'de neşredilen 7175 numaralı kararname ile, bu
yıldız resmedilmiş, ayrı bir bayrak vardır. Tunus beyinin sancağının kanunun tatbik suretini tesbit eden Türk Bayrağı Nizâmnâmesi tatbik
ortasında, kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz dâire içinde kırmızı hilâl edilmeğe başlandı. Türkiye CumhuriyetTnde kullanılan her türlü bayrak-
ve yıldız şekli mevcuttur. İmparatorluğa tâbi olan Sırp, Eflâk ve Buğ dan lar (millî bayrak, cumhurreisine mahsus bayrak, ordu ve donanmaya ve
beylerbeyileri ile Sisam adasına âit husûsî bayraklarda Osmanl devletin şâir şubelerine mahsus bayraklar) ile onlara âit bütün vasıfları,
hâkimiyetinin selâmeti olan kırmızı renk ile beraber, mavi, san ve beyaz en ince teferruatına kadar, tesbit eden bu kanun ve nizamname ile ay-
renkler de kullanılmıştı. Üst köşelerinde, Osmanlı hâkimiyetinin timsâli yıldızlı kırmızı Türk Bayrağı artık kat'î şekli almış bulunuyor.
olmak üzere, kırmm zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı Eflâk
bayrağı ile, mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikinci- Bibliyografya : Bayrak kelimesine dâir şimdiye kadar filolojik
sinde de bir öküz başı mevcuttur ki, bu üd memleket bayraklarında bu hiç bir tetkik yapılmış olmadığı gibi, İslâmiyet'ten evelki Türk
şekillerin mevcudiyetinden Evliya Çelebi de bahsetmektedir. Abdül- kabilelerinin ve devletlerinin bayrakları hakkında da ciddî bir şey
mecid'in son devirlerinde sekiz köşeli yıldız, beş köşeliye tebdil edilmek yazılmamıştır. Türk bayrakları hakkında son zamanlarda çıkan bazı
eserlerde bunlara dâir verilen malûmat hem çok az, hem de çok
suretiyle, bayrağımızdaki yıldız şekli de tesbit edilmiş oldu. Abdtil-aziz yanlıştır. îslâmiyet,ten sonraki Türk devletlerinin bayrakları
zamanında başlayarak, pâdişâhlara mahsus bayrakların ortasındaki mevzuunda ise bu eserlerde hemen hemen hiç bir şeye rastlanmaz;
tuğraların beyaz renkte sekiz şu'ah beyzî bir güneş içine alınması âdet tesadüfi olarak verilen bir kaç satırlık malûmat da, çok defa doğru
oldu; sonradan bu bayrağın kırmızı rengi vişne çürüğüne tebdil edilerek, değildir. Müsteşrikler tarafından İslâm bayrakları hakkında yapılan
bu saltanat sancağı saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti. Bu bâzı tetkiklerde de müslüman Türk devletlerinin bayraklarından pek
devirde ye§ü rengin, hacılara mahsus gemilerin bayraklarına tahsis az bahsolunmuştur. Umumiyetle İslâm bayrakları ve onlara âit
kaynak ve tetkikler için Encyclopedie de TIs-lam, Liva mad. Dr.
olunduğunu görüyoruz. Osmanlı tmparatorluğu'nda, daha XIV. asırdan Rıza Nur'un I'Histoire du Croissant, Revue de Turcologie (1933, III,
başlayarak, tarîkatlere mahsus (daha ziyâde siyah ve yeşü renklerde) 232—410) adlı eserinde yalmz hilâlden değil, Türk ve daha doğrusu
üzerlerinde âyetler ve pirlerin isimleri bulunan bayraklar kullanıldığı gibi Osmanlı bayraklarından da bahsolunmuştur; çok tenki tsiz ve
(meselâ îshakîlerde olduğu gibi), esnaf teşekküllerinin de ayrı ayrı plânsız olmasına ve çıkardığı neticelerin çok defa yanlışlığına
bayrakları olduğunu biliyoruz. rağmen, burada İstanbul ve Avrupa müzelerinde bulunan bir takım
bayrak resimleri mevcuttur ki, bunlar, Osmanlı bayrakları tarihî ile
uğraşanlar için kıymetli malzemedir. Fevzi Kurtoğlu'nun Türk
Türkiye Cumhurtyeti'nde. 1 teşrinisani 1922'de Türkiye Büyük Millet Bayrağı ve Ay Yıldız (Ankara, 1938, 166 s.) adlı eseri,
Meclisi hükümeti tarafuıdan saltanatın kaldırılarak ayrıca bir Hilâfet Osmanlılar'dan evvelki Türk devletlerinin bayrakları hakkında pek
makamının ihdası üzerine, halifeye mahsus olmak üzere yeşil zemin or- az ve ekseriyetle yanlış malûmat vermekle beraber, Topkapı ve
tasında sekiz suali beyaz bir güneş İçindeki hthnm zeminde beyaz ay Bahriye müzelerindeki bir takım bayraklar ile bâzı kıymetli yazma
yıldızı ihtiva eden bir sancak kaJbûl edilerek, saltanata mahsus bayrak albümlerden istifâde edilmiş olduğu için, XVI. — XX. asırlar
Osmanlı bayrakları ve bilhassa deniz sancakları hakkında oldukça
kaldırıldı; lâkin imparatorluk devrindeki millî bayrak muhafaza olun-öu. zengin malzemeyi ihtiva etmektedir. Bu eser, Rıza Nur'un eserine
29 teşrinievvel 1923'te Cumhuriyet idâresinin kuruluşundan ve halifeliğin nisbetle daha zengin tarihî kaynaklara ve bâzı mühim vesikalara
kaldırılmasından sonra, 22 teşrinievvel 1925'te bir sancak talimatnamesi dayanılarak vücûda getirilmiş olmakla beraber, tamâmiyle tenkitsiz
neşredilerek harp ve ticâret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul bir şekilde yazıldığı için, Osmanlı bayrakları hakkındaki kıymetli
olundu. Bu talimatname, millî bayrağın şeklini kâtf su rette tesbit malûmat müstesna, diğer kısımlardan istifâde olunamaz; hele en
başta bayrak kelimesi hakkındaki filolojik tetkik, tamâmiyle indî ve
etmekle beraber, daha ziyâde donanmanın ihtiyaçlarına gö- hayalîdir.
Unvan ve Istılahlar/215
W4/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi ,

Maamafih Osmanlı kaynaklarında ve Garp eserlerinde, Osmanlı BERİD


bayrakları hakkında daha pek çok malûmat bulunduğu unutul,
mmalıdır. BERÎD. Lâtincede ,,posta hayvanı" mânâsına olan veredus'tan geldiği
Osmanlı bayramı hakkında bunlardan evvel miralay Ali Bey'-tn
kat'îyete yakın bir ihtimâl ile söylenebilecek olan bu kelime, daha
neşretmiş oldu&u Sancağımız ve Ay Ydda Nakşı CTOEM, 1333/ 1334,
m\ 46, 47, 48) adlı makale, Osmanlı tarihçilerinin bu husustaki bir çok İslâmiyet'in ilk asrından başlayarak, bütün ortaçağ İslâm devletlerinde ,
kayıtlarını Ültivâ eden tenkitsiz Wr tetkik, daha doğrusu bir toplamada* „posta hayvanı, süvari postacı, devlet postası, posta menzili" ve nihayet,
ki, yukanki eserlerde ve bilhassa Rıza Nur •un kitabında doğrudan „iki posta menzili arasındaki mesafe" mânâlarında da kullanılmıştır.
doğruya ondan istifâde edilmiş ve onun dışındaki tarihi kaynaklara pek Kelimenin bu son mânâsım maddî bir ölçü ile tesbit hususunda, lû-
az müracaat olunmuştur. Jean Deny'nîn Encyclopddie de Flslam'daki gatçiler, hukukçular ve coğrafyacılar arasında, büyük ihtilâflar vardır.
sancak maddesi (1925'te çıkmıştır) Türk bayrakları hakkında pek
mahdut malûmatı ihtiva etmesine rağmen, mükemmel bir filolojik Sonunculara göre, bir süvari postacının bir günde alabileceği mesafeye
tetkiktir ki, yukardaki müelliflerce mechül kalmıştır. Bunlardan başka berîd derler ki, ekseriyetle kabul edildiğine göre, çöl sahası için her biri
Osmanlı bayrağı hakkında o kadar ehemmiyetli olmayan daha bir takım 3'er millik 4 fersah, yâni 12 mil, Horasan ve Suriye için ise bunun
makaleler, Fevzi Kurtoğlu'nun kitabındaki bibliyografyada zikredilmiş yarısıdır; fakat hukukçular, çöl sahasında bir süvari postacının, namaz
olduğundan, burada onları tekrara lüzum görmüyoruz. Orada vakitleri hesaba katılmamak üzere, 4 berîdlik, yâni 48 millik, bir yol
zikredilmeyen eserler arasında az çok ehemmiyetli olanlar şunlardır:
Cemil, Sancak ve Sancağımız (istanbul, 1341), 8. 34; Ahmed Timur gidebileceiğni kabul ederler (tafsilât için bk. M. H. Sauvaire, Mâtirîaux
Paşa, Târihü'l-Alemi'l-Osmânî (arapça; Kahire, 1347, s. 180). pour aervtr â l'histoire et de la Metralogie mtısulmanes, JA, nov.-dec.,
XIV. asır'da yaşıyan İspanyan bir franciscain seyyahının 1877* 'de 1886, s. 483 v.d.d.). Maamafih XIV. asır Mısır müellifleri, posta menzil-'
neşredilen eseri, 1912'de Sir Clements Markham tarafından in-gilizceye teri arasındaki mesafelerin birbirinden farklı olduğunu/bOhassa çöl sa-
tercüme edilerek Book of the KnowIedge ismi altında Hokluyt Society halarında su kuyularının mevcudiyeti göz önüne alınarak yahut, yol üs-
külliyatı arasında çıkarılmıştır kî, burada, Osmanlılardan evvelki bir
takım Türk devletlerinin bayrakları hakkında bâzı malûmat ve resimler
tündeki her hangi mühim bir feöy veya kasabanın mevcudiyeti hesaba
vardır. Ayrıca, Topkapı Müzesinde yine bir İspanyol tarafından XV. katılarak, menzillerin ona göre tertip edildiğini söylerler &i, en doğrusu
asırda yapıldığı anlaşılan bir harita üzerinde de muhtelif Türk budur.
devletlerine ait bayrak resimlerine tesadüf olunmaktadır. Gerek bu Semantik tekâmül bakımından, iptida resmî posta mânâsında kul-
haritadaki, gerek franciscain seyyahının eserindeki resimler bir takım
izahlar ile şu eserde neşrolunmuştur: İbrahim Hakkı, Topkapı Sarayında lanılan Lâtin menşe'li bu kelimenin, ilk îslâm fâtihlerinin Suriye ve Mı-
Deri Üzerine Yapılmış Eski Haritalar (İstanbul, 1936). Buradaki izahlar sır'da tesadüf ettikleri Bizans posta teşkilâtından alınmış olduğu kendi-
çok defa indi ve yanlış olduğu için, bunun yalmt resimlerinden istifade liğinden anlaşılıyor. Sonraki İslâm müellifleri tslâmlar'daki devlet pos-
edilebileceğini ilâve edelim. tası müessesesinin, şâir bir çok şeyler gibi, İranlılar'dan alındığını söy-
Buradaki malûmatı tamamlayacak mâhiyette izahlar için bilhassa lerlerse de, daha ziyâde Abbasîler devri, müesseselerinde kendini gös-
İslâm Ansiklopedisi'ndeki şu maddelere bk. Liva, Sancak, Sancak-ı teren Sâsânî tesirinin, Emevîler devri posta teşkilâtı için vârid olamaya-
Şerif, Tu& Bayraklar üzerindeki şekiller için bk. HUA1, Arslan,
Zülfikâr, v.s. (Ejderha motifi için bk. Tuad Köprülü, Ortazaman Türk cağı, bu mefhumu ifâde eden kelimenin, Şarkî Roma JJmparatorluğu'nda-
Devletlerinde Hukuki Senbollerdeki Motifler, I, Ejderha (Türk hukuk ve ki mümasil müessesenin isminden alınmış olması ile de sabittir. Lâtin-
iktisat tarihi mecmuası. 1938, 033—52; bu kitapta bundan önceki ceye değil, farsçaya vâkıf olan Arap lûgatçilerinm, meselâ Zemahşerî'-
makale). Renklerin senbolizmi için Rang maddesine» islâm armaları nin, aslen arapça olmayan bu kelimeyi farşça ,Jkesik kuyruklu" mânâsına
hakkında Reng, Nişan, Tam-ga maddelerine, sair hâkimiyet alametleri
hakkında da ait oldukları maddelere bk.
gelen berîde-dum'dan alınmış addetmesi (iÂsânü'l-Arab, IV, .53) ve
müverrih Makrîzî'nin de bu uydurma iştikaka inanarak, daha evvelki
başka müellifler gibi, 'bu müessesenin İranlılar'dan alındığını söylemesi,
bu yanlışlığın neden Heri geldiğini anlatabilir. Gerçi eski İslâm tarihçisi
Belâzurî (Fütûhu'l-Büldân, s. 375), başka hayvanlardan kolayca ayırt e-
dilmek için, 'berîd hizmetindeki hayvanların kuyruklarının kesildiğini
Söylerse de buna dayanarak, kelimenin ve ifâde ettiği müessesenin iranî
216/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/217

menşe'den geldiğine hükmetmek doğru değildir. Bu teşkilâtı, berîd iami kadar benzediğini gösterdiği gibi, aşağıda göreceğimiz vecihle, ortaçağ
altında, ilk defa kuran Mu'aviye I.'nin, bu hususta eski Bizans teşkilâtım İslâm devletlerindeki mümasil teşkilâttan da ne kadar farksız olduğunu
taklit veya iktibas ettiği hakkında, Reino ve G. Demombynes'in fi-, anlatacaktır. îslâmlar'da olduğu gibi Şarkî Roma'da da istihbarat, yâni
kirlerine biz de tamâmiyle iştirak etmekteyiz. casusluk, işlerinin bu teşkilâtın en mühim vazifesini teşkil etmesi, bu-
Geniş coğrafî sahalara hâkim olan eski şark imparatorluklarının, nun Sâsânîler devrinde de ilk plânda bulunduğunu gösterebilir. Justi-
merkezî toir idare kurabilmek için, böyle bir posta ve istihbarat teşki- nianus zamanında bir aralık kaldırılan bu teşkilâtın (krş. P. Boissanna-
lâtına muhtaç oldukları, düşünülürse, bunun köklerini Şarkî Roma'dan da, Le Travail dans VEurope chritienne au Moyen Âge, Paris, 1921, s.
daha evvelki devletlerde aramak icap eder. Hakikaten Dârâ I, zamanında 66), sonradan, zarurî ihtiyaçlar karşısında, tekrar canlandırıldığı ve mâlî
çok muntazam bir idare teşkilâtına mâlik olan Ahamenidler (Keyâ-niyân) sıkıntılar sebebiyle, eski intizamını bulamamakla beraber, bu cihazın her
împaratorluğu'ndk,' hükümdarın emirlerini her tarafa sür'atle hâlde ilk İslâm fütuhatı esnasında mevcut bulunduğu muhakkaktır
yetiştirmek ve imparatorluğun her tarafında olup biten şeyleri ona en (bunun, Bizans idaresi zamanında Mısır'da mevcudiyeti hakkında bk. G.
doğru olarak bildirmek maksadı ile, geniş teşkilâtlı muntazam bir dev- Rouillard, YAdmtnîstration çivile de PEgypte byzantine, Paris,
let postası teşkil edildiğini İslâm müellifi İbnü'l-Belhî rivayet ettiği gibi 1928,s.ll3). j3|
(bk, The Farsnâma of Ibnul-Balkhi, nşr. G. le Strange ve R. A. Nichol- Şarkî Roma devletinden zaptolunan medenî sahalarda Bizans'ın
son, GMNS, 1921, I, 55), Herodot bile Serahs zamanında bu teşkilâtın muhtelif idare cihazlarını, hattâ bir, kısım memurları ile beraber epey
mevcudiyetinden bahseder. A. Christensen ({'Iran sous les Sassanides, uzun müddet kendi hesabına kullanmak mecburiyetinde kaldığını bildi-
Copenhague, 1936, s. 120, 123 v.d.), Sâsânîler devrindeki devlet postası- ğimiz Emevî devleti, berîd teşkilâtında da aynı yolu takip etmiş olmalı-
nın da bundan pek farklı olmadığını söylemekle beraber, posta idare- dır. Maamafih bir taraftan İslâm imparatorluğunun dahilî tekâmülü, di-
lerinin başındaki memurların, Emevîler ve Abbasîler zamanında olduğu ğer taraftan eski kültür an'anelerine mâlik olan Sâsânî memleketlerinin
gibi, (bulundukları yerlerde olup biten şeyleri hükümdara bildirmekle (Irak, İran ve Horasan) Emevî hâkimiyeti altına düşmesi neticesinde,
mükellef resmî bir casus vazifesi görüp görmedikleri hususunda kat'î bir bütün müesseselerde olduğu gibi, berîd teşkilâtında da, hiç olmazsa şarkî
hüküm veremiyor ve maamafih eski İran'da casusluğun büyük ehem. sahalarda îran tesirinin kendini göstermeğe başladığı tahmin olunabilir;
miyet kazandığını göz önüne alarak, bu ihtimâli de uzak görmüyor. Bu Her ne olursa olsun, Emevîler devrinde berîd teşkilâtına büyük
husustaki Sâsânî an'anelerinin, Abbasîler devrinin berîd teşkilâtı üze- ehemmiyet verildiğini görüyoruz, 'Abdü'l-Melik to. Mervân zamanında,
rinde nasıl müessir olduğunu aşağıda göreceğiz. hem geniş imparatorluk memleketlerindeki dahilî kaynaşmalardan, hem
de askerî hareketlerden doğru ve çabuk haberler almak için, bu teşkilât
Romalılar, İran Imparatorluğu'nun resmî posta teşkilâtım taklid büyük nisbette genişletildi; Velîd I., yaptırdığı binaları süslemek için,
ederek, aynı tarzda bir müessese kurdular. Yolların tanzimine ve mü- muhtaç olduğu mozaikleri Bizans'tan bu emin ve sür'atli vâsıta ile ge-
nâkale vâsıtalarının ikmâline büyük gayretler sarfeden imparatorluğun tirtiyordu.* Ömer İL, Emevî devletine dâima zorluklar çıkaran Arap ka-
vücûda getirdiği bu yeni müessese, yâni devlet postası (cursus publicus), bilelerinin yaşadığı Horasan'da merkezî idarenin nüfuz ve murakabesini
muntazam menzil teşkilâtına, posta hayvanlarına, yolcuların ihtiyacını temin için berîd teşkilâtını kuvvetlendirmiş, ana yollar üzerinde menzil
temin edecek vâsıtalara mâlik idi ve bundan yalnız hükümdar ve devlet binaları yaptırmıştı. Emevî hazinesi bu teşkilât için, senede 4 milyon
adamları, yahut hükümetten husûsî bir müsaade almış olan ferdler dirhem gibi, büyük bir para sarfediyordu. 1933'te Semerkand civarında
istifâde ediyordu (bk. Paul Huvelin, Etudes d'histoire de droit Commer- Mug-Kale harabesinde yapılan hafriyatta meydana çıkan ve hicrî 99—
cuü romanı, Paris, 1929, s. 42 v.<L). İmparatorluğun bu veredus (posta 100 yılları arasında yazılmış resmî bir vesika, berîd teşkilâtının yalnız
hayvanı) ve veradarü (postacı, berîdî) teşkilâtının Şarkî Roma devrin^ Horasan'da değil, Mâverünnehr'de Sogd havâlisinde, yâni Semerkand
de de devam ettiğini, yâni daha Büyük Constantin zamanında mevcut civarlarında da mevcut olduğunu meydana koymuş ve Ömer IL'in bu işe
olduğu gibi, sonradan Theodosius kanununda buna âit hükümler konul- memur ettiği Süleyman b. EbûVSârî (Taberî, n, 1364)'nin adma bu
duğunu biliyoruz (Cod. Theod., Vm, V, 51). Ottun bu izahat, İran vesikada da tesadüf olunmuştur <Orta Asya'da Mug-Kale hafriyatında
Roma imparatorluklarındaki devlet postası teşkilâtının birbirlerine v bulunan vesikalar için bk. Sogdiyskiy Sborntk, Leningrad, 1934; ese-
e
n
218/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/219

rin hulâsası ve vesikanın metni için krş. Abdülkadir İnan, BMeten, sayı 27, Aibü'l-berîd, unvanını taşıyan büyük bîr âmir bulunurdu ki, vazifesinin
1943, s. 615—619). Berîd' teşkilâtına âit en eski paleografik vesika, mâhiyeti bakımından, hükümdarın her suretle emniyet ve itimadını, ka-
bildiğimize göre, şimdilik budur ve Taberî/nin ifâdesini tamâmiyle te'yit zanmış olması lâzımdı. An'aneye göre, Sâsânî hükümdarları bu vazifeyi en
etmektedir. itimat ettikleri çocuklarına verirlerdi. 358 (950)'de ölen Ebû Ca'fer Ahmed b.
Berîd teşkilâtının, Emevîler'de ve sonra Abbâsîler'de olduğu gibi, Muhammed el-Gummâs'ın Stnâ'atu'drKüttâb adlı eserinde, bu teşkilât
Endülüs Emevîleri'nde de bulunduğu anlaşılıyor; târihî vesikalara göre, hakkında dîvân kâtiplerinin bilmeleri icap eden mühim tafsilât bulunduğunu
Hİ. asır ortalarında bu teşkilâtın başındaki büyük memura sâhibiTd* bildiğimiz gibi, Hârizmî (Mefâtih al-'ulûm, nşr. Van Vloten, s. 63; tab. Mısır,
berûd adı veriliyordu (G. Levi Provençal, VEspagne musulmane ou Xime s. 42) de bu dîvânda kullanılan ıstılahlar hakkında bir az malûmat
siecle, Paris, 1932, s. 55). Elde vesika bulunmamasına rağmen, bu vermektedir ki, bu ıstılahlar da bu müessesenin Sâsânî an'anesine göre
müessesenin daha evvelki zamanlarda da mevcudiyeti ihtimâl dahi- tanzim edildiğini anlatmaktadır. Berîd dîvânının çok ağır ve şümullü bir
lindedir. vazife ile mükellef olduğu ve bunu yapabilmek için, hilâfet memleketlerinin
Abbasiler, daha el-Mansûr zamanından başlayarak, posta ve istihbarat her tarafına yayılmış muazzam bir teşkilât şebekesine muhtaç bulunduğu
işlerine çok büyük bir ehemmiyet verdiler. Rivayete göre, el-Mansûr, meydandadır. Abbasî İmparatorluğumun geniş topraklarında, askerî ve ticarî
devletin muntazam idaresi için, adliye, mâliye ve zabıta iğlerini bakımlardan birinci derecede ehemmiyetli yolları tanzim ve bu yollar
muvaffakiytle çevirecek 3 muktedir ve doğru* memura ihtiyaç bulundu- üzerinde âsâyiş ve emniyeti temin etmek, muntazam posta menzilleri vücûda
ğunu, fakat bunların her hareketini hükümdara doğru olarak bildirecek bir getirmek ve bu menzillerde dâima harekete hazır at, katır ve hecin devesi
sâhibü'l-berîd'm hepsinden daha kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu gibi, vâsıtalar bulundurmak lâzımdı; sahil memleketlerinde yahut büyük
söylemişti. Bununla beraber bu teşkilât her hâlde iyi işlememiş yahut göllerde ve nehirlerde gemilerden ve sallardan da istifâde olunurdu; lâkin en
Kizumu kadar genişlememiş olacak İti, el-Mehdî'nin, Bizanslılar ile harpte müşkül ve masraflı mesele, kara yollarının intizam ve emniyeti idi; bunun
bulunan oğlu Hârûnü'r-Reşîd'den doğru ve çabuk haber almak »$&, buna için büyük bir memur ve- hademe kadrosuna ihtiyaç vardı. Abbasîler
daha fazla ehemmiyet verdiğini ve sonra da, Hârûn devrinde, Yahya b. devrinde bütün bu yollar-üzerinde askerî faaliyetler eksik olmadığı gibi,
Bermek'in teşviki öe, bunun daha muntazam bir şekle sokulduğunu bilhassa büyük bir ticâret faaliyeti mevcuttu; IX.—X. asırlarda imparatorluk
görüyoruz (sonraki târihî kaynakların, bu teşkilâtın bâzan büsbütün içinde muazzam bir inkişaf gösteren iktisadî hayat, yalnız iç ticârette değil,
kaldırılıp, sonra yeniden, kurdurulduğu hakkındaki ifâdelerini bu şekilde dış ticârette de kendini göstermiş ve münakalâtın mütemâdi artması, yolların
tefsir etmek zarurîdir). Abbasî hazinesinin bu teşkilât için 8 milyon dirhem intizam ve asayişi meselesini öp plâna geçirmişti. Yalnız devlet postası için
sarfetmesi, verilen ehemmiyetin derecesini anlatabilir. Maamafih* değil, kalabalık ticâret kervanları için de buna ihtiyaç vardı. Berîd
Abbasîler devrindeki berîd teşkilâtının, Emevîler devrinde airiye ve hayvanlarının, başkalarından kolayca ayrılması için, kuyrukları kesilir ve
Mısır'da olduğu vecihle, Bizans tesiri altında değil daha ziyâde Sâsânî boyunlarına çanlar ve çıngıraklar asılırdı. IX.—5(1. asır îslâm
idare an'anelerine göre tanzim edildiği söylenebilir. Umumiyetle ÎBlâm coğrafyacılarının eserlerinde, bu berîd yolları, menziller ve hattâ bunların
müelliflerinin bu mütalaada bulunmaları, Emevîler'in değil, Abbâsîler'in idaresi için sarfolunan paralar hakkında bir çok malûmata tesadüf olunur
teşkilâtım göz önüne almalarından ileri gelmektedir ve G. Demombynes, (msl, îbn Hurdâzbeh; bu hususta bk. Sprenger, Die Post - und Reiseruten des
A. Christensen gibi âlimler de bu fikre iştirak et. m ektedirler. Orients, Leipzig, 1864). Berîd* teşkilâtı, merkez ile vilâyetler arasındaki
Abbasîler devrinde |bu resmî posta ve istihbarat müessesesinin mâ- muhabereyi temin etmekten başka, hükümete veya saraya ait eşyanın nakli,
hiyeti, vazifeleri ve işleme tarzı hakkında oldukça geniş malûmata sahibiz. resmî vazife ile bir yerden başka bir yere gönderilen memurların şevki gibi
Bağdad'da merkezî idareyi teşkil eden.^îvânlar arasında merkezin işler ile de uğraşırdı. Lâkin bunun mükellef olduğu en ehemmiyetli vazife,
vilâyetler ile muhaberelerini tanzim etmek ve her tarafta olup biten işlerin memleketin her tarafındaki ıbüyük memurların (kumandanlar^ valiler,
ve bilhassa büyük memurların hâl ve hareketlerini teftiş ve murakabe kadılar ve mâliye memurları) hâl ve hareketlerini, hükümdara karşı
ederek, merkeze büdirmek vazifesi ile mükellef husûsî bir ıdâre vardı ki, besledikleri niyetleri sıkı bir murakabe altında bulundurarak, merkeze
buna dîvârm'&berîd adı verilirdi. Bunun başında sâ sür'atle bildirmekti.
220/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Iıtılahlar/221

Resmî bir teftiş vazifesinden başka, hükümdarın husûsî casusluk şebekesi istihbarat için, kullanılan husûsî'adamlar (casuslar) bulunduğu gibi, bâzı gizli
hizmetini-de gören bu teşkilâtın, bütün vilâyetlerde ve mühim ratar-kezlerde, mektupları taşımak için, kâsıd, sâ'î ve peyk gibi isimler verilen koşucular da
ayrı ayrı memurları bulunurdu. Merkezî idarenin itimadını kazanmış bulunurdu. Bunların ilk defa Büveyhîler ailesinden Irak emîri Mu'izzü'd-Devle
kimselerden seçilen bu memurların büyük nüfuz ve salâhiyet kri olduğu için, tarafından kullanıldığı rivayet edilir. Bunlar bâ-zan seyyar satıcı veya serseri
bilhassa merkezden uzak vilâyetlerde idarî ve mâlî büyük yolsuzluklar yapan derviş kıyafetinde seyahat ederlerdi, îsyan ve istiklâl hevesine düşen valiler,
yahut fena niyetler besleyen askerî ve idarî âmirler, îbu vaziyeti merkeze derhâl berîd memurunun vazifesine son verirler ve merkez ile resmî posta
bildirmemeleri için, berîd memurlarını türlü vâsıtalarla kandırmağa münâsebetini keserlerdi. Abbasî İmparatorluğumdan ayrılarak, müstakil devlet
çalışırlardı. Ancak resmî postadan başka, kervanlar vâsıtası ile de husûsî mâhiyetini alan siyâsî teşekküllerde, bu resmî posta ve istihbarat işlerine
mektuplar gönderildiği içiö, her faangi bir hâdiseyi uzun müddet saklamağa ehemmiyetle devam edüdiğini görmekteyiz. Mısır'daki Tolunlular sülâlesinde
imkân yoktu. Fakat bütün bunlara rağmen, posta ve istihbarat memurlarının, berîd teşkilâtının eski şekilde devam ettiğini bildiğimiz gibi (Zaki Mo-
kendi menfaatlerini teminden başka bir şey düşünmeyerek, merkezi yalan hammed, Les Toulounides, Paris, 1933, s. 199), Mâverâünnehr ve Horasan'da
haberler ile oyaladıklarını görmekteyiz. îmâm Ebû Yûsuf (113 — 182), çok muntazam bir idare makinesi vücûda getiren Sâmânîler devletinde de aym
meşhur Kttdbü'Z-Harâc'mda, berîd teşkilâtının bozukluğunu, bu işte kul- teşküâtın mevcudiyeti hakkında malûmatımız vardır. Nasr b. Ahmed
lanılan memurların namuslu insanlar olmadığını, valiler, kadılar ve mâliye zamanında Buhârâ'daki merkezî dîvânlar arasında, dî-vân-ı sâhib-i berîd de
memurları ile uyuşarak suiistimalleri sakladıklarım, bu gibi adamlar bulunuyordu (Nerchakhy, Description de Bouk-hata, nşr. Ch. Schefer, Paris,
tarafından verilecek haberlere inanmak doğru olmadığım söylüyor ve buna bir 1892, s. 24, burada yanlış olarak 4*j* w-^Lc>
çâre olmak üzere, bu memurların, her memleketin ve büyük şehrin namuslu
şeklinde yazılmıştır). Abbâsîler'de olduğu gibi, vilâyetlerde buna bağlı
ve muteber adamları arasından seçilerek hizmetlerine mukabil beytülmâlden
memurlar bulunup, olup biten işleri hemen merkeze bildirdiklerini *Avf î nin
münâsip bir maaş verilmesini, resmî posta vâsıtalarından yalnız devlet
Cevâmı'ü'l-Hikâyât'mdaM bir hikâyeden öğreniyoruz (bk. w. Bart-hold'un
memurlarının istifâde ettirilmesini ve vazifede suüstimâlleri görülenlerin
Turkestan adh meşhur eserinin rusça tabına zeyil olarak çıkardığı metinler
şiddetle cezalandırılmasını tavsiye ediyor (krş. Abû Yûsuf, Le livre de VImpot
mecmuası, s. 92). Muharriri malûm olmamakla beraber, ilk yazılışının
foncier, trc. E. Fagnan, Paris, 1921, s. 286—289). Tâhirîler devletinin
Sâsanîler devrine âit olduğu tahmin edilen bir eserde, sâhib-i berîdin
müessisi olan Horasan valisi Emîr Tâhir, istiklâl arzusuna düşerek, halifenin
vazifelerinden ve hâiz olması lâzım gelen vasıflardan bahsolunurken, bunun
adım hutbeden kaldırınca, berîd memuru kendisinden izahat istemiş;
„dâvaları dinleyip, hükmetmekle muvazzaf olduğu için, bütüfa şer'î meselelere
vaziyetinden korkan Tâhir de bunun bir yanlışlık olduğunu söyleyerek,
vâkıf, zâhid, muttaki, âlim ve fakîh olması, her işi lâyıkryle araştırması, doğru
merkeze bildirü-memesini rica etmişti; lâkin bunun tekerrürü üzerine, berîd
sözlü, iyi huylu ve herkesin hayrını isteyici olması, hâdiseleri arzederken,
memuru, bu haberin, husûsî mektuplar ile, Bağdad'a gideceğini ve bu takdirde
etraflı düşünmesi icap ettiği" kaydolunuyor (Ch. Schefer, Chrestomathie
kendi mevkiinin tehlikeye düşeceğini anlatarak, Tâhir'in de muvafakati ile,
persane, Paris, 1883, I; Zafernâme, s. 20). Berîd teşkilâtının başındaki âmirin
variyeti bildirdi. Bu vak'a, nüfuzlu valiler üe berîd memurları arasındaki
adlî işlere değil, sâdece istihbarat işlerine baktığını bildiğimiz için, bu ifâdenin
münâsebeti anlatmak bakımından, çok manâlıdır. Bu gibi hâllerde valiler,
baş taraflarım tefsir etmek bir az müşkül görünmekte ise de, bunu mecazî bir
berîd memurlarının resmi raporlarını adetâ kontrol etmek ve bunu istedikleri
ifâde gibi kabul edince mesele aydınlanmaktadır: bir çok insanlar aleyhinde
gibi yazdırmak kudretine mâlik olduklarından bu memurların, gizli vâsıtalara
isnatları hâvî jurnallar alan ve bu husustaki kanaatlerini M-kümdara
müracaat ederek, ayrıca — resmî raporlarına tamâmiyle muhalif — husûsî
bildirmekle mükellef olan bir adam, bu bakımdan, tetkik ettiği evraka göre
raporlar gönderdikleri de olurdu. Böyle hâllerde, merkezî idare veya
hüküm veren bir hâkim vaziyetinde telâkki olunabilir. Nitekim yukarıdaki
hükümdar üe bu memur arasında evvelce kararlaştırılmış husûsî bir işaret
fıkranın son kısımları^ bunun, istihbarat işleri şefine âit olduğunu açıkça
bulunmadıkça, gelen rapora — hattâ o memurun el yazısı ile yazılmış ve
göstermektedir. Her hâlde Sâmânîler devrindeki berîd teşkilâtının, gizli ve açık
mührü üe mühürlenmiş olsa bile - itimad olunmazdı. Her yerdeki berîd
istihbarat işleri üe bilhassa meşgul olduğu anlaşılıyor.
memurunun maiyetinde
222/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve İstılahlar/223

Umumiyetle Sâmânî idare sistemini kabul etmiş olan Gazneliler îm- tikleri saltanat kaidelerini bilmedikleri için, padişahlığa mahsus âdetler-
paratorluğu'nda, berîd teşkilâtının devamım ve istihbarat işlerinin, yâni den ve müesseselerden bir çoğunun bunlar zamanında ortadan kalktığım
casusluğun, büyük ehemmiyet kazandığım görmekteyiz. Bu devirde, ve memleketin iyi idaresi için, vücûdu zarurî olan bir çok şeylerin mah-
Mahmûd ve Mes'ûd zamanlarında, her valinin yanında, merkez! idare volduğunu" esefle söylemekte ve dîvân-ı berîdin kaldırılmasını buna bir
tarafından tâyin edilip, adetâ onun işlerini murakabeye memur olan bir delil olarak zikretmektedir (Çdhâr maqâla, GMS, XI, 24). Hakikaten,
kethüda (vali muavini)'dan başka, yine merkezden tâyin edilen bir târihî kaynakların müşterek ifâdelerine göre, casusluktan ve casuslardan
sâhib-i berîd (yahut nâib-i berîd) bulunurdu ki, olup bitenleri hükümdara nefret eden ve bunun hükümdarlar için, faydadan çok zarar getireceğine
bildirmekle mükellef olan bu memurun, en çok güvenilir adamlar ara inanan Alp Arslan, bu teşkilâtı kaldırmıştır (Bondârî, nşr. Houstma, s,
sından seçilmesi âdetti. Tıpkı berîd kelimesi gibi (posta menzili, postacı 67; türk. trc. Kıvameddin Burslan, İstanbul, 1943, s. 67). Selçuklu
mânâlarına da gelen) asküdar denilen resmi posta ile gelen raporlar, imparatorluğu içinde İsmaililer'in uzun müddet gizli faaliyetlerde
bâzı zamanlar, valilerin emir ve tehdidi altında yazıldığı isin, berîd me bulunduktan sonra, birden bire o kadar kuvvetli ve geniş bir teşkilât
murları bu gibi vaziyetlerde, ayrıca gizli bir rapor yazarak, bunu der hâlinde ortaya çıkmalarını, o devir tarihçileri, berîd teşkilâtının ortadan
viş veya satıcı kıyafetinde bir sâ'f ile gönderirlerdi. Bunların, ele geç kaldırılmış olmasına atfederler. Bir çok meselelerde Türk kabile hayatına
memek için, bâzan bir mum içine yahut bir asa araşma konmak gibi has telâkkilere sâdık kalan Alp Arslan'ın, casusluğa karşı duyduğu derin
usûller ile saklandığını Beyhakî'deki kayıtlardan öğreniyoruz (Beyhaki, nefreti, onun veziri Nizâmü'1-Mülk de te'yit etmekte ve bu hükümdar
Târfh, nşr. Saîd Nefisî, Tahran, 1309, I, 27, 386). Resmî posta ise, Ab- zamanmda sâhib-i haber (yâni casusluk vazifesi ile mükellef sâhib-i
bâsîler'de olduğu gibi, deriden yapılmış husûsî torbalar iğine konarak, berîd) 'îer mevcut olmadığım anlatmaktadır. Kendisine bu hususta
sâhib-i berîdin mührü ile mühürlenir ve üzerine, nereden geldiğini anlat sorulan bir suale Alp Arslan'ın verdiği şu cevap, casusluk teşkilâtının
mak için, bir halka konurdu. Sefere çıkan her orduya, merkez ile mu sakat taraflarım anlatmak bakımından, târihî vakıalara da uygundur : —
habereyi lemin için, bir sâhib-i berîd tâyin edüerek, maiyetine kâfi „Bana dost olanlar, bu istihbarat memurlarına, pek tabiî ehemmiyet
mikdarda postacı ve posta hayvanları verilirdi. Bâzı mühim hâdiselerde, vermezler; hâlbuki düşmanlarım, maddî ve manevî her vâsıtaya baş
Gazne'ye her gün posta geldiğini ve böylece merkezî idarenin vaziyeti vurarak, onunla uyuşurlar. O da bana, dostlarımı düşman ve
günü-gününe takip ettiğini görüyoruz. Resmî postanın açılması ve hü düşmanlarımı dost gösterecek haberler verir. İyi ve fena sözler, ok gibi
kümdara ara hususunda, bunların mahrem kalıp yayılmaması için, tesirlidir; tekrar edile-edile inşam dostlarından soğutur ve düşmanlarına
muayyen sıkı usûller vardı ve vezir ile dîvânın alâkalı bir kaç büyük ısındırır. Bunun neticesi olarak da, dostlar uzaklaşır ve düşmanlar insanın
memurundan başka, hiç kimse bu işlere karışamazdı.; Gazneliler 'de, etrafım alır". — Maamafih Sâsânî-Abbâsî idare an'ane-lerinin şiddetti
bilhassa Mahmûd zamanından başlayarak, casusluğun çok büyük ehem taraf darı olan Nizâmü'1-Mülk, Alp Arslan'ın bu düşüncelerini
miyet kazandığım ve bu sebeple berîd teşküâtının çok muntazam ojdu- kaydetmekle beraber, sâhib-i haberler kullanmanın, yâni berîd
ğunu» yalnız Beyhakî'nm ifâdelerinden değil, başka tarihî kaynaklardan teşkilâtının esaslı bir idare kaidesi olduğunu, ancak bunların dindar, sâ-
da öğreniyoruz. Sfahmûd'un sarayında oğlu Mes'ûd'un ve Mes'ûd'un dık ve doğru insanlardan seçilmesi lüzumunu ilâveden de kendini ala-
sarayında da Mahmûd'un casusları bulunduğunu büdiren Beyhakî'den mamıştır (Siyâset-nâme, nşr. Halhâlî, Tahran, 1310, fasıl 10, s. 50 v.d.). .
başka, Nizâmü'I-Mülk de onun Karahanhlar sarayında casusları oldu Sonradan, bir taraftan geniş imparatorluk idâresinin ihtiyaçları, diğer
ğunu söylemekte ve 'Avft 'ıün bir hikâyesinden de, Hârizm valiliğine taraftan eski idare an'anelerinin git-gide artan tesirleri altında, bu teş-
tâyin ettiği Altıntaş'ın yanında da casus bulundurduğu anlaşılmakta kilâtın tekrar vücûda getirildiği söylenebilir. Nizâmü'l-Mülk'ün „işlek
dır, f^gş yollar üzerindeki merkezlere, kendi merkezleri etrafında 50 fersahlık
Büyük Selçuklu împaratorluğu'nua ilk kuruluş yıllarında Gazneliler mesafelerdeki haberleri vermek üzere, muayyen tahsisat Se peykler, yâni
ve Büveyhtfer'den kalan şâir bir takım idarî müesseseler gibi, bu mü istihbarat ve posta memurları tâyin etmek ve böylece her gün memleketin
essesenin de bozulduğunu ve bilhassa casusluk illerine hiç ehemmiyet her tarafından haber almak lüzumu" hakkındaki ifâdesi (ayn. esr., fasıl
verilmediğini görüyoruz. XH. asır müellifi Semerkandh NizâmH 'Arûzî XV, s. 63) bunu anlattığı gibi, yine onun, berîd teşkilâtının lüzumu ve
„çöl adanılan olan Selçuklu reislerinin, eski hükümdarların riâyet et- bunun, gerek İslâmiyet'ten evvelki devletlerde (Sâsânî-

1.
224/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/225

ler'de), gerek îslâm devletlerinde, mevcudiyeti hakkındaki mütalâaları da larm intizam ve emniyeti hususunda büyük gayretler sarf edilerek, yeni
tia ihtiyacın bir ifadesidir. Büyük Selçuklularda, daha Meükşah devrinde, yeni köprüler, ribatlar (han,, kervansaray) yapılması, büyük sulama
sultanın ve Nkâmü'l-Miük'tin husûsî casuslar kullandıkları, sultan Sencer'in tertibatının ihyâsı, şehir hayatının ve iktisadî faaliyetin büyük inkişafı,
Edrb Sâbirt, casusluk vazifesi ile, Hirian't yollayıp, onun gönderdiği bir muasır tarihî kaynaklardan açıkça anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar her
resim sayesinde kendisi aleyhine hazırlanmış bir suikasttan kurtulduğu nedense büyük bir kısmı tarihçilerin gözlerinden kaçmış olan bütün bu
(Devletşah, Tezkire, nşr. E. D. Browne, s. 93) ve daha bu gibi bir çok vakıalar karşısında, imparatorluğun iç ve dış siyâseti için, şiddetle muhtaç
hâdiseler, bunu açıkça anlatmaktadır. Ancak, bu teşkilâtın, evvelki olduğu resmî posta teşkilâtının bozulduğunu iddia etmek.mânâsız olur.
devletlerde olduğu gibi* merkezde, büyük nüfuz sahibi ricalin idaresi Bu mütalâamızı kuvvetlendirecek diğer mühim bir delil, devlet postası
altında husûsî bir berîd dîvânına bağlı olmadığı görülüyor. İsmail Hakkı ve istihbarat teşkilâtının, Büyük Selçukluların istitâleleri sayılabilecek şâir
Uzunçarşıh (Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhâl, İstanbul, 1941, s. 48), Türk devletlerinde de devamıdır. Kirman Selçuklularından Muhammed b.
Büyük Selçuklular'da merkezde berîd dîvânı bu. Umduğunu, Siyâset- Arslan Şah'ın, yalnız kendi memleketinde değil, İsfahan, Horasan ve bütün
nâme'ye dayanarak, kat'İ surette iddia ediyorsa da, Nizâmü'l-Mülk'ün böyle civar memleketlerde casusları (sâhib-i haber) vardı ve o, bu teşkilâta'çok
bir dîvândan hiç bahsetmediği ve bilâkis Selçukluların bu meseleye büyük ehemmiyet veriyordu (Mehmed İbrahim, Kirman Selçukıleri Tarihi,
ehemmiyet vermediklerini tasrih ettiği düşünülürse, bunun yanlışlığına nşr. Houtsma, s. 29 v.d.). XII. asırda Abbasî halifelerinin de casus
hükmedilebilir; Nizâmî-i 'Arûzî'nin yukarıda nakledilen ifâdesi de bu şebekeleri vardı; lâkin bunlardan bâzılarının (msl. Mustancfd) hafiyelikten
suretle tefsir* olunmak icap eder. Yoksa bu kadar kuvvetli ve geniş bir nefret «ittikleri cihetle, öyle zamanlarda bu teşkilâtın bozulduğunu,
imparatorluk idaresinde, merkezî idare ite vilâyetler ve büyük sultan ile sair NâsirüM-Dîn Allah gibi, İslâm dünyasında büyük siyâsî rol oynamak
prensler arasında sür'atle muhabereyi temin edecek resmî posta teşkilâtının isteyenlerin ise, bunu kuvvetlendirdiklerini görüyoruz. Maamafih bu
ve her türlü istihbarat vâsıtalarının (piyade postacılar, ateş kuleleri TPJİ.) vaziyet, gizîi casusluktan başka vazifelerle de mükellef olan resmî posta
bulunmamasına asla ihtimâl verilemez. teşkilâtının her zamanki gibi işlemesine mâni teşkil etmiyordu. Esasen XL
—Xm. asırlarda yazılan devlet idaresine âit eserlerde, en dindar, hattâ
İdare teşkilâtını doğrudan doğruya Sâmânî-Gaznevî an'anelerl üzerine tasavvuf akidelerine bağlı müelliflerin büe, memlekette olup-biten her şeyi
kuran «iyük Selçuklu İmparatorluğumda, eski tribal telâkkiler testi ile hükümdara bö-dirmek vazifesi ile mükellef bir istihbarat şebekesinin
vücûda getirilmiş olan bâzı ufak ve zahirî değişiklikler arasında (msl. eski lüzumunda müttefik olduklarını, yalnız bu işlerde kullanılacak kimselerin
inşâ dîvânının tuğra dîvânı ismini alması gibi), merkezde berîd dîvânının bir takım ahlâkî faziletlere sahip olmasını istediklerini görüyoruz (bk.
kaldırılmasını da saymak icap ediyorsa da, bu vaziyet, Mç bir suretle, resmî Necmü'd-Dîn Râzî, Mirsâdü'lİbâd, Tahran, 1352, s. 259). Hârizmşahlar'da
posta teşkilâtının ve menzil tertibatının bozulduğunu göstermez. Nizâmî-i bu teşkilâtın ve casusluk vazifesinin büyük ehemmiyet kazandığım bildiği-
'Arûzî'nin ifâdesini, Selçuklular devrinde idare makinesinin gevşediğine, miz gibi, Haçlılar ile mütemâdi mücâdelelerde bulunan Zengîler ve
eski medenî tesislerin bozulduğuna ve yol emniyetinin azaldığına bir delil Eyyûbîler zamanında da, münâkale ve istihbarat vâsıtalarının tanzimi İçin,
gibi kullanmak, târihî vakıalar karşısında, imkânsızdır. Bu devirde bilâkis büyük gayretler gösterildiğine şahit oluyoruz. Nflrü'd«Dtn Zengî *nin yollar
idare teşkilâtı genişlemiş, o zamana kadar hükümet kontrolünden uzak üzerinde kervansaraylar ve hudutlarda nöbet ve işaret kuleleri yaptırması,
kalan, tekkeler ye medreseler gibi, dinî ve ilmî müesseseler bile muntazam güvercin postası ihdas ettikten başka, sür'atli hecin develeri vâsıtası ile,
teşkilâta bağlanarak, murakabe altına alınmış ve devlet nüfuzu eski posta işlerinde sür'at teminine çalışması, idarî ve askerî zaruretlerin icabı idi
devirlerden daha fazla kendini hissettirmiştir. Melikşah devrinde İran'daki (krş. İbn al-Asir, Musul ^tabegleri Tarihi, Recueil des historiens des
arazi meselelerinin tanzimi hususunda bâzı kanunlar çıkarılması, Croisades, II. kısmı., n, 3111).
imparatorluktaki bütün yollan ve maaflleri teferruat* ile test* *den
rehberler vücûda getirilmesi m besâf e ölçülerinin tevhidi, eski vilâyet Eyyûbîler de, bu an'ane ve zaruretler icabı ile, kabil olduğu kadar bu
taksimatının daha Alp Arslan zamanında, yeni ihtiyaçlara göre, tanzim teşkilâtın muhafazasına gayret ettiler. Maamafih, gâlibâ Selçuklu
olunması yel
226/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Iştılahlar/22?

an'anesinin te'siri ile bu devletlerde, merkezî idaredeki dîvânlar ara- Qaraunah turcs in lndia, Allahabad, I, 295 v.d.). Bu sultanlardan ban-
sında dîvân-t betVfin mevcut olmadığını ve bu teşkilâtın başka dîvânlara larının casusluk teşkilâtına çok büyük bir kuvvet vererek, bütün ictinvaî
bağlı bulunduğunu göıüyoruz. Yalnız Anadolu Selçuklularında, Key- tabakalara mensup insanlar arasından binlerce casus tedârik ettiklerini
kâvtts: t; devrine âit olan — Konya'da Fefhûnîye mahallesindeki 615 ta- ve bu hâlin, umûmî huzuru bozacak kadar, korkunç bir durum aldığım
rihli — bir mescit kitabesi, onun en yakın adamlarından olup, sonradan yine muasır müverrihlerden öğreniyoruz (bk. İslâm Anskl. madd. Alâed-
tfeykubâd I. tarafından öldürülen Zeynü'dJDîn Beşara'nın „emfcM be- din Halacî ve Balaban). Maamafih bu hükümdarlar zamanında berîd
rîd-i sultanî*' olduğunu bildiriyor (Ahmed Tevhid, Yeni Fikir mecm., teşkilâtının çok mükemmel bir hâle geldiğini ve büyük bir intizam ile
Konya, 14 şubat 1941, sayı IV). Maamafih ne kitabelerde, ne de tarihî işediğini de itiraf etmek lâzımdır. Bunlar zamanında türkçe ulak ıstılahı
kaynaklarda Konya'daki dîvânlar arasında ayrıca bir'dîvân-ı berîdin da berîd mukabili olarak kulamlıyordu.
bulunduğuna dâir hiç bir malûmata tesadüf etmiyoruz. Bu kitabe, posta
ve istihbarat işlerinin başına hükümdarın en mahrem bir adamım koy- Resmî posta teşkilâtı yalan şarkta, bilhassa Mısır-Suriye Memlûk
duğunu göstermek bakımından da, çok dikkate lâyıktır. Esasen Anadolu împaratoruğu'nda, büyük bir inkişaf gösterdi. Haçlılar ile yapılan harpler
Selçuklularının, gerek yolların âsâyiş ve emniyetine, gerek istihbarat iş- esnasında, bihassa Suriye'de, hemen tamâmiyle bozulmuş olan berîd
lerine büyük bir ehemmiyet verdiklerini bütün târihî kaynaklar da anlat- teşkilâtım yeniden mükemmel bir surette tanzim etmek şerefi, 659 (1261) *
maktadır. Büyük Selçuklular zamanmdan başlayarak, târihî ve edebî da, yâni cülusundan hemen bir yıl sonra, Memlûk sultanı Melikü'z-Zâhir
eserlerde, arapça berîd'in tam mukabili olan türkçe ulak, ulag kelimesi- Baybars I.'a aittir. Gerek merkezî idarenin nüfuzunu her tarafta kuvvetle
nin kullanılmağa başlandığım görüyoruz (bk. Fuad Köprülü, Yeni Fâri- tesis etmek, gerek hâricden gelecek tehlikeleri muvaffakiyetle Önlemek
side TüYk unsurları, TM, VE — VDI, 9). Bu çok eski türkçe kelimenin için, yolların ve istihbarat işlerinin muntazam bir şekle konulması, hem
Türk devletlerinde berîd mukabili olarak kullanılmasında, Selçuklular askerî ve hem idarî bir ihtiyaç idi. Devlet hazinesi için ağır bir yük
kadar Kâşgar ve Semerkand Karahanlıları'mn da tesiri olduğu muhak- olmakla beraber, Baybars'ın askerî ve siyâsî muvaffakiyetlerinde bu
kaktır. Yüksek bir medeniyet seviyesine ermiş olan cenup Uygurlan'mn teşkilâtın büyük bir yardımı olmuştur. Alâkalı memurlar tarafından
bir çok idare ananelerini devam ettiren Karahanlılar daha Mâverâün- verilen raporlar, haftanın muayyen iki gününde Kahire'ye geliyor ve bu
nehr'in istilâsından evvel bile, ulag adı verilen — ve VII. asır başından sayede haricî ve dahilî tehlikelere karşı günü-gününe tedbir almak
beri mevcudiyeti muhakkak olan — eski Türk devlet postası teşkilâtına kaabil oluyordu. Yollarda her türlü emniyet tertibatı alınmışt muntazam
ve muhabere için kullanılan ateş kulelerine mâlik bulunuyorlardı (Fuad menziller kurulmuş, lâzım gelen "binalar yapılmış( su ve yiyecek
Köprülü, Türkiye Tarihi, İstanbul, 1923, s. 115 v.d.). Berîd teşkilâtı ve meseleleri tanzim edilmişti; her menzilde sür'atli hayvanlar, hizmetçiler,
teşkilâtın başında merkezî idarede büyük bir âmir bulundurulması sürücüler ve koşucular mevcuttu. Kahire'den Şam'a ortalama 4 günde ve
hususundaki eski Abbasî an'anesi, Gazneliler ve Gorlular vâsıtası ile Halep'e de 5 günde posta gidiyordu. Sıkışık vaziyetlerde, Şam'a 3 günde
Dehlî Türk Sultanlığına da intikâl etmiştir. Bu büyük imparatorluğun varıldığı da oluyordu. Tâyin edildikleri yerlere bu teşkilât vâsıtası ile
merkezî dîvânları arasında dîvânii berîdi'l-memdlik büyük bir ehem- giden memurların şevki hizmetinde bulunmak üzere, sevvâkîn adı verilen
miyeti hâizdi; resmî posta ve istihbarat işlerine bakan bu dîvânın, mem- bir sınıf müstahdemler de mevcuttu. Yalnız orduların şevkinde değil,
eketin her köşesinde gizli casusları ve onlardan başka resmî memurları ticarî mübadeleler hususunda da bu emniyetli ve muntazam yolların
vardı; muntazam mesafelerde kurulan menzillerde, dâima harekete hazır büyük hizmeti oluyordu. Lâkin berîd teşkilâtı, daha evvelki devirlerde
sür'atli hayvanlar ve ayrıca koşucular bulundurulur, bütün olup bitenler de olduğu gibi; yalnız devlete âit işlerde kullanılmakta idi.
hükümdara günü-gününe bildirilirdi. Memurların bu husustaki fcüçüfc îlhanhlar'm Suriye'ye karşı yaptıkları fasılalı fakat devamlı askerî
bir ihmâli, idama kadar giden ağır cezalara çarpılmalarını icap ederdi. hareketler neticesinde, bu teşkilâtın yavaş-yavaş bozulduğunu ve impa-
İbn Battûta (rrns/ trc., m, 95)'da bu teşkilât hakkında* malûmata tesadüf ratorluğu içeriden j ve dışarıdan sarsan türlü gaileler arasında bir daha
edildiği gibi, Baranî ğflbi, muasır kaynaklarda da çok mühim tafsilât eski intizamım bulamadığını, müverrih Makrîzî (Hitat, I, 227) söyler.
vardır (Agba Mahdî Husayn, Le gouvernement du Sultanat de Dehli, Maamafih bütün bu bozuklukları ile beraber, bu teşkilât XIV. asırda da
Paris, 1936, s. 42; ayrıca bk. Ishvari Prasad, A history of the devam etmiştir. Sultan Melikü'l-Muzaffer Haccî'nin 747'de bu hu-
228/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/229

susta bâzı İslâhat yaptığını Ebû'l-Mahâsin kaydeder. Yalnız merkezî çıkan postacıların boynuna, san ipekten bir kordelâ ile, bu vazife ile
İdarenin uğradığı mâlî zorluklar karşısında, zaman-zaman, bu masraf- mükellef olduklarını bildiren üstü yazılı bakır veya gümüş .bir levha
ların hiç olmazsa bir kısmım yol üstündeki şehirlere yükletmek usûlüne takılırdı. Postacı, vazifesini bitirince, bu levhayı almış olduğu yerin
baş vurulmuştur ki, bunun da, bir takım hoşnutsuzluklara sebep olması dîvânına verir ve bunlar, memur edilen postacılara verilmek üzere,
ve ağır vergiler altında ezilen halkın şikâyetlerine yol açması pek tabiî kâtibüs-sırr'ın nezâreti altında saklanırdı. Bu levhaların üstünde sultanın
idi;, işte Trablusşam'daki 826 tarihli bir Ktâbe, Sultan Barsbay'm emri ismi ve lâkapları üe âit olduğu naipliklerin ismi yazılı bulunurdu. Daha
ile, bu şehir halkına yükletilmiş olan berîd vergisinin kaldırıldığını ve evvelki devletlerde tesadüf edilmeyen bu âdetin, uzak şark kültür dâire-
bunun hükümdar tarafından ödeneceğini anlatmaktadır (bk. CIA, n, ı., sine âit olup, bütün Moğul devletlerinde tesadüf olunan baysa (islâm
nşr. Sobernheim, 1909, s. 62). Kalkaşandî'nin 815 (1412)'te berîd teşki- metinlerinde bayze, pa#ze)'ların (bunlar hakkında bk. Türk Hukuk ve
lâtının bozukluğu hakkındaki ifâdesi ve Makrîzî'nin 818 (1415)'de bunu iktisat Tarihi Mecm., 1939, II, 53—71) taklidinden ibaret olduğunu em-
te'yit eden sözleri ve nihayet, yine Barsbay zamanına âit, Maksid adlı niyetle söyleyebiliriz. Berîd menzilleri, bir emîr-i âhûrun emri altında
anonim kaynağın, „artık bu teşkilâtın mevcut sayılmayacağı'4 hakkın- olup, ayrıca bunların teftişi vazifesi ile mükellef şadd'lar dahi bulunur-
daki şahadeti, hakikî vaziyeti açıkça göstermektedir. Öyle görülüyor ki, du. Bâzı hükümdarların (meselâ Melik İsmail Salih), bu berîd masrafını
Timur'un Suriye seferini takip eden yıllarda, devlet postası intizamını karşılamak üzere, bir takım arazinin varidatını, vakfettiği,- lâkin sonra
büs-bütün kaybetmiş, eski teşkilât bozulmuş ve devletin posta ve istih- bunların büyük bir kısmının ıktâlara tahvil edilerek, vakıf varidatının
barat işleri, yol üstündeki köy ve kasabalarda yaşayan halkın hayvan- azaldığı târihi kaynaklardan anlaşılmaktadır.
larım müsadere etmek gibi, -çok eski zamanlardan beri tesadüf edilen
fena bir usûl ile, iyi-kötü temine çalışılmıştır. Bu vaziyette, hakikî mâ- Resmî posta ve istihbarat teşkilâtı, ortaçağın şâir büyük Türk ve
nâsı ile, bir berîd teşkilâtının bahis mevzuu olamayacağı pek tabiîdir. Moğul devletlerinde mevcut olduğu gibi, daha sonra da devam etmiştir.
Daha islâmiyet'ten evvel Türk devletlerinde ulak, ulag nâmı altında
Selçuklulardan beri devam eden an'anenin tesiri ile, Memlûklcjr'in mevcut olan bu teşkilâtın, Moğul devletlerinde de yam (yahut ula'a,
merkez teşkilâtında da müstakil bir berîd dîvânı mevcut değildir. Bay- yâni ulak} ismi ile mevcut bulunduğu ve bu ıstılahların, sonradan islâm
bafs devri gibi, buna en ziyâde ehemmiyet verilen bîr devirde bile, tou kültürü dâiresine giren birçok Türk ve Moğul devletinde yine devam
teşkilâtın idaresi sûhibü dîvâni'l-teşd' (veya kâtibü's-strr) denilen büyük ettiği malûmdur. Selçuklular devrinden başlayarak, muhtelif Türk dev-
âmire verilmişti ve berîd hizmetindeki memurların tâyini ona aitti. Bu letlerinde kullanılan ulak ıstılahı, Osmanlı devletinde berîd kelimesinin
aebeple kendisiıe emîrü'l-toerîd unvanı da verilirdi. Memleketteki bütün yerine kaim olduğu gibi, Moğul İmparatorluklarının hâkim oldukları
posta menzillerinin vaziyet^ yollar ve menziller arasındaki mesafeler; sahalarda kurulan sonraki Türk devletlerinde, meselâ Celâyirler'de,
husûsî defterlerde en ince teferruatına kadar zaptolunmuştu. Bu dîvânda Timurlular'da, Karakoyunlular'da, Akkoyunlular'da, Safevîler'de, Şıba-
çalışmış memurlar tarafından, bu gibi resmî vesikalara dayanılarak, nîlerde, Kırım ve Kazan hanlıklarında, yam veya ulak ismi altında,
yazılan muhtelif inşâ kitaplarında bu hususta çok etraflı malûmat resmî devlet postasının bulunduğunu biliyoruz. Yine bunlarda tıpkı yu-
verilmektedir. Postanın Kahire'den hareketi veya oraya muvasalatı, karıda bahsedüen îslâm ve Türk devletlerindeki sâ'î, kâsıd ve peyk gibi,
muayyen Mr takım merasime tâbi idi. Memleketin her tarafında berîd koşucu habercilere ve casus şebekelerine de tesadüf edilmektedir. Bu
veya güvertfn postası ite gelen haberleri nû'ibü'l-memleke sultana ulak yahut yam (bâzı devletlerde çapar) ismi altındaki teşkilâtın, tıpkı
bildirir "ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında, onun alâmeti Üe berld teşkilâtı gibi, zaman zaman bâzı hükümdarlar tarafından munta-
tevsik edüen tahrirî emirlerini atardı. Bir posta geldiği zaman postacı, zam ve mükemmel bîr posta sistemi şeklinde tanzim edüdiğini ve bâzı
catıdâr, devadür ve kâtibffs-svrr vasıtası ile, sultanın huzuruna zamanlarda ise, „yollar üzerindeki köy ve kasabalar halkına yükletilmiş
çıkarılarak, yer öper, mektubu devadâra verir, o da sultana takdim bir angariye ve müsadere şeklinde1' devam ederek, bir çok suiistimallere
ederdi. Sultan mektubu kâtibüVsırr'a vererek, yavaşça okutup dinler ve ve şikâyetlere yol açtığını görüyoruz. Maamafih bu angariyeye, yâni
ona göre icap eden emirleri verirdi. Bu sırada eğer stdtanm huzurunda devlet postası için halkın hayvanlarım zaptetmek usûlüne, yalnız İslâm
başka emirler bulunuyorsa, onların çekilmeleri usûldendi Yola ve Türk devletlerinde değil» eski İran'da da tesadüf edildiğini
230/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/231

(Sayyid Taghi Nasr, Essai sur Vhistoire du droit persan dis toriğine â mecburiyetinde kaldık. Onların dışında olarak başlıca şu tetkikleri
VInvasion arabe, Paris, 1933, s. 219). Roma İmparatorluğumda da mev- gösterebiliriz: M. Quatremere, Histoire des Sultans Mamlouk (Paris,
1845), II, 2, s. 87—90; A. v. Kremer, Kulturgeschichte des Orients unter
cut olan bu' usûlün bir aralık Hadrian tarafından kaldırıldığını (bk. A. den Chalifen (VVien, 1875) 11, 170, 192 v.d.; Corci Zey-dân,
Bouehe-Leclercq, Manuel des institution romaines, Paris, 1931r & Medeniyetti Islâmiye Tarihi Ctürk. trc, İstanbul), 1328, I, 213—217;
220), Merovenjler zamanında da paravereda isini altında devam ettiğini Gaudefroy-Demombynes, La Syrie â I'epoque des Mame-louks (Paris,
<F. Lot, La fin du monde antique.r, Paris, 1927, s. 405) unutmamak lâ- 1923), s. 239—249; A. Mez, Die Kenaissance des. Islanış (Heidelberg,
zımdır. Muhtelif zaman ve mekânlarda, aym mâhiyette idâri ve mâlî 1922; idare teşkilâtı kısımmda; türk, trc. Ülkü mecm., Ankara, 1937, s.
123 v.d.). Güvercin postalan (tayr) hakkında: Quatremere, ayn. esr„ II, s.
zarafetlerin doğurduğu bu angariye usûlünün birbirinden iktibas veya 115—120; G. Demombynes, ayn. esr., s. 250—254, bu iki eserde,
taklit edildiğini tasavvur etmek mânâsız olur. Maamafih muntazam bir Memlûkler devrine ait bütün kaynaklar gösterildiği için, onlara ilâve
idare teşkilâtı kuran ve sağlam bir mâliyeye mâlik olan bâzı kudretli olarak, yalnız al-Kalkaşandî'-nin şu hulâsasını zikredeceğiz: W.
hükümdarlar ve devlet adamları, bu fena âdeti kaldırarak, büyük, mas- Björkman, Beitraege zur Ge-schichte der Staatskanzelei im işlamischen
raflar ile, posta ve istihbarat işlerini de tanzime çalışmışlardır, ilhanlılar Aegypten (Hamburg, 1922); J. Sauvaget'nin adı geçen makalesinde
hazırladığım söylediği Suriye'de Memlûklerin Berid Teşkilatına Alt
împaratorlüğu'mm büyük teşkilâtçısı Gâzân Han bu hususta —
Âbideler ve Yollar adlı eseri daha çıkmamıştır. Ribât hakkında bk. bu
Baybars'ınkinden hiç aşağı kalmayacak — muntazam ve geniş bir teş- kitaptaki en son makale.
kilât vücûda getirmiş olduğu gibi (krş. Raşid alJDin, Târih-i mubârak-i
Gâzâni, GMNS, 1940, XIV, 270—277), Osmanlılar devrinde de muhtelif
zamanlarda ve bilhassa Kanunî devrinde, sadrâzam Lûtfi Paşa tara-
fından mühim ıslâhat yapılmış (Fuad Köprülü, Lûtfi Paşa, TM, 1925, I,
17—20), Safevîler'de ise, $âh 'Abbâs tarafından bu hususta büyük BEY
gayretler sarfedilerek, muntazam yollar ve çaparhâneler (posta men-
zilleri) yücûda getirilmiştir. Osmanlı imparatorluğu, XVI. asırdan baş- BEY (BEG), Türkmen lehçesinde beg, şark türkçesinde big, kazak
layarak, bilhassa hacc yolunun emniyet vö intizamını temin için, büyük lehçesinde bi veya biy şeklinde mevcud olan eski Türk unvanının. Osman-
bir faaliyet göstermiş, menzillerde yolcuların her türlü ihtiyacım temin lı lehçesinde sonradan aldığı şekil.
edecek şeküde ve adetâ müstahkem bir şehir minyatürü mâhiyetinde Daha Orhun kitabelerinde ve Uygur metinlerinde tesadüf edilen ve
hanlar tesis etmiştir ki, bunlar, plânın büyüklüğü ve san'at ruban ile, müslümanlığın kabulünden evvel ve sonra muhtelif Türk şubelerime ve
Memlûkler'in mümasil müesseseleri ile kıyas edilemeyecek kadar, w& devletlerinde kullanıldığı şark ve garp kaynaklarından anlaşılan bu
metli eserlerdir (J. Sauvaget, Les Caravanserails syriens du Hacc, An unvan ile Moğulca begi, Jüçente bögin ve Mançu dilinde beyle unvanları
Ulamca, 1937, IV, 98—121), Hükümdarlar veya devlet adamları tara- arasında, iştikak bakımından, kat'î bir münâsebet bulunduğu. Altay idil-
fından tesis edilmiş vakıflar ile idare edilen bu gibi müesseselere impa- leri ile uğraşan âlimler tarafından hemen umumiyetle kabul edilmekte-
ratorluğun ana' yolları üzeriride dâima tesadüf olunmaktadır (XIII. asır- dir, E. Blochet (Introductıon a Vhistoire des Mongols, GMS, 1910, XII,
dan beri Moğul ve Türk devletlerinde resmî posta ve istihbarat teşkilâtı 92)Men W. Kötwicz'e kadar bir takım Iisancılar, bu unvanın Çinliler'-
Hakkında tafsilât için bk. Ulam Ansiklopedisi, madd. Ulak, Yam. Bu me- deki eski pek unvanından alındığını iddia ediyorlarsa, da, buna karşı,
sele üe çok sıkı alâkası olan Han, Kervansarayı, Ribaî maddelerine de kelimenin ,Sâsanî hükümdarlarına verilen bağa (eski farsca ve sanskrit-
müracaat edilmelidir). Türk ve islâm-memleketlerinde, yalnız devletin ce bhagah; pehlevice be)r yâni „AlIah", kelimesinden alınmış olması
değil, bütün halkın ihtiyacını karşılayacak umûmi postalar, ancak XIX. ihtimâlini ileri sürenler de vardır (bk. C. Brockelmann, Hofsprache in
asırda, garp medeniyeti te'-sirl altında, vücûda getirilmiştir.
232/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/233

Bu keHmenin daha (Mk-Türkler zamanında ifâde ettiği başlıca mef- emîrü't-cuyûş mukabilinde cuyûş begi, emîr-dâd yerine dâd begi, emîrü%
humlar şu suretle hulâsa olunabilir; 1. Bu, küçük kabilelerin yahut muh- ümerâ' yerine begîerbegi (»»beylerbeyi") gibi. Eski devlet dîvânı an'ane-
telif kabilelerden mürekkep daha büyük heyetlerin başında bulunan re- lerinin te'siri ile, idare müesseselerinin eski arapça ve farsça isimlerini
islerin aldıkları bir unvan olup, han veya kağan unvanından daha aşağıdır; muhafaza etmelerine rağmen, onlar île beraber, bu gibi türkçe isimlerin
Kırgızlar'ın reisi olan Bars Beg'e, Gök-Türk hükümdarı tarafından, de kullanılmağa başlanması, konuşma dilinin resmi dil üzerinde az-çok
kağan unvâmınm verildiğini biliyoruz. 2. Beyler mefhumu, Orhun tesir ettiğini gösteren bir delil gibi telâkki olunabilir ki, bu, Büyük
kitabelerinde, alelade halk tabakası (&udun/dan farklı ve imtiyazlı bir Selçuklular devrinin ayırıcı vasıflarından bîri olarak, kabul olunabilir,
tabaka teşkil eden asiller smıfım ifâde eder. Bu umûmî mânâda, hü- llhanlılar'da ve Altın-Ordu'da bu tesir daha kuvvetlenmiş ve beg unvanı,
kümdar ailesine mensup prensler de bu zümrenin içine girmektedir. 3. emîr karşılığı olarak, daha fazla kullanılmağa başlanmıştır (ulus begi,
Büyük veya küçük her hangi bir nüfuz ve salâhiyet sahibi olanlar, yâni tümen begi, min begi, yüz begi ve on begi gibi).
memurlar (buyruk, buyuruk) da, umumiyetle bu unvanı alırlar; kita-
belerin bâzı fıkralarında, bunlar her ne kadar budundan ve beylerden Karahanlılar ve Selçuklular gibi hakan, han, sultân [bk. İslâm
ayrı olarak zikredilmekte ise de, ayrıca "buyuruk beyler" ifâdesine de Anksl,] unvanlarım taşıyan büyük sülâlelere mensup hükümdarların ya-
rastlanmaktadır (bk. kitabelerin Thomsen ve Rodloff taraflarından neş- nında, bir takım küçük Türk sülâlelerine mensup hükümdarların ve
redilen metin ve tercümeleri). Bu kelime, yine aynı mânâlarda, Uygur- prenslerin daha ziyâde emîr ve beg unvanlarını kullandıklarını görüyo-
lar'da mevcud olduğu gibi (krş. Müller, Bang v.s. tarafından neşredilen ruz: msl. ilk Osmanlı hükümdarlarında, Anadolu beylerinde, Karako-
metinler), Hazarlarda da bu unvanın bulunduğunu, gerek Ibn Fadlan yunlular'da olduğu gibi (Aydın-oğulları'nda, sülâlenin büyük reisine ulu
gibi şark kaynaklarından, gerek Konstantinos Porphyrogenetos'tan öğ- beg unvanı verildiği, Enverî'nin Düstûrnâme'sinden anlaşılıyor). XIV.
renmekteyiz (bk. N&meth Gyula, A Honfoglalo Magyarsâg Kialakulâsa, asırda, Celâyirliler gibi, bâzı sülâlelerde de beg unvanının kullanıldığını
Budapest, 1930, s. 212). Bu unvanın Proto-Bulgarlarda da mevcud oldu- bildiğimiz gibi, hattâ Timur gibi, büyük bir cihangirin bile, Cengiz soyuna
ğunu, büyük bir ihtimâl ile, söylemek kaabildir (krş. K. Kadlec, Intro- mahsus sayılan han unvanım kullanamayarak, sâdece emîr veya beg
duetton â Vetude comparative de l'histoire des peuples slaves, Paris, unvanını almakla iktifa ettiğine şahit olmaktayız.
1933, s. 68). XV. asırda Timur çocuklarının hâkim oldukları sahalarda ve Türk-
men devletlerinde, Türk asilzadelerine ve kabile reislerine beg unvanı
Türkler, müslümanlığı kabul ederek, İslâm medeniyeti dâiresine gir.
verildiğini, yahut bunun arapça mukabili olarak emîr veya mır kelime*
dikten, sonra da, bu unvan, eski zamanlarda olduğu gibi ve hemen-he-
lerinin kullanıldığını görüyoruz. Yalnız türkçe unvan umumiyetle ismin
men yine aynı mefhumları muhafaza ederek, devam etti. Karahanlılar
sonuna getirildiği hâlde, bunun yerine arapçası kullanıldığı zaman başa
devletinin büyük memurları bu unvanı taşıdıkları gibi (bk. meselâ Se-
getirilir: Mîr *AİÎ Şîr yahut 'Alî Şîr Beg gibi. Ancak beg kelimesi, un-
merkand hükümdarı Ali-Tigin'in kethüdası Mahmud Beg, Târîh-t Bay-
van olarak kullanılmayıp, Mürekkep bir has isim teşkil ettiği zaman,
hdk%x nşr. Sa'îd Nefîsî, I, 420), Selçuklu împaratorluğu'nu kuran ilk
daha ziyâde başa getirilir: Beg-Tigin, Beg-Timur isimlerinde olduğu gi-
Oğuz reisleri de iptida sâdece beg unvanını taşıyorlardı (bk. Encyc de VIs-
bi; „zengin" mânasına gelen bay kelimesi ile teşkil edilen Bay-Tüz,
lam, Toğrul Beg mad.). XI. ve XII. asırlarda Oğuz ve Karluk kabile reis.
Bay-Kara ve Bay-Bars gibi isimlerin teşkilinde de, bu kaideye riâyet
terinin beg unvanım taşıdıklarım (Laçın Beg, Tutı vb.) tarihi kaynaklarda
edildiğini görüyoruz [bk. tslâm Anskl, Bay mad.]. Hindistan'da Türk*
açıkça görüyoruz. XI. asırda Karahanlılar'da görülen begeç unvanımn
Moğul neslinden gelenler, yâni askeri aristokrasiye mensup olanlar, isim-
da beg kelimesi ile alâkalı olup, bunun tasgir şekli olduğunu, Mahmüd
lerinin sonuna, asaletlerini göstermek üzere, beg kelimesini ilâve ederler.
Kâşgari (I, 297 v.d.)'den öğreniyoruz. Bir arahk Sultan Sencer'in vezir-
Han kelimesinin müennes şekli olan hanum (hanım) kelimesi gibi, beg
liğinde bulunan Kâşgarlı Togar (veya Tagar) Beg'in Türk asilzadelerin-
kelimesinin müennesi olan begim kelimesine bilhassa Hindistan Türk
den olduğu, taşıdığı bu unvandan anlaşılıyor;
saraylarında çok tesadüf olunur [bk. Bâburnâme], Maamafih beg ke-
Büyük Selçuklulardan başlayarak, muhtelif Türk devletlerinde beg limesinin kadın isimlerinde de kullanıldığını görmekteyiz: ilhanlı hü-
unvanının, arapça emîr mukabili olarak, kullamldığını görmekteyiz: kümdarı Olcaytu'nun kızı Satı-Beg Han gibi. Bunun başka bir misâline
234/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/235

Anadolu Türkleri arasında eskiden beri kullanılan Beg-Han isminde de Altay dillerinde mevcut şâir bâzı unvanlar hakkında en mühim tetkik için
tesadüf edilmektedir. bk. Wladyslaw Kotwicz, Contributions aux etudes al-taiques, A-B
(Collectanea Orientalia, Vilno, 1920, nr. 2, s. 38—54). Moğullar'daki
Beg unvanı, Safevîler devrinde, artık eski ehemmiyetini kaybetti; begi unvanı hakkında, burada verilen malûmata ilâve olarak, bk. B.
Safevî hükümdarları şâh unvanım kullandıklarından, devletin ileri ge- Vladimirtsov, Moğullann İçtimaî Teşkilâtı; Göçebe Feodalizmi
lenlerine sultân ve han unvanlarım vermeğe başladılar. Bu suretle, si (Leningrad, 1934, rusça; müellif burada begi (beki) Moğul unvanının
yâsî rakipleri olan Osmanlı sultanlarının ve Orta Asya hanlarının un- samanlık, yâni sihirbazlık, ile siyâsi hâkimiyeti ellerinde toplayanlara
vanlarını da köçültmüş oluyorlardı. Kabile reisleri ve yüksek memurlar, verildiği hakkındaki eski nazariyesini Reşîdü'd-dîn'deki bir fıkra ile-
te'yit etmektedir.)
beg unvanını taşımakla beraber, taltif ve terfileri icap edince, kendile-
rine önce sultân ve onun da üstünde olarak, han unvanları veriliyordu
(krş. Ahsenü't-Tevârth, 'Âlem ârâ-yt 'Abbasî ve daha şâir Safevî kay-
naklan). Osmanhlar'da da kabile reislerine, askerî ve mülkî büyük mt-.
ÇAVUŞ
murlara ve büyük devlet adamlarının çocuklarına beg unvanı verildiğini
görüyoruz, Maamafih begler-begi unvanı, Anadolu Selçuklularında ve
ÇAVUŞ, daha müslümanhktan evvelki zamanlardan başlayarak,
tlhanlılar'da olduğu gibi, Osmanhlar'da ehemmiyetini asırlarca muha-
muhtelif Türk devletlerinde „sarayda türlü-türlü hizmetlerde bulunan
faza etmiş ve Tanzimat'tan sonra da, mülkî rütbelerin kaldınlmasına
bir sınıf memurlara" verilen ve orduda „küçük bir askerî rütbeyi" ifâde
kadar, vezir ve bâlâ rütbelerinden sonra gelen bir rütbe olarak» devam
eden ve bu son mânâda hâlâ kullanılan eski bir ıstılahtır. 12 asırlık uzun
etmiştir (Beglerbegi unvanı hakkında bk. Fuad Köprülü, Bizans
bir hayatı olan ve kültür tarihi itibariyle de büyük ehemmiyeti bulunan
Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bâzı Mü-
lâhazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, 1931, I, 190—-195; bu kelimeyi, önce filoloji bakımından tetkik ettikten sonra, hukukî bir
Ötüken Neşriyat tarafından yeni baskısı 1981'de yapılan eserde s. 46 müessese olarak tarihî bakımdan da ayrıca izah edelim.
vd.). Osmanlı idaresinde „devlet müteahhidi" mânasında beylikçi keli- I. Filoloji. F.W.K. Müller, eski Uygur metinlerinde çabış şeklinde
mesi XIX. asırda mevcut olduğu gibi, merkezî idarede sadâret dâiresi- tesadüf edilen (Ein Dopplbl. aus einem manischaischen Hymnenbuch,
nin büyük memuriyetleri arasında da dîvân-ı hümâyun beylikçiliği vazi- Mahmâmag, Berlin, 1913, s. 11) kelimenin, Osmanlı devrindeki çavuş
fesinin saltanatın yıkılışına kadar devam ettiğini biliyoruz. kelimesinin eski şekli olması ihtimâlini ileri sürerken (ayn, esr., s.
32), bize gere, hiç aldanmamıştı. Aynı ihtimâli kabul eden P.
Beg kelimesi, Türklerin tesiri ile, kurt kabile reisleri arasında asır
Pelliot (Neuf notes sur des questions d'Asie centrale, T'oung pao,
lardan beri bir unvan olarak kullanıldığı gibi (bk. Şeref Hân Bitlîsî, Şe-
refnâme). Osmanlı hâkimiyetinden sonra, muhtelif Balkan dillerine de 1929, XXVI, 237) da Çin kaynaklarında, 735 ve 737 yıllarında Çin
girmiştir (Kari Lokotsch, Etymologisches Wörterbuch der europaischen sarayına, Tu-kiie*ler tarafından, sefîr sıfatı ile gönderilen bir adamın
W öter ortentalischen Ursprungs, Heidelfoerg, 1927, s. 24). XIX. asır or taşıdığı çö-pi-şe unvanının da bundan başka bir şey olmadığını söyler-
talarında, iran'da Kaçarlar devletinin askerî teşkilâtında big-zâde un ken, bu kelimenin eskiliğim te'yit etmiş oluyordu. Bu kelimenin Kök-
vanım taşıyan bir kısım zabitler vardır ki, yüz kişiden mürekkep olan türkler ve Uygurlar'dan Osmanlüar'a kadar geçen uzun asırlar esna-
deste yâni böKiklerin, sultan unvanlı kumandanlarına vekâlet ediyorlar- sındaki tarihi hakkında- hiç bir (bilgileri olmadığı hâlde, her iki11 âlimin
dif. bunlar, yüksek ailelere mensup oldukları için, bu unvanı almışlardı de vardıkları bu netice, şimdi vereceğimiz izahat ile, artık tamâmiyle
(A, Belin, Notiee sur les Chrestomathies orientales JA (1842) nr 2 s kat'î bir mâhiyet alacaktır. XI. asırda Mahmûd Kâşgarî'nin çavuş şek-
3 8 ). Jp ' '- linde yazdığı bu kelime çabtş <çavuş < çavuş'tan başka bir şey değildir;
Bibliyografya : Makale içinde gösterilenlerden başka bk. W. uygurca çabış kelimesi ite bunun aynı olduğunu kat'îyetle söyleyebiliriz.
Barthold. İslâm Ansiklopedisi (Leyden tab'ı). Ondan evvel A Belin. Ali J. N6meth (Die Inschriften des Schatzes vön Nagy-Szent-Miklâs, Bibi.
Şîr NevâTnin Mahbûbül-Kulûb'u hakkında JA'da neşrettiği bir Orient. Hungarica, 1932, II, 56 v.cL)*in-bir çok misâller ile isbat etmiş
makalenin haşiyesinde, bu hususta bir az malûmat vermişse de, olduğu gibi, Peçenek—Kuman lehçelerinde çeüş şeklini alan bu kelime,
ehemmiyetli delildir. Beg ve onunla alâkalı olara*
macarcaya girerken, bu dilin umûmî kaidelerine göre, ços şek-
236/îslam ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/237

fini almıştır; yer ismi olarak, iBc defa 1093*te ve has isim olarak da, Bu kelimeninf daha Osmanlılar'dan çok evvel, Türkler ile asırlarca
1193'te bu kelimeye tesadüf olunmaktadır (bk. Istvan Knyevfa, Magvar siyâsî ve medenî münâsebetlerde bulunmuş olan Bizans sarayına da
Nyelv, XXX, 193*. s. 104-100). Mahraûâ Kâşgarî (I, 107, ll)'de „ordu-da geçtiğini görmekteyiz. İptida Lebeau (Histoire du Bas-Empire, XIII, 339),
salları tertip ve tanzim eden ve askeri zulümden men'e memur olan adaraf\ "daha IX.- asırda Bizans sarayında, Türk saraylarında olduğu gibi, çavuşlar,
yâni bir aevi askerî âmir mânasında izah edilen bu kelime, Kök-türkler, hattâ bir büyük-çavuş bulunduğunu" Seri sürmüşse de, bunun ne filolojik ve
Uygurlar ve Peçenekler arasında da her hâlde askerî bir rütbe ve unvan ne de< târihî bakımdan doğru olmadığı ve Bizans'ta bu çavuş kelimesine
olarak kullanılmış olsa gerektir. Kök-türk sefirinin çavuş unvanını daha sonra tesadüf edildiği tesbit olunarak, bu iddia red edilmiştir
taşıması, bu sınıf memurların sefirlik vazifesinde de kullanildık-iarını (Byzantion, VIII, 483, not 3). Hammer (Histoire de VEmpire ottoman, trc.
anlatıyor ki, buna asırlarca sonra Osmanlılar'da da tesadüf edilmektedir. Hellert, I, 98, 380) ise, çavuş teşkilâtının daha Anadolu Selçuklularında
Aşağıda, târihî ıstılah olarak, kelimenin geçirdiği safhaları anlatırken, bu mevcut olduğunu ve Konya Sultanı'mn imparator Aleksis'e bir çavuş
semantik tekâmülü de. etrafiyle izaha çalışacağız. gönderdiğini söyleyerek, Bizans sarayındaki çavuş teşkilâtının Anadolu
Selçuklularından alındığını ileri sürmüştür. Sonradan A. Rambaud ve Scala
Kök-türkler'de, Uygurlar'da, Peçenekler'de ve Kumanlar'da§ yine Ur
gibi bâzı tarihçiler, Codinus'a dayanarak, Bizans sarayında çavuşlar ve hattâ
unvan olarak, çavuşyar şeklinde Hazarlar'da mevcudiyetini bildiğimiz bu
bir de büyük çavuş bulunduğunu ve bu müessesenin sonradan Osmanlılar
kelimenin, daha Gazneliler ve Karahanlılar devrinde farscaya girdiğini ve
tarafından da taklit edildiğini ileri sürerek, Lebeau ve Hammer'in
yalnız vekayinâmelerde, yabancı bir tâbir olarak değil, farşça bir kelime
nazariyelerine taban-tabana zıt bir iddiada bulunmuşlardır ki, bu çürük
gibi, edebî eserlerde, şiirlerde, kaside ve mesnevilerde de kullanıldığım ve
iddianın yanlışlığı 1925'te Ernst Stein tarafından, kat'î olarak, isbat
Selçuklular devrinde ise, büs-bütün çoğaldığını görüyoruz. Meselâ Gazneli
edilmiştir: orta Bizans devrine âit mandator'larıh halefi olan bu çavuş
Mahmûd'a, Hârizm fethi münâsebeti ile, şâir ' Unsur î tarafından takdim
teşkilâtının ve bu kelimenin Türk-ler'den alınmış olduğunu ve bunlara il
edilen meşhur Râ'iye kasidesinde, Enverî (Dîvân, Tahran, taş basm,, s. 25,
könce Manuel Comnenus zamanında tesadüf edildiğini kat'î surette gösteren
190)'de Hakim Senft'î (Sühan ve Sü-hanverân, I, 289)'de Kemâl İsfahânî
E. Stein (Untersuchungen zur spaetbyzantinischen Verfassung und
(Dîvân, Tahran, taş basm., s. 19)'-de, Nizamî (Şeref^nâme, tab. Tahran, s.
Wirtschaftsge3chichte, MOG, 1925, II, 45)'in bu mütalâası bizce de
130)*de ve Husrev Dehlevî (Tuğîuknâme, tab. Hind, beyit 1764 ve
tamâmiyle doğrudur. Bu ismin ve teşkilâtın daha XI. asırda Büyük
2610)'de çâvûş ve çâvûşl (çavuşluk) Kelimelerine tesadüf ediyoruz ki, bu
Selçuklularda mevcudiyeti hakkında bir az aşağıda verilen, izahat, bu
misâlleri daha çoğaltmak ve sonraki asırlara doğru uzatmak kaabildir.
mütalâayı büs-bütün kuvvetlendirmekte ve bunun Bizans'a Selçuklulardan
Burhân-ı Kâtı'. FerhengH Reşidi ve Behâr-i 'Acem gibi, farsça lügat
geçtiğini kat'îyetle meydana koymaktadır. Eğer bu kelime Bizanshlar'a
kitaplarında da işaret edildiği üzere, bu kelime, acemce serheng ve dûrbâş
Selçuklulardan evvel, yâni IX. asırda, geçmiş olsa idi bile, Hazar
kelimelerinin mürâdifi olarak izah edilmektedir ki, tamâmiyle doğrudur.
hakanlarının sarayları ile Bizans sarayları arasındaki çok sıkı siyâsî ve
îsjİL Irak, Suriye, Mısır, şimalî Afrika ve Yemen gibi, muhtelif zamanlarda medenî müânsebetler ve bu unvanın Hazarlar'da mevcudiyeti göz önüne
muhtelif Türk sülâlelerinin hâkimiyeti altında bulunmuş olan Arap alınınca, bunun onlardan alındığına hükmedilebilirdi. ? .'-t
memleketlerinde bu kelimenin çâvûş veya şâvîş < çâvûş şekillerinde
kullanıldığını biliyoruz (Dozy, Suppl. aux Dictionnaires arabes, I 167, 717, Kelimenin etimolojisine gelince, bunun eski ve yeni bir çok'TFürk
718; Muhammed ben Cheneto, Mots turcs et persans conservâsdans le lehçelerinde mevcudiyeti bilinen çav kökünden geldiği hakkında, daha çok
parter algMen, Paris, 1922, s. 51). Tıpkı bunun gibi, asırlarca Osmanlı evvel Vâmbâry (Çagataische Spraehstudien, s. 276; Etymologisches
hâkimiyeti altında kalmış ve onlar ile medenî münâsebetlerde bulunmuş Wörterbuch, s. 130) tarafından ileri sürülen mütalâaya iştirak etmemek
olan muhtelif Balkan ve cenubî şarkî Avrupa milletlerinde yâni Rumen, imkânsızdır. "Bağırma, çağırma, ses, şan ve şöhret" gibi, bir takım mânâlar
Bulgar, Sırp, Leh ve Ukrayna dillerinde, bu. kelimeye, Osman-hca'daki ifâde eden bu çok esü ve umûmî Türk kelimesinden gelen çavuş tâbirinin
muhtelif mânâları üe, tesadüf edilmektedir (bk. Kari Lökotsch bu etimolojisi, bunların vazifeleri hakkında aşağıda verilen izahatı ile de
Etymologisches Wörterbuch, Heidelberg, 1987, s. 83). büs-bütün kuvvetlenmektedir. Türk filolojisi hakkın-
238/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/239

dakî iaigilerin, bugüne nîsbetle, çok geri bulunduğu bir devirde* Vâm- de tesadüf olunması bunu te'yit etmekte ise de, bu devreye âit şâir târihî ve
bâry^tin böyle isabetli bir mütalâada bulunması, kuvvetli bir seziş ka- .edebî kaynaklarda buna rastlanmaması, bu hususta az-çok bir şüphe
biliyetine mâlik olduğunu gösteriyor. Buna.mukabil, bundan hiç haberi uyandırmaktadır. Maamafih belki Gazneliler'in saary ve ordularında çavuşlar
olmayan E. Blochet (Patrologia orientalis, Paris, 1920, XIV, fas. 3, s. 664 bulunmakla beraber, o farsça eserlerde bu türkçe tâbir yerinde onun farsça
v.d.)'nin, bu eski türkçe kelimeyi moğulca tchagutcMden iştikak ettirmek mukabilleri olan serheng ve dûr-baş kelimelerinin kullanılması da imkânsız
istemesi tamâmiyle hayalî ve manasızdır. Yine aynı müellif diğer bir eserinin değildir. Türkçe sü-başı yerine, çok defa, si-pehsâlâr kelimesinin
bir haşiyesinde de (Relation du voyage en Orient de Cariler de Finon, Reme kullanıldığına bu kaynaklarda dâima tesadüf etmekteyiz. XII. asra âit olmakla
de VOrient latin, Paris, 1920, XII—XIII, s. 96), bunun moğulca traghadsa beraber, Nizâmî'nin Hüsrev ve Sîrîn'in-deki bir parça (bk. Hamse, Tahran, s.
kelimesinden gelmesi ihtimâlini de ileri sürmüştür ki, bunun da hiç bir 141 v.d.), dûr-bâş kdimesinin tamâmiyle çavuş mürâdifi olarak, kullanıldığını
kıymeti olmadığı meydandadır. göstermektedir. Esasen bu kelimenin Senâ'î'de mevcudiyetini Selçuklular
İL Hukukî Tarih. Her bakımdan bir askerî devlet, yâni ,,dâima harbe hazır devrinin bir te'siri olarak kabul etsek bile, .'Unsurî'nin çavuşla'rdan
bir ordu", mâhiyetini gösteren eski Türk devletlerinde, çavuş kelimesinin bahsetmesini başka suretle izah mümkün değildir. Yine onun ifâdesinden,
askerî bir rütbe adı olduğu Mahmûd Kâşgarî'nin ifâdesinden açıkça anlaşılıyor. bunların Türkler'-den mürekkep olduğu da anlaşılıyor. Gazneliler'in ordu ve
Ordunun tertibine ve inzibatın muhafazasına memur olan çavuşlar, daha büyük saraylarında serheng'ler ile dûr-bd$'ların mevcudiyeti hakkında ise, çok geniş
kumandanların ve bilhassa başkumandan olan hükümdarın emirlerini kıt'alara malûmatımız vardır ki, bunları sonradan hemen ayniyle Selçuklular'da da
yüksek sesle bildirdikleri için, yahut şan ve şeref sahibi insanlardan seçildikleri görüyoruz. Gazneliler devrinde İslâmiyet'ten evvelki bir takım Türk
için, bu ismi almış olsalar gerektir. Mahmûd'un ifâdesi XI. asır Karahanhlar unvanlarına tesadüf edildiği düşünülürse, bu ihtimâl daha kuvvetlenir.
devrine âit olmakla beraber, bu müslüman Türk devletinin askerî ve idarî bir
çok müesseselerini, memuriyet, rütbe ve unvan adlarım daha müslümanhktan Bilhassa Büyük Selçuklular'dan başlayarak, onun istitâleleri hükmünde
evvelki Türk devletlerinden ve bilhassa Uygurlar'dan aldığını bildiğimiz olan bütün Türk devletlerinde ve bunların siyâsî ve medenî te'siri altında
cihetle, çavuşluk rütbe ve vazifesinin, aynı şekil ve mâhiyette olarak, kalmış muhtelif islâm sahalarında çavuş kelimesine tesadüf ediyoruz: Alp
Uygurlar'da ve KökJtürkler'de de mevcut olduğunu ve eski Uygur ve Çin Arslan §i'î olduğunu itiraf eden bir memurunu saraydaki çavuşlara dövdürmüş
metinlerindeki çabıs ve çö-pi-şe kelimelerini bu mânâda anlamak lâzım idi (Siyâsat-nâma, nşr. Ch. Schefer, s. 140; frs. trc. s. 207; Tahran, s. 117).
geldiğini söyleyebiliriz. Bu unvanın eski metinlerde zikri ve bu vazifede Bunlar arasından yetişmiş bâzı büyük emirlerin sonradan da bu unvanı
bulunan bir adamm Kök-türk hakanı tarafından sef îr olarak, Çin sarayına taşıdıkları, Sultan Mes'ûd'un büyük ricalinden olup, onun Sencer üe harbinde
gönderilmesi, eski Türk devletlerinde bunun' ehemmiyetini göstermeğe kâfidir. (recep 526) ölen emîr Yûsuf Ça-vuş'un bu unvanı muhafaza etmesinden
Bu devletlerin askerî kuvvetinin esasım saray teşkilâtı, yâni doğrudan-doğruya anlaşılıyor (îbn al-Asîr, frns. trc; Recueil des Historiens des Croisades,
hükümdarın şahsına bağlı olan saray a-damları, teşkil ettiği için, çavuşların bir Historien* <yrientaux,. 11,78, 80; al-Bundâri, nşr. Hcutsma, s. 46, 159;
nevi emir zabiti vazifesi gördük^ ve sulh zamanında da hükümdar tarafından Ahbârü'd-Devleti's-Selçukîye, s. 70 v.d.). Bütün Selçuklu şubelerinde
kendilerine verilen h^;t$rlö vazifeleri ifâ ettikleri tahmin olunabilir. çavuşların mevcudiyetini, îbn al-Kalânîsi {Zayl-i târîh-i Dimaşk, nşr. H. F.
Hazarkr'da, Peçe-nekler'de ve Kumandanlar'da da mevcut olduğu anlaşılan bu Amedroz, Leyden, 1908, s. 232) ve bâzı kaynaklardaki kayıtlar açıkça
zümrenin yine aynı vazifeler üe mükellef oldukları söylenebilir ki, bu gösterdiği gibi, yukarıda bahsedilen çağdaş Acem şâirlerinin gürleri de bunu
Osmanlılara kadar şâir müslüman Türk devletlerinde de aynı mâhiyeti muha- te'yit etmektedir. Selçuklu müesseselerini pek aş farklar ile devam ettiren
faza etmiştir. Hârizmşahlar Imparatorlugu'nda çavuşların mevcudiyeti ise, Nesevî'nin
kayıtlarından anlaşılıyor; Moğullar'dan kaçan 'Alâ'ü'd-Dîn Muhammed'in
Bir 'Türk memlûkleri devleti** olan Gaznelilerde çavuş unvanı tam» cut ölümü sırasında yanında bulunan emirlerden Şemsü'd-Dîn Mahmûd, çavuş
mu idi? Tfasurî'nfcvbir kasîdesinde çavuşlardan bahsedilmesi bunların lâkabım taşıyordu ki, bu onun çavuşlar zümresinden yetiştiğim gösterir (Siyrat
mevcudiyetini göstermekte vfe bu kelimeye SehâTnin bir şiirinde al-Sultân Calâl al-Dîn, nşr. Houdas, s. 48; frns. trc. s. 81). Bu çavuşlar
240/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/241

zümresinin, imparatorluğun son zamanlarında, yâni Çelâlü'd-Dîn sama- manlılar'daki kapıkulları tâbiri bunun tam.karşılığıdır) nâmı da verilen
nında da, mevcut olduğunu yine aynı kaynaktan öğreniyoru* (s* 123; saray müstahdemlerinin mümtaz bir zümresi olan bu çavuşlar, saltanat
fim. tec., s. 205). EbûTÜFidâ' (Târih, ü, 156)*mn ifâdesine göre, bun- alâmetlerinden biri olarak telâkki ediliyordu (getr, bayrak, nevbet, tırâz
ların kendilerine mahsus armaları vardı ki, yuvarlak bir çadır şeklinden ve daha şâir hâkimiyet alâmetleri gibi). *Avfî'nin sultan Sencer
ibaret idi XI. asırdan beri SeJçuklular'ın saray ve idare an'aneteri-nin zamanına âit .bir hikâyesi bunu pek iyi gösterdiği gibi (Cihangûşa-yı
-te'siri altında kalan Bağdad Abbasî halifelerinin saraylarında da Cüveynî, I, 238), hükümdarların, taltif etmek istedikleri büyük emirlerine
çavuşlar zümresinin mevcudiyetini görüyoruz (İbrail-Fuvatî, el-Havâ- getr ve dûr-bâş verdikleri, yâni başlarında husûsî bir şemsiye ve
disi'lCâmVa, Bagdad, 1932, s. 94). Türk idare an'anelerini ve unvanla- maiyetlerinde elleri asalı çavuşlar taşımak imtiyazını bahşettikleri hak-
rını muhafaza eden Dehli Türk Sultanlığında çavuşların mevcudiyeti kındaki yüzlerce kayıtlar da bunu te'yit etmektedir. Beyhakî tarihinde ve
rfusrev Dehlevî'nin Tugluk-nâme'&mûen ve Târîh»i Fîrûzşâhî (Bibi. In- Siyâset-nâme'âçki mühim tafsilât sayesinde mâhiyeti pek iyi anlaşılan
dica, s. 116, 424)'delki bâzı kayıtlardan anlaşılıyor. ve Gazneliler'den evvel Sâmânîler'de de mevcut olan bu teşkilâtın, az
çok farklar ile eski Abbasî ve Sâsânî saraylarında, daha doğrusu
Çavuş teşkilâtının, Selçuklu an'anelerini takip eden sonraki siyâsî Bizans'tan- Çin'e kadar, saray teşrifatının büyük inkişaflar gösterdiği
heybetlerde ne mâhiyet aldığını izaha girişmeden evvel, Selçuklar ve bütün eski şark imparatorluklarında mevcudiyeti söylenebilir. Maama-
Hârizmşahlar devirlerinde bunların vazife ve ehemmiyetleri hakkında fih Selçuklular devrindeki çavuş teşkilâtının, vazifeleri ve kıyafetleri
biraz malûmat vermek, bu müessesenin sonraki tekâmül safhalarını an- bakımlarından, Gazneliler devri serheng-dûr-bâş'larınm bir devamı ol-
lamak ve bir mukayese imkânı elde etmek için, zarurîdir. Bâzı farşça duğu anlaşılıyor.
kaynaklarda serheng, dûr-bâş kelimeleri ile de ifâde edilen çavuşlar
zümresi, bu iki imparatorlukta da, doğrudan-doğruya sarayda hüküm- Çavuş kelimesi ve teşkilâtı, Selçuklulardan sonra. Atabeyler ve
darın emri altında bulunan askeri bir teşkilâttır. Hükümdarın hassa kuv- Eyyûbîler vâsıtası ile, Mısır—Suriye Memlûk împaratorluğu'na da geç-
vetini teşkil eden ve umumiyette kölelerden ve tabiî en ziyâde Türk kö- miştir. 'tmâdü'd-Dîn' îsfahâni (Kadhü'l-Kasî fi Fethi'l-Kudâtyde gör-
lelerinden mürekkep olaır zümreler arasında, çavuşlar husûsî bir zümre düğümüz bu kelime, Memlûk devri kaynaklarında çâvîş, şâvîş şekillerinde
hâlinde bulunurlar: hükümdar tarafından verilen her türü emirlerin ic- dâima zikredilmekte ve muhtelif devirlere âit olan bu kayıtlardan onların
rası ve tebliği, kendilerine havale edilen muhtelif işlerin ifâsı bunların vazifeleri hakkında sarih bir fikir edinmek kaabil olmaktadır. Ebû'l-
başlıca vazifeleridir. Her türlü merasim esnasında, alaylarda, bayram- Mehâsin'in bir kaydına göre, maiyetinde çavuşlar bulundurmak'
larda, hükümdarın çıkışlarında, bellerinde gümüş kemerler ve ellerinde hükümdarlık şi'âr yâni alâmetlerinden biri idi ve Kahire'de sultanların,
altın veya gümüş yaldızlr kıymetli murassa asalar bulunan bu çavuşların Suriye'de de'Sultan nâiblerinin maiyetinde çavuşlar bulunurdu (G. De-
mevcudiyeti şart idi. Hükümdar bir yere giderken, çavuşlar onun etrafını mombynes, La Syrie â Vepoque des Mamelouks, I, 232). Sultanın resmî
ahrîar ve türkçe savulun (veya arapça tarrîka' yahut dûr veya dûr-bâş) çıkışlarında önünde 4 çavuş giderdi ki, bunlar ikişer-ikişer ayrı parçalar
diye bağırarak, yol açarlardı. Bunların elbiseleri ve külahları, Esedrnin — tabiî, duâ formülleri — terennüm ederlerdi. (E. Quatremere, His-
bir şiirinden anlaşıldığı gibi, siyah olduğu içm, bunlara siytöı pûşân-t toire des Sultans Mamelouks, I, 1. kısım, s. 135 v.d.). Maamafih bunlar
dergâh yâni sarayın kara elbiselileri de deniliyordu. Bahar* 'Acem (II, başka zamanlarda da hükümdarlar tarafından verilen muhtelif emirleri
137) müellifi, kendi zamanında bunların artık kırmızı kostüm ve külahlar icra ederler, halka yapılacak tebligatı yüksek sesle bağırarak bildirirler
giydiklerini ilâve ederek, eskiden siyah rengin tercih edilmesini "daha ve yeni hükümdarın cülusu merasiminde vesâir alaylarda alkış vazifesini
heybet» görünmek" maksadına atfediyorsa da, bu tefsirin yanlışlığı (yâni yüksek sesle duâ formülleri söylemek) yaparlardı (en-Nücû-mü'z-
meydandadır. Gazneliler ve Selçuklular devrinde çavuşların siyah Zâhire; îbn lyâs, Bedâ'î üz-Zuhûr, v.b.). Sultan Ahmed Celâyir, Timur'dan
kostümler giymeleri, eski Sftsânî-Abbasî an'anesinin bir devamından kaçarak, Mısır'a geldiği sırada karşılama merasiminde çavuşların da
başka bir şey değildir. Bunların ellerinde taşıdıkları, başlarında, boynuz bulunduğunu el-Menhalü's-SâfV'den öğreniyoruz (Ahmed Celâyir bahsi).
şeklinde, iki kıvrık bulunan murassa asalara da dûr-bâş adı verilirdi. Eski Memlûkler'in son devirlerinde, yâni 885'te, hâlâ çavuşlar cemaatinin
kaynaklarda gulâmân-ı dergâh, yâni saray kökleri (Os mevcut olduğunu îbn îyâs kaydediyor (Bibi. Islâmiaa külli-
242/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/243

yatı, 111,157). Bu kelime Mısır'da Osmanlı hâkimiyetinden sonra da' ta- defa sâdece yasavullardan bahsetmesi 'bunu gösteriyor (Zafer-nâma, Bibi
biatiyle devam etti. Selim I. tarafından teşkil edilen asker ocaklarından Mrisi Indica, I, 722; n, 3, 616). İlhanlılar devrindeki şâir Pûr BahM Câmî'nin ve iki
çavûşiye adım taşıyordu; XIX. asrın başlarında Mısır'daki 7 asker ocağından asır sonra Câmfnin şiirlerinde bu kelimeye tesadüf edilmesi (Ferheng-i Şu'ûrî,
biri olan bu çavûşiye ocağı, mîrî adı verilen verginiû tahsili ile mükellefti ve I, 328 ve 335), nasıl eski bir edebî an'aneye riâyetten ileri gelmiş ise, yukarıki
çavuş kelimesi umûmî olarak kavas, hademe mânâsında kullanılıyordu kullanışların bir kısmı da belki aynı mâhiyettedir. 'Arz-nâme (fars. metin, TM,
(Quatremere ve Dozy tarafından verilen malûma, ta ilâve olarak: Van sayı 5, s. 291; ingl. trc. V. Minorsky, A Civil and Military Review in Fars in
Berchem, le Caire, CIA, I, Mem. Mis. Ateh. fime., XIX, 614; burada 881/1476, BSOS, 1939, X, I, 171) adlı risalesinde Ak-Kcyunlular teşkilâtı
Description de VEgypte, XI. (s. 498, 510) ve XX. (s. 43, 112)'cildleri ile, hakkında mühim malûmat veren Celâl Devvânî'nin çavuşlardan bahsetmesi de
Cabartî, Marcel ve Norden'den istifâde edilmiştir). Osmanlı hâkimiyeti te'siri bundan farksızdır ve Ak-Koyunlu teşkilâtında çavuş adını taşıyan bir
ile şimalî Afrika'da da yayılmış olan bu kelimenin ve bu çavuş teşkilâtının zümrenin mevcudiyetini gösterecek bir delil değildir. Celâyirliler ve
Yemen'de XIV. asırda Resûlîler sülâlesi zamanında mevcut olduğunu İbn Timurlular teşkilâtına vâris olan bu devlette artık yasavul tâbiri iyice
Battûta'dan öğreniyoruz (Defr6-mery-Sanguinetti, nşr. ve trc. Paris, 1853— yerleşmiş, çavuş kelimesi sâdece tarihî bir hâtıra olarak kalmıştı. Bunların
1859, II, 174). Oradaki tafsilâta göre, bunların vazifesi Selçuklular ve mirasçısı olan Saf evi devletinde de çavuş kelimesine pek tesadüf edilmemesi,
Memlûkler'dekinin aynıdır ki, bunun Yemen Eyyûbîleri vâsıtası ile Resûlîler'e yukarıki mütalâaları büs-bütün kuvvetlendirmektedir.
geçmiş olması pek tabiîdir.
Çavuş kelimesi ve teşkilâtı, Anadolu Selçuklularında da mevcuttur. İbn
Çavuş kelimesi, Selçuklular devrinin bir çok idarî an'anelerini devam Bîbî tarihinin Ayasofya kütüphanesindeki mufassal nüshasında {tur. yer., msl.
ettiren İlhanlılar devrinde büs-bütün unutulmamış ise def eski ehemmiyetini s. 88, 727) ve basılmış muhtasar nüshasında (s. 47, iti, 137, 181) mevcut
muhafaza edememiş ve onun yerine yasavul kelimesi kaim olmuştur [Esad kayıtlardan anlaşıldığına göre, sarayda husûsî bir zümre teşkil eden bu
Efendi'nin Lehcetü'l-Lûgât'mda çavuş'un mürâdifleri arasında kâ'id ve çavuşların vazifeleri hükümdar veya büyük emirler tarafından verilen emirleri,
serheng kelimelerinden başka, bu kelime de zikredilmekte ve "alay çavuşu" yüksek sesle bağırıp, halka anlatmak, merasim esnasında alkışlarda bulunmak,
olarak tarif edilmektedir; hâlbuki Nevâ'î'nin Mah-bûbü'l-Külûb (8, fasıl, s. memleketin içinde ve dışında kendilerine verilen vazifeleri yapmak gibi
21)'unda verilen izahat, bunların daha ziyâde adlî tâkiibat ile uğraştıklarım, şeylerdir ki, Büyük .Selçuklular 'dakinin aynıdır. Bizans sarayına, sefir sıfatı
yâni Osmanhlar'daki "dâvî çavuşları" vazifesi gördüklerini anlatmaktadır. ile, bâzı çavuşların gönderilmesi (Hammer, Tarih, I, 380) bu zümrenin
Maamafih çavuşlar, daha Selçıfldu-lar devrinde bile, bu gibi işleri görmekte ehemmiyetini gösterebilecek bir hâdisedir. Memlûk sultam Baybars'm Kayseri
idiler], İlhanlılar devrine Üt olan îbn Mühennâ (nşr. Kilisli Rıfat, s. 156) fethi hakkındaki resmî 'bir vesikada Anadolu emirleri arasında çavuşluktan
lügatinde çavuş kelimesi, askerî bir rütbe olarak, tarif edildiği gibi, yine bu yetişmiş olduğu cihetle hâlâ o lâkabı taşıyan bir emîr Seyfeddin Ça-vuş'tan
asra âit 'Ubeyd Zâkâ-hî, Letâ'if (İstanbul, 1303, s. 19)'inde de elleri çomaklı bahsedildiği gibi (Subhu'l-A'şâ, XIV, 160), Konya'da da Mevlâna ile muasır
çavuşlardan bahsedilmektedir. Vassâf tarihinde bir defa Şiraz atabeklerinden Çavuşoglu (İbn Çavuş) lâkabım taşıyan bir adamın mevcudiyetini (Fîhi mâ
sözedilir-ken (1,182), bir defa da Gâzân Hân'm cülusu merasimi anlatılırken Jîh, Tahran, s. 134 v.d.) biliyoruz. Mevlânâ'nın şiirlerinde bu kelimeye
(IH, 324), çavuşlardan bahsedilmekte ise de, bu devirde artık moğulca yasa- rastlanması da, Anadolu'da çok yayılmış olduğunu anlatabilir (bk. Şerefeddin
vul tâbirinin daha fazla kullanıldığı muhakkaktır. Yalnız Selçuklu an'anelerini Yaltkaya, Mevlânâ'da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler, TM, IV, 1934).
az-çok muhafaza eden Şiraz saraylarında çavuş unvanının muhafaza edildiği Bunların elbiseleri itibarı ile de Büyük Selçuklular'dakinden farksız oldukları
tahmin olunabilir (îbn Battûtâ, Seyâhat-nâme, IV, 172). İlhanlılar devrindeki şüphesizdir. Konya Sultan-lığı'na vâris olan muhtelif Anadolu Beyliklerinde de
vaziyet Celâyirliler ve Umurlular devrinde de devam etmiş olmalıdır; bu teşkilâtın aynı şekilde muhafaza edilmiş olduğu, Aydm-oğulları'nda
çavuşların mevcudiyetinden anlaşılıyor (krş. Düstûr-nâme-i Enverî, nşr.
Şerefü'd-Dîn Yezdî'nin, Timur devrindeki merasim sahnelerini anlatırken,
Mükrimin Halil, s. 26—31). Yine o devre âit bâzı edebî eserlerde, meselâ
ellerinde altın yaldızlı' asalar taşıyan'çavuşlar ve yasavullar bulunduğunu
Süheyl ve "Nev-
söylemesi ve çok
244/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/245

bahar mesnevisinde, bunu te'yid eden kayıtlar mevcuttur (nşr. J. H. ris, 1897, s. 51, 58, 60, 66, 68, 77, 122, 145). Bunlar elçi sıfatı ile yabancı
Mordtmann, 1924, s. 343 ve 369). hükümetler yanına gönderildikleri gibi, içeride de meselâ bâzı mâden-
Çavuş kelimesi ve müessesesi, i$te bu suretle, Osmanlı împaratorlu- lerin işletilmesi gibi işlere memur ediliyorlardı (İsmail H. Uzunçarşıh,
ğu'nun daha ük kuruluşundan beri, bir Selçuklu mirası olarak mevcut KapuJoılu Ocaktan, II, 80, 81). Bunların zeamet ve arpalıklarına ve
olmuştur. Gerek Hammer ve gerek Târîh-i Enderun müellifi Tayyâr- aldıkları bâzı harçlara âit o devir kanunnâmelerinde bâzı hükümler
zâde 'Atâ' Bey bunun Selçuklular'dan kaldığını iddia ederlerken, asla mevcuttur (MTM, n, 323, v.d.). Bu dîvân çavuşlarından başka, başta
aldanmamışlardır. Osman Gâzî'nin silâh arkadaşlarından Samsa veya yeniçeri ocağı olmak üzere, muhtelif kapı-kulu ocaklarında da baş-ça-
Samsama Çavuş'un bu unvanı daha evvelki devirlere âit olmakla bera- vyşlar (bunların kendilerine mahsus bayrakları da vardı), küçük-çavuş-
ber, Orhan ve Murad I. devirlerinde saray ve ordu teşkilâtı vücuda lar, orta çavuşları (çavuş-i miyâne) ve çavuş vekil ve namzetleri de
getirilirken, bütün Anadolu Beyliklerinde mevcut olan çavuşluk müesse- bulunuyordu (îsmail Hakkı Uzunçarşıh, ayn. esr., I, bk. jthrvsi).
sesi de alınıp, muayyen usûle bağlanmış olmalıdır. İlk defa, XIV. asır- XVH.—XVin. asırlara âit yerli ve yabancı kaynaklarda da çavuşlar
dan kalma bâzı hükümleri de ihtiva ettiği muhakkak olan Fâtih Kanun- hakkında birçok malûmat ve tafsilâta rastlanır. Dîvân çavuşlarının
nâmesi'nûe bunlara âit sarih kayıtlara tesadüf ediliyor. Buna göre, ça- sayısı bu asırlarda mütemadiyen artarak, 630'a kadar çıkmıştı. Bunların
vuşların âmiri olan çavuş-başı, dîvânda oturmaz; vezirler, kazasker ve âmiri olan çavuşbaşı, eskisi gibi, sadrâzam dîvânının reis muavini
defterdar dîvâna geldikleri zaman, kapucular kethüdası ile beraber, on- hükmünde olup, dîvândan çıkan hükümlerin icrası ve sefirlerin kabul
ları karşılar; günde 60 akçe tahsisatı vardır. Çavuşlara gelince, bunların merasiminde onlara refakat gibi işler ona âit idi; yâni adlî icra ve teş-
derecesi timar müteferrikalarından aşağı olup, kâtipler ile müsavidir. rifat isterinin en büyük âmiri sıfatım hâiz bulunuyordu. Bundan başka
Çavuş oğullarına 10.000 akçe timar verilir. Çavuşlar bayramlarda merkezîn emirlerini vilâyet ve sancaklara tebliğ için, maiyetinde 200
pâdişâhın elini öpebilirler. Bunların tâyini defterdara aittir. Vezirlerin ve gedikli zaîm bulunduğu igbi, malikânelerin teftişi de1 ona âit idi. Yeni-
defterdarların maiyetine ayrıca selâm çavuşu tâyin olunur (Kanun- çeri ocağında, 330 eski ve tecrübeli yeniçeriden mürekkep, bir çavuşlar
nâmemi Âl-i 'Osman, TOEM, s. 15 v.d., 19, 21 v.dd., 25, 29, 31). Bayezid zümresi vardı ki, bunlar bir baş-çavuşun emri altında olup, sulh zama-
II. devrinde 100 çavuş bulunduğunu, bunların orduda nizam ve intizamı nında habercilik ve harpte de yaverlik vazifesi görmekte idiler; yeak
muhafaza ettiklerini, ellerindeki demir (madenî) asalar ile kabahatlileri çeri zabitlerine verilmiş cezaların icrası da bunlara aitti (tafsilât için bk.
dövdüklerini biliyoruz (Th. Spandouyn Cantacasin, Petit Trakeli de D'Ohsson, bibliyografya).
Vorigine des Turcq&, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1896, s. 125, v.d. 160).
Doğrudan doğruya saray (enderun) hizmetinde bulunan çavuşlar
XVI. asra âit garp seyahatnamelerinden, bu teşkilâtın sonradan veya çavuş ağalara gelince, bunlar ile âmirleri olan baş-çavuşların va-
daha büyüdüğü ve saray ihtişamının arttığı anlaşılıyor; ellerinde altın ve zifeleri, resmî kıyafetleri, tâbi oldukları terakki ve tekaüd usûlleri hak-
gümüş yaldızlı asalar bulunan 300 dîvân çavuşu vardı (Jean Ches-neau, kında, 4Atâ' Bey'in Enderun TarihVnie etraflı malûmat vardır. Çavuşlar
Le voyage du Monsîeur d'Aramon, nşr. Schefer, Paris, 1887, s. 41 v.d.). başlarına yelken külah denen bir nevi serpuş (başlık) giyip, ellerinde iki
Sefirleri karşılama merasiminde, süslü elbiseler ile,'mükellef atlara ucu kıvrık gümüş asalar (çevgân) taşırlardı; baş-çavuş ise, kon-tpş kürk
binmiş çavuşlar bulunduğu gibi, dîvâna girip-çıkan 'vezirlerin önünde ve paşalı kavuğu giyip, beline elmas hançer takardı. Çavuşlar arasında
de 2 çavuş bulunması âdet idi. Pâdişâhın resmî çıkışlarında, atlı istidadı olanlar, enderunda seferli koğuşu civarındaki meşkhâ-nede
çavuşlardan başka, pâdişâhın atı önünde yayan giden elleri asalı ça- mûsikî tahsil ederek, müezzin, hanende ve sazende sınıflarına ayrıldıkları
vuşlar yol açarlardı. Hükümdarın huzuruna çıkarken, sef îri karşılamak (ayn. esr., I, 140), bunların bayram, sürre ve ulufe ihracı alaylarındaki
çavuş-başının vazifesi idi. Bu gibi teşrifat işlerinden başka pâdişâh veya rolleri hakkında orada uzun izahat vardır (ayn. esr., s. 229, 234—241,
vezirler tarafından verilen her hangi bir emrin tebliği ve meselâ idam 243 v.d., 269 v.d.); Bunlardan imamlığa geçenler ve ilmiye yoluna girerek
hükümlerinin icrası, yahut her hangi bir sebeple ikametgâhlarından kazaskerliğe kadar yükselenler olduğu gibi, musahiplik vazifesine
Çiknıalanjmenedüen sefirlere nezâret gibi işler de çavuşlara aitti ayrılanlar da bulunurdu (Hafız Jlyâs, Letâ'if-i Enderun, s. 264: Çavuş
(Phıüppe du Fresne-Canaye, Le voyage du Levant, nşr. H Hauser Pa Abdi Bey ve Çavuş Aziz Bey gibi). Mahmud II. devrinde yapılan
246/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlara*

askerî teşkilât sırasında süvari hassa askerlerinin küçük zabitlerine Anadolu'nun muhtelif yerlerinde tesadüf edilmektedir (bk. Köyteriımz,
çavuş vekili ve çavuş unvanları verildiği gibi, tersanedeki kalyoncu nşr. Dâhiliye Vekâleti, 1933). Bunlardan bâzılarının belki de daha Sel-
zabitlerine de çavuş deniliyordu ki (Târihi Enderun, I, 15 v.d.),bu çuklular devrinde kurulmuş olduğu, eski Osmanlı tarihçisi Aşık Paşa-
Sonuncular 1243'te ilga edilmişlerdir (Lufcfî, Târih, I, 156, 250). 1241'den zâde'nin XV. asırdaki Çavuş-Köyü'nün adım Osman Gâzî zamanına ve
sonraki yeni askerî teşkilâtta küçük zabitlere verilen çavuş unvanı or- Samsa (veya Samsama) Çavuş'a kadar çıkarmasından istidlal olunabilir
dumuzda bugüne kadar devam etmektedir. (Târih, nşr. 'Alî Bey, s. 24). Çavuşhı ismini taşıyan köylerden bâzılarının
XVI. asırda İran'da gördüğümüz küçük Çavuşlu oymağı ile bir
III. İçtimaî Tarifi. Bütün bunlardan ayrı olarak, bâzı dinî zümre-
münâsebeti bulunması ihtimâli yoktur.
lerde, meselâ yezidîterin, dinî teşkilât silsilesinde çavuş unvanının mu-
ayyen bir derece adı olarak kullanıldığını gördüğümüz gibi, bâzı tarikat- Bibliyografya: Çavuş kelimesi hakkında Cl. Huart'ın Encyo-lopĞdie
ların, meselâ rifillerin, iç teşkilâtında da çavuşlara tesadüf ediyoruz ki, de 1'Islam'm Leyden neşrinde mevcut çok basit ve yalnız Osmanlı
tamâmiyle nakîb ıstılahının mürâdifidir. Fütüvvet esasına, yâni tasavvuf! devrine âit Çawsh maddesi bir tarafa bırakılırsa, umûmî mâhiyetteki ilk
ahlâkî prensiplere dayanan Türk esnaf teşkilâtlarında da çavuşlar tetkik için bk. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı
mevcuttu (eski türkçe fütüvvetnâmelerde bu hususta tafsilât vardır). Müesseselerine Te'siri Hakkında Bâzı Mülâhazalar (Türk Hukuk ve
Evliya Çelebi-bu esnaf çavuşlarını yukarıda bahsettiğimiz diğer İktisat Tarihi mecm., s. 211—215; ayrıca bk. Otüken Neşriyat tarafından
yapılan yeni baskısı Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine
çavuşlardan ayırarak, bunların 415 kişi olduğunu ve pîrlerinin de Sel- Tesiri, İstanbul 1081, s. 81—88); E. Quatremere ve Dozy'nin makalede
mân Fârisî tarafından kendisine şedd kuşatılan 'Ömer b. Haddâm olup, adları geçen eserlerindeki malûmat, daha ziyâde Memlûkler'e ve şimali
kabrinin Yemen'de bulunduğunu söyler. Bu esnaf çavuşlarının, lonca Afrika'ya münhasır, küçük notlar mahiyetindedir. Tayyar-zâde 'Ata,
tarafından verilen kararların icrası vazifesi ile mükellef oldukları tah- Târîh-i Enderun' unda, çavuşlar ve bilhassa dîvân çavuşları hakkında,
min olunabilir. nisbeten en etraflı malûmat vermişse de (bilhassa I, 169 v.d.), ne Cl.
Huart ve ne de bu hususta bâzı notlar neşreden Schefer ve Blochet gibi
IV. Etnoloji, Türkler'in eski ve yeni kabile teşekkülleri arasında müsteşrikler bundan hiç istifâde etmemişlerdir, Abdurrahman Vefik
(Tekâlif Kavaidi, İstanbul, 1328, I, 224 v.d.) tarafından verilen malûmat
bir takım rütbe ve unvan isimlerine nisbetle adlanmış olanlar vardır ki,
çok sathi olup, Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-i Os-mânTsinde kelimenin
XVI. asır Safevî devletinin askeri kuvvetleri arasında gördüğümüz menşei hakkında ileri sürülen uydurma mütalâalar burada da tekrar
Çavuşla oymağı bunlardan biribiridir. XVI, asırda en büyük ve nüfuzla olunmuştur. Osmanlılar devri hak. kında Cevad Paşa'nın Târîh-i Askerî-1
kızıl-baş kabilelerinden biri olan Ustaclu kabilesini teşkil eden daha 'Osmânî'si ile İsmail Hakkı Uzunçarşıh'nın Kapu-kulu Ocakları (I, II,
küçük oymaklar arasında Çavuşlular'ın da bulunduğunu çağdaş kay: istanbul 1943—1944) 'nda ve bilhassa XVIII. asır için M. D'Ohsson
nafclardan öğreniyoruz (Hasan Big Rumlu, Ahsan al-tavûrih, nşr. Şed (Tableau genöral de l'empire ottoman, IV, 190; VII, 33—44, 166—324)
den, I, 199; iskender Münşi, 'Âlem-ârâ-yt 'Abbasî, I, 141, 154 v.dd.; 'dan istifâde olunabilir. XIX. asır için bk. Ubicini, Lettres sur la Turquie,
I. 451; Lutfİ, Târih, I, 156, 250, 255, 266-, II, 62, 70. Bu makaleyi
Şeref-nâıne-i Bitttsî, tab. Mısır, s. 532; Farsnâme-i Nâsirî, I 100, 174). yazarken istifâde edilen diğer bütün kaynaklar metin içinde ayrı ayrı gös-
Bu küçük oymağın, tâyin edemediğimiz bir devrede çavuş unvanını ta terilmiştir.
şıyan her hangi bir reisin etrafında toplandığı ve XVI. asırda büyük
hir ehemmiyet kazanan Ustaclular'a katıldığı tahmin edilebilir. Bu
oymağın XVIII. asırda hâlâ mevcut olduğu buna mensup olan Baba
Han çavuşlarının Lûristan beylerbeyliğinde bulunmasından anlaşılı DARUGA
yor.
V. Toponimi. Çavuş tâbirinin Anadolu'da \ Selçuklular zamanından DARUGA veya DARUGAÇI, Moğul idare teşkilâtında idarî ve mâlî,
başlayarak, Osmanlıların son devirlerine kadar her tarafta yayılmış bu hattâ siyâsî salâhiyetlere mâlik bir kısım büyük memurlara verilen bir
lunması Çavuşlu, Çavuşlar, ,Çavuş-Köy, Çavuş-Oğlu v.b. gibi isimler isimdir ki, Moğul istilâsından sonra onlann hâkimiyeti altındaki geniş
taşıyan 50—60 kadar köyün mevcudiyetine sebep olmuştur ki, bunlara
248/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Istılahlar/249

sahalarda kurulan imparatorluklarda ve sonradan bunların yerine, ge-


Hukuk tarihinde damga veya darugaçt kelimesine, idarî.bir ıstılah
çen muhtelif Türk devletlerinde idarî bir ıstılah olarak^ asırlarca de-
olarak, ilk defa Moğul istilâsından sonra tesadüf olunuyor. Ç'ang-Ç'un*-
vam etmiştir. Bu kelimenin ifâde ettiği muhtelif mânâların, yâni daru-
un seyahatnamesinden anlaşıldığına göre, 1221'de Almalıg'da Moğullar'-
galık'müessesesinin, Xm.-XIX. asırlar esnasında, hukuk tarihi ba-
m yüksek hâkimiyetini kabul etmiş olan yerli Türk hükümdarının yanın-
kımından, ne gibi değişikliklere uğradığını tesbite girişmeden evvel,
da darugaçt denilen yüksek bir Moğul memuru bulunuyordu. Rus* sino-
umûmi mâhiyette, küçük bir filolojik izaha ihtiyaç vardır.
logu Palladiy'in, Juan-chetün VII. babındaki izahata dayanarak, yerdiği
Farsça metinlerde ve lügat kitaplarında uûmiyetle doruğa şeklinde malûmata göre, Moğul hanının mümessili (yüksek komiseri) olan
zikredilen (moğ. daruha ve daruhaçi) kelime moğulcada »sıkmak, damgacının vazifeleri başlıca şunlardır: 1. Nüfus ve mal sayımı (vergi
sıkıştırmak, daraltmak" ve mecazî olarak da "mühürlemek" mânâlarım defterlerinin tanzimi için), 2. Yerli halktan yardımcı askerî kıt'aları
ifâde eden daruhu filinden gelir (Kowalevskiy, Dict. Mongol-russe-fran- tertibi, 3. Merkezî idare ile muhabere ve münakale vasıtalar inin (Moğul
çais, 8. 1871 v.d.) ki, Uygur metinlerinde tesadüf edilen ve zabıta me- ıstılahına göre, yam teşkilâtının) tanzimi, 4. Vergilerin toplanması
muru mânâsına gelen yarkan, yargan kelimesi ile (V. Radloff, Uigu- (Moğul hanına verilecek muayyen hissenin tahsili için, vergi işlerinin
rische Sprachdenkmaeler, s. 163; F. W. K. Müller, üigurica, I, 9; murakabesi) ve 5. Varidatın hükümdara gönderilmesi (bk. Barthold,
Ramstedt, Zıvei uigurische Rumıenschriften.., 3r 6) bu daruha kelime- Turkestan, GMNS, V, 401). P. Ratschnevsky (Un code des Juan, Paris,
sini birleştirmek hususunda Ramstedt tarafından ileri sürülen fikre 1937, s, 32), Juan-che'nin VII. babında bu izahata tesadüf etmediğini
Poppe de iştirak etmekte ve bunu eski türkçe ve moğulca-daki söylemekte ise de, Moğul devrine âit İslâm ve Rus kaynaklarının ver-
jj=d sesi değişmesi Üe izah eylemektedir (Ung. Jahrb,, IV, 103). dikleri malûmat, Palladiy'in bu izahatını tamâmiyle te'yit ettiğinden, bu
Bu faraziye henüz isbata muhtaç bulunmakla beraber, bu Moğul hususta her hangi bir şüpheye yer kalmamaktadır.
kelimesinin, türkçe aynı mânâlara gelen dar kökü ile alâkası, daha sarih
olarak, göze çarpmaktadır. Daha Moğullann gizli tarihinde tesadüf Çin'deki Moğul hükümdarları, yâni Juan sülâlesi, zamanına âit ta-
edilen bu daruha, daruhaçin kelimesi (Haenisch, s. 33), Moğullar ara. rihî resimlerde ve resmî vesikalarda ta'hı-hua-ç'e şeklinde cince trans-
sında bir memuriyet adı olarak, asırlarca devam etmiş olduğu gibi kripsiyonuna tesadüf edilen (msl. Mengü Han zamanına âit 1258 tarihli
(Vladimirtsöv, Moğullann İçtimâi Teşkilâtı, trc. A. İnan, 1944, s. 204, bir vesika için bk. E. Chavannes, inseriptions et pieces de chancellerie
324), bugün dahi küçük bir memuriyet adı olarak kullanılmaktadır (R. chinoises, T'oung Pao, 1905, V, 389) bu damgacıların, daha Cengiz za-
Grousset, VEmpire mongol, Paris; 1941, s. 528). manından başlayarak, fethedilen memleketlere ve Moğul hâkimiyetini
Moğullar'ın Mâverâünnehr ve İran'daki hâkimiyetleri zamanında kabul eden hükümdarların yanına, yüksek komiser sıfatı ile, tâyin edil-
türkçe ve farsçaya da geçen bu kelime hakkında, farsça ve çagatayc? diklerini biliyoruz. Bunlar, vazife ve salâhiyetlerinin timsâli olarak,
lügat* kitaplarında ve onlardan aaMen Zenker, Vullers, Velyaminov- birer husûsî mühür (nişan, damga) takıyorlar ve emirnamelerine bunu
Zernov, Pavet de Oourteille,, Steingass ve Radloff gibi müsteşriklerin basıyorlardı. Çin Moğul İmparatorluğuna âit resmî vesikalar, sayesinde,
lügatlerinde izahata tesadüf edilir (Alımed Caferoğlu, Azerbaycan Yurd bu mühim vazifeye bilhassa Moğullar'm, Uygurlar'm, müslüman. ların,
Bilgisi, nr. 25. s. 7/8'de, bu malûmatı oldukça etraflı surette toplamıştır; Nayman ve Tangutlar'ın tâyin edildiğini ve bunların salâhiyet
ayrıca bk. bir de ayn, mil., TM, IV, 29, not I). Kelimenin muhtelif derecelerini öğreniyoruz (Ratchnevsky, ayn. esr.,$. 32—35).
zamanlarda ve muhtelif sahalarda ifâde ettiği muhtelif mânâları-birbirine
Moğul hâkimiyeti altına geçen garp memleketlerinde de, daha Cen-
karıştıran bu eserler, tarihî bir tetkik için, hiç bir suretle istifâdeye lâyık
giz zamanından başlayarak, daruga (veya onun müteradifi olarak kul-
sayılamaz. Şarkî Türkistan'da dofga, Azerî lehçesinde darga şekillerini
lanılan baskak) unvanlı memurlara tesadüf ediyoruz; msl. Buhârâ zap-
alan bu kelimenin, semantik bakımından, ne gibi değişikliklere uğradığım
tedildiği zaman, idaresi için böyle büyük bir memur tâyin edilmişti (Cü-
anlayabilmek ve lügat kitaplarında verilen muhtelif mânâların hangi
veynî, Cihângüşây, I, 83); 1257'de, Ruslar'ı ve Alanlar'ı idare etmek üze-
zamanlara ve hangi sahalara âit olduğunu kati surette tesbit edebilmek
re, Laçın (moğulca Naçın) adli bir Moğul beyi, darugacı olarak, gönde-
için, tarihî bir tetkike ihtiyaç vardır.
rilmişti (P. Pelliot, Apopos des Comans, 3A, avril-juin, 1920, s, 166) XIV.
250/îslâm v« Türk Hukuk Tarihi Unvan ve İstılahlar/251

asır başlarına kadar, Moğul hâkimiyeti altındaki- moskof prensliklerin, Nefisî, s. 379). Bunlardaki izahata göre, yalnız büyük şehirlerin değil,
de Altın-Ordu hanlarının yüksek komiseri mâhiyetinde, büyük salâhi- hattâ küçük kasabaların da damgaları vardı; askerî ehemmiyeti hâiz
yetlere mâlik memurların bulunduğu Rus kroniklerinden anlaşılmak- büyük merkezlerde, en büyük idare âmiri olan darugadan başka, askerî
tadır ki, bunlar daha ziyâde baskak unvanı taşıyorlardı (Grekov ve âmir ve kale kumandanı vazifesi ile mükellef kotvâl'lar da bulunuyor-
îakoubovski, La Horde d'Or, Paris, 1939, s. 35, 211). Bu törkçe unvanın du. Maamafih bâzan bu iki vazifenin bir adamda birleştiği de oluyordu
moğulca damga, darağacı unvanının tam müteradifi olduğu, bu devre (Ravzatü's-Safâ, VII, 48).
âit tarihî kaynaklardan anlaşılmaktadır. Cüveynî ve Reşîdü'd-Dîn, he-
men umumiyetle baskak tâbirini kullanıyorlar ki, bu İlhanlı şansölleri- Altın-Ordu, Kırım ve Kasım hanlıklarında da bu tâbirin aynı mânâ-
sinin önce Uygurlar ve sonra da İran Türkleri te'siri altmda sür'atle da kullanıldığı, Toktamış, Mengli Giray I. ve Hacı Giray yarlıklarından
türkleştiğini gösteren delildir; aynı ıstılahın Altın-Ordu hanlığında da anlaşılmaktadır (Berezin, Han Yarltklart, s. 45; Abdullah-oğlu Hasan,
büyük ehemmiyet kazanmasını Bulgar ve Kıpçak te'sirine atfetmek Birinci Mengili Giray Han Yarkğt, TM, IV 104; Akdes Nimet Kurat,
kaabildir. Bu devre âit arapça ve farşça metinlerde bâzan şahne tâbiri- Topkapı Sarayı Müzesi Arşivindeki Yarlik ve Bitikler, İstanbul, 1940, s.
nin de damga ve baskak mukabili olarak kullanıldığı -görülüyor (Cü- 69). Bunun Özbekler'de de mevcut olduğu, hattâ Şeybanî Han'ın Şah
veynî, ayrı, esr., IH, 479). Böyle olmakla beraber damga tâbirinin bü- ismail'e gönderdiği bir mektupta, tahkir maksadı ile, ona İsmail Daru-ga
tün Moğul devletlerinde devam ettiğini kat'îyetle söyleyebiliriz. diye hitap ettiği malûmdur (Ahsenü't-Tevârîh, I, 112). Moğul hâ-
İlhanlılar devrinde baskak = daruga'larm, idare ve âsâyiş mesele kimiyeti esnasında Uygurlar'a geçmiş olan bu tâbiref XVII. asra âit
leri ile meşgul en büyük memurlar olduğu, târihî metinlerden ve bil Kâşgar vesikalarında da tesadüf ediliyor (G. Raquette, Eine Kaschga-
hassa Gâzân tarafından neşredilen muhtelif yarlıklardan çok açık ola rische Wakf-ürkunde, Lund, 1935). Darugalık memuriyetinin XIX. asır-
rak anlaşılıyor. Bunlarda zikredilen memurlar arasmda boskak'lar ilk da Hive hanlığında hâlâ mevcut olduğunu görüyoruz (Riza Qouly Khan,
olarak gelmektedir (Târîh-î mubarak Gâzânî, nşr. Kari Jhan, XIV, Relation de VAmbassaâe au Kharezm, nşr. Schefer, Paris, 1879 s. 219).
GMNS, s. 225, 229, 253, 257). Aynı vaziyetin Altın-Ördu'da da mevcut Baburlular devrinde Hindistan'da orduda muayyen bir vazifede bulunan
olduğu rüs kroniklerinden anlaşılıyor. Hiç bir askerî mâhiyeti olmayan memurlara da bu unvan veriliyordu (A. von Le Coq, Türkische
bu memuriyeti askerî valilik zanneden Hammer ve Berezin'in yanıl Namenund Titel in Indien, 1917, s. 5).
dıkları muhakkaktır; ancak asayişi te'min vazifesi ile mükellef olduk
Damga kelimesi, bilhassa Safevîler devrinden başlayarak, iran'da
ları için, maiyetlerinde bir zabıta kuvveti bulunması tabiî idi. Celâyir-
çok kullanılmıştır. Karakoyunlular ve Akkoyunlular vâsıtası ile intikâl
liler devrinde, Selçuklular ve Abbasîler zamanına âit idarî an'anelerin
eden llhanh-Timurlu idare an'anelerini büyük nisbette devam ettiren
te'siri altmda, bu vazifede bulunanlara şahne unvanı verildiği Düstûrü'l
Safevîler devletinde, daha ilk zamanlardan başlayarak, damga unva-
-Kâüb'den anlaşılmaktadır (Esad Efendi kütüp., yazm., nr. 3346). Bas
nının kullanıldığına şahit oluyoruz. Tarihî ve edebî vesikalardan istidlal
kak ve şahne unvanlarının müteradif olduğunu, haklı olarak, Heri sü
edilebildiğine göre, büyük şehirlere, küçük kasabalara ve hattâ köylere
ren Hammer'e karşı Berezin'in şüpheli davranması tamâmiyle yersiz
daruglar tâyin ediliyordu. Merkezî idarede büyük vazifeler başında
dir. ■ v^C
bulunanlara, tahsisatlarını arttırmak maksadı ile, her hangi bir şehir
Ühanhlar'a vâris olan Türk devletlerinde, msl. Celâyirliler'de, Ti.
darugalığımn tevcihi de usûlden idi; böyle vaziyetlerde onun tarafından
murlular'da, Karakoyunlular'da ve Akkoyunlular'da danga tâbirinin
tâyin edilen bir vekil, onun naibi sıfatı ile, bu vazifeyi görüyordu
"her hangi bfe şehrin veya idarî bir sahanın idare ve inzibat işlerine
(Ahsenü't-Tevârîh, s. 82). Merkezdeki bâzı memuriyetlere muayyen şe-
bakan büyük memur" mânasında devam ettiği, çağdaş metinlerden ve
hirlerim darugalığı vazifesinin tahsis edildiği de görülmektedir. Meselâ
târihî şehâdetlerden anlaşılıyor (msl. Clavijo, ingl. trc, s. 30; Şeref ü'd-
hükümdarın kılıcını saklamak vazifesinde bulunanlara (korctgerî-i
Dîn Yezdî, Zafernâme, I, 263, 327, 34*?; Ravzatü's-Safâ, VI 381 383
şimşir), Kum şehri darugalığımn verilmesi usûlden idî (TezkireA Nas-
388, 402; Nevâ'î, Mahbûbü'l-Kulûb, s. 50; Hasan Big Rumlû, Ahsan
râbâdî, nşr. Vâhid Destgerdî, s. 27). Tiyûl [bk. tslâm Anskl.] sahipleri-
aVtavarüı, nşr. Seddon, I, 37; Hondmir, Düstûrû'l-Vâzerâ', nşr. Said
nin, asıl vazifeleri başında kalarak, tiyûllerine birer daruga gönderme-
252/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/253

leri usûlü de bununla alâkalıdır {ayrı. esr., s. 185). Safevîler'e tâbi Safevî teşkilâtına âit olarak ahiren W. Minorsky tarafından neşredi-
kabilelerin idare ve murakabesi için, kabilenin yaşamakta bulunduğu len mühim metinde (Tazkira al-mulûk, GMNS, XVI 77 v.d.) İsfahan
vilâyetin hâkimi tarafından damga unvanlı memurlar tâyin edildiğini de darugalığı hakkında verilen malûmat, avrupah seyyahların izahatım ta-
görüyoruz (Ahsenü't-Tevârîh, I, s. 347, 397, 402; ZeyH 'Âlem ârâ-yı mamlamaktadır. Buna göre, daruga ve maiyetindeki adamlar, her gece
'Abbasî, nşr. Suheylî Hânsârî, Tahran, 1317, s. 272) ki, tarihî kaynak- şehrin muayyen mahallelerini dolaşmakla mükelleftirler. Ona bağlı
larda, bu vazifede bulunan memurlar hakkında tuşımal, keîânter ve olarak, her mahallede inzibatı te'nün ile mükellef memurlar vardır.
şahne unvanları da, damga müteradifi olarak, kullanılmaktadır. Bir vi- Çalman mallar bulunduğu takdirde, daruga ve naibi ondan muayyen bir
lâyet dahilindeki küçük kasabalara ve köylere daruga tâyini salâhiyeti, hisse alırlar; bulamadıkları takdirde zararı tazmine mecburdurlar.
doğrudari-doğruya o vilâyetin başında bulunan valiye âit idi. Şiraz gibi Darugalar 300—500 tümen araspda bir tahsisat alırlar. 5—12 tümene
büyük merkezlerde, damgadan başka onun mafevki olarak, Timurlu kadar olan dâvalara doğrudan-doğruya bakar ve bundan fazlasını divan
devrindeki kotvâller gibi, bir de keîânter bulunuyordu (Farsnâme-i beyine gönderirler. Divan beyinin yahut adamlarının el koyduğu bir işe
NâsM, I, 207). daruga müdâhale edemez. Bunlardan başka, hükümdar sefere çıktığı
imparatorluğun baş şehrinde (önce Tebriz, sonra Isfahan ve Kaz- zaman, ordugâhın inzibat ve asayişini te'min ile mükellef olan bir "ordu-
vin) bulunan daruganın ehemmiyeti, büyüktü. Umumiyetle şehrin inzi- bazar damgası" bulunurdu ki, bu vazifenin ehemmiyeti büyüktü; bu işte
bat ve asayiş işlerine hattâ eski İslâm devletlerindeki muhtesibler gibi, bulunanların büyük eyâletler valiliklerine tâyin edilme, leri bunu isfoat
ahlâkî zabıta ve belediye işlerine bakan (bu darugalar, bu gibi husus- etmektedir (Farsnâme-i Nasırı, I. 195. Nâdir Şah zamanında) Yine
larda kazaî salâhiyetlere de mâlik idiler ve suçlulara bedenî ve mâlî Safevîler devrinde, defterhâne (mâliye dâiresi) darugalığı, ferraşhâne
cezalar da verebiliyorlar ve hükümlerini derhâl icra ediyorlardı. Tah. darugalığı vazifelerinin de bulunduğunu görüyoruz. Defterhâne
masb I. Tebriz şehrindeki tacir ve san'atkârlara bir takım vergi muafi- damgaları, 1660'ta, mâliye işlerinin en büyük âmiri olan mustavfîyül-
yetleri bahşettiği sırada, damgaların keyfî hareketlerinden hoşnut ol- memâlik'in 1/3'i nisbetinde, yâni 200 tümen, tahsisat alıyorlardı (bk.
mayan halkı memnun etmek maksadı ile, onların yanma, şeriat hüküm- Raphael du Mans, s. 26).
lerine göre hareket etmek ifeere, "kazî-i ahdâs" nâmı ile bir de kadı
Bibliyografya [ Daruga kelimesi hakkında, bâzı küçük notlar bir
tâyin etmiş ve damgaların para cezası almalarım men'eylemişti (TârîM tarafa bırakılırsa, monografi mâhiyetinde değil, hattâ bir tas. lak şeklinde
'Âlem ârâ-yı 'Abbasî, I, 225). Maamafih bunun uzun müddet devam et- bile hiç bir tetkik mevcut olmadığından, istinat ettiğimiz bütün
mediği ve damgaların tekrar para cezası almağa başladıkları, daha kaynaklan makale içinde, yerli yerinde göstermeği zarurî bulduk.
sonraki kaynaklardan anlaşılıyor.
Safevî Iranı'nm 1660'taM idarî teşekkülâtına ve içtimaî vaziyetine
dâir mühim bir eser bırakmış olan Raphael du Mans (VEtat de la Verse FIKIH
en 1660, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1890, s. 39 v.d.)'m verdiği malûmata
I. Umûmî Mülâhazalar. — Fıkıh dediğimiz nazarî hukuk sisteminin
göre, baş şehirdeki damga 400 tümen, maaş alırdı; bunun yanmda mü-
İslâm dünyasında nasıl doğup, inkişaf ettiği, S. Hurgronje ve I. Gold-
şerrif, yâni bir kontrol memuru, bulunurdu ki, daruganın tahsil ettiği
ziher gübi, büyük âlimler ile onların mesâisini takip eden müsteşrikler
para cezalarının hesabım tutardı. Asayişi bozan her hangi bir işte, yahut
ve hukuk tarihçileri tarafından yapılan tetkikler sayesinde, umûmî hat-
her hangi bir şikâyet üzerine, maiyetindeki adamları vâsıtasiyle maz-
ları ile anlaşılmış ve I. Goldziher tarafından yazılıp 1914'te üıti§ar etmiş
nunu yakalatıp, hapishaneye koydurur, küçük alacak dâvalarına bakar
olan Fıkh maddesinde (bk. Encyclopidie de Vîslam) mükemmel surette
ve salâhiyetinin dışmda olan işleri de dîvân beyine gönderirdi. Bu izahat
da gösteriyor ki, daruga bâzı kazaî salâhiyetlere de mâlik bir polsi mü- izah olunmuştur. Ancak o zamandan bu güne kadar geçen uzun yıllar
dürüdür. Chardin'in meşhur seyahatnâme'sinde buna âit ehemmiyetli zarfmda elde edilen yeni neticeleri ve bahis mevzuu maddede eksik veya
tafsilâta tesadüf olunur (V. 263, 334; VII, 319; ayrıca bk. Jhon Malcolm müphem bırakılmış bâzı esâs meseleleri burada kısaca bildirmeği
Histoire de la Verse, Paris, 1821 IV, 196 v.d.). lüzumlu gördük.
254/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Îstılahlar/2S5
Tıpkı Roma hukuku gibi inkişâfını doktrinlere borçlu olan nazarî muhtasar olarak geçilen bâzı meseleler hakkında, burada biraz izahata
İslâm hukuku yârîi fıkıh, sistematik hukuk mevzuu olarak. Roma huku- girişmek zaruretini duyuyoruz. Maksadımız, henüz yeniden yeniye or-
ku kadar zengin ve çok işlenmiş bir hukuk mevzuudur. Mukayeseli hu- taya atılan bu gibi meselelerin ehemmiyetini tebarüz ettirerek, umumi-
kuk sahasının en salahiyetli mütehassıslarından bir âlimin söylediği gi- yetle İslâm ve ayrıca Türk hukuk tarihleri sahasındaki başlıca tetkik
bi, Roma hukuku tarihinin kaynakları hakkında, İslâm hukukunun (fı- mevzûlarına işaret etmek ve bu hususta yapılan bâzı tecrübeler ile takip
kıh) inkişâfı hakkında elde bulunan eski ve sağlam kaynaklar ile mu- edilecek usûller hakkında bir az malûmat vermektir. S. Hurgronje ve I.
kayese edebilecek kıymette vesikalar mevcut değildir ve bundan dolayı Goldziher ile değerli muakkiplerinin pek tabiî olarak daha ziyâde hukukî
fıkhın teşekkül tarihi hakkındaki tetkikler, Roma hukuku kaynaklarına metinler üzerinde yaptıkları tetkiklerden çıkardıkları neticeleri, 35
âit tetkiklerden daha rnüsbet neticeler vermiştir (E. Lambert, La fonc- seneden beri mühim inkişaflar kaydeden tarihî araştırmalardan istifâde
tion du droit civil compare, Paris, 1903, s. 393—396). İşte bu her iki iti- ederek, bir az daha ileriletmeğe çalışacağız.
bar ite, fıkhın tetkiki, umûmî hukuk kültürü yâni mukayeseli hukıik ba-
kanından, hiç (bir zaman ehemmiyet ve kıymetini kaybetmeyecektir. Son olarak J. Sauvaget'nin de açıkça belirttiği gibi, sâdece fıkıh
Nazarî sistem olarak dinî mâhiyetini dâima muhafaza eden ve din kitaplarının şehâdetine dayanarak, İslâm dünyasının 14 asırlık hukukî
âlimleri tarafından, dâima bu gözle görülen fıkhın, mevzuu "ideâl bir hayatim vakıalara uygun bir surette öğrenmeğe asla imkân yoktur. Ta-
hukuk" olan spekülatif bir ilim, tamâmiyle skolastik bir inşâ mâhiyetini mâmiyle nazarî mâhiyette olan bu ideâl hukuk kitaplarındaki kaidelerin
aldığı malûmdur (H. Lammens, L'Islam, Croyances et instituti-onst umûmî hayatta tatbik edildiği hayaline düşen bir tarihçi, içtimaî tarihi
Paris, 1926, s. 103). Bu itibâr ile ibâdât, muamelât ve*ükûbât kısımlarını hakikatle te'lifi imkânsız bîr mâhiyette görecek, bilhassa müesseseler
hep birden ihtiva eden fıkıh doktrinlerinde^ ister sünnî, ister haricî veya tarihi hakkında tamâmiyle yanlış fikirler edinecektir. Hâlbuki, tarihî
şi'î olsun, husûsî hukuk ve âmme hukuku gibi tefrikler asla mevcut tenkit sayesinde, meselâ fıkıh kitaplarında İslâm'ın ilk devirlerinde hı-
olmamış ve umûmî mâhiyette codi/ication'lara gidilmemiştir; icmâ' ve ristiyanlar ile yahudilerin tâbi oldukları hukukî ahkâm hakkında verilen
kıyâs, zamana, mekâna ve şahsiyetlere göre, dâima değişeceğinden, malûmatın yanlışlığı sabit olmuştur (J. Sauvaget, Introduction â
sabit esas olarak, yalnız Kitâb. ve Sünnet ortada kalmaktadır ki, Vhistoire de VOrient musulman, Paris, 1943, s. 45—47).
bunların da çok geniş İslâm dünyasının bütün ihtiyaçlarım asırlarca
Yine bunun gibi, âmme hukukuna, devlet teşkilâtına, vergilere v.b.
yeknesak bir tarzda karşılamayacağı muhakkaktır. İşte İslâm dünya-
âit, Ebû Yûsuf ve Mâverdî gibi, büyük hukukçular tarafından yazılmış
sında muhtelif mezheplerin, yâni hukuk mesleklerinin, zuhuruna sebep
ve İslâm dünyasında asırlardan beri klâsik bir mâhiyet almış kitapların
budur. Aynı mezhebe mensup büyük âlimler arasında büe teferruata âit
bile, tarihî şe'niyetle çok defa te'lifi imkânsız hükümleri ihtiva ettikleri,
meselelerde ictihad farkları (bulunduğu düşünülürse, umûmî cidification'
tarihçiler tarafından, meydana konulmuştur. El-Ahkâmü's-Sultânîye mü-
ların zorluğu daha kolay anlaşılır.
tercimi E. Fagnan (Les Statuts gouvernementauz ou rigîes de droit
Sistematik hukuk bakımından değil de, hukuk tarihi ve umûmîyetle public et administratif, Alger, 1915; mütercimin mukaddimesi)'m bu
tarih bakımlarından, fıkhın inkişaf mı ve içtimaî hayatta ne dereceye husustaki müdafaalarına rağmen, hakikat budur. (Lammens, ayn. esr., s.
kadar tatbik edildiğini araştırmak, hiç -şüphe yok, büyük bir ehemmi- 103). Her hâlde, bütün bu gibi hukukî eserleri tarihî bit kaynak olarak
yeti hâizdir. Yalnız hukuk tarihi ve hukuk etnolojjsi değil umumiyetle kullanırken, bunların nazarî ve ideâl birer inşâ mahsûlü olduğunu asla
sosyoloji ve medeniyet tarihi itibarı ile de mühim neticeler verebilecek gözden kaçırmamak, asıl tarihî vesikaların ışığı altında bunların şe'-
olan bu mâhiyette tetkiklere henüz yeni yeni başlanılmış bulunuyor. niyete mutabakat derecesini tâyin etmek, hukuk tarihçisinin ilk vazi-
Hâlbuki, bilhassa İslâm âmme hukukuna âit tarihî tetkikler ilerile- fesidir. Bu gibi nazarî ve mücerret mâhiyette eserler, bâzan, müellifin ve
medikçe, umumiyetle İslâm müesseseleri tarihinin ve bunun neticesi içinde yaşadığı içtimaî muhitin şahsî veya müşterek ideolojilerini
ofarak İslâm tarihînin Iâyıkı ile anlaşılması kaabil olamayacaktır. aksettirmek yahut fi'lî Mr vaziyetin, nazarî bakımdan, nasıl tefsir ve
mütalâa edüdiğini göstermek bakımlarında^ çok faydalı olabilirler. Fa-
îşte bu itübar ile, Goldziher'in yukarıda adı geçen makalesinde pek kat muhtelif mezhepler arasındaki ihtilâflara âit eserler ile muayyen
256/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/257

zaman ve mekânlara âit bir takım fetva mecmuaları, yer-yer müşahhas te İskenderiye'de neşrettiği Manuale di Diritto puplico e privato ottoma-
meseleleri ve onlar hakkındaki hükümleri ihtiva ettiklerinden dolayı, no introduzione adlı eserinde öne süren Gatteschi, diğer bir eserinde de,
gerek hukuk tarihi, gerek içtimaî tarih tetkikleri için, daha kıymetli "müslüman vakıf müessesesinin Roma hukukundan alındığını, yanlış
malzemeyi ihtiva ederler.. olarak, iddia etmişti (tafsilât ve bu iddianın 'tenkidi hakkında bk. Fuad
Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Tarihî Tekâmülü,
Fıkhın ve geniş mânâsı üe îslâm hukukunun inkişâf ve tekâmülünü Vakıflar Dergisi, 1942, II, 7 [Bu makale elinizdeki kitapta ayni isimle
yalnız bu husustaki hukukî kaynakların tetkiki ile izah etmek kaabil mevcuttur]. Ondan sonra Hollandalı Van den Berg, De Camiractu Do ut
olmadığı, onun ilâhî mâhiyeti ve değişmezliği akidesine saplanıp kalan- des jure Mohammadano (Leyden, 1868, s. 17 v.d.) adlı eserinde, Dugat
lar müstesna olmak üzere, daha S. Hurgronje'den beri kabul edilmiş bir (Cours compUmentaire de geographie, histoire et legislation des etats
hakikattir. İslâmiyet'in çok sür'aüi ve çok geniş yayılışı, muhtelif sa- musülmans, Paris, 1873, s. 33)'da ve von Kremer'in 1875'te Viyana'da
halarda muhtelif din ve kültürlere sahip milyonlarca halkın türlü âmil- neşredilen Culturgeschichte d. Orients (I, 532 v.d.)'inde, H. Hughes'in
ler te'siri ile bu yeni dini kabul etmeleri, oralardaki eski hukuk nizamını La France judiciaire (1880)'de neşredilen îslâm hukukunun menşe'leri
ve millî örf ve âdetleri elbette birdenbire ortadan kaldıramamış, ve hakkındaki makalesinde (s. 252—256) aynı fikri müdâfaa etmişler, ve
bunların Ibir kısmı, yavaş-yavaş îslâmî bir renge boyanarak, kendili- nihayet I. Goldziher'in bu husustaki muhtelif tetkikleri neticesinde,
ğinden îslâm örfüne girmiş, bir kısmı da, iktibas veya taklid yolları ile, müsteşrikler ve mukayeseli hukuk âlimleri arasmda, bu fikir hemen
îslâm hukuk kaideleri arasında yer tutmuştur. Fıkhın inkişâf ve tekâ- umumiyetle yerleşmiştir. Meselâ, E. Lambert, (ayn. esr., s. 282 v.d., 355
mülünde elbette müessir olması icap eden bu âmiller, doğrudan-doğru- v.d.), M. Morand, Introducüon d Vetüde du droit musulman algerien (1921,
ya Kitap ve Sünnet'e istinat iddiasında bulunan fıkıh nazariyecileri ta- s. 65) ve Etudes de droit musulman algerien (1910, s. 254) adlı eserlerinde,
rafından elbette kabul olunamazdı. Bu hakikati anlayabilmek için, is- Hanefî fıkhında Roma hukuku te'sirini (Goldziher'in ileri sürmüş olduğu
lâmlaşan sahalarda evvelce hâkim olan mahallî örfleri ve eski hukuk vasilik meselesine istinaden; hâlbuki, bu meselede fıkhın Roma
sistemlerini îslâm hukuku ile karşılaştırmak mecburiyeti vardı. îşte I. hukukuna faik olduğu malûmdur; bk: VAnnâe so-ciologique, XI, s. 335
Goldziher, Encyclopedie de l'Islam'a. yazdığı Fıkft maddesinde, o zamana v.d.) ve müslüman fakihlerinin Jüstiniyen devri Roma hukukuna
kadar yapılmış tetkiklere dayanarak, Roma hukukunun islâm nazarî vukuflarım kabul etmişlerdir. îslâm hukukuna âit neşrolunan bir takım
hukuku yâni fıkıh üzerindeki te'siri hakkında bir az malûmat vermiştir. monografilerde de, bunu te'yit eder mâhiyette, mukayeseler yapılmıştır.
Biz burada iptida bu mesele hakkında tamamlayıcı bâzı izahatta Meselâ, A. Marneur, Le Chefa (Paris, 1910) adlı eserde, fıkıhtaki şuf'a'mn
bulunmak, ondan sonra da lurîstiyan kilise hukukunun, Talmud huku- Bizans hukukundaki protimesis ile benzerliği meydana konulduktan
kunun, Sâsânî hukukunun, fıkhın teşekkülü üzerindeki te'sirlerine dâir sonra, E. Bussi, Ricerche intomo aile relazioni fra retratto bizantion e
ileri sürülen mütalâalardan kısaca bahsederek, îslâm hukukuna îslâm musulmano (Milano, 1933) adlı eserinde, bunu isbata çalışmıştır. Bunun
dışındaki büyük kültür çevrelerinden giren gayr-i islâmî unsurların mâ- gibi, bir taraftan M. Morand ve diğer taraftan Becker, vakıf
hiyetini göstermek ve ayrıca, İslâm hukukunun şâir yabancı milletlerin müessesesinin Bizans hukukundan alındığını kat'î deliller üe
hukukî müesseseleri üzerindeki nüfuzunu belirtmek istiyoruz. göstermişlerdir (tafsilât yukarıda adı geçen vakıf hakkındaki
makalemizdedir). E. Tyan (Histoire de l'organisation judiciaire en pays
İL Roma-Bizans Te'siri.— XIX. asırda bilhassa amelî ihtiyaçlar ile d'islam, Paris, 1938,1, 114—138) îslâm memleketlerindeki adlî teşkilât
îslâm hukukunu tetkike başlayan garp âlimleri arasmda, fıkhın Roma tarihini tetkik ederken, Greko-Romen ve îslâm adlî sistemleri arasındaki
hukuku ile alâkası hakkında bâzı fikirler ileri sürülmeğe başlanmıştır. benzeyişleri tebarüz ettirmiştir [Bk. Encyclopedie de VIs-lam, Kadâ ve
Gerçi bundan çok daha evvel de, bir takım Greko-Romen hukuk mües- Kâdî maddeleri]. İtalyan romanistlerinden E. Carusi de, muhtelif
seselerinin îslâm âlemi tarafından taklit veya iktibas edildiği yolunda yazılarında, İslâm fıkhının teşekkülünde Roma hukukunun te'? siri
iddialarda bulunulmuşsa da, bunlar daha ziyâde âmme hukuku ile alâ- meselesinden, âdeta bir müteârife gibi, bahsetmiştir (tafsilât için bk. E.
kadar olup, "fıkhın teşekkülünde Roma hukukunun te'siri" meselesine Carusi, Roma Hukuku ve §ark Hukukları, Capitolium mecm., İstanbul
temas edilmemişti. İtalyan âlimi Nallino'ya göre, bu fikri ilk defa 1865' 1935, sayı 8—10, s. 201—241). îşte bütün bunların neticesi olarak, îslâm
&58/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/250

müesseselerine dâir en salahiyetli âlimler tarafından, 25 seneden beri ter, Yabancı Hukukların Alınması ve Milli Hukuk, istanbul hukuk fa-
neşredilen umûmî mâhiyette eserlerde (msl. G. Demombynes, Les ins* kültesince çıkarılan Medenî Kanunun 15. yıldönümü, 1943» s. 187).
titutions musulmanes, s. 154 v.d.; H. Massa, l/Islam, s. 92 v.d., v.b.) ve
Fıkhın nazarî bir sistem olarak teşekkülü üzerindeki Roma hukuku
bir takım umûmî tarih kitaplarında ve ansiklopedi makalelerinde, aynı te'sirinin, daha ziyâde, eskiden beri bu hukukun hâkim olduğu Suriye,
fikir, ufak-tefek bâzı farklar ile, tekrarlamp-durmuştur. Bu hususta Filistin ve Mısır sahalarının İslâmlar tarafından fethini müteakip günlük
daha bir yığın bibliyografik malûmat vermek kaabüse de, yaptığımız hayatın zarurî bir neticesi olduğu, bilhassa Kremer tarafından ileri
küçük hulâsayı kâfi görüyoruz. Bütün bunlardan her nasılsa habersiz sürülmüş, ve bunda Bizans devrindeki Beyrut ve İskenderiye hukuk
kalan bâzı hukukçularımızın, fıkıh ile Roma hukuku arasında müşabe- mekteplerinin ve hukuk eserlerinin de mühim hissesi bulunduğu, Lam-
het te'sisi fikrini 1938'de çıkan türkçe bir kitaba isnat etmeleri, cidden bert ve başkaları tarafından iddia olunmuştur. Bâzı hukukçular, Roma
garip bir vakıadır (Hıfzı Veldet, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzi- hukuku edebiyatında "Snrige-Roma Hukuk Kitabı" ismi ile mâruf olup,
mat, Tanzimat, İstanbul, 1940, s. 195). mâhiyet ve kıymeti çok uzun münâkaşalara yol açan skolastik
Fıkhın ve usûl-i fıkhın inkişâfında Roma hukukunun inkârı4mkânsız mâhiyetteki el kitabının (Bruns ve Sachau, Das Syrisch-Römisches
te'siri olduğunu söyleyen I. Goldziher'in ve muakkiplerinin bu mütalâa- Rechtsbuch, Leipzig, 1880) muhtelif tercümeleri sayesinde, Hanefî fa-
larına karşı, daha ihtiyatlı davranmak ve bu kadar kat'î bir hükme var- kîhlerince tanındığını ve böylece "muahhar Roma hukuku ile fıkıh ara-
mamak lüzumunu söyleyenler de olmamış değildir. Fıkıh ile Roma hu- sında bir irtibat hattı" vazifesini gördüğünü kabul etmişlerdir (bk.
kuku arasında bâzı amelî neticelerde benzerlik olduğunu teslim etmekle Esmein, Melanges d'histmre du droit, 1886, s. 409 v.d.). E. Carusi yu-
beraber, Kitap ve Sünnet'e dayanmak itibârı ile fıkhın tamâmiyle ilâhî karıda adı geçen makalesinde buna dâir malûmat verdiği gibi, Nallino
mâhiyetinde ve haricî bir te'sire mâruz kalamayacağında İsrar eden da, Sul lîbro Siro-Romanica e sul presunto diritto Sirico (Pavia, 1929)
adlı mühim eserinde, bu meseleyi izah. etmiştir. V. asırda yunanca ya-
Sava Paşa'nm bu dogmatik telâkkisini bir tarafa bırakalım (Goldziher'-
zılıp, VIII. asır1 ortasında süryânîceye tercüme edilen bu didaktik husûsî
in 1893'te Byzan. Zeitschr.'deki terikidine cevap olarak neşredilen risale:
hukuk kitabı, gâlibâf Mezopotamya'da tercüme edilmiştir. Bundan maksat,
Sawas Pacha, le droit musulman explique, Paris, 1896, s. 7e v.d.; ayn.
İslâm idaresi altında yaşayan ve o zamana kadar böyle bir hukukî
mil., Etüde sur la thâorie du droit musulman, 1902, I, 20, 25, 27, 205).
mecelleden mahrum bulunan Asya hıristiyanlarına hukukî bir rehber
Fakat, Dareste gibi bir hukuk tarihi mütehassısı, bâzı fıkıh nazariyeleri
vermek idi. Süryânîceden arapça ve ermeniceye de tercüme edilen bu
ile Roma hukukuna mahsus bir takım fikirler arasındaki benzerliği kabul
kitabın şark hıristiyan kiliselerinde asırlarca kullanıldığım, yâni
ederek, "İslâm hukuku üzerinde Roma hukuku te'siri olduğu" neticesine Habeşistan, Mısır, Suriye, Elcezîre, Iran, Ermeni ve Gürcü kiliselerinin
varmakla beraber, bunun **îslâm hukukunun Roma kukukun-dan çıktığı" kanunu olduğunu düşünmek, tesirinin genişliğini ölçmek için, kâfidir.
tarzında anlaşılmaması lüzumu üzerinde durmuş ve haricî benzeyişlerden Bu .eserin îslâm hukukçularınca malûm olup hattâ Hanefî mezhebinin
ziyâde esâs ayrılıklara ehemmiyet verilmesini tavsiye etmiştir- (Etudes veraset meselesi hakkındaki hükümlerinde kısmen bu eserden mülhem
d'histoire du droit, 1889, s. 55 v.d.).Lambert, Roma-Bi-zans hukuku olduğunu ihtimâl dâiresinde gören Nallino, bir zamanlar tasavvuf edilen
te'sirinin muhakkak olduğunu kabul etmekle beraber metodoloji "orijinal bir Suriye hukuku"nun tamâmiyle hayal mahsûlü olduğunu da
bakımından, Hanefî fakîhlerinin kullandığı tekniğin Roma hukuk açıkça söylemiştir.
usûlünden geldiği ihtimâlinin henüz kâfi deliller ile isbat edilmediğini be-
lirtmiştir (ayn. es*., s. 355). Son zamanlarda, fıkhın tekâmülünü daha zi- Bütün bu izahlardan sonra, tslâm hukuku üzerinde Roma hukuku-
yâde kendi bünyesi ve ruhu dâhilinde tetkik ve izah etmek isteyen Bergs- nun te'siri meselesine dâir oldukça sarih neticelere varmak kaabildir. Ve
trâsser (Der islam, XIV, 76 v.d.), evvelce aksi fikirde bulunduğu hâlde, bu neticeleri burada tesbit etmek, bir az aşağıda tslâm hukuku üzerinde
sonradan ona iltihak eden C.H. Becker (Erbe der Anüke im Orient unâ müessir oldukları iddia edilen Musevî ve Sâsânî hukuklarının tehirleri
Okzident, 1931) ve nihayet Nallino, Considerazioni sul rapporti tra diritto hakkında doğru bir fikir elde etmek için de çok faydalı olacaktır.
romano e diritto musulmano adlı muhtırasında Roma hukuk ilminin fık- Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, nazarî ve ideâl bir inşâdan ibaret olan
hın teşekkülü üzerinde te'siri olmadığım ileri sürmüşlerdir (Ferid Ayı- ve dinî mâhiyetini dâima muhafaza eden fıkıh, muhtelif mezheplere
260/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/281

göre, bir takım ayrılıklar göstermekle beraber, hiç bir j^aman, muhtelif hm orijinal ve müstakil hüviyetini değiştirecek bir mâhiyet areztmez.
islâm kavimlerinin hukukî hayatlarını bütün şumûlü ile tanzim eden Bunun dışında, geniş mânâsı ile İslâm hukukunun Bizans hukukundan
"müsbet bir hukuk" mâhiyetini almamıştır. Bu itibarla, Çin'den ve şarkî ve bilhassa Bizans âmme müesseselerinden büyük bir nisbette mütees-
Hind adalarından Atlantik kıyılarına kadar, çok geniş bir sahada asırlar sir olduğu muhakkaktır. Emevîler devrinden başlayarak, Abbasîler za-
boyunca yaşayan yüzlerce milyon müslümanın» husûsî hukuk ve bilhassa manında büs-bütün kuvvetlenen bu te'sir, aşağıda izah edeceğimiz Sâ-
âmme hukuku bakımlarından, münâsebetlerini tanzim eden hukuk sânî te'siri ile birlikte, İslâm medeniyetinin şâir şubelerinde olduğu
kaidelerinin, sâdece fıkıh çerçevesi içine münhasır kalmadığı pek gibi» hukukî hayatta da şiddetle müessir olmuştur. Devlet teşkilâtında,
tabi'îdir. Kavmî menşe'lfcri ve mensup oldukları eski kültür çevreleri saray hayat ve teşrifatının inkişâfında, vergi ve toprak meselelerinde,
bakımından birbirinden çok farklı hukukî an'anelere mâlik olan bu hulâsa bütün âmme müesseselerinde ve umûmî hayatın bir çok tezahür-
kavimlerin, müslüman olduktan ve İslâm medeniyetinin müşterek çer- lerinde bunu açıkça görmek kaabildir. İslâm hukuk nazariyecilerinin
çevesi içine girdikten sonraki hukukî hayatları ve yarattıkları müesse- bunlara dinî bir menşe ve mâhiyet atfetmek istemelerine karşı bu mü-
seler, elbette müslüman hukuku kadrosu içinde ve o unvan altında tasnif esseselerin yabancı medeniyetlerden, Bizans'tan ve Sâsânîler'den gel-
ve tetkik edilmek icâp eder. Lâkin "örfî hukuk" diye adlandırabileceğimiz diğini söyleyen Câhiz (bk. Kitâbü't-Tâc) ve İbn Haldun (Mukaddime,
>bu hakikî ve tarihî mefhûm ile, fıkıh dediğimiz ve "şeriat ilmi" diye tarif arapça metin, I, 208) gibi müelliflerde de tesadüf edilir (tafsilât için bk.
edebileceğimiz "şer'î hukuku" yâni nazarî ve ideâl mefhûmu birbirine Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri,
*karıştırmamak lâzımdır [bk. İslâm Anskl. mad. Şeriat], Bunu İstanbul, 1981, s, 199-206).
söylemekle.beraber, birincisi çok geniş ve ikincisi ona nisbetle çok dar
iki mefhûmun birbiri ile tamamen mütezâd yahud alâkasız olduğunu III. Talmûd Hukuku Te'siri. Bu mes'ele, fıkhın teşekkül ve inkişafı
iddia etmiyoruz; bilâkis, bu ikisi arasında dâima çok sıkı münâsebetler, hakkındaki bu umûmî mülâhazaların çerçevesi içinde mütalâa edilmek
karşılıklı hulul ve nüfuzlar mevcut olmuş, hattâ bu ikincinin lehine icâp eder. İslâm dininin, ibâdatta olduğu gibi, muamelât ve ukûbâtta
olarak, fıkhın ana prensipleri fi'len hiç tatbik edilmese bile, nazarî surette Musevîlik'ten mühim iktibaslarda bulunduğu, garp âlimleri ve hukuk-
dâima hâkim mevkiinde kaldığından, hukukî şe'niyete kıymet vermeyen çuları arasında, çoktan beri kabul edilmiş bir fikirdir. Th. Dulau ve J.
hukuk nazariyecileri ve fıkıh âlimleri, "islâm hukukunun değişmezliği" Pharaon tarafından, 1839'da neşredilen ve o zamana göre, mümkün
neticesine kadar varnuşlardır ki, kendi pıanfaklantm göre, hiç de haksız mertebe-mukayeseli hukuk esâslarına riâyet edilerek yazılan LigisUtti-
değillerdir. ons orientales, Droit musulman adlı Hanefî hukukuna ait eserde, zina
cürmüne karşı tatbik edilen recim cezasının Musevîlik'ten alındığı ileri
îşte meseleyi bu görüş zaviyesinden tetkik edince Roma hukukunun sürülmüştü (s. 65)* JN- de Tornauw, İslâm hukukunun teşekkülünde Câ-
Jslâm hukukuna te'siri meselesi hakkında birbirine aykırı gibi görünen hiliye örfü ile beraber, Hıristiyanlığın, İran'ın ve Musevîliğin te'sirin.
muhtelif fikirlerin az-çok telifi kaabü olabilir. Fıkıh, nazarî bir sistem den umûmî surette bahsetmişti (bu eserin frans. trc. Eschbach^ Le 'droit
olarak, gerek usûl, gerek fürû bakımlarından, kendi bünyesi ve ruhu musulman, Paris, 1860, s. 13). islâm dinine ve hukukuna âit tetkikler
içinde, müstakil bir .tekâmül geçirmiş ve orijinal karakterini dâimŞ mu- ileriledikten sonra bu hususta daha vazıh fikirler ileri sürüldü. Önce Von
hafaza etmiştir. İslâm cemiyetinin siyâsî inkişafı ve İslâm medeniyeti. Kremer ve van den Berg ve sonra Lambert, Roma-Bizans hukukundan
nin tekâmülü üe müterâfık olarak, sür'atle gelişen bu büyük ve ileri Hanefî fıkhına geçen hukukî telâkkilerden mühim bir kısmının bile
kültür çevresinin müşterek hukuk sistemi mâhiyetini alan fıkhı Greko- talmudik hukuk tatbikatı vâsıtası ile geçtiği nazariyesini müdafaa ettiler
Romen hukuk sisteminin bir taklidi veya istitâlesi saymak tamâmiyle (ayn. esr.f s. 355), Umumiyetle Talmud hukukunun İslâm hukukuna te'siri
yanlıştır. Fıkhın ve bilhassa Hanefî fıkhının teşekkül ve inkişâfında fikrini müdafaa edenler, daha İslâm'ın ilk devrinde Medine
gayr-ı islâmî unsurların ve o arada muahhar Roma hukukunun hiç bir Yahudiler'inin yüksek bir kültür sahibi olduklarım ve bu ilk safhada
tes'iri olmadığını iddia etmek istemiyoruz. Kuvvetle tesbit edilen bk başlayan fikrî ve manevî te'şirin (bk. Wellhausen, Skizzen und
çok benzeyişler, ister şuurlu bir iktibas ve isterse tabiî bir hulul mâhi- Vûrarbeiten, IV, 13 v.d.) İslâm fütuhatı genişledikten sonra da devam
yetinde olsun, bunun aksini isbata kâfidir. Fakat bu, hiç bir zaman fık- ettiğini belirterek, yalnız âyîn ve ibâdetlerde ve dinî tefekkür tarzla-
262/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/203

rında değil, "aile teşkilâtı, evlenme şekil ve şarttan, veraset ve kölelik mat çok mahdut olduğu gibi (bk. A. Christensen, Introduction bibliog-
meseleleri ile ceza hukuku ve kısas" hususlarındaki bir takım kuvvetli raphique â l'histoire du droit de Viran ancien, Archives d'histoire du droit
benzeyişleri göstermişlerdir. Saütayra ve Cherbonnaud, daha 1873/ oriental, 1938, n, 243—257) t Sâsânîler devri hukuku da lâyıkı ile tetkik
1874'te (yâni von Kremer'den (bir yıl evvel) Paris'te neşredilen Droit edilmiş değildir ve bu devrin âmme müesseseleri hakkında, daha ziyâde,
musuîmandu statut personnel et des succession adlı eserlerinde bu hu- İslâm kaynaklarından istifâde edilmektedir. (A. Christensen, Viran som
susta sarih misâller vermişlerdir (Lambert, ayn, esr., s. 283 v.d.). Daha les Sassanides, 1936; — bir az sathî olmakla beraber, şu eserden de
sonraları İslâm hukuku meselelerine âit monografilerde de bu te'siri istifâde olunabilir; Seyyed Taghi Nasr, Essai sur, l'histoire du droit
tebarüz ettiren kuvvetli delillere rastlanmaktadır (msl. W. Heffening, persan des origines a Vinvasion arabe, Paris, 1933). İşte bun-, dan
Dos islamische Fremdenrecht, Hannover, 1925? s. 117 v.d.). dolayı, Sâsânî hukukuna, nazarî İslâm hukukunun teşekkülünde, Roma
hukukuna atfolunduğu gibi ahkâm ve metodoloji bakımlarından bir te'sir
IV. Sâsânî Te'siri. Fıkhın nazarî bir sistem olarak teşekkülünde değilse atfolunmamış ve bu nüfuz daha ziyâde âmme hukuku sahasında
bile, umumiyetle İslâm hukukunda ve bilhassa âmme müesseselerinin aranmıştır M, tamâmiyle doğrudur. Ancak bu hususta şimdiye kadar ileri
inkişâf ve tekâmülünde şiddetle müessir olan diğer esaslı bir âmil de, hiç sürülen mütâlâaların, hukuk tarihi bakımından, ciddî ve metodik
şüphesiz, Sâsânî'hukukunun te'siridir. İran ruhunun İslâm dini üzerindeki araştırmalara dayanmaktan ziyâde, tarihçiler ve müsteşrikler tarafından>
tefsirlerine dâir tetkiklerde bulunmuş olan (msl. Islamis-me et parsisme, tesadüfi olarak, temas olunan ve ekseriyetle eski İslâm müelliflerinin bu
Rev. d. l'histoire des religions, XLIII, 1901, s. 1—29) I. Goldziher'in, husustaki, fikirlerinin tekrarından ibaret kalan dağınık ve umûmî
Encyclopâde de ^islam'daki Ftkh maddesinde, bunu sâdece işaret edip mâhiyette düşüncelere münhasır kaldığı unutulmamalıdır. Hâlbuki,
geçmesi, bizi bu mesele üzerinde daha ehemmiyetle durmağa mecbur eldeki tarihî malzeme sayesinde, bu hususta oldukça esaslı tarihî tetkikler
etti. Umûmî medeniyet tarihindeki büyük ehemmiyeti gittikçe daha iyi yapılması kaabildir.
anlaşılan eski İran te'sirinin, Anadolu ve Elcezıre'nin Romalılar tarafından
zaptından sonra, milâdın ük asrından başlayarak, Roma'da nasıl kendini Emevîler'in daha çok Bizans te'sirinde kalmalarına mukabil, Abbasî
gösterdiği ve Sâsânîler devrinde Şarkî Roma'da bu te'sirin nasıl arttığı İmparatorluğumun, Sâsânî an'anelerini iktibas ve taklit suretiyle, saray
malûmdur. Daha Islâmiyetin zuhurundan evvel, Bizans ve Sâsânî ve idare teşkilâtım vücûde getirdiği, eski İslâm müelliflerinin dikkatinden
imparatorluklarına tâbi bâzı küçük Arap beylikleri vâsıtası ile de bu kaçmamıştır. Kendilerini imparatorluğun yalnız cismini hükümdarı
medeniyetler ile sıkı temaslarda bulunan Araplar, İslâm fütuhatı değil, aynı zamanda bütün İslâm ümmetinin rûhânî reisi sayan Abbasî
neticesinde, Sâsânî medeniyeti sahalarım ele geçirdiler. Bilhassa Abbasî hükümdarları, Peygamber'in halifesi, yâni vekili, müslü-manların emîri
İmparatorluğu'nda kanlılığın çok eskiden beri malûm olan te'siri, tarihî ve imamı sıfatlarını şahıslarında toplamışlardı ki, bu, G.
tetkikler ile, her gün bir az daha iyi belirmektedir. İşte İslâm hukuku Demombynes'in mütâlâası veçhile, eski şark imparatorluklarından geleû
üzerinde tetkiklerde bulunan âlimler, bu umûmî mülâhazaları göz bir "çifte hâkimiyet" telâkkisinin, Bizans ve Sâsânî imparatorluklarına ve
önünde bulundurarak, eskiden beri, Bizans ' nüfuzu ile beraber, Sâsânî oradan da Bağdad sarayına intikali ile meydana gelmişti ve İslâm
nüfuzunun da mevcudiyetini kabul etmi^ lerdir. İran'dan mı Bizans'a zihniyetine tamâmiyle yabancı idi. Goldziher (Le Dogme et la loi de
Bizans'tan mı İran'a — başka bir tâbir ile, eski şark, Vlslam, s. 41)'in tamâmiyle Emevîler'inkinden ayrılan ve "düı ile
imparatorluklarından mı garba, yoksa garptan mı onlara — geçtiği devletin" tam bir ittihadı telâkkisine sâdık kalan Abbâsîlerin bu
sarahatle tâyin olunamayan bir takım müesseselerin İslâm dünyasında da telâkkisini Sâsânîler'den alınmış addetmesi, şüphesiz, daha doğrudur.
mevcudiyetini testoit eden âlimler, içlerinde İbn Haldun'un da dâhil Müverrih Mes'ûdî, Abbâsîler'in Sâsânîler devri saraylarının teşkilâtını
olduğu bir takım eski İslâm müellifleri gibi, bunu Sâsânî-^ Bizans taklit ettiklerini söylemek suretiyle, tarihî bir hakikati ifâde eder (Les
nüfuzuna atfetmekten başka bir çâre bulamamışlardır. İslâm hukukunda Prairies d'or, II, fasıl XXIV, s. 153). Belâzurî, Islâmlar'da zimâm ve
Bizans te'sirinden bahsedenlerin, umumiyetle İran te'sirini de, bir mihr dîvânının, Emevîler'in Irak valisi Ziyâd tbn Ebîh tarafından "İran
müteârife gibi, kabul etmelerinin bir sebebi de budur. Hâlbuki asıl sebep pâdişâhlarının mümasil müesseselerini taklit suretiyle" vücûda
başkadır: Umumiyetle eski İran hukuku hakkındaki mâlû- getirildiğini anlatarak, Irak'ta Sâsânî te'sirinin Abbasîler'den evvel
264/îslâm ve Türk Hukuk Târihi |&g Unvan ve Istılahlar/265
bağladığını meydana koyar. CâMz'in Kitâbü't-Tâc .yahut Ahlâku'VMülük
ile toprak ve vergi sistemlerinde, resmî posta, casusluk, yol emniyeti,
adh eseri, bu bakımdan, çok dikkate şayandır. Sâsânî an'anelerini çok
gümrük meselelerinde, ordu teşkilâtında, şehir ve köylerdeki âmme
iyi büen ve onlara kar§ı büyük bir hayranlık gösteren bu müellif., Arap-
hizmetlerinde, hulâsa içtimaî hayatin hemen her şubesinde bu te'sirin
lar'ın idare usûllerini ve devlet teşkilâtım Acemler'den öğrendiklerini
mevcudiyeti, şimdiye kadar yapılmış tesadüfi ve çok sathî tetkikler ile
söyler. Îbnü'l-Belhî, Abbâsîler'de mevcut bir çok dîvânların (idare şu-
dahi anlaşılmış bulunuyor (M. Mezt E. Tyan, J. H. Kramers, Margoli-
beleri) ve vergilerin, eski îran hükümdarları tarafından te'sis edilmiş
outh ve daha bir çoklarının muhtelif yazılarında). Henüz dikkati çekmiş
olduğu an'anesini, XII. asır başlarında dahi devam ettirir (Farsnâme,
olmamakla beraber, ceza hukukunda, ticâret hukukunda ve sulama
GMNS, 1, 1921,). Nizâmü'l-Mülk'ün Siyâşttnâme'si başta olmak üzere,
işlerinin tanzimi gibi, ziraat hukukunda da bu te'siri aramak çok yerinde
XI.—XH, asırlarda yazılan bütün siyâset ve idare kitapları, Arap ede-
olur. îslâm hukuku tarihini ve bilhassa siyâsî ve idarî müesseselerin
biyatının daha evvelki asırlardaki mümasil mahsûlleri gibi, Sâsânî devri
mense' ve tekâmülünü anlayabilmek için, bu gibi araştırmalara şiddetle
müesseselerinin ve. siyâsî-idârî telâkkilerinin birer müdafaanâmesi
ihtiyaç olduğu hâlde, henüz bu yolda hiç bir ciddi adım atılmamıştır.
mâhiyetinde olup, bu huspsta çok kıymetli malûmat ihtiva ederler,
îslâm devletlerinde saltanat icaplarından sayılan bir çok şeylerin İran V. Hukukî Hayatta İkilik Fıkhın teşekkül ve inkişafında ve umumi-
veya Bizans mensellerinden geldiğini söyleyen Ibn Haldun, daha yetle müslüman milletlerin hukukî hayatlarında çok müessir olan üç
kendisinden asırlarca evvel söylenenleri tekrardan başka bir şey yapmış mühim yabancı unsur hakkındaki bu izahlardan sonra, fıkhın îslâm ce-
değildi. Abbasî devri müellifleri, fıkıh âlimleri müstesna olmak üzere, miyeti içinde ne dereceye kadar "müsbet hukuk" mâhiyeti aldığı me-
Sâsânî te'sirlerini kabul ve itiraf ettikleri hâlde, hıristiyan Bizans'ın îslâm selesi üzerinde durabiliriz. I. Goldziher ve S. Hurgronje gibi, fıkhın na-
hilâfeti müesseseleri Üzerindeki nüfuzunu bahis mevzuu etmek dahi zarî ve ideal mâhiyetini ve hukukî şe'niyet ile alâka derecesini belirten
istememişlerdir (G. Demombynes, La Syrie â l'epoque des Mamelouks, s. iki büyük âlim ile meşhur mukayeseli hukuk tarihçisi J. Kohler arasında
CXVI). Hârizmî'nin Mefâtîhü'l-'Ulûm'u gibi ansiklopedik eserler ile İran bu mesele üzerinde cereyan eden münâkaşalar "müsbet hukuk"
şehir veya sülâlelerine âit vekâyinâmelerde de bu te'siri gösteren bir çok mefhumunu her iki taraf m farklı anlayışından dolayı, sarih bir neticeye
mühim kayıtlara tesadüf olunur. Abbasîler devrinde îslâm âmme bağlanamamakla beraber, mevzuun aydınlanması bakımından, çok
hukukuna âit, nazarî mâhiyette, çok mühim sistematik eserler vücûda faydalı olmuştur (tafsilât ve bibliyografik malûmat için fok. Lambert,
getiren Ebû Yûsuf ve Mâverdî gibi âlimlerin eserlerinde, bu gibi ayn. esr., a. 378 v.d.). Zamanın ve muhitin icâplarım karşılayabilmek
yabancı te'sirlerden hiç bah-sedilmemesini ve her hükmün islâmî için, re'y ve kıyâs'a, yâni hukukî istidlale, kıymet vererek, istihsân ve
prensiplere istinat ettirilmek istenmesini tabi'î görmelidir. istislâh prensipleri ile ve ictihâd yolu. ile hayatin dinamizmine tetâbuk
imkânını te'mine çalışmakla beraber, ilâhî menşei ve dinî mâhiyeti iti-
Şu küçük.hulâsadan açıkça anlaşılacağı gibi, Abbasîler devrinin bârı ile, nass'a. bağlı kalmak zorunda olan bir hukuk sisteminin bütün
âmme müesseselerini tetkike kalkışacak bir hukuk tarihçisi, Sâsânî hukukî münâsebetleri tanzime kâfi gelemeyeceği pek tabi'îdir. Dinî
nüfuzu meselesini ehemmiyetle ğöz önünde bulundurmak zorundadır. hukuk hükümlerinin ancak ilk dört halife devrinde tamâmiyle tatbik
Abbasî İmparatorluğumdan ayrılarak istiklâllerini kazanmış muhtelif edildiğini iddiaya dahi imkân yoktur. Çünkü halife Ömer'in bile islâmi-
Îslâm-Türk devletleri, Abbasî teşkilâtını, esâs kadro olarak, muhafaza yet'i kabul etmeyen bâzı hıristiyan Arap kabilelerinden cizye almadığını
etmiş' ve âmme müesseselerini o müşterek kadro dâiresinde inkişâf et- (Ibn Kuteybe, el-Ma'ârif, s. 193) biliyoruz. Daha sonraları, msl. Hin-
tirmiş olduklarından, Abbasî devri müesseselerinin hukuk tarihindeki distan fütuhatında Hindliler'e ehli kitab muamelesi edilmesi ve muhtelif
ehemmiyeti çok büyüktür. Hâkimiyet ve idare mefhumlarında, saray isyan hareketlerinde mürtedlere karşı şer'î cezânm tatbik edilmemesi de,
teşkilât ve teşrifâtmda nevruz ve mihrgân gibi — İslâmiyet ite hiç aynı mâhiyette hareketlerdir. Maamafih bunları, siyâsî zaruretlerden
alâkası olmayan ve Irâöî menşe'den gelen — umûmî bayramlarda, as- doğan bir istisna olarak kabul etmek belki daha doğru olur. Hareketlerini
kerî teftişlerde, hâkimiyet timsâllerinde, unvan, elkab ve alâmetlerde, dinî kaidelere uydurmak lüzumunu hiç duymayan Emevî-ler devrinde
idare teşkilâtında, merkezî ve mahallî dîvânlarda, meskukât sistemi sırf teolojik ve nazarî mâhiyette kalan fıkıh, ancak Abbâ-
266/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/267

sîler'in teokratik siyâseti sayesinde, sür'atli bir inkişâfa nail olarak, vilâyetlere âit vergi mevzuatına, şer'î değil, örfî mâhiyetini göstermek
resmen bir "hukuk! hayat kaidesi" mâhiyetini aldı. Falçat bu devirde de, üzere, kanun adı verilmesi, bunun bir delilidir.
fıkıh ahkâmının tamâmiyle tatbik olünamadığım, şer'î hukukun yarımda
mahallî âdetlere dayanan örfî hukukun daha büyük bir ehemmiyet VI. Devletin Teşri ve Kaza Faaliyeti. Bu verilen izahat ile sabit
kazandığını ve böylece hukukî hayatın tamamlığı için," "şer'î kaza" olmuştur ki, İslâm devletlerinde çok eskiden beri fıkhın dışında ve hattâ
yanında, bir de "örfî kaza" 'nm yer aldığını görüyoruz. Devlet tara- onunla hiç mukayyet olmayarak, geniş bir ligislatton faaliyeti, bilhassa
fından tâyin edilen kadıların "şer'î kaza" sahaları, örfî kazaya nisbet-le, âmme hukukunda, dâima mevcut olmuş, halîfe nâmına kaza vazifesi gö-
çok mahdut idi; şurta, hisbe, mezâlim (bk. H. F. Amedroa, The Ma-zalim ren kadılar muntazam teşkilâta bağlanarak kazVl-kuzât veya akzâü'l-
jurisdiction, JRAS, 1911; E. Tyan, ayrı. <?sr*, II) ve daha bu gibi isimler kuzât ismini alan ve devlet merkezinde oturan en büyük adalet memu-
altında, muhtelif İslâm devletlerinde mevcut türlü-türiü kazâî faaliyetler, runun altına konmuştur. Onun salâhiyeti dışında kalan örfî kaza mü-
âmme nizâmım te^is ve muhafaza hususundaki rolleri ve cezaî esseseleri ise,- şerîate değil, doğrudan-doğruya devlet otoritesine daya-
mâhiyetleri bakımından, şer'î kazanmkmden çok geniş bil! faaliyet ve nıyordu. Maamafih hükümdarların vakit vakit bu şer'î kaza meselelerine
nüfuz sahasına mâlik idiler. Hükümdarların — yâni devletin — kanun dahi müessir müdâhalelerde bulunduklarım gösteren tarihî misâller yok
koyma salâhiyetine dayanan ve mahallî örflerden geniş nisbette istifâde değildir. Mısır'da Tolunlu hanedanım kuran Ahmed, IX. asır •sonlarında,
eden bu kaza uzuvları, fıkhın dini hükümlerile asla alâkalı olmadıkları kadı ile aralarında çıkan bir ihtilâftan dolayı, 7 sene kadılık vazifesini
hâlde, bilhassa "hisbe" mevzuuna âit yazılan bâzı eserlerde bunlara bile nâziru'l-mezâlim unvanını taşıyan ve hiç bir şer'î sıfatı olmayan sivil
dinî bir renk verilmeğe çalışılması, teolojik zihniyetin tezahüründen memura gördürmüşlü (Z. M. Hassan, Les Tultmides, Paris, 1933, s. 223
başka bir şey değildir. Her hâlde, müslüman kavimlerin hukuk tarihleri v.d.). Muhtelif Abbasî halifeleri zamanında', miras meselesi hakkında
bakımlarından, bu örfî kaza müesseselerinin büyük bir ehemmiyeti muhtelif hükümler vazedilerek, kadılara buna göre'hareket etmeleri
vardır. Siyâsî hukuk ve idarî hukuk gibi, ticâret hukukunda ve ceza hakkında emirler verildiğini biliyoruz (Hilâlü's-Sâbî, Kitâbu Tuhfeti'l-
hukukunda da fıkhın rolü çok az ve tesirsiz olmuştur. Fıkıh Umerâ, Beyrut, 1901, s. 246 v.d. — Suyûtî, Târihü'lrHU" le/d'sında ve İbn
kitaplarındaki bir takım şer'î cezaların, msl. el kesmek yahut recim gibi; Tolun el-Leme'âti'l-Berkiyye'sinde. bundan kısaca bahsederler).
âmme vicdanına uymadıkları için, çok nâdir istisnaî hâllerde tatbik Fâtımîler devrinde dahi, devletin miras meselesi hakkında hükümler
edildiklerine dâir bir yığın tarihî misâllere mâlik bulunuyoruz. Tıpkı koyduğu malûmdur (Hasan îbrâhîm Hasan, el-Fâtimâyûn j¥l-Mtsr,
bunun gibi, vergiler meselesinde de, "şer'î tekâlif" yanında, zaman ve Kahire, 1932, s. 193—196). Bâzı hükümdarlar, umûmî ihtiyaçların
mekâna göre, türlü-türlü isimler altında gördüğümüz bir yığın "örfî şevki,ile, bir takım hukuk kaideleri koymak lüzumunu duydukları za-
tekâlif" vardır ki, fıkıh hükümlerine aykırı olmalarına rağmen, dâima man, devrin ileri gelen fakihlerine müracaat ederlerdi. 'Abdullah b.
mevcut" olmuşlardır. Zaman-zaman bâzı İslâm hükümdarlarının dinî bir Tâhir, 224 yılındaki Fergana zelzelesinden sonra, Ferganalılar ile Hora-
gayret şevki ile yahut bâzı siyâsî ve idarî mülâhazalar ile, bu örfî sanlıların sulama işlerini hukukî bir esâsa bağlanarak çiftçiler arasındaki
vergileri tamamen veya kısmen kaldırmak hususunda teşebbüse daimî ihtilâflara son verilmesi hususundaki taleplerine karşı, mevcut
geçtikleri, muasır vekayinâmelerden yahut bu husustaki bir takım kita- fıkıh kitaplarında ve hadîslerde buna âit bir şey bulunmadığından,
belerden anlaşılmakta ise de, bunun uzun müddet devam etmediği ve Horasan fakihleri ile Irak fakihlerini toplayarak, Kitâbu'l-Kinî adlı bir
mâlî zaruretler sebebi ile onların tekrar konulduğu yine aynı kaynak- ahkâm mecmuası tertip ettirmişti ki, eserini 440'ta yazan Gerdîzl, bu
lardan öğrenilmektedir. Her hâlde muhtelif İslâm devletlerindeki fi'lî hükümlere hâlâ riâyet edildiğini söylemektedir (Zayn al-ahbâr, nşr.
vergi sisteminin, Aibbâsîler devri fıkıh kitaplarında gördüğümüz nazarî Mehmed Nâzım, Berlin, 1928, s. 8). Sırf siyâsî sebepler ile, şi'î ve bâ-
vö ideâl sistemden tamâmiyle farklı olduğu muhakkaktır. Bizans devri tınî cereyanlarına karşı şiddetli bir Sünnîlik siyâseti takip eden büyük
vergilerinin, Mısır ve Suriye'de İslâm fütuhatından sonra da devamı Selçuklu hükümdarlarından Melikşâh, vezir Nizâmü'lrMülk'ün tavsiyesi
hakkındaki kat'î malûmatımız (bk. G. Rouillard, VAdministration çivile üe, devrin ileri gelen fakihlerini toplayarak, o sırada büyük ihtilâfları
de l'Egypte byzantine, 1928, s. 78 v.d. 248; ayn. mil., Les Archives de mucip olan bîr taıkm hukukî meseleler hakkında sarih ve kat'î hükümleri
Lavr<h Byzantion, m, 262), ve Abbasî devrinde ve daha sonra muhtelif ihtiva eden bir mecelle tertft> ettirerek, bütün imparatorluk mem-
268/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/260

leketlerinde bunun tatbikini emretti (al-Vrâza fî al-hikâyat al-Salçûkl Köprülü, Orta Zaman Türk HükvM Müesseseleri, Belleten, sayı 5/6,1938,
yâ, nşr. K. Süssheim, Leyden, 1909, s. 69-81 trk. trc. M. Şerefeddin, s. 68 [Bk. kitap, s. 3-35]). îdâre teşkilâtında ve vergilerde de, uzak şark-
Millî Tetebbûtor Mecm). Mesâ'iU Melfkşâhî diye mâruf olan bu ahkâ- tan gelen bâzı yeni telâkkiler göze çarpar. Moğul istilâsından masun
mın Moğul istilâsına kadar tatbik olunduğunu, hattâ bunlardan bâzısı- kalan Memlûk împaratorluğu'nda bile, türlü sebepler ile orada yerleşmiş
nın İran Moğul Mkümdarları tarafından da te'yit olunmakla beraber olan müslüman Moğullar veya Moğul sahasından gelmiş Türkler,
yine ihmâl edildiğini, ve nihayet Gâzân tarafından tekrar tatbik mev- mahdut şer'î meseleler dışındaki ihtilâflarını yasa hükümlerine göre
kiine konulduğunu Reşîdü'd-Dîn izah etmektedir (Târîh-i mubârahi hallettirmek için* hâcib unvanını taşıyan hâkime müracaat ederlerdi (E.
Gâzânî, nşr. K. Jahn, GMNS, XIV, 1940, s, 235, 237, 238, 241). Melikşâh Quatremere, Câmi'üt-Tevârih tercümesi, s. IX, CXVIU; Makrîzî, Hitai,
ile devrin meşhur âlimi îmanı Ebû'l-Me'âlî Cüveynî arasındaki bir hâ- Bulak, m, 36.—Suyûtî, Hüsnü'l-Muhâzere, n, 95'te Moğul te'sîri-nin
dise, hükümdarların kanun vaz'ı salâhiyetleri hakkında o devir fakflı- daha Baybars zamanında başladığını kaydeder; ayrıca: en-Nücû-mü'z-
lerinin düşüncelerini ve medenî merkezlerdeki halkın din âlimlerine Zâhire, VI, 268). Her hâlde bu' Moğul hâkimiyeti devrinin, şeriat
iti-.madlarının derecesini göstermek bakımından, çok manâlıdır: hükümlerine karşı örfî ahkâmı daha kuvvetlendirmek ve genişletmek
Ramazanın 29'unda Nişâpûr'a gelen Melikşâh, hilâlin görüldüğünü gibi, bir te'siri olduğu söylenebilir. Maamafih XIV. asır başlarında
bildiren adamlarına inanarak, ertesi gün bayram olduğuna dâir Dehli Türk-Halaç sultanlarından 'Alâü'd-Dîn'in, din ile devlet işlerini
münâdîler çıkarır. Bunu haber alan İmâm da ayrıca münâdîler çıkararak birbirinden. tamârniyle ayırarak, şer'î ahkâma ve şeriat mümessillerine
bayram olmadığını ilân ettirir. Hemen huzura celbedilen îmâm'a neden hiç kıymet vermemesi, Mısır Memlûklerfnin büyük askerî ricalinden ve
bu harekette bulunduğunu soran hükümdar şu cevabı alır : — "Sultanın Çerkeş memlûklerinden olup 804'te ölen Emîr Laçin'in "vakıfları
fermanına, bağlı meselelerde ona itaat vaciptir; lâkin fetvaya bağlı kaldırmak, şeriat kitaplarım yakmak, din âlimlerini takibata uğratmak,
meselelerde, sultanın ona riâyeti vaciptir. Oruç tutmak ve bayram kâzîü'd-kuzât (kadi'l-kudât)'lık vazifesini fıkıh ile hiç münâsebeti ol-
etmek fetvaya taallûk eder, fermana değil" (Tuhfetü'l-Mütûk, Tahran, mayan bir Türk'e vermek" yolunda düşünceleri (A. Poliak, Le Carac-
1317 h. ş., s. 15—17). Maamafih, takip ettikleri dinî siyâsete rağmen, tire colonial de Vâtat mamelouk, REI, 1935, s. 244) gibi hâdiseleri, daha
Büyük Selçuklu imparatorları ve onların halefleri zamanında, örfî kaza ziyâde, bunların şahsî temayülleri tarzında tefsir etmek daha doğrudur.
müesseselerinin bütün ehemmiyetlerini muhafaza ettiği, bilhassa Türk Çünkü, ne daha evvelki ne de sonraki asırlarda, müslüman hükümdar-
larının, halkın dini hislerini incitmemek maksadı ile, şeriat âlimleri ile
kabileleri arasında, eski kabile hukukunun devam eylediği, merkezî idare
lüzumsuz yere açık bir mücâdeleye girişmekten dâima çekindiklerini gö-
teşkilatındaki "dâd-bey" 'lerin örfî kazalara nezâret ettikleri malûmdur.
rüyoruz. Meselâ Timur, bir taraftan yasa hükümlerini tatbik ederken, di-
Hâ-rizmşahlar devrinde, Celâlü'd-Dîn'in müverrihi NesevTnin, eski İslâm
ğer taraftan da ulemâ sınıfım gözetmekten geri durmuyordu. îslâm ilim-
devletlerindeki Dîvânü'l-Mezâlim'e benzettiği ve ordu içinde faaliyette
lerine az-çok vâkıf olan Şeybânî Han, 914'te Herat ve Buhârâ âlimleri ile
bulunduğunu söylediği yüksek mahkeme, işte bu örfî kaza' müessesele-
"babası evvelce ölen torunun amcaları ile birlikte mirasa dâhil olup-
rinden biri ve siyâsî—idarî bakımlardan onların en yükseği idi (Sîrat
olamayacağı" meselesi üzerinde uzun münakaşalar yaparak, bu husus-
al-sultân Calâl al-Dîn, nşr. Houdas, s. 167). taki icmâın Kur'ân ve hadîs'ten mesnedini istemiş, ve onların âciz kal-
Moğullar'ra îslâm sahalarını istilâ ederek, Memlûkler'in Suriye-Mı- ması üzerine, "Cengiz yasa'sı hükümlerine göre, bu gibi torunların mi-
sır imparatorluğu ve Dehli Sultanlığı hâriç olmak üzere, diğer sahalarda rasa girmeleri" hususunda, memleketin kadılarına hitaben bir de ferman
devletler kurmaları, o memleketlerin hukukî hayatı üzerinde derin öter hazırlatmış ise de, bu husustaki icmâ'ın BuharVdeki bir hadîse dayandığı
bıraktı. Sayıca çok olmayan İVİoğul fâtihlerinin yüksek îslâm kültürü isbat edilince, onu geri alıp, meseleyi kapatmıştı (Fazlullah Rûzbehân,
çevrelerinde »ür'atle türkleşip islâmlaşmalarına' rağmen, Yasa denilen Mihmân-nâme~i Buhârâ, Nuruosmaniye ktp. nr. 3431). Her hâlde, şeriat
Moğül kanunu ve Moğul idarî ve mâlî an'aneleri, Mâverâün-nehr, İran, hükümlerine açıktan-açığa aykırı meselelerde İslâm hükümdarlarının din
Irak, şarkî Anadolu, Albn-Ordu sahalarında te'sirini gösterdi. Yargu adlı âlimleri ile mücâdeleden çekindikleri muhakkaktır. Fakat sırf mâli
Moğul mahkemeleri ve yarğucu denilen hâkimler, yasa hükümlerine mâhiyette meselelerde, msl. örfî tekâlif vaz'ında, onlar ile istişareye dahi
göre, idarî ve öiyâsî kaza vazifesi görmekte idiler (Fuad lüzum görmüyorlardı ki, bu daha Emevîler devrin-
270/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi 'i; $4'. Unvan ve Istılahlar/271

den beri sürüp gelen bir an'ane idî. Buna rağmen, bâzı dindar hüküm- olduğu gibi, şer'î kazanın başlıca uzvu olan kadıların bile din, hattâ
darların, sırf şahsî temayüllerine uyarak, yahut bâzı siyâsî ve. idarî adliye mümessili olmaktan ziyâde bir "idare adamı" sıfat ve salâhiyetim'
icapları göt önüne alarak, bir takım örfî vergileri kaldırdıklarını da gö- hâiz oldukları Osmanlı İmparatorluğunda, yalnız şeriat değil, daha
rüyoruz. Umûmî efkâr üzerinde fena te'sir yapabilecek.meselelerde ziyâde örf ve kanun hükümlerine göre faaliyette bulunan muhtelif kaza
şeriat adamlarının önceden muvafakatim* almak, hükümdarların sık-sık müesseseleri hakkında, burada en kısa izahata girişmeğe dahi imkân
müracaat ettikleri bir. usûl idi. Mjsır Memlûk sultam Kansu, mücbir yoktur. Muhtelif din ve mezheplere ve kavmiyetlere mensup ve birbirin-
mâlî zaruretler karşısında, bir kısım evkaf varidatını da devlet hazi- den çok farklı örf ve âdetlere sahip insanlar ile meskûn kıt'alara hâkim
nesine almak istediği zaman, Hanbelî kadısı müstesna olarak, diğer üç olan bu imparatorluğun, oldukça muğlâk bir adlî cihaza mâlik olduğunu
mezhep kadılarının muvafakatini almağa muvaffak olmuştu (G. Wiet, ve buradaki hukukî hayatın yalnız Hanefî fıhkı ile tanzim edilemeyeceğim
l'Egypte arabe, Paris, 1937, s. 613 v.d.). söylemek kâfidir. Küçük bir misâl olmak üzere, tımar sahibi
sipahilerden ve sü-başılardan başlayarak, sancak-beyi, beylerbeyi ve
- Bütün tslâm devletlerinde, nazarî olarak, şeriat ahkâmımn câri gibi vezirlere kadar muhtelif derecedeki idare adamlarının kazâî salâhiyetleri
görünmesine rağmen, hakikatte, örfî kaza müesseselerinin §er'î kaza olduğunu, askerî ocaklar mensuplarına, Peygamber neslinden geldikleri
müesseselerinden daha geniş bir sahada faaliyet gösterdikleri muhak- kabul edilen seyyidlere mahsus ayrı mahkemeler bulunduğunu, esnaf
kiktir. Emevîler devrinden başlayarak, XV. asra kadar İslâm dünyası- loncalarına bir nevi kaza hakkı tanındığını ilâve edelim. Vergi, ve toprak
nın her tarafında müşahede edilen bu hâdisenin, sonraki asırlarda da meselelerinde, eski âdet ve an'anelere uyarak, her eyâlete mahsus
aynı şekilde devam âttiğini bir kaç tarihî delîl ile tevsik edelim: Safe- kanunlar vücûda getirmek ve daha doğrusu eski mevzuatı ayniyle veya
vîler devri İran'ı hakkında en inanılır kaynaklardan biri olan Chardin'- küçük tâdiller ile tatbik etmek suretiyle, "kanunların mahallîliği" (la
in Seyahatname1sinde, İran'da şi'î fıhkı ahkâmım tatbik eden şer'î mah- territorialitâ des Ipis) esâsına sâdık kalan Osmanlı İmparatorluğu, husûsî
kemelerin dışında, örfî ahkâma göre hareket eden şâir kazâî müessese- hukuk ve bilhassa aile hukuku meselelerinde her dinî cemaatin örfî ve
ler bulunduğu ve bunların devletçe tâyin edilen me'murlar tarafından dinî an'anelerine göre hareketlerini kabul etmek suretiyle, adetâ bir nevi
idare edildiği tasrih olunmaktadır (bk. Voyages, nşr. LanglĞs, Paris, "kanunların şahsîliği" (la personnalite des lois) prensibini tatbik etmiştir.
VI, fasıl XVI, XVII). John Malcolm, Iran tarihi hakkındaki eserinde bu İmparatorluğun, mahallî örf ve âdetlere büyük kıymet veren bu adlî
hususta bir az malûmat verdiği gibi (Histoire de la Perse, Paris, 1821, siyâsetinin muvaffakiyet derecesini göstermek için, meselâ
IV, 196 v.d.), İran'a âit bir çok seyahatnamelerde ve tarihî kaynaklarda Bulgaristan'da, eski bulgarcada "âdet" mânasına olan öbtçay kelimesinin
da buna işaret edilmektedir. Daha Anquetil Duperron'un 1758' de halk arasında tamâmiyle unutulup yerine,- âdet kelimesinin kaim
Amsterdam'da neşredilmiş olan Legislation arientale (s. 62—64) adlı olduğunu söylemek kâfidir (S.S. Bobçev, Quelques remarques sur le droit
eserinde büe, müellifin dikkatini çekmiş olan bu muhtelif kaza müesse- coutumier bulgare, Revue tnt. d. etüde s baücaniques, 1935,1, 45). Bulgar
seleri, onların vazifeleri ve salâhiyet dereceleri^ bunların başında bu- köylülerinin, erkek ve kadın arasında miras müsavatı esasına göre
lunan "kadı, şeyhülislâm, dîvân beyi, daruga, kelânter, v.s." gitji me- hükmeden kilise mahkemelerine gitmeyerek, kadına daha az hak veren
murlar hakkında etraflı malûmat için bk. V. Minorsky, Tazkirat al-mu- şer'î mahkemelere müracaat etmeleri, imparatorluğun ne geniş bir adlî
lûk (GMNS, XVI, London, 1943),). İran'da garp hukuku te'siri kendini siyâset takip ettiğim ve İslâm hukukunun Bulgarlar üzerindeki te'sirini
gösterinceye kadar, bu vaziyetin esâs itibariyle değişmediğini söyleye- gösteren delillerden biridir (A. Soloviev, Bogişiç en Bulgarie {1877],
biliriz. Şi'î İran'da gördüğümüz bu muhtelif kaza müesseseleri, şer'î Revue int. d. etüde s baîkaniques, 1938, m, 549). Bu kısa izahat, Türki-
mahkemelerde Hanefî fıkhım . esâs tutan ve Mısır-Suriye fethinden ye'de henüz garp hukuku te'siri başlamadan çok evvel, adlî idarede bir
sonra, daha teokratik bir mâhiyet alarak, şeyhülislâmlık müessesesini "ikilik" bulunduğunu ve hukukî nizamın yalnız şeriat ve fıkıh esâslarına
kuran Osmanlı İmparatorluğunda da dâima mevcut olmuş, ve devlet, göre kurulmamış olduğunu anlatmağa kâfidir.
daha ilk kuruluş asrından başlayarak, husûsî kanunnâmeler ile hukuki
VII. Mezheplerin Coğrafî Dağılışı: İslâm mezheplerinin yahut diğer
hayatı tanzim etmiş, kaza müesseselerinin vazife ve salâhiyetlerini ayır-
bir tâbir ile muhtelif fıkıh mesleklerinin bugün İslâm dünyasmda işgal
mış, idarî ve adlî müesseselerini kurmuştur. Şâir îslâm devletlerinde
272/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/273

ettikleri coğrafî sahalar hakkında L Goldziher tarafından verilen ma- ği meselesine de kısaca temas etmek istiyoruz. E. Canisi gibi, islâm
lûmatı tamamlamak için, esM Osmanlı jinparatorluğu'nun Avrupa'daki hukukuna da yabancı olmayan bir takım tanınmış romanistlerin "bu
memleketlerinde yaşayan müslümanlar ile eski Rus çarlığının Avrupa meselenin ehemmiyeti" üzerinde İsrar etmelerine rağmen, itiraf edilmek
arei Asya'daki topraklarında mevcut umslümanların hemen umumiyetle icap eder ki, henüz bu hususta ciddî tetkiklere girişilmiş değildir. Meselâ,
Hanefî mezhebine mensup olduklarını, ve yalnız cenubî Kafkasya'da Bizans hukukunun VIII. asra âit mühim bir mahsûlü olan Ec-logue'vn
eskiden İran şahlarına tâbi sahalardaki şl'î müslümanlar arasında şi'î 1932'de Sofya'da yeni bir tabını yapan N. P. Blagoev'in, bunun
fıkhının hâkim bulunduğunu ilâve edelim. Bolşevik ihtilâlinden sonra üzerindeki şark tefsirleri arasında fıkhın te'sirinden de, müphem ve
Rusya'da ve bugün Balkanlarda müslümanların hukukî hayatı üzerinde umûmî surette bahsetmesi kanaat verici bir mâhiyette değildir (V.
fıkhın ne dereceye kadar müessir olduğu hakkında müsbet bir şey Moşin'in tenkidi için bk. Byzantion, 1933. VIII, 675). Hâlbuki Bizans.
söylenemez. Ancak şunu ilâve etmeği unutmamalıyız ki, mezheplerin İmparatorluğumun bilhassa son asırlar âmme müesseseleri üzerinde, fıkıh
coğrafî yayılış sahaları hakkında gerek bizim gerek I. Goldziher'in ver- sisteminin değilse bile, Bizans ile asırlarca münâsebetlerde bulunan
diğimiz malûmat, büyük ekseriyete göredir. Yoksa, Türkiye dâhilinde müslüman Arap ve Türk devletleri müesseselerinin 'bâzı tefsirleri
bir kısım Şafiî ve Şi'îler, İran'da da Şâfi'î ve Hanefî mezheplerinde bulunduğu malumdur (bk. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Sünnîler bulunduğu gibi, Mısır'da, Tunus'ta ve Cezayir'de de Hanefîler'e Müesseselerine Te'siri..., s. 288—290). Tıpkı bunun gibi, orta çağ
tesadüf olunur. Müslüman kavimlerin dinî ve hukukî tarihleri şimdiye İspanya'sında, İslâm hâkimiyeti yıkıldıktan sonra, kurulan hıristiyan
kadar ciddî surette tetkik edilmediğinden, ibelli-başh sünnî ve şi'î mez- devletlerinde, Kastil ve Aragon kır allıklarında, hemen bütün idarî,
heplerinin muhtelif asırlar esnasında nasıl bir tekâmül seyri takip ede- askeri, adlî ve mâlî müesseselerin, hattâ ayni isimler altında devam
rek, bugünkü yayılış vaziyetine geldikleri lâyikı ile malûm değildir. Ge- ettiği, bütün mütehassıslarca kabul edilmiştir (Levi-Pro-vençal,
rek bunun ve gerek mezheplerin yayılma ve yerleşmelerinde müessir VEspagne musulmane au Xme siecle, Parisf 1932, s. 98 v.d.) Sicilya'da IX.
olan âmillerin ciddî bîr surette tetkiki, İslâm kavimlerinin hukuk tarih- asırdan XI. asır sonuna kadar süren İslâm medeniyeti nüfuzunun burada
lerini aydınlatmak bakımından, mühim neticeler verecektir. İptida S. kuvvetle devam ettiği, ve hukuk sahasında da yalnız âmme hukukunda
Hurgronje ve sonra M. Morand bu coğrafî dağılışın sebepleri hakkında değil, medenî hukukta dahî bu te'sirin mevcudiyeti, M. Amari (Storia
bâzı mütalâalarda bulunarak, bu hâdisenin daha ziyâde birtakım "tesa- dei Musulmani di Sicilia, 2. tab., nşr. Nallino, 2 cild, Catane, 1933) 'nin
düf! ve arızî" sebeplerden ileri geldiğini izaha kalkışmış iseler de, bâ- tetkikleri sayesinde malûmdur.
zan tesadüfi mâhiyet arzeden bir takım tarihî âmillerin daha derin iç-
timaî .sebeplere dayandığı da unutulmamalıdır. İta Haldun'un bu hu- Uzun asırlar İslâm hâkimiyeti altında yarı müstakil bir hayat geçiren
sustaki mülâhazaları, yâni her hangi mezhebin teşekkül muhiti ile sonra yahut İslâm kavimleri ile çok sıkı medenî ve siyâsî münâsebetlerde
yayıldığı muhitler arasında fctknâ'î ve iktisadî bünye bakımından ben- bulunan küçük hıristiyan devletlerinin âmme hukuku üzerinde de muhtelif
zeyişler araması, zamanına göre, çok üeri bir illiyet düşüncesinin ese- İslâm devletlerinin tefsirlerini görmek mümkündür. Henüz bu hususta
ridir (M. Morand, Introduction a l'4tude du droit musulman algerien, ciddî tetkikler yapılmış olmamakla beraber, Kıbrıs Kıralhğı'nda
Alger,1921* s. 6G-68). Maamafih, muhtelif İslâm kavimlerinin hukuk ta- muhtesiplik müessesesinin mevcudiyeti (D. Hayek, Le droit Jranc en
rihlerine âif tetkikler flerileyerek bu hususta müsbet neticeler elde edil- Syrie pendant les Çroisades, Paris, 1925, s. 106), İznik Rum İmparatorlu-
meden bu gibi umumî hükümlere varmak, ilmî ihtiyata asla uygun de- ğu'nda ve Gürcistan Kıralhğı'nda Büyük Selçuklulardan gelen atabek un-
ğildir (bu coğrafî dağılış meselesi hakkında ayrıca bk. L. Massignon. vanına tesadüf edilmesi (M. Saint-Martin, Mâmoires historiques et ge~
Annuaire du monde musulman, Paris, 1923 ve 1926). ographiques sur VArmâme, 1839, n, 251), Ermenistan sülâlelerinde;
emîr, hâcib ve sipehsâlâr gibi, Abbâsîler'den ve Selçuklulardan geçen
VIIL Yabancı Hukuklar Üzerindeki Te'sftler. I. Goldziher'in maka- unvanların mevcut olması (V. Langlois, Cartulaire de la chancellerie
lesinde her nedense hiç bahis mevzuu olmayan bir meseleye, yâni fık- rvyale des Roupeniens, Venise, 1863, s. 41, 43, 45), Rumenlerin idâri ve
hm yahuttrdaha geniş bir ifâde ile, İslâm hukukunun başka milletlerin mâlî müesseselerinin teşekkülünde önce Altın-Ordu'nun sonra da Os-
hukukî hayatları ve hukukî sistemleri üzerinde nasıl bir te'sir icra etti- manlı İmparatorluğumun te'sirleri (M. lorga, Le Caractire commun des
274/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/275

inşHtutions du Sud-Est de VEurope, Paris, 1929, a. 96 v.d.; ayn. mil., mombynes, Les institutions musulmanes, s. 156). Küçük Ermenistan vâ-
Anctens documents de droit roumain, 1931, 2 cilt), 'bu mevzuun ehem- sıtası üe Kafkas memleketlerine, Gürcistan'a kadar intikal eden bu
miyetini anlatmağa kâfidir. Altm-Ordu devletinin, Moskof'ların âmme ticâret hukukunda, Mitteis'in nazariyesine rağmem, yerH unsurlar ile
hukuku üzerindeki çok büyük te'siri, yâni hâkimiyet telâkkisinden baş- beraber, îslâm hukukunun da kuvvetle müessir olduğunu iddia eden
layarak, hemen bütün siyâsî, idarî, adlî, mâlî ve askerî teşkilâtın bu te'sir Holldaclc'ın nökta-i nazarı J. Karst tarafından da kuvvetle müdafaa
sayesinde meydana geldiği, bâzı mûterizlere rağmen, en salâht yetli edilmiştir (ayn. esr., III, 314 v.d.). îslâm hukukunun şark kiliseleri hu-
islav tarihçileri ve hukukçuları tarafından tesbit edilmiş bulunuyor (bu kuku üzerindeki te'siri meselesi de eskiden beri dikkati çekmiş, hattâ M.
hususta bibliyografik tafsilât için bk. Alexandere Eck, Introduc-tion Belin (Etudes sur la propriiti fonciire en pay s musulmans et sp&ciale-
bibliographique â Vhistoire du droit russe, Archive d'histoire du droit ment en Twquie, JA, 1861, s. 514) daha çok zaman evvel, Mısır hıristiyan.
ariental, 1938, n, 424 v.d.). Umumiyetle Gürcü hukuku üzerinde tslâm larının îslâm vakıf sistemini taklid ederek, kiliseleri için, vakıflar te'sis
fıkhının ve Büyük Selçuklular'dan llhanhlar'a ve Safevîler'e kadar, Iran ettiklerini belirtmişti. O zamandan beri yapılan muhtelif araştırmalar sa-
ve cenubî Kafkasya'da hâkim olmuş Türk devletleri hukukî yesinde, bu mesele bugün oldukça aydınlanmış bulunuyor. Melkî ve
müesseselerinin çok derin ve geniş nüfuzu, Joseph Karst'm Gürcü hu- Mârûnî kiliseleri, hukuk bakımından, hiç bir 'orijinal mahsûl vücûda
kuku hakkındaki mukayeseli tetkikleri sayesinde, artık iyiden-iyiye ay- getirmeyerek, sâdece. kilise ahkâmı üe mahallî örf ve âdetlerin ve bil-
dınlanmış sayılabilir. Bu nüfuz, yalnız âmme müesseselerine münhasır hassa İslâm hukukunun tatbiki ile iktifa etmişlerdir. Ya'kûbî kilisesi,
kalmayarak, hukukî hayatın her şubesi üzerinde müessir olmuş hattâ Ebû'l-Ferec (Bar Hebraeus)'un tercümeleri sayesinde, fıkıh eserlerinden
deniz ticâreti hukukunda bile kendini göstermiştir. îdârî müesseselerde, istifâde etmiştir. Nastûrî kilisesi, kaza vahdetini te'min için sarfet-tiği
vergilerde ve adlî teşkilâtta çok bariz olan bu Müslüman-Türk te'siri, hukukî faaliyetinde ve tedvîn hareketinde, şâir muhtelif unsurlar
yalnız hukuk tarihi değil, umumiyetle medeniyet tarihi bakımından, çok arasında, îslâm hukukundan da iktibaslarda bulunmuştur. Mısır-Habeş-
dikkate şayandır (Code giorgien du Roi Vakhtang VI, . StrastHirg, 1934, istan hıristiyanlarmın yâni Kıptî-Habeş kilisesinin başlıca hukuki mah-
37, 3 cild). İslâmiyeti kabul etmekle beraber, kabile ve hayat teşkilâtım sûlü olup, XIII. asır ortalarında tertip edilen arapça Mecmaü'l-Kavânîn'-
ve eski iptidaî kültürlerini muhafaza eden ve şehir medeniyetinden uzak in, sonradan, Fetha Nagast adı allında, habeşceye tercümesi Ue mey-
kalan Kafkas dağlılarının, şimalî Afrika berberîlerinin, bir takım İran, dana gelen meşhur mecellede dahi İslâm hukukî te'siri pek barizdir (bk.
Efgan ve Türk kabilelerinin, Balkanlar'da müslüman Boşnaklar ve Nallino ve Carusi'nih yukarıda adı geçen makaleleri).
Arnavutların örf ve âdet hukuklarında, doğrudan-doğruya fıkıh ah- IX. Adlî Islahat ve İnkılâplar. I. Goldziher, makalesinin sonunda
kâmının te'siri altında teşekkül etmiş bir takım âdetlere tesadüf olun- Fransız hükümetinin Tunus ve Cezayir'de yeni yeni hukukçulara kul-
duğunu da unutmamak lâzımdır. Bulgarlar'ın örf ve âdet hukukunda, landıkları usûller ile tslâm hukukunda yeni bir tedvîn (kanunlaştırma
Türkler vâsıtası ile geçmiş ve menşe'ini tamâmiyle fıkıh hükümlerinden codification) hareketi yaratmağa çalıştığını kaydederek, bu hususta bir
almış bir yığın şeylere tesadüf olunması da, bu te'sirin şümulünü gös- az bibliyografik malûmat veriyor. Hâlbuki, garp medeniyeti Ue siyâsî
terebilecek bir hâdisedir. Maamafih bunlardan başka, fıkhın ve umumi- ve iktisadî sıkı temaslar neticesinde, müstakil veya yatı müstakil îslâm
yetle tslâm hukukunun şimdiye kadar az-çok dikkati çekmiş bâzı geniş devletlerinin adlî hayat ve teşkilâtında, daha XIX. asırdan başlayarak,
tefsirleri hakkında da bir kaç söz söylemek icâp eder. Haçlı seferleri mühim değişiklikler vücûda gelmiş, hele ticâret ve ceza hukuklarında
neticesinde şarkta kurulan küçük hıristiyan beylikleri üe İtalyan deniz garptan esaslı iktibaslar yapılarak, Türkiye'de, Fransız kanunlarının
cumhuriyetleri ve garbî Akdeniz limanlan arasında teessüs eden sıkı te'siri altında 1850'de bir Ticâret Kanunu ve 1858'de de bir Ceza Kanunu
ticarî münâsebetlerin doğurduğu milletlerarası mâhiyette sayılabilecek tanzim olunmuş, ecnebilerin gayr-i menkûllere tasarrufları hakkında bâzı
Akdeniz ticâret hukukunun teşekkülünde İslâm'dan evvelki Bizans yeni hükümler kabulüne mecburiyet hissedilmiş, siyâsî hukukta ve idare
hukuku ve daha şâir bît takıtn unsurlar ile beraber, tslâm hukukunun da hukukunda bir takım yeni mefhûmlar ve yeni prensipler alınmış, ve
müessir olduğu hakkındaki fikirler malûmdur (bk. Carusi'nin yukarıda bütün bunların üstünde olarak, medenî hukuk sahasında da, fıkıh
adı geçen makalesi ve ayrıca G. De- çerçevesi içinde kalmakla beraber, yeni şartları karşılayabi-
276/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/277

lecek bir tedvîn faaliyeti başlamıştır. îptidâ Osmanlı tmparatorluğu'nda


cüda getirebilmek için de, fıkhın, gerek sistematik ve gerek tarihî ba-
1869'da ve Mısır ffidivliği'nde 1875'te başlayan bu hareketler, müstem-
kımdan tetkiki, dâima ilmî bir zaruret olarak kalacaktır. Osmanlı İmpa-
lekeci garp devletlerim kendi müstemlekelerinde de bu yolda hareket-
ratorluğu devrinde tatbik mevkiinde bulunurken, hemen hiç bir objektif
lere girişmeğe sevketmiştir. XX. asırda İran ve Efganistan'da da mü- ve ilmî tetkike mevzu teşkil edemeyerek, daha ziyâde bir takım basit
masil hareketler görülmeğe başlamış, ve nihayet Türkiye'de, cumhuri- ders kitapları çerçevesi içine sıkışıp, Hanefî mezhebi dışındaki- mez-
yet idâresinin kuruluşundan bir müddet sonra, İsviçre Medenî Kanunu'- heplere âit tetfeiklere tamâmiyle yabancı kalan fıkıh tetkikleri, Türkiye'
nun tercüme ve tatbiki (17 şubat 1926) suretiyle, radikal bir inkılâp ya- de kanunşinaslar değil, fakat hakikî hukuk âlimleri yetiştiği ve şimdiye
pılarak, fıkıh ile bütün alâka kesilmiş ve adlî hayattaki eski ikiliğe de kadar tamâmiyle ihmâl edilmiş bulunan Türk hukuk tarihinin te 'sisi
son verilmiştir (tafsilât için bk. İslâm Anskl, mad. MahkeTne, Kanun, yolunda ciddî gayretler sarfedildiği takdirde, memleketimizde de çok
Kanunnâme ve Mecelle). — Mısır'daki hareketler hakkında bk. J. zengin bir tetkik sahası olarak, tekrar lâyık olduğu ehemmiyet ve kıy-
Schacht, UEvolution moderne du droit musulman en Egypte (M4langes meti kazanacaktır.
Masp&ro, le Caire; I. F. A. o. IH). — Fas'taki hareketler hakkında bk.
A. Guiraud, La Justice chirifienne (Paris, 1930). — Fransızların Tunus Bibliyografya: Gerek Goldziher'in yazdığı makalenin içinde ve
ve Cezayir'deki tedvin (kanunlaştırma) faaliyetleri hakkında M. Mo- sonunda, gerek yaptığımız ilâvenin metninde oldukça bibliyografik
rand'nın şu eserlerine bk. Etudes de droit musulman et de droit coutu- malûmat verilmiş bulunuyor. Burada aynı şeyleri tekrarlamadan, sâdece,
bu geniş mevzua dâir» az-çok sistematik ve tamamlayıcı bir
mier berbere (Alger, 1931); Introduction d Vetüde du droit musulman bibliyografya vermeği faydalı görüyoruz.
algerten (Alger, 1921). — İran'daki adil İslâhat hakkında bk. Amîr So-
leymânî, La Formation et les ejfets des crontrats en droit iranien (Parts, I. Ansiklopedik Hulâsalar. Gerek umûmî, gerek mesleki mâ
hiyette ansiklopedilerde İslâm hukukuna âit tanınmış mütehas
1936). sıslar tarafından yazılmış hulâsalar mevcuttur. Bunlar arasında
X. Netice. Bugün İslâm dünyasının bir çok sahalarında, tamâmiyle Encyclopedia Britannica (1926)'da D. B. Macdonald tarafından
yazılan Islamlc institutions ve Mohammedan law maddeleri dik
değilse bile, kısmen "müsbet hukuk" esaslarından biri olarak yaşayan, kate lâyıktır. — Eneyclopaedia of the Social Sciences (cild. VIII)
yüz milyonlarca insanın hukukî münâsebetlerini tanzim hususunda fi'lî 'ta Joseph Schaht'ın Islamic law makalesi, açık bir hulâsadır. —
bir rol oynayan, ve bir çok müslüman memleketlerinde "teşri*!** (legis- Encyclopedia Italiana (1933, cild. XIX)'da C. A. Nallino tarafın
latif) faaliyetin başlıca mesnedini teşkil eden fıkhın, istikbâlde nasıl 'Mr dan yazılan Islamismos makalesi ile yine orada B. Ducati tara
fından yazılan Diritto musulmano makalesi kısa, fakat açık hu
tekâmüle mâruz kalacağı hakkında şimdiden bir şey söylenemez. Dinî lâsalardır. — F. Stier-Somlo ve A. Elfter tarafından neşredilen
esaslara dayanan nazarî ve ideâl bir sistem olması itibârı ile, mâ- Handwörterbuch der Rechtswissenschaft (1928, cüz 36)'ta P. Bi.
hiyetinde mündemiç bulunan değişmezlik karakteri, her "müsbet hu- soukides tarafından yazılan Türkisches Recht maddesinde (s.
kuk" hayat zaruretleri karşısında dâimi bir tahavvüle mâruz kalacağına 86—114) umumiyetle İslâm hukukundan da geniş surette bah
göre, bilhassa ictihâd kapısının artık kapandığını kabul eden sünnî sedilmekte ve eski Osmanlı hukuku hakkında çok basit ve yan
lış bir tarihçeden sonra, XIX. asırda başlayan garp hukuku te'si-
mezheplerin aksine, bu kapıyı açık tutan mezheplerin hâkim olduğu ri altındaki yeni hareketler hakkında toplu ve faydalı malûmat
yerlerde, yeni ictihadlar ile değişerek bugünün içtimâi ve iktisadî icap- ve oldukça geniş bir bibliyografya verilmektedir. — J. Kohler,
larına uygun yeni bir mecra alacak mı; yoksa, diğer İslâm memleketleri Kultur der Gegenwart, II, 7: Allgemeine Rechtsgeschicte (Leipzig,
de, Türkiye gibi, fıkha dayanan eski hukukî an'aneler ile alâkalarım 1914, s. 82—102)'deki hulâsa itimada lâyık değildir.
kesmek gibi radikal bir inkılâp yapmak mecburiyetinde mi kalacaklar? II. Umûmi Eserler, a. Muhtelif mezheplere göre vücûda ge
Bu hususta bir jey söylemeğe şimdilik imkân yoktur. Fakat her ne olursa tirilmiş umûmî mâhiyette garp eserleri ve umumiyetle İslâm fık
olsun, insanhk tarihinin büyük hukuk sistemlerinden biri olmak itibârı hına âit metinler, tercümeler ve tetkikler hakkında, Th. W.
Juynboll'ün 1919'da çıkan ve Şâfi'i fıkhını esâs tutan Handbuch
ile, fıkıh tetkikleri, hukukî ehemmiyetlerini dâima muhafaza ede- des islamischen Gesetzes (felemenkçe asıl metnin 3. tabı 1925'te
ceklerdir. Bundan başka, hukukî hayatla» üzerinde asırlarca müessir Leyden'de çıkmıştır) adlı eserinde oldukça geniş bir bibliyograf
olması bakımından, bütün müslüman milletlerin hukuk tarihlerini vü- ya vardır. Bundan sonra çıkan bu mâhiyetteki eserlerden, Mâ-
278/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/279

likî mezhebine ait olarak, şu üçünü, ilkinin büyük kıymetini ehemmiyetle hakkında muhtelif metinlerin fransızca tercümelerini ihtiva eden Le
tebarüz ettirerek, zikredelim: D. Santillana, Institu-zioni di diritto droit musulman par les textes (Alger, 1940)1 istifâdeden hâli değildir. —
musulmano malichita con riguardo anche al sis-tema sciafiita (Roma 1926 İmam Şafii'nin KitâbüT-Ümem adlı meşhur eserinin bîr parçasını teşkil
—1033), 2. cild; J. Lopez Ortiz, Derec-ho musulmano (Barcelona, 1932); eden Kitâbü*r-Risâle'si hakkında bk. L. J. Graf, Al-ShâfiTs
G. H. Bousquet, Precis elemen-taire de droit musulman (Malekite et verhandeling över de wortelen van den Fikh (Leyden, 1934). — Hanbeli
Algerien), Paris 1934; S. Vesey-'Fitzgerald, Muhammedan law. An fıkhı hakkın-, da bk. M. Mensing, De bepaalde straffen in het
Abridgement according to its various schools (Oxford, 1931), muhtelif Hanbalietische reeht (Leyden, 1936). — Ismâiliye fıkhına dâir bk. Asaf
mezheplere göre yazılmış bir hulâsadır. — G. Bergstrasser tarafından, A.A. Feyzee, Ismaili Law of Wills (Bombay, 1933). — islâm hukukunun
Hanefî fıkhına göre, yazılıp, ölümünden sonra, Joseph Schacht tarafından, teşekkülünde eski Arap şehirleri örfi hukukunun te'siri hakkında bk. G.
neşredilen Grundzüge des islamischen Rechts (Berlin, 1935) adlı küçük , Bergstraesser, Anfaenge und charakter des juris-tisehen Denkens im islam
fakat ehemmiyetli eser, şimdiye kadar bu gibi el kitaplarında takip edilen (Di, XIV, 1925). — îslâm hukukunda vakfın menşe' ve tekâmülü hakkında
amelî ve tedrisi tasnif uslünden tamâmiyle başka bir tarzda ve onun izahat ve bu hususta geniş bibliyografya malûmatı için bk. Fuad Köprülü,
pragmatik ve kasuistik mâhiyetini belirtecek surette vücûda getirilmiştir. Vakıf Müessesesinin ttukuki Mâhiyeti ve Tarihi Tekâmülü, (VD, istanbul
b. Doğrudan-doğruya İslâm hukukuna ait bulunan bu umu. mi 1941, II, 1-35; dergide makalenin fransızca tercümesi de vardır,
mahiyette eserlerden başka, daha geniş olarak, İslâmiyet'ten ve onun her (ayrıca bk. bu kitapl). Hiyle-i seriye meselesi hakkında bk. J.
türlü müesseselerinden bahseden terkibi mâhiyette eski ve yeni eserlerde Schacht, Die arabisehe hiyal-literatur (Di, XV, 1926); ayn. mil.,
de İslâm hukuku ve onun esâsları hakkında güzel ve toplu hulâsalara Das Kitâb al-hial des Abu Bakr al-Hassâf (Han-nover, 1923), ayn. mil., Das
tesadüf edildiği unutulmamalıdır. Yukarıki ilâvemizde bunların en yeni ve Kitâb al-hial des Abu Hatim al Qaz-vînî (Hannover, 1924). — İslâm âmme
en mühimlerinin isimleri zikredilmiş bulunuyor. Onlara I. Goldziher'in şu hukukuna ait en mühim eserlerden biri olan MâverdTnin el-Ahkâmü's-
mükemmel eserini de ilâve edelim: La Dogme et la loi de l'islam (trc. Felix Sultânîye'sinin fransızca tam tercümesi İçin bk. E. Fagnan, Les Statuts
Arin), Paris, 1920. gouver-nementaux (Alger, 1915). — Adlî vazifeler hakkında bk. H. Bru-no
ve G. Demombynes, Le Livre .des Magistratures d'el Wan-eherisi
m. Monografiler, Tercümeler ve Muhtelif Tetkikler. Encyclo-pâdie de (Rabat, 1937), — İslâm mâlî sistemi hakkında bk. N. Aghnides,
I'Islam'daki fıkh maddesinin intişarından, yâni 1924'-ten beri çıkan bu cins Mohammedan Theories of Finances (New -York, 1916). — İmâm
tetkiklerden bir kısmı, ilâvemizin metninde zikredilmiştir. Onları lüzumu Ebû Yûsuf'un Kitâbü 1-Harâc'mın notlar ile tercümesi için bk. E.
derecesinde tamamlamak için, şunları da ilâve edelim: İslâm hukuku Fagnan, Le Livre de l'impot fon-cier (Paris, 1921). — Gayr-i müslimlerin
tetkiklerine yeni .bir istikamet veren S. Hurgronje'nin bu husustaki muhtelif hukukî vaziyetleri hak. kında bk. A. S. Tritton, The caliphs and their non-
makaleleri şu cildde toplanmıştır: Verspreide Geschriften (II, 1923). — muslim sub-jects (Oxford, 1930); ayn. mil., islam and the proteeted
C.H. Becker'in muhtelif makalelerini de onun Islamstudien (I. 1924)'-inde religions (JRAS, 1931, s. 311—338). — İslâm hukukuna ait muhtelif me-
bulmak mümkündür. C.A. Nallinonun bu husustaki muhtelif tetkikleri de seleler hakkında son çeyrek asırda neşredilen monografilerden şunlar zikre
1939'dan beri neşrine başlanan şu külliyatı içinde toplamıştır: Raccolta di şayandır: Jean Baz, Essai sur la fraude â la loi en droit musulman (Paris,
şeritti editi e inediti. — Başlıca hukukî metinlerden şunları zikredelim: I. 1938); M. F. Boulos, La Succession en droit muulman (Paris, 1925); F.
Guidi — D. Santillana,. H "Muhtasar" o Sommario del diritto maleehita di Peltier, et G. H. Bousquet, Les Successions agnatiques mitigöes (Paris,
Halü Ibn Ishâk (Milano, 1918), 2. cild. -Çok eskiden beri iddia edildiği 1933); Mehmed Bego-vitehî l'Evolution du droit musulman en
vecihle Zeyd b. Ali'ye aidiyeti kati surette anlaşılamamakla berâbet, islâm yougoslavie (Alger, 1930); pek ehemmiyetli olmamakla beraber,
fıkhına ait en eski mahsul olan meşhur eser G. Griffini tarafından Yugoslavya'da İslâm hukuku tetkikleri hakkında bk. Revue intern. d.
neşredümiştir: "Corpüs jurle" di Zaid b *Ali (Milano, 1919); yine bu 6tudes balkaniques (II, 260 v.d.). — islâm hukuku tetkiklerinin bugünkü
mesele hakkında bk. R. Strothmann, Das Problem der Uterarischen vaziyeti ve gelecekte tetkik mevzuu olacak başlıca meseleler hakkında, J.
Persisönlichkeit Zaid Ura 'Ali (Di, XIII. 1923). — J. Schacht tarafından H. Kramers'in Droit de l'islam et le droit islamique (Archive d'histoire du
neşredilen at-Tabari, Ikhtüâf al- droit oriental, BruxeIIes, 1937, I, 401—414) adlı makalesi de dikkate
££!*■ ^yd6n' 1933' FondatiOB de Goeje. nr. 10), bu eserin 1902de Kern tarafından şayandır. Daha geniş bibliyografik malûmat, islâm Ansiklopedisi'nin
bastırılan nüshasını tamamlamaktadır. - G. H. Bousquetnin islâm
hukukunun teşekkül ve teceddüdü islâm hukukunu alâkalandıran muhtelif maddelerinde ayrıca verilecektir.
280/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/281

HÂCE sine göre, eski bir Çin lügatinde de bulunan bu hoca kelimesinin mâhiyeti
hakkında Berezin'in şüphesini yersiz bulmaktadır (Moğullar, Cengiz ve
HÂCE, yeni farsçada X. asırdan beri "efendi, sahip, kâtip, tüccar, Türkler, İstanbul, 1941, s. 22). Eğer Berezin, tercüme ettiği hu. büyük eseri
muallim"'gibi muhtelif mânâlarda kullanılan, klâsik arapçaya ve şarkî Arap tamamı ile okumuş olsa idi, onun henüz yazma hâlinde bulunan Târih-i Oğuz
lehçelerine de "efendi" mânâsına hupvâca, huvvâce, havâce şek-killerinde ve Türkân ve Hikâyât-t Cihangiri (Topkapı Sarayı, Ahmed III. kütüp., nr.
geçen bu kelimenin müştak şekli olan hâcegî kelimesine, Osmanlı türkçesinde 1654 ve 2935)'nin ilk kısmının başlarında Reşîdü'd-Dîn'in şu mütâleasına
olduğu gibi, "tacir" mânâsında olarak, Sicilya vesikalarında da tesadüf tesadüf edecek idi: "Türkçede ihtiyarlara hâce (hoca, koca) derler; hâce lâfzı
ediliyor (M. Amari tarafından neşredilen vesikalar arasında, 2, 212). Kelime aslen türkçedir, farsça ve arapça değil".
hindustânî ye Belûc dillerine de hâce şeklinde girmiştir. Bu kelime türkçenin
muhtelif lehçelerinde "hoca" şeklinde ve aşağı-yukarı farsçadaki aynı Hakikaten gerek yukarıdan beri verdiğimiz malûmat, gerek türkçenin
mânaları ifâde etmek üzere, asırlardan beri kullanılmaktadır. Garbı Arap muhtelif lehçeleri ile yazılmış edebî eserlerde bu kelimeye tesadüf edilmesi,
lehçelerine Osmanlı hâkimiyeti devrinde aynı şekli ve mânâları muhafaza ayrıca bugünkü türk lehçelerinde de koca ve hoca şekillerinde yaşaması,
ederek geçen bu kelimeye Binbir Gece hikâyeleri'nde de tesadüf edilmesi, Reşîdü'd-Dîn'in mütalâasına hak verdirecek mâhiyettedir (Samoiloviç, Altm-
Mısır'daki Türk Memlûkleri devrinin te'siri neticesi gibi telâkki olunabilir Ordu Edebi Bili, Türk Dili, Ankara, 1935, sayı 12, s. 43). Bütün bunlara ilâve
(Dozy, SuppL, I). Bu kelimenin Romen, Sırp, Bulgar ve Arnavut dillerine olarak, Gök-Orda ve Ak-Orda hanedanları ile Çağatay hanları arasında hâce
geçmiş olması Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin, Rus diline geçmiş unvanını taşıyan hükümdarların mevcudiyeti de, bunun muahhar bir îslâmî
olması ise, Altm-Ordu devletinin kuruluşundan sonraki Türk te'sirinin te'sire değil, fakat çok daha eski bir Türk-Moğul an'anesine dayandığını daha
neticesidir (Kari Lokoseh, Etymologisches Wörterbuch, Heidelberg, 1927). açık bir surette .meydana koymaktadır. Ayrıca, Kara-Koyunlular'm ceddi olan
Bayram Ho-ca'nın isminde rastladığımız hoca kelimesi de, yukarıki
Hangi f arşça kökten geldiği malûm olmayan hâce kelimesinin esasen
mütalâaları te'yit etmektedir (bu hükümdar isimleri ve zamanları hakkında bk.
farsça mı olduğu, yoksa türkçe fcoca (muhtelif Türk lehçelerinde mevcut k=h
Halil Ethem, Düveli îslâmiye, 1927). Maamafih bütün bunlara rağmen,
tebâdülü ile hoca) kelimesinden alınarak hâce şeklinde mi kullanıldığı tetkike
farsçadaki iştikakı mechûl hoca kelimesinin menşe'i mes'elesini henüz kat'î
muhtaç bîr mes'eledir. Korkut Ata hikâyeleri, Oğuz kabileleri arasında yaşlı surette aydınlatılmış sayamayız. Bunun orta farsça, yâni pehlevîdeki hutay
ve muteber kimselere, hoca, koca sıfatının verildiğini ve bu sıfatın şahıs (yeni farsçada, hudâ) kelimesine tasgir edatı olan -çe'nin ilâvesi ile teşekkül
isimlerinin sonuna ilâve edildiğini gösterdiği gibi (nşr. Kilisli Rifat, s. 113: ettiği hakkındaki mütalâa da (MeUkü'$-$u'-arâ Bahar, Sebkri Şinâsî veya
msl. Bayındır Han'ın veziri Kazdık Koca; sonra v.b.f s. 36, 38, 98, 123, 142 Târîh4 TetavvufA Neir-i Fârisî, I, 183) kolayca kabul edilebilecek bir nazariye
"Oruz Koca, Kanlı Koca") "Ak sa-kallu Oğuz Kocaları"ndan bahseden (s. 35) değildir.
eski Osmanlı vefcayinâme-lerinde de, ilk hükümdarların zamanında bu sıfatı
taşıyan mühim şahsiyetlerin mevcudiyetine şahit olmaktayız: Akça Koca ve Henüz tetkike muhtaç olan bu menşe' ve iştikak meselesini bir tarafa
Kızıl Koca gibi (msl. Aşık Paşa-zâde, Târih, bk. fihrist). Moğullar devrinde de bırakarak, hâce kelimesinin yeni fârisîde asırlardan beri ne gibi mânâlar ifâde
Moğul kabileleri arasında yaşayan an'anelerden alınarak yazılan hanedan ta- ettiğini ve İran'da kurulan muhtelif tslâm devletlerinin teşkilâtında, tarihî bir
rihlerindeki şecerelerde adı geçen an'anevî cedler arasında kacu, hoca ve koca ıstılah olarak, nasıl kullanıldığını, edebi ve tarihî metinlerin şehâdetine
sıfatım taşıyanlara tesadüf olunuyor (msl. Reşîdü'd-Dln, Câ-mi'ü't-Tevârîh ve dayanarak, kronolojik surette izaha çalışalım. Cl. Huart, bu kelime hakkında
Şerefü'd-Dîn Yezdî, Zafernâme mukaddimesinde). İlk «seri rusçaya tercüme Leyden'de çıkan Encyclopûdie de Vlslam'a. yazdığı makalede, iptida Enverî,
eden Berezin (trc. n, 152), Hdce'nin farsça bir müslüman unvanı olduğunu Dîvân'uıda. (Xn. asırda) buna tesadüf edildiğini .söylüyorsa da, biz daha
düşünerek, bunu "müslüman fantazisi mahsûlü" olara ktelâfckî etmiştir. Zeki Sâmânîler devrinin büyük şâiri Rû-dekî'den başlayarak (Sa'îd Nefisi, Ahvâl ve
VeUdi Togan, daha Turfan'daki eski Uygur yazmalarında tesadüf edilen ve F. Eg'âr-i Rudekî-i Semerkan-dî, II, 505, 509), Gazneliler devrinin ilk asrına
W. K. Müller'in de ifâde- mensup, meselâ Ferruhî, Minûçihrî gibi büyük şâirlerde ve müteakip Selçuklu
devri şâirlerinde
282/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/283

ba tâbirin sık-sık kullanıldığını görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, Sâmânîler sıkı kaidelerin ihmâl edilerek,' unvan ve lâkapların adetâ iptizale uğra-
zamanında devletin ilen gelen ricali ve şehirlerin nüfuzlu âyân ve eşrafı tılmasına rağmen, vezire ve merkezî dîvânın başlıca erkânı ile impa-
hakkında kullanılan bu kelime, henüz resmî bir mâhiyet almamıştır. ratorluğa tâbi devletlerin, Hârizm gibi büyük vilâyetlerin ve muhtelif
Gerçi Sa'îd Nefîsî'nin 'Avfî'nin yazma Cevâmi'ülHikâyât'vtâ&n nak- sahalarda hükümrân olan Selçuklu prenslerinin dîvânlarında aynı vazi-
lettiği bir parçada, Sâmânîler devrinde vezire ve hattâ baş-hâcibe hâce-i feleri gören büyük ricale verilen bu unvan değişmedi, Atabeg gibi, ken-
celîl unvam verildiği görülmekte ise de (ayn- e$r„ s. 436), 'Avfî'nin bu disinden eVvel ve sonra hiç bir vezire verilmeyen ve ancak büyük Türk
tafsilâtı naklettiği Nerşahî'nin Târîh~i Buhârâ'sında. bu unvanın şeyh-i emirlerine mahsus olan bir unvanı ve kitabelerde tesbit edilmiş çok
celîl olduğu tasrih edilmekte ve baş-hâcip hakkında ise, sâdece hüsâ- muhteşem bir takım unvanları taşıyan büyük vezir Nizâmü'l-Mülk'e
mü'd-devle lâkabı kullanılmaktadır (nşr. Ch. Schefer, s. 114). Saray ve hâce-i büzürg ve, sâdece hâce diye .hitap ediliyordu. Yalnız vekayinâ-
ordu hizmetinde bulunan Türk emirlerine vezirlere mahsus unvan ve melerde değil, doğrudan doğruya kendisine takdim edilmiş olan
lâkaplar verilmediğini kat'î olarak bildiğimiz cihetle, 'Avfî'nin ifâdesini kasidelerde dahî bunu görmekteyiz (DîvânH Lâmi'î-i Gürgânî, nşr.
kabule imkân olmadığı meydandadır. Gerdîzî gibi itimada lâyık tarihî Sa'îd Nefîsî, s. 131). Hâce-i büzürg unvam yalnız imparatorluğun
kaynaklarda da Sâmânî vezirlerinde hâce unvanına tesadüf etmiyoruz; birinci adamı ve büyük sultanın vekil-i mutlakı olan vezire mahsus idi;
msl. Nûh, b. Nasr'ın cülusunda (şaban, 311) vezârete getirilen Ebû'l-'Fazi diğer ricale sâdece hâce unvanı veriliyordu (Dîvân-i Mu'iz-z%, nşr.
Muhammed b. Ahmed el-Hâ3kim hâkimdi celîl unvanı ile şöhret 'Abbâs İkbâl, s. 40, 53,189, 205, 244; Çahâr makala, s. 61, 63, 228).
kazanmışta (bk. Zayn al-tâıbâr, nşr. Muhammed Nâzim, Berlin, 1928, s. Nizâmü'l-Mülk'ün ölümünden sonra, onun hâtırası hâce-i mazi diye taziz
32). Her hâlde Sâmânîlerin, Abbasî halifeliğindeki teşrifat ananelerine olunmakta idi (Dîvândı Mu'izzi, s. 246).
sâdık kalarak, vezirler hakkında şeyh-sâhib ve sadr gibi unvanları daha
çok kullandıkları anlaşılıyor. Nizâmü'1-Mülk, Siyâsetnâme'&inde hâce ve hâcegân kelimelerini
"devlet dâirelerinde çalışan me'mûrlar" yâni bürokrasi mensupları ve
Hâce unvanı, bilhassa Gazneliler devrinde, büyük bir ehemmiyet onların ileri gelenleri mânâsında kullanmakta ve bu sınıfı sanayi ve ti-
kazanarak^ dîvânın yâni sivil idarenin başında bulunan devlet ricaline câret erbabı (merd-i bâzârî) ile köy ayanından (dihkan) ayırmaktadır;
tahsis edilmiştir. Gerek o devir şâirlerinin bu rical için yazdıkları ka- Alp Arslan'ın ölümünden sonra, eski usûllerin bozulduğundan ve askerî
sidelerden, gerek 'Utbî ve Beyhakî gibi muasır tarihçilerin eserlerinden sınıfa mensup Türkler'in hâcegân'a mahsus lâkapları, hâcegân'm da
bunu kat'î olarak anlamak kaabildir (Ferrûhî Divân'ı, nşr. 'Alî Aban, s. askerî ricale has unvanları kullandıklarından şikâyet eden Nizâmü'l-
322, 323, 325, 333, 398, 402; Minûçihrî Dîvân'ı, nşr. Kazimirski, s. 36, Mülk "vezir, tuğrâî, mustavfî, âriz" gibif büyük rical ile "Bağdad, Ho-
53, 64, 65, 102, 125). Teşrifatta hükümdardan sonra devletin en büyük rasan, Irak, Hârizm amîdleri" müstesna olarak hâcegân zümresine
rüknü olan vezire, hâce-i büzürg denilirdi ki, bu unvan yalnız ona mensup hiç kimsenin sonu mülk ile biten lâkaplar almayarak, sâdece
münhasırdı (Ferruhî Dîvânı, s. 333; Târîh-i Beyhâkî, nşr. Sa'îd Ne-fîsîf I, hâce-i reşîd, hâce-i sa'îd, hâce-i kâmil lâkapları ile iktifa etmesi lüzu-
182, 352; Çahar makala, GMS, s. 191). Teşrifat kaidelerine göre, şeyhû'l- mundan bahsediyor (nşr. Halhali, s. 46, 107, 113, 115).
ecell, sadr, sâhib ve daha şâir bu gibi tantanalı lâkaplar ve unvanlar
taşıyan Gazneli vezirlerine hükümdarlar umumiyetle hâce diye hitap Büyük Selçuklu tmparatorluğu'nun istitâleleri sayabileceğimiz muh-
ederlerdi. telif Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Hârizmşâhlar devletinde
Büyük Selçuklu İmparatorluğu devrinde, Gazneli devleti zamanına de büyük rical ve vezirlere hâce denildiğini, hükümdarın vezirlere bu
âit bu teşrifat usûllerinin tamâmiyle tatbik edildiğini görüyoruz. Tuğrul suretle hitap ettiğini, hattâ büyük vezire hâce-i cihan unvanı verildiğini
Bey devrinden başlayarak, bütün Selçuklu vezirleri hâce-i büzürg ve si- görüyoruz (Nesevî, nşr. Houdas, metin, s. 101 v. dd.). Sonradan Hind
vil idarenin büyük adamları da hâce unvanını taşımışlardı. Bilhassa devletlerinde de görülen bu unvanın Hârizmşâhlar devletinin 'Alâ'ü'd-
Melikşâh devrinde, imparatorluğun ihtişamı ile mütenâsip olarak, un- Dîn Muhammed devrinde büyük bir imparatorluk mâhiyetini almasın-
van ve lâkapların da daha mübâlegalı bir hâl almasına, hattâ Nizâmül- dan sonra meydana çıktığı tahmin olunabilir. XIII. asırda ilhanlılar İm-
Mülk'ün de haklı olarak şikâyet ettiği vecihle, Gazneliler devrindeki paratorluğu İran'da Büyük Selçuklular *ın idare ve teşrifat an'anelerini
284/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/285

geniş bir nisbette benimseyip, devam ettirdiği sırada, vezirlerin ve bü- da şöhret kazanan şâir Cemâlü'd-Dîn Isfahânî, şehirlerde ve hattâ köy-
rokrasinin başında bulunan büyük ricalin hâce-i büzürg ve hâce unvan- lerde az-çok servet ve içtimaî mevki sahibi olanlara hâce unvanını ver-
larını almakta devam ettiklerini bütün tarihî ve edebî kaynaklardan mekte ve onların aleyhinde bulunmaktadır (Dîvân, nşr. Edîb Nişâbûrî, s.
öğrenmekteyiz (msl. Cûveynî, Vassâf, Reşîdü'd-Dîn ve diğer vekayi- 225, 226). Aynı hâce'ıdn maiyetinde yetişmiş, ondan gerek maddî ve
nâmeler). İlhanlıların inkırazından sonra İran'da teşekkül eden muhtelif gerek manevî istifâde etmiş olanlara bu kelimeye türkçe-taş, -daş
devletlerde de bu vaziyet devam etmiş ve hâce tâbiri bilhassa bürokrasi lahikasının eklenmesi ile teşekkül eden hâce-taş deniliyordu (ayn. esr„
erkânı tarafından kullanılmıştır. Kirman Kara-Hıtaylan Sülâlesinin s. 167; Lubâbü'l-Elbâb, H, 167). Daha Sâmânîler zamanında gördüğü-
müessîsi Barak Hâcib'in oğlu hâce unvanını taşımakta idi. Nev-i şahsına müz (msl. hayUtaş gibi) bu cins mürekkep kelimelerden biri olan bu
münhasır garip bir cumhuriyet idaresi mâhiyetini taşıyan XIV. asır hâce-taş tâbirine, huşdâş, hucdaş şekillerinde, Mısır Memlûkleri'nde de
serbedârlar devletinde, hükümdarlardan bâzılarının hâce unvanını de tesadüf etmekteyiz.
taşımaları, onların bürokratik riıenşe'den gelmiş olduklarının bir alâ- Hâce kelimesinin tasgir şekli olan, küçük hâce, küçücük hâce mânası-
metidir. Timurlular zamanında, Kara-Koyunlular'da ve Ak-Koyunlular' na gelen hâcekek (Esrârü't-Tevhîd, s. 282), hâcû (bk. İslâm Ansiklopedi-
da da devam eden bu unvan (Handmîr, Düstûrü'l-Vüzerâ, nşr. Nefîsî, si) şekillerini de kaydedelim. XIII. asır Moğullarının müverrihi Vassâf A
sâdece fihristteki isimlerfeı gözden geçirilmesi bile kâfidir), Safevîlerin hâcegân ismi altında o devir bürokratlarını kasdederek onları şiddetle ten-
kuruluşundan sonra, İran'da eski ehemmiyetini kaybetmiş ise de, Hin- kit etmektedir (Târîh-i Vassâf, n, 363). XIV. asırda İran'ın içtimaî
distan'da ve Mâverâünnehr'de devam etmiştir (Anadolu Türkleri hak- tarihini aydınlatacak mâhiyette hiciv ve hezel eserleri yazmış olan
kında bk. tslâm Ansiklopedisi, mad. Hoca). 'Ubeyd Zâkânî de, Dah Fasl adlı târifat risalesinde, devlet adamların-
Hâce unvanının devlet teşkilâtında ve teşrifattaki ehemmiyetini dan, kadılardan, şeyhlerden bahsettikten sonra, eserinin beşinci faslını
gösteren bu kısa izahattan sonra, bu kelimenin daha Gaz-neliler hâcegân*a ve onların âdetlerine ayırmış (Letâ'if-i 'Ubeyd Zâkânî, nşr.
zamanından beri geçirdiği semantik tekâmül hakkında da bir az malûmat Ferte, İstanbul, 1303, s. 50) ve bunları şiddetle tenkit etmiştir. Yine bu
verelim. Gazneliler ve Selçuklular devirlerine âit metinlerin ve bilhassa asır şâirlerinden Evhadî'nin Câm-i Cem mesnevisinde, hâcegî kelimesi
XII. asırda Sultan Sencer'e karşı Horasan'da vukua gelen Oğuz efendilik mânasında ve köleliğin zıddı olarak kullanılmış, içtimaî mevki
isyanından bir az sonra yazılmış olan Esrârü't-Tevhîd fî Maka-mâti'ş-Şeyh ve servet sahibi olanlara bu unvanın verildiği anlatılmıştır (nşr. Arma-
Ebî Sa'îd (nşr. Jukovskiy, Petersburg, 1889) adlı menâkib mecmuasının ğan, s. 89, 90, 104, 185). Bu asırda ve XV. asra âit daha bir çok metin-
tetkikinden anlaşıldığına göre, hâce kelimesi "sahip, efendi, tahsil ler ile te'yidi kaabil olan bu mülâhazalar gösteriyor ki, hâce kelimesi
görmüş adam" mânalarında kullanılıyor; şehir reislerine, kadılara, daha Gazneliler zamanından başlayarak, türlü-türlü mânâlar almış,
imamlara, hulâsa içtimaî mevki sahibi olan adamlara ve devlet Safevîler devrinde ise, sünnî mezhebindeki Anadolu ve Mâverâünnehr
teşkilâtında vazifeli olanlara hâce deniliyordu; bunlar başlarına sarık muhitleri ile Hindistan'da kıymet ve ehemmiyetini muhafaza etmesine
rağmen, İran'da hadım ağalarına ve müslüman olmayan zengin tüccar-
sarıyorlar, cübbe giyiyorlar ve böylece kıyafetleri itibariyle de askerî
lara mahsus bir unvan mâhiyetine düşmüş ve son zamanlarda ise, büs-
zümrelerden v.b. halktan ayrılıyorlardı (bk. msl. s. 70, 150, 154, v.b.).
bütün ortadan kalkmıştır (Divân-i Minâçihrt, nşr. Kazimirski, s. 308; ay-
Bunlar arasında san'at ve ticâret ile iştigâl ettikleri taşıdıkları unvan-
rıca Melikü'ş-Şu'arâ Bahar, Şebk4 Şinâsî veya Târîh-i Tetavvur-i Nesr-i
lardan anlaşılan bâzı kimselerin de mevcut olması, az-çok tahsil görmüş
Fârisî. I, İM).
ve ictinlâî bir mevki te'min etmiş olanlara da hâce denüdiğini göster-
İslâm devletlerinin saray teşkilâtında eskiden beri mühim mevkileri
mektedir. Biz bunu, XI. asrın ikinci yarısında ve XII. asrın başlarında olan hadımlara yâni erkeklik kaabiliyetleri cerrahî bir ameliye İle yok
büyük bir şöhret kazanmış olan şâir Hakîm Senâ'î'nin Dîvân'ındam da edilmiş saray hizmetkârlarına, daha XII. asırdan beri hâce-serâ unvanı
anlamaktayız (Dîvân, Tahran, 1320; msl. s. 140, 261, 452, 501, 753)». Ma- verildiğini biliyoruz (Nerşahî, Târîh-i Buhârâ, s. 7). Bu tâbirin daha
amafih hâcegân denilince, daha ziyâde" bürokrasiye mensup olanlar" sonraki asırlarda devam ettiği, İlhanlılar devrinde ve İran'da ona halef
ifâde ediliyor; esnaf ve tüccar takımı için ise, hâce-i bâzâr tâbiri de olan muhtelif Türk devletlerinde bu hadımlara hâce lâkabı verildiği
kullanılıyordu ('Avfî, Lubâbü'l-Elbâb, E, 192), XII. asrın ikinci yarısın-
286/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/287

(msL Celâyirliler devletinde büyük nüfuz kazanmış olan Hâce Mercan Ebû Bekr'e veya 'Alî'ye kadar çıkarmakta idiler. Buhârâ ve Semerkand
gibi) malûmdur ('Abbâsül-Azzâvî, Târîhu'kîrâk, H, Bagdad, 1936, bk. nakîbü'keşrâf lavı Şeybânîler devrincte umumiyetle hâce unvanını taşı-
fihrist). DehH-Türk Sultanlığı'nda da, hâce-serâ tâbirinin kullanıldığım yorlardı [bk. Çağatay Edebiyatı}. — 3. İsmâilîlerâr.şubesine mensup
ve bunların başında bulunan hadım ağasının mühim bir mevkii olup, olup, bugün Hindistan'da yaşayan taife de hoca ismini taşımaktadır.
melik unvanını taşıdığını Baranî anlatıyor (Baranı, Târîh-i Fîrûzşâhl,
Bibi. Indica, s. 380). Anadolu Selçuklularının sarayında da hadımlar Bibliyagrafya : Kazimirski ile Cl. Huart'ın makale İçinde adları
hakkında hâce tâbirinin kullanıldığım îbn Blbl'den öğreniyoruz (mu- geçen küçük ve çok sathî tetkikleri bir tarafa bırakılırsa, şimdiye kadar
fassal nüsha, s. 178; hâcegân-i saray. — muhtasar nüsha, nşr. Houts- bu mevzua dâir hemen hiç bir şey yazılmamıştır, denilebilir. Bu
makaleyi yazarken istifâde ettiğimiz bütün kaynaklar yerli-yerinde
ma, s. 70; bu metni Murad II. devrinde türkçeye çeviren Yazıcı Ali bu
gösterilmiş olduğundan, burada onların tekrarına ihtiyâç görmüyoruz.
tâbiri "hadım" diye tercüme etmiştir; nşr. Houtsma, s. 158; muhtasar tbn
Bîbî'nin yeni türkçe tercümesinde bu ıstılahın mânasını anlamayan
mütercimin bunu "saray erkânı" diye yanlış tercünle ettiğini görüyoruz:
Nuri Genç Osman, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi (Ankara, 1941, s. HÂCİP
73). Safevî saraylarında XVI.—XVIII. asırlarda hâce-serâ'-ların
mevcudiyetini ve bunlara hâce denildiğini bütün kaynaklar te'yit HÂCÎB. Lügat mânası eski ve yeni Arap sözlüklerinde tafsilâtı ile
etmektedir (R. du Mans, Estat de la Perse en 1660, nşr. Ch. Schefer, kaydedilmiş olan bu kelime (hacebe "birinin bir yere girmesini men'-
Paris, 1890, s. 20, Minorski, Tazkirat almulûk, GMNS, 1943, XVI, 52, etmek" ve bundan hâöib "kapıcı"), daha Emevîler zamanından başla-
56, 127). Hindistan'da, "sahip, efendi" mânâsına, hürmet tâbiri olan yarak, şark ve garptaki muhtelif İslâm devletlerinde asırlarca kullanıl-
hâce kelimesinden ayırmak için, hadım kölelere hoca denilmektedir mıştır. İptida hükümdar saraylarında, Osmanlı devletinin son yıllarına
{Mecellemi Yadigâr, m, sayı 6/7, Tahran, 1917, s/l30). kadar dveam eden tâbir ile, mabeyinci mânasında kullanılan ve saray
vazife ve unvanlarının sonradan devlet teşkilâtına esâs olması dolayısı
Hâce ve hâcegân tâbirleri, yukarıda zikrettiklerimizden başka, tarihî
ile, daha geniş mânâlar alan bu kelimenin, tarihî bir ıstılah olarak, muh.
ıstılah olarak, şu mânâları da ifâde eder: 1. Büyük Türk sûfîsi Hoca
telif zaman ve mekânlarda geçirdiği tekâmülü kısaca izâba çalışacağız.
Ahmed Yesevî'nin sülâlesinden gelenler hâce unvanı taşıdıkları gibi,
Yesevîlik'ten doğan Nakşbendîlik tarikatine de "tarîkat-i hâcegân"

Hâciplik yâni mabeyincilik vazifesinin daha Sâsânîler zamanında


derler ve bu tarîkate mensup büyük mürşidler, tarîkatin müessisi Ba- mevcudiyeti hakkında Siyâsetnâme (Tahran tab., s. 21)*de bulunan ka-
hâ'ü'd-Dîn Nakşbend'den başlayarak, umumiyetle hâce unvanım taşırlar. yıtlar ile, yine bu devirde hâciplik vazifesinin ehemmiyeti hakkında
— 2. Hâce veya hoca unvanı, Türkistan (Mâverâünnehr)'da Ebû Bekr İbnü'l-Belhî'nin Farsnâme'sindeki bâzı ifâdeler (GMNS, I, 92) ve bu
ve Ömer silsilesinden geldikleri kabul olunanlar ile 'Alî'nin Fâti-me'den ifâdeleri Erdeşir b. Bâbek'e isnat eden Râhatu's-Sudûr (s. 97) müellifi-
olmayan çocuklarına mensup olanlara verilir (Defreînery, Me-moires nin beyânı, İslâm müelliflerinin bu müessesenin menşe'ini Sâsânîler
d'histoire orientale, 1854, s. 407; J. Malcolm, Histoire de la Perse, frns. devrine çıkarmak istediklerini gösterir ki, esâs itibârı ile, yanlış sayıla-
trc. IH, 348). XVII. asır sonunda yazılan Tezkire-i Nasrâbâdî (nşr. maz. Müslümanlarda hâcipliğin nasıl başlayıp, tekâmül ettiği hakkında,
VaMd Destgerdî, s. 67)'de Buhârâ'da seyyidlere hâce denildiği İbn Haldun (Mukaddime-i İbn-i Haldun, türk. ire., II, 75)'un tarihi
hakkındaki kaydın bu şekilde anlaşılması icâp eder. Ahmed Yesevî'nin şe'niyete uygun olmayan ve daha ziyâde nazarî bir mâhiyet taşıyan ifâ-
doğduğu Sayram şehrinde, İmâm Muhammed Hanefî b. *AIJ neslinden desi gibi, Kalkâşandî (Subhu'l-A'şâ, m, 277)'nin de hâcipliğin Ebû Bekr
geldiklerini iddia eden zümreye, hâce uruğt adı verilmektedir ki (Fuad devrinden beri mevcut olduğu hakkındaki rivayeti de ihtiyatla karşılan-
Köprülü, Türk Edebiyatında tik Mutasavvıflar, s. 69) bu da yukarıki mak lâzımdır. Bu vazife ve unvanın, Bizans ve Sâsânî te'sirleri altmda,
izahatı te'yit eder. Daha Şeybânîler devrinde, Buhârâ ve Semerkand gibi Emevîler devrinde, saray hayatı başladıktan sonra, meydana çıktığı ko.
merkezlerde hâce unvamnı taşıyan mühim şahsiyetlere tesadüf edil-
mektedir. Bunlar Nakşibendî tarîkatine mensup idiler ve silsilelerini
288/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/289

layca tahmin olunabilir. Bunun, faftzı rivayetlere göre, Mu'aviye Ve diğer deki vezire tekabül eden bir mânâ aldığım yâni mülkî idarenin başında
bir rivayete göre de, İslâm İmparatorluğuma âit bir takım müesseselerin bulunup, hükümdarın emri ile onun bütün salâhiyetlerini temsil eden
ilk kuruluş /amam, olan 'Abdü'l-Melik b. Mervân zamanında başladığı yâni askerî idareyi ve bütün eyâletler teşkilâtını da nüfuzu altında bu-
hakkındaki ifâdelerden (ayn. esr., IV, 19) hangisinin daha doğru olduğu lunduran en büyük emîre hâcib denildiğini görüyoruz; İbn Sa'îd'în
hakkında kat'î bir şey söylenemezse de, son rivayet daha itimada lâyıktır. verdiği malûmata göre, hâcib icâp ettiği zaman hükümdarın naipliği
Hâcipliğin Emevîler devrindeki ehemmiyeti hakkında sarîh malûmatımız vazifesini de ifâ ediyordu.
olmamakla bterâber, bu unvan ve vazifenin, gerek Endülüs Emevîlerinde
ve gerek daha ilk samanlardan başlayarak, Abbasî imparatorluğunda Muhtelif idare şubelerinin başında birer vezir bulunup, bunlar ile
mevcudiyetini, kat'î olarak, biliyoruz. Halîfelerin en mahrem ve hükümdar arasındaki teması te'min eden ve doğrudan-doğruya onun ile
itimatlarım kazanmış adamları olan hâciplerin büyük bir şahsî nüfuz elde münâsebette bulunan en büyük âmire hâcib denildiğim söyleyen îbn
ettikleri ve bunu zaman-zaman suiistimal eyledikleri de malûmdur; ikinci Haldun'un ifâdesi de bunu te'yid ediyor. Bahsettiği bu teşkilâtın Endülüs
Abbasî halifesi el-Mansûr'un hâcibi Re-bî' b. Yûnus, Ya'kûb b. Davud'u Emevîleri'nin inkırazına kadar bu tarzda devam ettiğini söylemekle İbn
vezir tâyin ettirmek için, 100.000 dinar rüşvet almıştı (el-Fdhrî, s. 166). Haldun'un büyük bir hatâya düştüğü muhakkaktır; lâkin X. asırda
A. Mez (bk. Die Renaissance des Is-lâms, Heidelberg, 1922; saray vaziyetin böyle olduğu, 'Arîb ve îbn Hayyân gibi, o devir vak'anüvis-
hakkındaki fasıl)'in halife el-Mu'tezid (892—901) devrine âit olarak lerinin ifadeleriyle de te'yit edilmektedir. Emîr 'Abdullah bir aralık bu
verdiği malûmata göref onun zamanında' sarayda 25 hâcip vardı ve haciplik vazifesini kaldırmış, lâkin halefi Abdu'r-Rahmân IH., cülusun-
bunların ekserisi babasının eski azadlı kölelerinden idi. Bunların da, bu mevkii yeniden te'sis etmişti. Onun 932'de yeniden haciplik vazife-
maiyetinde hâcip vekilleri (hulefâ'iVl-hüccâb) de vardı ki, sayıları 500 idi. sini kaldırmasından sonra, bu mevki 30 sene kadar boş kalmış ve nihayet
Maamafih bu vekillere de umumiyetle hâcib denilmekte idi. Abbasî Hakem H. 962'de bu mevkie Ca'fer b. 'Abdu'r-Rahmân'ı tâyin etmişti.
sarayının debdebe ve ihtişamı arttıkça, hâciplerin sayısı da çoğaldı; Devletin bu en büyük mevkiinin böyle zaman-zaman boş bırakılmasının
Muktedir-billâh zamanında (908—932) sarayda 700 hâcip mevcuttu sebebi, bütün devlet nüfuzunu şahsında toplayan bir adamın, saltanata
(Subhu%A'şâ, IV, 120). Bütün hâciplerin âmiri olmak üzere, hâcibü'l- küçük bir çocuk veya iradesiz bir hükümdar geçtiği zaman, sülâle için
hüccûb'hk vazifesinin ihdâöı iptida 940'ta olmuştur (A. Mez, göst. yer.). tehlikeli olabilmesi ihtimalinden ileri geliyordu. 'Âmirîler devrinde daha
büyük bir ehemmiyet kazanan hâcib unvanı, Endülüs Emevî İmparator
Abâsîlerin ■ inkırazına kadar devam eden haciplik vazife ve unvanı- -luğu'nun parçalanmasından sonra, eski an'aneyi muhafaza etmek iste-
nın, bu imparatorluğun fi'lî olarak parçalanması ile meydana çıkan yen küçük sülâlelere mensup hükümdarlar tarafından da kullanıldı ki,
muhtelif devletlerde de mevcudiyetini görmekteyiz, Mısır'daki Tolunlu- onlar bu suretle kendilerine hukukî bakımdan nazarî bir meşruiyet te'-
lar devleti saray ve idare teşkilâtını Abbasî devletinden iktibas ettiği min etmek istiyorlardı (Levy-Provençal, YEspagne musulmane aux
içki, bunların saraylarında da hâciplerin bulunması tabiidir; fakat târihî X.ieme siecle, Paris, 1932, s. 63—66).
vesikalarda yalnız Hârûn devrinde Sîmcûr adlı bir Türk'ün hâcib-i kebîr
vazifesi gördüğü anlaşılıyor (îbn Sa'îd ve Ebû'l-Mehâsin'den naklen, Magrib islâm devletlerinde, gerek Mısır*dan ve gerek Endülüs'ten
Zeki Mohammed Hassan, hes Tuhınides, Paris, 1933, 193 v.d.). Her gelen idarî an'anelerinin te'siri altında, hâcip unvan ve vazifesinin
hâlde Abbâsîler'de olduğu gibi, Tolunlular'da da hâcipliğin bir saray mevcudiyetini görüyoruz. îbn Fazlu'llâh 'Ömerî'nin Mesâlikü'l-Ebsâr'
vazifesi olmaktan ileri geçmediği ve bunların başında bulunan kimseler ında bu hususta sâkit kalması bir az garip olmakla beraber, İbn Haldun
Ibâzan hükümdar nezdinde husûsî bir nüfuz kazanmış olsalar bile, bu çok yakından bildiği Beni Hafs sarayında haciplik vazifesinin mâhiyetini
unvanın idare teşkilâtı içinde büyük bir ehemmiyet alamadığı an- izah etmektedir. Bu izahata göre, hâcib devletin en büyük me*-mûrudur;
laşılıyor. vazife ve salâhiyeti, tıpkı Endülüs Emevîleri'nde olduğu gibidir ve bu
Hâlbuki Endülüs Emevîleri'nde, bilhassa X. asırda, hâcib kelimesi- devletin son devirlerinde ona askerî salâhiyetler de verilmek suretiyle,
nin, mabeyinci mânâsını tamâmiyle (bırakarak, şark tslâm devletlerin- nüfuzu büs-bütün arttırılmıştır. Muvahhidler devletinde de, devlet
genişleyip kuvvetlendikten sonra, haciplik mevkii ihdas edilmiş
290/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/201

ve Ebû Ya'kûb Yûsuf buraya kardeşini tâyin etmiştir. En-Nâsir zamanında takdir ile anlatarak, o sıralarda bu güzel usûlün artık bozulmuş olduğundan
aynı kimsenin hâcip ve vezir sıfatlarını taşıdığını (Mesâlikü'l-Ebsâr; I, şikâyet ediyor (Siyâsetnâme, Tahran tab., 27 ve 28. fasıllar; nşr. Schefer, 27.
L'Afrique moins l'Egypte, trc. Gaudefroy-Demombynes, Paris, 1927,s.37-40). fasıl). Sâmânî ve bilhassa Gazneliler devri vekayinâmele-rindeki kayıtlara
tamâmiyle uygun olan bu malûmata inanmamak için hiç bir sebep yoktur.
Hâcib unvanının ve hâciplik vazifesinin Emevîler'de, Abbâsîler'de ve garp
Yine târihî kayıtlardan istidlal olunabildiğine göre, hâcib unvanı, bu teşkilâtın
İslâm devletlerinde nasıl bir tekâmül seyri takip ettiğini bu suretle tesbi t
başında bulunan ve hükümdarın şahsî itimadını kazanmış olan büyük saray
ettikten sonra, Sâmânî'ler'den başlayarak, şark îslâm devletlerinde ve
âmiri, yâni foaş-hâcip ile hâcipliı: unvanını aldıktan sonra saray, ordu ve
müslüman-Türk imparatorluklarında bu unvan ve vazifenin mâhiyetini izaha
vilâyet teşkilâtında mühim vazifelere tâyin edilen kimseler tarafından
çalışalım. Bu hususta Endülüs ve şimalî Afrika devletleri ile Mısır ve Suriye
taşınmakta idi. Meselâ 'Abdü'î-JVIelik b. Nûh devrinde Hâcib Alp-Tigin,
Memlûk imparatorluğu, hakkında malûmat veren İbn Haldun, Kalkaşandî ve
hâcibü'l-hüccâb, yâni baş-kâ-cip vazifesini görmekle beraber, umumiyetle
el-Ömerî gibi, kısmen nazarî mahiyette olsa bile, çok kıymetli ve esaslı
hâcib unvanını taşıyordu ve devlet idaresindeki nüfuzu çok büyük idi.
kaynaklara mâlik olmadığımız için, daha ziyâde muasır vekayinâmelerden v.b.
Hükümdar ona münfail olarak, merkezden uzaklaştırmak istediği zaman, en
edebî menbâlardan toplayabildiğimiz malûmatın kısa bir terkibini yapmak büyük me'mûriyet olan Horasan sipehsâlârhğmı vermek mecburiyetinde
mecburiyetindeyiz. Abbasî İmparatorluğumdan ayrılarak, Mâverâünnehr ye kalmış idi. Mülkî ve askerî büyük kudret ve selâhiyetlere sahip olan bu vazife
Horasan'da ilk devamlı ve muntazam teşkilâtlı bir devlet mâhiyeti arzeden başında bulunanlar, merkezî idareye âit meselelerde bile, hemen-hemen vezire
Sâmânîler devleti, saray ve idare teşkilâtında hemen tamâmiyle Abbasî yakın bir nüfuza mâhk oluyorlardı (Gerdîzî, Zeynü'l-Ahbâr, s. 41 v.d.). Nûh b.
müesseselerini örnek almıştı. Bâzı mahallî an'anelerin ve hayatının sonlarına Mansûr zamanında Taş Hâcib sipehsâlârlığa, yâni ordu baş-ku-mandanlığına
doğru da bâzı Türk an'anelerinin te'siri altında kalmakla beraber, umumiyette tâyin edilerek, kendisine hüsâmü'd-devle unvanı verilmişti (ayn. esr., s. 49).
Abbasî müesseselerinin taklit ve iktibasından ibaret olan Sâ-mânî Sonradan idbâra uğrayarak, vazife ve unvanlarından mahrum edildiği zaman,
müesseseleri, önce Gazneliler ve sonra da Büyük Selçuklular teşkilâtının sâdece hâcib unvanını muhafaza etmesine müsâade edilmişti (Ch. Schefer
esâsını teşkil etmek bakımından, şark îslâm dünyası için büyük bir tarihî tarafından neşredilen Descripti-on topographique et historique de Boukhara,
ehemmiyet arzeder. Bilhassa vezir Ebû 'Abdullah Muhammeü el-Ceyhânî Paris, 1892; bu metinler mecmuasında Mahmûd Nigbî'nin Sâmânîler'e âit
zamanındaki tanzim ve tensik faaliyetlerinden sonra, saray ve idare teşkilâtı eseri, s. 135). Gerek bu verilen malûmat ve gerek şâir tarihî kayıtlar,
sür'atli bir tekâmül göstermişti; bu sırada Buhârâ sarayında hâciplerin de Sâmânîler devrinde baş-hâciplik vazifesinin ehemmiyet ve nüfuzunu, onların
bulunduğu ve 'bu ehemmiyetli saray vazifesinin diğer saray memuriyetleri gulâmlar ve bilhassa Türk gulâmları arasından seçildiğini, kendilerine askerî
gibi, daha ziyâde hükümdarın kölelerine (o zamanki tâbiri ile gulâm) verildiği ve idarî büyük vazife ve me'mûriyetler ve tantanalı unvanlar verildiğini,
anlaşılryor. Sâmânîler zamanında gulâm sisteminin çok mükemmel bir tarzda saraydaki vazifelerinden ayrılmış olsalar dahi hâcib unvanını muhafaza
tanzim edilmiş olduğunu söyleyerek, bu hususta epeyce tafsilât veren Selçuklu ettiklerini açıkça anlatıyor. Maamafih vezirlik mevkii, devletin en büyük
veziri Nizâmü'1-Mülk' ün ifâdesine göre, gulâmlaf, kudret ve kaabiliyötleri makamı olarak, dâima muhafaza edilmiş, gulâmlardan yetişen hâcipler yalnız
derecelerine göre, muayyen mevkilerden geçtikten sonra, ne kadar,kaabiliyetli umûmi valilik ve kumandanlık gibi vazifelere tâyin edilerek, merkezî
olursa olsun, ancak 8 senelik bir hizmeti müteakip "otak-başılık" vazife ve un- idaredeki dîvânların yâni bürokrasinin dışında bırakılmışlar ve hiç bir zaman
vanım kazanabilir ve sırası üe "hayUbâşı" ve nihayet hâcib olurdu; saraydaki vezâret mevkiine geçememişlerdir.
büyük me'mûriyetlere yahut valilik* kumandanlık gibi1 askerî ve idarî mühim
Sâmânîler'in saray ve idare müesseselerini alarak, tekâmül ettiren
vazifelere geçmek, ancak bundan sonra kaabildi. Ni-zâmü'1-Mülk, bu sıkı
Gazneliler devletinde bu unvan ve vazifenin mâhiyeti hakkında, bilhassa
yetiştirme usûlü sayesinde, her hangi bir gulâmın ne kadar kaabiliyetli olursa
Beyhakî gibi, kıymetli bir muasırın çok mühim {müşahedelerinden istifâde
olsun, 35 yaşından 'evvel emirlik, yâni kumandanlık, vazifesine geçemediğini
edebildiğimiz için, daha sarih ve kat'î malûmata sahip bulunuyoruz. Biz bu
ve valiliklere tâyin olunkmadığını
malûmatın Sâmânîler'in hiç olmazsa son devirlerine de teş-
292/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/203

mil olunabileceğini kuvvetle tahmin etmekteyiz, gazneli saraylarında, sûbiyet ve hükümdarın itimadına mazhariyet gibi, mühim bir mânâ ifâ-
Sâmânîler'de olduğu gibi, gulâmlardan ve bilhassa Tfirk gulâmlarmdan de eden bu hâciplik unvanının, nâdir olarak, saray hizmetlerinden yetiş-
yetişen hacipler bulunduğu muhakkaktır. Sultan Mes'ûd'un kasidecisi memiş bir takım kimselere de tevcih olunduğunu biliyoruz. Mes'ûd I.f
Minûçihrî'nin, manzumesinde "hâcifeîn hükümdar ile doğrudan doğru- hâcib-i büzürg *AH*yi taltif maksadı ile, kardeşine, {ayn. esr., s. 51)
ya temas ettiğinin" ifâde olunması (nşr. Kazimirski, s. 45), kelimenin ordusundaki fillere kumanda eden emîr Bu'1-Nasr {ayn. esr., s. 343) fa,
Abbasîler ve Sâmânîler zamanındaki aynı mânâyı muhafaza ettiğini- Hârizmşâh Altın-Taş'a karşı yüksek teveccühünü ifâde için de onun oğ-
gösterir. Hükümdar sarayından başka, hanedana mensup prensleri*!, luna {ayn. esr., s. 393, 397) hâciplik unvanı vermişti.
vezirin, sipahsâlârın saraylarında da hacipler, yâni mabeyinciler, mevcut
idi {Târîh4 Beyhakî, nşr. Nefîsî, I, 153, 174, 295, 299); Gazneli-ler'in Büyük Selçuklu İmparatorluğumda ve onun istitaleleri saya-
Hârizm'de umûmî valileri makamında olan Hârizmşâhlar'ın da hâcipleri bileceğimiz şâir bir takım Türk devletlerinde de mevcudiyetim*
vardı {ayn. esr., Tahran tab., s. 673). Siyâsetnâme'mıı Sâmânîler gördüğümüz bu hâciplik müessesesinin, doğrudan-doğruya Sâmâ-nî-
devrinde hâciplik müessesesi hakkında verdiği malûmatın Gazne-liler Gaznevî te'siri altında teşekkül ettiği muhakkaktır. Beyha-kî'deki bir
devrine de teşmil edilebileceği, hâciplik unvanının tıpkı Sâmânîler kayıt, daha bu saltanat kurulmadan evvel, Selçuklu reislerinden
zamanındaki usûle göre kazanıldığı, bu hâciplerin sonradan devletin Davud'un hâcibi olan bir Türkmenin, 2.000 süvariden mürekkep kuvveti
idarî ve askerî mühim mevkilerine tâyin edilmekle beraber, yine hâcib ile, Belh kapılarına kadar gelip, bâzı köyleri yağma ettiğim bildirmekte
ise de (Tahran tab., s. 573), bu tâbiri burada sâdece kumandan
unvanım taşıdıkları, Beyha'kî'nin ifâdelerinden anlaşılıyor. Gazneli teş-
mânasında almak icâp eder. Yoksa hâciplik teşkilâtı, ancak devlet
kilâtında, hâce4 büzürg unvanını taşıyan vezirden sonra en büyük şah-
kurulduktan sonra, Tuğrul Bey zamanında başlamıştır. Muasır kaynak-
siyet, hâcib-i büzürg idi; idarenin ve bürokrasinin başında bulunan ve-
larda, Tuğrul devrinden başlayarak, gerek büyük hâciplerin {hâcib-i
zir, sivil idarenin büyük-küçük bütün me'murları gibi "âzâdegân, ahrâ-
kebîr, hâcib-i büzürg, hâcibü'l-hüccâb) ve gerek şâir hâciplerin isimle-
rân" adı verilen hür insanlar arasından tecrübe ve hizmetleri ile ilim ve
rine rastlanmaktadır (bk. bilhassa Râhatu1s-Sudûr). Yukarıda söyledi-
irfanı ile temayüz ederek, o mevkie yükselirdi; halbuki bütün saray ğimiz gibi, Nizâmü'1-Mülk Selçuklular devrinde hâciplik baklandaki eski
hizmetleri kumandanlık ve valilik gibi mühim vazifeler, gulâmlardan kaidelerin artık bozulmuş olduğunu itiraf etmekle beraber, baş-hâ-cipîik
ve bilhassa Türk gulâmlarmdan yetişmiş Ve hâ-ciblik payesine vazifesinin en büyük saray me'mûriyeti olduğunu ve saray teşkilâtında
yükselmiş insanlara mahsustu; bunlar arasında en mühim mevkii de büyük ehemmiyeti olan ve kendisine "kûs alem ve nevbet" gibi, emaret
hâcib-i büzürg işgal ederdi. Bütün hacipler gibi siyah libâs, iki çatallı alâmetleri verilen emîr-î haras'in bile onun altında bulunduğunu anlatır
külah {külâh-i dû şah) ve altın kemer taşıyan hâcib-i büzürg, (Siyâsetnâme, Tahran tab., 40. fasıl; burada, yanlış olarak, caras
hükümdarın fermanı ile tâyin edilir, kendisine hil'at giydirilir, "kûs, şeklinde yazılan kelime, Schefer neşrinde 39. fasılda doğru yazılmıştır).
bayrak" gibi emirlik alâmetleri, şâir hediyeler, köleler ve paralar Tıpkı Gaznelilerde olduğu gibi, vezirden sonra devletin en büyük
verilirdi. Hâcîb-% büzürg, buna karşı teşekkürlerini ifâde etmek için, me'ûru olan baş-hâcip, türk gulâmlarmdan hâciplk mevkiine yükselmiş ve
önce saraya giderek, tazimatını arzeder; sonra da dîvâna gelerek, veziri- sonra, ya saray hizmetlerinde yahut hâriçde emirlik mertebesini
Ziyaret ederdi. Bundan sonra bütün saray ve dîvân erkânı onun sarayına kazanmış kimseler arasından seçilirdi. Hükümdarın en yakın adamı olan
giderek, tebriklerini arzederlerdi (Beyhakî, nşr. Nefîsî, s. 181; ayrıca bu büyük hacipler, teşrifat bakımından, vezirin dûnunda olmakla beraber,
bk. s. 51, 343). Hükümdarın hassa askerini teşkil eden saray gu- bunlardan bâzıları zaman-zaman istediklerini vezire yaptıracak derecede
lâmlarının idaresi ve harp zamanında bunlara kumanda vazifesi "saray husûsî bir nüfuza sahip olmuşlardır (el-Bondârî, nşr. Houtsma, s. 150).
hâcibi" veya "saray gulâmları hâcibi" veyahut "hâcib-i sâlâf" adı ve- Muhammed b. Melikşâh devrinde emîr-i bdr'lıktan büyük hâcip-liğe
rilen diğer bir hâcibe âit idi {ayn. esr., Tahran tab., s. 144; 571, 610, yükselen emîr 'Alî, hükümdarın hastalığı esnasında, bütün devlet
646). Maamafih sarayda hâciplik payesine erişmiş başka büyük me'- işlerinin mutlak hâkimi olmuştu {ayn. esr., s. 117 v.d.). Büyük hâciplere
mûrlar da bulunur. Gerek saraydaki mühim vazifelere ve gerek ku- bâzan hâcb-i hass unvanı da verilmekte idi (Rahâtu's-Sudûr, s. 331).
mandanlık ve valilik gibi mevkilere bunlar tâyin edilirdi. Saraya men- Maamafih yine Gazneliler'de olduğu gibi, sarayda hâcib unvanını taşı-
294/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/295

yan diğer büyük me'mûrlar bulunuyor ve bunlar daha büyük vazifelere verrih Nesevî, Celâlü'd-Dîn Hârizmşâh devrinde, Şerefü'1-Mülk lâkabı
tâyin edildikleri zaman dahi bu unvanı muhafaza ediyorlardı. İlk hü- ile, vezirliğe tâyin edilen Cendii Fahrü'd-Dîn 'Alî'nijn evvelce hâciplik
kümdar Tuğrul Bey'in hâcibi olan 'Abdurrahmân Îl-Bozan'ın ağacı vazifesinde bulunduğunu ve vezir olduktan sonra dahi hükümdar mec-
unvanını taşıması, bâzı müelliflerde bu türkçe kelimenin, kâcib muka-bili lisinde onun karşısında yer alan hâcipler arasında durduğunu ve vezirlere
olarak, kullanıldığı zannını uyandırmıştır. Daha Sâmânîler zamanında, mahsus, teşrifat kaidelerinin onun hakkında tatbik edilmediğini söyler
farsça ve arapça gürleri ile meşhur Ebû'l-Hasan 'Alî b. Ilyâs el-Buhârî'nin (Sirat al-saltân Calâl al-Dîn, nşr. Houdas, s. 103 v.d.). Yine aynı müellif
ağacı lâkabını taşıması, sonra Mes'ûd Gaznevî'mn $ara-ymda hâdim-i Celâlü'd-Dîn'in hâciplerinden Bedrü'd-Dîn b. İnanç Han'ın acem
hass ağaçı'mn büyük me'mûrlar ile hükümdar arasında temas vazifesini edebiyatına derin vukufundan hayretle bahseder (ayih esr., s. 187). Bu
görmesi (Beyhakî, Tahran tab., s. 165, 603, 608). Mirza Muhammed ifâdeler hâciplerin yetişme tarzı hakkındaki eski usûllerin artık terke-
Kazvînî'yi» haklı olarak, bu düşünceye sevketmiştir (Lubâ-bü'l-Elbûb, I, dildiğini, onların yalnız saray gulamlan arasından yetiştirilmeyip, hâ-
haşiyeler kısmında, s. 297 v.d.). Maamaph bunun Gazneli-ler sarayında ricden bâzı kimselere ve Türk beylerinin çocuklarına da bu unvan ye
gördüğümüz hûdim-i hass'lardan yâni hükümdarın husûsî hizmetinde vazifenin verildiğini, hattâ o zamana kadar hiç emsali olmadığı hâlde,
bulunan vazifelilerden biri olduğu, hâciplerin bunlar ile karıştırılmaması bunlar arasından vezir de tâyin edildiğini göstermektedir. Hârizmşâhlar
icâp ettiği Beyhakî'den açıkça anlaşılmaktadır. Tuğrul devrinden sonra bu devletinde Türk kabile hayatına ait an'anelerin son Selçuklular devrinden
unvanı taşıyan hiç bir hâcibe tesadüf edilmemesi, hâcib kelimesinin bu daha kuvvetli ve daha canlı bulunmasına ve muhtelif idare mü-
kelimeyi unutturduğunu gösteriyor. Dîvânü Lû-gâti't-Türk'te, hâcip esseselerinde, Selçuklu devrine nazaran, bir takım değişiklikler vücûda
mukabili olarak, tayangu kelimesi mevcuttur ki, müslüman Türk gelmesine rağmen, vezirlik devletin en yüksek makamı olmakta devam
devletlerinde hiç rastlamadığımız bu unvana ancak Kara-Hitaylar'da ve etmiştir.
onların Mâverâünnehr'deki hâkimiyetleri esnasında tesadüf ediyoruz.
Râhatu1's-Sudûr naşiri Muhammed İkbal'in Selçuklu-lar'daki emîr-i bârları Büyük Selçuklular teşkilâtını daha mütevâzî bir şekilde ve az-çok
hâcipler ile karıştırması (s. 491) tamâmiyle yanlıştır. Hâcipliğin fevkinde farklar ile devam ettiren bütün Selçuklu şubelerinde olduğu gibi, Anadolu
olan bu vazifeye hâcipler terfian tâyin edilirlerdi; lâkin büyük hâciplik Selçuklularında da hâciplik müessesesinin mevcudiyetini görüyoruz. Bu
mevkii bundan ve buna mümasil diğer saray emirliklerinden çok daha hususta hemen başlıca kaynak olan îbn Bîbî'nin verdiği malûmat çok
yüksek di. kifayetsiz olduğu için, sarih ve kat'î bir şey söylemeğe imkân yoktur
(İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 86
Büyük Selçuklu imparatorluğu dağıldıktan sonra, onun geniş top- v.d.'da îbn Bîbî'nin Eyyûbîler ve Hârizmşâhlar sarayındaki hâcip-lere âi-t
raklan üstünde yer-yer istiklâllerini kazanan muhtelif Türk devletlerin-de, verdiği malûmatı, yanlışlıkla, Anadolu Selçuklularına isnat etmiş ve
şâir Selçuklu müesseseleri gibi, hâciplik müessesesinin de devam ettiğini hâcipler ile perde darları birbirine karıştırmıştır; hâlbuki Abbasîler ve
tarihî kaynaklardan anhyonız. Bu devletlerin en ehemmiyetlisi olup, Gazneliler'de olduğu gibi, Selçuklularda da bunlar tamâmiyle birbirinden
Moğul istilâsı karşısında yıkılmasından bir az evvel büyük bir im- ayrıdır). Anadolu Selçuklularında baş-hâciplere, eski anf-aneye göre, emîr
paratorluk mâhiyetini kazanmak istidadını gösteren Hârizmşâhlar dev- unvam verildiği hâlde, unvanları» iptizale uğradığı sonraki zamanlarda,
letinde, Selçuklıdar'daki usûl ve kaideler devam etmekte, hacimlerden bunun yerine, melikü'l-hüccâb tâbiri kullanılmağa başlanmıştır (îbn
başka tair de hâcib-i kebîr ve hâcib-i büzürg bulunmakta idi; Töküş Bîbî( nşr. Houtsma, s. 286; mufassal nüshada da böyledir; bk. s. €20).
devrinde emîr Şihâbü'd-Dîn Mes'ûd'un bu vazifede bulunduğunu biliyoruz Buna rağmen, baş-hâcipliğin msl. Gaznelüer ve büyük Selçuklular
(Cihângüşâ-yt Ctoteynî, H, 23„ 45). Gâlibâ bu baş-hâcibe, yahut ondan devrindeki ehemmiyeti kalmamış, yâni vezâretten sonra devletin en büyük
sonra gelen ikinci hâcibe hass-hâcib de denilmekte idi (a|/n; esr., s. 258). me'mûriyeti olmak mâhiyetini kaybetmiştir: Mu'-mü'd-Dîn Pervâne'nin
Daha Gaznelüer ve Selçuklular devrinde pek çok kullanılan hass tâbirinin emîrü'l-hiiccâb'hktan pervâneliğe terfi ettirilmesi bunun bariz bir delilidir
Hârizmşâhlar devrinde devamı pek tabiîdir. Kirman'da Moğul himâyesi (ayn. esr.f s. 288). Hâciplerin ve baş-hâciplerin bilhassa Türk gulamlan
altında Kara-Hitaylar veya Kutlug-Hanlar devletini kuran Barak Hâcib, arasından yetiştirilmesi ve idârî-askerî mühim vazifelerin ve büyük saray
Hârizmşâhlar sarayında hâciplik unvanım kazanmıştı. Mü- me'mûriyetlerinin bunlara inhisar ettirilmek.
296/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/297

le beraber, bürokrasiye yâni divân işlerine karıştırılmamalan hususun- nur (ayrıca bk. İshwari Prasad, A History of the Çaraunah Turks in
daki eski an'ane, Anadolu Selçuktatan'nda artık tatbik edilmiyordu. Sâ- India, Allahâbâd, 1936, s. 299—303).
mânîler'den başlayarak, Hârizmşâhlar'a kadar devam eden ve gulâm
(memlûk) sistemi ile, yâni devletin iç bünyesi ile, sıkı-sıkıya alâkalı Bu küçük hülâsayı tamamlamak için, hâciplik müessesinin husûsi
olan bu müessese Anadolu Selçuklulan'nda artık sona ermiş ve ne Os- bir tekâmül gösterdiği Mısır—Suriye Memlûk împaratoriuğu'ndaki va-
manlılarda ve ne de şâir Anadolu beyliklerinde devam etmiştir. Bu ziyeti de kısaca tesbit edeceğiz. Bu imparatorluk hakkında elde bulunan
müessesenin İran Moğulları'nda da devam etmemesi, İlhanlı nüfuzunun zengin tarihî kaynaklar sayesinde, bu hususta oldukça geniş ve sarîh
Anadolu'daki ehemmiyeti göz önüne alınırsa, bu hususta müessir olmuş bilgiler edinmek kaabil olmuştur. Selçuklu İmparatorluğu istitâle-
denilebilir. Maamaf ih bunun en büyük âmilini, XIV. asırda kurulan Ana- lerinden biri olan Eyyûbîler devletinin vârisi sayabileceğimiz bu devlet,
dolu Beyliklerinin iç bünyelerinin hususiyetinde aramak daha doğrudur. Fâtimî — Selçuklu an'anelerine dayanan Eyyübî müesseselerini, kendi
Hâciplik unvanına, îlhanhlar'dan sonra, İran'da ve Mâverâünnehr'de iç 'bünyesinin şartlarına ve dışarıdan gelen Moğul tefsirlerine göre
kurulan muhtelif Türk devletlerinde, Celâyirliler'de, Timurlular'da, Ka- vücûda gelen değişiklikler De, devam ettirmiştir. Eyyûbîler'den intikal
ra ve Ak-Koyunlular'da ve Safçvîler'de de tesadüf edilmemektedir. eden hâciplik ve baş-hâciplik {emir hâcib, hâcibü'l-hüccâb, eî-hâ-cibVl-
kebîr) vazifesi, bunlarda da memlûklere inhisar ettirilmiş ve askerî
Hâciplik müessesesinin İslâm dünyasındaki tekâmülü hakkındaki bu mâhiyetini dâima muhafaza etmiştir. Baybars (1260—1277) zamanında,
umûmi izahatı tamamlamak için, Karahanhlar devleti ile Dehli Türk merkezî idaredeki naibil's-sultân'lavm vazifesini kolaylaştırmak ve
Memlûk Sultankğı'ndaki vaziyete de kısaca temas edelim: Tarihleri daha doğrusu onların nüfûsunu azaltmak için, emirler v.b. ordu men-,
umumiyetle çok karanlık olan şark Karahanlıları'nda bu unvanın mevcu- supları arasındaki ihtilâfların halli vazifesi, naibin emîr ve nezâreti al-
diyetini, Kutadgu Bilig sahibi Yusuf'un hass hâcib unvanını taşımasın- tında, büyük hâci'be bırakılmıştı. Sonradan Kahire'deki naiplik vazifesi
dan anlıyoruz. Mahmûd Kâşgârî'nin hâcib mânâsında zikrettiği tayangu kaldırıldığı zaman, baş-hâciplik mevkii daha büyük bir ehemmiyet ka-
kelimesine ise, ancak XII. asırda Kara-Hitaylar devletinde rastgel- zandı ve eskisi gibi, naibin değil, doğrudan-doğruya sultanın emri altına
mekteyiz ki, bunun şark Karahanlıları'ndan alınmış olması pek tabi'îdir. girerek, eskiden naiplere âit olan bir takım salâhiyetler de ona intikal
Gazneli ve Selçuklu te'siri altında kalan Semerkand Karahanlıları'nda etti. Sultanın riyaset ettiği dârü'Uadî ictimâlarında, içtimaa dâhil olan
ise, hâcib unvan ve vazifesinin mevcudiyetine kuvvetle hükmolunabilir. emirlerin teşkil ettiği halkanın arkasında hâcipler, devâdârlar ile bir-
Dehli Memlûk Sultanlığı hakkındaki tarihî kaynaklar bize bu hususta likte, ayakta dururlar, istidaları almak ve alâkalıları hükümdar huzuruna
oldukça sarih malûmat vermektedir. Gazneli — Selçuklu idare teşkilâtını getirmek gibi, vazifeler görürlerdi (Subhu'l-A*§â, IV, 44; bu malûmatı
ve saray an'anelerini kuvvetle devam ettiren bu Türk devleti, iç Mesâlikü'l-Ebsâr'ddin almıştır). Mesâlikü'l-Ebsâr, merkezde 5 hâcip
bünyesinin gulâm sistemine istinat etmesi dolayısı ile, hâciplik mües- bulunup, bunlardan ikisinin hâcibü'lrhüccâb unvanım taşıdığını söylüyor.
sesesini ehemmiyetle muhafaza etmiştir. Emîr hâcib veya uluğ hass Maamafih bunların gerek sayıları, gerek vazifeleri, gerek teşrifattaki
hâcib unvanını taşıyan baş-hâciplerin sarayda ve umumiyette idarede mevkileri zaman-zaman değişmiştir: 802 (1399)'de 8 hâcip vardı ki,
büyük nüfuzları vardı; teşrifatta yalnız vezir değü, naip ve daha bâzı bunların üçü yüzler emirlerinden ve üçü de tablhâne emirlerinden idi;
büyük rical de bunlara tekaddüm ediyordu; askerî veya idarî her hangi XV. asır ortalarında mevcut 20 hâcipten ikincisi onlar emirlerinden ve
bir vazife ile merkezden uzaklaştıkları zaman, merkezde bir naip bı- diğerleri sâdece cündîlerden olmak üzere, 20 hâcip bulunuyordu (Ebû '1-
rakıyorlardı (TabakatH Nâsirî, s. 173, 187, 182, 302). Bu an'ane, Halaç Mehâsin, II, 27). Zübdeü Keşfi'lMemâlik müellifi, binler emîri olan bir
sülâlesi zamanında da devam etti. Hasrhâciplerin taşıdıkları emir un- hâcibü'l-hüccâb'dan sonra, tablhâne emîri olan ikinci bir hâcibin, on
vanı da melik unvanına yükseltilmişti (Baranî, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 241, veya yirmiler emîri olan üçüncü bir hâcibin ve emîr sıfatını hâiz olmayan
S?8). Tugluklar zamanında bu has-hâciplere seyyidü'lhüccĞb dahi de- diğer on hâcibin mevcudiyetinden bahsediyor (nşr, Ravaiss, s. 114 v.d.).
nilmekte idi (ayn. esr., s. 424, 528). Dehli sarayında XIV. asır sonlarına Maamafih XIII.—XIV. asırlarda baş-hâcipliğin hâiz olduğu ehemmiyetin
kadar devam eden bu müessese hakkında îbn Battûta Seyahatnamesi ve yavaş-yavaş azaldığı görülmektedir; bunlar, Sultan Mu'-âyyed Şeyh
Mesâlikü'UEbsâr gibi kaynaklarda mühim malûmata tesadüf olu- zamanında (815—824) 8. ve Barsbay zamanında (825—842)
298/lslâm v© Türk Hukuk Tarihi
Unvan ve Istılahlar/299

12. dereceden sayılıyorlardı; Çakmak zamanında (842—857) dereceleri 7/ye


olması icap eden hâdiselerde dahi, alâkalıların hâcip mahkemesine mü-
yükselmiş ve bu vaziyet XVI. asır başlarında dahi devam etmiş ise de (İbn
racaatlarım men'e muktedir olamıyorlardı; hâlbuki hâciplik makamına bağlı
îyâs, IV, 30), meselâ Baybars zamanına nisbetle, bunun da bir ilerileme
nakipler, şer'î mahkemelere müracaat edenleri dahi, zorla bedenî ve nakdî
sayılamayacağı meydandadır.
ceza tehdidi altında, hâcip mahkemesine götürüyorlar, her işi örfî surette
Hâciplik müessesesi, yalnız merkez-i idarede değil, Şam, Haleti ve hallediyorlardı. Din âlimleri arasında büyük hoşnutsuzluk doğuran bu
Trablus-Şam gibi, mühim niyabetlerde ve Hama, Safed ve Gazze gibi, başlıca vaziyetin Melikü'l-Kâmil Şa'bân I. zamanında (1345/1346) başladığını
merkezlerde de mevcuttu. En-Nâsir b. Kalavun zamanında Şam'da 3 hâcip söyleyen Makrîzî, bunun menşe'ini Moğui te'sirine ve Cengiz Yasa'&na
vardı ki, biri hâcibü'l-hüccâb unvanını taşımakta ve merkez dîvânından atfederek, hâciplerin^ Yasa hükümlerine göre kararlar verdiklerini
yazılan tahrîratlarda kendisine emir hâcib diye hitap edilmekte idi. Binler anlatmaktadır. Mısır Memlûkleri'nde daha Baybars zamanından başlayan yeni
Moğul-Türk te'sirinin bu çok bariz tecellîsi ve hâciplik müessesesinin bu
emir i olan bu baş-hâcip, sultanın naibi unvanını taşıyan umûmî validen sonra,
suretle aldığı yeni mâhiyet daha Quatremere'-den başlayarak, müsteşriklerin
en büyük me'raûr idi ve naibin gaybubetinde ona vekâlet ederdi. Dârü'l-adVi
dikkatini çekmiştir (Gaudefroy-Demom-bynes, La Syrie â l'epoque des
idare eden, zabıta işlerine bakan hâcibü'l-hüccâb'm maiyetindeki hâcibler —
Mamelouks, 1923, LVHI/LIX,).
ki, sayıları 3-6 kadar olurdu—emîr unvanım hâizdiler. Haleb niyabetinde de
vaziyet hemen-he-men böyle olmakla beraber, sultan naibinin bunlara karşı Hâcib unvanının daha Bagratlar sülâlesi zamanında (885—1045) Ermeni
daha büyük salâhiyeti vardı; msl. hâciplerden bir kısmının tâyini ona âit idi. prenslerinin sarayına girerek, eski senegabed unvanı yerine kaim olduğunu
Trab-lüs-Şam'da ise, hâcibü'l-hüccâb tablhâne emirlerinden, yâni kırk kişiye görüyoruz M, bunda Abbasî ananelerinin te'sirî pek açıktır. Kilikya Rupenler
kumanda eden fırka emirlerinden, olurdu. Hama'da ve diğer niyabetlerde de hanedanı zamamnda Lâtin te'siri altında terk olunan bu unvan, .Ermenüer'e
vaziyet hemen-hemen böyle idi. hecub şeklinde geçmişti (V. Langlois, CartuUzire de la ehemcellerie royale
des Roupeniens, Venise, 1863, s. 41, 45; ayn. mil., Constitution sociale et
Hâciplik müessesesinin Mısır—Suriye Memlûkler İmparatorluğu'nda politique de VArm&nie sous les rois de la dynastie roupinienne, Petersburg,
almış olduğu mâhiyetin en dikkate lâyık tarafı ve başlıca hususiyeti, baş- 1860, s. 54).
hâciplerin kazaî bir salâhiyet kazanmaları ve dârü'l-adl'in başına geçmek
suretiyle tebarüz eden bu salâhiyetin, onlara en yüksek askerî Tre idarî kaza Bibliyografya s Hâcib unvanı ve hâciblik müessesesi hakkın
hâkimi sıfatını vermekle kalmayarak, sonradan herkesin müracaatına açık bir da şimdiye kadar bütün İslâm devletlerine şâmil bir tetkik tecrü
besi dahi yapılmamıştır. L. Provençal'in yukarıda adı geçen ese
adlî .kaza mercii şekline sokmasuhr. îbn Haldun'un müphem surette temas
rinde Endülüs Emevîleri'ne ait verdiği malûmat bir tarafa bırakı
ettiği bu mesele hakkında, Makrîzî'de oldukça geniş ve vazıh malûmat vardır; lırsa, şimdiye kadar yapılan tetkikler, sâdece Mısır-Suriye
askerler arasındaki ihtilâfları dâvaları, onların iktâlarına âit hususlardan doğan Memlûkleri'ndeki hâciblik müessesesine âit gibidir ve bunların
şikâyetleri hail ve' fasl etmekle vazifeli olan baş-hâcipler ve yardımcıları en iyisi de G. Demombynes'in yukarıda adı geçen eserindeki par
sonradan bütün adlî meselelere karışmağa başlamışlardı. Eskiden doğrudan- çalardır. M. Sobernheim'in Encyclopedie de l'Islam'ın Leyden tab'-
ındaki Hâcib makalesinde yalnız Memlûkler devrinden bahsedil
doğruya kadılar tarafından şer'î mahkemelerde halledilen alacak verecek mektedir. Bu tetkiklerde Memlûkler devrine âit kaynaklar ve di
dâvaları, karı koca ihtilâfları gibi hukuk-i şahsiye dâvaları, Makrîzî ğer eski tetkikler uzun uzun zikredildiği cihetle, bu makalemizde
zamanında, hâcipler tarafından halledilmekte idi. Şer'î kaza yerine böylece onları tekrarlamağı zait gördük. Diğer İslam ve Türk devletlerinde
örfî kazanın hâkim olması, müellifi çok müteessir etmiş olmalıdır ki, bu va- bu müessesenin tekâmülünden bahsedilirken doğrudan-doğruya
ziyeti ^ tenkit etmekte ve bu müdâhalenin yüksek dâva harçları almak istifâde edilen bütün kaynaklar zikredildiği için, burada ayrıca
tekrarına lüzum görülmedi. *O
gayretinden doğduğunu anlatmak istemektedir. Bir kısmı hâciplerin resmen
iktâ sahibi olmayıp, sâdece bu dâva harclan ile geçinmeleri de dikkate /
şayandır. Yine onun ifâdesine göre, kadılar, şer*! kazaya tâbi
300/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/301

HADİM yordu. Bunlardan bâzılarının liyâkat ve hizmetleri ile temayüz ederek,


büyük mevkilere geçtikleri malûmdur. Mısır'daki Ahşidîler sülâlesi za-
HÂDÎM. (A.). Hizmetkâr; bu kelimenin ifâde ettiği muhtelif mânâlar manında büyük bir nüfuz kazanarak, hattâ sonunda hükümdarlık mevkiine
arasında, "husûsî bir ameliye ile, erkeklikten mahrum edilerek, sa- de geçen Kâfur bunlardan biridir. Endülüs Emevîleri'nin saraylarında da
raylarda ve konaklarda tûrlü-türlü husûsî ve mühim hizmetlerde kullanı- tavâşîlerin mevcudiyeti, hattâ Fransa'da Verdün şehrinde tslav kölelerini
lan hizmetkâr" mânâsı da unutulmamak icâp eder. Osmanlı devletinin son hadım ederek, Endülüs'e sevkeden ve Yahudi tacirler tarafından idare
günlerine kadar bunlara "hadım, hadım ağası" unvanı verilmekte, hattâ edilen ticarethanelerin bulunduğu malûmdur (L. Pro-vençal, VEspagne
bu' cerrahî ameliyeye "hadım etmek" denilmekte idi. Arapça hadim musulmans au Xieme siecle 1932, s. 29, 58). Mısır'da Fâtımîler sarayında
kelimesinin hadım şekline girerek aldığı bu husûsî mâna, ağa, hoca ve beyaz ve siyah tavâşîlerin mevcudiyetini muhtelif târihî kaynaklardan
tavâşî [bk. Ulam Ansiklopedisi madd.] gibi, aynı mefhûmu ifâde eden öğrendiğimiz gibi, (msl. Subhü'l~Aşâ, IH, 481, V, 489), bu husustaki
kelimelerin mâruz kaldığı semantik tekâmülün bir neticesidir. Bu müşahedelerini anlatan İran şâiri Nâsir Husrev de bunları "ustadan,
kelimelerin hiç biri esâsında bu mânâyı — yâni arapça hasî kelimesinin üstâdîn" nâmı altında zikretmektedir (Safernâma, Berlin, 1341, 62, 66; bu
ifâde ettiği "erkeklikten mahrum" mânâsım — taşımadıkları hâlde son- tâbir ile hâce tâbiri arasındaki münâsebet dikkate lâyıktır).
radan, tarihî bir tekâmül neticesi olarak, böyle bir mânâ kazanmışlar ve Saray âdet ve an'anelerinde Abbâsîler'i taklit eden muhtelif tslâm ve
bir ıstılah mâhiyetini almışlardır. Hadîm kehlesinin tavâşî yâni hadım Türk devletlerinde, tavâşîlerin mevcudiyeti târihî kaynaklardan an-
edümiş hizmetkârlar mânâsında kuUanıİışına, iptida, Gaznevî müverrihi laşılıyor. Sâmânî saraylarında bunları gördüğümüz gibi, Gazneliler dev-
Beyhakî'nin tarihinde sıklık tesadüf ediyoruz. Oradaki "ha-rem-i sultanî rinde de hükümdarların ve büyük ricalin saraylarında bunların mevcu-
hadimleri" tâbiri, şüphe yok ki, saray tavâşîlerini ifâde etmektedir. diyetini müverrih Beyhakî'nin ifâdelerinden ve şâir târihî kaynaklardan
öğreniyoruz. Sultan Mes'ud'un ağacı unvanını taşıyan ve bu mühim vazi-
tslâm dininin tavâşîliği yalnız insanlar için değil, hattâ hayvanlar için
feyi gören tavâşîsi ile Hârizmşâh Altuntaş'm Şeker isimli tavâşîsi ma-
bile men'etmesine rağmen (Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultânîye, Mısır, 1909, lûmdur. Umumiyetle hadîm diye zikredilen bu beyaz ve siyah tavâşîler-
s. 223; frns. trc. E. Fagnan, s. 552), bu âyetin islâm.dünyasında bütün den siyah renklilerin daha ziyâde harem hizmetlerinde ve beyaz tavâ-
ortaçağ boyunca nasıl yayılmış olduğu malûmdur. İslâmiyet'in hâkim şîlerin ise, hükümdarın husûsî hizmetlerinde kullanıldıkları anlaşılıyor.
olduğu bütün sahalarda, daha en eski çağlardan başlayarak, bu âdet Saray teşkilâtlarında Sâmânî-Gaznevî an'anelerini devam ettiren Büyük
mevcuttu. Çin İmparatorluğu da dâhil olmak üzere, bütün eski şark Selçuklular'da ve onun istitâlelerinde aynı vaziyetin devam ettiğini söy-
imparatorluklarında, Roma'da, Bizans'ta ve İran'da saray hizmetlerinde leyebiliriz. Bu devirde bunlar umûmî olarak hadim ismi altında zikro-
tavâşîlerin kullanıldığım ve bunlar arasında en yüksek mevkilere hattâ lunmakta idiler (al-Bondârî, nşr. Houstma, s. 286). Salâhü'd-Dîn Eyyû-
hükümdarlığa yükselen şahsiyetlere tesadüf edildiğini biliyoruz. İşte bî'nin meşhur veziri Karakuş, bir tavâşî idî.
bütün bu te'sirler altında ve bilhassa Sâsânî ve Bizans saraylarım takliden,
iptida Emevî saraylarında tavâşîler kullanılmağa başlandı. Mes'ûdî'deki Mısır Memlûk sultanları devrinde, saraydaki tavâşîlerin reislerine
bir kayıt, bunun başlangıcım Mu'âviye devrine kadar irca etmektedir zimamdar unvanı veriliyordu. Sultanın harem işlerine, ailevî hususlara o
(Murûc al-zahab, fnsş. trc., Vm, 148—150)., Abbasî devrinde bunların nezâket ediyor, hâricden alınacak şeyleri o alıyor ve hükümdar ailesine
sayısı ve ehemmiyeti, bilhassa Emîn zamanından başlayarak, fevkalâde mensup prensesler yahut âzâd edilmiş cariyelerin evlenmesi hususunda
arttı. Halife el-Muktedîr bi'llâh'm beyaz ve siyah 11.000 tavâşîsi mevcut sultandan doğrudan-doğruya emr alıyordu. Bâbü's-sitârg yâni perde kapısı
idi (al-Fahrî, nşr. Derenbourğ, s. 352). Bir Bizans sefaret heyetinin hizmetinde bulunan bütün tavâşîler onun emri altında idiler (Quatremire,
Bağdad'da kabulü esnasında 4.000 beyaz ve 3.000 siyah tavâşînin Histoire des sultans Mamelouks, I, 2, kısım, 65). Yalnız Memlûkler
merasimde mevcut olduğunu görüyoruz (Subhu'l-Aşâ, IH, 272; bu hususta devrinde bunlara tavâşî [bk. tslâm Ansiklopedisi] denildiğini görmekteyiz
tafsilât için bk. A. Mez, Die Renaissance des Ulcm, fasıl 20). Siyah renkli ki, bu tâbir XIV.-XV. asırlarda Anadolu'da da yayılmıştır. Sinop'ta,
tavâşîler bilhassa harem hizmetlerinde kullanıb- îsfendiyar b. Bayezid zamanına âit, 838 tarihli bir kitabede
302/îslâm ve Türk Hukuk Tariihi Unvan ve Istılahlar/303

ismi geçen Şihâbü'd-Dîn Şahin el- Memlûk el-T&vâşî'nin, Aşık Paşazade Hakkında Bâzı Mülâhazalar (THITM, 1,1931, 208—211; (bk. Ötüken
tarihinde Çandar-oğlu famftil Bey'in veziri olarak gösterilen Şi-hâbü'd-Dîn Neşriyat tarafından yapılan yeni baskısı, Bizans Müesseselerinin
Ağa olduğu ve ağa unvanının da belki tavâşîliği dolayısı ile verildiği kuvvetle Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul, 1981 s. 75—81] burada <
tahnün donabilir. Osmanlı sarayındaki dârü's-saâde ağalığı hakkındaki târihî kaynaklar
hakkında da tenkidi malûmat vardır).
Bütün ortaçağ îslâm ve Türk devletlerinde az-çok farklar ile devam eden
bu saray an'anesine Osmanhlar'ın da vâris olacağı pek tabi'-îdir. Moğul
istilâsından sonra, islâmlaşmış Moğul devletlerinde, meselâ tlhanlılar'da ve
onlara vâris olan sülâlelerde de devam eden bu an'-anenin Osmanlı sarayında, HİLÂT
hiç olmazsa Bayezid I. devrinde, mevcudiyeti muhakkaktır. XV. — XVI.
asırlarda, imparatorluğun inkişâfı ile müterâfik olarak, saray teşkilâtının
HİL'AT, arapça esvabını çıkarmak mânasını ifâde eden haV (cem. hila')
büyümesi, Osmanlı sarayında beyaz ve siyah tavâşîlerin çoğalması ve bunların kökünden gelen bu kelime, ıstılah olarak, "hükümdarın taltif etmek istediği bir
muntazam bir teşkilâta rapt-olunmasında tabiatiyle müessir olmuştur. Fakat kimseye verdiği kıymetli libas" mânâsında kullanılır ki, Mısır'da Memlûk
kökleri Abbasî ve Selçuklu saraylarına kadar çıkan bu tavâşîlik müessesesinin devrinde sık-sık tesadüf edilen teşrif kelimesi bunun mürâdifidir. Ortaçağ islâm
Bizans sarayından alındığı hakkında, bir takım bizantinistler tarafından, Heri ve Türk devletlerinde bu usâKfci umumiyetle mevcut olduğunu görüyoruz. Bâzı
sürülen iddiaların (msl. E. Oberhummer, Die Turken und das osman. Re-rich, devletlerde, muayyen resmî vazifelere mahsus muayyen fayâfetlçr var idi ki, bu
s. 55) hiç bir esâsa dayanmadığı ve Osmanlılar'daki dârü's-saâde ağaltğı'nm vazifeye tâyin olunanlara, hükümdar veya, ona vekâleten, alâkalı âmir
Bizans sarayındaki certMeunuchos'\v$\m bir taklidi olmadığı, yukarıki tarafından, muayyen merasim ile, verilirdi. ffiTat sâdece bir libastan ibaret
izahlardan sonra, kolayca anlaşılabilir. olmayıp, bu muayyen " kostümden başka, me'mûriyetin mâhiyet ve
Bu arada şu* noktayı da ehemmiyetle belirtmek mecburiyetindeyiz ki, ne ehemmiyetine göre, külah, kemer, hama'il, kılıç, at, askerî muzika ve bayrak
XV. ve hattâ ne de XVI. asırlarda, saraydaki tavâşîlerin devlet işleri üzerinde (tabi ve 'alem)t para gibi bir takım şeyleri de ihtiva ederdi. Muhtelif devletlerde
müessir olduklarına dâir, elimizde hiç bir kayıt yoktur. 982'de kapı-ağası türlü-türlü şekillerde ve renklerde olan ve tetümmâtı itibârı ile de biribirinden
Habeşî Mehmed Ağa, ilk defa, dârü's-saâde ağası unvanını almış ve ayrıca farklı bir mâhiyet arzeden bu hil'atlerde, umumiyetle, hükümdarların isim ve
Haremeyn vakıflarına nezâret vazifesi de uhdesine verilmişti. Saray alâmetleri bulunurdu. Bir çok îslâm devletlerinde <bu hiTatleri dokumağa
kadınlarının elinde bir oyuncak olan Murad TTT- devrinde dârü's-saâde mahsus imalâthaneler (ârü'Utirâz) mevcut olup, hil'atler burada yapılır ve
ağalığının böyle bir ehemmiyet kazanması pek tabiîdir, tşte bu zamandan hükümdarın alâmeti (tirâz, şi'âr) de, ya dokuma içine konmak yahut dokunmuş
başlayarak, H. Meşrutiyetin ilânına kadar, dârü's-saâde ağaları arasında husûsî parçalar şeklinde sonradan kostüme ilâve olunmak suretiyle, hil'at vücûda
memleketin umûmî hayatında ekseriyetle meş'ûm büyük roller oynayan bir getirilirdi. HiTatin mütemmimi olan diğer şeyler de yine resmî imalâthanelerde
takım şahsiyetlerin yetiştiğini biliyoruz. yapılırdı ve hükümdarın alâmetini ihtiva ederdi. Sarayda husûsî dâirelerde
muayyen saray me'mûrlarının nezâreti altında muhafaza edilen bu hil'atlerin
Bibliyografya : Umumiyetle tavâşîlik meselesi ve onun muh- taklidi şiddetle men'edilmişti. Hil'at vermek, ancak hükümdarlara mahsus hâ-
telif menşeleri (dinî, askerî ve iktisâdi) hakkında malûmat almak kimiyet haklarından olup, vezirlerin yahut devlet merkezinden uzak yerlerde
İçin bk. R. Millant, Les eunuques â travers les âges, (Paris, 1908) hükümdarı temsil eden valilerin, vazife sahiplerine hil'at vermeleri, ancak
ve umûmî ansiklopediler; ortaçağda umûmî olarak köle ticâreti ve hükümdara vekâleten olurdu. Resmî bir vazife tevcihinin maddî alâmeti, timsali
hadım edilmiş kölelerin nasıl tedârik edilip, nerelere satıldığı olan bu resmi hiTatlerden başka, hükümdarla-nn, her hangi bir kimseyi taltif
hakkında W. Heyd'in şu meşhur eserinde mühim tafsilât vardır:
Histoire du Commerce dulevant au Moyen-âge, II (Paris, 1ÎÖ3); maksadı ile, hil'atler verdikleri yahut esasen vazifeleri başında bulunan büyük
İslâm ve Türk saraylarında tavâşiler hakkında bk. Fuad Köprülü, me'mûrlara bu türlü ihsanlarda bulundukları da olurdu. Büyük zaferler, düğünler,
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri resmî bayram-
304/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/305

lar *e askeri teftişler bunlara vesile teşkil ederdi. Abbasî halifeleri, den, halifenin Gazneli sultanına gönderdiği hü'atler hakkında da etraflı
rûhânî hâkimiyetleri altında bulunan İslâm hökümdarlan tahta çıktıkları malûmat edinebiliyoruz (ayn. esr., s. 321). Hil'at vermek âdeti, Gazne-
zaman, onların fi'lî hâkimiyetlerini tasdik etmek, yâni nazarî olarak, liler'in siyâsî ve idarî an'aneleri te'sirinde kalan Gûrlular'da ehemmi-
kendisine âit olan yüksek hâkimiyet haklarını vekâleten onlara vererek, yetini kaybetmiş ve Dehli-Türk Sultanhği'nda da onun yerine, büyük
bu suretle meşrûtiyetlerini te'min eylemek maksadı ile, kendi tirâzlarını vazifelerde bulunan askerî ve mülkî ricale daha ziyâde tabi ve 'alem,
taşıyan bir siyah hü'ati, şâir bir takım hâkimiyet timsalleri ve hediyeler getr gibi hâkimiyet timsalleri ve unvanlar vermek usûl olmuştur (Şabar
ile beraber, gönderirlerdi. Halife veya hükümdar tarafından verilmiş bir kât-i Nâsirt, s. 65 v.d.; 'Afîf, Târîh-i Fîrûzşâhî, s. 274'te halifeden gelen
hil'ati kabul etmemek yahut evvelce verilmiş böyle bir hil'ati çıkarmak, hü'atler hakkında malûmat vardır). Büyük Selçuklular İmparator-
metbûluk sıfatını tanımayarak, meşru kuvvete karsı isyan etmek ve luğumda, hükümdarların taltif etmek istedikleri kimselere hil'at verdik-
istiklâl dâvasına kalkışmak demek idi. leri (Dîvân-i Mu'izzî, nşr. 'Abbâs İkbâl, s. 157, 213) ve devletin büyük
Umûmî hatları ile izah ettiğimiz bu hil'at vermek âdetine, islâm dün- ricaline, vazifelerine âit senbolik alâmetler üe (msl. vezirlere verilen
yasında, Emevîler'den başlayarak, tesadüf ediyoruz; Sâsânîler'de ve altın divit gibi) birlikte hü'atler verildiğini, o devre âit târihî kaynak-
Bizanslılar'da daha İslâmiyet'in zuhurundan evvel mevcut olan bu âdeti lardan öğrenmekteyiz (msl. bk. el-Bondârî, Zübdetü'n-Nusre; yine bu
Emevîler'in onlardan almış olmaları pek tabiîdir; eldeki bütün vesikalar kaynaklarda, halifelerin Selçuklu İmparatorlarına ve Büyük Selçuklu
karşısında İslâmiyet'te hil'at vermek usûlünün iptida Hârûnü'r-Reşîd ricaline verdikleri hü'atler hakkında da etrafIı malûmat vardır). Ana-
tarafından ihdas edildiğini söyleyen müverrih Makrîzî'nin bu ifâdesine dolu Selçukları da dahil olmak üzere (bk. İbn Bîbî'nin mufassal ve
elbette bir kıymet verilemez. Nitekim bu âdet sonradan Endülüs muhtasar nüshaları), Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bütün istitâle-
Emevîlerf ne ve onlardan da İspanya'daki diğer İslâm devletlerine geç- lerinde, Hârizmşâhlar'da, Atabeyler'de, Eyyûbîler'de tesadüf ettiğimiz
miştir (E. Lerez, l'Espagne musulmans en Kime siecle, Paris, 1932, s. bu an'ane, bilhassa Mısır-Suriye Memlûk İmparatorluğumda büyük bir
ehemmiyet kazanmıştır ki, bu devrin çok zengin tarihî kaynakları ve
56). Bu âdetin, daha ilk devirlerden başlayarak, Abbasîler'de de mevcut
bilhassa Sübhü'l-'Aşâ gibi dîvân malûmatını bütün teferruatı üe tesbit
olduğunu ve hilâfetin yıkılışına kadar devam ettiğini tarihî kaynak-
eden ansiklopedik eserler sayesinde, bu hususta çok geniş bilgüere sa-
lardan, bütün teferruata ile, öğrenmekteyiz (Corcî Zeydân, Medeniyet-i
hip bulunuyoruz (VIII, 339; bk. bir de Walter Björkman, Beitraege zur
tslâmiye T&rihi, V, 255 y.d.; A. Mez, Die Renaissance des Islams, s.
Geschichte der staatskanzlei in islamischen Aegypten, 1928, bk. fihrist;
118, 232—234). Abbasî İmparatorluğu'ndan ayrılan coğrafî sahalarda
G. Demombynes, La Syrie â Vepoque des Mamelouks, s. 139 v.d.).
kumlan ve onların siyâsî ve idarî müesseselerini tabiatiyle devam ettiren
muhtelif İslâm ve Türk devletlerinde de bu âdetin, zaman ve mekâna Hü'at usûlünün Memlûkler imparatorluğunda kazanmış olduğu bu
göre bâzı ayrılıklar göstermekle beraber, devam ettiğini söyleyebiliriz: ehemmiyete rağmen, şimalî Afrika müslüman sülâlelerinde 'buna tesa-
Tâhirîlert Saffârîler ve Sâmânîler'de gördüğümüz bu âdet (meselâ düf edilmiyor. Bu hükümdarlar, taltif etmek istedikleri kimselere, hu-
Narşahî, Târîh-i Buhârâ, nşr. Ch. Şchefer, s. 86, 166, 197, Kabus- sûsî olarak elbiselik kumaş vermekle iktifa ederlerdi (bk. İbn Fazl Allah
nâme, nşr. Sa'îd Nefîsî, s. 16?; Nizâmî-i Arûzî Çahâr makale, nşr. al-*Omari, Masalık al-absâr, G. Demombynes tarafından tercüme edi-
Muhammed Kazyîhî, s. 76), Gazneliler devletinde, bilhassa Mahmûd len şimalî Afrika kısmı, Paris, 1927, s. 124). Selçuklu an'aneleri te'siri
Gaznevî devrinden başlayarak, büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu altında kalan İlhanhlar İmparatorluğu ile onu takip eden' şâir Türk dev-
devre mensup bâzı şâirlerin hükümdarın kendilerine hü'at ihsan letlerinde, Altın-Ordu'da [bk. İslâm, AnskL, mad. İbn Battûtâ], Timur-
ettiğinden bahsettiklerini görüyoruz (Ferruhî, Dîvân, nşr. *Alî Aban, s. lularda, (msl. Zafar-nâma-i Yazdı, nşr. M. İlahdâd, Bibliatheca Indica,
376). Fakat daha ziyâde husûsî mâhiyette olan bu gibi hâdiselerin I, 290, 321, 547; Handmîr, Düstârü'l-Vüzerâ, nşr. Sa'îd Nefisi, s. 439),
dışında, devletin askerî ve mülkî büyük ricaline verilen hü'atler ve Safevîler'de, orta Asya ve Hind-Türk sülâlerinde, Osmanhlar'da bu
(bunların nelerden mürekkep olduğu hakkında geniş mâ-lûmâta da sahip hü'at usûlünün, muhtelif değişiklikler üe, devam ettiği görülüyor (bun-
bulunuyoruz (Târîh4 Beyhâkî, nşr. Kasım Ganî ve Feyyâ2, s. 155, 159, lara âit târihî kaynaklarda ve tetkiklerde lâzım gelen tafsilâta tesadüf
160, 265, 269( 294, 557 ve tür. yer.). Yine bu eser- olunabilir ise de, henüz bu mesele hakkında yazılmış husûsî monografi-
306/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Unvan ve Istılahlar/307

lere mâlik bulunmuyoruz; Osmanhlar'da hü'at meselesi hakkında bk. da R. Rozy tarafmdan Amsterdam'da neşrolunan Dictionnaire detaille des
Noms des Vötements chez les Arabes adlı eserde de hil'at meselesi
M. dX)hsson, Tdbleaux gâniral de VEmpire Ottoman, VE, 199; îsmail hakkında, yine daha ziyâde Memlûk devri kaynaklarından istifâde
Hakkı Uzunçarşıh, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Ankara, 1945, bk. suretiyle, malûmat verilmiştir. Bunlardan sonra Cl. Huart tarafından
fihrist). ş z $ şt ~ Encyclopedie de ITsIam'da yazılan mad. Hil'at ve benim Bizans
Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri Hakkında Bazı
Daha İslâmiyet'in ük asrından başlayarak, mevcudiyetini gördüğümüz Mülâhazalar adlı makalemde (Türk Hukuk ve İktisat Tarihi mecm. I, 273—
bu hil'at müessesesinin menşe'i hakkında henüz kat'î bir şey söylemek 276) bu hususta kısa malûmat ve bibliyografya kayıtları vardır. Resmî
kaabil olmamakla beraber, müslümanlârın bunu Bizans ve Sâsânî elbiselerin kudret ve hakimiyet timsâli olarak [kullanılması meselesi
an'anelerüü taklit etmek suretiyle meydana getirdikleri tabi'îdir. Çünkü hakkında Cl. Huart tarafmdan zikredilen şu eserlere bk. G. Melomi, Alcuni
Sâsânîler'de bu an'anenin büyük ehemmiyeti olduğunu bildiğimiz gibi (A. temi semantici (RSO, 1910, III, 533 v.d.); F. W. Buckler-Two Instances of
Khil'at in the Bible (Journal of Theological Stu-dies, 1922, XXIII, 197
Christensen, Viran sous les Sassanides, 1936, s. 403), Bizanslılarda da bu v.d.); ayn. mü., The political theory of the Indian Mutiny (Transactions of
âdetin eskiliği malûmdur (G. Rouillard, VAdministration çivile de the Royal Historical Society, 1922, V, 81); muhtelif İslâm devletlerinde
VEgypte Byzantine, 1923, s. 228; Ch. Diehl, Byzance, s. 57). hil'at meselesini tetkik için müracaatı zarurî olan başlıca kaynaklar makale
içinde gösterilmiş olduğundan, talî mâhiyetteki bir çok eserlerden burada
Mısır'da daha Fir'avunlar devrinde mevcudiyetini gördüğümüz bu bahse lüzum görülmemiştir.
âdetin eski Bâbil-Âsûr medeniyetinden kaldığını, yâni şark menşe'in-den
geldiğini iddia edenler olduğu gibi (J. von Karabacek, Papyruspro-tokolle,
s. 27), bunun eski Roma'daki clavus ile alâkası olduğunu, İranlıların V. —
VI. asırlarda bunu taklit ettiklerini ve bunun da eski Etrüsk menşe'inden
geldiğini iddia edenler de yok değildir (bk. Encyclopâdie de Z'lsZam'da
Grohmann tarafmdan yazılmış olan Tir âz maddesi). Eski şark menşe'i
ihtimâlinin kolayca reddedilemeyeceğini söyleyen bu müellifin iddiasını
te'yid için, hil'at vermek âdetinin eski Çinliler'de de mevcut olduğunu ve
Türkler'in daha İslâmiyet'i kabulden evvel bu an'aneye vâkıf
bulunduklarım ilâve edelim. E. Chavannes'ın tetkiklerine göre, Çin
imparatorları Türk prenslerine, bâzan kendi sırtlarından çıkararak, hiTatler
veriyorlardı (Documents sur les Tou-Kiue occidentaux, 1903, s. 60). Bu
hiTatler, Gazneliler'de ve Mısır Memlûkleri'nde olduğu gibi, muhtelif
vazife ve rütbelere göre, muhtelif renklerde idi ve yalnız elbiseden ibaret
olmayıp, ayrıca bir takım teferruatı da ihtiva ediyordu (aynı müellifin
T'oung-Pao, II. seri, V, 15, 36, 42, 46-49'daki makaleleri). Maamafih Orta
Asya'daki ilk müslüman Türk devletlerinde ve mu-ahharen, Moğullar'da
uzak şark medeniyetinin bâzı tehirleri bulunmasına rağmen, hil'at vermek
usûlünün İslâm ve Türk devletlerinde bu kadar kuvvetle yerleşmesinde
Bizans ve Sâsânî müesseselerinin te'sirini kabul etmek icâp eder.

BibUyografya i Bu mesele hakkında M. Quatremere, bil-


hassa Memlûkler devri kaynaklarından i»Ufâde etmek suretiyle,
mühim ve etraflı bir not neşretnıiştir (I'Histoire des Mam-
louks, II, 2, 3, 72 v.d.). Bu notu muhtevi cildin neşrî yılın-
VAKIF MÜESSESESİNE DAİR
ARAŞTIRMALAR
VAKIF MÜESSESESİ
ve VAKIF
VESİKALARININ TARİHİ EHEMMİYETİ

Vakıf müessesesi, gerek hukukî bakımdan, gerek umumiyetle tarih


bakımından, orta ve yeni zamanlar Türk ve Mâm dünyasını tetkik için
birinci derecede mühim bir meseledir. İslâm dünyasında vakıf mües-
sesesinin başlangıcı hakkında — âdeta klâsik bir mâhiyet almış — bir-
takım rivayetlerin tarihî hiç bir esasa istinat etmediği muhakkak olmakla
beraber, Suriye ve Mısır'daki ilk îslâm fütuhatından sonra yani hicretin
birinci asrından itibaren islâm dünyasında vakıflar tesisine başlandığını
görüyoruz. İkinci asırda, İslâm hukuk meslekleri teşekkül ederek bütün
hukukî meseleler inceden inceye tetkik edildiği zaman, vakıf meselesi
hakkında sistematik konstrüksionlar yapıldı; ve daha sonraki devirlerde
de, o muhtelif mesleklere mensup hukukçuların yaptıkları birtakım
ilâveler ve tâdillerle, Hanefî'lerin, Şafiî'lerin, Mâlikî'-lerin, Hanbelî'lerin,
İmamî'lerin vakıf hakkındaki hukukî sistemleri tedvin edildi. Muhtelif
âmillerin tesiri altında vakıf müessesesinin bütün îslâm dünyasında geniş
bir mikyas alması, yeni İçtimaî hayatın amelî zaruretleri, bunun hukukî bir
mevzu olarak işlenmesinde elbette müessir olmuştur. İslâm fıkhına aid
muhtelif mezheblere mensub — âlimler tarafından vücude getirilen maruf
eserlerde bu hususta etraflı malûmat olduğu gibi, ayrlca sâdece vakıf
müessesesine ait kitaplar da tertip olunmuştur: el-Hassâf (ölümü: 261
H=875 M.)'in Ahkâmü'l-Vakf'ı (Kahire basması, 1904), İbrahim b. Mûsâ
et-Tarâbulûsî'nin (ölümü: 992 H. = 1516 M.) el-Is'ûf fi Ahkâmi'l-Evkaf't
(Kahire, 1296), Hilâl b. Yahya, (ölümü, 245 H. = 859 M.)'mn yeni basılan
Kitâbü Ahkâmi'hVakft (Haydarâbad, 1355) gibi. Memleketimizde —
tabiatiyle Hanefî esasları-
312/lslAm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/313

na göre yazılmış olan — Ömer Hilmi Efendinin Ahkâmü'hEvkaf'% ve Ali Bunlar, ekseriyetle, İslâm müelliflerinin vazettikleri an'aneleri takibden
Haydar Efendinin AhkâmütVıukûfvi son zamanlara kadar klâsik bir eser kurtulamamışlar, ve daha ziyâde amelî mâhiyet ve kıymette meselelerle
şöhretini muhafaza etmişlerdir. Bu son eserlerde, Osmanlı îm- uğraşmışlardır. Hukuku tarihe ve sosyolojiye dayanan bir ilim gibi değil,
paratorluğu'nun uzun hayatı esnasında, Türk hukukçularının — tabiî, sâdece bir adlî teknik olarak telâkki eden müelliflerin vücûde getirdikleri
büyük imamların vazettikleri umûmî esaslardan hârice çıkamamakla bu eserler, vakıf müessesesinin sâdece hukukî bakımdan tekâmülünü
beraber — vakıf meselesinin hallinde hayatî zaruretlere göre yaptıkları anlatmağa büe kifayet edemezler. Demek oluyor ki, Şark'-ta asırlardan
bazı yenilikleri, ufak tefek tâdilleri görmek kaabildir; fakat, yaşadıkları beri yapılmış tetkiklere ve Garp'te bir asırdan beri ortaya çıkan oldukça
muhitin ve taşıdıkları zihniyetin tazyiki altında bu müellifler de, dar bir mebzul neşriyata rağmen, henüz vakıf müessesesinin hukukî cephesi bile
dogmatizmden kurtulamamışlardı. lâyikiyle aydınlatılmış olmaktan çok uzaktır.
İslâm memleketlerinde bu suretle inkişaf eden vakıf müessesesi tetkikleri,
bir asırdan beri Garp müsteşrik hukukçuları arasında da bir tetkik mevzuu
olmuştur. Vakıf müessesesinin yaşadığı birtakım İslâm memleketlerini n
hâkimiyetleri altına alan müstemlekeci devletler, orada mer'i İslâm
hukukunu tetkik ettirdikleri sırada tabiatiyle vakıf müessesesinin tetkikine Şâir bütün içtimaî müesseseler gibi, hukukî müesseseler de, lâyikiyle
de gayret ettiler, islâm hukukuna dâir Garpta yapılmış tetkikler arasında, anlaşılabilmek için mutlaka tarihî bakımdan tetkik edilmek mec-
bilhassa vakfa aid oldukça mühim eserlere, makalelere tesadüf edilmesi buriyetindedir. Tabu muhiti içine konmadan ve tarihî inkişafı takip
bundan dolayıdır. İdare ettiği memleketi, halkı tanımak, onların edilmeden, herhangi bir hukukî müessesenin anlaşılması imkânsız olur.
münâsebetlerini tanzim eden hukukî esasları öğrenmek, müstemlekeci bir Demek oluyor ki sistematik hukuk bilgisi, tarih ve sosyoloji üe tamam-
devletin ilk meşgalelerinden birini teşkil eder. İşte bu suretle Garpta bugün lanmadığı takdirde bugünkü geniş ve hakikî mânasiyle «Hukukî zihniyet -
vakıf müessesesinin muhtelif meriı-leketlerdeki vaziyetini ve muhtelif l'isprit juridique» in teşekkülü kaabil değildir. Bu umûmî kaideyi
mezheblere göre vakıf ahkâmın! göstren birçok eserlerin mevcudiyetini mevzûumuza tatbik1 edince vâsıl olacağımız netice şudur: Vakıf mü-
biliyoruz. Heffening'in Encuc-lopidie de Z'Jttam'daki Wakf makalesinde — essesesi baklanda eski İslâm hukukçularının kurmuş oldukları teorik
şüphesiz tam olmamakla beraber — bu husustaki başlıca tetkiklerin bir sistemleri öğrenmekle içtimaî bir realite- olan 'bu müessesenin hukukî
bibliyografyasını bulmak kaabildir. Bizde şimdiye kadar vakıf meselesiyle mâhiyetini lâyikiyle anlamış olmayız; bunun nasıl doğup inkişaf ettiğini
uğraşmış olan hukukçular, sâdece muahhar devirlerde yetişmiş birtakım muayyen zaman ve mekanlardaki cemiyetler içinde takip edebilirsek, yani
Compilateur'-lerin örf Hanefî mezhebi esaslarına göre yazılmış eserlerine meselenin tarihî tekâmül processus'ûnû. kavrayabilirsek, ancak, o zaman
müracaatla iktifa ettikleri cihetle, vakıf meselelerinin başka mezheblere gayemize ermiş olabiliriz; ve ancak o zaman bu teorik sistemlerin amelî
göre nasıl hükümlere tâbi olduğunu araştırmayı düşünmemişlerdi. Halbuki kıymetini, hayat ile tetâbuk derecesini, sırf nazarî kalan cihetlerini,
Garb müsteşrik - hukukçuları, vakıf müessesesini muhtelif mezheblere göre aralarındaki farkların mâhiyetini bütün sebebleriyle öğrenmiş oluruz.
tetkik etmişler, bazan mukayeseler yapmışlar, hattâ bazan menşe' Buna göre, vakıf müessesesinin, sadece hukukî bakımdan anlaşılması için
meselelerini araştırmaya kadar ilerlemişlerdir. Cumhuriyet devrine ve son bile, tarihi tetkiklerin birinci derecede mühim olduğu meydana çıkıyor.
adlî inkılâplara kadar İslâm hukuku esaslarına tâbi olan memleketimizde Hâlbuki bunun hâricinde olarak, sırf tarihî bakımdan da bu müessesenin
bütün bu tetkîfclerin meçhul kalması, hayret ve ibretle karşılanacak bir büyük ehemmiyeti vardır: Bugünkü geniş devlet mefhumuna göre âmme
hâdisedir. hizmetleri mâhiyetinde olan birçok içtimaî vazifeler, vaktiyle vakıf
müessesesi tarafından ifâ olunuyordu; yollar, köprüler, sulama işleri gibi
Maamafih, yanlış bir telâkkiye mahal vermemek 4çin hemen ilâve nâfia işleri, hastahâneler ve fakirlere yardım gibi içtimaî muavenet işleri,
edelim ki, pek mahdut bazı istisnalar bir tarafa bırakılacak olursa, vafaf medreseler ve kütüphaneler, okutanların ve okuyanların maişetini temin
müessesesi hakkında yapılan Garb tetkikleri de henüz oldukça geri olup, gibi kültür işleri, doğrudan doğruya vakıflarla idare edilmekte idi. Bütün
dar mânasiyle hukukî ve dogmatik araştırmalardan ibarettir. bu işlerin mâhiyetini, inkişaf derecesini, nasıl bir teşkilât tarafından ne
tarzda idare edildiğini
314/lslâm ve TCirk Huücuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/315
anlamak, içtimâi tarih bakımından zarurîdir. Acaba bu bakımdan vakıf
müessesesi hakkında tarihî araştırmalar yapılmış mıdır? in
Derin bir esefle itiraf etmek lâzımdır ki ne memleketimizde, ne şâir Vakıf müessesesinin tarihini tetkik için ilk müracaat edilecek kay-
islâm memleketinde, bu tarzda ciddî tetkikler yok gibidir. Çok dar bir naklar, vekayinâmeler* münşeat mecmuaları, mâli idareye âit pek mü-
hukukî çerçeve içindeki dogmatik tetkiklerin haricinde, yalnız, vakıfların him tafsilâtı ihtiva eden coğrafî eserler, seyahatnameler gibi edebî
idare teşkilâtına ait olarak mahdud bazı araştırmalar yapılmıştır ki, mâhiyette yazılardır. Yarı resmî yekayinâmeler, resmî vesikaları tanzim
bunları da bilhassa Garp müsteşriklerine borçluyuz. Maama-fih bu ile mükellef büyük memur ve ekseriyetle dîvâna mensup, yâni resmî
araştırmalar da, daha ziyâde Memlûkler devrine ve kısmen de bâzı Şimalî vesikalarım tanzim ile mükellef büyük memurlar tarafından tanzim
Afrika müslüman devletleriyle Endülüs'e münhasır gibidir. Başka edilen münşeatlar muhtelif memleketlerin iktisadî ve mâlî hayatına alt
devirlere ve sahalara nisbetle çok mebzul tarih! kaynaklara mâlik resmî kayıtlardan toplanmış mevsuk malûmatı muhtevi coğrafî eserler
olduğumuz Memlûkler devrinde vakıfların ne suretle idare edildiğine dâir bu hususta birinci derecede mühimdir: Meselâ İlhanlılar ye Celâyirliler
sarih malûmat edinmek kaabildir: Van Berchem, G. Wietr J. Sauvaget devri için Reşidü'd-Dînln Câmi,û't*TevârWi, Nahcevant*-nin Düstûrü'l-
muhtelif yazılarında bu meseleyle meşgul oldukları gibi G. Demombynes Kâtib'U Hamdullah Kazvînî'nin Nüzhetü'l-Kulûb'u bunlar için güzel birer
de «Memlûkler Devrinde Suriye — la Syrie â Vipoque de Marnelouks, misal olabilir. Bunlardan .başka bibliyografik mâhiyette eserler, evliya
Paris 1923» adlı mükemmel eserinde buna dâir toplu malûmat vermiştir. menkıbelerine aid hagiographique mahsûller de, bazan bu hususta
İspanya İslâm devletlerine aid olarak da Levi Provençal'-in «Müslüman kıymetli malzeme ihtiva edebilir. Bazı kronikler, hükümdarlar tarafından
İspanya — VEspagne musulmane, Paris 1923» sında izahata tesadüf tesis edüen vakıflara ait bazı vakfiyeleri veya vakfiye parçalarım da
olunuyor. Halbuki İslâm dünyasının diğer sahalarında ve başka ihtiva etmek itibariyle pek kıymetlidirler. Meselâ Reşidü'd-Dîn'in târihi,
devirlerde vakıf müessesesini tarihî bakımdan tetkik etmek, muhtelif şâir birçok hususlarda olduğu gibi bu hususta da her suretle itimada
devletlerin vakıf işlerini nasıl ve ne gibi teşkilât ile idare ettiklerini lâyık mebzul ve kıymetli malzemeyi ihtiva etmektedir.
anlamak, ne zamanlarda, nerelerde ve ne gibi vakıfların tesis edildiğini
öğrenmek, yalnız hukukî değil, geniş mânâsile tarihi bakımdan bir Bunların hâricinde olarak vakıf meselesinin tetkiki için kullanılacak
zarurettir. Ve elimizde mevcut tarihî kaynaklardan sıkı, dikkatli, meto- en mühim vesikalar, pek tabiîdir ki, doğrudan doğruya her hangi bir
dik surette istifâde etmek şartiyle, bu karanlık meselelerin de az çok vakıf tesisine ait olan vakıf vesikalarıdır. Orta ve yeni zamanlar Türk ve
İslâm devletlerinde, gerek merkezî idarede, gerek şâir idarî merkezlerde
aydınlatılacağı muhakkaktır. Büyük Selçuklu İmparatorluğundan baş-
arşivler bulunduğu, ve —bütün âmme muamelâtı gibi vakıf işlerinin de
lıyarak, Hârizmşahlar'da^ İUumlilar'da, CeZdyirlitef^de, Anadolu Selçuklu
âmme teşkilâtı vâsıtasiyle idare veya teftiş edilmek dolayısüe— bu
Devleti'nde, Osmanlı İmparatorluğu'nda., Safevîler'de, Hindistan Türk
arşivlerde vakfı alâkadar eden vesikaların da mevcudiyeti malûmdur. Bu
devletleri'nöe vakıf müessesesinin tarihini anlamak için istifâde edile-
arşivlerden bilhassa devlet merkezinde bulunanların ekseriyetle
bilecek muhtelif kaynaklar eksik değildir. Yalnız şimdiye kadar orta ve
muntazam olduğunu ve merkezî idareden çıkan bütün emirleri,
yeni zaman Türk ve İslâm devletlerinin tarihi hakkında yapılan tetkikler talimatları ve zaman zaman yapılan nüfus, arazî ve emval tahrirlerine
çok az, çok kifayetsiz ve ekseriyetle usulsüz olduğu için, bütün içtimaî ait vesikaları ihtiva ettiğini biliyoruz. Turla türlü hâdiseler, harpler,
tarih meseleleri gibi, vakıf meselesi de tamâmiyle ihmal olunmuştur. istilâlar, ihtilâller, yangınlar, maalesef bu arşivleri ortadan kaldırmış, ve
Demek oluyor İd vakıf müessesesinin şimdiye kadar ilmî bir şekilde ihtiva ettikleri resmî vesikalardan hemen hiç birşey kalmamıştır. Yalnız,
tetkik edilmemiş olmasından yalnız hukukçular değil, onlar kadar bazı devirlerde baa vesikaların ve o arada vakıf işlerine ait bazı
tarihçiler de mesuldür. Şu halde, vakıf meselesini tarihî bakımdan tetkik emirlerin yahud herhangi ibir vakıf tesisine ait şartların taşlar üzerine
«derek, bu hususta hem hukuk tarihini, hem de-içtimaî tarihi aydınlatmak kazdırılarak tesbit edildiğini biliyoruz ki, zamanın- tahribatına
için ne yapmak lâzımdır, bunu kısaca izaha çalışalım.. mukavemet eden bu gibi resmî vesikalar, doğrudan doğruya vakıflara ait
en eski ve en itimada lâyık kaynaklardır. Demek oluyor ki
316/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/317
bize» vakıf müessesesinin doğrudan doğruya tetkiki için birinci dere-
cede mühim malzemeyi epigrajik vesikalar temin edecektir. îslâm epig- hülâsası veya — amelî bir maksadla tanzim edilmiş — bir indeks ma-
rafyasının esaslarını ilmî bir tarzda kurmak şerefini dâima muhafaza hiyetindedir; yahud evvelce her nasılsa zayi olmuş bir vakfiyenin, ara-
edecek olan Van Berchem, asılları kaybolmuş bir çok vakfiyeleri— aynen dan bir az zaman geçtikten sonra, şâhidler vâsıtasiyie resmen tevsik
olmasa bile en esaslı şartlarla— muhafaza eden kitabelerin, hukuk tarihi ettirilerek yeniden tanzim olunmuş bir nüshasıdır. Bütün bunların tarihî
bakımından ne yüksek bir kıymeti hâiz olduğunu, daha çok zaman evvel kıymet itibariyle biribirinden çok farklı vesikalar olduğu, tarih meto-
tebarüz ettirmişti (Matiriauz pour un corpus inscrtpttonum arabi-corum, dolojisiyle biraz uğraşmış olanlar için pek sarihtir. Bilhassa vakıf me-
Egypte, I, le Caire, p. VIII, Paris 1894). Bu vakıf kitabeleri turla selesi gibi, maddî ve amelî büyük neticeler ve menfaatler temin edebile-
türlüdür: Bazıları herhangi bir vakfın tesisine ait şartları muhtevidir; cek meselelerin ne büyük sahtkârhklara, suiistimallere sebebiyet verebi-
bazıları herhangi bir vakfın idaresindeki yolsuzlukların kaldırıldığım leceği meydandadır. Orijinal vakfiye nüshalarının devlet arşivinde bu-
tesbit etmektedir. îşte, vakıf müessesesinin türlü cephelerini alâkalan- lundurulması usûl ittihaz edilmiyerek bunların mütevellilerin elinde mu-
dıran ve Mısır'da, Suriye'de, Irak'ta, İran'da, Anadolu'da tesadüf edilen hafaza' edilmesi, arşivlerdeki resmî defterlerde sâdece bazı muahhar
bu kitabeler, vakıf tarihiyle uğraşanlar için en mühim malzemeyi teşkil kopyelere tesadüf olunması, bazı vakıf ların —tesisinden asırlarca sonra—
eder. islâm epigrafyasına ait yarım asırdanberi yapılan araştırmalar ibraz edüen ve vüsûk derecesi asla ilmi bir surette tetkik edilmemiş olan
neticesindeki mebzul neşriyat sayesinde» bu malzemeden istifâde birtakım vakfiyelere istinad ettirilmesi, hülâsa bütün bu gibi birçok
imkânı azamî derecede kolaylaşmıştır. Kahire'deki Fransız Şark Arkeo- şeyler, vakıflar tarihiyle uğraşmak isteyenleri azamî derecede şaşırta-
lojisi Enstitüsü tarafından neşredilmekte olan Arap Epigrafyasının bilir. Vaktiyle Garp tarihiyle ve bilhassa ortazaman tarihiyle uğraşan
Kronolojik Repertuarı (Râpertoire chronologique d'Epigraphie arabe) Avrupa âlimleri de, tıpkı bu gibi müşkilât üe karşılaşmışlardı. Fakat
adlı büyük eser, bu itibarla, vakıf müessesesinin tarihini tetkik edecekler bilhassa XVIII. asırdan başlıyarak bir takım mütebahhirlerin ve âlim-
için birinci derecede bir yardımcı sayılabilir. lerin muazzam mesâisi neticesinde XIX. asrın ilk yarısında artık iyiden
iyiye teşekkül etmiş olan birtakım metodolojik disiplinler ve bilhassa
Vakıf kitabelerinden sonra, nasılsa zayi olmıyarak bize kadar intikal Diplomatik adı verilen bilgi şubesi sayesinde, târihî inşâ için kullanı-
edebilmiş vakfiyeleri, vakıf müessesesinin en mühjm kaynağı olarak lacak malzemenin mâhiyetini ve kıymet derecesini şaşmaz muhîöerle tâ-
zikretmek lâzımdır. Esasen vakıf kitabelerinin ehemmiyeti de, onların yin ve tesbite muvaffak oldular. Halbuki biz, tarihin (bütün şubeleri gibi,
—asılları zayi olmuş— birer vakfiye parçası, daha doğrusu, hülâsası vakıf müessesesinin tarihi hakkında da, henüz kullandığımız malzeme-
olmasından ileri gelir. Herhangi bir vakfa ait authentique ite vakfiyenin nin mâhiyetini ve kıymet derecesini düşünmekten çok uzak bulunuyo-
elimize geçtiğini farzedelim: O zaman o vakfiyenin hülâsasını ihtiva ruz. Halbuki sağlam ve ilmî bir çalışmanın birinci şartı budur.
eden kitabe artık orijinsl bir vakıf vesikası olmak mâhiyetini kaybeder;
ve ancak o vakfiyenin --eğer varsa— bozuk cihetlerinin kontrolü için bir
IV
yardımcı derecesine iner. Esefle söylemeliyiz ki, şimdiye kadar ele
geçen orijinal vakfiyeler hem çok mahdud, hem de nisbeten yalan Bu şartın tahakkuku için başlıca çâre, şâir mümasil tarihî vesikalar
zamanlara aittir. Burada orijinal sıfatım kullanmaktan maksadımız, gibi vakıf vesikalarının da mâhiyet ve kıymetini en sağlam ve objektif
umumiyetle vakfiye nâmı altmda zikredilen vesikaların, hakikatte ölçülerle tâyin edebüecek bir Türk - îslâm Diplomatik'inm tesisidir.
biribirinden çok farklı bir mâhiyet arzetmelerinden dolayıdır: Bazı Ortazaman Garp tarihiyle uğraşan mütebahhir ve âlimler, nasıl kendi
vakfiyeler vardır U, doğrudan doğruya vâkıfın vakfı tesis ettiği zaman sahalarına ait -bir Diplomatik tesis etmişlerse, «orta ve yeni zamanlar
tanzim edilmiş, şâhidler tarafından imza olunmuş, mevsuk ve mamûlü- Türk ve îslâm tarihiyle uğraşanlar da, ayni şeyi yapmak mecburiyetin-
bih olduğu resmen tasdik edilmiştir. Yine bazı vakfiyeler vardır ki dedirler, îşte vakıf vesikalarının, tarihin yardımcı ilimlerinin bugünkü
orijinal bir nüsha olmayıp sâdece onun bir kopyesinden ibarettir; yahut umûmî objektif usulleriyle tetkiki, onlann karakteristiklerinin tâyinini,
herhangi bir vakıf vesikasının veya vesikalarının fltikatından veya ter- bu muhtelif vesikaların nasü, ne gibi şerait dâiresinde tanzim edildiği-
cümesinden vücûda getirilmiş bir nüshadır; yahud bir vakfiyenin bir nin ve ne gibi resmî muamelelere tâbi olduğunun aydınlatılması, yani
318/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakrf Müessesesi/310
vakfa âit*her türlü metinler üzerinde dikkatle çalışılması, Türk - İslâm
V
Diplomatiğini vücûde getirmek için birinci derecede mühimdir. Bunun
için ortazaman Garp tarihinin Diplomatik ve onun tenkîd usûlleri hak- îşte bugünkü ilim zihniyetine uygun olarak, tatbik şekilleri günden
kında malûmat sahibi olmak, daha doğrusu bu usûlleri kavranuf •bulun- güne daha ziyâde katiyet ve mükemmeliyet kazanacak tenkidi usûllere
mak birinci şarttır; bundan sonra da, tetkik edilecek vakıf vesikalarının riâyetle ortaya çıkarılacak vakıf vesikaları, neşredilecek vakfiyeler,
lisanım, "üslûbunu, hukukî ve tarihî mâhiyetini, yazı tarzlarını, kâğıt yalnız vakıf müessesesini hukukî ve tarihî bakımlardan aydınlatmakla
cinslerini, uzun bir mümârese ve tecrübe ile tanımak lâzımdır. Ancak bu kalmıyacaktır. O gibi sağlam neşriyat sayesinde, tarihimizin her şube-
iki esas şartı cemetmiş olan mütebahhirler sayesindedir ki, Dip- sini aydınlatabilecek yeni vesikalar elde etmiş olacağız: İktisâdi tarih,
lomatiksin tetkik dâiresine şâir resmî ve hukukî vesikalar gibi vakıf içtimaî tarih, şehir târihi, iskân tariki, tarihî topografya, idarî ve mâlî
vesikalarının da haricî ve dahilî mâhiyetleri, nevileri, karakteristikleri tarih, dinî tarih, hülâsa eski Türk cemiyetinin dâhili bünyesini, muh-
taayyün edebilecektir. îşte Türk Diplomatik'inin vücûde gelmesi demek, telif içtimaî tabakaların hayat şartlarım, hukukî - içtimâi münâsebet-
şimdiye kadar uzun mümârese ve tecrübelerle elde edilen bilgilerin, lerini bize gösterecek bütün tarih şubeleri bundan en büyük istifâdeyi
bundan sonra yetişecek genç araştırıcılara kolaylıkla öğretilmesi, onla- temin edecektir. Şehirlerin nasıl iskân edildiğini, yeni mahallelerin na-
rın kendilerinden evvelkilerin düştükleri hatâlardan kurtarılması de- sıl teşekkül ettiğini, muhtelif sanat mensublarının nerelerde temerküz
mektir. Biz bugün tarih usûllerine uygun bir şekilde, Devlet Arşivleri'- ettiğini, muhtelif ticarî faaliyetlerin inkişaf derecesini, muhtelif halk
yle Evkaf Umum Müdürlüğü arşivinde ve şer'î mahkeme sicillerinde tabakalarının hayat seviyelerini, eşya ve para kıymetlerini, muhtelif
bulunan vakıf vesikalarım, müzelerde ve husûsî ellerdeki vakfiyeleri vergilerin mâhiyetini} ilmî ve dini müesseselerle içtimaî yardım mües-
tetkik ve metodik bir şekilde neşretmekle, Türk - İslâm Diplomatik''inin seselerinin inkişafım bize bu vesikalar anlatacaktır. Daha ziyâde askerî
mühim bir şubesinin teşekkülüne de yardım etmiş olacağız. ve siyâsî vak'âları, hükümdarların ve büyük ricalin hayat ve ser-
güzeştlerini anlatmakla iktifa eden kroniklerin, arada bir tesadüf kabi-
Yalnız filoloji'ye, hûkuk'a, tarihin yardımcı ilimlerine değil, geniş linden bahsettikleri umûmî hayatı yani cemiyetin hakikî bünyesini asıl
mânâsiyle tarihin muhtelif şubelerine ve onlarla alâkalı muhtelif disip- bu vesikalar sayesinde öğrenebileceğiz. J. Sauvaget'nin, Suriye'deki
linlere vukuf u icâb ettiren bu mesâinin güçlüğü, vakıf müessesesinin ta- Memlûk emirnamelerini muhtevi kitabelerden bahsederken pek haklı
rihiyle uğraşmak ve buna ait vesikaları neşretmek isteyenleri cesaret- olarak söylediği gibi {Bulletin d'etudes orientaies, annee 1932, tome II,
sizliğe sevketmemelidir. Her bilgi şubesi, muhtelif şahısların değil, hattâ Fasc. I, p.2), biz bu vakıf vesikaları sayesinde, kroniklerin sistematik
muhtelif nesillerin birbirini tamamlayan çahşmalarıyle vücûde gelebilir. bir surette ihmâl ettikleri alelade insanların, köylülerin, küçük sanat ve
Lâkin bunun için birinci şart, çalışanların ayni ilmî ve objektif usûllere ticâret erbabının, nasıl yaşadıklarım anlayacağız. O halde millî ta-
riâyet etmeleridir. Bilhassa tahlilî mâhiyette çalışmalarda, yani metin rihimizin birçok meçhul cephelerini bize gösterecek olan bu vakıf ve-
neşrinde, tahşiyesinde hemen bütün dünyaca kabul edilmiş kat'î usûller, sikaları üzerinde sağlam bir plânla çalışmağa başlayalım; ve bu birinci
kaideler vardır. Bu kaidelere riâyet edilerek yapılan işler, biri-birini derecede mühim tarih kaynaklarını metodik bir şekilde neşrederek ta-
tashih eder, ikmal eder; ve bu suretle meydana çıkan sağlam malzeme, rihin muhtelif şûbelerile meşgul olan mütehassısları ayrı ayrı bakım-
ilim adamları tarafından tarihî inşâ ve terkib için emniyetle lardan şiddetle alâkalandıracak bu zengin malzemeyi kaabil olduğu ka-
kullanılabilir. Halbuki ortazaman zihniyetine göre yapılan, usulsüz, dar süratle meydana koyalım. Bu suretle yalnız millî tarihe değil, bütün
indî, tenkîdsiz işlerin, o tarzda meydana konulan çürük ye kıymetsiz dünya tarihine büyük bir hizmette bulunmuş olacağız.
malzemenm, ilmî bakımdan hiç bir kıymeti yoktur. Az malûmatlı Wr
adamın metodik bir çalışması, çok mâlûmath birinin metodsuz sâyin-
den bin kere daha f aydandır. Çünkü birincisinin yanlışlarını kontrol ve
tashih etmek dâima kaabildir; halbuki ikincisinin yazısındaki doğru ve
yanlış tarafları tefrik etmeğe imkân yoktur. Bizim şark ilmi ile bugünkü
Avrupa ilmi arasındaki başlıca fark buradadır'
Vakıf Müessesesi/321

VAKFA AİT TARİHİ ISTILAHLAR MESELESİ Mogul devirlerine ait bâzı ıstılahlar hakkındaki haşiyeleri, hâlâ istifâde ile
okunabilecek kadar mühimdir. S. de Sacy, Von Hammer gibi büyük
Her ne mâhiyette olursa ojsun umumiyetle tarihî vesikaların tahlil ve müsteşriklerin eserlerinde de bu hususda kıymetli tetkiklere tesadüf olu-
izahında en mühim ve en müşkül cihet, tarihî ısülahlar'ın lâyıbyle nur. Kezâlik Van Berchem'in epigrafik tetkiklerinde de bâzı tarihî ıstı-
anlaşılmasıdır. Vakıf vesikalarının tetkiki hususunda da bu zorluk derhâl lahlar hakkında çok mühim notlar vardır. Şu son zamanlara kadar garpta
kendini gösterir: muhtelif zaman ve mekânlara ait vakıf vesikalarında neşredilen muhtelif metinlerde, tercemelerde, monografilerde tarihî
meselâ bir takım vazifelerden bahsedildiğini sık sık görürüz ki, bunların ıstılahlar hakkında böyle parça parça malûmata tesadüf olunabilirse de,
mâhiyetini doğru olarak anlamak, vakıf müessesesiyle uğraşanlar için ilk bu hususta hiçbir bibliyografik rehber olmadığından, bunları bilmek ve
şarttır. Hâlbuki, umumiyetle tarihî ıstılahların husûsî HMflfaesini teşkil bulmak gayet müşküldür. Bundan dolayıdır ki, son asır müsteşriklerinden
eden bu vakfa ait ıstılahlar da, şâir tarihî ıstılahlar gibi şimdiye kadar birçoklarının bile, kendi selefleri tarafından yapılmış bu gibi tetkiklerden
metodik bir tarzda tetkik edilmemiştir. Bu ihmalin, tarihî araştırmalar için haberdar olamadıklarım, onlardan istifâde edemediklerini sık sık
ne esaslı bir eksiklik olduğu vç millî tarihimizin tetkiki için bu ıstılahlar görmekteyiz.
meselesini bir an evvel ciddiyetle ele almak lüzumu dâima tekrarlanan bir Memleketimize gelince, 1908 denberi bilhassa Osmanlı tarihi hakkın-
hakikattir. Fakat henüz anlaşılamıyan bir cihet varsa, o da bu meseleye ait da başlamış olan tetkikler arasında, arasıra bu tarihî ıstılahlar meselesine
metodik ve sağlam tetkiklerin nasıl yapılacağıdır. Biz burada, bilhassa de temas edilmiş, bâzı monografilerde ve neşredilen bâzı metinlerde
vakıf vesikalarında dâima geçen ve bu bakımdan âdeta vakfa ait tarihî zaman zaman bâzı ıstılahların izahına çalışılmıştır : merhum Âli'nin Âştk
ıstılah mâhiyetini alan kelimeler hakkında ayn ayrı tetkik tecrübeleri Paşa-zâde Tarihi*ne yazdığı haşiyelerde, merhum Mehmed Arifin
neşretmek niyetindeyiz. Ancak, bunun ne gibi metodolojik prensiplere neşrettiği Osmanlı Kanunnâmeleri haşiyelerinde ve daha bu gibi bâzı
güre yapıldığım anlatmak maksa-diyle, bu hususdaki mülâhazalarımızın eserlerde buna rastgeliyoruz. Târıh-i Osmanî Encümeni Mecmuasındaki
umûmî bir başlangıç şeklinde arzım zarurî gördük. Bunun, yalnız vakıf muhtelif makalelerde, Halil Edhem'in epigrafik tetkiklerinde, bâzı ıstı-
müessesesine değü, geniş manasıyle tarihin her şubesine ait ıstılahlara lahlar hakkında malûmat verildiğini görüyoruz. Şu son senelerde tarih
tetkîki hususunda da faydasız olmıyacağmı ümit ediyoruz. ıstılahlarına ait umûmî mâhiyette bir iki lügatçe* hazırlandığını duyduk-
sa da, bunlardaki yalnız merhum M. Cevdet'in 96 sayfalık yarım kalmış
Ortazaman Türk ve İslâm tarihine ait ıstılahlar hakkında umûmî bir lûgatçesi ölümünden sonra neşredilmiştir (1937 de Osman Ergin
eserler şöyle dursun hattâ husûsî küçük tetkikler büe, gerek bizde gerek tarafından çıkarılan Muallim M. Cevdet adlı eserin sonunda).
Avrupa da, henüz yok gibidir. XK. yüzyıldanberi Avrupa'da neşredilen
Türk Arap, Fars metinlerinin tab' ve tercemelerinde arasıra ıstılah ma- Garp tetkiklerinden istifâde etmifc olan Halil Edhem'in yazılarım
hiyetindeki kelimelerin izahına çalışılmışsa da, bu da oldukça mahduttur; istisna edecek olursak, tarihî ıstılahlar hakkında diğer bütün yazılarda
bu gibi haşiyeler arasında bilhassa E. Quatremere'in Memlûk ve gayet açık bir metodsuzluğun derhâl göze çarptığını esefle itiraf etmek
mecburiyetindeyiz. Umumiyetle mevzua ait çok mahdut bir bilgi ile
yazıldığı ve garp tetkiklerinden hiç istifâde edilmediği anlaşılan bu ya-
zıların en büyük kusuru olan metodsuzluğu göstermekliğimiz ve onun
üzerinde ısrar etmekliğimiz sebepsiz değildir: Bu yazıların muharrirleri,
(*) Bu makalenin yazılmasından sonra M. Zeki Pakalın'ın Osmanlı Târih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (1946-1955) üç cilt hâlinde Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından bastırılmıştır. Kitabın bâzı yerleri mevcut yazıların bir
hulâsı olmakla beraber yer yer orijinal çalışmalara da rastlanmaktadır.
O.F.K..
322/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/323

mevzularına ait daha geniş ve daha "etrafh malzemeye öıâlik obaydı ların tetkiki hususunda riâyet edilmesi lâzımgelen bâzı esasları kısaca
lar bile, yine mevzuu vuzuh ve kat'iyetle aydınlatamryacaklardı. Çünkü
kaydedelim:
filolojik ve tarihi tenkidin muayyen prensiplerim riâyet edilmedikçe,
meydana konan en zengin malzemeden bile istifâde edilemea.ve sarfedi- Istılah mahiyetindeki her kelimenin iptida filolojik bakımdan tetkiki
len mesâi boşa gitmiş olur. Bu yazılardan herhangi birim, meselâ Âştk Po- lâzımdır. Kelime aslen hangi kökten gelmiştir? Müştakları nelerdir? Asıl
§a-zâde Tarîhi'nin veya Kanunnâmeyim haşiyelerini, yahut M. Cevdet'in lügat mânâsı nedir? Ne zaman ve nerede bir ıstılah mahiyetinde olarak
yukarıda bahsettiğimi tarihî «törtiîfc'ünü veya aym cilt içindeki bâzı not kullanılmağa başlamıştır? Lügat mânâsiyle ıstılah mânâsı arasındaki
larım okuyunuz : îzah edilen her hangi bir ıstılahın hangi zamanda veya münâsebetler nedir? Istılah olarak ne gibi coğrafî sahalara yayılmıştır? Ne
hangi mekânda meydana çıktığını, geçirdiği mâna tahavvüllertai asla zamandan ne zamana kadar yaşamıştır? Bu muhtelif zaman ve me-
anlayamazsınız. Verilen malûmat ne gibi kaynaklardan alınmıştır? Aca kânlarda geçirmiş olduğu semantik tahavvüller nedir? Bütün bunlar
ba muharririn yanlış yahut müphem bir anlayışından mı ibarettir? Bun delilleriyle, vesikalariyle birer birer gösterilmek, müphem ve meçhul
ları kontrol etmek imkânsızdır. Osmanlı devrinden evvelki devirler bak kalmış cihetler açıkça kaydolunmak lâzımdır.
landa ekseriyetle büyük birşey bilmiyen bu muharrirler, yalnız Osmanlı
kaynaklarına müracaatla iktifa etmişler, hattâ bunları bile tasrihe lü Bu filolojik tetkikin îzah ettiğimiz tarzda yapılabilmesi için, tama-
zum görmemişlerdi. Âli merhumun Âşık Paşa-zâde haşiyelerini yazmak miyle tarihî bir kadro içinde ve bir tarihçi zihniyetiyle hareket edilmek
için Kaamus, Burkan, Lehçe-i Osmanî gibi lügatlere mürâcaatle iktifa birinci şarttır. Bilhassa hukukî mâhiyetteki ıstılahlarda büyük bir dük*, kat
etmesi, M. Arif'in Fâtih Kanunnâmesi' ni neşrederken —tasrihe lüzum ve ihtiyat zarurîdir: Gerçi Kanunnâmeler gibi hukukî kaynaklarda bu
görmeksizin— XVI. - XVII. asırlara alt kaynakları kullanması, metod- hukukî ıstılahları doğrudan doğruya veya dolayısiyle anlamağa yarayacak
suzluğun bariz birer nümûnesidir. Birkaç sene evvel Adliye Vekâleti nâ parçalara tesadüf olunabilir. Fakat gerek bunların gerek şâir kaynakların
mına Fâtih Kanunnâmesini yeni türk harflerile neşreden Hüseyin Na tefsirinde dikkatsiz ve tenkitsiz hareketlerden, acele tamimlerden,
mık Orkun'un o haşiyeleri —mânâlarım bozacak derecede tahrif ederek hükümlerden çekinmek icap eder. Meselâ iptida XVI. asırda Osmanlı
ve kelimeleri yanlış okuyarak— hülâsaya kalkışması ve bunları nere imparatorluğumda kullanıldığını gördüğümüz her hangi bir ıstılahı, evvelâ,
den aldığım tasrih etmiyerek kendisine mal etmesi, eski tarihçilerimiz- yine o asra ve Osmanlı sahasına ait metinlerle izaha çalışmak lâzımdır;
deki metodsuzluğun gençlerimizde korkunç bir bilgisizlikle ve intihal XVI. veya XVII. asırlara ait Osmanlı metinlerinde yine aym ıstılaha
cûr'etkârlığiyle müterâfık olarak devam ettiğini gösteren acı bir misâl tesadüf edebiliriz; fakat kelimenin bu asırlardaki mânâsı, şümulü her halde
dir. Sglî az çok değişmiş olabilir. Tıpkı bunun gibi, meselâ aynı ıstılah XVI. asırda
Safevî devletine geçmiş olabilir; fakat oradaki mânâsı Osmanlı sahasındaki
Türk-islâm dünyasına ait tarihî ıstılahlar hakkındaki bu bilgisizliğin, mânâsından her halde farklıdır. Hulâsa, memuriyet veya rütbe isimleri,
yalnız memleketimizde değil, garpte neşredilen tetkiklerde de göze siyâsî ve idarî teşkilâta ait kelimeler» vergi isimleri, yâni hukuka hattâ
çarptığım aâve edelim: Vakıflar Dergisi'nm bu sayısında G. Raquettf-in umumiyetle tarihe, maddî ve mânevi kültüre ait böyle biroçk ıstılahların
eseri hakkında yazdığımız tenkitte bu nokta üzerinde ehemmiyetle ısrar daimî bir semantik tahavvüle mâruz olduğu asla unutulmamalıdır. Bâzan
edilmiştir. Gerçi onlar, filolojik tarihî teknik bakımından, bizde yazılan herhangi idâri veya siyâsî bîr vazifeye delâlet eden bir kelimenin yerine
yazılara şüphesiz çok fâiktir; fakat bu nisbi faikıyet, gerek metodoloji ve -muhtelif sebeplerle- diğer bir kelime gelebilir; meselâ aslen türkçe bir
gerek malzeme yoksulluğu bakımlarından, onların da ekseriyetle çok kelime yerine onun arap-çası veya farsçasi kullanılır. Bu değişme, bâzan
iptidaî olduğu hakikatini unutturamaz. Ortazaman Türk Devletlerinde resmî bir mâhiyette olur. Bâzan da herhangi bir müellif, hattâ muasır bir
Hukukî Senbollerdeki Motifler adlı makalemizin [Bkz. elinizdeki kitap, s. müellif, eserini arabca veya farsça yazarken türkçe ıstılahın da arabca veya
51 - 70] başlangıcında, bu hususta oldukça etraflı izahat vermiş farsça mukabilini yazar. Bâzan aym müellifin, eserinin muhtelif yerlerinde,
olduğumu* gibi, muhtelif yazılarımızda da, münâsebet düştükçe buna ayni ıstılahın bâzan aslım, bâzan terceme edilmiş şekillerini kullandığı da
olur. Muahhar müelliflerde de, eski devirlerden bahsedilirken, eski bir
temas etmekten ve misâller vermekten geri durmamıştık. Bundan dolayı,
tekrar bu nokta üzerinde durmıyarak, sâdece, tarihî ıstüah-
324/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Va-kıf
Müesse3esi/325
ıstılah yerine, telif «amanında o ıstılahın medlulünü Sâde eden yeni bir
tâbirin kullanıldığı görülür. Bâzan da bunun zıddı olarak, sırf edebî bir ayrıca Endyclopidie de l'Islam'da A. Fischer'in yazdığı Kâhin meddesi-ne
archaisme tesirile, o devre ait bir ıstılah yerine onun medlulünü asırlarca babınız), tbn Battûtâ Seyahatnamesi'nde geçen bu kelime hakkında iptida
evvel ifâde eden eski bir ıstılahın kullanıldığı da olabilir. M. Defremery, Kafkasya ve Cenubi Rusya kavimleri hakkında Arab ve
Acem tarihçilerinin henüz basılmamış parçalarını toplayıp neşrettiği sırada,
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri (2. basım Ötü- İbn Battûtâ'dan aldığı parçanın tercemesine küçük bir haşiye ilâve etmişti:
ken Neşriyat, İstanbul 1981) adh eserimizde bütün bu zikrettiğimiz esasla- Burada bu kelimenin İbn Battûtâ tarafından Mü-zekkir kelimesiyle
ra riâyete çalıştığımız cihetle, yukarıki İhtimâllerin concrei misâllerine müteradif olarak kullanıldığı söylenilerek —aşağıda bahsedeceğimiz-»
orada tesadüf etmek kaabildir. Yine orada ve Vakıflar Dergisinin bu XVII. asra ait bir Fransız seyahatnamesine istinaden, kelimenin o asırda
sayısında G. Raquelt'in bir eseri hakkında yazdığımız tenkitte, gerek İran'da kullanıldığı ilâve olunmaktadır (Jurnal. Asi* atique, juillet 1850, p.
memleketimizde gerek Avrupa'da bu hususta yapılmış birçok tetkiklerin 61). Bundan sonra R. Dozy, sâdece buna istinat ederek Mu'arrif kelimesini
metodolojik bakımdan ne kadar kusurlu olduğu ve bunun başlıca sebepleri zikir ve tarif etmiştir (Supp. aut dictionnaU res arabes, II, 118). îşte
misâllerle izah olunmuştur. M. Cevdet'in yukarıda bahsettiğimiz tarihi Avrupa'da bu kelime hakkında yapılmış olan tetkik, eğer buna bir tetkik
ıstılahlara ait eserinde, bâzan çok mühim malûmata tesadüf edilmekle denebilirse, bundan ibarettir. Muahharen, ben, bir makalemin haşiyesinde
beraber, oradaki birçok maddelerin umumiyetle pek sathî bîr bilgi ile, ve bu ıstılahın Anadolu'da XVI. - XVII. asırlar zarfında ne mânâda
kısaca zikrettiğimiz metodolojik prensiplerden tamâmiyle gaflet edilerek kullanıldığını tabiî bütün vesikalariyle beraber göstermiştim (Türkiyat
yazıldığı ve bu itibarla ekseriya fahiş hatâlara düşüldüğü göze Mecmuası, I, 1925 s. 8). Merhum M. Cevdet'in arşiv mesâisine ait notları
çarpmaktadır. Yine aynı müellifin Vakıflar Dergisi'riîn bu sayısındaki arasında da bu kelime hakkında şu bir satırlık sathî malûmat vardır:
yazısında, bir Selçuklu vakfiyesini terceme ederken «Sultan, Melik, Emîr» «Camilerde Peygamber efendimize ve vâkıflara dâir kaside ve ezkâr
gibi tâbirleri birbirinin müteradifi addettiği hayretle göze çarpmaktadır; söyleyendir» (Osman Ergin tarafından neşredilen M. Cevdet kitabında s.
hâlbuki, birtakım eski müellif ler in( edebî kaynaklarda, arada bir bu 153). Salâhî'nin Kaanvâs-ı OsmanV-sinde ve şâir umûmî lügat
kelimeleri müteradif gibi kullanmalarına rağmen, resmî ıstılah olarak kitaplarında da kelime aynı suretle îzah edilmektedir ki, bundan, M.
bunların birbirinden tamâmiyle farklı hukukî mânâlar ifâde ettikleri, Cevdet'in malûmatını nereden aldığını kolayca istidlal edebiliriz. Mu'arrif
Ortazaman İslâm tarihiyle uğraşan herkesin malûmudur; ve bilhassa o kelimesinin —bu zikrettiklerimizden farklı bir mânâda— yani tahsildar
vakfiyede bu ıstılahların müteradif gibi değil bilâkis aralarındaki hukukî mânâsında bâzı şark memleketlerinde kullanıldığını ve bilhassa Mısır'da
farklar tamâmiyle göz önünde tutularak kullanıldığı açık surette Nü üzerinde nakliyat yapan gemilerden resim tahsiliyle mükellef memura
görünmektedir. bu ad verildiğini Van Berchem bir haşiyesinde kaydetmektedir (Corpus
inscrip. arabicarum, I, fase. I, Le Caire, 1894. p. 59). îşte mu'arrif kelimesi
Misâllerle de îzah ve te'yidine kalkışıldığı takdirde daha pek çok hakkında şimdiye kadar elde edilen malûmat bundan ibarettir. Bu zarurî
uzamak istidadmda olan bu küçük başlangıcı burada keserek, yukarıdaki bibliyografik mukaddimeden sonra, bu hususta şimdiye kadar
metedolojik prensipleri göz önünde tutmak şartiyle, vakıf vesikalarında toplayabildiğimiz malûmatı ve elde ettiğimiz neticeleri arzedelim.
sık şık geçen Mu'arrif İstılahının üahına çalışalım.
II. Mu'arrif ıstılahına iptida Büyük Selçuklular devrine alt kaynaklarda
tesadüf ediyoruz: Büyük sûfî Ebû Sa'îd Ebû'l-Hayr'ın menkıbelerinden
Mü'ARRİF bahseden Esrârü't-Tevhîd adlı meşhur eserden, şeyhin Nişâpûr'da bir
ta'ziye meclisine gittiği zaman, mu'arriflerin âdet veçhile Şeyh'i
I. Arabca 'arefe ('A.R.F.)den müştak olan bu kelimeye Arap lügat- karşıladıklarını, fakat âdetleri veçhile onun hüviyetini ve lâkaplarını
lerinde meselâ Kaamus'da, tesadüf olunmaz. Arapça'da «Kaybolan, ça- söyliyecek yerde şaşırdıklarını öğreniyoruz (V. Jukowski tarafından
lman bir şeyin yerini haber veren bakıcı» mânâsına gelen 'arrâf mü-râdifi bastırılan nüsha, 1899, Petersburg, s. 218). Demek oluyor ki mu'arrifler,
olarak kullanılıf (Goldziher, Abhandl zur arab. philologie, I, M] îbnü'tErir, meselâ ta'ziye meclisleri gibi büyük meclislerde ziyaretçilerin adım,
en-Nihâye, IV, 40; elCâhiz, VI, 62; el-Mes'ûdî, JH9 352;
326/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/327

hüviyetini, unvanlarım yüksek sesle bildirmek vazifesiyle mükellef bir çocuğa bilemez. Mu'arrif, ona, gelenlerin kim olduğunu, onlara mevki-
nevi tanıtıcı, teşriÇatçı'dır. Bu zikrettiğimiz kaynak, yazılış itibariyle lerine göre nasıl muamele edilmesi lâzım geldiğini öğretir. İsfahan'da Ka-
Selçuklular devrine ait olmakla beraber, bahsettiği hâdisenin Selçuklu- püsen rahiplerinin başı olan bu müellifin, mu'arrif ıstılahı hakkında ver-
lardan daha evvelki zamanlara ait olduğunu düşünürsek, mu'arrif ıs- diği bu malûmattan, daha Defremery'den başlayarak dâima istifâde
tılahının her halde XL asır başlarında —hattâ belki X. asırda— Horasan'- olunmuştur.
da mevcut olduğuna tahmin edebiliriz. Müellifi meçhul olup hiç olmazsa İran sahasına ait olarak doğrudan doğruya edebî ve tarihi kaynak-
Büyük Selçuklular zamanında yazıldığı tahminjolunan eski bir SUtan lardan çıkardığımız bu malûmattan sonra, muahhar farsça lügatlerden
Tarihî'nde, Sîstan haracının nerelere sarfolunduğu izah edilirken, Ra- Behûr-% 'Acem'de tesadüf ettiğimiz izahatı nakledelim ki, bu gibi
mazan'da camilerde Kur'ân okuyanlardan ve muhtelif memurlardan ıstılahların izahında bu cins lügat kitaplarına ne kadar az inanmak lâ-
.sonra, mu'arriflerin de adı geçmektedir; yalnız bunların mâhiyetlerine ve zımgeldiği kendiliğinden meydana çıksın: O eserde mu'arrif kelimesinde
vazifelerine ait hiçbir kayıt yoktur (Tarih-i-Sistân, Tahran basması, s. verilen malûmata göre, birisi —tabiî büyüklerden ve zenginlerden— öldü-
32). Bu eseri cidden âlîmâne bir surette tahşiye eden Melikü'ş-Şu'-arâ ğü.zaman, üçüncü veya dördüncü günü, mu'arrif onun hakkında manzum
Behâr, bu ıstılahı «Muhtelif içtimai tabakalara mensup insanların veya mensur bir mersiye yazarak ölünün evine gider ve hısım akraba»
ahvâlini bilenler» tarzında müphem olarak şerhe çalışmıştır ki, bundan, önünde okuyarak onlardan para ve hediye alır. Yine aynı eserde Mu'-
bu ıstılahın mânâsını iyice anlayamadığına hükmetmek kaabildir. XII. arrijiyye kelimesinde verilen malûmata nazaran, bu ıstılah İsfahan'da bir
asırda Hemedan'ın ileri gelenleri arasında Salâhü'd-Dîn Mu'arrif adlı kabilenin ismidir: hükümdarlardan veya emirlerden 'birinin yanma onun
birinin mevcudiyetini görüyoruz ki, bu da İran'ın büyük şehirlerinde tanımadığı biri geldiği zaman, onun hâl ve sânım tarif ederek bir nevi
mu'arriflerin mevcudiyetini anlatıyor (Ravendi, GMNS, II, 1921, s. 384). teşrifatçılık yapan adama da mu'arrif derler. 1153'de yazılan ve 1916'da
Maamafih burada da bu ıstılahm mâhiyetini gösterecek hiçbir kayıt tab'olunan bu eserin mu'arrif ıstılahı hakkında verdiği 'bu malûmat
yoktur. Büyük Iran edibi Sa'dî'nin Büstân'mda, gördüğümüz mu'arrif keli- nereden veya nerelerden alınmıştır? Eserin baş tarafında muhtelif
mesine (Der islâm, VII, s. 101) XIV. asırda 'Ubeydî-i Zâkâni'de rastge- mehazlar zikredilmekle beraber, bu malûmatın nereden alındığını anla-
liyoruz: Mu'arrifleri dâima şeyhlerden ve vaizlerden, hatiplerden sonra mak imkânsızdır. Müellif bu malûmatın neye istinat ettiğini başka bir
ve onlarla beraber zikretmekte ve hepsiyle eğlenmektedir; hattâ bir maddede tasrif ettiğini söylüyorsa da, galiba tab' yanlışlığından olacak,
fıkrasında Hulâgû'nun Bağdad'ı zaptettiği zaman onları nehre attırdığını o kelimeyi lügatte bulmak kaabil olamadı. Maamafih bulunsaydı bile,
«öylemektedir (Letâif, İstanbul basmas* 1303, s. 16, 19, 44, 50). XIV. bir veya iki beyitten mürekkep bir misâlden başka bir şeye tesadüf edi-
asırda, İlhanlılar ve Celâyirliler devrinde İran'ın garp sahalarında da lemiyecekti. IAgatçinin —dâima yaptığı gibi— kendi keyfine göre tefsir
mu'arriflerin mevcudiyetini gösteren bu kayıtlardan sonra, Hasan Big ve îzah ettiği bir şiir parçasile, tarihî bir ıstılahı izaha kalkışması kar-
Rumlu Tartfci'ndeki bir kayıt, 944 de Safevî ordusunda Mîr Feyri adlı bir şısında şüpheye düşmemek kaabil olamaz. Yukarıda, zaman ve mekân-
ordu mu'arrifi bulunduğunu ve bu memuriyetin ehemmiyetini an- ları muayyen metinlere dayanarak, verdiğimiz sarih izahat ile karşılaş-
latmaktadır (Afısanu' T-Tawârîlâı, Vol. I, Baroda 1931, p. 280). Bundan tırılınca Behâr-ı Acem müellifinin verdiği malûmatın ne gibi istidlaller
sonra XVII. asırda mu'arrif ıstılahının İran'da mevcudiyeti ve bunların ve tahminler mahsulü olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Bu malûmattan yal-
nız «İsfahan'daki Mu'arrifiye kabilesi» hakkındaki ifadenin nereden
içtimaî vazifeleri hakkında en geniş malûmatı, Raphael du Mans'-ın 1660
alındığını anlayamadığımızı itiraf edelim. Maamafih bunun da inanıl-
senesine ait olan meşhur eserinde bulabiliriz. 1890 da Ch. Schef er
mağa lâyık olmadığım ve mutlaka herhangi bir metnin yanlış tefsirinden
tarafından neşredilen bu eserde (Estat de la Perse, p. 38), mu'arrif .ke-
doğmuş birşey olacağını kuvvetle tahmin etmekteyiz. Çünkü bu eserde
limesi «bilen» diye terceme olunmaktadır: Mu'arrif, bir şehrin belli
böyle yanlış ve indî tefsirlerden doğmuş yanlışlıklar pek çoktur.
başlı bütün ricalini, onların halim*, tabiatini, evsafını biör; düğünlerde
veya kalabalık meclîslerde mu'arriflerin hizmetinden istifâde edilir: IH. Şimdi İran sahasını bırakarak, Mu'arrif ıstılahmm Anadolu'da
Gelenlerin kim olduğunu, Onların nasıl kabulü icap ettiğini ev sahibine ne zamandanberi ve ne mânâda kullanıldığını anlamağa çalışalım. Be-
gizlice söyler. Bilhassa büyük bir adam ölünce, ta'ziyet meclislerinde nim görebildiğime göre mu'arrif ıstılahına Anadolu'da iptida 641
mu'arrif bulunur: Ta'ziyet için gelenlerin kim olduklarım, ölenin genç
328/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/329
(1243) tarihinde tanzim edilmiş Divriği Câmi-i Kebîri Vakfiyesinde
dua ederek sonunda Fatiha ile sözünü bitirmektir ve bu vazifesinden
tesadüf ediyoruz: Orada, kendilerine evkaf varidatından hisse ayrılan
dolayı yevmiye altı akçe vazife alır (Tahsin Öz, Zwei Stiftungsurkun-
vazife erbabı arasında imam, hatip, müezzin, ferrâş, mütevelli, nazır,
den des Suttan Mehmed II Fâtih, istanbul 1935. p. 116, 131. - Fâtih Vak-
cüz-han, kubbe-dâr'dan sonra mu'arrif de zikredilmektedir (Van Ber-
fiyeleri, fatanbul 1938, s. 257, 309-310). Buradaki ifâde, camilerde mu'arrif
ehem et Halil Edhem, Corp. inseri. arabicarum, III, Asie Mineüre. 1910,
ligin eskidenberi mevcut olduğunu tasrih etmektedir ki, yukandanberi
p. MÖ). Bunun haşiyesinde mu'arrif kelimesi «Cami ve türbelerde
zikrettiğimiz malûmat ile de tamâmiyle tetâbuk ediyor. XVI. - XVII. asır-
dualar okumakla mükellef adam» tarzında tarif olunmaktadır. Ma-
lara ait birçok Osmanlı vakfiyelerinde de bu vazifenin mevcut olduğu
amafih bu ıstılahın Anadolu'da XII. asırda da mevcut olduğu tahmin
görülmektedir.
edilebilir. XIII. asırda Konya'da Mevlânâ ile muasır olan Kemalü'd-Dîn
isimli meşhur bir mu'arrif yaşıyordu ki, Eflâkî'nin Menâkıb kitabında Osmanlı devrinde mu'arrifliğin mevcudiyeti ve mâhiyeti hakkında-
ondan sık sık bahsedilmektedir: Buradaki kayıtlar, mu'arrif in, büyük ki bu malûmatı, edebî kaynaklardaki bâzı mühim kayıtlarla tamamla-
ricalin ve bilhassa Pervâne'nin tertip ettikleri toplantılarda bulunduğunu, mak kaabildir. O kayıtlardan anlaşıldığına göre, mu'ârrifler ekseriyetle
ve büyüklerden biri öldüğü zaman, cenaze merasimine gelen büyükleri güzel sedi ve güzel sözlü, ilmî ve edebî kültür sahibi insanlar arasından
kabul edip ağırlamakla muvazzaf olduğunu anlatmaktadır (Cl. Hu-art, intihap olunuyordu. Şuarâ tezkerelerinde adları geçen bâzı şâirlerin, cami-
Les Saints des derviches tourneurs, Tom. I, Paris 1918» p. 84, 117, 133, lerde mu'arrif Hk ettiklerini öğreniyoruz: Sehî Tezkeresinde Ayasof ya ca-
359-60), Eserin mütercimi CL Huart bu kelimeyi Defr&nery ve Dozy mii mu'arrif i Mecdî ile (s. 71), kendisi de babası gibi Bursa câmflerînde
gibi «nomenclateur» diye terceme ediyor ki, doğrudur. Mu'arrif'in mu'arriflik ettiği cihetle Du'âyî mahlasını alan diğer bir şâir zikredil-
cenaze merâsimindeki bu vazifesini, Mevlânâ'nm ölümünü anlatan Si- mektedir (s. 93). Tezkereci Latîfî, Kastamonulu Senâ'î, ŞemsH Hisârî,
pehsâlâr menâktbi'nâen de öğrenmekteyiz (Mithat Behârî, Terceme-i Da'î mahlâslı üç Kastamonulu şâirden bahsederken, bunların camilerde
Risâle-i Sipehsâlâr, İstanbul 1331, s. 155 - 156). XIV. asrın ilk yarısın- mu'arrif olduklarını, mûsikîye derin vukufları bulunduğunu, bilhassa,
da İbn Battûtâ'mn verdiği malûmat, mühimdir: Bu Ar ab seyyahı Kas- Fâtih devrinde İstanbul'a gelen Da'î'nin tertip ettiği birçok Ta'rîfât'm
tamonu Emîri Candaroğlu Süleyman Paşa'nın cuma namazı merasimin- mu'ârrifler arasında hâlâ meşhur olduğunu kaydeder (Latîfî Tezkeresi,
den bahsederken, «camide türkçe şiir ile sultam ve mahdumunu sena ve s. 113, 151, 208). Bâyezid II. devrinde saray hocalığında bulunan şâir
haklarında dua eden» mu'arriflerin mevcudiyetini kaydeder (İbn Sa'yî'nin de camilerde okunmak üzere birçok menşur ta'rifât tertip etti-
Battûtâ Seyahatnamesi, Şerif Paşa tercemesi, c. 1, s. 353). Mu'arriflerin ğini de tezkereci 'Âşık Çelebi (Husûsî kütüphanemizdeki yazma nüsha, va-
o devirde Kırım'da da mevcudiyetini yine aynı kaynaktan öğreniyoruz: rak 223), Latîfî (s. 191) ve Riyâzî (Husûsî kütüphanemizdeki yazma nüs-
Kırım Emîri'nin 'Alâü'd-Dîn adlı bir mu'arrifi olduğunu söyli-yen İbn ha, s. 143) tekrar etmektedirler. XVI. asır şâirlerinden Kalkandelenli Fa-
Battûtâ, onun vazifesini de anlatıyor: Bunun vazifesi, kabul dâiresinde kiri de Risâle-i Ta'rîfât adlı manzum eserinde mu'arriflerin vazifelerini
Emîr'in yanında bulunarak kadı veya diğer biri geldiği zaman rütbe ve —yukandanberi verdiğimiz îzahata uygun olarak— anlatıyor (Türkiyat
derecesine göre nam ve elkabım söylemek, yani bir nevi teşrifatçılıktır Mecmuası, c. 1, s. 8). Evliya Çelebi, «Kazasker alayı içinde pâdişâha dua-
(Aynı eser, c. 1, s. 361 - 362). XIII - XIV. asırlarda Kırım'ın Anadolu ile lar ederek geçen cami mu'arrifleri»nin sayısını 3000 olarak gösteriyor
sıkı münâsebetleri düşünülürse, bunu tabiî görmek icap eder. XIV. (Seyahatname, c. I, s. 424). Latîfî'nin ifâdesi ile şâir Rûhî'nin meşhur
asırda Anadolu'da Mu'arrif-i Lâdikî adlı bir mu'arrif - şâir Terkib-i Bend'indeki «Minberde hatip ola ve mahfilde mu'arrif» mısraı,
mâlûmumuzdur (bk. Encyclopâdie de VIslam'dakL Osmanlı "Edebiyatı mu'arriflerin mahfilde oturduklarını, kâh oturarak, kâh ayağa kalkarak
makalemiz). orada ta'rifât okuduklarını, ve okurken mûsikî kaidelerine riâyet
ettiklerini meydana çıkarmaktadır.
XV. asra ait Fâtih Vakfiyesi'nde mu'arrif ıstılahına tesadüf edildiği IV. Mu'arrif ıstılahı hakkında buraya kadar verdiğimiz malûmatı
gibi, onun vazifesini gösteren sarih kayıtlara da rastlanıyor. Bu İzahata terkibi bir hulâsa şeklinde toplamadan evvel, buna bir yardımcı olmak
göre mu'arrifin vazifesi, cuma günleri önce Allah'a, Peygamber'e, Aa- üzere, bu ıstılah ile çok alâkası olan diğer bir ıstılah hakkında da kısaca
hâb'a, sonra Pâdişâh (vakıf sahibine), sonra dâ bütün müslümanlara izahat vermek faydasız olmıyacaktır: Müzekkir. Daha XI. asırdan-
330/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/331
beri bu ıstılahın İran'da mevcut olduğunu 475 hicrîde te'lif edilmiş olan
de Vİslam'a yazmış olduğumuz Osmanlı Edebiyatı maddesine -XIV. asır-
KaMta-nâme'den öğreniyoruz: Burada müzekkir'in «mescid minberinde
bakınız. —MirsĞdü'l-îbâd, Tahran 1352 Hicrî, s. 281 - 284). îbn Battûtâ,
halka vâz ve nasihatle mükellef adam» olduğu anlaşılmaktadır (Kabus
Lâdik'teki bir vaazdan bahsederken müzekkir ıstılahını vâız müteradifi
-nâme, Sa'îd Nefîsî »basması, Tahran 1312, s. 33). Yine aynı eserde, müelli-
olarak kullanıyor (Türkçe terceme, c. I, s. 319). Bu verdiğimiz izahat,
fin müzekkirlere bir takım mühim tavsiyeleri vardır ki, bu ıstılahın med-
Anadolu camilerindeki mu'arrif 'lerin asıl vaizlerden ziyade, bu birinci
lulünü lâyıkiyle kavramak hususunda çok faydalıdır: Anlaşılıyor ki halkın
sınıf müzekkir'lere benzediğini açıkça göstermektedir.
rağbetini ve hürmetini kazanmak için, birçok mahfuzâtı olmak, güzel söy-
lemek, dinleyenlerin psikolojisine göre türlü mevzulardan bahsetmek, ara-
V. Yukarıdanberi verdiğimiz bütün bu malûmata dayanarak, mu'-
da bir hikâyeler söylemek, dualar etmek, sorulan suallere maharetle ce- arrif ıstılahın mâhiyeti ve semantik tahavvülleri hakkında şöyle bir ne-
vap vermek, hasmın zayıf olduğunu anlamadan mübahaseye girişmemek, ticeye varabiliriz: Mu'arrifler, X. asır sonlarındanberi iptida, bir nevi
halk ile fazla ihtilât etmemek, kendini ağır tutmak lâzımdır (Aynı eser, müzekkir, vâız gibi camilerde, mescitlerde hizmet eden bir sınıftı; bü-
s. 114-115). Bu asırdan başlayarak, XIV. asır tran şâirlerinden meşhur İbn yüklerin toplantılarında, bâzı dini merasimde, cenaze meclislerinde de
Yemîn'in divânına kadar birçok edebî kaynaklarda «minber'de vâz'eden onlar bulunurdu. Bu tâbirler usun müddet birbiriyle müteradif gibi kul-
müzekkirlerden» bahsedildiğini görüyoruz. Fakat bu hususta en mühim lanıldı. Fakat XIÜ. asırdan sonra yavaş yavaş mu'arrif ve müzekkirle-
izahat, XIII. asırda Anadolu'da ikmâl edilmiş olan Şeyh Necmü'd-Din Râ- rin vazifeleri ayrıldı. Her mu'arrif ve müzekkir, bir nevi avam vâızı idi;
zî'nin Mirsâdul-tbâd adlı meşhur eser indedir: Müellif burada zahir ule- fakat her vâız mu'arrif veya müzekkir değildi. Müzekkir veya mu'arrif,
mâsını müf tî, müzekkir, kadı olarak üçe ayırdıktan sonra, müzekkirleri de güzel sesli, mûsikîye ve edebiyata vâkıf, devirlerinin siyasî temayüllerine
ayrıca üçe taksim ediyor. hizmet eden, şahsî maksatlarla halkı tahrik edebilen, onların zevkine ve
seviyesine göre lâkırdı söyliyen, din ilimlerinde yalnız sathî malûmatları
1 — Fassâl'lar. Bunlar gayet san'ath, parlak ifâdelerle peygamber-
olan adamlardı; ve bundan dolayı yalnız camide değü, içtimaî hayatın
lere ait hikâyeler^ şeyhlere dâir menkıbeler naklederler. Bâzı âyetleri
şâir bâzı sahalarında da rolleri vardı. Anadolu'da bilhassa XI. asırda
şerh ve tefsir ederler. Bâzı, dua ve münacatta bulunurlar. Beste ile şi-
onların vazifeleri taayyün etti; Cuma günleri camide ta'rifât söylemek;
irler okurlar. Evvelce kendi adamlarına hazırlattıkları suallere cevap
ve bu vazife, sonraki aşırlarda da Osmanlı İmparatorluğumda aynı
verirler. Halkın taassubunu tahrik ederler. Hükümdarları, büyük emir-
suretle devam etti. İran'da da XIV. asırda mu'arrif ve onunla mü-râdif
leri, kadıları, zenginleri, zâlimleri hasis menfaatleri uğruna methederler.
olan müzekkir ile vâızın vazifeleri ayrıldı. 'Ubeyd-i Zâkânî Letâi-ji'nde
Yalan hadîsler naklederler. Hülâsa, ciddî bîr âlimin, hakîkî bir dm ada-
bunlar birbirinden sarahaten ayrılmıştır; müzekkir ıstılahı yavaş yavaş
mının, doğru bir insanın yapamıyacağı şeyleri yaparlar. Maksatları sâ-
mevkiini mu'arrif ıstılahına terketti: Safevîler devrindeki ordu mu'arrih,
dece kendi hasis menfaatlerinin te'minidir. Müellif bunları kıssa-han'la.
bir nevi avam vaizidir. Fakat asıl vâız ile, cenaze meclislerin-deki
ra yani halk hikayecilerine benzetiyor.
mu'arrif vazife ve isimleri tamâmiyle ayrılmıştır. Osmanlı İmpara-
2 — Zahir ilmine lâyıkiyle vâkıf, ciddî vâızlar. torluğunda ise mu'arrifin bu son vazifesi, daha XV. asırda kalkmıştır.
İşte bu küçük tetkik ile, Osmanlı vakıf vesikaları'nda dâima geçen mu'-
3 — Asıl müzekkirler, yani zahir ve bâto ilmine vâkıf şeyhler. arrif fötdahının mâhiyeti lâyıkiyle anlaşılmıştır ümidindeyiz.

Bu tasnifin manevî - ahlâkî bir tasnif olduğu meydandadır; ve mü-


zekkir denince bunlardan büyük bir kısmının birinci sınıfa mensup ol-
duğunu asla unutmamalıdır. Nitekim Kabûs-nâme'de bahsedilen müzek-
kirler de bilhassa bu birinci sınıfa mensup olanlardır. XIV. asır sonunda
yazdığı Kenzü'l-Küberâ adlı eserini Mirsâdü'l-îbâd'dan hulasaten ter-
ceme suretiyle vücûde getiren Şeyhoğlu Mustafa'nın bu eserinde de ay-
nı tafsilâta tesadüf olunur (Bu eser ve muharriri hakkında Encycîopidie
Vakıf Müessesesi/333

VAKFA AİT TÂRİHİ İSTILAHLAR; mücâhid, gâzî)'ların hayat tarzlarmı, ribât'ın mimari hususiyetlerini
etraflı bir surette anlatmaktadır. Fakat, Şark îslâm dünyası mem-
RİBÂT leketleri için, yalnız ÎX. - X. asır Arab coğrafyacüariyle, îbn Hallikân,
İbn Cübeyr, İbrm'l-Sîftna'dan istifâde eden G. Marçais, îran ve Tür-
kistan'daki Ribât'lar mes'elesini hemen tamâmiyle ihmâl etmiş gibidir.
I. Ribât kelimesi, yalnız vakfa ait vesikalarda yâni sâdece vakfiye-
Hâlbuki W. Barthold, 1927'de neşrettiği Türkistan Medeniyeti Tarihî
lerde ve kitabelerde değil, Ortaçağ îslâm tarihine ait bütün kaynaklarda
adlı eserinde (ikinci fasıl, İslâmiyet devrinde Türkistan) bu hususta
dâima tesadüf edilen bir ıstılâhdır. ispanya ve şimal! Afrika'da gördü-
kısa olmakla beraber faydalı malûmat vermişdi. G. Marçais, rusçadan
ğümüz en eski siyâsi teşekküllerden başlayarak Mısır, Irak, Anadolu,
başka bîr dile çevrilmemiş olan bu eserden istifâde etmediği gibi, Johs.
İran, Efganistan ve Mâverâünnehr sahalarındaki îslâm ve Türk devlet-
Pedersen'in 1931'de Encyclopedie de islam'da çıkan Masdjid makalesinde
lerine ait bütün kaynaklarda bu tâbire dâima tesadüf olunur. Uzun asır-
ribât ile hânkâh, zaviye kelimeleri arasındaki farklara dâir verilen
lardanberi bütün îslâm memleketlerine yayılmış olan bu kadar mühim
izahata da dikkat etmemiştir. Ancak, hemen şunu da ilâve edelim ki
bir ıstılahın, îslâm tarihiyle ve arkeolojisiyle uğraşan âlimler tarafından
Pedersen'in istifâde ettiği kaynaklar çok- mahdud olduğu gibi, Bart-
tetkik edilmemesi imkânsızdı. Bu ıstılahın şimalî Afrika ve İspanyadaki
hoîd'un sâdece Türkistan ribâtları hakkında verdiği malûmat da, küçük
ehemmiyeti, bu saha ile uğraşan müsteşrik ve âlimleri bu mes'-ele
bir hulâsadan başka birşey değildir; ve G. Marçais'nin Mağrib ribâtları
üzerinde epey zamandanberi meşgul etti: İptida Quatremere ve
hakkındaki hulâsasiyle karşılaştırılacak olursa, oldukça iptidâi bir mâ-
Dozy'den başlıyarak G. Marçais, Jaime Oliver Asin, H. Basset et H.
hiyette kalır. Biz bu küçük yazımızda, ribât hakkındaki bütün bu araş-
Terrasse ve daha başkaları bu hususta mühim tetkiklerde bulundular.
tırmaların neticelerinden istifâde ettiğimiz gibi, bunlarda nedense isti-
Bunlar arasında en mühim ve toplu tetkik olarak, Georges Marçais'nin
fâde edilmemiş olan bâzı âlimlerin fikirlerinden de ayrıca istifâde ettik;
1925 de Paris'te neşredilen Mâlanges Reni Basset adlı makaleler mec-
ve en zyâde Yakın Şark memleketlerine, îran ve Türkistan'a ait olup da
muasının ikinci cildindeki (s. 395-430) Berberistan'daki Ribâtlar Hakkın-
W. Barthold'un istifâde etmediği birtakım tarihî kaynaklarda bul-
da Not adlı tetkikini gösterebiliriz. Bu kıymetli Fransız müsteşrik, ve
duğumuz malzemeyi kullandık. îşte bu bakımdan, bu küçük yazı, ribât
tarihçisi, 1936'da Encyclopedie de Vlslam'da çıkan Ribât makalesinde de»
mes'elesi hakkında şimdiye kadar yapılan tetkiklerin neticelerini top-
bu mes'ele hakkındaki tetkiklerinin neticesini, kısa ve fakat açık ve mü-
lıyan bir hulâsa olmaktan çıkmış, şark îslâm dünyasındaki ribât'lar hak-
kemmel bir surette göstermiş ve buna ait bibliyografik malûmat da ver-
kında yeni ve oldukça zengin malûmat veren bir contribution mâhiyetini
miştir.
de almıştır. Maamafih, tarihî bir ıstılahın izahı maksadiyle yazılan bu
II. G. Marçais'nin bu güzel hulâsası, ribât müessesesinin menşe' ve küçük tetkikin geniş bir monografi mâhiyeti almaması için, hattâ bâzı
mâhiyetini, buna benziyen Bizans müesseseleriyle alâkasını, îslâm lüzumlu yerlerde bile fazla malûmat vermekden kaçınılmış, arkeolojik
âleminin başka yerlerinde meselâ Suriye ve Mâverâünnehr'de ribât'- tafsilât hemen tamâmiyle ihmâl edilmiş, sâdece, kendi araştırmaları-
ların mevcudiyetini, ribât'm askerî ve dinî hüviyetini, muhtelif zaman mız neticelerinin 4zahına ve ve ribât kelimesinin türlü zaman ve me-
ve mekânlarda ribât'ların ne şekle girdiğini, buralardaki murâbıt (yâni kânlarda ifâde ettiği mefhumun tahliline çalışılmıştır. Ancak, verdiğimiz
bibliyografya malûmatı sayesinde, bu mes'elenin türlü cebheleri hakkında
daha geniş malûmat edinmek kaabil olduğunu da söyliyelim.
m. Arabca (R.B.T.) rabt kökünden gelen ribât kelimesine Kurbân?
da (Vm/60) tesadüf edilmektedir: orada t>*"' J^*J şeklinde bulunan bu
kelimenin «kâfirlerle cihâda hazır bulunan süvarilerin atlarını bağlıyacak
yer» mânâsında kullanıldığı görülüyor. Buna göre, bu müessesenin daha
menşe'inde müslümanlıkdaki cihâd yâni din harbi vazifesiyle alâkalı yâni
dinî-askerî mâhiyette bir müessese olduğu görül-
334/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/335
mektedir. G. Marçais bu müessesenin tamâmiyle islâmî mâhiyette ol-
duğunu söylemekle beraber, Bizans İmparatorluğu devrinde de «içinde sahilinde Monastir'de ilk ribâtı Abbasî valisi Harseme b. A'yân (179
râhiblerin oturduğu böyle müstahkem dini mevkilere» tesadüf edildiğini H. üü 795 M.) kurmuştur. Hâlbuki XVI. asır Osmanlı müelliflerinden
Sigetvar'lı Alâeddin Ali Dede, Târih4 Hulefâ'dan naklen, ilk
ilâve ediyor ve Procope'un bahsettiği Kartaca'da denize yakın bir yerdeki
ribât'ın 'Ukbe b. Nâfi tarafından Ömer'in halifeliği zamanm-
Mandrakion adlı keşişhâne'yi hatırlatıyor. Maamafih buradaki râhiblerin
mnda kurulduğunu söylemektedir (Muhâdaratü'l-Evâ'ü, Bulak 1300,
askerî bir vazife gördükleri, çok şüphelidir. Hâlbuki ribâtlar umumiyetle
d. 143). IX. asırda ribâtların çoğaldığım görüyoruz: Ağlebîler, bütün
hudutlarda, stratejik ehemmiyeti olan başlıca yerlerde .kurulmuş
şark sahili koyunca mahraslar yapmak suretiyle kuvvetli bir'müdafâa
müstahkem mevkilerdir ki, bilhassa ilk zamanlarda, cihâd için gelen
sistemi kurdular. Monasür'desrı sonra Ağlebîler'in 206 (821) senesinde
gönüllüler burada toplanırlar; düşman hücumu karşısında, müdafaasız kurdukları Sousse ribâtı daha büyük bir ehemmiyet kazandı ve Sicilya'yı
yerlerde yaşıyan civar halkı buralara gelip barınırlar. Tıb-kı Bizans fetheden îslâm ordusu oradan yola #kia. İslamların Afrikîye, vilâyeti
hudutlarındaki küçük müstahkem mevkiler gibi, İslâm rifoât-lan da bir nin doğrudan doğruya Bizans tehdidinde bulunan yahut deniz aşın ha
müdâfaa duvariyle çevrilmiş, binaları, anbarları, ahırları ve bir tarassud ve reketlere bir istinad noktası teşkil eden şark kıyılarına nisbetle, Berbe-
işaret kulesini ihtiva eden ve içinde bir mescid ile bir hamam da bulunan ristan'ın diğer kısımları daha az ve daha zayıf ribâtlara mâlikdi. Yalnız
bir birliktir; mevkilerinin ehemmiyetine göre bunlar muhtelif büyüklükde Mağrib-i Aksâ'da Nakâr ve Arzila'da Normand korsanlarının akınlarına,
olurlar; ve hududlar üzerinde bir müdafaa silsilesi halinde devam ederler. Saîe'de ise Bergavâtâ bâtmîleriyle mücâdeleyi kolaylaştırmak için ri
Ük zamanlarda ribâtların daimî muhafız kuvvetleri gönüllülerden ibaretti; bâtlar vücûde getirilmişti. |pg|
sonraları islâm devletlerinin teşküâü büyüyüp kuvvetlendikten sonra,
İslâm'ın ilk asırlarında, bilhassa daimî bir .cihâd sahası olan yerlerde
buralara muntazam askerî kıt'alar yer. leşdirilmeğe başlanmış ve harb
ne gibi psikolojik hususiyetlerin hâkim olduğu kolaca tahmin olunabilir.
zamanlarında ayrıca gönüllüler de eskisi gibi buralarda toplanmağa devam
Bundan dolayı, servet sahihlerinin bu gibi küçük ribâtlar yap-dıklarını,
etmişlerdir. Stratejik mevkilerinin ehemmiyeti dolayısiyle bâzı ribâtların,
yahud mevcud ribâtların müdafaa kudretini arttıracak hayırlı telislerde
devlet teşkilâtının kuvvetlendiği sonraki zamanlarda âdeta büyükçe bîr
bulunduklarını, birçok dindarların cihâd farzım yerine getirmek için
şehir haline geldiği görülüyorsa da, ak asırlardaki ribâtların daha ziyâde
hududlara koşarak ribâtlarda muvakkat veya daimî surette yerleşdiklerini
küçük mikyasda bir müstahkem mevki olduğu söylenebilir: Yalnız görüyorum. Ribâtlarda yaşadıkları için murâbtt adım alan bu gaziler,
Mâveraünnehr'de 10.000 ribât bulunduğu hakkında îbn Hallikân'ın umumiyetle gönüllülerden ibaretti; birçokları, muayyen bir zaman bu
ifâdesini ve eski coğrafyacıların ribâtların çokluğu hakkındaki kayıtlarım, cihâd vazifesini gördükden sonra, ana yurdlarına dönüyorlardı. Düşman
ancak bu suretle izah edebiliriz. Akdeniz'in şark ve cenub kıyılarındaki hücumu karşısında ateş kuleleriyle uzaklara haber verildiği gibi,
îslâm memleketlerinde ve EndülüVde bütün sahil boyunca ribâtlar civardaki ahâliye de davullarla tehlike işareti veriliyor, ve herkes ribâtda
bulunduğu gibi, kara hudud-ları da ayni suretle ribâtlarla muhafaza toplanarak müdâfaa tanzim olunuyordu. Daha sonraları ribâtlarda —en
edilmekte idi. Bu ribâtların içinde veya dışında bulunan ateş kuleleri geç XVI. asırdan başhyarâk— devletten tahsisat alan daimî bir muhafız
vâsıtasiyle, düşmanın herhangi bir hareketi derhâl bütün îslâm kuvveti bulunduğu ve gönüllülerin bunlara yardımcı kuvvet olarak
memleketlerine bildiriliyordu, iskenderiye'den Cevta'ya kadar bir gecede iltihak ettiği malûmdur.
bu kuleler vâsıtasiyle haber verilebildiği hakkındaki ifâde biraz mübalâğalı G. Marçais, ribâtların mimarî bakımından nasıl bir yapı sistemi teşkil
olsa büe, böyle bir «süratli haberleşme sisteımVnin mevcudiyeti ettiği hakkında, gerek yukarıda bahsettiğimiz yazılarında gerek Manuel
muhakkaktır. Kâşgarlı Mahmud'ın ifâdesi, V. asırda îslâm dünyasının d'Art musulman (I, 15-46) adlı eserinde izahat vermektedir: Sonradan
Uzak Şark hudud bekçisi demek olan Karahanlılar'da da bu ateş kulelerinin yapılan birçok büyük inşaat ile eski mâhiyetini kaybetmiş ve müstahkem
bulunduğunu anlatmaktadır. Bu umûmî îzah, ribât müessesesinin ilk bir şehir haline girmiş olan Monast&t ribâtından ziyâde (Encyclopâdie de
asırlardaki dinî - askerî mâhiyetini aydınlatmağa kâfidir. Vlsîam'da. yine aynı müellif tarafından yazılmış olan bu maddeye
IV. Şimalî Afrika (Mağrib) ve Endülüs sahasındaki ribâtlar hakkında bakınız.) Sousse ribâtının, müessesenin eski karakterini daha açık olarak
başlıca me'hazımız olan G. Marçaise'ye göre Afrika'da Tunus gösterdiğini söylemektedir. Ribâtlar XI. - XII. asırlarda bil-
336/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/337
hassa Hıristiyan İspanya ile daimî harb halinde bulunan yâni cihâd an'-
ispanya'nın askerî mimarisi hakkında F. Hernandez ve H. Terressassee
anesini devam ettiren Uzak Magrib sahasında askeri mâhiyetlerini mu-
taraflarından yapılmakta olan kıymetli araştırmaların neticesine kadar bu
hafaza etmekte idiler. Aşağı SenegaTin bir adasında kurulan bir ribât, hususta kat'î birşey söylemek kaabil olmıyacaktır. Endülüs tarihçilerinden
Lamtûna Berberîlerinin büyük bir devletine esas olmuş ve bu devlet, Mekkârî'ye göre ribât daha ziyâde Hıristiyanlar'a karşı yapılan müdafaa
menşe'inin hâtırasını sakhyan Murâbttîn (yani Murâbıtlar devleti) adını harblerinde kullanılmaktadır. J. Oliver Asin ispanyolcaya rebato şeklinde
almıştır ki, garb tarihçileri bu ismi tahrif ederek Almoravides şekline geçen bu kelimenin «İslâm taktiğine, göre bir süvari müfrezesi tarafından
sokmuşlardır. Hemen hemen cihâd şeklini almış bir mücâdeleden sonra yapılan baskın» mânâsına geldiğini söylüyor. Maamafih ribât kelimesi
bu devleti» yerine geçen Muvakkidin (garb tarihçilerindeki bozulmuş eski mânâsım kaybettikten sonra, yine onunla alâkalı bir kelime, rabıta
şekliyle Almohades) devleti de yine menşe'ini ribâtlardan almıştır. kelimesi bu sahada çok yaşamıştır. İspanya toponimisinde Râpita,
Bunlara ait olarak Tâzâ ribâtı ile Ribâtü'l-Feth'i sayabiliriz ki, bu so- Râvira, Râbida gibi şekiller altında hâlâ hâtırasını sakhyan bu kelime,
nuncunun adım, Rabat şehri hâlâ saklamaktadır; ispanya'ya geçen İslâm Berberistan'da da .-malûmdur; ve bununla «kendi mensubları ve
orduları burada toplanırdı. adamlariyle beraber inzivaya çekilip yaşıyan bir velînin oturduğu yer»
XIV. asırda Mağrib'de Hıristiyanların akınlarına mâni olmak için kıyı- yâni onun zaviyesi, tekkesi ifâde olunur. Biraz aşağıda, Şark İslâm
larda Mahras yani müdafaa mevkileri ve işaret kuleleri yapılmağa devam alemindeki ribâtlardan bahsederken etrafiyle anlatacağımız veçhile,
ediliyor ve bunlara yine eskisi gibi ribât adı veriliyordu. Lâkin, gönüllü menşe'inde askerî - dinî mâhiyette ve cihâd mef-hûmiyle alâkalı bir
mücâhidler değil tahsisath muhafızlar tarafından müdafaa edilen bu müessese olan ribât, İslâm dünyasındaki bu fütû-hatçı cihâd ruhu
zayıfladıkdan ve tasavvuf cereyanı muayyen tarikat-ler şeklinde umûmî
mevkiler, mâhiyetleri itibariyle eski ribâtlardan çok farklıydı. Maamafih
hayatta faal bir rol oynamağa başladıkdan sonra, dervişlerin zikir ve
XVI. asırda bile Mağrib'de Asfi ribâtının Portekizlilerce karşı mücâdelede
ibâdetle meşgul oldukları yer yâni tekke, zaviye, hânkâh mânâsını ifâde
mühim bir rol oynadığını görüyoruz. Şark'tan gelerek XI. - XII. asırlarda
etmeğe başlamıştır. Şark İslâm alemindeki saf-, balarını biraz etraf h bir
bütün Berber memleketlerini kaphyan dervişlik cereyanı'nın te'siri altında,
surette anlatacağımız bu semantik tekâmülün, esas itibariyle Şimalî
ribât kelimesinin artık başka bir mânâ aldığı göze çarpıyor: Ribât, artık, bir
Afrika ve İspanya İslâm memleketlerindekinden pek az farklı olduğunu
şeyhin yahud bir şeyhe mensub mezarın etrafında toplanmış dervişlerden göreceğiz.
mürekkeb bir zümrenin yaşadığı bir yer yâni bir zaviye, bir tekkedir.
Mağrib'deki Merîni sülâlesinden EbûT-Hasan'ın vak'anüvisi İbn Merzuk, V. Şark îslâm dünyasındaki ribâtlar hakkında İslâm kaynaklarında
efendisinin yaptırmış olduğu zaviyelerden bahsederken, farsça hânakâh oldukça zengin malûmata tesadüf edilmekle beraber, bu mes'ele hakkında
kelimesinin ribât mânasına geldiğini kaydederek, dervişlerin ıstılahına göre henüz hiçbir ciddî tetkik yapılmamıştır. Barthold'ün Türkistan ribâtları
ribâtm cihâda ve hudud muhafazasına mahsus bir müessese olduğunu, hakkındaki birkaç sahifesi, müstakil bir araştırma sayılabil-mekten çok
sûfîlere göre ise, zikir ve ibâdete mahsus tekkeye bu ad verildiğini uzaktır. Bizim şimdi vereceğimiz izahat, bu kelimenin mâhiyetini ve
söylüyor. Her hâlde bu müellifin zamanında ribât kelimesinin daha ziyâde semantik tekâmülünü anlatmak bakımından kâfi derecede malzemeye
bu son mânâda kullanıldığı anlaşılmaktadır: Telemsen civarında meşhur dayanmakta ise de, Suriye, Filistin, Mezopotamya, İran, Mâverâünnehr
sûfî Sîdî Bû Medyen'in kabri etrafındaki müesseselere Ribâtü'l-Ubbâd adı ve daha şâir Şark tslâm memleketlerindeki ribâtlar hakkında bütün tarihî
veriliyordu. G. Marçais bunu te'yid eden daha birtakım misâller getiriyor. kaynaklardaki malûmattan istifâde edilerek yazılmış müstakil bir
Mânâ tekâmülünün bu hususiyetini aynı suretle murâbıt kelimesinde de monografi olmak iddiasında değildir. Yalnız, bu küçük yazının çerçevesi
görüyoruz: Eskiden, «Ribât'da oturan gönüllü mücâhid, gâzb mânâsına içinde, ribât müessesesinin tekâmül safhaları — bugüne kadar
gelen bu kelime, sonradan, «derviş, sûfî, velî» mânâlarında kullanılmağa bilindiğinden daha vazıh bir surette — gösterildiği gibi, ayrıca, îslâm
medeniyeti tarihînin şimdiye kadar hiç göze çarpmamış bâzı esaslı
başlanmıştı.
mes'eleleri de tebarüz ettirilmiştir.
Garb İslâm dünyasında son cihâd sahası olan Endülüs'de, hudud
boylarında ribâtlar te'sis edilmiş olduğu tahmin edilebilir. Müslüman Şark'taki İslâm fütuhatı neticesinde Arablar Mezopotamya, İran,
Mâverâünnehr sahalarım elde ettikten sonra, buraları hâkimiyetleri
338/lslâm ve Wbrik Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/336
altında tutabilmek için epey usun müddet uğraşmağa mecbur kaldılar,
kûmdan 'Amr 1b. el-Leys'in yaptığı dinî hizmetlerden bahsedilirken, beş
Sâsânî ve Garbt Ifc-fcüe împaratorluklan ortadan kalktıktan sonra Sark'da
yüz tane cuma namazı kılman cami ve bin tane ribât yaptırdığı zikredilir
kendilerine kar ji koyabilecek büyük «bir siyâsi kuvvet kalmamıştı* Vur.
(Târihri Sîstân, Tahran 1314 s, 268).
asırdan sonra, artık Çin'in Mâverâünnehr iğlerine karışabi-lecek bir
vaziyette bulunmadığını biliyoruz. Garb'da kuvvetli Bizans imparatorluğu Maamafih daha bundan" evvel, yâni VIII. asrın ortalarından evvel,
bir tarafa bırakılacak olursa, îslâm devleti hududlannı ciddî surette tehdid bilhassa hudud mıntakalarında ribatlann çoğalmış olduğunu biliyoruz.
edebilecek hiçbir siyâsî teşekkül yoktu. İslâm Halifeliğinin Bizans Bozkır mıntakalarına hudud olan büyük merkezlerde, göçebe Türk ka-
hududlarında vücûde getirdiği askerî teşkilâttan bahsetmek, bilelerinin hücumlarına manî olmak maksadiyle birçok ribâtlar yapılı-
mevzûumuzun dışındadır. Lâkin, henüz İslâmiyet dâiresine yeni girmiş, yordu; Buhârâ civarındaki Nûr (veya Nûr-t Buhârâ) kasabasında birçok
Müslümanlığı ya sathî bir şekilde kabul etmiş veya' henüz et-memş olan ribâtlar vardı ki, buralarda ilk îslâm ordulariyle gelen ve Tabiîn taba-
İran ve Mâverâünnehr sahalarında iç müdafaa tertibatına lüzum vardı: kasına mensub olan (birçok mücâhidlerin kabirlerine tesadüf ediliyordu
stratejik ve iktisâdi ehemmiyeti olan münâkale yollarını korumak, İslâm "(Nerşahî, Tâıİh4 Bûhâra, s. 13). Buhârâ - Sogd yolunda büyük ve zen-
sahası dışındaki steplerden veya dağlardan gelecek ça-pulları ve akınları gin bir ticâret merkezi olan ve göçebe akınlarına mâruz bulunan Bey-kent
önlemek, dahilî isyanlara meydan vermemek veya bunları kolayca şehrinde, daha 240 (854/855) yılından evvel 1000'den ziyâde yâni Buhârâ
bastırmak içmf yavaş yavaş, gerek îslâm sahası içinde gerek hududlarda köylerinin sayısınca ribât' bulunduğu rivayet edilir; her köy, burada
bir müdâfaa sistemi vücûde getirildi. Askeri ve iktisâdi bakımlardan çok kendine mahsus birer ribât yaptırmıştı; bu ribâtlardan her birinde oturan
mühim olan (büyük şehirlere veya onlara hâkim stratejik mevkilere daha gazilerin maişeti, mensub olduğu köy tarafından te'min ediilrdi; kışın,
ilk zamanlarda muhtelif Arab kabilelerine mensub zümreler getirilip bozkırlarda yaşıyan göçebe Türk kabilelerinin akın zamanı olduğu
yerleşdirildi. İşte ribât, bu suretle vücûde getirilen müstahkem müdâfaa cihetle, bu ribâtlar a bütün köylerden gelip toplanan gaziler onlarla harb
mevkilerine verilen umûmî isimdir ki, Şimalî Afrika'da da bu ıstılahın ederler, harbden dönünce kendilerine âit ribâtlarda yaşarlardı (ayn. eser,
aynı mânâda kullanıldığım biraz evvel söylemiştik. 16). X. asır sonunda coğrafyacı Mukaddesî (veya Makdîsî)'nin bâzılarını
harab bir hâlde görmüş olduğu bu bine yakın ribatlann, bütün Beykent
Merv'de ve Semerkand'da. daha VIII. asırda ribâtlar yapıldığım bildiğimiz
şehri gibi, az zamanda harâb olduğunu, XII. asırda burayı gezen
gibi yine bu asırda Abbasî imparatorluğu'nun Horasan ve Mâ-
Sem'ânî'nin ifâdesinden öğreniyoruz: O, bu şehir harabelerinde yalnız
verâünnehr'de ribâtlar inşâsına büyük ehemmiyet verdiği, ve Horasan
bâzı Türkmen'lere tesadüf etmiş ve burada evvelce üç bine yakın ribât
valiliğinde bulunan Fadl b. Yahya'nın mescidler ve. ribâtlar yaptırmakla
bulunduğunu işitmiş ve harabelerini görmüştü (ayn. eser, s. 100 a).
şöhret kazandığı da malumdur (Barthold,' Türkistan Medeniyeti Ta-rîftt,
Sem'ânî'nin bu kaydım daha 1893'de neşrettiği Moğüllar Devrinde
fasıl II). Hârûnü'r-Reşîd devrinde, hududlarda mühim müdâfaa teşkilâtı
Türkistan adlı eserine ait metinler araşma almış olan Barthold, bu ri-
vücûde getirildiğini Nizâmül-Mülk söyler (Siyâsetnâme, s. 102).
Elimizdeki tarihî ve coğrafî kaynaklar, daha Vm. asırdan başlıyaark, K. — batlann hafızlara yâni Kur'ân ezberleyicilere ait olduğunu yazmaktadır.
X. asırlarda yâni İran ve Mâverâünnehr'de birtakım yerli sülâlelerin Sem'ânî'nin basılmış nüshasında ;| iU J,|,j şeklinde olan bu kelimeyi
hâkimiyeti başladıkdan sonra da ribatlann eskisinden daha büyük bir hızla Barthold ı^yü J>lıj şeklinde yazmış ve tercümesini buna göre yapmışsa
arttığım gösteriyor: Meselâ Mukaddesî, Abîverd, Nesâ, Serahs da, bunda bir istinsah hatası olduğunu ve bu kelimenin ;1 j*U tarzında
ribâtlarından bahsettiği gibi (Kitâbü'l-Ekalîm, s. 25, 27, 46). Istahrî de tashihi icap ettiğini kuvvetle tahmin ediyorum; umumiyetle ribâtlara ve
kâfirler diyarı olan Gör .hududundaki Ribât Kervân'ı zikretmektedir (s. ayrıca Beykent şehrine ait bütün tarihi kaynaklar, bence, böyle bir
272; W. Minorsky*nin Hudûdü'l-Âlem tercümesi endeksine bakınız). tashihin zarurî olduğunu göstermektedir. Sem'ânî'nin, yine ayni eserinde
Bilhassa Sem'ânî, Nahşeb karyelerinden Kâsen'de (219 Hicrî)' de bir Ribât ribât hakkında verilen ve Barthold tarafından neşredilen tarifi de, bu
yapıldığını bildiriyor (Kitâbü'lEnsâb, s. 471 b). Yine ayni müellif, mütâlâamızı büsbütün kuvvetlendiriyor: Sem'ânî burada ribatlann, ath
Tâhirîler'den Abdullah b. Tâhir'in Horasan hududunda Şehriş-tane'de bir gazilere mahsus bir mevzi* olduğunu açıkça söylemiş ve asla hafızlardan
ribât yaptırdığını zikrediyor (ayni eser', s. 241 b>. SaffârîM- bahsetmemiştir. Elimizde başka hiçbir delil olmasa
&40/İslâm ve Tûric Öukuk Tarihi £l|?
1 Vakıf Müessesesi/341
bile yalnız ayni metnin ihtiva ettiği bu ikinci tarif, bizjm tashihimki haklı
göstermeğe kâfidir (aym eser, s. 217 b. Sem'ânî burada Ribâtî lâkabiyle değil, artık harblere iştirak edemiyecek ihtiyar gâzîler de vardı; ve bunlar
tanınmış bâzı dih âlimlerinden de bahsetmektedir). buralara çekilerek şüphesiz, ibâdet ve tâatle iştigal ediyorlardı. W.
Barthold tarafından, yukarıda bahsettiğimiz metinler arasında neşredilen
IX.—X. asırlarda Sâmânîler ve Gazneliler zamamnda yeniden askerî diğer bir rivayet de çok ehemmiyetlidir: IX. asır başlarında Se-
mâhiyette ribâtlar te'sisine yahud eski ribâtlann tamir ve ihyâsına devam merkand'da yaşıyan meşhur kelâm âlimi Ebû Mansûr Mâturîdî ile muasır
edildiğini gösteren birçok kayıtlar vardır: Hicrî 311'de Sîstân'da Ribât-ı filozof Ebû'l-Kasım Hakîm-i Semerkândî, oradaki Ribât-ı Gâziyân'da
RabVden bahsedilmektedir (Târth-l Ststân, s. 310); bu devir ricalinden kelâm ve hikmet okutuyorlardı. O sıralarda Semerkand'da Mu'tezile ve
Kara Tekin'in îspîcâp'da bir ribât yaptırdığını ve sonra orada Kerrâmîye mezhebleri mensupları ve Şiîler pek çoğalmıştı: Şehirde bu
defnedildiğini tbnü'1-Esîr söyler (el-Kâmil, c. VIII. s. 65). Buhûrâ ilk iki mezheb mensublarına ait on yedi medrese vardı. Ebû Mansûr ve
şehrinde Semerkand kapısı içinde Ismâîl-i Sâmânî'nin bir ribât yaptırmış Hakîm-i Semerkandî, onlarla her zaman mübâhase ediyorlar, lâkin bir
olduğu fakat sonradan bunun harabesinin bile kalmadığı Nerşâhî'de türlü gâlib gelemiyorlardı. Nihayet bir gün bunlar Ribât-ı Gâziyân'da
zikredilir (Târîh-i Buhârû, s. 13). Hızır Peygambere rastgeldiler; onun duâsiyle kelâm ve hikmet
mes'elelerini lâyıkiyle öğrendiler; muhaliflerini mağlûb ettiler ve böylece
Gazneliler devrine ait kaynaklarda da ribâtlardan sık sık bahsedildiğini Semerkand'de ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin kuvvetlenmesine hizmet
görüyoruz, (meselâ Beyhakî, Tahran tab'ı, s. 123). Nizâmî-i 'Arû-zî meşhur ettiler (Barthold Metinleri, s. 50). İmâm Mâturîdî'nin Semerkand'da 339
şâir FerruhFnin hayatmdan bahsederken, Çaganiyân'daki eski bir ribât tan (944)'da öldüğünü düşünürsek, herhalde onun gençliğine ait olan bu
bahseder (Çahâr Maqala, s. 40). Mahmud Gaznevî'nin Tûs valisi Arslan rivayetin X. asrın ilk yarısına ait olması icab eder.
Câzib, Seng-i Bust'da. Nişâpûr-Merv ve Tûs-Herat yollarının kavuştuğu Bu rivayetten çıkarılacak netice şudur: Büyük merkezlerde, vaktiyle
noktada bir ribât yapdırmış ve vefatında oraya gömülmüştü (Râhatü's- sırf mücâhidlere mahsus olarak yapılan ribâtlarda, artık İslâm ilimleriyle
Sudûr, s. 92). Bu ribâtın XV. asırda Ali Şîr Nevâî tarafından tamir uğraşan gençler de vardır; ve 'buralarda din ilimlerine ait müzâkerelerde,
ettirildiğini ilâve edelim (Devletşah Tezkiresi, s. 176). Şâir Firdevsî'nin mübâhaselerde bulunulur; bunların ihtiyaç hâlinde şehrin müdâfaası için
kızı, babasının ölümünden sonra Mahmuâ'un Şehname caizesi olarak askerî bir kuvvet olarak kullanıldığı da tabiîdir. Biraz evvel, ribâtlarda
gönderdiği parayı almaktan istinkâf edince, Mahmud bu paranın Ebû Bekr yaşadıkları ifân Ribâtî lâkabım alan birtakım âlimlerin Sem'ânî
Muhammed b. İshak-ı Kerrâmî'ye verilmesini ve bununla Tûs hududunda tarafından zikredildiğini söylemiştik ki, bu da fikrimizi te'yid eden bir
Nişâpûr ve Merv yolundaki Çâhe ribâtmm tamir edilmesini emretmişti delildir. Maamafih bu hâdiseden, «artık ribâtlann askerî bir maksadla
(Çahâr Maqala, s. 51). Nizâmül-Mülk, Mahmud Gaznevî devrine ait bir değil, sırf dini bir hizmet için yapılmağa başlandığı» neticesini çıkarmak,
hikâyesinde, Rey-Isfahan yohı üzerindeki Deyr - Geçin (arabcası: Deyrül- doğru olmaz. Merv'li Abdullah b. Mübârek'in orada biri fakîhlere biri de
Cass) ribâtmda bir kervanın soyulmasından bahseder (Siyâsetnâme, bab hadîsçilere mahsus iki ribât yaptırmış olması da, bu müesseselerde cihâd
X), fikrinin büsbütün kaybolduğu tarzında tefsir olunmamalıdır; çünkü
kendisi de hem âlim, hem mücâhid sıfatlarını taşıyordu. Mahmud
VI. Ribât ıstılahının XI. asırdan başlıyarak nasıl bir tekâmül geçir- Gaznevî'nin, Gazneliler tarafından himaye edilen Kerrâmîye taifesinin
diğini ve ne gibi mânâlar ifâde ettiğini tetkîke geçmeden evvel, VIII. -XI. reisi Ebû Bekr Muhammed b. İshak vâsıtasile Tûs'da Çâhe ribâtını tamir
asırlar esnasında ribât tâbirinden ne anlaşıldığım biraz araştıralım. ettirmesi, herhalde bu ribâtın ondan sonra Kerrâmîler'e mensub bir
Müverrih Gerdîzî'nin Sâmâni hükümdarı Ahmed b. îsmâil devrine yâni K. müessese haline gelmesini intâc etmiştir. Fakat hemen şunu ilâve edelim
asrın son yıllarına ait bir rivayeti çok dikkate lâyıktır: Ordu efradına ki, Kerrâmîler, cihâdı yâni İslâm dinini kılıçla yaymak ve Bâtınîler'i de
maaşlarım dağıtan teşkilâtın âmiri bulunan 'Arız Ebû'l-Î&ısan Ali kılıçla ortadan kaldırmak prensipine çok büyük ehemmiyet veren
ordudaki eski ve tecrübeli bir askere her nedense kızarak: «artık ihti- mücadeleci bir dinî zümre idi; Beluç'lar, Gorlular, Efganlar, Hindliler
yarladığım, bundan sonra işe yaramıyacağını, binâenaleyh bir ribâta gibi putperestlerle mütemâdi harblerde bulunan Gazneli sülâlesinin
çekilip oturması lâzımgeldiğin» söylüyor (Zeynü'VAhbâr, Berlin 1928, s. bunları himaye etmesinin en büyük sebe-
23-24). Demek oluyor ki o devirde ribâtlarda yalnız geaç mücâhidler
342/lslâm »• Türk: Hukuk Tarihi i>/7- Vakıf Müessesesi/343
bini, Kerrâmîler'deki bu mucdhıd misyoner ruhunda aramak lâzımdır, melidir. Kerrâmîler'in ribâtları gibi Kazerûnîler'in ribâtları da, bu ıs-
Muhammed'in babası tshâk'ın, beş bin kâfiri müslüman ettiği rivayet tılahın ilk zamanlarda ifâde ettiği «gönüllü mücâhidlerin toplandığı yer»
olunur. Bunların Horasan, Mâvernâünnehr, İran'da (hattâ Filistin ve mefhumuna büsbütün aykırı değildi. Haçhlar'a ve Bizanslılarda karşı
Mısır'da) kurdukları muhtelif toplantı yerlerine, kaynaklarda umumiyetle mühim birer harb sahası olan Mısır, Filistin ve Anadolu'da, Hind put-
—farsça bir kelime olan— hânkâh adı verilir; lâkin dinî bir gaye tâkîb perestlerine karşı mücâdele eden İslâm ordularında^ Kazerûnî derviş-
etmekle beraber askerî karakterden yâni cihâd ruhundan mahrum olmıyan lerine XI. asırdanberi dâima tesadüf edilir (Bu tarikat hakkında benîm
ve milâdî X. asırda hattâ IX. asrın son yansında oldukça çoğalmış Der islâm, XIX'daki makaleme ve alman müsteşrikler cemiyeti
bulunan hânkâhlar hakkında ribât tâbirinin kullanıldığım da görüyoruz: tarafından bastırılan Firdevs al-Mürşidîye adlı menâkıb mecmuasına
Mahmud'un tamir ettirdiği Çâhrribâtı, herhalde Kerrâmî-ler'e mahsus bir -bakınız). Bu ribâtlar, hemen umumiyetle, ribât müessislerinin ve oraya
hânkâhdan başka birşey değildi (bu zümre hakkında D. S. Margoliouhfun mensub birtakım mücâhid-dervişlerin mezarlarım da ihtiva ediyordu.
Encyclopedie de Z'Idam'daki Karrûmîya maddesine bakınız. Maamafih,
burada bu taifenin tarihi hakkında verilen malûmat düzeltilmeğe ve Vm. - XI. asırlar arasında îslâm dinî tran ve Mâverâünnehr sâ-
tamamlanmağa muhtaçdır). halarında lâyıkiyle kuvvetlenip yayıldıktan ve Türkler, Belûcler, Ef-
ganlar gibi ekseriyetle göçebe ve akıncı kabileler îslâm dâiresine gir-
Ribât ıstılahının X. asırda artık hânkâh tabiriyle müteradif gibi dikten sonra, eskiden sâdece askerî mâhiyette olarak kurulmuş ribât-
kullanılması, oldukça umûmileşti. IX. asırdan başlıyarak Şark islâm ların, bu mâhiyeti azçok saklamakla beraber, böyle dinî ve sûfiyâne bir
dünyasının tâbi olduğu siyâsî ve içtimaî şartlar, ilk İslâm ribâtlannın hüviyet alması pek tabiîdi. Ribâtın sonradan aldığı bu şekil ile hânkâh
karakterim yavaş yavaş değiştirdiği cihetle, bu ıstılahın ifâde ettiği mânâ da denilen müessese arasında mâhiyet itibariyle hiçbir fark olmaması ve bu
tabia tiyle genişlemişti. X. asır sonlarında ve XI. asrın ilk yarısında ribât'ın iki ıstılahın X. - XI. asırlarda artık müteradif olarak kullanılması işte
hemen tamâmiyle hânkâh mürâdifi olarak kullanıldığını görüyoruz, iran'ın bundan dolayıdır. Büyük yollar üzerinde, bozkır veya dağ mıntâ-
Fars sahasında mühim bir ticâret merkezi olan Ka-zerûn'da 325 (963) 'de kalarındaki .tehlikeli yerlerde yolcuları ve kervanları barındıran ve ko-
doğan büyük sûfî Ebû İshâk Kazerûnî (ölümü; 426 H. - 1034 M.) ruyan ribâtlar ise, sonradan «kervansaray, han, menzil» gibi isimlerle,
tarafından —»galiba Kerrâmîler ve Bâüntler'ht haricî teşkilâtı tâklid adlanan hayır ve emniyet müesseselerinden başka birşey değildi. Iran ve
edilerek— kurulan Kazerûnîye (yahud İshâkiye veya Mürşidîye) tarîkatinin, Mâverâünnehr sahalarında kurulan oldukça sağlam teşkilâtlı yerli
daha şeyhin hayatında te'sis edilmiş altmış beş ribâtı vardı; sonradan devletler, muntazam ordulara ve müstahkem mevkilerde daimî muhafaza
coğrafî sahasını çok genişleten ve tekkeleri pek çoğalan bu tarîkate ait ilk kınalarına sâhib olmakla beraber, zaman zaman herhangi bir ihtiyaç
kaynaklarda, bu tekkeler hakkında ekseriyetle ribât bazan hânkâh — karşısında, ribâtlarda, hânkâhlarda toplanan bu gönüllü mücâhidlerin
nadiren de buk'ctr— ıstılahı kullanılmaktadır. Şehirlerde, kasabalarda, yâni, gazilerin yardımına. mürâcaate mecbur kalıyorlardı. Maamafih
köylerde bulunan bu kazerûnî müesseseleri, hazan tarîkate mensub sonraları, meselâ Semerkand gibi artık hududlardan uzaklaşmış büyük
zenginler tarafından, feâzan şeyh'iû yardımiyle kuruluyordu; bâzı merkezlerde, bu unvan altında yalnız idealist dervişler yahud îslâm
dervişlerin kendi evlerini, ribât haline koyduklarım da biliyoruz. ilimlerini öğrenmekle meşgul talebe değilf her çeşit serseri ve karıştırıcı
Kazerûn'daki büyük dergâhda olduğu gibi, her tarafdaki bütün bu kazerûnî unsurlar da mevcud idi ki, çok defa dahilî karışıklıklara se-beb
ribât'larında dervişlere, yolculara, gariblere yer ve yiyecek veriliyor, zikir oluyorlardı (bu hususta şimdilik Les Origirtes de Vempire ottoman, Paris
meclisleri tertip ediliyordu. Maamafih, tıpkı Kerrânülfer'de olduğu gibi bu 1935 —Türkçe tercümesi: Osmanlı İmparatorluğu'nun- Kuruhı§u, Ankara
tarîkatte de İslâmiyet'in ilk asırlarındaki cihâd ruhu kuvvetle hâkimdi; 1959; 3. basımı ise Ötüken Neşriyat taraf ından 1981'de yapıldı— adlı
kitabımızdaki hulâsaya ve îslâm Ansiklopedisi'iae yazmış olduğum Alp
Seyh'in hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da, her yıl Kazerûn
maddesine bakınız. İçtimaî tarihin bu mühim mes'elesi ve bilhassa îslâm
dergâhında mücâhid dervişlerden mürekkeb bir gâzî kafilesi tertib edilerek
devletlerinde hudud teşkilâtı hakkında yalanda geniş bir tetkîk
kâfirlerle harbe gönderilirdi. Bu bakımdan, mensublan arasında gazilerin
neşredeceğim). Bu İzahattan sonra, ribât ıstılahının ne gibi âmiller te'-
pek çok bulunduğu bu tarîkatin hânkâhlarına ribât adı verilmesi pek tabiî
siriyle nasıl bir semantik tekâmüle uğradığı, ve bunun, Şark İslâm dün-
görül-
344/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müesseseai/345
yasının VBH. ~ XI. asırlar arasında geçirdiği maddi ve mânevi tekâmülün
safhalarını nasıl aksettirdiği en açık bir surette anlaşılmıştır sanırım. VII. ribâtlar civarında konakladıklarını ve harblerin bu civarlarda olduğunu
Büyük Selçuklu împaratorluğu'nun kurulusu ve Yakın Şark'daki sflr'atli görmekteyiz; Irak Selçuklularının son talihsiz hükümdarı Tuğrul ile
inkişafı, ribât müessesesinin daha XI. asırdan evvel takibe başlamış olduğu Kutluğ înanç arasındaki harbin Simnan civarında Kûta-i Ser Rûd ribâtı
tekâmül yolunu değiştirmedi. îdârî ve askerî müesseselerini sür'atle tanzim civarında olduğunu bir misâl olarak gösterebiliriz (Ravendi, Râhutu's*
ederek, bir taraftan Gazneliler —BüveyhJler— Ka-rahanlılar arasındaki Sudur, s. 371).
mücâdelelerle, diğer taraftan şÜ ve bâtınl unsurlarla, Sünniler (hattâ ayrıca
sünnî unsurlar) arasındaki ihtilâflarla zayıf düşen Şark İslâm dünyasına Bütün bu saydığımız metinlerde ve yine Selçuklular zamanına ait —
yeni bir nizam getiren Selçuklular zamanında, yeni ribâtlar yapıldığını îbn Belhî'nin Fars-nâme'm., Nasır Nusrev'in Seyahatname'si Muham-
görüyoruz; eskiden de olduğu gibi, büyük ve zengin ribâtlar bilhassa med ibrahim'in Kerman Selçukîleri Tarihi gibi— eserlerde, ribât ke-
hükümdarlar, prensler, büyük devlet adamları, büyük tacirler tarafından limesinin hemen umumiyetle kervansaray mânâsında kullanıldığım gö-
yaptırılıp vakfediliyor ve masraflarını karşılamak üzere ehemmiyetli emlâk rüyoruz. Gerçi Siyâsetnâme'de Cend ribâtı'ndan bahsedilirken (s. 102),
ve araz! tahsis olunuyordu: Melikşah'ın Kasr-ı Şîrin — Bağdad yolunda bununla, bozkır hududundaki müstahkem mevkiin kasdedildiği muhak-
kaktır; fakat müellif burada ribât kelimesini umûmî surette bir ıstılah
yaptırdığı Celûlâ ribâtı (Hamdullah Kazvînî, NüzhetulKulâb, s. 175).
olarak kullanmamış, Ribât-t Cend'i hâs isim olarak zikretmiştir. Mu-
Selçukluların Fars valisi Humar Tekin'in Horasan yolundaki ribâtı (ayni
hammed ibrahim'in, Oğuzlarda harbe giderken yolda ölen Atabek Rey-
müellif, Târîh-i Güzide, s. 447), XI. asrın son yarısında Kâşgâr'da vezirlik
han'ın gömüldüğünden bahsettiği Sîrcân'daki Hoca Alî ribâtı da (s. 116)
derecesine kadar yükselmiş olan Fazl b. Hamek'in Kâşgâr'dan gönderdiği herhalde bir kervansaray idi. Hârizmşahlar devri müverrihi Nesevî'de
gaza malıyla Beyhak civarındaki köyünde yaptırdığı ribât (îbn Funduk, dünyayı bir ribâta benzeten cümledeki ribât kelimesini Fransız müsteşrik
Târîh-i Beyhak, Tahran 1317, s. 151). Semerkand Karahanlıları'ndan Houdas'mn le convent fortifii şeklinde tercüme etmesi (fransız-ca
Arslan Han Mehmed b. Süleyman'ın Buhârâ'da gariblere yâni yabancılara tercüme, s. 80). yanlıştır; Nesevî burada ribât'ı XII. asırdaki umûmî
mahsus olarak yaptırdığı ribât (Nerşâhî, s. 13) gibi. mânâsiyla kervansaray mukabili olarak kullanmıştır ki, dünyayı birkaç
Burada, Selçuklular devrinde yapılan, yahud daha evvelki devirlerde gün konulup göçülecek bir kervansaraya benzetmek, İslâm edebiyatla-
yapılıp Selçuklular zamanında hâlâ mevcud olduğu tarihi kaynaklardan rında ve bilhassa Fars ve Türk edebiyatlarında son zamanlara kadar
anlaşılan ribâtlarm bir listesini yapmak değil, bu devirde ribât nâmı altında devam etmiş bir edebî an'anedir. Hârizmli müelliflerin XIII. asırda da
mevcud müesseselerin mâhiyetini anlatmak istiyoruz. Nizâ-mü'1-Mülk, bize ribâtı ayni mânâda kullandıklarını, Mirsâdü'l-îbâd'daki bir fıkra ile de
'bu hususta oldukça mühim malûmat vermektedir. Ona göre, büyük yolların te'yid edebiliriz (Tahran tab'ı, s. 262). Maamafih, Hârizmşahlar devrine
mühim noktalarında ribâtlar yapmak hükümdarların başlıca vazifderindendir ait bâzı metinlerde sık sık tesadüf edilen Ribâtât veya Ribâtât-ı To-ganîn
(Siyâsetnâme, Tahran tab'ı, s. 6). Biz, ayni mütâlâaya, daha sonraki (yahud Ribât-ı Toganîn) bu imparatorluk için birinci derecede mühim bir
müelliflerde de tesadüf ediyoruz: Xm. asır başında Fahrfi'd-Dîn Mübârekşâh sınır olan bozkır hududunda —Barclig Kent ve Signak ile beraber—
da yolların mühim ve tehlikeli noktalarında ribâtlar yapılmasının hükümdar müstahkem bir müdafaa hattı teşkil eden mühim bir askeri mevkiin
için bir borç olduğunu söylemektedir (Târîh-i Feûmi'd-Dîn Mübârekşâh, adıdır ki, mühim bir müdafaa kuvveti tarafından işgal edilmekte idi
London 1927, s. 17; bu müellif ve eseri için Türk DM ve Edebiyatı (Bahâü'd-Dîn Bağdadî, Et-Tevessûl ila't-Teressül, Tahran, 1315, s. 40,
Hakkında Araşttrmalar adlı eserimize bakınız). Yine Nizâmü'1-Mülk, 43, 155, 159, 175; naşir, kitabın İndeks'inde bunları iki ayrı mevki
ordunun yollarda yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve civardaki ahâliye zulüm zannetmiştir). Bu hudud müdâfaa mevkiine ribât adının verilmesi, bu asra
edilmemesi îçln, menziller civarındaki arazînin devlet malı olmasını, ve ait olmayıp daha evvelki asırlardan gelen bir an'anedir.
buradan alınacak mahsûlün ribâtlar ve köyler yakınındaki aribarlarda
toplanmasını tavsiye etmektedir (Aym eser, s. 71). Hakikaten, orduların çok Vm. Yakın Şark İslâm âlemi Moğıü istilâsına uğradıktan ve muhtelif
sahalarda kurulan Moğul devletleri Jslâmlaşdıktan • sonra, ribât
defa bu
kelimesinin kervansaray mânâsında kullanılması büsbütün umûmîleşti.
Daha Selçuklular zamanından başhyarak İslâm memleketlerinde müte-
346/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf MüesseseSi/347
madî surette artan tasavvuf tarîkatlerine mahsus müesseselere îran ve
Mâverâünnehr'de artık daha fazla hânkâh, zaviye (nadiren buk'a ve tekye) muasındaki bir parçasında bulunan — bir fıkrasında (s. 175) da kafi
adları veriliyordu. Ticâret yollarının emniyetine büyük ehemmiyet veren Surette görülmektedir.
İran MoğuUan zamanında, gerek hükümdarlar gerek büyük emirler IX. Ribât kelimesinin Şark İslâm dünyasındaki kullanılış tarzını İzaha
tarafından yeni ribâtlar yaptırıldığını, biliyoruz; Hamdullah Kazvînî, çalışan bu küçük hulâsayı tamamlamak için, biraz da Suriye, Filistin,
bilhassa İran yolları üzerindeki bu eski ve yeni ribâtlar baklanda epeyce Mısır, Hicaz sahalarına gözümüzü çevirelim: Gerek tarihî kaynaklardan
İzahat vermekte, ve Moğul devri, ricali tarafından —bilhassa Tebrirve gerek kitabelerden anlaşıldığına göre, Hbât kelimesi bu sahalarda
Sultaniye civarında yâni devlet merkezine yakın yerlerde— çok ekseriyetle yolcuları, kimsesizleri ve bilhassa hacıları barındıracak bir
muhteşem ve îtinâlı bir surette yaptırılan bu kervansaray-lan misafirhane, dervişlere mahsus tekke mânâlarında kullanılmakta, ve sarih
zikretmektedir: Sultaniye — Tetai* yolunda vezir Tâcü'd-Dîn Ali Şah, olarak hiçbir askerî mâhiyet göstermemektedir. Mağribli seyyah İbn
Gıyâsü'd-Dîn Mehmed b. Reşîdü'd-Dîn ve kardeşi Celâlü'd-Dîn tarafla- Cübeyr, Suriye çölünün şimalinde Re'sü'l-Ayn'daki bir zaviyeyi ri-bât diye
rından yaptırılan ribâtlar; Kara'bağ — Tebriz yolunda yine Tftcü'd-Dln zikreder (Wright ve de Goeje tab'ı, s. 234; ayrıca; 271, 284;) Haleb'de 635
Ali ah'ın üç libâtı ile Sa'dü'd^Dîn Sâveci ye Nizâmü'd-Dîn Sâveci'nin H. de yapılmış br zaviyenin kitabesi, bu binayı ribât olarak isimlendirir
ribâtları, Sultaniye — Sâve yolunda Hdctb Hasan ribâtı, Hârizm — Mery (Bischoff, Târîh-i Haleb, Beyrut 1880, s. 142). Kahire'de yalnız 960 H.
yolu üzerinde Sûrân ribâtı gibi (Nüzhetü'h-Kulûb'un bilhassa yollar ve tarihli Melik Eşref İnal zaviyesi kitabesinde ribât ıstılahına
mesafelerden bahseden kısmına bakınız: s. 163 T 189). rastgelinmektedir (Van Berchem, Corpus, I). îbn Battûtâ'mn Mekke'de
mevcudiyetinden bahsettiği ribâtlar, birer misafirhaneden başka bir şey
Bu devre ait şâir tarihî ve coğrafî kaynaklarda da İlhanlı ricali tarafından değildir; Mekke'de 50 ribât bulunduğunu ve bunlardan en eskisinin 400 H.
yaptırılan ribâtlar hakkında başka malûmata tesadüf olunur. Maamafih yılından daha evvel yapıldığını biliyoruz (tafsilât için Encyc-lopĞdie'de
Ata Melik Cüveynı'nin Necef'de imâm Ali meşhedinde ve Bağdad'da Vlslam'dakLMasdjid maddesine bakınız: s. 409 -.410). Maamafih, Suriye ve
yaptırdığı ribâtlar (Târîh-i Cihan-gûşâ, c. I. mukaddimesinde) ile, Kutluğ Mısır müverrihleri, meselâ Makrîzî, îbn Dukmâk, îbn Şıhna, Haleb ve
Şah'ın Selmân-ı Fârisî meşhedinde ve Basra'daki rihât-larının (Îbnü'l- Mısır'daki binaları tavsif ederken, zaviye ve hânkâh-larla ribâtları
Fuvatî, el-Havâdisi'l-Câmi'a, 1932, s. 417, 459), birer kervansaray değil, birbirinden ayırmaktadırlar (bâr fikir edinmek için Hitat'a. ve sonuncunun
fakir yolcuları barındırmak hizmetini görmekle «beraber dervişlerin Haleb Tarihi'ne bakımz). Makrîzî, ribât kelimesinin menşe'deki askerî
oturup ibâdet etmelerine mahsus birer tekke olduğu, tarihî kaynaklarda mâhiyetini ve muhtelif medlullerini bilmekle beraber, XIV. asırda bunun
bilhassa tesbit olunmaktadır; zengin vakıflara mâlik olan bu daha ziyâde dervişlere mahsus bir yer olduğunu söylemekte ise de, ne
mücesseselerde, ekseriya onu yaptıranların türbeleri bulunduğu gi-bi, onda ne de diğer müelliflerde ribât ile hânkâh (zaviye, düveyre)'m farkları
dervişlerin başında birer şeyh de bulunmakta ve bunlar da öldükleri hakkında hiçbir izaha tesadüf olunmamak-tadır. Sehâvî'nin dullara
zaman o ribât'a gömülmektedirler (Îbnü'l-Fuvatî'de, s. 459, 460, 493. mahsus bir ribâttan bahsetmesi (Quatremere'-in Matla'u's-Sa'deyn
503; Abbâs 'Azzâvî, Târmt'llrâk, c. I, s. 261, 266, 276, 314, 319, 333). XII. tercümesinde: Notices et Extrais, XIV, 1843, s. 19), kelimenin
- XIV. asırlarda bilhassa Irak-ı Arab sahasında ve Bağdad'da hânkâh yâni medlûlleriyle ve bilhassa zaviye medlûlleriyle hiç de yabancı değildir;
çünkü bu dul kadınlar burada diğer dervişler gibi ibâdet ve zikir ile
tekke ıstılahı yerine Hbât ıstılahının kullanıldığını gösteren bu kayıdlar,
meşgul oluyorlardı. Umumiyetle islâm memleketlerinde ve bilhassa
eserini 724 H. de tamamlıyan muasır bir müellifin ifadesiyle teeyyüd
Mısır'da ve Mağrib'de kadınlara mahsus tekkeler bulunduğu düşünülürse,
ediyor (fündûşâlM Nahcivânî, Tecânbü's-Selef, Tahran 1934, s. 320;
ribât ıstılahının burada da bir nevi tekke mânâsım ifâde ettiği anlaşılır.
Hâlife Nasır li-Dîni'llah'ın Bağdad'ın garb tarafında yaptırdığı Ribât-%
Halâtîye'den. bahsederken). Maamafih İran ve Mâveraünnehr' de, libât Ribât ıstılahının, Arab dilinin hâkim bulunduğu bu şark îslâm mem-
kelimesinin hemen umumiyetle kervansaray mânâsında kullanıldığı, leketlerinde geçirdiği semantik tekâmül, umûmî hatları itibariyle, diğer
yukarıki izahattan açıkça anlaşıldığı gibi, Hamdullah Kazvînî'-nin — sahalardan pek farklı değüdir: Ribât kelimesi, öyle tahmin olunabilir ki,
Nüzhetü'l-Kulûb'un GMS serisinde basılan nüshasında bulunmayıp, Cfa. ilk zamanlarda buralarda da askerî mâhiyeti hâiz bir müesseseyi
Schefer'in Şiyâsetnâme'ye zeyl olarak neşrettiği metinler mec-
348/lslâm va Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/340
ifâde etmiş, sonradan kervansaraylara, zaviyelere de bu isim verilmiştir.
Gerek Mısır'da gerek Suriye ve Filistin'de kara ve deniz hududlan, önce mî gidişiyle birlikte ve o çerçeve İçinde belirtmeğe gayret ettik. îçtimâî
Bizanslılara sonra Haçlılarda karşı, devlet teşkilâtı tarafından kuvvetli bir hayatın dinamik kompleksi içinde yaptığımız bu araştırmanın, yalnız ya-
şekilde müdâfaa olunduğu cihetle, buralarda küçük müdâfaa ribâtlanna zan için değil okuyanlar için de oldukça yorucu bir mâhiyette olduğunu
ihtiyaç yoktu; stratejik noktalarda, kuvvetle tahkim edilmiş büyük göz önüne alarak, şimdi ribât ıstılahının muhtelif medlullerini kısaca
şehirlere, kalelere dayanan bir istihkâm sistemi esasen mevcuttu. Buralara sıralamak istiyoruz:
her taraftan gönüllü gaziler de geliyordu. İhtiyaç halinde, ribâtlarda, a. Kur'ânî menşe'den gelen ribât kelimesi, çihâd prensibiyle bağlı
zaviyelerde, medreselerde yaşıyan insanlar da harbe iştirak ediyorlardı. olarak, ibtidâ İslâm hududlarındaki müstahkem müdâfaa mevzilerini
Büyük yollardaki kervansaraylar, gerek göçebe kabilelerin ve haydutlara, ifâde etmiştir. Stratejik durumlarına göre, bu mevziler muhtelif ehem
gerek —Haçhlar'm îslâm topraklarında yerleşmesinden sonra— miyet ve cesamette olur. Bunlardan bâzısı, âdeta, etrafı surlarla çev
hıristiyanlann akınlarına mâruz bulundukları cihetle» âdeta müstahkem rilen ve kalelerle müdafaa dilen bir kasaba mâhiyetini almıştır. Bura
birer mevki hükmünde idile;,* ve işte bu bakımdan, bu muhtelif mâhiyetteki larda ibtidâ gönüllü süvari mücâhidler, (murâbıt, mutatavvi', gâzî),
ribâtlar, ilk askerî mâhiyetlerini büsbütün kaybetmiş sayılamazlardı. daha sonra gönüllülerle beraber muntazam askerî kuvvetler, ve sonraki
Harblere, çapullara mâruz olmıyan büyük merkezlerdeki ribâtlarm —meselâ zamanlarda da bâzan sâdece muhafız kuvvetler bulunurdu. .-
Mekke'de olduğu gibi— sâdece hacılara mahsus bir misafirhane, başka
b. Askerî-ticârî yollar üzerinde kervanları himaye ve dahilî asayişi
memleketlerden gelip kalmış fakirlere, • dervişlere, talebeye sığınacak bir
te'min için yapılan kale tarzındaki menzil binalarına da ribât unvanı
yardım evi mâhiyetini alması pek tabiidir. Bu bahsettiğimiz sahalarda
verilmiştir. Sonradan bunlara kervansaray, han gibi isimler verildiğini
zaviye (yâni hânkâh, tekke) ile ribât'ı birbirinden ayıran müelliflerin pek
de görüyoruz. Bu menzil ribâtları, ehemmiyetlerine göre, yolcuların
vazıh olmıyan bu tefrikine gelince, İran ve Mâverâünnehr sahalarındaki
ihtiyacım karşüıyacak muhtelif binaları da (hamam, mescid, dükkân
ribâtlar hakkında yukarıda vermiş olduğumuz izahatı da göz önünde
lar) ihtiva ediyordu. XVIII. - XIX. asırlarda îran ve Mâverâünnehr'de,
bulundurursak, şöyle bir ihtimâl hatıra gelebilir: Mısır ve Suriye'de ribât kelimesi hemen umumiyetle kervansaray mürâdifi olarak kulla
zaviyeler (yâni hânkâhlar) galiba muayyen bir tarikat erbâbma ait nılmıştır (Fraser ve Burnes gibi seyyahların Horasan ve Bvhârâ se
müesseselerdi; ribâtlarda ise, yolcular, muhtelif tarikatlere mensub yahatnamelerinde).
dervişler, ilim tahsiliyle meşgul talebe karışık bir surette yaşıyorlardı. Gerek
zaviyelerde gerek ribâtlarda ayrıca namaz kılmağa mahsus bir mescid ve , c. Bilhassa hududlara yakın büyük merkezlerde yapılan ribâtlar,
bâzan bir de kütüphane bulunduğu metinlerin şehâdetinden anlaşılıyor. ibtidâ gönüllü mücâhidler e mahsus birer kışla mâhiyetinde idiler. Son
Maamafih bunun sâdece bir faraziyeden ibaret olduğunu, ve ribât ile zaviye radan, garibleri, yoksulları, tahsil için civardan gelen talebeyi, kimse
arasmda belki de hiçbir fark olmayıp bu iki ıstılahın birbirleri makamında siz dulları barındıran müesseselere de ribât adı verildi. Bu suretle med
kullanıldığım düşünmek de mümkündür. Daha XI. asırdan evvel îran ve rese ve yardım evi vazifelerini gören müesseselere de ribât denildiğini
Mâverâünnehr' de fıkıh ve hadîs ile uğraşanlara mahsus —âdeta medrese görüyoruz. Bunlardan bâzısında, âlimler tarafından ders okutulduğu
mâhiyetinde— ribâtlar bulunduğu hakkında yukarıda verdiğimiz malûmatı nu, ve talebenin istifâdesi için bu gibi bâzı ribâtlar'da ayrı bir kütüp
da burada hatırlatabiliriz. İran'da tarîkatlerin inkişafından ve tekkelerin ço- hane bulunduğunu da biliyoruz. j^İş;
ğalmasından sonra, Arab memleketlerinde, kurulan mümasil müesseselere d. îslâm âleminde XI. asırdan başlıyarak tasavvuf tarîkatlerinin
r-Bağdad havâlisinde olduğu gibi— ribât adının teşmil olunduğu da pek yayılması üzerine, muayyen tarikat mensublannm toplantı yeri olan
tabiîdir.' hânkâh'lara yâni tekkelere de ribât adı verilmiştir. Bu suretle ribât ıstılahı
X. Endülüs ve Şimalî Afrika'dan Asya ortalarına kadar bütün tslâm muhtelif zaman ve mekânlarda tekke mânâsında kullanılan hânkâh,
memleketlerinde ribât ıstılahının muhtelif asırlarda ne gibi mânâlar ifâde zaviye, düveyre, buk'a, savma'a, dergâh, âsitâne gibi tâbirlerle mürâdif
ettiğini, en kısa ve kaabil olduğu kadar vazıh bir şekilde îzâha çalıştık; ve oluyor. Menşe9 itibariyle hânkâh ile ribât arasındaki farkı ibtidâ Van
kelimenin semantik tekâmülünü, İslâm medeniyeti tarihinin umû- Berchem îzâha çalışmıştı (Corpüs, I, s. 245). islâm'da vakıf müessesesi
inkişaf ettikten sonra, bütün Ibu ribâtlarm ve bilhassa b, c, d
350/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi

serilerine dâhil olanların —hükümdarlar, hükümdar ailesine mensub


kadın ve erkekler, büyük devlet adamları ve zengin ferdler tarafından—
vakıf suretiyle te'sis edildiğini ilâve edelim.
Aynı isim altında birbirinden çok farklı askerî, dinî, içtimaî mü-
esseseleri ifâde eden İslâm ribâtları hakkında yapılacak tarihi ve ar-
keolojik araştırmaların, yalnız din tarihi ve tasavvuf tarihi değü, ikti-sâdî
ve içtimaî tarih bakımlarından da mühim neticeler vereceği muhakkaktır.
Yukarıdanberi verdiğimiz izahat, bu türlü tetkiklerin yalnız ehemmiyetini
değil, bunların nasıl geniş bir kadro içinde yapılması lâzım geldiği
zaruretini de iyice belirtmiştir, ümidindeyiz.
VAKIF MÜESSESESİNİN HUKUKÎ
Ankara, 2/1/1942 MAHİYETİ ve TARİH! TEKÂMÜLÜ

I İslâm Dünyasında Vakıf


Müessesesinin Ehemmiyeti

Vakıf müessesesi, uzun asirlardanberi bütün îslâm memleketlerin-


de çok büyük ehemmiyet kazanmış, içtimaî ve iktisadî hayat üzerinde
derin te'sirler yapmış dinî - hukukî bir müessesedir. XVIII. asır sonla-
rile XIX. asır başlarında bu müessesenin îslâm hayatındaki ehemmi
yetini ve şümulünü anlatmak için, o devirlerde yaşamış bâzı garb mü
elliflerinin, tahminî dahi olsa, şu müşahedelerini nakletmek kâfidir:
Mouraja d'Ohsson ve M. Gatteschi, Osmanlı împaratorluğu'ndaki gayri
menkul servetin büyük bir kısmım vakıfların teşkil ettiğini söylerler;
bunun hemen dörtte üç nisbetinde olduğunu da iddia edenler vardır.
Cezayir Fransız işgali altına düştüğü esnada, şehirlerdeki gayri men
kullerle şehirler civarındaki arazîden hemen yarısının vakıf olduğunu
Zeis iddia eder; F. Bonnard da Tunus arazîsinin rivayete göre hemen
üçte birinin vakfa ait olduğu mütalâasındadır. 1925'de Mısır'daki işlenen
arazînin sekizde biri vakfa ait bulunuyordu. Her halde Fas, îran, Hin
distan, Türkistan gibi îslâm kültürünün asırlarca hâkim olduğu saha
larda da vakfın çok mühim bir yer tuttuğu kat'iyyetle ifâde olunabilir.
Bütün .bunlara ilâve olarak, bugün bile Türkiye'nin her köşesinde va
kıf eserlerine hemen her adımda tesadüf edildiğini söylersek, vakıf mü
essesesinin îslâm dünyasında ne muazzam bir rol ifâ ettiğini kolayca
anlatabiliriz. 6Î^^
Bu hukukî müessesenin îslâm medeniyeti dâiresinde bu kadar büyük
bir inkişaf göstermesi, îslâm memleketlerinin içtimaî ve iktisadî ha-
yatında bu kadar muazzam ve devamlı bir rol oynaması, hiç şüphe yok
352/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/353
ki sâdece tesadüfe veya keyfe bağlı bir hâdise gibi telâkki olunamaz.
11-Hassâfın (ölümü 261 H. — 875 M,) Ahkâmü'l-Vakfı (Kahire,
Aşağıda izah edildiği veçhile bu inkişafı sâdece «islâm hukukundaki ve-
1904), Hilâl b. Yahya'nın (ölümü 245 H. — 859 M.) Kitâbü Ahkâmi'l-
raset kaidelerini değiştirmek» veya «servetini keyfî müsaderelerden Vakf'ı (Haydarâbad, 1355) bu monografilerin en eskilerindendir. Daha
kurtarmak» gibi şahsi bir menfaat kaygusuna isnad eden materyalist sonraiki zamanlarda, meselâ İbrahim b. Mûsâ al - TarâbulûaTnin (ölümü
telâkkiler, tek cepheli ve çok dar bir îzah tarzıdır; halbuki bu kadar geniş 992 H. — 1516 M.) el-î^âf fî Ahkâmi'LEvhai'ı gibi monografiler ya-
ve şümullü bir vakıayı îzah için türlü mâhiyette birçok âmilleri —dini ve zılmıştır kif bunların son nümûleri olarak memleketimizde Ömer Hilmi,
ahlâkî âmilleri, iktisadî ve içtimaî âmilleri, siyâsî âmilleri— hep birden Ali Haydar, Mehmed Hamdi efendiler ile Ebû'HHâ [Mardinl'in eserle-
göz önünde tutmak lâzımdır. Bunun tam zıddı olarak, son zamanlarda rini ve en son olarak da Ali Şimmet Berki'nin Vakıflar (İstanbul 1941)
memleketimizde bâzı muharrirler tarafından ileri sürülen diğer bir fikir, adlı kitabım zikredebiliriz. Türkiye haricindeki diğer îslâm memleketle-
yâni vakfm İslâm dünyasındaki inkişafını «İslâm dininin diğer dinlerden rinde de'son zamanlarda yerli âlimler tarafından yazılmış vakfa ait
daha ahlâkî ve İnsanî gayelere mâlik olmasına isnad etmek» fikri de muhtelif eserlere tesadüf olunmaktadır.
hiçbir,ilmî esasa dayanamam Daha açık bir ifâde ite, Vakıf müessesesinin
Gerek memleketimizde gerek îslâm memleketlerinde yerli âlimler
teşekkül ve inkişafı tarihî bir surette anlaşılmadıkça, sâdece aklî ve
tarafından yazılmış olan bu muahhar eserler, umumiyet itibarile sırf
mantıkî istidlallerle —bâzı zamanlara ve bâzı sahalara münhasır bir takım
amelî ihtiyaçlara tekabül eden ve muayyen bir mezhebe göre tedvin
münferit vakıalardan çıkacak neticeleri tamim ederek— bu türlü İzahlara
edilmiş olan dogmatik kitaplardır. Fakat bunların hiç birisi, vakıf mü-
kalkışmak, ilmî bir hareket sayılamaz. Esasen ne eski Şark
essesesinin —geniş ve hakikî mânâsile— hukukî mâhiyetini ve tarihî
medeniyetlerinde, ne Yunan ve Roma âlemlerinde, ne de Ortaçağ inkişafım anlatabilecek ilmî bir mahsûl sayılmaz, Tamâmiyle teolojUc
Hıristiyan dünyasında emsaline tesadüf edilemiyen ve sırf îslâm bir mebde'den işe başhyan ve muayyen bir mezhebin doktrinlerinin çer-
medeniyeti çevresindeki memleketlere ve kavimlere münhasır kalan bu çevesi içinde kalan ve asıl ana menbâ'lara kadar çıkamıyarak son asır-
muazzam inkişaf, tarflıî kadrosu içinde tetkik edilmedikçe, onun hukukî lardaki iltikatçı müelliflerden (meselâ.îbn Nüceym, İbrahim Halebî, tbn
mâhiyetini lâyıkile anlamak imkânı da hâsıl olamıyacakür. 'Abidîm veya onlardan birkaç asır evvel gelmiş bu gibi fakihler-den)
istifâde ile iktifa eden bu kitaplarda, tenkitçi ve objekiif bir zihniyete
tesadüf edilmemesi gayet tabiîdir. Hukukî müesseseleri içtimaî bir
mahsûl olarak telâkki etmek ve onların tarihî realite çerçevesi içindeki
n tekâmül safhalarım îzaha çalışmak, garb hukukçuları arasında bile henüz
lüzumu derecesinde anlaşılmamış iken, bizim Ortaçağ zihniyetiyle
Vakıf Müessesesi Hakkındaki Kaynaklar ve Tetkikler yetişmiş eski hukukçularımızın, hukuk'u adlî teknik'ten ibaret san-
malarım zarurî görmelidir.
Vakıf müessesesi gibi îslâm âleminde asırlarca yaşamış ve içtimaî
Umumiyetle îslâm hukuku hakkında olduğu gibi vakıf müessesesi
hayatın günlük hadiseleriyle sıkı sıkıya alâkadar olmuş hukukî Mr mü-
hakkında da XIX. - XX. asırlarda Avrupa'da birçok tetkikler yapıldığım
essesenin, îslâm hukukçuları tarafından inceden inceye İşlenmemesi ve
görüyoruz. İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Hollanda gibi milyonlarca
sistemleştirilmemesi imkânsızdı. Hakikaten, salahiyetli garb hukukçu*
İslâm tebaaya mâlik müstemlekeci devletler, idare ettikleri İslâm mem-
lanmn da itiraf ettikleri veçhile, Roma hukukundan sonra üzerinde en
leketlerinde Vakıf meselesile doğrudan doğruya temasa gelmişler, gerek
fazla uğraşılmış bir hukuk sistemi olan îslâm hukukunun büyük üstadla-n, idarî, gerek adlî bakımlardan bu meselenin tetkikine mecbur olmuşlardır.
daha ilk imamlardan başhyarak, vakıf mevzuu üzerinde de ehemmiyette Meselâ Tunus, Cezayir, Fas gibi Mâlikî mezhebinin hâkim olduğu
çalışmışlar, ve onu yavaş yavaş sistemleştirip tedvin etmişlerdir. Muhtelif sahaları ele geçiren Fransızlar, daha ziyâde Mâlikî mezhebine göre vakıf
islâm mezheplerine,, diğer bir ifâde ile, muhtelif îslâm hukuk meselesini tetkik zaruretini duymuşlardır.
mesleklerine göre yazılmış fıkıh kitaplarında vakfa ait kısımlar mevcut
olduğu gibi, ayrıca da doğrudan doğruya bu mevzua ait muhtelif Vakıftan bahseden garb eserlerini umumiyetle birkaç sınıfa ayırmak
monografiler vücûde getirilmiştir. mümkündür:
&4/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesİ/355

Bunlarda vakıf meselesinden de tabiatile bahsedilmektedir. Bunlar- E. Umûmi surette İslâm hukukunda vakıf müessesesinin mâhiyetin-
dan bâzıları muayyen bir mezhebe göre, yâni göre vakıf meselesini tetkik den bahseden eserler.
zaruretini duymuşlardır.
Bunların bâzısı, sâdece vakfa ait herhangi bir mezhebe mensub bir
Vakıftan bahseden garb eserlerini umumiyetle birkaç sınıfa ayırmak İslâm fakîhinin eserinin tercümesinden ibaret ise de, en ehemmiyetlileri,
mümkündür: meseleyi daha geniş ve umûmî bir surette tetkik ve izah etmektedirler.
A. Umûmî bir surette îslâm hukukundan bahseden eserler. Bunlar arasında E. Mercier'nin ve bilhassa Eug. Clavel'in monog-
rafileriyle; Marcel Morand'ın vakıf müessesesinin men'şei ve hukukî
Bunlarda vakıf meselesinden de tabiatile bahsedilmektedir. Bunlar- mâhiyeti hakkındaki küçük fakat şümullü tetkiki, ehemmiyetle zikre lâ-
dan bâzıları muayyen bir mezhebe göre yâni meselâ Hanefi hukukunu yıktır. Bilhassa Clavel'in kitabında vakıf meselesinin Şimalî Afrika
yahut Mâliki hukukunu anlatmak maksadiyle yazılmış olduğundan, vakıf memleketlerindeki vaziyeti ve XIX. asırda İngiliz ve Fransız idarelerinin
meselesi de bu eserlerde tabiatiyle bu bakımdan tetkik edilmiştir. Mısır, Cezayir ve Tunus'ta vakıf hususunda aldıkları yeni tedbirler ve
koydukları hükümler de etrafiyle izah olunmaktadır. Heffening'in
B. Arazî meselesinden yâni toprak mülkiyetinden bahseden eser
ler.. Encyclopedie de l'Islam'daki Wakf maddesi de, bu müessesenin İslâm hu-
kukundaki mâhiyet ve mevkiini, menşeini, ehemmiyetini, kifayetsiz bir
Bunlarda da vakıf meselesinin bir cephesinden bahsedilmekte olup, tarihçesini, muhtelif îslâm memleketlerinde bugünkü vaziyetini çok kısa
ekseriyette muayyen bir coğrafî - siyâsî sahaya ait olduklarından orada fakat oldukça toplu surette göstermekte ve bu husustaki kaynaklarla
hâkim olan mezhep esaslarına göre vaziyeti teşrih etmektedirler. Maa- tetkikler hakkında da azçok malûmat vermektedir.*
mafih bu cins eserler arasında, yalnız muayyen bir memleketin mülkiyet
Bu zikrettiğimiz eserler, gerek hukukî gerek tarihî bakımlardan,
rejiminden bahsetmeyip umumiyetle îslâm hukukunda arazî mese-
memleketimizde Hanefî fıkhına göre yazılıp yalnız Osmanlı İmparator-
lesinden bahseden umûmî mâhiyette* eserler yok değildir. XIX. - XX.
luğu 'ndaki vakıf meselesinin tâbi olduğu hükümleri ihtiva eden kitap-
asırlarda. Osmanlı İmparatorluğu tedricen parçalandıkça, İmparator
lardan çok mükemmeldir.
-luk'tan ayrılan memleketlerde toprak mülkiyeti meselesinin tetkiki, İm-
paratorluk idaresine halef olan yeni idareler için hayatî bir zaruret teşkil Fakat bütün bu tetkiklere rağmen, vakıf meselesinin bilhassa menşei
etmiş ve tou sebeble birçok tetkikler yapılmıştır. ve tarihi tekâmülü, îslâm medeniyetinin maddî ve mânevi çerçevesi
içinde izah edilmiş ve lâyıkiyle anlaşılmış sayılamaz. Yalnız Orta Asya
C. İslâm hukukunda veraset meselesinden bahseden eserler. ve İran sahalarında kurulan eski îslâm ve Türk devletlerinde değil, hattâ
Vakıf müessesesi, bilhassa aile vakıfları, İslâm'daki veraset pren Osmanlı İmparatorluğumda bile vakıf müessesesinin tarihi henüz
siplerini —tabu.doğrudan doğruya değil fakat dolayısile— değiştirecek lâyıkiyle tetkik edilmiş değildir. Vakıflar Dergisi'nin ilk sayısında, bu
mâhiyette olduğundan, bu cins eserlerde de vakıf meselesine mühim bir hususta şimdiye kadar yapılan araştırmaların kifayetsizliğini, bunun se-
yer ayrılmıştır. $ f& & beblerini, tetkiki icab eden meseleleri, müracaat edilecek başlıca kay-
D. îslâm memleketlerinden herhangi birinde vakıf müessesesinin mâ nakları umûmî çizgileriyle göstermiş olduğum için, burada onları tekrara
hiyetini, teşrih eden eserler. lüzum görmüyorum.
Bilhassa amelî zaruretler dolayısile Tunus'a, Cezayir'e, Mısır'a,
Trablus ve Bingâsî'ye, Osmanlı İmparatorluğuma, ve 1914 -1918 harbin-
den sonra da tmparatorluğuk'tan ayrılan telâm memleketlerine ait böyle
birçok monografiler vftcûde getirilmiştir. Bu eserler vakıf meselesini,- * İslâm Ansiklopedisi'nin İstanbul tab'ında Vakf maddesi Leyden bas-
tabiatiyle, bahsettikleri sahada hâkim bulunan mezhebe göre izah kısındakinden daha etraflı bir şekilde ve yeni araştırmaları da içine alır
etmektedirler. bir tarzda Bahaeddin Yediyıldız tarafından kaleme alınmıştır (bk. İstanbul
1982, fasikül 137, s. 153-172). O.F.K.
356/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/357
in
vakfa taraf dar olmıyanları şiddetle tenkid etmektedir ki, bunlar arasında
VAKIF MÜESSESESİNİN MENŞEİ HAKKINDA —ismi tasrih edilmemekle 'beraber— Hanefî, mezhebinin kudretli
MUHTELİF NAZARİYELER kurucusu îmâm Azam ve meşhur Kadı Şureyh (ölümü: 82 H. — 701 M.)
de bulunmaktadır. Şafiî, te'sis edilen bir vakfm, vâkıfın ve mirasçılarının
Vakıf müessesesi hakkında muhtelif mezheblere mensub İslâm hu- mülkiyetinde kalacağı hakkındaki nazariyeye de şiddetle hücum ediyor.
kukçuları tarafından kurulmuş olaaı nazari sistemlere göre» vakıf, doğ- Herhalde îmâm Şafiî'nin fikirleri, vakıf hakkında daha sonraları hemen
rudan doğruya îslâmî menşe'den gelen bir müessesedir, imâm Şafii'ye umumiyetle kabul edilen esasların galebesine çok yardım etmiş gibi
göre Arabistan'da İslâmiyet'ten evvel vakıf mevcut değildir (Kitâbü'l görünmektedir. Üstadı olan İmâm Âzam'a ve arkadaşı îmâm
Ümm, 275, 280). Kur 'ân'da. vakfa ait hiçbir sarih işaret bulunmamakla Muhammed'e rağmen, Hanefî mezhebindeki vakıf prensiplerinin esasım,
beraber, İslâm fakîhleri muhtelif hadîslere istinaden bu müesseseyi âdeta İmâm EbÛ Yûsuf kurmuş, birçok meselelerde üstadından ayrıl-
Peygamber zamanına irca ederler. Bâzı muahhar İslâm müellifleri İb- mıştır. Meselâ «gailesi tamâmile vâkıfa ait olmak üzere vakıf te'sisi» ni
rahim Peygamber tarafından yapılan vakıfların mevcudiyetinden de —tıpkı îmâm Âzam ve İmâm Muhammed gibi— sahih saymıyan İmâm
bahsederler. Fakat, Kudüs'te hâlâ devam eden bu vakıfların, sonradan, Ebû Yûsuf, sonradan, Peygamber'in —Ömer b. el-Hattâb'ın Tfıamgr'daki
İslâm âleminde vakıf müessesesi yayıldıktan sonra bu modadan istifâde vakfına esas teşkil eden— bir hadîs'ini gördükten sonrat bu fikirden
etmek istiyenler tarafından uydurulmuş olması daha akla yakındır1. dönmüştür. Daha birçok misallerini zikretmek kaabil olan bu derin ay-
İslâm vakıfları arasında, eskidenleri uydurulmuş yalan vakfiyelere ve rılılardan iyice anlaşılıyor ki, İmâm Şafiî ve bilhassa Ebû Yûsuf gibi
yalancı şehâdetlere istinaden kabul ve tescil ettirilmiş olanlar nâdir, vakıf müessesesini genişletmek için vâkıflara her türlü kolaylıklar gös-
olmadığı cihetle, bunun da bu türlü bir vakıa olması çok muhtemeldir. termek istiyen hukukçulara karşı, diğer bir takım fakîhler, bu müesseseyi
Vakıflar Dergisinin gelecek sayılarında bu türlü uydurma vakfiyelere ait uzun müddet fena bir gözle görmüşler, onun şer'î mâhiyetini tanımak
bâzı mühim misaller, vereceğiz. istememişler, ve hiç olmazsa hukukî neticelerini tahdide çalışmışlardır.
Çünkü, İmâm Azam'm ve uzun müddet İmâm Ebû Yûsuf'un da
İslâm hukukçularının vakıf müessesesini Peygamber ve Hulefâ-yı bilmedikleri bir hadîse —ve birisi aile vakfını esas teşkil eden diğer iki
Râşidîn devirlerine kadar çıkarmak istemelerine rağmen, mezheb kuru- rivayete— dayanarak, Kur'ân'm miras hakkındaki kat'î hükümlerini tâdil
cusu olan ilk büyük imamlar, hattâ aynı mezhebe mensub büyük hu- edebilecek bir müesseseyi tecviz etmek, İslâm hukukçuları için ta-
kukçular arasında vakfın mâhiyeti ve hukukî esasları hakkında çok derin biatiyle çok müşküldü. Fakat muhtelif içtimaî âmiller, İslâm cemiyeti
ayrılıklar ve görüş farkları bulunması, bilhassa dikkate lâyıktır: Vakfın içinde vakfm sür'atle inkişafını intaç ediyordu,'İşte 'bu hayatî zaruret
şiddetli taraf dan olan İmâm Şafiî, yukarıda zikredilen eserinde, karşısında, muhtelif mezheblere mensub büyük hukukçular, bir taraf-tan
vakfa ait hükümler Jcoymakla beraber, diğer taraftan da onun veraset
1 Maamafih bunun İslâmiyet'ten evvelki zamanlara ait bir te'sis olması ahkâmım büsbütün ihlâl etmesine mâni olmasına çalışıyorlardı. Lâkin,
ve sonradan şeklini deriştirmesi de imkânsız delildir. XIV. asır başında bir hac esnasında Medine'deki İslâm vakıflarım gördükten sonra, bu
Küfe şehri civannda Bir-1 Malâha'ya yakın bir Zûlkifi peygamberin kabri müessesenin İslâm ümmeti için çok faydalı olacağına kanaat getirmiş
olduğunu ve Yahudiler indinde burasının -müslümanların Kabe'si gibi-rTn^f^
^^ « ***** toarüı hükümdarı Olcaytu'nun bu-^ *«T^ £? ^usIumanlara olan Ebû Yûsuf (Serahsî, Mebsût, XII, 28), devrin umûmî temayülüne
verdiğini biliyoruz. [Hamdullah Kazvîni, N^etü'l-Kulüb GMS. XXIII. tercüman olarak, vakfı kolaylaştıracak ve vâkıflara büyük bir serbesti
1913, e. 33. - İngilizce tercümesi, s. 39]. Belk verecek yeni hükümler koydu; ve işte içtimaî muhit şartlarına
S25 JT* 6
" r^1** * *** «r W* Bu hususta diğer bir tetâbukundan dolayı, hattâ kendisi gibi Hanefî mezhebindeki muarızları-
l^îSm v^%° w tUttmaVca|1 6d8n BeUü Yahud* ayaretgâhınm vakıf-
n
nın dahi şiddetli tenkidlerine rağmen, vücûde getirdiği sistem muvaffak
arlf»d™ ?£ S18te™te*aSÜS öttürten """+ «™ taklit yolile Yahudiler oldu.
Süftoü ^ HG gfS^"BUh*-» *""• luristiyanlann İslâm vakıf Bütün 'bu hulâsadan kolayca anlaşılır ki vakıf müessesesi, Peygam-
klllSelerî
ZlT„^
L ***6DVaklflar
FJ^ 8Ur f Pr Pri6t6 f<mCİ6re *'«■ ettiklerini biliyoruz İM.
en Turquie, journal asiatique. ™*
{ *İ ° 1861, ««sulmans
p. 5HJ. et «pecialement »FBMİM»™» ber'in ölümünden sonra, Hicret'in ilk asrında teşekkül etmiş, ve ikinci
asrın son yarısında hukukî şeklini almıştır. Fakat vakfı tamâmiyle İsla-
356/lsIâm ve Türk Hukuk Tarihi ^Ş?: Vakıf Müessesesl/359
m! bir menşe'e isnad eden bu tek cepheli görüş, tarih! realiteye ne dereceye
manlığın koyduğu yeni veraset hükümlerine karşı bir aksüTâmelinden
kadar uygundur? Kur'ân'da. hiç bahsediîmiyen ve Peygamber devrindeki
doğmuştur. Arab hayatında İslâmiyet'ten evvel kadınlara ve kaz çocukların
vaziyeti de çok şüpheli ve münakaşalı olan böyle bir hukukî müessese, İslam
içtimâi ve hukukî vaziyetleri -çok aşağı idi; îslâm dini, kadının bu vaziyetini
cemiyetinde birdenbire nasıl bu kadar büyük bir inkişaf gösterebiliyor?
.yükselterek onun da verasete ehil olduğu hükmünü koydu. Asırlardanberi
İslâmiyet'in veraset baklandaki kat'î hükümlerini —kaçamaklı bir şekilde olsa
sürüp gelen bir an'aneye karşı îslâm dininin aldığı bu kat'î vaziyet, Arabları —
bile— değiştirmek gibi. ilk İslâm hukukçularını rencide edecek bir mâhiyet
doğrudan doğruya değil fakat kaçamaklı.yoldan— bir aksül'âmel yaratmağa
arzetmesine rağmen» bu müessese na-sıl olup da muhite uygun bir sistem haline mecbur etti; ve bunun neticesinde aile vakıfları meydana çıktı. Bu usûl
getiriliyor? işte bir yığın sualler ki, bunların cevabını tamâmiyle dogmatik sayesinde bir aile reisi, vakıf te'sisi suretiyle kızlarını mirastan İskata muvaffak
mâhiyet arzeden eski ve hattâ yeni İslâm eserlerinde bulmak kaabil değildir". oluyordu. îslâm hukukçuları, miras hakkındaki Kur'ân hükümlerini filen hiçe
Lâkin bu hususta tetkikler yapan Avrupa müellifleri vakfın menşe' ve tekâmülü indiren bu usûl karşısında şiddetli itirazlarda bulundular; hattâ Mâlikîler'in
hakkındaki bu sualere azçok cevab vermeğe çalışmışlardır ki, tamâmiyle kanaat vakıf sisteminde buna mâni olacak hükümler kondu. Lâkin İmâm Ebû Yûsuf'un
verici bir mâhiyette olmamakla beraber, bu muhtelif telâkkileri gözden kurduğu Hanefî vakıf sistemi, vâkıflara bu meselede de çok geniş bir serbesti
geçirmek, bu meseleler hakkındaki türlü görüş tarzlarını anlatmak itibariyle hiç verdiği cihetle, umûmî bir kabule mazhar oldu. Hanefî mezhebinin hâkim
de faydasız sayılamaz. olmadığı meselâ Cezayir gibi memleketlerde, vâkıfların Hanefî sistemine
dayanarak vakıf te'sis ettiklerini inliyoruz. İslâm hukukçularından bâzılarının
A. İdealist (tslâmî) Nazariye. vakfı vasiyet'e bâzılarının da hîbe'ye benzetmeleri, âdî vakıfların, veraset
hükümlerini dolay isiyle değiştirmek gayesine matuf olduğundan dolayıdır3.
M. Belin. M. de Nauphal,- hattâ Mercier, Clavel, M. Zeis, Sauteyra et
Cherbonneau gibi müellifler, îslâm hukukçularının klâsik telkinlerine sâdık îslâm vakfının menşei hakkında klâsik îslâm telâkkisini kabul eden Zeis,
kalarak vakfı tamâmiyle İsiâmî mâhiyette bir müessese olarak ve doğrudan Sauteyra et Cherbonneau, Mercier gibi birçok müellifler, vakıf müessesesinin
doğruya İsiâmî menşe'den gelmiş addederler. Dinî müesseselere, yoksullara ve sonraki büyük inkişafında, bu «veraset hükümlerim vâkıfın irâdesine göre
kimsesizlere Allah rızâsı için yardım, vâkıfa uh-revî bir mükâfat te'min ettiği değiştirebilmek» karakterinin şiddetle âmil olduğunu teslim etmektedirler.
için, şâir dinlerde olduğu gibi İslâmiyet'te de 'bu dini ideâl, vakıf müessesesinin Onlara göre, menşeinde tamâmiyle dinî bir te'sis (une fomdation pieuse) olan
doğmasına ve inkişafına sebeb olmuştur. Bu suretle vakıf, İslâm'daki sadaka vâkıf (vakf-t §er'î)f sonradan genîşliyerek ve bu ilk mâhiyetini kaybederek,
fikriyle alâkadar oluyor. Halbuki bu nazariye ile ancak şer'i vakıflar, yani dinî vâkıfa veraset hükümlerini değiştirmek imkânını veren ve örfe dayanan bir
ve hayrî bir gayeye matuf te'sisler izah olunabilir. Eğer bu nazariye tamamen müessese' hâlini (vakfı âdî)
doğru olsaydı ilk îslâm hukukçularının neden buna muhalif bir V-aziyet aldık-
ları ve onun inkişafına mâni olmak istedikleri asla izah olunamazdı. Esasen 2 Vakfm, şeriatın veraset hakkındaki hükümlerini Arap örfüne göre
vakfa tarafdar olan îslâm hukukçularının hile-, muasırlarının veya seleflerinin değiştirmek temayülünden doğduğunu' İddia edenlerin fikirlerini» bu hususta
büyük İslam fakihleri arasındaki İhtilafları burada îzaha imkân yoktur. Muhtelif
birçok kuvvetli İtirazlarına cevab vermek ve bu müesseseye naklî bir mesned îslâm mezheblerinde vakıf hakkındaki doktrinlerin nasıl teşekkül ettiğini»
bulabilmek için ne kadar sıkıntı^çektiklerini yukarıda kısaca anlatmıştık. ileride, ayrı bir tetkiknâme ile tafsilen anlatmak niyetindeyiz. Şimdilik şunu
söylemekle iktifa edelim ki, İslâmiyet'ten evvelki AraplarMa miras hukuku,
daha basit bir ifâde ile eski Arap ailesinin hakîki mâhiyeti, bu hususta yapılmış
B. AksÜTamel Nazariyesi. muhtelif tetkiklere rağmen, henüz kâfi derecede aydınlatılmamıştır. W.
Marcais,. vaktiyle bu hususta ileri-sürdüğü fikirlerden bir çoğunu (Des parents
Mouradja d'Ohsson, Robe, Mercier, Marcel Morand gibi müelliflerin ileri et alliĞs successibles en droit musulman, Eennes 1898) sonradan tamâmiyle
»ördükleri bu nazariyeye göre, vakıf müessesesi ve bilhassa âdi vakıflar (dile terketmiştir. Fakat her ne olursa olsun, vakfın menşeinde olmasa da
vaktflart), her şeyden evvel, eski Arab Afftrito, Müslü- inkişâfında, «veraset hükümlerini değiştirmek» imkânının büyük bir âmil
olduğu katiyetle söylenebilir.'
360/lslâm ve Türk Hukuk Târihi
Vakıf Müessesesi/361
almıştır. Şu zikrettiğimiz vakıa fbu hususta çok manâlıdır: Şimalî Afrika
yordu. Hulâsa, zapt ve ilhak edilen topraklar vakfa tebdil edilmiş oluyordu.
*daki müslüman Kabilelerin an'anelerine göre, kadınlar mirasa işti* rak
Arök bundan sonra, Hz, Muhammed'in halefleri yâni Halifeler bu arazîyi
etmezler: İslâm dini buna müsâade etmediğinden, onlar, kadınları mirastan
Beytü'1-Mâl nâmına idare ile mükellef bulundular ve bunlar üzerinde
İska t için geniş mikyasta aile vakfı usûlüne müracaat ederlerdi. Sonradan,
.hiçbir mülkiyet hakkına mâlik olmadılar (Van Berchem, La propriâtâ
an'aneyi te'yid eden ve kadınları mirastan mahrum bırakan birtakım
Hrritoriale et Vimpât fomcier sous les premiers Califes, p. 11 -12). Vakfın
kanunların tatbikine başlanınca, artık vakıf usûlüne mürâ-caatten tamamiyle
İslâmî menşe'i hakkında ilk îslâm hukukçularının klâsik nazariyesini kabul
vazgeçmişlerdir. Maamafih bu aile vakıflarının (vakf-ı ehil) çak eski
eden Zeis de, Müslümanlar tarafından zapt ve ilhak edilen toprakların
olduğu, ilk islâm hukukçularının bu husustaki şiddetli hücumlarından —
Peygamber'in ölümünden sonra Beytü'1-Mâl nâmına mevkuf tutulduğunu
meselâ Kadı Şureyh'in daha hicretin ilk asrın-daki itirazları— anlaşıldığı gibi, ve İslâm vakfının bundan doğduğunu terviç etmektedir {Trtâti âlimentaire
İmâm Şafiî'nin Fustât'daki evini bütün mülhakatiyle beraber evlâdına de droit musuîman algerien, vol. II., Alger,
vakfettiği hakkındaki malûmatımız da bunu kat'ileştiriyor (Kitâbü'l-Umm, m,
1886, p.ıaa).
281-283). M. d'Hosson'dan baş-hyarak vakıf hakkında tetkikatta bulunan
Vakfın menşe'i ve mâhiyeti hakkında tetkikatta bulunan diğer garb
bütün Avrupa müellifleri, «servetini mustebid hükümdarların ga-so ve
âlimleri arasında hiçbir mevki' kazanamıyan bu nazariyeyi, Marcel Morand
müsâdere'sinden kurtarmak ve çocuklarına herşeye rağmen devam edecek bir
pek haklı olarak tenkid etmiş ve bunun zayıf bir istidlalden ibaret*olduğunu
irad te'min etmek» düşüncesinin de vakfın inkişafında büyük bir âmil
göstermiştir: vakfın meşruiyetini muarızlara karşı isbat için çok sıkıntı
olduğunu iddia etmişlerdir. Herhalde bu psikolojik âmilin bu hususta kuvvetli çeken hicrî ikinci asır hukukçuları^ eğer vakıf müessesesi, ilhak edilen
bir te'siri olduğu inkâr edilemezse de, bütün vakıfları —meselâ hiç evlâdı toprakların Beytü'1-Mâl yâni îslâm devleti menfaatine mevkuf
olmı-yanların, hadım ağaların yapmış oldukları vakıfları— böyle materyalist tutulmasından doğmuş olsaydı, dâvalarını müdafaa için böyle bir kuvvetli
bir telâkki ile izaha imkân olmadığı da muhakkaktır. delili ihmâl ederler mi idi? Bundan başka, eğer bu nazariye doğru olsaydı,
Maamafih,bu aile vakfının, meşru olmıyan bâzı gayeler için bir hiy-le vakıf toprakların tâbi olduğu hukukî şartlar, onun bir nevi başlangıcı ve
yolu olmak üzere istâmâline teşebbüs edildiğini gösteren başka deliller de örneği addedilen zaptedilmiş arazînin (arz-ı memleket, arz-% mîrî) tâbi
vardır: borçlu bir kimsenin servetini alacaklılarından kurtarmak için evlâdı bulunduğu hukukî şartlardan farksız olmak îcab etmez mi idi? Halbuki
lehine vakıf te'sisine kalkması, Ebûssu'ûd Efendi'nin bir fetvâsiyle aradaki bâzı küçük benzeyişlere rağmen, bu şartlar arasında derin ve esaslı
menedilmiştir, Mısır'da aile vakıflarına ait varidatın 1928 -1929 yılında diğer farklar mevcuttur. Meselâ «vakf-ı sahîh»in hardc'a tâbi topraklardan değil
bütün vakıflar varidatından daha fazla olması (100 milyon franktan fazla), ö'sr'e tâbi topraklardan olması şarttır. Vakfa ait ve Öşre bağlı arazî ile haraca
vakıf müessesesinin son asırlarda asıl insanî gayesinden nasıl inhiraf etmiş 'bağlı mîrî arazînin vergi bakımından tâbi olduğu hükümlerin birbirinden
olduğunu göstermeğe kâfidir. farklı olması, gerek mülkiyet gerek tasarruf itibariyle bunların birbirinden
tamamiyle ayrı hukukî mâhiyette olduklarına en büyük delildir. Çünkü îslâm
C. Devlet Menfaati Nazariyesi,
hukukuna göre, her cins arazînin tâbi olduğu tekâlif, doğrudan doğruya
Sadece Zeis ve bilhassa Vaa Berchem tarafından ileri sürülen bu onların onların hukukî mâhiyetine bağlıdır. îşte kısaca gösterdiğimiz bütün
nazariyeye göre, vakfın menşe'ini, asıl sarih mebde'ini, Peygamber'in bu delillerden sonra, Van Berchem ve Zeis taraflarından üeri sürülen bu
ölümünden sonra fey'lerin mülkiyeti üzerinde yapılan değişikliklerde aramak nazariyenin, vakıf müessesesinin menşe'ini izah edemiyeceği açıkça an-
lâzımdır. Peygamber hayatta iken, gerek harben gerek sulhan zaptedilen laşılır3. Bunları şaşırtan ve bu yanlış neticeye sevkeden şey, öyle sa-
mülkler ve topraklar —ki ıstılahta bunlara /ey* denir— bu-kukan onun «tzu
ve irâdesine tâbi' idi; Peygamber ölünce, vârisleri bunların kendilerine ait 3 M. Morand'm bu husustaki daha bâzı tenkitlerini yukarıda zikre lüzum
görmedim. Islâmda arazi meselesi hakkında esaslı İzahata girişmeden bu
olduğum* İddia ettiler. Lâkin bu talebler kabul edilmedi; ve bu servetin îslâm meseleyi daha sarih surette anlatmağa imkân yoktur. İslâm hukuk tarihinin
ümmetinin nef ine olarak yâni Beytü'l-Mdt'ce mevkuf tutulduğu ve ona ait lâyıkiyle tetkik edilememiş olan bu mühim problemi hakkında ayrıca
olduğu ileri sürüldü. Bu suretle, her türlü hukukî tahavvüllerden masun, neşredeceğim bir tetkikte, vakfa ait de hukuki ve tarihi bîr takım yeni izahat
mukaddes bir şey mâhiyetini ah- vermeğe çalışacağım.
362/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/363
ruyorum ki, Worms'un «harben zaptedilen ve haraca tâbi tutulan arazînin
vakıf hükmüne girdiği ve bunun neticesi olarak ona mutasarrıf olanların bu vakfın idare tarzım tâyinde tamâmiyle serbesttir. Bu tenkidler karşısında
arazînin rafcabe'sine sâhib olmryacağı» hakkındaki yanlış. mutalaasıdır Gatteschi'nin —esasen taraftar bulamamış olan— bu eski nazariyesi
(Recherches sur la constitution de la proprÜti territoriale dans les pay s tamâmiyle hükümsüz kalıyor4».
musulmans, Journal asiatique, 1842 -1844). Worms'un( İslâm hukuku
E. Bizans Hukuku Menşei Nazariyesi.
hakkındaki tetkiklerin henüz başlangıcında bulunduğu bir sırada vücûde
getirdiği bu eserin birtakım yanlışlıklarını tashih eden Gatteschi de bu yanhş Vakıf müessesesinin, hukukî mâhiyeti bakımından ilk örneklerini
mütalâayı kabul etmiştir (Des lois sur la pro-pri&te* fonciere dans l'empire Bizans'tan aldığı fikri, birbirinden tamamen habersiz olarak H. Becker ve
ottoman et particulierement en Egypte, Paris 1867, p. 12). Marcel Morand gibi müsteşrik ve hukukçular tarafından ileri sürülmüş ve
bilhassa bu sonuncu tarafından çok açık bir surette müdâfaa ve îzah
D. Roma Hukuku menşei Nazariyesi. edilmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz aksül'amel nazariyesini kabul eden bu
islâm vakfının, şâir bazı islâm hukukî müesseseleri gibi Roma hu- müellife göre, eski Arab örfünün bir aksüFameli olarak meydana çıkan yâni
kukundan alındığını iptida İtalyan hukukçusu Gatteschi ileri sürmüştür. , İslâm dininin veraset hakkındaki kat'î kaidelerini —doğrudan doğruya değil
İslâm hukukunun inkişafında Roma hukuku'nun ve Musevîlik ahkâmının fakat kaçamaklı bir yoldan— hükümsüz bırakmak maksadiyle vücûde gelen
büyük bir te'siri olduğuna inanmış olan Gatteschi'ye göre t İslâmlar vakıf vakıf müessesesi, ilk örneğini Bizans'ın Suriye ve Mısır'daki dinî
müessesesini eskiden Roma'ya tâbi olan topraklardaki yerli halktan iktibas ve müesseselerinden almıştır. Bizans hukukunun bu müesseseler hakkındaki
taklid etmişlerdir; ve vakıf müessesesinin tâbi olduğu hukuki şartlar, Roma kaidelerile İslâm hukukunun vakfa ait hükümleri birbirleriyle mukayese
hukukundaki res sacroe (veya proprietas sacra) 'lerin tâbi bulunduğu edilince, bu netice kendiliğinden meydana çıkıyor:
şartlardan alınmıştır. Bunların tahsis edilmiş olduğu aedes sacroe'ler ise 1. Bizans hukuku, kiliselerin, manastırların, papaslara mahsus iba-
Müslümanların mescidlerine tekabül eder (Gatteschi, Etüde sur la propriâfâ dethanelerin, fakirlere, ve ihtiyarlarla kimsesiz çocuklara yardım mak-
territoriale, les hypotheçues et les Wakf, S. .284).
sadiyle kurulmuş hayır müesseselerinin, hulâsa 'kelimenin en dar mâ-nâsiyle
Fransız hukukçusu Marcel Morand, Clavel tarafından sâdece nakledilen bütün te'sislerin hukukî şahsiyet*e mâlik olduklarım kabul ediyordu.
ve başkaca hiçbir tarafdar bulmıyan bu nazariyeyi, çok kuvvetli bir şekilde Bâzılarına göre, bu hususta devletin müsâadesini almak îcab eder; fakat bâzı
tenkit etmiştir: evvelâ Roma hukukunda res sacroe'lere ait kaidelerin, islâm müelliflere göre böyle bir mecburiyet vârid değildir. Böylece kendilerine
vakfındaki ahkâm ile hiçbir mümâseleti yoktur; res sacroe tabiriyle muayyen bir maksad için bir mal tahsis edilmek suretiyle bu bahsettiğimiz
münhasıran mâ'bed ve âyine mahsus maddî eşya mefhumu kasdedilir; bunda, müesseseler, hukukî 5>ir şahsiyet mâhiyetini alabilirler.
bunlara ait «bir menfaat getirecek bir mülk» mânâsı yoktur; hâlbuki vâkıflar,
kendileri veya te'min ettikleri menfaat, dinî ve hayrî bir gayeye, bir âmme
4 Gatteschi, şer'î vakfın menşeini Roma hukukunda ararken vakıftan
menfaatine tahsis edilmiş olan mülklerdir. Bundan başka, res sacroe'ler yine doğan bazı akidlerin, Roma hukukundaki emphytheose'la müşabehetini kay-
ancak ya -bir kanun ile yahut bir senatus consulte ile, sonraları da detmişti. Aşağıda bu türlü akidlerden bahsederken, bu müşabehetten de bah-
imparator'un bir irâdesi yahut ruhanî reisin karariyle bu mâhiyeti alabilir; bir sedilmiştir. Kilise ve manastırlar emvali hakkında Bizans devrinde de emp-
ferdin mücerret irâdesi onlara böyle bir mâhiyet verilmesine kâfi gelme». hythiose usûlünün devamı Mitteis ve V/ilcken tarafından neşredilen vesika-
lardan anlaşılıyor (Becker'den naklen Heffening'in EncyclopĞdie de l'Islam'da
Halbuki İslâm hukukunda ve meselâ Mâlikîlerde, bir vakıf te'sisi, hattâ bir ki Wakf makalesinde). Morand, tenkidinde her nedense bu meseleyi meskût
ferdin şifahî ifadesiyle de vücûde gelebilir; ve bunda âmme kudretini temsil geçmiştir. Emphyth6ose, arazinin rakabesine mâlik olan tarafından terkolu-
eden ikinci bir şahsın asla alâkası yoktur. Bundan başka aedes sac-roeler nan bir haktır; bu suretle o araziye tasarruf eden ve kendisine emphyth6ote
yâni mâbedler bir mala sâhib olabilirlerse de, onun. idaresi mutlaka devlete denilen kimse, o araziyi İstediği gibi tasarruf eder, yani satabilir, hiybe ede-
aittir. Hâlbuki İslâm hukukunda, vakfı te'siı eden vâkıf, bilir, vârislerine bırakırdı. Buna mukabil, arazinin asıl rakabesine sâhib olan
hakikî mâlikine her yıl bir para verirdi. Bu para üç yıl verilmezse, yahut
mutasarrıf vârissiz ölürse, arazi tekrar asıl sahibine geçerdi.
364/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/365

.islâm hukukuna göre, dinî veya hayrî mâhiyette olan herhangi bir âmme îslâm hukukunda da bir vakfa ait maldan intifa' hakkına mâlik olanlar,
menfaatine hizmet eden müesseselerin bir nevi ftufcufct şahsiyeti vardır; ve otuz üç sene —Mecelle'ye göre otuz altı sene (madde 1691)— zarfında bu
kelimenin en dar mânâsiyle bu türlü te'sisler caizdir, îşte bundan dolayıdır ki hakkı talep edebilirler; halbuki vakıfla alâkası olmıyan sair umûmî hallerde
bir meşcid'e, bir tekkeye, veya fakirlere bir malı vakfetmeğe mesağ vardır; ve bu müddet —muhtelif mezheblere göre— on veya onbeş seneden ibarettir.
vakıf te'sisi suretiyle bîr mescid, bir tekke, bir çeşme, bir köprü, (bir Marcel Morand'nın büyük bir isabetle yaptığı bu mukayeseler sonunda
kabristan, bir malın menfaatine sâhib olabilir. Bunun için âmme vardığı netice, cidden inandırıcı bir mâhiyettedir. Vakfm menşe'i hakkında
kuvvetlerinin gerek müsâade gerek tasdik suretiyle olsun müdâhalesine hacet Becker'in fikrini kabul eden Heffening de —M. Morand'ı zikretmediğine
kalmamıştır. Çünkü sâdece vâkıfın iradesiyle hukuki şahsiyet ve binâenaleyh göre galiba ondan habersiz olarak— ayni nazariyeyi tekrar etmiştir; gerçi
mal temellüküne kaabiliyet kendiliğinden doğar. İslâmlar, Kur'dn'da ve Sünnet'te kuvvetle ileri sürülen sadaka mefhumuna
elbette bağlı idiler; lâkin zaptettikleri yerlerdeki hıristiyan müesseselerinin,
2. Bizans hukukuna göre, dini bir maksadla bir te'sis yapmak isti-
mâbedlerin, eytamhânelerin, hastahânelerin te'sis şeklini gördükten sonra,
yen ferd, hiçbir kayıd ile mukayyed değildir. Yâni ferd, mirasçılarının
vakfı o örneğe göre hukukî bir müessese olarak vücûde getirdiler. Bu
mevcudiyetine rağmen, bütün servetini buna tahsis edebilir. hıristiyan te'sisleri de satılmak ve tebdil edilmek imkânına mâlik değillerdi.
îslâm hukukunda da aynen böyledir. Vâkıf, hiçbir kayıd ile mukayyed Ve administratore yâni mütevelliler tarafından —büyük rûhânî reislerin
olmaksızın bütün servetini dinî veya hayrî bir gayeye tahsis edebilir. Yalnız, yüksek murakabesi altında— idare ediliyorlardı (Justinien, Novelle 131;
vâkıf bu vakfı ölümiyle neticelenen hastalığı esnasında te'sis ettiği takdirde, Saleilles, Des Pioe Causae dans le droit de Justinien, Meianges Gerardin,
mirasçılar buna İtiraz ederek vâkıf m servetinin ancak üçte birinin bu işe Paris, 1907, p. 513 ve sonrası). Ekseriyetle çok kuvvetli görüşlere mâlik olan
tahsisini taleb edebilirler. Zira bu vaziyette, vakıf bir vasiyet hükmünde olup, C. H. Becker de, Mısır'da İslâmiyet hakkındaki tetkiklerinde esasen aynı
vasiyet ise ancak servetin üçte «birine şâmil olabilir. neticeye varmıştı: Ona göre Tolunlular zamanına kadar yalnız şehirlerdeki
emlâk (ribâf) vakfediliyor, şehir dışında zirâate sâlih arazî vakfedilemiyordu
3. Bizans hukukunda, te'sis sahibi bu te'sisin idaresini istediği şe
ki, bu âdet Bizans zamanından kalmıştı. Bunu zikreden Heffening, Şafiî ve
kilde tanzim ve istediği kimseye tevdi edebilir. Yâni, te'sise ait men
BuhârV-ye istinaden, daha ilk zamanlarda zirâate sâlih arazînin
faatin hepsini veya bir kısmım kendisine veya mirasçılarına tahsiste
vakfedildiğini ve bu arazî vakfı âdetinin Bizanslılarda da meçhul olmadığını
serbesttir. \
söylüyor. Filhakika, Justinien, Mysie kilisesine, istisnaî olarak, tarla ve bağ
îslâm hukukunda, hiç olmazsa Hanefî ve Hanbelİ hukukunda, vâkıf satın almak müsâadesini vermişti ki, bu te'sisin maksadı esirleri satın almak
vakfmin idaresini tanzimde tamâmiyle serbest olduğu gibi, vakfın menfaatini ve fakirlere yardım etmekti-
kendisine veya mirasçılarına da tahsis edebilir. Marcel Morand, Şark Hıristiyanlarının bu dinî te'sisleriyle îslâm
4. Bizans hukukunda dinî müesseselere ait mallar satılamaz ve teb vakıfları arasında bâzı müşabehetler daha buluyor; meselâ Bizans'taki dinî
dil olunamaz; ve yirmi seneden fazla müddetle îcâra verilemez. te'sislerden menfaati müesseselere ait olanların vergiler'den tamâmiyle
kurtulamadığım, fakat buna rağmen kilisenin himayesini te'min etmek
İslâm hukukunda da, bütün mezheblere göre, vakfa ait mallar satılamaz suretiyle onu birtakım idarî ve mâlî haksızlıklardan koruduğunu söylüyor, ve
ve tebdil olunamaz. îcâr meselesine gelince, bunun müddeti hak-da Garb Hıristiyanlarında recommandation veya priçaria obîata adları verilen
hukukçular arasında ihtilâf varsa ela, umumiyetle îcârm kısa bir zamâft îçin mümasil dinî te'sislerin de hakikî bir dindarlık hissinden ziyâde emniyeti
olması esastır (Vakıf bir malın satılması veya istibdâli hakkındaki şartlardan te'min gâyesile yapıldığım ilâve ediyor. Ona göre, ilk Müslüman vakıfları,
burada bahse lüzum görmüyoruz). vâkıfı ve vakıftan istifâde edenleri öşür-, den istisna etmemekle beraber,
5. Bizans hukukunda, telislere ait mâlların temellükündeki kaide dindarlık ve hayırperverlik örtüsü altında, onların meselâ veraset
ler, diğer mümasil hususlardaki umûmî kaidelerden larkü olup buna hükümlerini tebdil edebilmelerine hizmet etmiş, sonradan da bu suretle
ait müddet kırk senedir. servetlerini hükümdarların ve büyükle-
366/lslam ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/367
ria ktyfî müsaderelerinden kurtarmağa yaramıştır. Demek oluyor ki, ilk
tan sonra, M. Morand'ın islâm vakıf müessesesinin ilk örneğinin ve iptida
bakışta dinî bir mâhiyet arzeden *bütün bu te'sisler, vakıflar, vâkıflara te'min
tâbi olduğu hukukî kaidelerin Bizans hukukundan alındığı hakkındaki
ettiği maddi menfaat bakımından da birbirinden farksızdır. Artık bütün bu
nazariyesi, büsbütün kuvvetlenmektedir.
deliller karşısında İslâm vakıf müessesesinin iptida tâbi olduğu hukukî
kaidelerin Bizans'tan iktibas edilmiş olduğuna kolayca hükmolunabilir.
Bu sarih neticeye varan Fransız hukukçusu, dâvasını isbat için, Arabistan'da IV
İslâmiyet'in zuhurundan evvel ve sonra Hıristiyanlığın mevcud olduğunu,
İSLÂMtYET'DE
İslâm dininin hıristiyanlara karşı müsamahakâr davrandığım, Emevî
saraylarında hıristiyanların mühim bir mevkii olduğunu, Müslümanlığın VAKIF MÜESSESESİNİN ZUHURU VE TEKÂMÜLÜ
Hıristiyanlıktan birtakım şeyler aldığını, uzun uza-dıya îzah ediyor; ve
Suriye'de, Emevî saraylarında İslâm fakîhlerinin Bizans hukuk nazariyelerine Vakıf müessesesinin menşei ve mâhiyeti hakkında gerek islâm fa-kîhleri
gerek Avrupa hukukçuları tarafından ileri sürülen muhtelif fikir ve
—yâni Roma hukukunun Justinien devrindeki tekâmül saf hasma ait
nazariyeler baklanda kaabil olduğu kadar kısa ve vazıh izahat vererek
nazariyelere— yabancı olmadıklarım söylüyor. Hakîkaten, birbirine benziyen
bunların zayıf ve kuvvetli taraflarım tebarüz ettirmeğe çalıştık. Bu küçük
iki hukuki müesseseden birinin diğerinden iktibas veya taklid edildiğine
hulâsa dikkatle gözden geçirilince pek iyi anlaşılır ki, vakıf müessesesinin
hükmetmek için, gerek coğrafi bakımdan gerek kronolojk bakımdan aradaki
menşei ve tarihî tekâmülü hakkındaki tetkikler henüz çok az ve çok
rabıtayı tebarüz ettirmek îcab eder. Lâkin, Mısır ve Suriye'de Şarkî Roma
kifayetsizdir, islâm hukukçuları, Ortaçağ'a mahsus dogmatik bir telâkki'nin
İmparatorluğuma vâris olan İslâmiyet'in ve İslâm kültürünün Bizans'tan
dar çerçevesinden kurtulamıyarak sırf nazarî bir sistem vücûde getirmekle
şiddetle müteessir olduğunu görmek için uzun uzdayı düşünmeğe hacet
iktifa etmişlerdir. Garb hukukçuları ise, bu mes'ele ile amelî bir ihtiyaç
yoktur. İçtimaî hayatın bütün tezahürlerinde, maddi ve mânevi kültürün her- dolayısiyle, yâni, mensub oldukları devletlere ait islâm memleketlerinde
şubesinde Bizans - İslâm ve Sâsânî - İslâm münâsebetleri çok bâriz'dir ve bun- vakıf meselesi üzerinde yapılacak tadîlâta rehber olmak maksadiyle meşgul
lardan bâzıları eski İslâm müellifleri tarafından bile hattâ bir müteârife olduklarından, bu büyük hukuk müessesesini genetik ve mukayeseli bir usûl
şeklinde ileri sürülmüştür. Meseleyi sâdece hukukî cephesinden göz önüne ile tetkike muvaffak olamamışlardır- Ortaçağ, islâm - Türk tarihinin bilhassa
alacak olursak, bilhassa âmme hukuku'nda İslâmlar'ın Bizans'tan birçok şeyler içtimâi ve hukukî cephelerinin henüz çok meçhul bulunması, vakıf ile
aldıklarım kat'iyetle söyliyebiliriz. Vaktile muhtelif yazılarımda oldukça uğraşan garb ve şark hukukçularının da hemen hemen umumiyetle tarihî ve
tebarüz ettirdiğim bu mesele üzerinde durmak istemem5. Bu böyle olunca, sosyolojik kültürden mahrum olmalarıy bu hususta kuvvetle âmil olmuştur.
hususî hukuk meselelerinde de İslâm fıkhının Bizans hukukundan müteessir
olması hiç de imkânsız birşey değildir; ve nitekim son zamanlarda yapılan Maamafih bütün bunlara rağmen, şimdiye kadar yapılmış tetkiklerin
birtakım mukayeseli hukuk tetkikleri bunu yavaş yavaş meydana neticelerine ve bâzı şahsî araştırmalarımızdan elde ettiğimiz malûmata
çıkarmaktadır6. Bütün bu îzahat- istinad ederek, vakıf müessesesinin menşe' ve mâhiyetini ve islâm
dünyasındaki tekâmülünü umûmî çizgileriyle tesbite çalışacağız. Kabataslak
5 Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri, çizmeğe çalışacağımız bu küçük levhanın çok eksik ve şüphesiz çok hatalı
12. basım İstanbul, 1981).
6 Meselâ şu eserlere bakınız: Andre Marneür, la ehefa (droit de rachat olacağını evelden söyüyelim. Ancak, vakfa ait tetkiklerin bugünkü iptidâi
dans la loi musulmane), Paris 1910; Emilio Bussi, Ricerche intorno aile rela- vaziyetinde, böyle umûmî bir taslağın bile faydasız olmı-yacağını ümid
zioni fra retratto byzantino e musulmano, Milano 1933. Bu İtalyan müellifi, etmekteyiz.
Fransız hukukçusundan daha ileri giderek, İslâm hukukundaki Şuf'a pren
sibinin Bizans hukukundaki protimeris'den mülhem olduğunu söylüyor. Bu
iddia biraz mübalâğalı olmakla beraber İslâm fıkhında Bizans te'sîrleri, in Hukukî müesseseler sâdece nazarî bir sistem ve mücerred bir mefhum
kar edilemiyecek kadar barizdir. olarak değil, ancak, içtimâi hayatın dinî, ahlâkî, iktisadî bütün te-zâhüratiyle
alâkalı olarak tarihî realite içinde tetkik edildiği zaman,
368/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/300
hakîkî hüviyetleriyle anlaşılabilir. Bu küçük denememizin hiç olmazsa
den geçirilirse, bunlarla îslâm vakfiyyeleri arasındaki açık benzeyişleri
bu bakımdan, yâni usûl ve telâkki bakımından faydasız sayılamayacağını
görmemek kaabil olamaz7.
ve şimdiye kadar düşünülmemiş (birtakım yeni mes'eleleri ortaya atmak
suretiyle de istikbaldeki araştırmalar için bir başlangıç noktası teşkil Dinî müesseselere hürmet eden ve esasen fütuhat devirlerinde ma-
edebileceğini ümid ediyoruz. Bir araştırıcının en büyük vazifesi sâdece, hallî Bizans idaresini bütün teşkilâtiyle, kanun ve nizamlariyle devam
başkaları ve kendisi tarafından elde edilen neticeleri bildirmek değil, ettiren îslâm fâtihleri, bu suretle, Bizans vakıflarım ve onların hukukî
ondan daha mühim olarak, henüz tetkik edilmemiş veya şüpheli kalmış mâhiyetlerini tabiatiyle öğrendiler. Bundan başka, İslâmlar'ın Irak'ta,
cihetleri sarih bir surette tebarüz ettirmektir. İran'da, Efganistan'da ve Mâverâünnehir'de tesadüf ettikleri mazdeen ve
budist dinî müesseselerinden de mülhem olmaları ihtimali göz önünde
islâmiyet'te vakfın zuhur ve tekâmülünü, îslâm medeniyeti tarihinin
tutulmalıdır. İslâmiyet'in zuhuru sıralarında, Bizans ve Sâsânî
umûmî inkişafı içinde, yâni, siyâsî iktisadî, içtimaî şartlan hep birden göz
müesseselerinden birçoklarının —hattâ Bizans'tan mı Sâsânîler'e yoksa
önünde bulundurarak tetkik etmek lâzımdır, islâm'ın şâir hukukî
Sâsânîler'den mi Bizanshlar'a geçtiği halledilemiyecek derecede—
-müesseseleri gibi vakıf müessesesi de ancak bu suretle içtimaî reâlite'ye
müşterek bir karakter arzettiğini düşünürsek, bu ileri sürdüğümüz ihti-
uygun olarak anlaşılabilir; ve hakikî mâhiyeti, sonraki İslâm malin vakıf tarihinde şimdiye kadar nedense hiç düşünülmemiş bir mü-
hukukçularının ona vermek istedikleri tamâmiyle nazarî ve hayalî hü- him problem olarak ortaya konulması lüzumunu daha iyi anlarız. Bil-
viyetten sıyrılarak teayyün edebilir. O zaman, vakfın menşei hakkında hassa budistlerde çok büyük bir inkişaf göstermiş olan dinî müesseseler
yukarıda hulâsatan anlatmağa çalıştığımız muhtelif görüş tarzlarından hakkında mebzul malûmat mevcut olması ve budist Türkler tarafından
birçoğunun ayrı ayrı bir hakikat parçasını ihtiva ettiği daha kolay anla- te'sis edilmiş budist vakıflarına ait birtakım vesikalarm da elde
şılacaktır. Ancak realite hiçbir zaman tek cepheli olmadığından, vakıf bulunması, bu mes'elenin mazdeen vakıflarmdan daha kolay ve daha
müessesesini asıl bütünlüğüyle kavrayabilmek için, muhtelif cephelerini etraflı bir şekilde tetkikine imkân verecek mâhiyettedir8.
hep bîrden görmek îcab eder ki, bunun için de, yukarıda kısaca îzah
ettiğimiz tarihi usûle müracaattan başka çâre yoktur. İslamların, fethettikleri eski bir kültür sahibi memleketlerde vakıf
müessesesinin ilk örneklerine tesadüf ettiklerini tesbitten sonra, Müs-
Evvelâ kat'iyetle söylenebilir ki, vakıf müessesesi, doğrudan doğruya lümanların bunu o kadar kuvvetle taklit etmelerinin sebebini de kolayca
îslâm dininin dinî-ahlâkî esaslarından doğmuş ve münhasıran îslâ-mi bir bulabiliriz. îslâm fütuhatının sür'atli inkişafı neticesinde îslâm cemiyeti
müessese değildir. Bütün büyük dinler gibi İslâm dininin de ftö-y*r ve birdenbire büyük bir servet ve refah derecesine yükselmişti. Bir taraftan
teâvün kabilinden ahlâkî prensipleri teşvik etmesi pek tabiîdir; lâkin ferdlerin hissesine düşen harb ganimetleri, diğer taraftan Beytü'l-Mâl'e
bunun sırf Müslümanlığa hâs bir vasıf teşkil edemiyeceği ve vakıf yâni devlet hazinesine giren ganimetle vergilerden toplanmış muazzam
müessesesinin zuhurunda yalnız bunun âmil olamıyacağı meydandadır, varidatın Müslümanlar arasında taksimi, büyük ferdî servetler
îflc îslâm fakîhlerinin vakfın mâhiyeti hakkındaki şiddetli münâkaşalara» yaratmıştı. Bundan başka, zaptedilen geniş toprakların tâbi tutulduğu
ve vakfa tarafdar olanların bunu Kitab ve Sünnefe istinad ettirme* için ne mülkiyet rejimi, büyük nisbette Sâsânî ve Bizans rejimlerinin bir iktibası
kadar zorluk çektiklerim* yukarıda kısaca anlatmıştık. Musevîlik mâhiyetinde olduğundan, bilhassa Mısır ve Suriye'de bunun bâzı
hukukuna, Sâsânî hukukuna, Bizans hukukuna yabancı olmıyan w daha şekilleri —meselâ, Roma hukukunda emphythâose denilen ve sonradan
ilk Halifeler zamanında Irak'ta, Suriye'dfc, Mısır'da Sâsânî ve Bizans Bizans'ta kilise ve manastırların mülklerinde pek çok tatbik
müesseseleriyle temas eden Müslümanlar, şâir birçok şeyler gibi vakfın
ilk örneklerini de buralardaki dinî ve hayrî te'sislerde gördüler. Gerek
7 Bu hususta bir fikir edinmek için şu esere bakınız: H. Delehay, Deuı
Mısır'da gerek Suriye'de, Bizans hukukunun muayyen bir hukukî mâhiyet typica byzantins de l'6poque de Paleologues, Bruxelles 1921. Burada, o za-
vermiş olduğu türlü türlü dînî ve hayrî müesseseler, yukarıda mana kadar neşredilmiş mümasil Bizans vesikaları hakkında da izahat var-
söylediğimiz veçhile, pek mebzuldü; ve bunlar, vâkıfların şartlarına göre dır.
idare edilen zengin vakıflara mâliktiler. Bizans devrine ait elde bulunan 8 Prof. Rubin'in budist vakıfları hakkında Vakıflar Derglsİ'nin ikinci
ve typica adım taşıyan vakf iyyeler sathî bir surette göz- sayısındaki makalesine bakınız.
370/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/371

edilen bir nevi tasarruf şekli— îslâm vakıf sistemine de girmiş, hattâ kezlerde Arab fâtihlerinin askerî bir aristokrasi te'sis etmeleri, bu türlü
belki de, bu sistemin teşekkülünde bir âmil olmuştur. âdî veya ehlî vakıfların büyük nisbette çoğalmasına sebeb oluyordu-Bû
Bu kısa izahat açıkça gösteriyor ki, İslâmiyet'in hicri birinci asırdaki suretle, tam mânâsiyle dinî-hayrî bir te'sis mâhiyetinde olan ve vakfı
âmnda vâkıfm mülkiyyetinden çıkararak menfaati muayyen birdin!
tarihi inkişafı, vakıf müessesesinin vücud bulması için îcab eden iktisâdi
gayeye tahsis edilen asıl vakıfların yaranda, şekilce ona benzemekle
şartları hazırlamış, ve mümasil hıristiyan te'sisleri, islâm fakîh-lerine
beraber büsbütün ayrı bir mâhiyet arzeden ve menfaati vâkıfa yahut
vakfın hukukî esaslarım ve şekillerini vücûde getirmek için lâzım olan
tâyin ettiği mirasçılara münhasır kalan âdî vakıflar da meydana çıktı.
örnekleri vermişti. Bu haricî âmillere, îslâm dininin hayır ve teâvün
Abbasîler devrinde, onların tâkib ettikleri dinî siyâset'e uygun ola-
hakkındak ahlâkî prensiplerini, uhrevî mükâfat telkinlerini, dini ve hayrı
rak, içtimaî realiteleri dinî esaslara uydurmak gayesiyle islâm huku-
müesseseler vücûde getirmek için müslüman zenginlerinin tabiî kunun tedvinine çalışıldığı sırada, umûmî hayatta artık iyiden iyiye yer
temayüllerini ilâve edecek olursak, islâm vakıf müessesesini doğuran tutmuş, olan vakıf müessesesinin hukukî mâhiyeti de bilhassa Ebû Yûsuf
muhtelif âmilleri kolayca anlıyabiliriz. İşte bu suretle iptida dinî bir te'sis tarafından, zamanın temayül ve ihtiyacına uygun olarak geniş ve müsait
mâhiyetinde olan vakıf, Kur'ûn'da hiçbir sarih mesnedi olmadığı halde, bir şekilde tesbit edildi. O zamana kadar muhtelif mezhebler arasında
sadece Sünnet'e istinad ettirilerek meşru' görüldü, islâm âlimlerinden birbirinden oldukça farklı telâkkîlere mâruz kalan, hattâ Hanefî
bâzılarının, daha hicri birinci asırdan başlıyarak bu yeni müesseseye karşı mezhebine mensub büyük imamlar arasında bile ihtilâflara sebebiyet
muhalif bir vaziyet almaları, ona «Kur'dn'da bir mes-ned veren bu münakaşalı mes'eleyi hail için, Ebû Yûsuf, imâm Azamdan ve
bulamamalarından ve hattâ Sünnet'e istinad ettirilmesini bile pek doğru imâm Muhammed'den birçok noktalarda ayrılmak mecburiyetinde
görmemelerinden ileri gelmektedir; Maamafih dini ve hayrî gayelere kalmıştı. Hayatf ihtiyaçları karşılamak için nass'ların dar çerçevesini
mâ'tuf olan bu yeni müessese, daha realist görüşlü âlimler tarafından, zorla parçalayan Ebû Yûsuf'un kurduğu sistem, yalnız hanefî fıkhına tâbi
cemiyete te'min ettiği faydalar bakımından, şiddetle terviç olunuyordu. memleketlerde değil diğer mezheblerin hâkim olduğu birtakım mu-
Dinî esaslara fazla bir kıymet vermiyerek bedevi Arab an'anelerini hitlerde de asırlarca tatbik olunmuştur.
Bizans - Iran mutlakiyetçiliğiyle birleştiren Eınevt hükümdarları zama- Zamanın îcablarını ve zengin sınıflarım menfaatlerini göz Önünde
nında, vakıf müessesesi genişledi; ve dinî - hayrî gayetinden de inhiraf bulunduracak uysal bir karakter sahibi olduğunu tarihî vesikalar saye-
ederek, yukarıda îzah edildiği gübi, —o perde altında— islâm dininin sinde çok iyi bildiğimiz Ebü Yûsuf'un âdî vaktflan caiz görmesi, en bü-
miras'a ait hükümlerini değiştirecek bir mâhiyet aldı: Vâkıflar, mülklerini yük islâm hukukçularının hemen umumiyetle bu esasa muhalif bulun-
herhangi dinî bir gayeye vakfetmekle beraber, bunu, ancak tâyin ettikleri malarına rağmen, islâm âleminde çok iyi karşılanmış ve her tarafta ve
mirasçıların nesileri münkariz olduktan sonraki gayrimuay-yen bir bilhassa Hanefîler'de kaVî mâhiyette bir hukuki mesned sayılmıştır:
zamana talik ediyorlardı; bu suretle vakıf, zahiren dinî bir gaye Cezayir'de Hanefîliğin pelc az yayılmış olmasına rağmen, oradaki bütün
gözetmekle beraber, hakikatte vâkıfm ailesine veya vasiyet ettiği vakıflar, Hanefî mezhebine yâni Ebû Yûsuf'un koyduğu prensiplere göre
kimselere ve onların nesillerine tahsis edilmiş oluyordu. Tıpkı bir vasiyet te'sis edilmiştir. Bugün îslâm -alemindeki vakıfların en çoğunu bu âüe
veya bir hîbe mâhiyetinde olan —ve âdete istinad ettiği cihetle âdî sıfa- vaktflart'mn teşkil etmekte bulunması, esasen dinî-hayrî bir te^is olan
tım alan— bu törlü vakıflar sayesinde, vâkıf, mirasım İslâm'ın veraset vakfın, sonradan, bu zahirî şekil altında, hakikatte, veraset hükümlerini
hükümlerine tamâmiyle mugayir olarak ve sırf kendi irâdesine göre değiştirici bir nevi vasiyet veya hîbe mâhiyetini almasından ileri
kullanıyor&ı. feraset hususunda İslâm'ın zuhurundan evvel Arablar gelmiştir. Bu hususta, bütün muhalefetlere rağmen Ebû Yûsuf'un gale-
arasında carî olan âdetleri devam ettirmeğe ve mal sahibine tam bir be^ çalması, fertlerin psikolojik temayülüne ve devrin umûmî karakteri-
serbestî vermeğe hizmet eden bu tfirlü vakıflar, Emevîler devrinde ne uymasından dolayıdır.
tabiatiyle büyük bir inkişaf gösterdi. Bu devirde islâm cemiyetinin bü- Böylece, Abbasîler devrinde hukukî esasları tesbit edilen vakıf mü-
yük bir refah ve servet seviyesine yükselmesi, Mekke ve Medine gibi essesesi, islâm dünyasının her köşesine sür'atle yayıldı, islâm cemiyeti-
eski islâm şehirlerinde yüksek burjuvazi sınıfının teşekkülü, yeni mer-
372/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/373
nin siyâsî ve iktisadî inkişâfiyle müterâfık olan bu çoğalmayı, Mâverâ-
ünnehr'den Atlantik kıyılarına kadar her tarafta görmek kaabildir: Şeri'at hükümlerine göre, vakıflara —bilhassa sahih vakıflara— ve vakıf
mescidler, türbeler, ribâtlar, kervansaraylar, tekkeler, medrese ve mek şartlarına hürmet etmek mecburiyetinde idiler.
tepler, köprüler, sulama kanalları, su yolları, hastahâneler, imaretler Fakat buna rağmen, bâzı îslâm hükümdarlarının, zaman zaman
gibi birçok dinî-hayrî teis'sler, hep vakıf usulüyle vücûde getiriliyordu. siyâsî ve idarî mülâhazalarla yahut mâlî sebeblerle vakıflara el koy-
Bu vakıfların nevileri o kadar çok ve hayatın ihtiyaçlarına tekabül ede duklarım, vakıf varidatım tamamen veya kısmen devlet hazinesine al-
bilmek için o kadar çeşitlidir ki, burada onları saymağa imkân göremi dıklarını, bâzan aile vakıflarında ferdlere tahsis edilmiş menfaatleri iptal
yoruz: Kâfirlerin eline esir düşen Müslümanları satın almağa mahsus ettiklerini görüyoruz. 780 hicrîde en tanınmış âlimlerden mürekkep bir
vakıflardan tutunuz dankısın aç kalan kuşlara yem te'mînine mahsus hey'etin «meşrutun lehi Beytülmâl'e ait masraflar sırasına girmi-yen âdî
vakıflara kadar bütün içtimaî yardım, nâfia ve maârif vazifeleri hep va vaktflar'da., emr-i sultanî ile bu gibi menfaatlerin tenzil ve hattâ
kıflar sayesinde görülüyordu. Hükümdarlar ve hükümdar ailesine men- tamâmiyle iptali caiz olduğuna» karar verdiği Redd-i Muhtâr'da. mu-
sub prens ve prensesler, büyük devlet ricali, «engin tacirler, büyük top kayyet'tir. Vakıflara karşı yapılan bu gibi hareketleri, bu müessesenin
rak sahihleri, mâlik oldukları büyük servetleri vakıflar te'sisi için kul pek ziyâde yayılmış olmasının umûmî hayatta bir tazyik vücûde getire-
lanmakta idiler. Ebû Yûsuf'un vâkıflara tam bir serbesti bahşeden ge rek, mâlî idareyi ihlâl etmesine karşı bir nevi aksül'amel gibi telâkki
niş esasları, hakikaten, îslâm cemiyeti için feyizli netîceler vermişti: etmek de kaabildir. Maamafih vakfa karşı -^Şerî'at hükümlerine mu-
çünkü vâkıf, arzusuna göre tesbit ettiği şartlar sayesinde, maddî ve gayir olarak— bâzı hükümdarlar tarafından yapılan hareketler uzun
manevî, ferdî ve içtimaî, dünyevî ve uhrevî bir çok gayeleri hep birden müddet devam edememiş ve vakıf müessesesi, islâm devletlerinde he-
te'mine muvaffak oluyordu. Yaptığı eserle hem halk arasında iyi bir ad men hemen her türlü taarruzdan masun olarak kuvvetle yaşamıştır.
kazanıyor, siyâsî ve içtimaî mevkiini sağlamlıyor, hem de uhrevî mü Abbasîler devrinde îslâm camiasının muhtelif siyâsî parçalara ayrıl-
kâfata liyâkat kazanıyordu. Bundan başka, bu müessesenin daimî mas ması ve nihayet Büyük Selçuklu İmparatorluğumun kurulmasiyle şark
rafım karşılamak üzere tahsis ettiği servetin muayyen bir kısmını ken müslümanliğımn Türk hegemonyası altına girmesi, vakıf müessesesinin
disine yahut ailesine veya adamlarına ayırmak suretiyle kendisine -ve bir kat daha inkişafına sebeb oldu. Selçuklu İmparatorluğumun, Fatımî -
çocuklarına her türlü tehlikeden, meselâ zapt ve müsadereden, parça Şiî tahrikatına karşı tâkib ettiği Sünnîlik siyâseti, İmparatorluğun her
lanıp satılmaktan, israf edilmekten tamâmiyle masun ebedî 'bir sermâ tarafında yeniden yeniye birçok dinî müesseseler vücûde gelmesini, ve
ye vücûde getirmiş oluyordu. Ortaçağ Türk-Islâm tarihinde, islâm bilhassa birçok medreseler açılmasını intâc etti. XI. - XII. asırlarda
dünyasının muhtelif sahalarında servet ve nüfuzlarını —çok sık siyâsi tasavvuf tarîkatlerinin muntazam bir içtimâi teşkilât mâhiyetini alması
inkilâblara rağmen— muhafazaya muvaffak olmuş birçok büyük ailele da tekkelerin ve zaviyelerin birdenbire çoğalmasına sebebiyet verdi. Bu
rin mevcudiyeti, belki bir dereceye kadar bu gi'bi vakıflar sayesinde muazzam İmparatorluğun vücûde getirdiği bir yığın dinî ve hayrî
kaabil olabilmiştir. V 'v: müesseseler, vakıf sermâyesinin müthiş bir nisbette artmasını intâc
etmişti. Büyük bir malî kudrete mâlik olan Selçuklu hükümdarları,
Burada, müsadere mes'elesi üzerinde bilhassa durmak îcab eder: prensleri, devlet adamları, büyük vakıflar telsisinde âdeta birbirlerile
herhangi bir sebeble hükümdarın gazabına uğrıyan büyük devlet adam- rekabet ediyorlardı. İmparatorluk 'yıkıldıktan sonra onun vârisi olan
larının habs ve idamı ve mallarının Beytû'l-Mâl nâmına zapt ve müsa- muhtelif sülâleler, maddî kudretleri nisbetiride, aynı vaziyeti devam et-
deresi, Ortaçağ Türk-îslâm devletlerinde dâima tesadüf edilegelen bir tirmekten geri kalmadılar: Hârizmşahlar, Atabekler, Eyyûbîler, Mısır-
hâdisedir. îşte vakıflar, böyle bir felâket karşısında ailenin sefalete düş- Suriye Memlûk İmparatorluğu, Anadolu Selçukluları, hâkim oldukları sa-
memesini te'min eden bir nevi sigorta vazifesini de görüyordu» Bir ha- halarda vakıf müessesesine büyük bir inkişaf verdiler9.
nedanın sükutiyle yeni bir hanedanın devlet kurması, yahut herhangi bir Moğul istilâsının (bir müddet için bu inkişafı durdurduğu ve Mâve-
memleketin Ur devlet hâikimiyetinden diğer bir devlet hâkimiyetine geç-
mesi gibi siyâsî inkilâblara karşı da, vakıflar büyük bir te'minat arzet- 9 Büyük Selçuklu İmparatorluğu vakıfları, ehemmiyetinden dolayı,
mekte idi. Çünkü birbirine vâris olan bütün bu müslüman devletler, müstakil bir tetkik mevzuu teşkil edecektir.
374/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/375

râünnehrt İran, Irak sahalarında vakıfların birdenbire çok fena şartlar silât, yukarıki sekiz on satır içinde ana hatlariyle toplanmış sayılabilir.
dâhilinde kaldığı ve servetinin' büyük bir kısmını kaybettiği muhakkak- Tarihî bakımdan asıl mühim olan cihet, 'muhtelif İslâm ve Türk
tır- Lâkin Moğul prensleri islâmiyet'i kabul ettikten ve ilk istilâlarda devletlerinde evkaf idâresinin nasıl usûllere tâbi tutulduğunu, devlet
tahrib edilen yerler yavaş yavaş kalkınmağa başladıktan sonra, birdenbire murakabesinin ne şekillerde yapıldığım, ve bütün bunların vakıflarm in-
vakıfların büyük bir inkişaf gösterdiğine şâhid oluyoruz. Gâzân, kişafı üzerinde nasıl bir te'sir vücûde getirdiğini anlamaktır. Vakıf mü-
Hüdâbende, Ebû Saİd gibi müslüman Mogul hükümdarları ve zengin essesesinin tarihî inkişafına ait şâir mes'eleler gibi bu mes'ele de şimdiye
Mogul emirleri muazzam vakıflar te'sîs etmişler, ve onların idaresi için kadar tamâmiyle ihmâl edilmiş ve bu hususta yazılan 'bâzı şeyler de —ya
büyük arazî ve emlâk tahsis eylemişlerdi. Onları takib eden Celâyirli-ler, Evkaf Nezâretinin Tarihçe-i Teşkilâtı adh eserde olduğu gibi— çok
Timurlular, Akkoyunlular, Safevîler, Şeyhânîler .gibi Mogul ve Türk iptidaî,, yahut da meselâ d'Ohsson'un XVIII. asır Osmanlı vakıfları
sülâleleri zamanında da bu inkişaf devam etmişf ve Anadolu Selçuklula- hakkındaki etraflı tetkiki veya G. Demombynes'rn Memlûkler devri va-
rına halef olan Küçük Beylikler zamanında ve bilhassa Osmanlı impara- kıflarına ait kısa izahatı gibi— muayyen bir devre münhasır kalmıştır.
torluğumda, vakıf müessesesi çok büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Vakıf tetkiklerinin bugünkü iptidaî vaziyetinde burada çizeceğimiz
Vakıfların idaresinden bahsederken bu hususta biraz daha malûmat taslağın çok basit olacağını baştan itiraf etmekle beraber, ileride yapılacak
vereceğiz. Yalnız, bu küçük hulâsayı tamamlamak için şu ciheti ehem- araştırmalar için- bir hareket noktası teşkil edebileceğini de söy-liyelim-
miyetle tebarüz ettirelim ki, vakıfların ve bilhassa dinî-hayr! büyük va- Vakıflar Dergisi'mn gelecek salılarında muhtelif Türk - İslâm
kıfların inkişafı, dâima siyâsî ve iktisâdi inkişaf ile müterâfık olmuş, devletlerinde vakıf müessesesinin hukuki ve tarihî inkişafım ye idare
büyük vakıflar dâima geniş servet kaynaklarına mâlik ve iktisâdî-mâlî tarzlarım gösterecek ayrı monografiler neşretmek sûretile, bu tetkiki-
seviye bakımından yüksek kudretli imparatorluklar zamanında te'sis mizdeki boşlukları doldurmaya ve yanlışlıkları düzeltmeye çalışacağız.
edilmiştir. Aşağıda, vakıf müessesesinin islâm hayatındaki rolünden Hicrî birinci ve ikinci asırlarda, vakıfların vâkıf tarafından tâyin
bahsederken bu mes'eleyi daha açık bir surette îzaha çalışacağız. edilen bir mütevellî veya nazır tarafından idare edildiğini ve Abbasîler
devrinde kadılar'm evkaf üzerinde nezâret hakkım hâiz olduklarım bi-
liyoruz, îlk Halifeler devrine ait bâzı rivayetleri bir tarafa bırakırsak, daha
88 hicrîde Emevî hükümdarları Velid b. Abdülmelik'in Şam'da yaptırdığı
V
Emevîye camiine birtakım kariyeler, mezraalar tahsis ederek bu vakfa
bakmak üzere bir de nazır tâyin ettiğini söyliyebiliriz. ('Ifcdu'l-
TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE VAKIFLARIN İDARE VE
MURAKABE SİSTEMLER!
Cümdn'dan naklen Evkaf Nezâreti Tarihçe-i Teşkilâtı, s. 6-7). Hicrî IV.
asrın ilk yarısında, Mısır Kadısı tarafından vakıfların idare ve nezâreti ve
İslâm hukukunun hükmî şahsiyet olarak tanıdığı vakfın idare ve bunlara ait dâvaların halli için ayrıca bir kadı tâyin edilmiş olduğu
murakabesi hakkındaki usûl ve kaideler, hukukçular tarafmdan nazarî malûmdur (Kindi, Kitâbü'l-Vulâî, s. 573). Bâzılarının zannettikleri gibi
olarak tetkik ve tesbit edilmiştir. Bu hususta vâkıfın arzu ve irâdesi, sâdece kaza —yani bugünkü adliye— işlerine bakmaktan başka, şâir
başlıca âmildir; gözetilmesi îcab eden başlıca gaye vakfın menfaatf-cür. idarî ve mâlî salâhiyetlere de mâlik olan eski islâm kadılarının,
Bu idare ya doğrudan doğruya vâkıf tarafmdan yahut tesbit etmiş olduğu Endülüs'den Mâverâünnehr'e kadar bütün İslâm devletlerinde vakıflara
da nezâret ettiklerini gösteren birçok tarihî kayıtlar vardır.
şartlara göre tâyin edilen ve nazır, mütevelli gibi unvanlar alan vekiller
tarafından icra olunur. Devlet otoritesinin bunlar üzerinde umûmî bir tslâm âmme hukukunun büyük nazariyecisi Mâverdî'nin (ölümü 450
murakabe hakkı mevcud olup, bu da bilhassa kadılar tarafından icra H. = 1058 Müâdî), meşhur Ahkâmü's-Sultânîye'smûe bu mes'eleye dâir
edilir. Hükümdar, Emîrü'l-Mü'minîn olmak sıfatı ile, vakıflar üzerinde verdiği izahat, daha hicrî ikinci ve üçüncü asırlarda fi'len mevcud bir
yalnız murakabe hakkına değil, hattâ yukarıda gördüğümüz gibi daha vaziyeti, beşinci asırda aldığı nazarî ve hukukî şekil altında bize göster-
geniş haklara mâliktir. Evkaf hakkında İslâm hukukçuları tarafmdan mektedir: buna göre, vakıfların idaresi, şartların muhafazası, varidatın
vücûde getirilmiş olan nazarî sistemden bahis hukukî eserlerde bu tahsili, masraf larm te'diyesi umûmî surette kadt'ya ait bir vazifedir;
hususta uzun izahata girişilmekte ise de, bütün bu taf-
376/îslâm ve Türk Hukuk Tarihî
Vakıf Müessesesi/377
eğer vâkıfın şartına göre ayrı bir nazır veya mütevelli mevcud ise, o vakit
Bütün bu kayıtlardan anlaşılıyor ki, vakıf müessesesi, TL—V. asırlar-
kadı doğrudan doğruya vakfın idaresine müdâhale etmez; sâdece,
da bütün islâm dünyasında büyük bir inkişaf göstermiştir; devlet, Kadı-
hükümdarın vekil ve mümessili sıfatiyle nezâret ve murakabe ile iktifa
lık ve Nakîblik gibi teşkilâtlan vâsıtasiyle vakıfların idaresini murakabe
eder {Ahkârnff&Sültânîye, arabca metin, Mısır tab'ı 1909, s. 59; G. Fag-
ve teftiş etmektedir; vakıf işleri Kadılık dâirelerinde ve merkezî idare
nan'ın fransızca tercümesi, Cezayir 1915, s. 144). Maamafihf bilhassa o
teşkilâtında yâni alâkalı dîvânlarda muntazam bir tarzda tesbit ve takîb
asırlarda artık çok büyük bir inkişaf göstermiş ve her mânâsiyle —muh-
olunmakta, ve sâdece.mütevellilerin keyfine terkolunmamak-tadır.
telif âmme hizmetlerini karşıkyan— bir âmme müessesesi mâhiyetini Bunların fevkinde olarak ayrıca Mezâlim Dîvânı da bilhassa âmme
almış olan vakıflar hakkında yalnız kadının murakabesi, devleti tatmin menfaatine müteallik vakıfları ikinci derecede *bir murakabeye tâbi
etmiyordu. Bilhassa aşağıda bahsedeceğimiz veçhile, çok büyük suiisti- tutmakta, ve devlet teşkilâtının yâni kadıların bu hususta suiistimalde
mallere müsait olan vakıf meselesinde kadıların birçok yolsus hareketten bulunmasına mâni' olmaktadır.
görüldüğünden, Mâverdî, bizzat hükümdarın vakıfların teftiş ve
murâkabesile meşgul elmasım istemektedir. İran ve Mâverâünnehr'de Abbasî Hilaf eti'nden ayrılıp müstakil dev-
letler halinde inkişaf eden îslâm sülâlelerinde, vakıf idâresinin eski se-
Kitabın, vilâyet-i mezâUm'e —yâni hükümdarın devletin velevki en kide yâni Abbasîler devrindeki gibi devam ettiğini görüyoruz. Bu dev-
büyük me'murları tarafından yapılan suiistimallerin teftiş ve izâlesi letlerden en devamlısı ve teşkilât bakımından da en muntazamı olan
hususundaki vazife ve salâhiyetlerine— ait yedinci faslında 'bundan bah- Sâmânîler'de, merkezî idareyi teşkil eden muhtelif dîvânlar arasında bir
sedilirken, vakıf idâresinin o sıradaki mâhiyeti de anlatılıyor- Mâverdî'-ye de Vakıf Dîvânı'nın mevcud olduğunu Nerşahî zikreder". Nasr b. Ahmed
göre, vakıflar başlıca iki nev'e ayrılır: 1. Âmme hizmetlerine âityâni zamanında, Kadı Dîvânı'dan ayrı olarak böyle bir dîvânın mevcudiyeti,
menfaati umûma şâmil umûmi vakıflar. 2. Menfaati muayyen kimselere Sâmânîİer'de vakıf müessesesinin inkişafım ve devletin buna verdiği
ehemmiyeti göstermeğe kâfidir. Fakat sonradan bu teşkilâtın kaldırılarak
tahsis edilmiş husûsi vakıflar. Dîvân-ı Mezâlim'in husûsi vakıflarla meş-
vakıf idâresinin de Kadı Dîvânı'na verildiğini görmekteyiz. Sâmânî
gul olması için, mutlaka alâkadarlardan biri tarafından bir şikâyet vukuu
teşkilâtını esas İtibariyle devam ettiren Gazneliler'de ve Selçuklu
lâzımdır: Bu takdirde, tıpkı kadılar nezdinde ikame edilen dâvalar gibi
İmparatorluğumda da, vakıf idaresi kadılara bırakılmış, yâni
rü'yet olunur. Bu dâvalarda resmt devlet kayıtlarına ve eski vesikalara
Mâverdî'nin îzah ettiği Abbasî sistemi onlarda da devam etmiştir. Büyük
müracaat caiz değildir. Halbuki umûmî vakıflar hakkında hiç bir şikâyet
Selçuklu İmparatorluğumun idarî an'anelerini devam ettiren muhtelif
olmasa bile, bunları teftiş ve murakabe etmek, gayelerine ve vâkıfın Türk devletlerinde, Atabekler'de, Anadolu Selçuklularımda, Eyyûbî-
şartlarına uygun bir surette iyi idare edilip edilmediklerini araştırmak ler'de, Hindistan'da ve Efganistan'da Gazneliler'den sonra hüküm süren
lâzımdır. Dîvân-ı Mezâlim'in bu hususta müracaat edeceği üç nevi vesüka muhtelif İslâm stilâleri'nde de ayni sistemin devam ettiği anlaşılıyor. VI.
vardır: 1. Kadıların dîvânlarında yâni kalemlerinde mevcud kayıtlar; 2. — VII. asırlarda bu sünnî Türk sülâleleri tarafından te'sis edilen ve
Merkezi idarede —yâni saltanat dîvânlarında— mevcud-kayıtlar; 3. gerek maârif gerek içtimaî yardım hususunda büyük bir vazife gören
Uydurma olmadığı kolayca anlaşılan itimada lâyık eski vesikalar. Bunlar zengin ve mebzul vakıf müesseselerinin sağlam bir şekilde işlemesi iç-
mevcud iken, zaruret olmadıkça, şahide lüzum yoktur (ayni eser, arabca timaî ve siyâsî nizâmın bozulmaması için birinci derecede mühimdi.
metin. s. 69; fransızca tercümesi, s. 170 -171). Yine ayni müellifin Büyük Selçukluların Isfahan, Nîşâpûr, Merv gibi mühim merkezlerde
ifâdesine göre, menfaati Seyyidler'e yâni Peygamber ailesine mensub kurdukları müesseselere tahsis ettikleri vakıflar, büyük bir yekûna baliğ
kimselere tahsis edilmiş vakıfların, idare ve murakabesi de doğrudan oluyordu.
doğruya Nakîbler'e aittir; herhangi bir Jumsenin Peygamber ailesine
mensub olup olmadığının tetkik ve tesbiti ve onlara ait her türlü işlerin Hârizmşahlar devrine ait bâzı tarihî vesikalar, vakıf idaresine dev-
görülmesi umumiyetle bu Nakîblik teşkilâtına ait olduğu için, Seyyidler'e letçe verilen büyük ehemmiyeti ve idare usûlünü göstermek frakımdan
tahsis edilmiş vakıflar üzerinde nakîblerin bu nezâret hakkı gayet tabiîdir çok dikakte değer. Bunlardan anlaşıldığına göre, vakıflar umumiyetle
(ayni eser, arabca metin, s. 84; fransızca tercümesi, a, 212).
10 Târih-i Buhara, Ch. Schefer neşri, Paris 1892, 3. 24.
378/lslam ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/370
vâkıfın şartına göre ve mütevelliler tarafından idare olunmaktadır. Bâzı
mühim vakıflarda, ihmâli veya suiistimali görülen mütevelli azledil râkabesini —evvelce şâir islâm devletlerinde de olduğu gibi— kadi'1-ku-
mekte ve bâzan devletin büyük ricalinden biri meselâ bir vezir, hüküm dât'm emri altında Dîvânü'l-Ahbâs adlı bir teşkilâta tevdi ettiler. 288
darın fermâniyle mütevelli tâyin olunmaktadır. Ekseriyetle memleketin (974)'da Fatımî halifesi el-Mu'izz vakfa ait stervetlerin vakfiyelerle
muhtelif sahalarındaki muhtelif, köy ve tarlalardan mürekkep bir top birlikte Beytü'l-Mâl'e verilmesini emretti; vakıfların varidatı senevi bir
rak servetine mâlik olan vakfı idare için, mütevelli tarafından lüzumu buçuk milyon dirhem mukabilinde iltizama verildi. Vakıflardan para
almağa haklan olanlar bu paradan hisselerini alıyorlar, mütebaki para da
kadar me'murlar tâyin edilmekte ve mütevelli bunların idaresine nezâ
hazineye kalıyordu. Bu iltizam usûlünün fenalığı neticesinde vakıf
ret eylemektedir. Devletin büyük ricali tarafından yeni te'sis edilen va
varidatı o kadar azaldı ki, halife Hâkim zamanında camilerin birçoğu
kıflar, hükümdar tarafından teşvik ve terviç ediliyor; ve vakfiyeler*in
artık idare edilememeğe başladı. Hâkim bunun üzerine 405 (1014)'te
zahrına yazılan bir menşur ile, buna tahsis edilen topraklardan yalnız
yeni ve büyük bir te'sis yapmağa ve vakıf müesseselerinin idaresini
kanunen muayyen haracın alınması, onun hâricinde diğer örfî vergiler'-
bununla te'mine mecbur oldu. Fakat sonradan, Fatımî kudretinin sü-
den hiçbirinin taleb edilmemesi emrolunuyor. Vakıfların bu suretle bir kutiyle müterâfık olarak bu vakıfların varidatı azalmış, suiistimaller ve
çok örfî tekâliften İstisnası hakkındaki fermanlara, daha evvelki ve da müdâhaleler neticesinde dînî - hayrî müesseseler çok fena bir vaziyete
ha sonraki asırlarda da, İslâm - Türk devletlerinde dâima tesadüf olun düşmüştü. Salâhaddin Eyyûbî Mısır'ı istilâ ettiği zaman vakıfları çok
maktadır. Mütevellileri bulunan vakıfların teftiş ve murakabesi, doğ perişan bulmuş ve onları islâh etmişti13.
rudan doruya vilâyet-i âmmeyi hâiz olan hükümdara yâni devlete ait
tir. Merkezi İdarenin mühim bir uzuv olan —kadi'lAcudât yahut akdü'l Memlûkler devrinde Mısır vakıflarını başlıca üç kısma ayırmak
kudât unvanını hâiz— baş kadı, hükümdarm vekili sıfatiyle bu vazifeyi kaabildir:
îfa eder; dinî - hayrı müesseselerin idaresi, buralarda vazife görenlerin I. AhbâS'i Mebrûre, yâni şer'î vakıflar ki bunların idaresi merkezî
azil ve nasbi, memleketin her tarafına kadılar tâyini, onların verdikleri idarenin büyük ricalinden olan Devâdâr'a. aittir i onun yüksek muraka-
kazâî ve idâri kararların —şikâyet vukuunda— yeniden tetkiki ona aittir. besi altında bir Nâztrü'l-Ahbâs tarafından idare olunur ve bunun emrinde
Başkadı, emri altındaki bu teşkilât ile bütün vakıfları teftiş veya idare hususî bir Dîvân mevcuttur. Mısır'da camilerin, zaviyelerin, ribatların
eder; bunun için de nâibler, âmill&r, mütevelliler, müsrifler (yâni mü medreselerin idaresine mahsus olan bu vakıflara tahsis edilmiş büyük
fettişler), hesablarm tetkiki için mvhâsibler tâyinine ve bunların tahsi arazi vardı; bu arazî 740 (1339)'ta 130.000 feddan tutuyordu. Me-likü'z-
satını vakıflar hâsılatından vermeğe salâhiyettardır". Bu izahatı, Mâ- Zâhir Baybars zamanında Sâhib Bahâü'd-Dîn'in himmetiyle varidatı çok
verdî'nin Abbasîler devrine ait ifadeleriyle birleştirince, vakıf müessese artmış olan bu vakıfların, bâzan Emîrûfl-Hâs, bâzan Nâib tarafından da
sinin yalnız Hârizmşahlar'da değil, hicrî n. asırdan VII. asra kadar idare ve murakabe edildiğini ve fakat kendi zamanında bu vazifenin
muhtelif Türk ve tslâm devletlerinde, Gazneliler'de, Selçuklular'da, Ka- Devâdâr-t Kebîrce verildiğini Kalkaşandî söyler 845 (1442)'te ölen
rahanhlar'da nasıl idare ve murakabe edildiğini vuzuh ile anlamak kaa- Makrîzî, bu - vakıflarda yapılan suiistimallerden ve bunun neticesi olarak
bil olur. rac vücûde gelen inhitattan teessürle bahsediyor: Memlûk emirlerinin
ellerine geçen bu vakıfların birkısım varidatı, fakîh veya hattb unvanını
Mısır müverrihlerinin bu memlekete ait verdikleri malûmat sayesin-
taşıyan fakat bu işlerle hiçbir alâkası otoıyan kimselere tevcih
de, Memlûkler'den evvel ve Memlûk devrinde vakıf idâresinin buradaki
ediliyordu; bunlar cemaati olmıyan harab camilerde vazife görüyormuş
safhaları hakkında oldukça sarih bir fikir edinmek kaabildir. Makriri-nin
gibi gösteriliyordu; varidatın yarısı da sultanın hazinesine almıyordu.
ifâdesine göre, iptida Ebû Bekir Mehmed Ali el-Mezerâ'î (ölümü: 345 H.
= 956 M), iptida zirâate sâlih arazîyi Haremeyn'e ve şâir hayrata vakfetti. n. Evkaf-ı Hükmiyye, Varidatı Haremeyn'e yahut müslüman esir-
Fakat Fâtımîler, arazî vakfmı menederek, vakıf işlerinin rau- lerinin kâfirlerden satın alınması gibi hayır maksatlarına tahsis edilmiş
olan bu vakıflar, bilhassa Mısır'da ve Kahire'deki mülklerden te-
11 Bahâü'd-Dîn Muhammed Bağdadi. Et-Tevessül İlâ't-Teressül, Tahran
tab'ı, s. 46, 56, 85, 115. 12 Necmü'd-Din Râzî, Mirsâdü'1-İbâd, Tahran 1352, s. 263.
380/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/381
rekküb ediyordu;- bir veya iki nâzır'la maiyyetindeki dîvânlar tarafından
bıı* komisyona tevdi olunuyordu. (Mustaganem şehrinde 742 H. = 1340
idare edilen bu cins vakıfların murakabe ve teftişi, Şafiî kadi'l-ku-d<ît W
M. yılında te'sis olunan bir vakıfta böyle yapılmıştı: J. A., II. serie^JüH,
aittir; Makrîzî, bilhassa Melikü'n-Nâsr Ferec (801 — 815 H. = 1398 — 1412
81).
M.) zamanındanberi bu vakıfların büyük bir inhitata uğradığını iddia
Vakıfları muntazam bir idare ve murakabeye tâbi tutmak merkezî idarenin
etmektedir: Mürtekib kadılar, bu emlâki herhangi bir bahane ile —
ittihaz ettiği usûllere rağmen, bilhassa kadıların ve bâzı nüfuzlu ricalin
mukabilinde başka bir mülk satın almıyarak— satıyorlardı; birkaç şahidin vakıflar üzerinde yaptıkları suiistimaller, vakıf varidatım istihkak sahihlerine
ifadesiyle bu muamele kolayca yapılıyordu. vermiyerek zimmetlerine geçirmeleri veya kendi adamlarına tahsis etmeleri,
yahut vakıf emlâk ve arazîyi türlü vesilelerle satmaları gibi hareketler, yalnız
TTT. Evkâf-t Ehliyye. Yâni aile vakıfları ki vâkıfın ailesi mensuplarından Memlûkler devletinde değil İslâm âleminin şâir sahalarında, şâir İslâm - Türk
seçilmiş yahut hükümdar veya kadı tarafından tâyin edilmiş bir nazır devletlerinde de görülmüştür: Makrîzî'den bir asır evvel, meşhur Hanefî âlimi
marifetiyle idare ediliyordu: Hânkahlar (tekkeler), medreseler, mescidler, Sadru'ş-Şerîati's-Sânî (ölümü 747 H. m 1346 M.) Mâverâünnehr'deki
türbeler, bilhassa bu türlü vakıflarla te'min ediliyordu ve bunların Mısır ve kadıların bu gibi hareketlerinden şikâyet etmişti. Ondan bir asır evvel,
Suriye'de çok zengin toprakları, emlâki vardı; esasen devlete alt olup emirler Mecdü'd-Dîn Bağdadî'nin başlıca müritlerinden olup Mogul istilâsı
tarafından nasılsa ele geçirilerek vakfedilmiş bulunan bu vakıfların sayısı pek karşısında Hemedan'dan Erdebü'e ve oradan da Anadolu'ya kaçan ve 620'de
çoktu. Sultan Berkuk (784 — 801 H. == 1382 — 1398 M.) bir aralık bunları Sivas'ta Mirsâdii'l-îbâd adlı meşhur eserini tamamlayıp Selçuklu Sultam
ele geçirmek istemişse de fakîhlerin mümânaati karşısında birşey Keykubâd'a takdim eden Şeyh Necmffd-JDîn Râzî, bu eserinin muhtelif
yapamamıştı. Fakat o zamandan başlıyarak birçok emirler Mısır ve yerlerinde vakıf meselesinden ehemmiyetle bahsetmektedir. Hükümdara bir
Suriye'deki bu topraklan, vakıftan intifa' hakkı olanlara varidatın onda birini nasihat mâhiyetinde olan bu eser dikkatle gözden geçirilirse, müellifin,
vererek, hattâ, bilhassa Suriye'de, hiçbir şey vermiyerek, gasbetmişlerdi. zamanına ait birçok idarî bozuklukları tenkid ettiği kolayca anlaşılır : meselâ
bir yerde, vakıflara birtakım fuzûlî müdâhale ve tasarruflar yapılmaması,
Memlûkler devletinde vakıf müessesesine karşı yapılan -suiistimallerden istihkak sahihlerinin mahrum edilmemesi, bunların iptal olunmaması için
biri de, örfî teklifler'ûen muaf olan ve yalnız harâc ve öşür gibi şer'î vergilere pâdişâhın murakabesi lüzumundan bahsediliyor (s. 250); diğer bir yerde,
tâbi bulunan vakıf mallarından türlü türlü vergiler alınmasıdır. Bilhassa darlık hükümdarın vakıflara vâkıfların şartları tamamen yerine getirilmek üzere
zamanlarında, hazine varidatım arttırmak için, idare ve mâliye memurları riâyet etmesini, evkaf varidatım yalnız tahsis edilen cihetlere sarfetmesini,
tarafından sık sık müracaat edilen bu kanunsuzluğa karşı, alâkadarlar istihkak sahihlerini mahrum ederek onların parasını orduya, yahut bir
mütemâdi şikâyetlerden geri durmamışlar, ve çok defa bunun men'i hakkında köprünün, bir istihkâmın, bir şeddin tamirine sarf etmek caiz olmadığım
hükümdardan şiddetli emirler almağa -muvaffak olmuşlardır. Hâlâ mevcud söylüyor (s. 262). Anlaşılıyor ki, Anadolu Selçuklularında, Mogul istilâsının
birtakım vakıf kitabeleri bunun en kat'î delilleridir (Sobernheim, Baalbek, doğurduğu buhran devirlerinde, evkaf varidatı kısmen memleket müdâfaası
Ergebnisse der Ausg-rabungen u. Untersuchungen, m., 1922, numara 36, 38). için de kullanılmış ve bu suretle evkaftan tahsisat alan birtakım insanların
Maamafih İlhanlı hükümdarlarına ait mümasil birtakım kitabeler, bu menfaati bozulmuştur. Müellif, evkaf varidatının bu suretle kullanılmasını
yolsuzluğun Iran, Irak, Anadolu gibi sahalarda da mevcud olduğunu bâzı âlimlerin tecviz ettiğini anlatmakta ve bunlar hakkmda «câhil, fâsık,
gösteriyor. Suiistimallere karşı gelmek için vakıf sahihleri, vakıfnamelerine müdâhin» gibi sıfatlar kullanmaktadır ki, bu hususta tamâ-miyle haksız
bâzı hususî şartlar koymak suretiyle muhtelif kontrol vâsıtalarına da müraca- olduğu ve bu tecvizin şer'î bakımdan da doğruluğu meydandadır. XIII.
at! düşünmüşlerdir: meselâ, ayni malın varidatını ayrı hisselere ayırarak ayrı yüzyılda, Memlûk Sultanlan'mn da vakıf varidatım askerî ve idarî ihtiyaçlara
vakıflara tahsis etmek gibi; bu suretle ayni mâlın idaresi, muhtelif mütevelli tahsis ettiğini aşağıda göreceğiz. Maamafih bu müellifin vakıf idaresinde
ve nazırlar tarafından karşılıklı bir murakabeye tâbi tutulmuş oluyordu. yapılan diğer suiistimaller hakkındaki mütâlâaları çok yerindedir ve bütün
Yahut, vakfın idaresi yalnız bir kişiye bırakılmıyarak kadı ve hatib ile şehrin kaynakların verdiği malûmat ile tetâbuk etmektedir. Müellif, buna çâre
ileri gelenlerinden seçilmiş on kişiden mürekkep olmak üzere, hükümdarın bu işle
382/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/383
şahsan alâkalanmasını ve evkafın teftişi için eminler tâyin etmesini, ve
bunların mütevellileri sıkı bir murakabe altında bulundurmalarını istiyor; kin harp, istilâ, anarşi devirleri geçtikten sonra, yavaş yavaş yine eski
«bir şehir vakıflannm teftişi vazifesini, o şehrin büyük memurlarına nizâmın iadesine çalışıldığını görüyoruz. Oldukça uzun süren ve dahilî
vermemelidir; bu takdirde bunlar vakıf varidatım kendi iğlerine ve kendi mücadelelere yol açan sıkıntılı bir buhran devresini müteakip, İslâmiyet,
adamlarına tahsis ederler; o varidatın asıl mevkufun-aleyhi olanlar müslüman memleketlerine hâkim olan muhtelif Mogul sülâlele-, rini
bundan istifâde edemezler» (s. 263). Müellif, vakıf işlerine nezâretle kendi nüfuzu altına almağa muvaffak oldu. Hemen bir asır kadar büyük
mükellef olan kadıların suiistimallerinden acı acı bahsetmekte ve otuz tahriblere, gasblara, suiistimallere uğramış, ve merkezî idare tarafından
sene muhtelif İslâm memleketlerinde edindiği tecrübeye istinad ederek, tamâmiyîe ihmâl edilmiş olan İslâm vakıfları, müslüman Moğol
rüşvet almıyan ve suiistimal yapmıyan kadıya hiç tesadüf etmediğini, hükümdarları tarafından derhal büyük himayeye mazhar oldu; eski
eğer binde bir namuslu ve dindar bir kadıya rast-gelinse bile onun da vakıflar ve onların vergi muafiyetleri iade ve İe'kid edüdiği gibi,
nâiblerinin ve adamlarının suiistimallerine mâni olamadığım iddia hükümdarlar, prensler, prensesler, büyük devlet ricali tarafından yeniden
etmektedir (s. 264, 285 —188). muazzam vakıflar te'sis edildi.
İran Mogulları'nın ilk müslüman hükümdarı Ahmed Teküdar (680-
İslâm devletleri arasındaki harbler ve muhtelif sahalarda muhtelif
683 H. = 1282 -1284 M.), Mısır hükümdarına gönderdiği mektubta,
sülâlelerin birbirinin yerine geçmesi, zaman zaman vakıf işlerinin bo-
vakıflar hakkında yaptığı ıslâhatı şu yolda anlatıyor: «Mescidler, türbe-
zulmasını, varidatın eksilmesini, binaların harâb olmasını intaç etmekle ler, medreseler gibi müslimlerin vakıflarının düzeltilmesi hakkında
beraber, umûmî vaziyet üzerinde büyük bir değişikliği mûcib olmuyor* emirler verdik; hayır müesseselerini ve harâb olmuş tekkeleri yeni
du. Ortaçağ Türk-İslâm devletlerinin hemen umumiyetle tâkib ettikleri baştan yaptırdık; ve bunları vakfeden kimselerin koydukları şartlar
muhafazakâr ve an'aneci siyâset, ilk istilânın mûcib olduğu karışıklıklar mucibince hareket ederek bunların menâfimi istihkak sahibi olanlara
düzeldikten sonra, eski nizâmın pek az fark ile yeniden kurulmasını te'min verdik; ve bu vakıflar üzerinde sonradan yapılan her türlü değişikliklerin
ediyordu. Toprak mülkiyetinde, içtimaî sınıfların vaziyetinde, vergi düzeltilmesini emrettik». Şu bir kaç satır, vakıfların Mogular devrinde ne
sisteminde, idare makinesinde, hattâme'murlar arasında bir değişiklik gibi suiistimallere uğratıldığını ve hükümdarlar müslüman olduktan
olmuyor, şehirlerde ve köylerde asil ailelerin iktisadî ve içtimâi vaziyeti sonra yapılan İslâhatın mâhiyetini anlatmağa kâfidir. Gerçi daha bundan
sarsılmıyor, eski kanunlar ve an'aneler devam ediyordu- Bilhassa dinî ve evvel de bâzı nüfuzlu müslüman devlet adamlarının zaman zaman
hayrı müesseselere mensub olan ve onların evka-file geçinen âlimler, vakıfları muhafazaya çalıştıklarını, hattâ henüz müslüman ol-mıyan bâzı
medrese talebesi, cami ve mescid me'murları, tekkelerdeki şeyh ve Mogul prenseslerinin vakıflar te'sis ettiğini biliyoruz; lâkin bunlar
dervişler gibi kalabalık ve halk tabakası üzerinde müessir bir ruhanîler mahdud ve muvakkat bir mâhiyette kalmış, devletin idarî siyâsetinde bir
sınıfı eski nizâmın devamiyle çok alâkadar idiler. İşte bundan dolayı her yer almamıştı. Ahmed Teküdar, Şeyhülislâm Kemâliî'd-Dîn Rafiî'yi
yeni müslüman - Türk sülâlesi, bu rûhânî sınıfın da te'sîri altında eski İslâm vakıflarının yeniden tanzim ve murakabesine memur etmekle, bu
vakıfları ve onlara verilmiş vergi muafiyetlerini yeniden tasdik ve te'yid hususta ilk adımı atmış oluyordu-
ediyor, ve halk üzerinde manevî bir nüfuz kazanmak için yeni yeni dinî ve
Gerçi Ahmed'in ölümüyle Gâzân'ın İslâmiyeti kabulüne kadar geçen
hayrı müesseseler kurarak yeni vakıflar vücûde getiriyordu. XII. asırda
zaman zarfında (694 H.), vakıflar tekrar perişan bir hale gelmişti. Lâkin,
gayri müslim Karahitaylar'ın, Mâverâ-ünnehr Karahanhları'm tâbiiyetleri
Gâzân'dan başlıyarak İslâmiyet'in İlhanlılar devletinde resmî din olarak
altına almaları bile, buradaki eski nizâmı hiçbir suretle değiştirmemişti.
kat'î surette yerleşmesi, vakıf vaziyetini sür'atle düzeltti. Büyük bir
Vakıfların idare ve murakabe sistemi, her tarafta, Abbasîler ve
teşkilâtçı olan Gâzân, tahta geçer geçmez mescidlerin, medreselerin,
Sâmânîlerden başlıyarak —şekle ait bâzı farklarla— fasılasızca devam tekkelerin ve şâir müslüman müesseselerinin tamir ve ihyâsı ve
edip gelen ayni büyük prensipler dâiresinde cereyan edip duruyordu. vakıfların tanzimi hususunda derhal büyük bir faaliyet gösterdi. Onun
Xm. asırda Mogul istüâsı, epey uzun bir müddet için, istilâya uğn-yan yaptığı büyük idarî ve adlî İslâhat arasında, Kadılık müessesesinin
İslâm memleketlerinde eski içtimaî ve iktisadî nizâmı bozdu. Lâ- haysiyet ve nüfuzunu tekrar te'sis meselesi ön .plânda geliyordu. O
zamana kadar kadılık vazifesi, Mogul beylerinin himayesini te'min
384/îsIâm w Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/385
eden birtakım câhil, müfsid ve mürtekiblere para ile satılmakta idi; ve
bunlar halkı soymaktan başka birşey yapmıyorlardı. Vakıflar, eski- lekette büyük bir refah hâsıl, olmuştu, tşte bu vaziyet neticesinde gerek
denberi devam eden idare an'anesine göre, kadılar tarafından teftiş ve Gâzân'm gerek o devir büyüklerinin birçok mühim vakıflar te'sis
ettiklerini biliyoruz. Muasır müverrih Reşîdü'd-Dîn'in, Gâzân vakıfları
murakabe edilmekte olduğundan, şâir bütün işler gibi bunlarda da bin
hakkında —onun vakfiyye'l&kye dayanarak— verdiği malûmat, bilhassa
türlü suiistimaller yapılmakta idi. Arazî ve emlâk kıymetleri, adlî
Tebriz yanında Şenb-i Gâzân diye anılan yerde yaptırdığı türbe ve sair
emniyetsizlikten dolayı son derece düşmüş olduğundan, vakıflar bu
hayır müesseseleri hakkındaki izahat, bunu açıkça göstermektedir:
yüzden de perişan bir hale gelmişti.
Ebvâbü'l-Birr-i Gâzânî diye mâruf olan bu binalar, muazzam bir türbe
işte Gâzân'm, bu elim vaziyeti düzeltmek için kadılara verdiği emir- ile, cuma namazı kılmağa mahsus büyük te cami, Hanef îler'e ve Şâfiî-
ler ve talimatlar arasmda vakıf vaziyetine de bilhassa temas edilmektedir ter'e mahsus iki medrese, hânkah, dârü's-siyâde (seyyidlere mahsus mi-
ki, bize kadar gelen bu resmî vesikalar sayesinde, ilhanlılar devrindeki safirhane), darü'ş-şifâ, rasathane, kütüphane, beytü'l-kanun (devlet ar-
vakıf vaziyeti ve idaresi hakkında çok sarih bir fikir edinmek kaabü şivi)f mütevelliye mahsus bir bina, havuzhâne (umûmî hela), umûmî ha-
oluyor: Meselâ bir vakfa mutasarrıf olanların onu mülk diye sattıktan mam, eytâmhâne (yüz çocuk için), metruk çocuklara bakmak için bir
sonra, kendilerinin veya vereselerinin tekrar vakfiyeyi meydana çıkararak müesseseden ibaretti. Bunlardan başka, dul kadınlar için, yolcular içiş,
dâva açtıkları, yahut bâzı mütevellilerin bu tevliyeti bir para mukabilinde fakirler için, kimsesiz fakirlerin cenazelerini kaldırmak için, yolları
başkalarına tefviz ederek vakfın perişanlığına sebeb oldukları anlaşılıyor. temizlemek için, ef endüerinden korkan {röle ve cariyelerin kırdıkları ça-
Gâzân Han, bfltün bu gibi suiistimallerin vâkıfların koymuş oldukları nak çömleklerin tazmini için, kışın aç kalan kuşların beslenmesi için ayrı
şartlara uygun olarak düzeltilmesini ve Şerîat'in vakıf hususundaki vakıflar yapılmışta. Buraların me'murîarı, hademesi epey büyük bir
hükümlerine tamâmiyle riâyet edilerek yolsuz ve haksız tefsirlere kadro teşkil ediyordu. Gâzân, bu vakıflara, şer'an kendi mülk-i mut-lak'ı
kalkışılmamasım söylüyor; ve şâir mülkiyet dâvalarında olduğu gibi bu olan mülkleri ve topraklan tahsis etti ve bu vakf m sıhhatine dâir birçok
hususta da Selçuklu Sultam Melikşah devrinde Nizâ-mü'1-Mülk'ün âlim ve müftilerden fetvalar aldı. Vakfiyye yedi nüsha olarak tanzim ve
teşebüsü üzerine o devrin en büyük âlimleri tarafından ittifakla verilen tescil edildi: biri mütevellide, biri Kâ'he'de, biri Tebriz?deki kadılık
hükümlerin tatbikini emrediyor (Târîh-i Mübârek-i Gâ-zânî, G M N S, dâiresinde, biri Bağdad'taki kadılık dâiresinde kalacaktı; diğer üç
XIV., Leyden 1940, s. 235). Gâzân'm vakıf meselesinde vâkıfın şartlarına nüshanın nerede kaldığı, Tânh4 Mübârek-i Gâzânî'de tasrih edilme-
riâyet hususunda Mısır - Suriye Memlûk sultanlarından daha titiz mişse de, Habîbü'sSiyefÛQ bâzı büyüklere verildiği musarrahtır. Gâzân
bu vakfın mütevelMliğini iki vezirine, yâni Hoca Sadüd-DSn Sâvecî ite
davrandığı, onların Haremeyn'e ve Hac yoluna ait birtakım zengin
meşhur müverrih Reşidü'd-Din Fazlu'llah'a verdi; ve varidatın tahsili için
vakıfların varidatını —tabiî, bir fetvaya dayanarak— ordu ve idare
husûsî bir dîvân teşkil ederek bunun basma iki büyük emîrM geçirdi. Bu
masrafına sarfetmelerini şiddetle takbih etmesinden anlaşılmaktadır (ayni
varidat yılda yüz tümen'e baliğ olmakta idi. Memleketin bâzı muayyen
eser, s. 216).
sahalarının vergi hâsılatından bir kısmı, bu vakıflara tahsis olunuyordu.
İlhanlı tmparatorluğu'nun çok perişan bir hale gelen ve memlekette Maamafih Gâzân'm vakıfları yalnız bundan ibaret kalmadı: Hemedan
büyük bir iktisadî buhran doğuran idarî ve adlî vaziyetini, yaptığı büyük vilâyetinde Kûh-i Sefîd hududunda Bûzincerd kasabasında büyük bir
ve ciddî İslâhat sayesinde sür'atle tanzim eden ve merkezî idarenin hânkah yaparak zengin emlâk vakfettiği gibi, Şam'da ve Kudüs'te de bâzı
kuvvetti kontrolünü her tarafa ve her işe teşmil eden bu büyük hükümdar vakıflar yaptı; ayrıca bütün memleketteki fukaraya ve dervişlere,
devrinde, vakıf idâresinin de muntazam bir hale geldiği söylenebilir. türbelere de büyük meblâğlar vakfetti (s. 208 — 216). Kûfe'de seyyidlere
Dahilî asayişin te'mirri, adlî emniy4tin te'sisi, sıkı bir idâri kontrol mahsus bir misafirhane ve bir hânkah yaptırdı.
sayesinde zulüm ve tagallüJbün kaldırılması, vergilerin vaz'ında ve tah-
silinde muntazam usûllere riâyet edilmesi, sulama işlerinin devlet ser- Gâzân'dan sonra te'sis edilen büyük vakıflar hakkında da birçok
mayesiyle büyük bir nisbette tanzimi, para sisteminin sağlam Mr esasa malûmata mâlikiz: Ebher ile Zencan arasmda Sultaniye şehrini te'sis
bağlanması sayesinde, ticâret ve ziraat derhal büyük bir inkişaf gös- eden Olcaytu, orada kendisi için muazzam bir türbe ve etrafına yedi
termiş, emlâk ve arazî kıymetleri on mislinden fazla yükselmiş, mem- mescid yaptırdı. Bundan başka dârü'ş-şifâ, dârûhâne (eczahâne), sey-
386/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf
Müessesesi/387

yidlere mahsus bir misafirhane, bir hânkah, bir köşk ve muazzam bir da Kadıasker'in imzası bulunması buna bir delildir. Îzzü'd-Dîn Key-
medrese inşâ ettirdi. Bu yeni şehrin inşâsı için emirler ve vezirler de bü- kâvûs vakfiyyesindeki bir kayıt, merkezî idarenin büyük bir rüknünü
yük fedakârlıklarda bulundular: Vezir Reşîdü'd-Dîn bin evlik btr mahalle teşkil eden üstâdü'd-dâr’ın, yalnız hükümdar vakıflarına değil, memle-
ile Ur medrese» Wr hânkah ve bir dârü'ş-^fft yaptırarak bunların idaresi ketteki bütün vakıflara nezâret ettiğini, yâni her vakfın husûsî müte-
için vakıflar tö'sis etmişti. Olcaytu'nun bu müesseseler için vakfettiği vellisinin fevkında umûmî bir nazır vazifesi de gördüğünü anlatmak-
emlâk ve arazînin varidatı senevi yüz tümen tutuyordu. Hükümdar bu tadır.
vakfın mütevellîliğini Vezir Reşîdü'd-Dîn Fazhıllah'a verdi (Nefâisü'l- îdârî anarşi ve iktisadî buhran zamanlarında vakıfların nasıl suiis
Fünûn'dan naklen Abbas İkbal, TârihH Mufassala îran, c. I, Tahran timallere mâruz kaldığını yukarıda görmüştük. Mogul tahakkümü dev
1312, s. 310-311), Reşjdü'd-Dîn'in Rib-i Reşîdî diye mâruf olan müessesâ- resinde Anadolu vakıflarının da zaman zaman bundan müteessir oldu
tı, sonradan, oğlu Gıyâsü'd-Dln Mehmed tarafından birtakım ilâvelerle ğu, vakıf şartlarına riâyet edilmediği tabiîdir. Fakat buna rağmen, bu
zenginleştirilmiştir. Vezir Tâcü'd'Dîn Ali Şah Tebrîzî'nin yaptırdığı bü- devirde, ve Anadolu'da yer yer kurulan müstakil beylikler zamanında,
yük cami de çok muhteşem bir âbide idi. Hamdullah Kazvînî, Nüzhetü'l- birçok emirlerin ve bilhassa yeni sülâlelerin, vakıflar te'sisine büyük
Kulûb'da bu hususta malûmat vermektedir. Ayni suretle, Ebû Saîd'in ehemmiyet verdikleri anlaşılıyor. Bizans arazîsinde yeni yeni yapılan
vakıfları hakkında da tarihî malûmat mevcuttur13. îleride Türk-îslâm fütuhat da hudud beyliklerinde vakıfların çoğalmasına tabiatiyle yar
devletleri zamanında te'sis edilen vakıflar hakkmda ayrı ayrı monogra- dım etmiştir. Herhangi bir arazî parçasının tamâmı veya nısfı vakfedil
filer neşredeceğimiz cihetle, müslüman Mogul devletlerinde, ve onları diği gibi, bâzan zeminin vakf ve örfî resimlerinin (yani örfî vergisinin)
takip eden Celâyirliler, Timurlular, Safevîler, Şeybânîler devirlerindeki tımar olduğu görülmektedir. Cami, medrese, tekke, darü'ş-Şifa, köprü
vakıf vaziyeti hakkında burada en umûmî çizgileriyle bile izahata giri- gibi dinî - hâyrî müesseselere tahsis edilmiş hayrî vakıflardan başka,
şecek değiliz. Sâdece, bütün bu devletlerde, vakfın idare ve murakabesi aile vakıfları da çoktur; ve bunlardan birçoğuna da tam veya kısmî mâ
hakkında İlhanlılarda gördüğümüz eski usûlün devam ettiğini, mütevel- hiyette vergi muâfiyetnâmeleri verilmiştir. Bir memleket, herhangi bir
liler ve nazırlar tarafından idare edilen vakıfların kadılar tarafından teftiş sülâlenin hâkimiyetinden diğer bir sülâlenin hâkimiyetine geçtiği zaman,
ve murakabeye tâbi tutulduğunu, ve bütün bunlara rağmen yuka-rıdanberi bu emlâk ve arazî sahihlerine yerilen vesikalar yenileştirilmekte, eski
anlattığımız türlü türlü suiistimallere, yolsuzluklara bu devletler vakfiyyeler tekrar tescil ve tasdik olunmakta, eski vergi muafiyetleri
zamanında da —bilhassa idare makinesinin ve mâlî vaziyetin bozulduğu çok defa aynen kabul edilmektedir. Yukarıda, Ortaçağ İslâm ve Türk
devirlerde— tesadüf edildiğini söylemekle iktifa edelim.- devletlerinin umumiyetle tâkib ettikleri büyük idare prensiplerini İzah
ederken, bu an'aneci ve muhafazakâr hususiyeti bilhassa tebarüz ettir
Anadolu'nun fethinden sonra burada kurulan Selçuklular ve Dâniş- miştik.
mendliler gibi muhtelif Türk devletlerinde dinî - hayrî mâhiyette birçok Osmanlı Devleti *nde, daha ilk beyler zamanında başlıyan ve devle-
müesseseler vücûde getirilerek bunlarm masraflarını karşılamak üzere tin siyâsî ve mâlî kudretinin inkişafiyle mütenâsib olarak artan vakıfların
birtakım emlâk ve arazî vakfedildiği malûmdur. Eldeki tarihî kaynak- idare ve murakabe sistemi, llhanlüar'da, Anadolu Selçuklularında ve
lardan ve vakfiyyelerden anlaşıldığına göre, bunların idare ve mura- onların yerine geçen diğer Beylikler 'de mevcut usûlden farklı değildi:
kabesinde tâkib edilen usûl, Büyük Selçuklular devrindekinden farklı de- Meselâ hükümdar vakıf larına vezirlerin mütevelli veya nazır tâyin
ğildir: vakıflar, vâkıfların şartlama göre mütevelliler tarafından idare edilmeleri, Kadılık teşkilâtının bilhassa husûsi vakıfları murakabe et-
ediliyor, ve bunların* tasdik ve murakabesine âit muameleler Kadılık mesi, muhtelif zamanlarda payitaht kadısının başka sahalardaki vakıfları
teşkilâh tarafından görülüyorAfe Sultan fezü'd-Dîn Keykâvûs, I.'in Sivas teftişten geçirmesi, yahut muhtelif yerlere ayrı ayrı müfettişler tâyin
Dârü's-şifâsı vakfîyyesi (617 H. — 1220 M.) ve Celâlü'd-Dîn Kara-tay'ın olunması, diğer Türk devletlerindeki, vakıf idare sisteminin Os-
(651 H. — 1224 M.) tarihli bir vakfiyyesi gibi birtakım vesîkalar- manhlar'da da devamım göstermektedir. Galiba Mehmed I. devrinde
bütün Kadılık teşkilâtları bir merkeze bağlanarak Hâkimü'l-hükkâm
lâkabiyle bir baş kadı tâyin edildiği zaman (821 H. den evvel), bütün
13 Bu devre ait oldukça zengin tarihi kaynaklara istinad ederek Mogul vakıfların murakabesi de ona teveccüh ediyordu. Murad ve Fâtih za-
vakıfları hakkında ayrıttı bir tetkik neşredeceğiz.
388/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesasi/389

mantarında kadıaskerlerin bu vazifeyi ifâ ettiklerini görüyoruz. Maama-fih len vakıf haline gelmişti. Bütün alım satım muameleleri vakıf mütevellî-
büyük hükümdar vakıflarının, vakfiyyede tasrih edilen büyük devlet leriyle câbi -—yâni tahsildar— lerinin elinde kaldığından, tasarruf işle-
adamları tarafından nâw sıfatiyle ve maiyetindeki husûsî bir teşkilât rinde büyük bir karışıklık hâsıl-olmuştu. Yukarıda bahsettiğimiz sadrâ-
vâsıtasiyle idare edilmesi an'anesi, hiçbir zaman unutulmamış, hattâ zamların, şeyhül-islâmların, darü's-saâde ağalarının nezâretlerine İstan-
imparatorluk büyüyüp hükümdar vakıfları çok muazzam bir nisbet ka- bul, Galata, Üsküdar, Eyüp kadılarının ve daha sonra kaptan paşa ile
zandığı zaman, böyle husûsî teşkilâtlar günden güne çoğalmıştır. Fâtih, yeniçeri ağalarının, sekbanbaşı ve bostancıbaşıların, v.s. nezâretleri de
Selim I. ve Kanunî Süleyman vakıflarının -idaresi sadrâzamlara ve Bâ- ilâve edilerek İstanbul'da birbirinden müstakil birçok vakıf nezâretleri
yezid II, Ahmed I. vakıflarının idaresi ise şeyhülislâmlara aitti. Şâir teşekkül etmiş bulunuyordu. Bu vaziyetin doğurduğu birçok suiistimaller
pâdişâhlara ait vakıflarla, nesilleri münkariz olduğu cihetle vâkıfın şartına karşısında, vakıflar idaresini merkezîleştirmek maksadiyle, Evkaf Ne-
göre mütevellileri kalmamış vüzerâ ve rical vakıfları mütevelli ve zâreti ihdas ve yukarıda bahsedilen nezâretler tedricen bu idareye ilhak
nazırlıkları da, kârlı bir iş olduğu için saray adamlarına bir lütuf olarak olundu- Lâkin Mustafa Paşa'mn tâbirincet «nazırlardan bâzısının mizac-ı
tevcih olunurdu. Birçok vakıf müessisleri vakıfnameleri mucibince gazabkârânesi ve bâzısının emr-i mühimm-i hukuktan bîhaberli-ği
mütevellîliği evlâtlarına ve nazırlığı da sadrâzam, şeyhü'Hslâm, dârü's- cihetleriyle, Evkaf suistimâl ile malâlmâl idi», tik büyük fenalık olarak,
saâde ağası, İstanbul kadısı gibi büyük ricale verdiklerinden, bu Mahmud II. vakıf larına îrad bulmak için gedik denilen usûl ihdas
nezâretlerin birer müfettişi olur, ve bu müfettişler her sene vakıf hesap- edüerek, hem.vakfa hem de emlâk sahiplerinin tasarruf haklarına zarar
larını ve alâkadarlar tarafından mütevelli aleyhine vâkî şikâyetleri tet-kîk getirildi. İkinci bir fenalık, vakıf alım satımından alınan ferağ ve intikal
ederek nazıra bildirirlerdi- Böylece nüfuzlu nazırların idare ettikleri harçlarının ve mahlûller muaccelâtınm yansının vakıf hazinesinde tevkifi
vakıfların ayrıca kadılar tarafından da teftişi tabiî kaabil olamazdı. Bu gibi usûlünün suüstimâlidir. Gûyâ bu suretle vakıfların tamiri için lâ-
vakıfların mütevellilerini tâyin ve azletmek de, bilhassa vâkıfın evlâdı zımgelen para tedricen biriktirilecekti. Lâkin, bir taraftan yeni evkaf
münkariz olmuş te'sislerde, doğrudan doğruya bu nezâretlere aitti teşkilâtında lüzumsuz derecede geniş kadroların tatbiki ile büyük mas-
(Netâyicffl-Vukûât, c. IV - s. 99). XV. asırda Mısır, Suriy*, Şimalî raflara sebebiyet verilmesi, diğer taraftan hariçten birçok adamlara maaş
Afrika, Arabistan fütuhatından sonra Haremeyn —yâni Mekke ve Medine tahsis edilmesi ve yeni yeni açılan veya tamir edüen tekkelere lüzumsuz
— vakıfları büyük bir ehemmiyet kazandığından, buna nezâret etmek yere para sarf edilmesi, bu yeni usûlden beklenen faydayı hiçe indirdi.
üzere oldukça geniş bir teşkilât vücûde getirilerek tece kapı ağalan, sonra Tamire muhtaç vakıfların, defterde birikmiş paraları vardı; fakat bu
dârü's-saâde ağalan nazır sıfatiyle bunun basma geçirildi. İşte böylece paralar başka yerlere sarfedildiği cihetle, maddeten tamire imkân yoktu.
(1242 H.) de Evkaf Nezâreti teşekkül edinceye kadar Osmanlı vakıflan bu Evkaf Nezâreti bu suretle, yine ayni müellifin ifâdesine göre, vakıfların
gibi teşkilâtlar tarafından, nazır ve mütevellileri vâsıtasiyle idare koruyucusu olacak yerde yıkıcısı oldu (Netâyicü'l-Vukûât. c. IV, s. 100-
edilmiştir. Merkerf idarenin, suiistimallere meydan vermemek için teftiş 101). Memleketin idarî an'aneleri ve eski Osmanlı sisteminin hukukî
ve murakabe vazifesini ehemmiyetle îfâ etmek istemesine rağmen, blhassa mâhiyeti hakkında inanılmıyacak derecede câhil birtakım rical tarafından
son inhitat asırlarında, vakıf işlerinde bir taraftan yapılan büyük idare edilen Tanzimat devresinde ise, evkaf varidatı büsbütün perişan bir
suiistimaller ve diğer taraftan imparatorluk hudutlarının mütemadi hale geldi. Bu vaziyeti, Mustafa Paşa vazıh biç surette tasvir ediyor:
gerilemesi netîcesinde, vakıf servetinde büyük bir eksilme hâsıl olduğu, ve
«Tanzimat'ın zuhuriyle bilcümle salâtin ve şâire arâzî-i mevkuf esi
bu yüzden birçok dinî-hayrî vazifelerin lâ-yıkiyle ifâ edüemiyerek bir çok mâliye hazînesi tarafından zapt ve ta'şir olunup, tndelhesap, arâzî-i
vakıf âbidelerinin harâb olduğu, hazîn bir hakikattir. mezbûre hâsılat-t öşrîyesi senevî 44.000 kiseye bâXig olmakla şehriyeye
Bir müddet Evkaf Nazırlığımda bulunduğu için, bütün eski Osmanlı taksim edilerek hazine-i mâliyeden evkafa verildi. Sonralan Fuad Paşa
müesseseleri gübi vallnf müessesesi hakkında da doğru görüşlere mâlik merhum işbu bedel-i maktua, mâliyenin evkafa verdiği paraya iane nâ-
olan Netâyieü'hVukûât müellifi Mustafa Paşa, Evkaf Nezâreti'fife ft-dası mını verip muvâzene'-i umûmiyede açık göründükçe tenkis ede ede rubu!
sebeplerini ve (bunun neticelerini çok açık bir surette anlatmıştır: XIX. derecesinden aşağı tenzil eyledi. Cevâmi-i şâire ve hayrât-% salûtinin
asır başlarında, İstanbul şehrindeki arazi ve emlâk hemen kârti-
390/lslâra ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/391

ise ekseri varidatları arâzî-i mevkufe hâsılatı olduğundan^ ve anlatıldığı lâm vakıf sistemini de şiddetli bir tenkide uğrattılar. Müslüman halk ile
gibi bundan birçok tenzilât yapıldığından, masrafları karşılıksız kalmak meskûn birçok büyük müstemlekelere sâlüp Garb memleketlerinde vakıf
hasebile, zarurî olarak sunun bunun vakıfları hâsılâtüe idare olunmaları sisteminin İslâm dünyası üzerindeki maddî ve mânevi te'sîrleri hakkında
îcab etti. Binâenaleyh pek çek hayrat sâhiblerinin meberratları harâb ve fikirler ortaya sürülmeğe başlandı. Vakıf sisteminin gayrimenkul
metruk oldu, meşhûd-ı enamdır* mülkiyeti üzerinde ihdas ettiği birçok zorluklar ve karışıklıklar, Avrupa
îşte 1908'de ikinci Meşrutiyetin ilânına kadar Osmanlı vakıflarının hukukçularının bu müessese hakkında şiddetli tenkitlerini mûcib olu-
tâbi olduğu idarî sistem ve vakıfların vaziyeti, kısaca, bundan ibarettir. yordu: çünkü bu sistem, gayrimenkullerin Müslümanlar'in elinden çık-
Meşrutiyet devrinde bu hususta kısmen tasavvurda kalan ve kısmen tatbik masını zorlaştırıyor; müstemlekecilerin colonisation siyâsetlerine dinî.
edilen bâzı İslâhat ile, Cumhuriyet idâresinin kurulusundan ve Evkaf mâhiyette bir engel teşkil ediyordu.
Nezâreti'nin umûmi bir müdiriyet haline getirilmesinden sonra tâkib Garb âlemine hayran oldukları için oradan gelen herşeyi iyi ve İslâm
edilen sistem ve 5 Haziran 1935'de neşredilen 2762 numaralı vakıflar ka- dünyasına ait her müesseseyi fena gören —müstakil görüşten ve tenkîd
nunu ile hâsü olan vaziyet azçok malûm olduğundan, burada onlardan kaabiliyetinden mahrum— ilk Avrupalılaşma taraf darları, bilhassa
bahse lüzum görmüyoruz14* Türkiye'de, vakıf müessesesi aleyhinde bir cereyan uyandırmağa ça-
lıştılar. Tanzimat devresinde, bir aralık^ vakıfların tamâmiyle kaldırıl-
ması hakkında epey kuvvetli bir cereyan mevcut olduğu da rivayet edi-
VI
■ lir. Vakıf idâresinin o zamanki perişan vaziyeti, ruhanî sınıfın en basit
yenilik ve İslâhat fikirlerine bile şiddetle muhalefet etmesi, vakıf aley-
VAKIF MÜESSESESİNİN İSLÂM CEMİYETİ hinde böyle menfî telâkkilerin yerleşmesine fırsat veriyordu. 1908 Meş-
ÜZERİNDEKİ TE'SÎRÎ rûtiyet hareketinde ve Cumhuriyet Türkiyesi'nde de vakıflar hakkında
müsbet veya menfî türlü türlü telâkkilerin ortaya atıldığını biliyoruz.
XIX. ve XX. asırlarda garb medeniyetinin te'sfri altında İslâm âle- Vakıf aleyhinde ileri sürülen ve ders kitaplarına kadar geçen bu ten-
minin muhtelif sahalarında fikrî bir uyanış başladığı ve bununla birlikte kidler şunlardır:
müstakil islâm devletlerinde birtakım idâri İslâhata teşebbüs edildiği
malûmdur. Ortaçağın el tezgâhlarına bağlı geri istihsâl safhasından kur- 1. Ahlâkî bakımdan, vakıflar, İslâm cemaati için muzır olmuştur;
tulamadığı için, büyük sanayi kapitalizmi devresine giren Garb âlemi beşikten mezara kadar hayatın her safhasında, vakfın yarattığı içtimaî
karşısında baş döndürücü bir sukuta mahkûm olan islâm memleket- muavenet müesseselerine dayanan islâm cemiyetlerinde ferdî teşebbüs
lerinde, bir takım mütefekkirler bu gerilemenin sebeplerini araştırmağa ölmüş, tenbel veya parazit bir sınıf vücûde gelmiştir,
başladılar; ve böylece, hemen bütün Ortaçağ müesseseleri gibi, îs- 5 2. İktisadî bakımdan, vakıf- müessesi İslâm cemiyetinin, gajjrimeşrû.
vâsıtalarla mahdud ellerde toplanan gayrimenkul servetini habs ve tev-
kif etmek suretiyle bu servetin tedavülüne mâni olmuş, islâm memle-
4 1335 dG Evkaf tarafındai1
TA-İI ' neşredilen Evkaf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i ketlerinin iktisadî inkişafını geri bırakmıştır.
Teşkilatı adlı eserde Osmanlı vakıflarının idare sistemi hakkında -bilhassa
vakıf vesikalarına İstinaden - epeyce malûmat* verilmiştir. Eserin. Amasyalı Bu «başlıca tenkidlere, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, vakıfların di-
Husameddin efendi tarafından yazılan bu kısmı, bir çok eksikleri olmasına raf nî - hayrî bir gaye ile değil sırf şahsî ve ailevî düşünceler ve servetin
men bu mesele hakkında az $ök doğru bir fikir vermektedir. Şu son müsaderesi tehlikesine karşı bîr nevi dinî sigorta mâhiyetinde olarak
senelerde Evkaf Umum Müdürlüğü tarafmdan neşredilen (Vakıflar,
Sı?Slv ?, (Iak!P^Galeri8İ ****** Muhtasar izahat Ankaıul939) adlı küçük te'sis edildiği hakkındaki düşünceleri de ilâve edebiliriz. t
risalelerde de bâzı mühim vesikalar mevcuttur. Maamafih. yuka-
V2H!2 U? ^^ **"• U »™»«rtm XVIII. asırdaki Osmanlı Vakıf aleyhdarlarınm bu menfî telâkkilerine, bu tenkidlerine karşı,
SSSİTÎ "^ Venütİ ld U k ÇmÛhÜn
° a
-« * ■ * « . W C istifa d e vakıf tarafdarlarımn daha ziyâde müeerred mantik'a dayanarak verdik-
leri cevabları tetkike girişecek değiliz. Makalemizin başında da söyle-
392/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/393
diğimiz gibi, vakıf müessesesinin menşe* ve tekâmülünü tamâmiyle
tarihi ve objektif bir usûl ile ve cemiyet hayatı isindeki müşahhas fcon- larmdah hıristiyan Garb'a çok faik bulunduğu asırlarda yâni VIII. asır-
cret) ve hakiki (r*d) hüviyetini dâima göz önünde bulundurarak tetkik dan XIII. asra kadar, vakıf müessesesinin muazzam inkişafına şahit olu-
edince, bu münakaşalı meselenin büsbütün başka bir tarzda vazedilmesi yoruz. Eğer bu sistem( tatbikatı İtibariyle îslâm cemiyeti için zararlı
lüzumu kendiliğinden meydana çıkıyor. Yalnız dinî - ahlâkî değil ayni za- olsaydt, îslâm medeniyetinin en üeri devirlerinde onun böyle bir inkişaf
manda hukukî - iktisadî bir karakteri hâiz olan vaktf müessesesi, daha ilk göstermesi imkânsız olurdu.
inkişafındanberi îslâm cemiyetlerinin içtimaî tekâmülü üzerinde nasıl Selçuklu hâkimiyeti, müslüman Türkler'in îslâm memleketlerine mu-
bir rol ifâ etmiştir? îşte tetkik edilmesi lcab eden başlıca mes'ele budur. haceretlerini intâc eden ve Yakın Şark'ın yalnız siyâsî değil etnik sima-
Yoksa, onun dinî - hayrî gayesine bakarak, vakfı «beşeriyetin vücûde sını da değiştiren tarihî bir devirdir. Lâkin bu yeni fütûhatçı unsur,
getirdiği en hayırlı müessese» saymak ve bunda «İslâm dininin başka kısmen, eskidenberi îslâm sahası olan memleketlerin nüfusça pek kesif
dinlere fâikiyetinin bir delilini» görmek, tamâmiyle sübjektif ve dogmatik olmıyan sahalarına yerleşmekle beraber, bunların en büyük ve kalabalık
bir telâkki mahsulü olduğu gibi, vakıf müessesesinin XIX. asırdaki parçaları Erran ve Anadolu'yu Hıristiyanlar'dan zaptederek oralarda
perişan vaziyetine ve onu müdafaa edenlerin geri zihniyetine bakarak bu yerleşmişler, yâni îslâm hudutlarını Garb'a doğru sür'atle genişlet-
mişlerdi, îşte bundan dolayı, Hârizm, Horasan, îran ve Irak sahalarında,
müesseseyi mahkûm etmek de bundan daha az sübjektif ve dogmatik
bu yeni fâtihlerle onların eski ahâlisi arasında çıkan birtakım toprak
sayılamaz. Tam mânâsiyle fhnî —yani tenkidi— ve objektif bir zihniyetle
mücâdeleleri kısa bir zamanda ve büyük güçlükler göstermeden hal-
hareket etmek için, Şark ve Garb hukukçularının şe'niyeti biç düşünmiyen
ledildi. Selçuklu hâkimiyetinden evvel İran ve Irak'da arazî kıymetleri
dar formalisme 'inden kurtulmak birinci şarttır. îslâm dünyasının son
düşmüş, ziraat gerilemişti. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Nizâmü'l-
asırlanndaki maddî ve mânevi geriliğinde vakıf sistemi hakikaten âmil
Mülk'ün kurduğu yeni Tımar sistemi sayesinde, ziraatüı terakkisine ve
olmuş mudur? Yoksa, haricî ve dahilî birçok âmiller te'-siriyle îslâm toprak kıymetlerinin yükselmesine hizmet etmiştir. Hamdullah Kaz-
âleminin gerilemesi mi vakıf müessesesinin bozulmasını intâc etmiştir? vînî'nin resmî kayıdlara müstenid ifâdesine göre, Selçuklular ve Atabekler
Görülüyor ki mesele tek cepheli değil iki cephelidir. Ve geniş mânâsiyle devirlerinde ve Xin. asır başlarında Abbasî halifelerinin doğrudan
tarihî bir tetkik mevzuudur. doğruya idareleri altında bulunan sahalarda vergi varidatının —meselâ
İlhanlılar devrine nisbetle— çok yüksek bar yekûn tutması, bu ziraî
Yukarıda vakfın zuhur ve tekâmülünden ve Hicret'in ilk asnndan-beri terakkî'yi açıkça göstermektedir. Yalnız, Sultan Sencer'in Oğuzlar'a
geçirdiği tarihî ve hukukî inkişaf safhalarından bahsederken verdiğimiz mağlûbiyetinden sonra, Horasan kıt'asının ziraî bakımdan gerilediği
izahatı hatirhyacak olursak, bu sistemin İslâm âlemi üzerindeki tefsirlerini unutulmamalıdır. Demek oluyor ki Selçuklular ye halefleri zamanında
kolaylıkla anlamak kaa'bildir sanıyoruz: Evvelce İzah ettiğimiz türlü türlü vakıf müessesesinin yeniden büyük bir inkişaf göstermesi, siyâsî ve ik-
tarihî şartlar ve psikolojik âmiller, vakiin îslâm memleketlerinde tisâdı bakımlardan, tarihî şartlara uygun bir hâdisedir. Ve bu inkişaf, ne
birdenbire çok geniş bir nisbet almaşım intâc etmişti. Büyük fütuhatın iktisadî ne de ahlâkî bakımdan îslâm cemiyeti üzerinde menfî bîr te'sir
te'min ettiği büyük servetler, bilhassa geniş toprakların ziraî mahsûllerine yapmamıştır. Mogul istilâsı ve onu tâkib eden Mogul sülâleleri
ve bunlardan —arazînin hukukî mâhiyetine göre— alınan muhtelif hâkimiyeti zamanındaki vakıf vaziyeti hakkında yukarıda verdiğimiz
nisbette vergilere istinad ediyordu. Bu vaziyet, Abbâsî-ler'den başlıyarak izahat da, vakıf sisteminin içtimaî ve iktisadî hayat üzerinde zararlı bir
muhtelif îslâm devletlerinde büyük mikyasta ıkta* ve temliklere sebebiyet te'siri olduğu iddiasına asla hak verdiremez.
verdi. Çok muazzam servetlere mâlik olan hükümdar ailesine mensup Anadolu'da Selçuklu ve Moğul hâkimiyetin; tâkib eden Küçük Bey-
şahsiyetler, büyük rical ve emirler, zengin tacirler ve büyük toprak likler devri ve bilhassa Osmanlı împaratorluğu'nun teessüs ve inkişafı,
sahipleri, birbiriyle rekabet edercesine türlü türlü vakıflar te'sis ettiler. yukarıda söylediğimiz gibi vakıf müessesesine yeni bir kuvvet verdi.
Yalnız dinî müesseseler değil, bugünkü telâkkilere göre doğrudan Anadolu'da ve husûsiyle Rumeli'de geniş hıristiyan topraklarını fetheden
doğruya devletin en mühim vazifelerinden olan maârif, nâfıa* içtimaî Osmanlı ricali, bu toprakların bir kısmım âmme hizmetine mahsus
yardım işleri de, vakıf sistemi sayesinde mükemmel bir surette idare vakıflara tahsis ettiler. Türk kültürünün Rumeli'de kuvvetle yerleşme-
ediliyordu, islâm âleminin maddî ve manevî kültür bakım- sinde ve Balkanlar'da şehir hayatt'nm inkişafında, bu vakıf sisteminin
394/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/395
büyük bîr hizmeti olduğu asla unutulmamalıdır. Maamafih daha XV.
asırdanberi, vakıflarda suiistimaller bağladığını, birçok vakıflara vergi m&lri pâdişdhî nâmile ancak yüz yük akçe dâhiH hazîne olur, ol dahi kUl
muafiyeti bahsedildiğini, vâkıflardan birçoğunun hayrî vakıflardan ziyâde mevâcibince sarf olunur. Ol taifeye nakit dkçe verilmekten ise havass-%
aile vaktflan te'sisi suretiyle servetlerini muhafazaya çalıştıklarını hümâyûn kariyeleri ağır ulûjeliye ulufesine bedel Zeamet ve Timar ve-
görüyoruz. Askeri tiroartar'ın azalmasına sebebiyet veren bu vaziyet rflîp ulufeleri hazineye kalsa, hem bunca kılıç ihdas olunup hem ol taife
karşısında, Fâtih devrinde Nişancı Paşa'nm teşvikiyle vakıf araziden bir tahfif olunurdu, hazine-i âmireye dahi kBM fayda hâsıl olurdu. Bu dahi
kısmının vakfiyet'i kaldırılarak timar'a'tahsis edilmiş, lâkin Bâyçzid II. malûm-ı hümâyûn ola ki hilâf-ı şer-i şerif bâzı temlikler ve vakıflar
devrinde bunlar tekrar eski vaziyetine irca. olunmuştu. XVI asırda Kanunî vardır. Eğerçi sûretâ hayır görünür, amma inde't-tahkîk izâatA Beytül-
zamanında Avusturya seferleri münâsebetiyle birtakım vergi mûldir. Zira memâlik-i îslâmiye'de olan kura ve mezâr'i mahsulâtı ki
muafiyetlerinin kaldırıldığını görüyoruz. Osmanlı mâliyesinin buhranlı beytülmâl'e sarf olunur, guzât ve erbâb-ı mukatele hakkıdır, Sefan mas-
zamanlarında vakit vakit bu gibi tedbirlere baş vurulması, Memlûkler rafı muayyeni vardır. Ol makûlelerin vakfiyeti nice sahih olur? Şerhan
devletinde de emsali görülen bir hâdisedir; ve bu, vakıflarin ve muafi- caiz olan evkaf anlardır ki saiâtîn-i maziye fethettikleri memâlıkten âm-
yetlerin devlet hazinesini sarsması şeklinde değil, muvakkat mâl! buh- me-i müslimîn için vazettikleri evkaf-ı cemile ve hayrat ve hasenattır. Ve
ranlar karşısında baş vurulan tedbirlerden biri ve vakıfların lüzumsuz yere zamân-ı sabıkta beyler ve beylerbeyiler hasbeten-lülâh-i taâlâ gazalar
çoğalmasına karşı bir muvâzene vâsıtası olarak tefsir olunmalıdır sanırım. edip yümn-i Devlet-i Aliyye'de nice-memleketler fethedip din ve devlete
Çünkü XVI. asırda Osmanlı İmparatorluğumun iktisâdi ve mâlî hayatı lâyık nice hizmetlerde bulunmağın salâtîn-i izam dahi hizmetleri
umumiyetle büyük bir inkişaf göstermiş, ve vakıf müesseseleri de bununla mukabelesinde fethettikleri memleketten kendülere bâzı kura ve mezâri1
alâkalı olarak geniş bir mikyasta çoğalmıştır. temlik edip anlar dahi izn-i salâtin ile âmme-i müslimîne nâfi* hajjrât
ve hasenat edip, camiler ve imaretler ve zaviyeler bina edip olmaKûle-
Müverrih Âşıkpaşa-zâde, Nişancı Paşa'nm vakıfları hazine menfaatine leri vakf ederlerdi. Gazi Evrenuz Bey ve Turhan Bey ve Mihal-oğlu ve
lâğvetmesini şiddetle tenkid etmekle beraber (İstanbul tab'ı, s. 194), vakıf şâir mücâhit fi sebilîllah beyler ve gaziler gibi. Bu gibi vakıfları eim-
lar m idaresindeki yolsuzluklardan da bahsediyor: Mütevellilerdin vakıf me-i dîn tecviz etmişlerdir. Bunlardan maadası meşru değildir. Bir adam
varidatını asıl meşrut olan yerlere sarf etmediklerini, teftiş için gönderilen din ve devlete lâyık hizmet görmiye ve memleket değil belki bir kariye
kadıların ise yalnız hazineye menfaat te'minine çalıştıklarını söylüyor (s. fethetmiyef mücerred mukarrib-i pâdişdhî olmakla nice yüz yit mukad-
194). Daha XVI. hattâ XV. asırlarda zaman zaman devlet hazinesini dem fetholunmuş memleketten beytülmâli sırf nice kura ve mezârii birer
müşkül bir vaziyete sokan bu vakıf bolluğu, XVII. asırda ciddiyetle göze tarîk ile kendülere ve evlâtlarına temlik ettirmişlerdir. Badehu diledikleri
çarpmaya başladı; devlet adamları ve mütefekkirler, bunun üzerinde yeri vakfedip bâzıları dahi vakıf nâmile evlâtlarına akar etmişlerdir.
ehemmiyetle düşünmeğe başladılar. Devletin varidat menbâlarından bir Olmakûle vakıf nice sahih olur? Ve ânı Besmele ile nice tenâvül caiz
kısmını tamâmiyle kurutan bu namütenahi vakıflar, çok defa hakikaten olur? Evvelâ olmakûle kimselere hakk-ı beytülmâli temlik Şer'an caiz
dinî ve hayrî bir gaye ile te**ais edilmekle beraber, birçok defalar da olmak gerektir ki hattâ vakfiyeti sahih ola. Bir emrin aslı bâtıl ola, fer'i
zahirî bir hayır perdesi altında sırf şahsî menfaatteki gözeten aile vakıfları nice sahih olur? Din ve devlete lâyık olan budur ki ikiyüz yıldan-beri
mâhiyetinde idiler. Timar erbabına, yâni, devletin en sağlam süvari temlik ve evkaf olan kariyeler hak ve adi üzere yoklanıp meşru olan
kuvvetim ve yalnız askerî değil ziraî hayatının da temelini teşkil eden bir temlik ve vakıf kariyeleri hali üzere ipka buyrulup nâmeşrû olup hakk-ı
zümreye tahsis edilen topraklçtnn,' saray •adamlarına, büyük ricale beytülmâl olanlar ülûfeli kul taifesine tevzi ve taksim olup nice bin kılıç
vakıflar te'sisi için verilmesi, memleket için büyük bir zayıflama sebebi ihdasına sâ'y-i hümâyûn buyurula. Böyle olıcak kılıç kesretine ve
olmuştu. hazînenin vefretine ve izdiyâdına sebeb olup nice menâfi müşahede
Koçi Bey, Murad IV. e takdim'ettiği meşhur lâyihasında bu mes'ele olunur. Amma şöyle ki ol makûle vakıflarda camiler ve mescidler ve
üzerinde ehemmiyetle ve haklı olarak ısrar etmektedir: zaviyeler ola, anlar dahi muattal olmak reva görülmez* Nihayetû'l-emr
taraf-ı mîrîden vazifecikler tâyin olunup ol hayır ve hasene dahi saâ-
*Hattâ havass-t hümâyûn kafiyeleri her sene bölük halkına hizmete detlû Padişahın ola.»
verifo ve aralarında bey'i men yezid olup pulluk pulluk satılır. Cem'an
396/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi

(Koçi Bey risalesi, ikinci tabı, istanbul 1303, s. 79-83). Vakıf Müessesesi/30?
Koçi Bey'in bu çok açık sözleri, yalnız XVII. asır başında vakıf Hakîkaten, bu misâl yukarıki mütalâaları tamâmiyle te'yid edecek
vaziyetinin, devlet bütçesini ihlâl edecek derecede suiistimal edildiğini mâhiyettedir. Hanedana mensub prensler esasen çok büyük servetlere
göstermekle kalmıyor; timarlar aleyhine iki asırdanberi yapılan temliklerin mâlik ve zengin hâslara sâhib bulunurlardı; fakat öldükleri zaman, mu-
ve vakıfların, büyük nisbette, aile vaktfları haline getirildiğini anlatıyor. tasarrıf oldukları hâslar tekrar saltanat hazinesine alınır idi. Kanunî
Bu suretle, ilk defa olarak, Osmanlı împaratorluğu'nda vakıf bolluğundan devrinde yapılan ve sonraları devlet idaresinde saray kadınlarının nüfuzu
şikâyet edildiğini görmekteyiz. Halbuki ondan bir buçuk asır evvel, arttıkça âdeta umûmî bir kaide hükmüne giren bu temlikler ve vakıflar,
Aşıkpaşa-zâde, bu gibi lüzumsuz ve zararlı vakıfların iptal edilmesine varidatı timarlara tahsis edilen büyük devlet topraklarım, zâhirî-bir
karşı Şerî'at nâmına ağır tenkitlerde bulunmuş, yalnız, mütevellilerin hayrat perdesi altında ve hiçbir şer'î esâsa dayanmadan mütemadi
suiistimalinden ve teftişlerde daha ziyâde hazîne menfaati gözetilmesinden azaltıyordu. Gerçi daha Gâzân Han zamanında hanedana mensub pren-
şikâyet etmişti. Bu fark, aradaki müddet esnasında vakıfların büsbütün seslere tahsis edilen (incu yâni hâsların, onların erkek evlâdına vakf
çoğalarak timar arazîsini tahdid etmesinden ve bunun artık fena neticeleri edildiğini biliyoruz (Târih-i Mübârek-i Gâzânî, s. 331); lâkin Osmanlı
görülmesinden ileri geliyordu. Maamafih Koçi Bey de bu vaziyeti tenkid İmparatorluğumun XVI. asırdaki fütuhatı, büyük bir debdebe ve israf
ederken yine Şerî'at esaslarına dayanmaktadır: Varidatı ancak gazilere devri açmakla beraber, onu sür'atle tâkib eden siyâsî ve iktisadî sukut,
yâni kılıç ehline ait olan fethedilmiş arazînin, pâdişâhın keyfiyle* ötekine devlet hazinesinden vakfa intikal eden bu servetlerin eksilişini kuvvetle
berikine temliki şer'an caiz değildir ki bunlarda vakıflar ve bilhassa aile hissettirmiştir. Koçi Bey'in bu itirazı, yalnız şer'î değil belki daha ziyâde
vakıfları te'sisi meşru olsun. Gerçi fa-kinler âmme vilâyetini hâiz olan iktisadî ve mâlî bakımdan, vakıfların hesapsız çoğalışına ve aile
hükümdarın fethedilmiş arazîyi temlike hakkı olduğunu kabul etmişlerdir; vakıflarına karşı yükselen ilk kuvvetli tenkidlerden biridir. İslâm âlemi-
fakat bunun Şerî'at hükümlerine uygun sebebler tahtında olması lâzımdır; nin başka sahalarında ondan çok evvel de birtakım vakıfların şer'î ol-
yoksa, hükümdarın saray adamlarına, dalkavuklarına böyle temliklerde mıyan temliklere, gasb ve zulümlere müstenid olduklarını ileri sürerek
bulunmağa hakkı yoktur; bundan başka, şer'î yâni hukukî mâhiyeti ■vakıf müesseselerinden intifâı —meselâ oralarda misafir kalmak, ye-
olmıyan bu bâtıl temlikler üzerinde aile vakıfları gibi vakfın ruhuna mek yemek gibi— haram sayan birtakım sûfîler olmuştur; meselâ Mâ-
mugayir ve sıhhati birçok fa-kîhlerce kabul edilmemiş bir te'sis yapılması verâünnehr şeyhleri, Herat'taki vakıflardan ancak birkaçının meşru
da Şeriat'e ve maslahata mugayirdir. olduğu kanaatinde bulunduklarından, haram lokma yememeleri için
dervişlerini oraya yollamaktan ihtiraz ederlerdi (Reşehât Tercümesi, s.
Koçi Bey, çok kuvvetli olan bu itirazım açık bir misâl ile te'yid et- 80). Lâkin Koçi Bey'in tenkidleri böyle sıkı bir zühdî ahlâk telâkkisinin
mek için, Kanunî Süleyman devrinde bu yolda te'sis edilmiş vakıfları neticesi değil, içtimaî şe'niyeti müşahede ve tahlil eden realist bir
gösteriyor:
mütefekkirin görüşleridir.
Vakıf müessesesinin suiistimalinde en büyük âmil olan bu haksız ve
«Üçüncü sebeb budur ki, kerime-i mükerremeleri Mihrümah Sultan't
Rüstem Paşa'ya verip vezîr-i âzam eyledi. Kemâl-i mertebe nazarları zararlı temlikler hususunda, eski Osmanlı Padişahlarının çok sıkı ve
dikkatli davrandıkları meşhurdur: Selim I. kendisinden böyle bir talebte
olmağın muradına müsâade eyleyip ecdadı zamanında fetholun-muş
memâlikten ol kadar kafiyeler temlik eyledi ki, mülûk-i tavâiften bir bulunan mukarriblerinden birine: «ilk cülusumda Ali Paşa'ya bâzı
kariyeler temlik etmiştim. Kılıç erlerine mahsus olan bir şeyi başka yere
pâdişâha hazîne olmağa kifayet ederdi. Anlar dahi bâzı hayrat yapıp
evlâdına vakf eylediler. Hâlâ beher sene ol evkaftan yüz yük kadar akçe tahsis ettiğim için hâlâ nadimim» cevabını vermişti. Evlâda ait aile
vakıflarının, XVI. asır başlarında, diğer vakıflara kıyas edilince büyük
gelir. Ol makûle Sultanların fevt oldukta havassı mîrîye alınırken sonra
gelenler dahi vakfetmeğe başladı. Hilafa §er\ sarf-ı bey tüt-mâhi (bir nisbet göstermediğini biliyoruz (Ömer Lûtfi Barkan, Şer'î Miras
Hukuku ve Evlâtlık Vakıflar, İstanbul 1940, s. 14). Lâkin sonraki
mûslimte olan bu hâslar-zayi ve telef oldu. Sevab itikadına vebale
girdiler» (ayni eser, s. 97). •asırlarda bu vaziyetin değişmiş olduğunu, ve diğer tslâm memleketle-
rinde —meselâ Mısır'da, Cezayir'de— olduğu gibi Anadolu'da ve Rume-
li'de de gittikçe mütezâyid bir nisbet aldığı kuvvetle tahmin olunabilir.
Maamafih, orta halk tabakasının tasarruf mahsulleri olan bu gibi ehem-
398/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/300
miyetsiz. vakıflardan ziyâde, saltanat ailesinin ve büyük ricalin—kısmen
haytr gayelerini de İstihdaf eden, fakat büyük riisbette Aileye tahsis kın ıstılahında ksâd ve bu cins vakıflara vakf-ı irsâdî derler ki, tahsisat
edilen— muazzam vakıfları, memleketin İktisâdi ve mâlî nizâmını kabilinden vakıf demektir. Çünkü bu muamele bu cins toprakların hu-
bozmugtur- Mütevellilere, nazırlara vakıf varidatından tahsis edflen kukî mâhiyetini değiştirmeyip mülkiyet eskisi gibi devlete ait. kaldı-
meblâğlar» çok yüksekti; bu suretle, varidatın büyük bir kısmı bunlara ve ğından, vakfedilen şey, yalnız, devlete ait olan vergiler'den ibarettir.
vâkıfın ailesine sarfolunuyordu. Küçük aile vakıfları, yukarıda da Ayni kanunnâme'de, Osmanlı împaratorluğu'ndaki vakıf arâzî'den ek-
söylediğimiz gibi, islâm hukukunun miras hakkındaki hükümlerini vâ- serisinin bu kabilden olduğu da tasrih edilmektedir ki, tamâmiyle doğ-
kıfın v arzusuna göre" değiştirmek ve bâzan da aile servetini korumak rudur. .İslâm hukukuna göre, bu tahsisat da ikiye ayrılır: Şer'an bey-tü'1-
maksadiyle yapılmakla beraber, içtimâi hayat üzerinde, devlet hazinesine mâle ait bir masrafa yapılan tahsis, sahihtir ve iptali caiz değildir: Hayrî
- dinî mâhiyetteki mallar gibi. Beytü'1-mâle ait olmıyan masraflara
ait emlâk ve arazînin haksız yere temliki suretiyle yapılan büyük vakıftır
yapılan tahsisler ise gayr-i-sâhihtir, ve yukarıda söylediğimiz veçhile,
kadar bariz bir zararı olmuyordu.
devletin karariyle tâdil veya iptal olunabilir.
Netâyicü'trVukûât müellifi, esasen vakıf müessesesinin içtimaî fay-
Görülüyor ki tahsis ve irsâd mâhiyetinde olan bu vakıf arazî, ra-
dalarına inamakla beraber, İstanbul, Edime, Bursa gibi büyük şehirlerde
kabesi devlete ait olmak bakımından şâir mîrî arazîden farksız olmakla
lüzumsuz yere birçok mescidler yapılmasını, ve bilhassa Koçi Bey'in beraber, devlet, bunun —hiç olmazsa hayrî gayelere matuf— va-
yukarıki fikirlerine iştirak ederek «kılıç erbabına ait devlet servetinin ridatından istifâde edememiş, ve bu vaziyet, şâir birtakım âcillerle bir-
başka yerlere sarfını» şiddetle tenkid ediyor:. Devletin kuruluş ve likte, dirlik sisteminin —yâni timar usûlünün— mahvolmasını intâc
yükselişinde kıhçlariyle hizmet eden gâzî kumandanlara büyük arazî etmiştir, işte, Koçi Bey gibi, Mustafâ Paşa da bilhassa bu nokta üzerinde
temlik edilerek bunların da âmme menfaatine hadim vakıflara tahsis haklı olarak ısrar etmiştir.
edilmelerini —Koçi Bey gibi— tabiî görmekle beraber, sonraki
suiistimalleri doğru bulmamaktadır. Osmanlı vakıflarının müsaderelere karşı.bir nevi sigorta olduğunu —
yukarıda söylediğimiz veçhile bilhassa D'Ohsson'danberi— iddia
«Müteahhifînden bâzıları akar ve müsakkafat inşasına adem-i itina 'edenler garb'da mevcud idi- Avrupa fikirlerini tenkidsizce kabul etmek
ile, zeamet ve Umar ve mukataât-ı mîriyye'ye mecburiyeti olan araziyi modasına tutulan bâzı Tanzimat ricali arasında da bu telâkkinin mev-
Ve hattâ kiyâliye ve kantariye ve bâc-ı bâzar gibi rüsumatı bile ya cudiyetini, Mustafa Paşa'nın şiddetli bir itirazından anlıyoruz: Mahmud
muaccele i'tâ veya ihsan suretiyle kendilerine temlik ettirerek vakf eder II. devrinde Yeniçeriliğin ilgasına dâir ÜssH Zafer adlı meşhur eseri
olmuşlardır kî, bunlar vakf-ı sahih alamadıklarından Kanunnâme-i yazmış olan Esad Efendi'denberi, hükümdarlara ve ricale yaranmak için
hümâyûnda tahsisat kabilinden olan evkaf nâmiyle mezkûr ve mastur- mâzîye ait. herşeyi tahkir ve terzil etmek gibi dalkavukça bir meslek
tutulduğunu tenkid eden bu kıymetli tarihçi, vakıflar baklandaki bu
dur. Maamafih bu misillûların içinde dahi makul olanları vardır»
iddiayı da şu suretle tesbit ve tenkid ediyor:
(Netâyicü'l-Vvkûât, c. H, s» 105)
«Bu cümleden birisi dahi güya eslâfın evkaf tertib ve tanzim eyle-
Mustafa Paşa!nın burada bahsettiği.Kanunnâme, 1274 hicrî'de neş- meleri sırf müsadere korkusundan neş'et etmiş ve evlâd ve ahfadlarına
redilen arazî kanunnâmesidir ki, burada arâzî-i mevkufe ikiye ayrılmakta îrad bırakmak maksadına mübteni imiş diye tefevvüh olunan mânâsız
ve bir kısmına evkaf-ı sdhiha ikinci kısmına da evkaf* gayrisa-htfıa sözlerdir. Çünkü içlerinde öylesi olsa bile, ekseriyeti buna muhalif
denmektedir;, ve kanunnâmede münhasıran bu ikinci kısım arazîden olduğu aşağıdaki delillerle isbat olunur. Evvelâ, garaz îrad bırakmak
bahsolunmaktadır. Kanunun metnine göre, mîrî topraklardan ayrılarak olduğu takdirde hayrat inşâsında değil akar ve müsakkafat tanziminde
pâdişâhların veya onların izniyle diğerlerinin vakfeylemiş oldukları bu ifrat olunmak iktizâ ederdi. Halbuki, gördüğümüz bunca büyük hayır
cins topraklarm vakfiyeti, yalnız aşar ve rüsumatının yâni Ser'î ve örfî binalarından başka, hayrat sahihlerinin vakfiyelerini mütalâa edenler
vergilerinin hükümdar tarafından bir cihete tahsisi demek olduğundan, de bu iddianın yanlışlığına kanâat getirirler. Köprülü Mehmed ve Fazıl
Ahmed Paşaların vakıfları buna delil olduğu gibi, Fazû Ah-
bunlar evkafı satyiha'ûan sayılamazlar. Bu muameleye ft-
400/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/401
med Paşa'ntn İzmir'deki akarlarım tescil ettirmeden vefatı üzerine
bunlara vâris olan Fasıl Mustafa Paşa 'nın, hemşirelerinin hisselerini nın ■ çoğalması, hayrî vakıf olarak sâdece tekkelerin ve onlara yapılan
dahi satın alarak, kardeşinin niyetini tahakkuk ettirmek için hepsini vakıfların artması, vakıf varidatının devlet ricaline hulul etmiş birçok
tekrar vakfetmesi, ulüvv-i cenabın son derecesidir. Dârü's-saâde ağası ve tufeyli insanlara verilerek asıl vakıf binalarının rcıahv ve harab olması,
kapı-ağası gibi aile sahibi olamıyacak hadımların yaptıkları vakıflar da tekke ve imaretlerin ve medreselerin tenbeller yatağı haline girmesi, ilk
buna bir delildir.» (Netâyicü'l Vukûât, c. II, s. 103—104). bakışta, vakıf müessesesinin faydalı değil zararlı olduğu kanaatini
verecek mâhiyette idi. imparatorluk hudutlarının, siyâsî-.ite askerî
mağlûbiyetler neticesinde, mütemâdi gerilemesi ve İstanbul gibi büyük
Büyük vakıf sahihlerinin bunları kamilen helâl maldan yaptıkları
merkezleri daimî surette harab eden yangınlar da, vakıf servetinin
iddia olunamayacağını söyliyen Mustafa Paşa, bâzı zâhidler gibi, bun-
azalmasını mûcib oluyordu.
*dan dolayı vakıf müessesesini mahkûm etmek düşüncesinde değildir.
Her ne suretle olursa olsun, mademki ortada birikmiş bir servet vardır;
Bu vaziyeti müşahede ve tesbit eden bâzı Avrupalı müelliflerin, va-
bunun ferdi zevkler uğrunda israfından ise, hayırlı bir işe tahsisi kıflar hakkında menfî bir hüküm vermeleri gayet tabiydi; vakıf mües-
münâsibdir. Kendi zamanında — yâni XIX. asrın son yarısında — da bu sesesinin XIX. asırdaki vaziyeti karşısında, sathî bir müşâhid için.
türlü meşru sayılamayacak yollarla toplanmış servetler bulunduğunu imâ bundan başka bir hükme varmak, imkânsızdı. Burada yapılan en büyük
eden Mustafa Paşa, bu servet sahihlerinin de vakıflar te'sis etmelerinin hatâ, içtimaî bir mîiessese'nm yalnız muayyen bir devri için doğru olan
hayırlı olacağını söylüyor. Onun temennî ettiği vakıflar, artık bir hükmün, onun bütün hayatına ve mâhiyetine teşmil edümesin-dedir.
Hteumundan fazla çoğalmış olan mescidler, tekkeler, medreseler değil, Muayyen içtimaî zaruretler neticesinde vücud bulan herhangi bir
sâdece «yollar, köprüler, hastahâneler ve ulûm-ı riyaziye mektebleri» dir. müessese, muayyen şartlar dâiresinde cemiyet için çok faydah olduğu
Bütün bu mütalâalar, bu kıymetli müvenihin ne kadar realist, ne kadar halde, sonradan türlü türlü âmillerle asıl hüviyetini büsbütün kaybede-
doğru ve geniş düşünceli bir adam olduğunu gösterdiği kadar, yukarıda bilir ve soysuzlaşabilir; daha doğru bir ifâde ile, tarihi şartlardaki büyük
bahsettiğimiz gibi, vakıf idâresinin Tanzimat devrinde ne derece bozuk değişmeler, onu lüzumsuz hattâ zararlı bir şekle sokabilir. Vakıf
olduğunu da anlatmaktadır. müessesesinin tarihî inkişafım kaabü olduğu kadar yakından tetkik et-
tikten sonra, çok açık olarak görüyoruz ki, islâm âleminin iktisadî ve
Vakıf müessesesinin, islâm cemiyetlerinin mânevi ve iktisadî inkişafı ahlâkî gerileyicinde vakıf asla esaslı bir âmil olmamıştır; bilâkis, türlü
üzerinde menfî bir te'siri olduğu iddiasına gelince, bu müesseseyi islâm türlü haricî ve dahilî âmiller te'siriyle îslâm âlemi inhitata uğradıktan
cemiyetlerinin tarM tekâmülü çerçevesi içinde tetkik ettiğimiz zaman, bu sonra, vakıf müessesesi de, şâir îslâm müesseseleri gibi inhitata uğramış,
iddianın ne dereceye kadar doğru veya yanlış olduğu kolayca anlaşılabilir. soyuzlaşmış, hakiki hüviyetini kaybetoniştir. Eğer vakıf müessesesi
Her şeyden evvel şunu düşünmek lâzımdır ki, bu iddia ilk defa XIX. iktisadî ve ahlâkî bakımlardan îslâm âlemi üzerinde geriletici bir âmil
asırda yâni îslâm âleminin her bakımdan büyük bir gerileme manzarası olsaydı, bu te'sirini daha ilk asırlardan itibaren yâni daha Emevî-ler ve
gösterdiği, ve şâir islâm müesseseleri gibi vakfm da birçok cihetlerden Abbasîler zamanında göstermesi îcâbederdi. Hâlbuki, îslâm
soysuzlaşmış fculunduğu bir devirde GarMılar tarafından ileri medeniyetinin ileri devirlerinde, şâir islâm müesseseleri gibi, vakıf
sürülmüştür. İngiliz iktisad mektebinin Uberml nazariyeleri ve darvinizm müessesesi de mükemmel işlemiş, içtimaî yardım, nâfia ve maârif
esasları âdeta tabu bir kanun şeklinde telâkki olunduğu Ur devirde ileri işlerinde — o zamanki Garb âleminde tasavvuru bile İmkânsız — büyük
aürtilen bu tenkidler, o şartlar içinde ve o görüş tarzlarına güre çok terakkiler te'min etmişti.
haklıydı: Vakıf, felâm memleketlerinde hemen bütün gayrimenkul serveti
habsediyor, onun serbest tedavülüne ve bu suretle yeni servetler Esasen islâm hukukçuları, zamanın içtimaî ve iktisadî şartlarına
doğurmasına mâni oluyordu. liberal bir telâkkiye göre tam ve hakikî bir uygun olarak sistemleştirdikleri vakıf müessesesini, o şartların tebed-
mülkiyet teessüs edemiyordu; idâri ve adlî makinenin çek bozuk bir hale dülü karşısında cansız bırakmamak ve yeni şartlara intibak ettirmek için,
gelmesi, gayrimenkul tasarruflarında birçok yolsuzluklara meydan doktrin bakımından da dâima genişletmişler, vakıf prensipleri üzerinde
veriyordu. XK. asırda bilhassa aile vataflaa- mühim tâdiller yapmışlardır. Yukarıda anlattığımız veçhile, îmâm
■w2/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf MüessesesiAoâ
Ebû Yûsuf'un kurduğu sistem, RUâb'a ve S&nnet'e tamâmiyle uymamakla iki halde de bu akde tâbi bir toprağın vakfedilip edilemeyeceği bahis
beraber, sırf içtimaî ihtiyaçları karşıladığı için o kadar sür'atle yayılmıştı; mevzuudur. Bu afckflerde eskiden devlete ait arazîye mahsus bir icar
ayni ihtiyaçlar, birtakım zaruretler karşısında bu müessesenin maddî Seklinin devamını, daha doğrusu, Bizans hukukunda gördüğümüz emp-
zorluklarım azaltmak maksadiyle îslâm hukukçularının yeni çâreler hytiose'un İslâmiyet'ten sonraki bir foakiyyesini görmek mümkündür.
bulmalarına sebebiyet vemiştir : muhtelif İslâm memleketlerinde vakıf Görülüyor ki Osmanlı hukukçularının bulduğu tahmin edilen icâreteyn
gayrimenkulleri üzerinde yapılan ve icâreteyn (Mısır ve Trablusla beraber Şekli, hattâ mukataa usulü, tslâmî veya Bizantin, daha eski menşe'lere
Osmanlı İmparatorluğu'nda), Hikr veya Hukr (Suriye ve Mısır'da), Kirdâr maliktir.
(Trablus ve Tunus'da), Mukataa (Osmanlı İmparatorluğumda), Emel,
veya İnzâî (Tunus'ta), Ana: €Anâ* (Fransız işgalinden evvel Cezayir'de), Bütün bu hukukî ve tarihî âzahattan sonra, vakıf müessesesinin
Guelza • Calas (Fasda), Gza - Caza* (Fas'-da), Khalv-al-intijâ' (bütün islâm âlemi üzerindeki te'siri meselesini, tamâmiyle objektif olarak şu
Mağrib'de) gibi isimler alan muhtelif mâhiyette akidler, vakıf servetinin birkaç satırla hulâsa etmek mümkündür: Vakıf müessesesi, dinî ve
tedavülünü te'min için, yani eski sisteme göre kendilerinden faydalanmak hukukî bütün müesseseler gibi, içinde inkişaf ettiği cemiyetin maddî ve
kaabil olmıyan birtakım vakıf mallardan vakfm istifâdesine meydan manevî şartlarına uygun olarak ve cemiyetin umûmî hayatiyle ahengini
vermek maksadiyle ortaya çıkmıştır. Yangınlar veya şâir birtakım -muhafaza ederek uzun bir tekâmül geçirmiştir. Onun inkişaf ve inhitat
sebeplerle artık vakfa varidat getirmek kaabiliyetini kaybetmiş emlâk ve devirleri, kendisini- çerçeveliyen içtimaî muhitin inkişaf ve inhitatiyle
arazîden istifadeyi te'min eden ve gayede müşterek olmakla beraber tamamen muvazi gitmiştir. îslâm medeniyetinin yüksek devirlerinde, bu
şeklen birbirinden farklı bulunan bu akidler, hakikatte birer hiyle-i şer'iye müessese de âinî-ljayrî vazifelerini muvaffakiyetle yapmış, İslâm
yâni hukukî çâreler gibi telâkki olunabilir. İcâreteyn usûlünü Osmanü kavimlerinin siyâsî ve iktisadî gerileyişi onu da geriletmiş,
soysuzlaştırmıştır. Esasen herhangi bir müessesenin, içtimaî muhitinden
hukukçularının hayatın dinamizmine uymak maksadiyle îcad ettiklerini
mücerred olarak, iyiliği veya fenalığı asla düşünülemez. Vakıf mü-
Prof. Esad Arsebük söylemektedir; eğer bu doğru ise, ayni gayeye matuf
essesesinin tarihî metodla tetkiki, bize, müesseselerin mâhiyeti hakkın-
yâni esas bakımından ayni mâhiyeti hâiz olan diğer mümasil akidler, şâir
daki bu hakikati, bir defa daha göstermiştir. Esasen bütün bu cins tarihî
İslâm hukukçularının da bu hususta Osmanlı hukukçularından geri
tetkiklerde olduğu gibi,, bu tetkikimizde de «vakıf müessesesinin
kalmadıklarım meydana koyuyor. Maamafih İcâreteyn usûlünün XVI.
haddizatında iyi veya fena olduğu» tarzında umûmî ve mücerred bir
asırdanberi câri olduğunu tahmin eden Heff ening, bu zikredilen muhtelif kıymet hükmü'ne varacağımızı beklememelidir; biz, sâdece, islâm -Türk
akid tiplerinin de, iptida vakıf îcâreleri için îcad edilmiş olmayıp, esasen tarihinin umûmî cereyanında vakıf müessesesinin mevkiini, ehem-
evvelce mevcud olan eski icâre şekillerinin muahharan vakıflara da teş- miyetini, geçirdiği muhtelif safhaları objektif bir surette ve her türlü
milinden ileri geldiğini tahmin etmektedir. Meselâ 723 (1323)'de dogmatik7 den uzak kalarak îzah ettik. Tarihî tetkiklerin kıymet hüküm-
Fas'da bir medrese için tanzim edilen vakıfnamede, cazd'dan, 691 lerine değil ancak şe'niyet hükümleri'ne varacağım bilenler, bu izah-
(1292) tarihli bir Mısır vakfiyesinde de tafcr'den bahsedilmekte ve bu larımızı gayet tabiî bulacaklardır.
akidlere tâbi emlâkin vakfedildiği tasrih olunmaktadır. Makrîzî'nin Son bir mütalâa olarak şunu söylemekle iktifa edelim: Vakıf mües-
cüçüncü bir şahıs tarafından işletilmesi memnu olduğunu» İfâde ettiği sesesi, İslâm hayatında çok mühim hukukî - iktisadî bir müessese ol-
emlâkten maksad, gâlibâ bu olmalıdır. Bunlar, esasen devtete ait top- makla beraber, İslâm âleminin yükseliş ve alçalışında onun te'sirini
raklardı ki bir icâre mukabilinde üzerine bina yapmak ve ağaç dikmek aramak, mes'eleyi tamâmiyle yanlış vazetmektir; halbuki ilmin vazifesi,
kaabildi; Makrîzî'ye göre bunlar sonradan umumiyetle vakıf mâhiyetini mes'eleyi doğru olarak ortaya koymakla başlar. Buna göre, asıl araş-
almışlardı. (1061 H. - 1670 M.»'de ölen EKFârÜkî'nin bir fetvasına göre, tırılacak mes'ele, vakıf müessesesinin hukukî ve içtimaî tekâmülü üze-
hikr bir icâre akdidir ki. onunla bir toprak, özerinde ziraat yapılmak ve rinde, îslâm kavimlerinin tarihî yürüyüşünün nasıl tefsir ettiğini anla-
ağaç dikilmek üzere ebedî olarak kiralanırdı. (827 H. -1421 M.) *de ölen maktadır. Biz bu küçük yazımızda, hukukî ve içtimaî tarihimizin bu büyük
Bezzazî'nin bir fetvasında zikredilen ve sekline nazaran tan menşeinden meselesini iste bu görüş zaviyesinden tetkike çalıştık. En umûmî hat-
geldiği anlaşılan kirdâr da ayni mâhiyette bir akiddir. Her lariyle çizmeğe çalıştığımız bu küçük taslağın, çok eksik ve biraz müb-
404/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müesseseleri/405

hem olduğunu, hattâ belki de birçok noktalarda yanbş bulunduğunu İti- yelim: Hilâl b. Yahya (ölümü 245 H. 859 M.), Kitâbü Ahkâm'il-Vaki,
raftan çeMnrmyelim. Fakat bütün bunlara rağmen, bu küçük tetkikin Haydarâbâd, 1355; - al - Khassâf (ölümü 26i H. - 875 M.), Ahkâm'il-
Vakf, Kahire 1904; - İbrahim b. Mûsâ et-Tarâbulûsi (ölü-mü 922 H. -
usûl ve telâkki bakımlarından, hukuk tarihiyle ve bilhassa vakıf mes' 1516 M.), El-İs'âf fi Ahkâmil-Evkaf, Kahire, 1920); Hanefi fıkhına göre
eleleriyle uğraşanlar için faydasız olmıyacağım ümid etmekteyiz. yazılmış olan bu eserin tercümesi B. Adda ve E. D. Ghalioungui
tarafından şu isimle neşredilen kitabın birinci kısmmdadır: le Wakf,
Ankara: 21 Temmuz 1941 Alexandrie, 1893;-memleketimizde Tan-zimattan sonra, Ömer Hilmi, Ali
Haydar, Elmalüı Mehmed Hamdı efendinin vakfa ait kitablariyle
Profesör EbûTulâ'nın vakıf ahkâmına dâir İstanbul Hukuk
Fakültesi'ndeki ders notlarını zikredebiliriz. Ali Himmet Berki'nin
BİBLİYOGRAFYA 1941'de İstanbul'da neşredilen Vakıflar adlı kitabı, bizde bu hususta son
neşredilmiş eserdir. Profesör Esat Arsebük'ün Mameleke Istinad Eden
Makalemizin metninde, istifâde etmiş olduğumuz hukuki ve tarihi bâzı Şahsiyet: Vakıf (Adliye ceridesi, sene Vm, sayı 12, Ankara 1937, 1130-
kaynaklar ve tetkikler birer birer gösterilmiştir. Maamafih buna bir ilâve 1170) adlı makalesiyle, bunun biraz daha tevsi edilmiş bir şeklini ihtiva
olarak vakıf müessesesine ait en mühim kaynaklarla tetkikleri, burada eden Medenî Hukuk (c. I, İstanbul 1933, s. 296 - 338)'unu ilâve edecek
azçok tasnifli ve tenkidli bir şekilde sıralamayı da faydalı gördük. olursak, bizde vakıflara ait neşriyatın hemen umûmi bir bilançosunu
Memleketimizde vakfa dâir neşredilen en son tetkiklerde bile, bu hususta vermiş oluruz. Profesör Ömer Lûtfi Barkan'ın Şerfî Miras Hukuku ve
şimdiye kadar yapılan bir yığın neşriyattan hiç istifâde edilememiş Evlâdlık Vakıflar adlı makalesi, bu cins vakıfların Osmanlı
olması, böyle bir büiiliyografyaya şiddetle ihtiyaç olduğunu göstermektedir. İmparatorlu&u'ndaki inkişaf derecesini göstermek İtibariyle, hukuk tarihi
Bu bibliyografyanın hemen kamilen hukukî mâhiyetteki eserlere ait bakımından çok mühim ve ilk defa yapılmış bir tetkiktir.
olduğunu bilhassa tasrih etmeliyiz: Çünkü Türk-lslâm tarihine ait her türlü
edebi ve diplomatik kaynaklarda, vakıf tarihini şiddetle alakalandıran II. GARB ESERLERİ İ
birçok mühim tafsilâta tesadüf edilmekle beraber, burada onlardan bahse A. İslâm hukukundan umûmi bir surette bahsedilen, yahut herhangi
imkân ve lüzum yoktur. Vakıflar Dergisi'nin ilk sayısındaki makalemiz, bir mezhebe ait doktrinleri ihtiva eden garb eserlerinde (yahut garb
vakıf tarihiyle uğraşmak istiyenlere, bu hususta nasıl yol tutulmak lâzım- dillerine çevrilmiş bu gibi şark eserlerinde ) vakfa ait mühim malûmat
geldigini azçok gösterebilir, ^mdiye kadar neşredilmiş vakfiyeler, vakıf bulunduğunu söylemiştik. Burada bu eserlerin en mühimlerinden
fermanlar, vakıf kitabeleri gibi, muhtelif devirlere ve muhtelif Türk-İslâm birkaçım zikredelim:
devletlerine ait vakıf vesikaları hakkında da izahat verecek değiliz. Sırf
hukuki mâhiyette olan bibliyografyayı tamamlamak için buna şiddetle A. Tomauw, Le Droit musulman, traduit par Eschbach, Paris
ihtiyaç bulunduğu muhakkaktır; çünkü, daha ziyâde nazarî mâhiyette olan 1860; Van den Berg, Pirincipes du droit musulman, traduit par R.
hukuki sistemlerin tatbikat sahasında yâni içtimaî hayatta ne gibi şekiller de France de Tersan, Alger 1896 (bu eser Hanefî ve Şafiî mezheb-
aldığını concret bir tarzda yâni misalleriyle, örnekleriyle görüp mukayese leri ahkâmım havidir); E. Zeis, Traltö 61€mentaire de droit mu
etmek için her türlü vakıf vesikalarına şiddetle ihtiyaç olmakla beraber, sulman algerien, 2 vol., Alger 1885 - 1886; Th. W. Juynboll, Hand-
buch des îslamichen Gesetzes, Leyden 1910 (bu eser Mâliki mez
bunu şimdilik Dergi'nin gelecek sayılarına bırakıyoruz; ve bu
hebine göre yazılmıştır); E. Sachau, Muhammedanlsches Recht
bibliyografyayı, hemen münhasıran, vakfın sâdece hukuki cephesini tetkik
nach SchafUtischer Lehre, Berlin 1897; D. Santillana, Instituzionİ
eden eserlere tahsis ediyoruz.
di dlritto musulmano malichita con riguardo anche al sistema
scanfiita I, Rom. 1926 (bu eser Mâliki mezhebine göre yazılmış
I. ŞARK ESERLERİ. tır).
Eski ve yeni fıkıh kitablarının birçoğunda, fetva mecmualarında vakfa B. Doğrudan doğruya vakıf müessesesine veya vakfın İslâm
ait birçok malûmata tesadüf olunur. Başlı-başma bir kütûbhâne teşkil eden memleketlerindeki vaziyetine ait yazılmış başlıca eserler de şun
lardır:
bu eserlerden burada bahse imkân yoktur. SAdece vakfa ait olan ve
basılmış olmak itibariyle arayıcıların kolayca istifâde edebilecekleri Eug. Clavel. Le Wakf ou Habous, 2 vol., le Caire 1896 (Hanefî ve
başlıca eserleri söyle- Mâliki mezheblerine göre yazılmıştır); Ernest Mercier, le Ho-bous ou
Ouvkaf, ses râgles et sa jurisprudence, Alger 1895: aynı
lâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/407

müellifin: Deıucieme dtude sur le Hobous ou Ouvkof, Alger 1898; aynı J. Terras, Essai sur les biens habous en Algerie et en Tunisie, Lyon
müellifin: Le Code de Hobous ou ouvkof selon la legislation musulmane, 1899.
Constantine 1899; Kreşmarik, Das Wakfrecht von Stadpunktc des Sarf M. Mercier, Etüde sur le Wakf abadhite et ses applications au Mzab,
altrechtes nach der Hanaflt. Alman Şark Cemiyeti mecmuası. C XLV
Alger 1927.
(1891), s. 511-576; - M. D'Ohsson, Tableau general de l'empire ottoman,
Paris 1788. Fas vakıfları hakkında:
Michaux - Bellaire et Graulle, Les Habous de Tanger (Archives
Türkiye vakıfları hakkında: *J2>
marocaines mecmuasının XXII -XXIII. cildlerinde). L. Milliot,
M. Belin. Extrait d'un memoire Toriğine et la conctitution des blens Demembrements des Habous, Paris 1918. P. L. Riviere, Traite\ codes et
de mainmorte en pays musulmans, Journal ariatique, 1852, fi. 377-427. lois du Maroc, Paris 1925.
Gatteschi, Etüde sur la propriote" fonclere, Ies hypotheques et les
VVakfs. Alexandrie, 1896. Cava vakıfları hakkında: İSO
Yine ayni müellifin şu eserine de müracaat edilebilir: Manuel de droit Bu hususta tslâm Ansiklopedisi'nin zeylinde Kern tarafından
public et prive ottoman. 1865. yazılmış olan Wakap maddesinde kâfi malûmat vardır (Cava'da,
Malezyada, Şarla Hind adalarında vakfa Wakap ismi verilir).
Mısır vakıfları hakkında t Vakıf -hakkında en umûmî mâhiyette ve en mühim tetkik olarak
Marcel Morand'm Etudes de droit musulman algĞrien, Alger 1910 adlı
A. Shoukry Bidair, l'Institution des biens dits Habous ou Wakf, Paris tetkikler mecmuasındaki makalesi zikredilebilir. Heffe-ning tarafından
1924; 1933'de Encyclopedie de llslam'a yazılan VVakf maddesi de oldukça
A. Y. Massouda, Contribution a l'etude du Wakf en droit egyptien, güzel ve toplu bir hulâsadır.
Paris 1925; C. Vakıf sistemi, tslâm hukukundaki arazi rejimiyle sıkı sıkıya
A. Cotta, Le Regime du Wakf en Egypte, Paris 1926. alâkalı olduğundan, bu husustaki şark ve garb eserlerinde de vakfa ait
Y. M. Delavor, Le Wakf et 1'utilİte 6conomique de son main-tien en mühim malûmata tesadüf edilir. Umumiyetle İslâm fıkıh kitablannda ve
Egypte (Revue des etudes islamiques) mecmuasında çıkmıştır, 1929. Osmanlı devri için Ebû's-Suûd'un Mârûzât'ı ile sair Osmanlı fetva
A. Sekaly, Le probleme des Wakf en Egypte (ayni mecmua, 1929). kitablannda buna ait izahat mevcut olduğu gibi, Tanzimattan sonra
neşredilen arazî kanunnâmesinin şerhine ait Atıf bey, Haydar efendi,
Hüsnü efendi, Ziyaeddin, Halis Eşref; H. Cemaleddin taraflarından
Trablus vakıfları hakkında:
vücude getirilen matbu şerhler de az çok istifadelidir. Maamafih bu
Gius. Califano, İl regime del beni Auqâf nella storia e nel diritto türkçe matbu şerhlerde, eski fıkıh kitablarından ve eski Osmanlı
dell'islam, Tripoli, 1913. kanunnâmeleri'nden lâyıkile istifâde edilmemiş, ve bir dereceye kadar H.
E. Cucinotta, Instituzionl di diritto coloniale italiano, Roma 1930. Cemaleddin'in eseri müstesna olmak üzere, diğerleri birbirinin hemen
hemen taklit ve tekrarindan ibaret kalmıştır. Tarihî nokta-i nazara
Tunus vakıfları halikında: tamâmiyle yabancı olan bu eser müelliflerinin, Avrupa'da İslâm arazi
hukukuna dâir neşredilmiş eserlerden de tamâmiyle habersiz kalmış
H. de Monteti, Une loi agraire en Tunusie, 1927. olmaları hayrete şayandır. Evkaf ve arazî meselesini bundan sonra ciddî
E. Fîtfcousi et A. Benazet, L'Etat tunisien et la protectorat français, bir tarzda tetkik etmek istiyecek genç hukukçularımıza bir rehber olmak
Paris 1931. üzere, bu husustaki başlıca tetkikler arasında bilhassa vakıflar
meselesinden bahsedenleri zikredelim:
Cezayir vakıfları hakkında: Vorms, Recherches sur la constitution de la propriete* fon-ciere dans
E. Iarcher, Traite elementaire de legislation algSrienne, Paris 1923. les pays musulmans, Paris 1844.
Belin, Etüde sur la proprietö fonclere en pays musulmans, Paris
1861.
Van Berchem, La Propriöte territoriale et l'impot foncier sous les
premiers califes, Geneve 1883.
408/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi

Gatteschi, Des lois sur la propriötö dans lempire ottoman, Paris,


1876.
E. Mercier, La Proprtete fonciere «A AlgSrio, Alger 1808.
A. Mesureur, La propriöte" fonciere au Maroc, Paris 1918.
J. Chaoui, Le RĞgime Toncier en Syrie, Aix 1928.
L. Zamana, Modc de conservation et de trarcmission de la propri6t6
fonciere en Syrie, Paris 1935.
Cardan. Le Regıme de la propriötd fonciere en Syrie et au Liban, SULTAM BAYBARS'A İSNAD EDİLEN
Paris 1933. BİR VAKFİYE
E. Amard, I/Organisation de la proprİSte fonciere au Maroc,
Paris 1913.
Recherches sur la nature et sur les revolutions du droit de propriĞte Giriş
en Egypte, depuis la conquete de I'Egypte par les mu-sulmans, jusqu' &
Texpedition francaise (Memoires de l'Institut, YGlr I, 5, 6, 7). 1 — Doğru veya uydurma olup olmadıkları bu yazımıza konu teşkil
Padel et Steeg, De la legislation fonciere ottomane, Paris 1904.
D. Vakıf meselesi, makalemizde işaret ettiğimiz veçhile, miras
eden iki vesikanın tarihî kıymetini tâyin için yaptığım bu küçük tet-
hukuku ile pek yakından alâkalı olduğundan, bu hususa ait yapılmış garb kikte,nasıl tarihî ve diplomatik bir metoda riâyet ettiğimi, daha baş-
tetkiklerinde, dolayısiyle vakıf müessesesinden de bahsedilmektedir. Bu langıçta izah etmeyi zarurî buldum.
husustaki bibliyografyayı bu bakımdan da eksik bırakmamak için, bu türlü
eserler arasında vakfa ait mühim malûmatı ihtiva eden bâzılarını 2 — Şunu kaydetmek isterim ki, bu vesikaları şu bakımlardan bir
zikredelim; tetkike tâbi tuttum:
Sauteyra et Cherbonneau, Statut personnel et succession, 2 vol., Paris a) Bu vesikalar orijinal vesikalar mıdır?
1873 (Mâliki mezhebine göre yazılmış olan bu eserde, vakıf hakkında
bilhassa Hanefi esaslarına göre malûmat verilmiştir). b) Orijinal vesikaların sahih ve muteber kopyaları mıdır?
Tchacos, De la sucession en droit ottoman, Paris 1892. c) Resmî sicillerdeki kayıtlardan çıkarılmış sahih ve muteber suretler
£. Clavel, Du statut personnel et des successions d'apres les differents midir?
rites, specialement d'apres le rite hanafite, 2 vol., Paris 1B95. d) Bunlar, ait olmak iddiasında bulundukları devreye hakikaten ait
F. Peltier et G. H. Bousqet, Les Successions agnaticnıes miti-
g6es, Paris 1935. midirler?
Hacoun, Etüde sur l'evolution des coutumes des Kabyles, e) Taşımak iddiasında bulundukları mâhiyete nazaran, hukukî ba-
specialement en ce quî concerne l'exheredation des femmes et la pratique kımdan, usûllerine uygun olarak tanzim olunmuşlar imdir?
de habous, Alger 1921.
Jean Baz, Essai sur la fraude a la loi en droit musulman, Paris 1938. f) Exh. «C» işaretli vesika, bir vakfiye veya kısaltılmış bir vakfiye
hülâsası mıdır? $S^
g) Exh. «C» Baybars'ın hüküm sürdüğü devrede veya Memlûk dev-
rinin başka bir zamanında tanzim olunmuş mudur?
h) Exh. ,<«€* işaretli vesikanın, Osmanlı Sultanlarının dîvanlarından
ve bahusus Sultan IH. Afemed'in dîvanından sâdır olmuş olmasına imkân
var mıdır?
Gayet itinalı tetkîkten sonra, bütün bu suallere menfî cevap vermek
lâzım geldiği ve bu vesikaların tamamen uydurma olduğu neticesine
vardım. Bu netice, bizi hayrete düşürmemelidir; çünkü bu türlü sah-
tekârlıklara tarih boyunca sık sık rastlıyoruz.
410/lslim ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/411
Tarihi vesikalarda yapılan sahtekârlıklar: Suiistimallerin önüne geçmek için bir vâsıta olarak kullanılan teftiş,
3. İnsanlar ötedenberi sahtekârlıklar yapagelrnişterdir; vesika sah murakabe ve tescil usûlleri beklenilen neticeyi verememiştir:
tekârlıkları da yeni bir icat değildir. Ifcrih, her türlü saiklerle vesika
6. Sahte vakfiyeler vücuda getirmek suretiyle yapılan 'bu gibi suiis-
lar uydurulduğuna dair zengin misâllerle dolu olup, vakfiyeler de bu
timalleri önlemek üzere, muhtelif İslâm devletlerinde, türlü türlü teftiş,
gibi suiistimallerden kendilerini sıyıramamışlardır.
murakabe ve tescil usûllerine müracaat edilmiştir. Maamafih bu usûller,
muhtelif sebeblerden dolayı, beklenilen neticeyi tamamen vermemiştir.
Vakfiyelerin tarihî ve amelî ehemmiyeti: Harpler, istilâlar, yangınlar gibi bir takım felâketler bâzan sırf ihmâl ve
teseyyüp yüzünden, devlet arşivleriyle büyük merkezlerdeki kadı
4. Vakfiyeler, tarihî bakımdan hususî bir ilmî ehemmiyeti hâizdir- arşivleri yâni şer'î siciller, mahvolup gitmiştir. İşte bâzı sahtekârlar, kâh
ler. Bunlar bize, milletin muayyen bir zamandaki hayatına ait muhtelif para mukabilinde, kâh da kendi lehlerine bir takım haklar tesis etmek
vakıa ve şekilleri müşahede etmek imkânım verirler. Bunlar keza bize, için bu gibi felâketlerden istifâde etmişlerdir. Hattâ bu sahtekârlar bu
İslâm âleminde çok derin bir tesir icra etmiş olan en mühim mü- gibi vakfiyeleri, şer'î mahkemelerin resmî sicillerine sahih vesikalar
esseselerden birinin yâni vakıf müessesesinin işleyiş tarzı ile ülfet pey- olarak tescil ettirmeğe bile muvaffak olmuşlardır.
da etmek imkânını da temin ederler.
7. Şer'î mahkemelerde kabul edilen basit muhakeme usûlüne göre,
5. Hukukî mâhiyetleri dolayısiyle ve emlâk veya gelirlerin vakıflara
başlıca yemin ve şehâdete istinad olunması, uydurma vakfiyelerin sahih
tahsisi keyfiyetinin delilini teşkil etmeleri itibariyle, vakfiyelerin pratik
vesika olarak tescil edilmesini mümkün kılmıştır. Bu muhakeme usûlü,
bakımdan büyük değerleri vardır. Bilindiği gibi, vakıfların idâmesi için
şahitlerin, Allah'ın lanetine uğramadan yalan şehâdette buluna-
büyük servetler tahsis edüegelmiştir. Zengin vakıflara tahsis edilen
büyük servetlerin idare ve murakabesi, mütevellilerle diğer vazifeli mıyacakları yolundaki düşünceden kuvvet alır; aynı zamanda, herkesin
kimselere büyük kudret ve servet bahsetmiştir. Vakıflar üzerindeki ne- bu nazariyeye inanacağım ve bu inanç dolayısiyle hiç kimsenin haki-
zâret hakkının kullanılması, muazzam menfaatler yaratmış ve iktisadî katten ayrılmak cesaretini kendinde göremiyeceğini farz eder. Tecrü-
kazançlar temin etmiştir. Bu itibarla, mütevelli ve nazırların işgal et- beler, sahtekârların yalnız inatçı yalancılar değil aynı zamanda, hiçbir
tikleri mevkilere göz dikilmiş olmasına şaşmamak lâzımdır. Bu keyfi- yeminin onları kötü niyetlerinden vazgeçirmiyeceği mütehassıs yalan-
yet, -bazan pek bariz olan- suiistimallere sebebiyet vermiş, ve bütün cılar olduklarını maalesef göstermiştir.
devirlerde rastladığımız sahte vakfiyelerin vücuda getirilmesine yol
açmıştır. Sahte vesikaların bâzan o kadar mâhirâne yapılanlarına tesa-
düf edilir ki, bunların sahih mi yoksa sahte mi olduğunu tâyin etmek, Diplomatik ilminin prensiplerine dayanan dahilî ve hârici tenkit
güç bir mesele teşkil eder. Bu durum ve vakfın mevcut haklarım koru- metodu vakfiyeler hakkında da tatbik olunabilir:
mak ihtiyacı, vakfiyelerin sıhhatini tâyin hususunda mütehassısların
çok dikkatli ve ihtiyatlı davranmalarını gerekli kılar. Şüpheli vakfiye- 8. Vesikaların sıhhat ve vüsûkunu diplomatik ihniıün prensiplerine
lerin sıhhatini tâyin hususunda kullanılan metod, şer'î mahkemelerin dayanan dahilî ve haricî tenkit metoduna göre tetkîk etmek usûlü, şer'î
eskiden ihtiyar ettikleri usûlden farklıdır. Vakfiyeleri tetkîk usûlü bu- mahkemelerce meçhuldü^ sebebi de, bu metodun bilhassa XIX. asırda
gün vînce bir san'at haline getirümiş olup bu san'at sayesinde ka*'t ne- Avrupa'da teessüs etmiş olmasıdır. îşte bu yüzden, bir takım uydurma
ticelere varmak mümkündür. vakfiyeler, sahih vesikalar olduklarına yemin edildikten sonra, haklı bir
sebep bulunmadığı halde, itimada şâyân hukukî vesika mâhiyetini
iktisap etmişlerdir. Vakfiyeler dâhil olmak üzere muayyen tipteki târihî
ve hukukî vesikaların sahih mi yoksa sahte mi olduğunu, kat'î bir su-
rette tahkik etmeğe yarayan sağlam metodlara bugün mâlik bulundu-
ğumuz için, bu gibi hâdiseler artık tekerrür etmemek lâzımdır, tşte bu
412/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi
Vakıf Müessesesi/413

sebepledir ki, şâir her türlü tarihî vesikalar arasında bilhassa vakfiye- de bulunan kıymetli ve sağlam malzemeye dayanmak ve bunları Exh.
lerin sıkı bir tenkid «özgecinden geçirilerek sıhhat ve vüsûk derecesinin
«C» üe mukayese etmek suretiyle müsbet neticeler elde etmeğe ve bu
tâyini, tarihî tetkiklerde birinci şarttır. Orta çağa ait mümasil garp
bu vesikanın sahih mi yoksa sahte mi olduğunu tâyin hususunda iti-
vesikalarının veya sahih oldukları iddia edilenlerin tetkikinde nasıl
mada şâyân hükümler vermeğe muktedir bulunuyoruz.
diplomatik ilminin metodolojik prensiplerine riayet olunuyorsa, islâm
vakfiyelerinin tetkikinde de aynı esaslara riayet suretiyle nıüsbet ne- 12. Memlûk Sultanları ve emirleri tarafından muhtelif zamanlarda
ticelere varmak imkânı vardır. te'sis edilen vakıfların idare ve murakabe Sistemleri hakkında tarihî
kaynaklarda mebzul maîûmata tesadüf ediyoruz. Şimdiye kadar ele
geçen Memlûk vakfiyelerinin adedi çok az olmakla beraber, sözü geçen
İlgili devrin tarihi ve vesikaları hakkında umûmi bilgilere malûmat, 'bu devre ait bir vakfiye olduğu iddia edilen herhangi bir
sahip olmak, hele mâhiyeti şüpheli olan vesikaların tetkiki vesikanın mâhiyetini tâyin için kâfidir (Memlûk devri vakıfları hakkın-
için Ön şarttır. da Vakıflar Dergisi'nûe çıkan şu makalemde tafsilât verdim; Vâkıf
9. Sıhhati şüpheli olan herhangi bir vesikanın sahih mi yoksa sah Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Tarihî Tekâmülü, <i. 2; bu Türkçe
te mi olduğu hususunda müsbet bir neticeye varmak için, vesikanın makalenin aynı dergide Fransızca tercümesi de vardır, [Adı geçen ma-
izafe edildiği devrin tarihi hakkında umûmî bilgilere sahip bulunmak lâ kale, elinizdeki kitabta, s. 351-409'dadır.]).
zım geldiği gibi, ayrıca, bu devre ait olup tetkik edilecek vesika ile
aynı nev'iden olan vesikaların mâhiyet ve şekli, keza ilgili vesikanın
taallûk ettiği müessese veya müesseseler hakkında da etraflı malûmata Memlûk Vakfiyeleri:
mâlik bulunmak icap eder.
13. Memlûk hükümdarları tarafından te'sis olunan vakıflara ait ol-
mak üzere hiç olmazsa iki vakfiye veya daha doğru bir ifâde üe, bu
J3 Exh. «C» işaretli vesikanın tenkidi metod bakımından tetkiki: vakfiyelerin itimada şâyân kopyaları hakkında malûmatımız vardır.
Bunlardan birincisi, Sultan Kaytbay'ın medrese ve türbesi hakkındaki
10. Sahih bir vakfiye olduğu iddia edilen ve Baybars'a isnat olunan hicrî 879 tarihli vakfiyedir. Bu vakfiyenin metni 1938 yılında Prof. L.
hicrî 668 tarihli ve Exh. «£& işaretini taşıyan vesikaya gelince, umu A. Mayer tarafından neşredilmiştir. Her ne kadar bu vakfiyenin metni
miyetle Memlûk devri ve bilhassa Baybars zamam hakkında muhtelif XV. asra ait ise de, daha evvelki Memlûk vakfiyelerinin mâhiyet ve
mâhiyette zengin tarihî kaynaklara mâlik bulunduğumuz için (bu hu tertip tarzı hakkında da bir fikir verebilir, ikincisi, bizzat Baybars
susta Türkçe neşredilen İslâm Ansiklopedisinde çıkan Baybars I. baş tarafından te'sis edilen bir vakfa ait olan, hicrî 667 tarihli bir vakfiyedir.
lıklı makalemize bkz. 15. cüz, s. 357 vd.), bu vesikayı, diplomatik ilmi, Bu sonuncusunun XVI. asırda yapılmış bir kopyası, İstanbul'da Top-kapı
keza şer'î vesikaların şekilleri bakımından bir tetkike tâbi tutabiliriz. Sarayı Müzesi'nde muhafaza edilen tarihî vesikalar arasında Sinan Paşa
Kolleksiyonu'nda 185 numaralı manüskride mevcuttur. Mem-lûkler
devrinde, mûtad olarak tkitâbü'l-vafcf* ismi altında zikredilen bu gibi
Memlûk vakfiyeleri hakkında kâfi derecede ilmî tetkikler vakfiye orijinalleri ve kopyalarının hemen umumiyetle mahv ve zayi
yapılmamış olmakla beraber, Memlûk devrine ait olmasına mukabil, bu vakfiyelerin hülâsalarından ibaret olan bir çok
elimizde kıymetli ve sağlam malzeme bulunmaktadır. kitabeler, ait oldukları binalar üzerinde hâlâ durmaktadırlar ki, bunların
11. Memlûk vakfiyeleri hakkında kâfî derecede tetkik yapılmış büyük bir kısmı îslâm epigrafisi üe meşgul âlimler tarafından
olmamakla beraber, Memlûk devri tâhancellerie>smm metodları usûl ve neşredilmiştir (Max Van Berchem ve muakkipleri tarafından neşredilen
teşkilâtı hakkındaki »engin menbâlardan çıkarılabilecek malûmatı da Corpıi& înscription%m Arabicarum külliyatına bakınız). Bundan başka,
ilâve etmek ve Memlûk devrindeki vakıfların te'sisi hususunda elinıiz- gene vakıflara ait olarak Memlûk Sultanları tarafından &-dâr edilmiş
bir takım emirnamelerin kitabe halinde taşlara kazıldığını
414/fslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/416

biliyoruz ki, vakıf tarihi bakımından bunların ehemmiyeti de izahtan şekilde tasvir ve tâyin edilir. Vakfa tahsis edilen gelirler de açık bir
müstağnidir (Bakıma:: J. Sauvaget, Les decrets memlouks de Syrie, şekilde tâyin edilir; vakfa ayrılan hisseler, hattâ işletilme şekilleri
Bülîetin d'etude orientales, 2). (meselâ kimlere ve nekadar müddetle icar edilecekleri ve kimlere icar
14. îşte Memlûkler devrine ait vakfiyelerin çok nâdir olmasına mu edilmiyecekleri) bildirilir. Bütün bu ve şâir hususlardaki teferruat, tam
kabil «bu gibi vakıf kitabelerinin çokluğu sayesinde, XIII. - XV. asırlara ve açık bir şekilde zikredilir. Vakfın idare ve mürâkebe tarzı, bunda
ait Memlûk vakıf vesikalarının tertip ve tanzim şekilleri ve muhteva vazifedar kimselere verilecek tahsisat miktarları, bunların nasp ye azil
ları hakkında sarih malûmata sahip bulunuyoruz. Meselâ Subhu'h'Aşâ'- şartları da tesbit edilir. Eğer bu vakıf bir âüe vakfı ise, bundan kimlerin
da (c. 14, s. 365) mevcut bir kayıt, bir mescit vakfiyesi mukaddimesinin ve ne şekillerde ve ne gibi şartlar dâiresinde istifâde edebilecekleri
nasıl tanzim edileceğini göstermektedir. Vakıf, kitabelerinin —fevkalâde söylenmiştir. Hülâsa, her türlü ihtimâller göz önünde bulundurulmak
nâdir bâzı istisnalardan sarf-ı nazar—tarihî bakımdan tamâmiyle iti suretiyle her husus inceden inceye tâyin olunur.
mâda lâyık birer vesika olduğu göz önüne alınırsa, bunlara dayanıla
rak yapılacak bîr mukayesenin bizi kat'î neticelere götürebileceği ken
Exh. «C» nin, orijinal Memlûk vakfiyeleri ve bu devirdeki
diliğinden anlaşılır.
vakfiyelerin şekil ve terkibi hakkında mevcut malûmatla
mukayesesi, Exh. «C» hin hiç de lehinde değildir*
Vakfiyelerin Şekli ve Muhtevası: 18. Hicrî 668 tarihini taşıyan ve Baybars'a isnat olunan Exh. «C»
işaretli vesikanın, ilgili malzeme ile mukayesesi ve bu vesikanın sözü
15. Umumiyetle vakfiyeler ve bilhassa Memlûkler devrine ait vak-
geçen dahilî ve haricî tenkit metodu ve prensiplerine göre tetkiki, bu
fiyeler, hattâ uzun veya kısa birer vakfiye hülâsası mâhiyetinde olan
vesikayı orijinal bir vakfiye veya orijinal bir vakfiyeden yapılmış bir
vakıf kitabeleri veya başka bir tâbirle kısaltılmış vakfiyeler bile, şu, üç
kopya yahut da selâhiyetli makamın sicillerinde mevcut orijinal bir
sarîh esasi kısmı ihtiva ederler: 1) Vakf edilen arazî veya gayri-
kaydın sureti saymağa imjcân olmadığı kanaatini bize vermekte ge-
menkûllerin tesbit ve tahdidi, 2) Vakfedilen gelirler ve tahsisat hak-
cikmiyecektir. Hattâ bu vesikanın, 13 numaralı bahiste sözü geçen Kayt-
kındaki kısım, 3) Vakfın idare ve murakabe tarzı ile alâkadarlara ve-
bay ve Baybars vakfiyeleri ile sathî bir mukayesesi bile, bu hakikati
rilecek tahsisatın ve masrafların tâyini hakkındaki kısım.
ortaya çıkarmağa kâfidir. Eğer bu, hakikaten Baybars tarafından tan
16. Küçük 'birer hülâsadan ibaret olan ve ekseriyetle vakf m te'sis zim ettirilmiş bir vakfiye olsa idi, Memlûkler devrine ait bu gibi vesi
ve tescilinden bir kaç sene sonra tertip edilen vakıf kitabelerinde, baş- kalarla aynı vasıfları hâiz olması icap ederdi. Memluk devri dîvan
langıçlar çok ihtisar edildiği gibi bir çok teferruat meseleleri rde «kita- «Chancelleri» ve mahkemelerinin, Fâtimîler ve Eyyûbîler devirlerin
bü'l'vakf» yâni orijinal vakfiyede tafsil edildiği beyân olunarak terko- den intikal eden sağlam an'anelere dayanan çok mükemmel bir usûl
lunur; ve bâzan, vakfı bozacaklar aleyhinde Allah'ın lanetini davet eden kullandıkları ve bu devre ait her türlü resmî vesikaların muayyen şe
bir cümle ile nihâyetlendirilir. kü ve kaidelere göre tertip edildiği düşünülürse, 'bu cihet daha iyi an
laşılır.
17. Hâlbuki asıl vakfiyelerde, bilhassa bunlar hükümdarlar veya 19. Bir vakfiye olduğu iddia edilen ve Baybars'a isnat olunan Exh.
büyük emirler tarafından te'sis edilen vakıflara ait bulunduğu takdirde, «C» işaretli vesika, yukarıda 15, 17 numaralı bahislerde zikredilen bü
kaideye göre, uzun, işlemeli ve süslü bir mukaddime bulunur; vakıf tün vasıfları ve bahusus bunların en mühimlerini, muhakkak ki hâiz de-
sahibinin bütün resmî unvanları hususî bir itina ile tespit edilir ve m ğüdir. Her ne kadar kısalığı doîayısiyle bu vesika bir vakıf kitabesini
küçük teferruata bile büyük bir ehemmiyet verilir. Vakıf sahibinin din- hatırlatıyorsa da, şeklindeki sakatlık yüzünden ve Kitâbü'l-vakf a yani
darlığı, hayrat ve hasenata edan meyil ve rağbeti uzun uzun metholu- vakfiyenin kendisine atıfta bulunmaması itibariyle, ana, ciddî olarak,
nur. Vakfın mâhiyeti hakkında çok etraflı izahat verilir. Ona tahsis kısaltılmış trir vakfiye veya onun bir kopyası nazariyle de bakılamaz.
edilen arazî ve gayrımenkûllerin mâhiyetleri ve hudutları sarîh Mr Bütün bunlar Memlûkler devri kalem an'anelerine yabancı olan bu ve-
416/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Mûessesesi/417

sikanın itimada şâyân olmadığını göstermeğe kâfidir. 8u bakımdan daha 22. Memlûkler devrine ait zengin kroniklerde ve biyografik eser-
bu gibi hatâlar üzerinde durmak zait olur. Hey'eM umûmiyesi bakı- lerde XTTT, asra ait birçok ileri gelen şahısların, bu arada birçok âlim
mından ve diplomatik ilminin haricî tenkide ait metoduna göre yapılan ve şâirlerin, fakîhlerin, kadıların tercüme-i halleri zaptedilmiş olduğu
tetkiklere nazaran, Exh. «C» nin «Aııthentique» bir Memlûk vesikası cihetle, Baybars devrinde Kudüs kadılığı gibi mühim bir mevkide bu-
olmaktan çok uzak bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır. Haricî tenkit ne- lunmuş bir zâtm ismine biyografi kitaplarında tesadüf edilmesi pek tabiî
ticesinde vardığımız bu sarîh ve kat'î hükme rağmen meseleyi daha iyi olurdu. Bundan dolayı Cemâlü'd-dîn b. Rabi' adına ne Baybars devrinden
aydınlatabilmek için, bu vesikanın dahilî tenkidini de yapmak, tarihî ve bahseden kroniklerde, ne de bu devre ait en zengin ve en mükemmel bir
hukukî bakımlardan faydasız sayılamaz. biyografi lügati olan Ebû'l-Mehâsin'in çMenhu's-Sâfi'vm-de tesadüf
edemeyişimiz, çok gariptir. îhtivâ ettiği 2798 biyografi arasında
Cemâlü'd-dîn isim veya unvanını taşıyan 200 kadar tarihî şahsiyetten
Dâhili tenkit, sahtekârın affolunamaz hatâlarını meydana bahseden bu eserde, Cemâlü'd-dîn b. Rabi' isminde hiçbir kimse
çıkarıyor: bulunmuyor; sâdece hicrî 620—694 yılları arasında yaşamış Cemâlü'd-dîn
Muhammed b. Muhammed Nâbulûsî isimli bir adamın Nâbulus ve Ku-
20. Mücirü'd-dîıı'e göre Cemâlü'd-dîn b. Rabi'nin Baybars'ın çağ düs kadılıklarında da bulunmuş olduğunu görüyoruz ki (M. Gaston,
daşı olmadığı, her bakımdan meydandadır. Filhakika Cemâlü'd-dîn b. Wiet, Les biographies du Manh al safi, Le Caire 1932, N. 2355), bunun
Rabi' Kitâbû't-Ünsi'l-Celîl adlı kitabını hicrî 900 tarihinde yâni Cemâ- Exh. «C» işaretli vesikada adı zikredilen şahısla bir alâkası olmıyacagı
lti'd-dîn*în ölümünden yalnız sekiz sene sonra tamamlıyan Müeîrü'd-dîn' meydandadır. Şâir kroniklerde (Makrizî, Ebû'l-Mehâsin, ve diğerleri)
in muasırı bulunmuştur. Baybars'a ait olduğu iddia edilen Exh. «C» olduğu gibi, Sübkî'nin şafiî mezhebindeki üeri gelen şahısların biyografi-
işaretli vesikada ismi geçen Kudüs kadısı Cemâlü'd-din b. Rabi'in tari- lerini ihtiva eden Tabakat adlı meşhur eserinde de Cemâlü'd-dîn b.
Bî bir şahsiyet olup olmadığım tesbit meselesi, bu vesikanın dâhilinde Rabi' diye bir isme tesadüf edemedik.
en mühim noktayı teşkil eder. SÇ? 23. Mücîrü'd-dîn'in <tEl-Ûnsi'l-Celîh adlı Arapça eseri, Salâhü'd-dîn
21. Cemâlü'd-dîn adında bir zâtın hicrî 668 yılında Kudüs'te kadı Eyyubî devrinden kendi zamanına (hicrî 900 yılına) kadar Kudüs ka-
olduğu tarihen tahakkuk etse bile, bu vesikama hey'et-i umûmiyesi hak dılığında bulunan bütün şahıslardan bahseder. Mücîrü'd-dîn, bu malû-
kında yukarıda arzedilen tenkitler karşısında, buna bir ehemmiyet at matı toplarken vakfiyelerden ve şer'î mahkemelerin resmî sicil ve
fedilemez. Bu keyfiyet, sâdeee, bu vesikayı sonradan uyduran kimsenin müstenedâtından faydalanmış olduğunu eserinde tasrih eyler. Kendisine
her nasılsa buna muttali olduğunu veya Filistin Hükümetinin eski eser- göre hicrî 666 yılında ve onu takip eden senelerde Alâü'd-dîn Ebû'l-Ha-
fer departımanı tarafından çıkarılan Çuartely Dergisinde (c. 11. s. 27 san Alî b. el-Kâdi Sedîdü'd-dîn, 670 yılında da Seyfü'd-dîn b. Muhammed
td.) Prof. L. A. Mayer tarafından neşredilen Nebi Musa makamı kita b. Abdullah Kudüs kadılığında bulunmuşlardır (s. 465) ki, buna göre,
besinden muhtelif hususları nasıl kopya etmişse, bu ismi de, o zamana eğer Exh. «C» işaretli vesikada iddia olunduğu gibi hicrî 668 yılında
ait mevcut herhangi bir vesikadan mihaniki bir surette aldığını göster Kudüs kadısı huzurunda Baybars tarafından bir vakfiye tanzim ettirilmiş
mekten başka bir işe yarıyamaz. Lâkin, vesika muharririnin İbn Rabii olsa îdi, bü vakfiyenin Alâü'd-dîn tarafından tasdik olunması icâp ederdi.
Baybars'ın çağdaşı olarak karşımıza çıkarması, tarihî olaylar hakkın Mücîrü'd-dîn hicrî 892 yılının en mühim hâdiselerini anlatırken,
daki tam cehaletini bütün çıplaklığıyle gösterir. Kurnaz olsa idi, meş'- Cemâlü'd-dîn b. Rabi ismiyle de yâd ettiği Cemâlü'd-dîn Yusuf b.
um eserinin icrasına başlamadan önce, hörhâlde tarihî olaylar hakkın Rabi'nin aynı senenin 13 Cemaziyül-ulâ'sında öldüğünü kaydediyor.
da gereken bilgiyi edinmeyi ihmâl etmezdi. Bu affolunmaz hatâ, vesika Mücîrü'd-dîn tlkendi zamanını anlattığına ve kendi mesleğine mensup ve
muharririnin, hâdisemizde olduğu üzere; Memlûk devrinin bir kadısına kendi selefi bulunan bir şahıstan bahsettiğine nazaran, kendisine
unvanı ile hitap etmek gibi büyük bir gaflet gösterdiği bir hâdisede, in inanmamız gerektir. Bu sahte vesikayı uyduran kimsenin bu hususta da
şam hayrete düşürmemelidir. Bu çok esaslı noktayı, vesikanın dahilî maharet gösteremediği meydandadır.
tenkidinde ihmâl etmemeği f aydalı gördük.
418/ıslâıh ve Türk Hukuk Tarihi Vakıf Müessesesi/410

Baybars'ın Nebi Musa vakfını te'sis etmediğini fiyesinin mevcut olmadığına dair yukarıda zikredilen Encümen Kararım
gösteren halleri teyid eder.
27. Hicrî 970 ve 1005 tarihli kuyudât-ı hâkaniyede Nebi Musa vakfı
24. Exh. ' «C»nin orijinal* bir vakfiye olmadığını ve herhalde bu hakkında rastlanan tafsilâtta, ne bir vakfiyenin mevcudiyetinden, ne bu
vesikanın Baybars zamanında tanzim edilmiş olması mümkün bulunma- vakfiyeye ait tafsilâttan, ne böyle bir vakfiyenin tanzim tarihinden, ne
dığım gösterdik. Şimdi Baybars'ın Nebi Musa vakfını te'sis etmediğine de böyle bir vakfiyenin tescil tarihinden, bahsedilmiştir.
delâlet eden bazı tarihî hallere dikkati çekmek istiyoruz. Tarihi kay-
naklarda, Baybars tarafından te'sis edilen vakıflara dâir tafsilâta rast- Kuyudât-ı hâkaniyenin ya aslî ve muteber vesikalara, ya Osmanlılar
geliyoruz; fakat kendisi tarafından Nebi Musa makamı ve mevsim zi- devrine tekaddüm eden resmî sicillere, yahut da mahkeme kararlarına
yaretçileri lehine bir vakıf te'sis edildiğine dâir hiç bir kayıt yoktur. ve bir de «senetsiz mahaller hakkında nizamına tevfikan icra kılman
RUâbü'l-Ûnsi'l'CelîVde Baybars'ın 662 yılında Kudüs'ün şimâl-i garbi- tahkîkat-ı mahalliyeyi mutazammın ve Der-saâdet'çe encümen-i
sinde Hanu'z-Zahîr lehine bir vakıf te^sis ettiği yazılıdır, (s. 239). Hal- nezâretin ve vilâyetçe meclis-i idarenin tetkik ve tasdîkîni hâvi evrâk-ı
buki aynı eserde Nebi Musa makamına ait olarak tesadüf ettiğimiz müsbiteye» müstenit olduğu malûmumuzdur (Karakoç Serkis'in <ıTah-
muhtelif malûmat arasında, Baybars'ın hicrî 668 yılında Musa Peygamber şiyeli Kavânîm adlı eserine bak. c. 1, s. 482-483; Emvâl-i gayrimenkû-
makamı üzerine bir kubbe inşâ ettirdiği de kaydedildiği halde (bu hâdise lenin tasarrufu hakkındaki 1329 tarihli kanun-ı muvakkatin 3. maddesi-
Prof. L. A. Mayer tarafından neşredilen Nebi Musa makamı kitabesinde nin esbâb-ı mûcibesi. Aynı zamanda* Ali Haydar'ın $§erh-i Cedîd lî Ka-
te'yîd edilmektedir, yukarıda 21 numaralı bahse bak), Baybars'ın Nebi nuni'l-Arâzv» adlı eserinin tab-ı cedidinin 60 ve sonraki sayfalarına bak.).
Musa lehine bir vakıf te'sis ettiği tamâmiyle meskût geçiliyor. Bu Vaziyet bu merkezde olunca Nebi Musa vakfının kuyudât-ı hâkani-
derecede mühim bir hâdise hakkında —eğer hakikaten böyle bir hâdise yeye şehâdet yolu ile geçtiği muhakkaktır; zira o zaman bir vakfiye veya
olmuşsa— sükût edilmesi, dikkate lâyıktır. bir vakfiye kaydı mevcut değildi ve ibraz olunamamıştı. Bu gibi bir
vakfiye o zaman mevcut olmayınca, bugün mevcut olabilmesi ihtimali
25. Elde mevcut tarihî kaynaklarda, diğer bazı Peygamberlerin tür- varit olamaz. Bu keyfiyet de, Exh. <sC» nin sahih bir vesika olarak ka-
belerinin inşâsına ve bunlara zengin vakıflar tahsis edildiğine dâir
bulüne mânidir.
muhtelif kayıtlara tesadüf olunur ki, bunlardan meselâ Halilü'r-Rahmân
diye de tanınan İbrahim Peygamber Vakıfları hakkında oldukça geniş 28. Exh. «C» nin 17. satırında, Turmus'ayya köyünün tamâmının
malûmat vardır. Halbuki Nebi Musa vakfına veya onun te'sisine dâir Peygamber Musa vakfına ait olduğu zikredilmiştir. Halbuki kuyudât-ı
tafsiâta rastlamayışımız, dikkate şayandır. hâkaniyede Turmus'ayya köyünün şu şekilde taksim edilmiş olduğu
•görülmektedir. Halîlti'r-Rahman vakfı-3 kırat, Hazret-i Musa vakfı-8
kırat, Timar-13 kırat.
Ayım şey, Exh. «C» de zikredilen diğer köyler hakkında da söyle-
Osmanlı resmî kayıtlan da Nebi Musa vakfına ait bir nebilir. Bu köylerin tamâmının Nebi Musa vakfına ait olduğu bu ve-
vakfiyenin veya buna dair muteber bir kaydın sikada iddia edilmektedir. Hâlbuki kuyudât-ı hâkaniyede büsbütün
mevcut olmadığım gösteriyor. başka bir taksim tarzı ve başka tafsilât görülmektedir.
26. Osmanlı devrindeki resmî kayıtlar, Nebi Musa vakfına ait bir Mecellenin 1737. maddesine ve emvâl-i gayrimenkûlenin tasarrufu
vakfiyenin mevcut olmadığı gibi, vakfiyeye dair muteber bir kayıt da hakkında 30 Mart 1329 tarihli kanun-ı muvakkatin 3. maddesine ve şâir
bulunmadığını açıkça gösteriyor. Encümen-i mahsûsun 1327 tarihli ka- emirname ve talimata göre, kuyudat ve senedât-ı hâkaniye mâmülün-
rarında, Nebi Musa vakfına ait bir vakfiyenin veya böyle bir vakfiyeye bih ve muteber olup bunlarla bilâbeyyine hüküm ve amel olunur. Her-
ait bir kaydın mevcut olmadığına karar verdiğini biliyoruz Nebi Musa hangi bir şekilde bu resmî kayıtlara muhalif olan bir muhtevayı hâiz
vakfına ait kuyudatı hâkaniyede mevcut tafsilâtın tahlili ve bunun Exh. bulunan vesikalar, nazar-ı itibara alınamaz. Keyfiyet bu merkezde
«G> işaretli vesikanın muhtevâsiyle mukayesesi, Nebi Musa vak- olunca, Exh. «C» hukukî bakımdan da bir hüküm ifâde etmez. Bahusus
420/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi

Ü, Exh. «CXwıin tarihî (hicrî 668) kuyudât-ı hâlmniyeftin tarihinden


A Additions aux dictionnaires arabes
mukaddemdir (hicrî 970 ve 1005). (Exh. «C» deki tafsilât, Ankara'da (E. Fagnan), 160.
Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından muhafaza edilen kuyud-ı hâka- A. Bouch6-Leclercq, 230 Adrianow, 72.
niye bilhassa Defter-i Mufassal-i Livâ-i Kuds-t Şerîf, N. 178 ve Defter-i A civil and Military Review in Fars Afif, 305.
Evkaf-ı Livâ-i Kuds-i Şerîf, N. 539 ve Defter-i Evkaf-ı Livâ-i Şam-ı Şertt, in 881/1478, BSOS (trc. Mi- Agha M. Husayn, 17, 141, 226.
norsky), 8. 243. A History of the Aghnides, N., 279.
N. 581 ile karşılaştırınız.) Qaraunah Turks Ahbârü'd-Devleti's-Selçukiye, 74, 75, 239.
in tndia (î. Prasad), 17, no, Ahkâmü'l-Evkaf (Ömer Hilmi Efendi), 312.
141, 227, 297. A Honfoglalo, Ahkâmü'I-Vakf (el-Hassâf), 311, 353,, 405.
Exh. «D» işaretli vesika hakkında umûmî mülâhazalar. magyarsag Kialku- Ahkâmü'I-Vukûf (AH Haydar Efen-' di),
lasa (Prof. Nemeth), 91, 232. A Kettös 312.
29. Sultan Ahmed İÜ. devrine ait olduğu iddia edilen bu vesikaya İNDEKS
gelince, çok kaba ve çok acemice bir taklit olduğu ilk bakışta göze çar- Kıralysag a nomadoknai
pan bu vesika hakkında fazla bir şey söylemeyi zait görüyoruz. Bununla (Göçebelerde ikiz Hükümdarlık), 11, 90. Ahkâmü's-Sultaniye (Mâverdî), 108, 113,
'beraber, şunu kaydedelim- ki, eğer vesikada bu derece de ağır sakat- A. Shoukry Bidair, 408 A. Cotta, 406. A. 114, 255, 279, 300, 375, 376.
Ahmed Behmenyâr (naşir), 1511
lıklar bulunmasaydı bile, hicrî 1119 yuma ait sicilde, aym tarihi taşıyan Sekaly, 406. A. Y. Massouda, 406. Abbas
Ahmed b. Hanbel, 113,
ve aym muhtevayı haiz .bulunan bir berâta ait bir riTus-ı hümâyûnun İkbâl (naşir), 94, 283, 305,
Ahmed Tevhid, 25, 69, 132, 226.
bulunmaması, bu vesikayı sahte saymak için başlı basma kâfidir. 386. Abbasül-Azzavî, 286, Ahmed Timur Paşa, 208, 214.
346. Ahmed Vefik Paşa, 247.
Abdal mad. (İslâm Ansiklopedisi), Ahmed Yesevî (Hoca)» 120, 286.
145. Abd al-Bâyi Nahâvandî, 175. Ahmed Zeki Paşa, 58.
Netice Abdullah-oğlu Hasan (müellif), 251. AhsenüVTevârih (Hasan Big Rum. lu),
Abdurrahman Vefik (müellif), S47. 100, 110, 155, 169, 234, 246, 250-252,
Bütün bu izahata nazaran her iki vesikanın da tamamen uydurma Abdulqadiri Bağdadensis Iexicon 326.
olduğundan asla şüphe edilemez. Şahnâmlanum (nşr. Salemann), Ahvâl ve Eş'ar-i Rudekî-i Semer-kandî
Ankara 1945 167. Abdü'l-Kaadir Bağdadi, 187. CSaid Nefisi), 137, 281.
Abhandlungen zur arab phlilol. t!. Akkoyunlular mad. (İslâm Ansiklopedisi),
Goldzdher), 114, 324. 133.
Acâibü'l-Makdûr, 32. £vv Aksarayi, 148.
oOo al-Durr al-muntahab fi târih mam-lakat
Halap (İbn Şihna), 126.
al-Fahrİ, 300.
422/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/423

al-Hasan b. Ustaz Hormuz, 105 Bay-Bars Tarihi tercümesi, 175.


Anfaenge und Charakter des juris-tischen Avenne, Prisse d', 54. Avfi, 96, 112, 159,
al-Sa'âlibî, 163. Denkens im islam, Di (G. Baybars, 409.
177, 221, 222, 241, 282, 284.
al-Sayyid Addî Şîr, 178. Bergstraesser), 279. Bayrak mad. (İslâm Ansiklopedisi;
Avrupa kronikçileri, 9. Azerbaycan Yurd
al-Shâfi'i's Verhandeling över de Wortelen F. Köprülü), 57, 69, 127, 132, 412'. Baz,
Annales d'Histoire economique et sociale, Bilgisi, 248. Ay mad. (İslâm Ansiklopedisi),
von der Fikh (t. J. Graf), 279, Jean, 279, 408. Becker, C.H., 17, 26, 37-39, .
9. 183. Ayıter, Ferid, 258.
al-Urâza fi al-Hikâyat al-Selçukiye, 268. 41-44, 142,
Annuaîre du monde musulman, 272.
Alâeddin Ali Dede (Sigetvarlı, XVI. asır 257, 258, 278, 363, 365. Bedâ'î üz-Zuhûr
Anohin, 72.
Osmanlı müellifi), 333. A propos des Comans, Journal Asi-atique B (İbn Iyâs), 241. Beg mad. (Encyclopedie de
Alâeddin Halacî mad. (İslâm An- (P. Pelliot), 249. I'Islam? |g W. Barthold), 89, 90. Begovitch,
siklopedisi), 227. B. Adda ve E. D. Ghalioungui (mü- Mehmed, 279. Behâr-ı Acem, 65, 160, 236,
Arabische inchriften aus Armenien und tercimler), 405. Baalbek, Ergebnisse der
Alcuni temi semantici, RSO (G. Melomi). 240, 327. Behrâmî, 13, 132, 134. Beitraege
Diyarbekr (V. Berchem), 95. Ausgra-bungen u. Untersuchungen (So-
Âlem-ârâ-yı Abbasî (İskender Mün-şp, zur Geschicte der Sta-atskanzlei im
Arat, Rahmeti, 13. bernheim), 380. Babalık gazetesi, 59. islamischen Ae-gypten (W. Björkman), 231,
234, 246. Arazi kanunnâmesi şerhleri, 407. Babur, 32. 305. Bektaşiye mad. (İslâm Ansiklopedisi; F.
Alföldi, Prof. A., lx, 14, 82, 84, 90, Archaelogia Hungarica, 81, 126. Baburnâme, 116, 233. Köprülü), 165. Belazurî, 112, 215, 263. Belin,
ısa Archivum Europan centro-Orienta-lis, 33. Babinger, F., 56. Badâoni, 234, 275, 356, 358, 406, 407. Belleten (Tarihi
Afi (müverrih), 160, 208. 'Arîb (vak'anüvis), 289. 97. Kurumu Mecmuası), 26, 74, 110, 119, 120,
M (naşir), 111, 321. Arin, Felix (mütercim), 278. Bahâdır mad. (İslâm Ansiklopedisi, F. 176. Berberistan'daki Ribâtlar hakkında
Âlî mad. (İslâm Ansiklopedisi), 160, Aristo, 23. Köprülü), 179. Bahâdur mad. (Encyclopedie not (G. Marçais), 332. Berchem, Van, 36,
Ali Aban (naşir), 109, 139, 282, 304. Armağan, 285. de I'- 53, 54, 58, 62, 63, 67, 91, 95, 108, 120, 242,
Ali Bey (miralay), 214. Arsebük, Prof. Esad, 402, 405. Islam; CI. Huart), 177. Bahaü'd-Din 314, 316, 321, 325, 347, 349, 360, 381,
Ali Ekber Hıtayi, 60. Arslan mad. (İslâm Ansiklopedisi), 69, Muhammed Bağdadî, 407, 413. Berchem ve Halil Edhem, 328.
Ali Emirî (naşir), 124. 183, 201, 214. 109, 111, 140, 151, 348, 378. Berezin, 30, 90, 250, 251, 281. Berg, Van
Ali Haydar Efendi, 314, 353, 405, 410. Artuk Oğulları mad. (İslâm Ansiklopedisi), Balaban mad. (İslâm Ansiklopedisi;
den (Hollandalı), 257
Ali Rıza, 163. 153. F. Köprülü), 227. Balasagun mad. 261, 405. Bergstraesser, G., 258,
Ali Şîr Nevâî, 167, 234, 242, 250. Aruz mad. (İslâm Ansiklopedisi), 163. (Encyclopedie de
278, 279. Berki, Ali Himmet, 353, 405.
Alp mad. (İslâm Ansiklopedisi), 'Arz-nâme (Celâl Devvâni, Trk. trc. I'Islam; W. Barthold), 93. Bang, W.,
Bernhauer, 36. Bernier, 118. Berr,
343. Altayskie innorodsti (Altay MTM), 161, 243, 90, 91, 101,. 114, 232. Baranı, 286, 296
Henrt, 47. Beveridge, H., 90.
gayrı Asâ mad. (İslâm Ansiklopedisi), 57. Barbaro, 175. Barhebreaus (bk. EbüT-
Beyhâkî, 23, 27, 111, 120, 138, 139,
Asad mad. (Encyclopedie de l'Is-lam; Ferec), 76, 189, 222, 282, 294, 300, 301, 340.
Ruslar), 72. Altm-Ordu Edebî Dili,
HeU), 115. 115. Barkan, Ömer Lûtfi, 170, 397,
Türk Dili Beyhâkî Tarihi, 241.
Asaf A. A. Feyzee, 279. 405. Basile Radu, 119. Barthold, W., 14,
(Samoilovic), -281. Amard, E., 408. Bezm ü rezm, 32
Âsim (mütercim), 166. 27, 33, 45, 46, 84,
Amari, M., 273, 280. Amedroz, H. F. Bianchi, 160.
Asin, Jaime Oliver, 332, 337. 89, 90, 93, 94, 96, 105, 115, 125,
(naşir), 74, 159, 239, Birinci Mengili Giray Han Yarlığı, TM
Âşık Çelebi, 329. 137, 138, 159, 165, 167, 221, 234,
266. Amida (v. Berchem), 53, 62, 67, (Abdullah-oğlu Hasan),251 'Binbir Gece
'Âşık Paşa-zâde (müverrih), 171, 249, 333, 338, 341. Basset, H., 332.
95, 172, 206, 280, 394, 396. Âşık Paşa- Bay mad. (İslâm Ansiklopedisi), hikâyeleri, 280. Bischoff, 347.
120. Amîr Soleymânî, 276. Anadolu zâde Tarihi, 110, 321, 322. At-Tabarî, 233. Bayan! (naşir), 175. Baybars'a
Beylikleri (1. H. Uzunçar- Ikhtilâf al foqahâ (nşr. tsnâd Edilen Bir Vakfiye
şıh), 202. Anadolu Selçuklu Devleti Schacht), 278. Atâ Bey (Tayyar-zâde), (F. Köprülü), 409.
Tarihi 167, 244,
(trc. N. Gençosman), 286. Ancİens 245, 247. Atabeg mad. (Encyclopedie
documents de droit rouma- de I'Is-
in (Iorga), 274. Iam), 159.
Atıf Bey, 407.
424/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi îndeks/425

Bisoukides, P. 4, 18, 277. Bulletin de l'Institut archeIogique Cavaignac, M.E., 108. Considerazioni sul rapporti tra di-
Bizans Müesseselerinin Osmanlı bulgare, 9. Bulletin d'Ğtudes Celâl Devvânî, 161, 243. ritto romano e diritto musulma-
Müesseselerine Tesiri Hakkında Bâzı Orientales, 319. Bulletin du Comite Çemâl-i Karşî, 165. no (Nallino), 258. Constitution sociale
Mülâhazalar (F. Köprülü), 5, 10, 55, International Cemâlü'd-Dîn Abdürrezzak, 128. et politique de
234, 247, 261, 273, 302, 303, 307, des sciences historiques, 34. Bulletin Cemâlü'd-Din Isfahan! (şâir), 285. 1'Armenie sous les rois de la
366. of the International com- Cemâlü'cVDîn Selmân (hoca), 65. dynastie roupenienne (V. Lan- .
Björkman, Walter, 231, 305. mittee of Historical Sciences, glOis), 299. Contribution â l'etude du
Cemil, 214.
Blagoev, N. P. (naşir), 83, 273. 9, 14. Burhân-ı Kâtı', 163, 236, 322. blason en
Cengiz Yasası, 32, 40, 73.
Bloch, Marc, 47, 78. Burhân-ı Kâtı' tercümesi, 166, 167. Burnes, Cevad Paşa, 206, 247. Orient (Y. Artın), 55, 69, 119.
Blochet, E. (naşir), 32, 34, 153, 231, 349. Burslan, Kıvameddin (mütercim), CevâmTÜl-Hikâyât (Avfî), 221, 282. Contribution â l'âtude du Wakf en
238, 247. Bobcev, S.S., 271. Bogişiç 223. Busbec, Baron de, Ceza Kanunu (Türkiye'de 1858'de), droit egyptien (A. Y. Massott-
en Bulgarie, Rev. des Etu- 118. Bussi, Emîho, 257, CIA, 228. da), 406. Contribution â l'histoire des
des Balkaniques (A. Soloviev), 366. Bustân, 326. Cihangûşâ-yı Cüveynî, 75, 241, 294. pre-
271. Boisannada, P., 217. Book of the Büzürgmihr (Iran filozofu), 121. Byzance Cihannümâ, 60. mieres cristallisation d'Etat des
Knowledge - Hakluyt (Ch. Diehl), 306. Byzantion, 86, 237, 273. Cinq Conferances sur le Sud-Est de Roumains (L. Râsonyi), 33.
Society - (XIV. asırda yaşayan Byzan. Zeitschr. (Goldziher), 258. Contributions aux etudes altaiques
l'Europe (N. Iorga), 33.
İspanyol Francisoain seyyahın (W. Kotwicz), 89, 236. Corcî Zeydan,
Chardin (seyyah), 118, 127, 134, 203, 252, 20, 114, 117, 145, 231,
eseri), 110, 214. Bondârî, 42, 74, 270.
C 304.
75, 121, 139, 140,. Çharmoy, M., 100. Corpus inscp. arabicarum (Van Berchem),
223, 230, 293, 301, 305. Cabarti (Cebertî), 242. Chavannes, Ed., 82, 91, 93, 115, 119, 144, 325, 328, 347, 349, 413),
Bonnard, P„ 351. Bopp t müellif), Caferoğftı, Ahmed,. 13, 248. 173, 174, 249, 306. Corpus juris. (İslam fıkhının en eski
133. Boucher (naşir), 142. Boulos, Cahân guşây (bk. Cihanguşâ-yı Cüveynî), Char Maqala, GMS, (Nizâmî-i Arû-ZÎ), mahsûlü; nşr. Griffini), 278.
M.F., 279. Bousquet, G.H., 278. 151.
106, 109, 223, 282, 283, 304, 340. Cours complementaire de göograp-hie,
Bouvat, L., 132. Bratianu, G.J., Câhiz, 261, 264, 324.
Chapot, V., 100. l'histoire et legislation des etats
170. Brokgauz-Efron (naşir), 156. Califano, Gius, 406. musulmans (Dugat), 257.
Charignon, A.J.H., 77.
Breton, M. (mütercim), 135, Calmette, M. J„ 47. Courteille, Pavet de, 248.
Ohaoui, J., 408.
Briggs, J., 155. Cânı-ı Cem (Evhadî), 285. Coutume contemporaine et loi an-cienne,
Chaygan, M., 17.
Brockelmann, C, 89, 91, "93, 95, 231. Câm-ı Cem âyin (nşr. Ali Emirî), 124. Droit coutumier Osseti-en eclaire par
Cheneb, Muhammed Ben, 238.
Browne, E„ (naşir), 29, 96, 105, 110, Cami, 243. l'histoire compa-ree (Kowalewsky),
Chesneau, Jean, 244.
112, 159, 187, 224. Bruno, H. Ve Câmi'ül-Muhtasar (İbnü's-Sâî), 136. 150.
Chrestomathie Orientale CRavza-tü's-
Demombynes, G., 279. Bruns ve Sachau, Câmi'ü't-Tevârih (Reşidüddin), 69, 146, Coulanges, Fustel de, 37.
Sefâ'dan), 151.
259. Buckler, F.W., 307. Buhârâ mad. 192, 280, 315. Croix, Petis de la (müsteşrik), 129.
Chrestomathie persane, 120, 138, 221.
(İslâm Ansiklopedisi), Cuci Ulusunun Dahilî Teşkilâtına Dâir
Câmi'ü't-Tevârih tercümesi (Quat-remere), Christensen, A., 118, 162, 164, 181,
168, Buhârâ Seyahatnamesi 269. Monografi (Berezin), 90.
184, 216, 218, 263, 306.
(Burnes), Cantacasin, Th. s., 244. Cucinotta, E., 406.
Chronique des rois mongols en İran
349. Cardon, 408. Culturgeschichte d. Orients (Kre-merî, 257,
(Hafız Abrû), 77. Clavel, Eug., 355, 358,
Bulletin de l'Academie des Sciences Cartulaire de la chancellerie royale des Cüveynî, 75, 94, 109, 115, 116, 121, 140,
362, 405, 408. Clavijo (sefir), 132, 175, 151, 174, 249, 250, 284.
de Russie, 73. Bulletin de la Section Roupeniens (Langlois), 273, 299.
250. Cod. Theod., 216. Code georgien du
historique de Canisi, E., 257, 259, 273-275.
Roi Vakhtang
rAcadömie roumaine, 34. Castagne, Jv 150.
(J. Karst), 19, 34, 156, 274. Ç
Codînus, 237. Çağatay edebiyatı mad. (İslâm An-
Coq, A. von le, 90, 91, 182. Collectanea siklopedisi; F. Köprülü), 287.
Oriantalia, 78. ,'f/* ;>.\ Çagataische Sprachstudien (Vam-bery),
237.
426/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi' İndeks/427

Çamçak Mehmed Çelebi (şâir, XVI. asır), De contracto Do ut des jure Mo- Des parents et allies successibles Dictionnaire detaille des noms des
208. hammadona (Van den Berg), en droit Musulman (W. Mar- vâtements Chez les Arabes (R.
Ç'ang-C'u (seyahatnamesi var), 249. 257. De Toriğine de I'attelage çais), 359. Des Pioe Causae dans le Rozy), 307, Dictionnaire français -
Çawsh mad. (Encyclopedie de VIs-lam), moderne, persan (Said
droit de
247. 9. De la legislation fonciere ottomane,
Justinien (Melanges GerardinJ, Naficz), 100. Dictionnaire Mongol _ russe -
Çetr mad. (İslâm Ansiklopedisi), 143. (Podel et Steeg), 408, De la
365. Description de Boukhara français (Kowalevsky), 248. Diritto
Çığır mecmuası, 72. succession en droît ottoman
(Nerch- musulmano mad. (Encyc.
Çin annalleri, 12. (Tchaos), 408.
akhy: fere. Ch. Sohefer), 105, 221. Italiana), 277. Divân (nşr. Boucher),
Çin kaynaklan, 124. Dede Korkut hikâyeleri, 100, 121. Dede
Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbi Asya Description topographique et his- 142. Divân (Cemâlü'd-Din Isfahanı),
Korkut kitabı, 85, 123. Deer, Joseph, 15.
Halklarının Medeniyeti, TM Defrörnery-Sanguinetti (naşir ve torique de Boukhara (nşr. Ch. 285. Dîvân (Enverî), 236, 281. Dîvân
(Eberhard), 116. mütercim), 242. Schefer), 291. Description de l'Egypte, (Hakim Senâi), 284. Dîvân (Kemal
Isfahâni), 117, 236. Dîvân (Z. Faryâbî), 65.
Çyarfas Istvan, 130. Defter-i Evkaf-i Livâ-i Şam-ı Şerif, nr. 581 242. Description des hordes et des step-
Dîvân-ı Ferruhî-i Sistânl, 109, 116,
(Ankara Vakıflar Umum Müdürlüğü), pes des Kirghiz-Kazaks (A. de
420. 136, 282, 304. Dîvân-ı Lâmî-i Gürgânî
Levchine), 176. Description des
D Defter-i Mufassal-ı Livâ-i Kuds-i Şerif, nr. (nşr. Said
monuments musul-
178 (Ankara Vakıflar Umum Nefisi), 283. Dîvân-ı Minuçihrî (nşr.
Dan Fasl (târifat risalesi), 285. Damascus mans (M. Reinaud), 127
Müdürlüğü), 420. Kazimirs-
chronicle (Gibb), 159. Danses et legendes Desûkl, 160
Deguignes, 131. ki), 282,285. Dîvân-ı Mu'izzî (nşr.
de la chine an- Deux typica byzantins de l'epoque
Delehay, H., 369. Abbas İkbal),
tique (M. Granet), 63, 180. de Paleologues (M. Delehay),
Demembrements des Habous (L. MiHiot), 283, 305.. Dîvânü Lugati't-Türk, 23,
Danişmend-nâme, 123. Danişmendân-ı 369. Deuzİeme ötude sur le Habous ou
407. 61, 69, 146.
Azerbaycan, 167. Dareste, R„ 142, 258. Ouvkaf (E. Mercier), 408.
Demombynes, G. de, 17, 20, 37, 38, 55, 56, 177, 179, 189, 294. Document sur
Das { Formular der uigurischen 58, 96, 110, 136, 143, 154, 159, 167, Devise».57.
Schuldurkunden Zeitschrift für Devletşah, 105, 110, 120, 167. les Tou-kiie (E. Cha-
216, 218, 231, 241, 258, 263, 264,
vergleichende Rechtwissen- Devletşah Tezkeresi (nşr. Browne), vannes), 93, 119, 173, 306. D'Ohsson,
274, 275, 290, 299, 305, 314, 375.
schaft (H. Herrfahrdt), 13. Das 111, 224, 340. Die arabische Mouradja, 30, 31, 36, 46,
Deny, Prof. Jean, 37, 41, 44, 56, 160,
Geschenk aus der Seldschuken- Hiyal-literatur, Di 75, 76, 205, 210, 245, 247, 306,
167,214. Der Hofstaat eines Uiguren- (Schaht), 279. Die beiden 351, 358, 360, 375, 390, 399, 406.
geschichte (Süssheim), 28. Das Kitab Königs «Sasanidlschen» Drach- Dozon, Aug. (mütercim), 158. Dozy, 112,
al-hial des Abu Bakr al- (F. W. K. Müller), 90. Der islam, 26, enreliefes (H. Glück), 127. Die 114, 141, 159, 160, 166, 236, 242, 247,
Hassâf (Schacht), 279. Das islamische 258, 326; 343. Der Thron des Khosro (£. İnschriften des Schatzes von 280, 325, 328, 332.
Fremdenrecht (Hef- Herzfeld), Nagy-Szent Miklos, Bibi. Orient. Drinov, 83.
fening), 262. Hungarica (Nemeth), 101, 235. Die
130. 'ijğSm Derecho musulmano (J. Droit de l'Islam et le droit islamlque
leğende von Oghuz Qaghan
Das Problem der literarischen Persi- Lopez Or- (Archive d'histoire du droit ori-
(W. Bang-R. Rahmeti), 101. Die Post
sönlichkeit Zaid ibn 'Ali, Di tiz), 278. ental), 279. Droit ecclesiastique
und Reiseraten des Ori-
(Strothmann), 278. cartvelien Ar-
Derenbourg, H„ (nâsir), 118, 159, ents, 219. Die Renaissance des
Das südlîche Ufer des Kaspischen Meeres chives d'histoire du droit orien-
300. Islams (A.
öder die Nordprovinzen Persien's tal (J. Karst), 156. Droit musulman du
Derviş mad. (İslâm Ansiklopedisi), Mez), 19, 21, 112, 136, 231, 288, .
(Melgunof), 146. statut person-
145. Des lois sur la propriete 300, 304. Die Turken und das Osman
nel et des succession (Sautayre
Das Syrisch-Römiches Hechtsbuch (Bruns fonciere (E.
ve Sachau), 259. ve Cherbonnaud), 262. Drouin,
dans l'empire ottoman et par- Oberhummer), 302. Diehl, Ch., 306.
E., 8, 52, 54, 130, 181.
De bepaalde straffen in het Hanba-Hetische ticulierement en Egypte (Gat- Dictionnaire de Marine (Willau-
recht (Mensing), 279. teschi), 362, 408. mez), 205.
428/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/429

Du statut personnel et des sûccessi-ons Eck, Alexandre, 33, 274. En Marge des lettres des il-khans Ethe-Geiger (müeUîf>, 163. et-Tevessül
d'apres les difförents rites, EcIoque (VIII. asır Bizans hukukuna ait), de Perse (W. Kotwitcz), 82 en-Nihâye ile't-Teressül (Bahaü'd-
specialement d'apres le rite ha-nafite 273. ©în BağdâdD, 109, 140, 151, 345,
(Îbûül-Esîr), 324. en-Nücûmü'z-Zâhire, 175,
(£. Clavel), 408. Edîb Nişabûrî (naşir), 285. 378. Etnografiçeskij obzor...
241, 269. Enverî (şâir), 128, 161, 190, 233,
Dubeux, 134, 204. Eflâki, 148? 328. (Yakoviev),
236,
Duoati, B., 277, Eflâki Dede, 165.
281. Eranische Alterthumskunde (F. Spi- 73. Etüde sur la propriete territoriale,
Efzalü'd-Dîn Kermâni, 109. les hypotheques et les VVakf
p&gg: egel), 163. Eranşahr (Marquart), 90.
Ein Dopplbl. aus manischaischen (Gattesohi), 362, 406.
Dugat, 257. Erbe der Antike im Orient und Ok-
Hymenbuch Mahrnâmaq (F. W. K.
Dulan, Th. ve Pharaon, J., 261. ziden, Der islam (C. H. Becker), Etüde sur la theorie du droit musulman
Müller), 235.
Duman, L. 1., 46. 258. Erdoğan, Abdülkadir, 59. (Sawa Pasha), 16, 258.
Eine Kaschgarische Wakf-Urkunde
Dumezil, 53. Ergenekon efsânesi, 123. Ergin, Osman Etudes de droit musulman et de droit
(Raquette), 251.
Dupperon, Anquetil, 270. (naşir), 321. Erzeugnisse islaroischer Kunst coutumier berbere (Morand), 276.
Dürerü't-Ticân (yazma), 12. Ekbernâme, 175. el- (F. Etudes de droit musulman algerien
DÜsturnâme-i Enver!, 191, 196, 233, 243. Bekrî, 168. el-Fahrî, Sarre), 61. Es'ad Efendi, 242, 399. Es'ad- (mecmua), 407.
Düstûrü'l-Kâtib (Nahçevâni), 315. 288. i Gürgânî, 128. Eschbach (mütercim), 261.
el-Fatâvâ'ul-Hindiye (Uzcandî), 114. el- Etudes d'histoire du droit (Dareste) 142,
Düstûrü'l-Kâtib (yazma, Es'ad E-fendi Esedî (şâir), 64, 127, 167, 181, 183,
Fâtımiyûn fi'1-Mısr (H. ibrahim Hasan), 258.
ktb.), 250. 184, 240. Esîrü'd-Dîn Ahsiketî (Şâir),
267. Etudes d'histoire de droit conuner-cial
Düstûrü'l-Kâtib fî Ta'yinü'l-Merâtib 120. Eski Türk Unvanlarına Ait Notlar
romain (Paul Huvelin), 216.
(Muhammed Hinduşâh), 32. el-İs'af II Ahkâmi'l-Evkaf (İbrahim Mûsâ <?. Köprülü), 11, 56, 176. Esmein, A.
b. Tarâbulûsî), 311, 353, 405. 37, 259. Esrarü't-Tevhîd fi Mahamati'ş-Şeyh Etudes sur la propriete fonciere en pays
Düstûru'I-Vûzerâ (Hondmîr), 111, 147,
Ebû Sa'îd (nşr. Jukovsky), 284, musulmans et speciale-ment en
169, 250, 284, 305. el-Hassâf, 20, 311, 353, 405.
285, 325. Essai de synthese de Turquie, Journal Asia-tique (Belin),
Düvel-i Islâmiye (Halil Edhem), 152, 281. el-Havâdisi'I-Câmia (İbnü'l-Fuvatî), 136,
l'histoire de 275, 356, 407.
240, 346.
lhumanitĞ (N. lorga), 34. Essal sur la Etüde sur l'evolution des coutumes des
el-İkdi'1-Ferid, 13. el-Kâmil (Îbnül-Esîr), Kabyles, specialement en ce qui
—E— civilisation des Timou-
340. el-Leme'âtil-Berkiyye (İbn Tolun), conceme l*exheredation des femmes et
rides (Bouvat), 132. Essai sur la fraude
Eberhard, W., 116, 119, 124, 128. Ebû Bekr 152, 267. la pratique de habous (Hacoun), 408.
â la loi en droit
b. Abdullah b. Aybeg el- el-Ma'arif (İbn Kuteybe), 265. el-Menhalü's- musulman (J. Baz), 279, 408. Essai sur Etüde sur le VVakf abadhite et ses
Devâdârî (tarihçi, XIV. asır). Safi, 241. el-Vâfiyye li'1-Kaflyye (gramer les biens habous en Al- applications au Mzab (M. Mer-cier),
121, 123. Ebû Cafer Ahmed b. kitabı), 97. gerie et en Tunisie (J. Terras), 407.
Muhammed el-Ünsi'1-Cein (Mucîrü'd-Dîn), 416, 407. Essai sur l'histoire du droit persan Etymologisches VVörterbuch der... (Kari
el-Cummas (müellif), 219. Ebû Dulef 417, 41#. " Elfter, Alexander, 4. des Toriğine â l'Invasion arabe Lokotsch), 120, 166, 168, 174, 178,
(Arap seyyahı), 182, 183. Ebû Mansur es- Embassy to Tamerlan (Clavijo), (Seyyed Taghı Nasr), 19, 230,' 234, 236, 250.
Sa'alibî, 139. Ebû Sa'id Ebül-Hayr, 325. Ebû 132. Embeme und VVappen auf 263. Essal sur l'histoire du droit public Etymologisches VVörterbuch (Vam-bery),
Yusuf (hukukçu), 20, 255, 264, muham- musulman (M. Chaygan), 17. es-Seyyid 237.
402. EmVl^Ferec (Bar Hebraeus), 74, medanischen Münzen (H. Nüt- Eddi Şir (müellif), 167. Estat de la Perse en Eurasia Septentrionalis mecmuası, 126.
131, zel), 52. Emîn Ahmed Razi, 168. Emin 1660 (R. du Evhade'd-dîn Enverî, 65.
İmâdî, 128. Encyclop&iie de l'Islam, 19, 56, Mans; nşr. Schefer), 286, 326. Evhadî (şâir), 285,
174, 275. Ebü'I-Fida, 76, 147, 154, 192,
Evkaf-ı Hümâyûn Nezâretinin Tarihçe-!
240. Ebü'1-Gâzi Bahâdır Han, 84, 157. Ebül- 69,
Teşkilâtı (nşr. Evkaf), 375, 390.
Hasan Ali b. îlyâs el-Buhâri 84, 89, 90, 93, im, 234, 281, 335,
Evliya Çelebi, 176, 209, 329. Evliya Çelebi
(şair), 294. Ebü'1-Mehâsin, 74, 76, 407. Enderun tarihi (Ata Bey), 245,
Seyahatnamesi, 124.
152, 153, 158, 246.
241, 288, 297, 417.
Ebüssu'ûd Efendi, 360, 407.
Ebüzziya (naşir), 110.
430/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi tndeks/43i

£xtrait d'un mĞmoire Toriğine et la Formules initiales des documents mongols Grumm- Grshimailo (Rus seyyahı), Hassan, Z.M., 267.
constitution des biens de main-morte aux XIII et XIVe, Rocz-nik Hauser, H. 244.
73. Grundruge des islamischen Rechts
en pays musulmans, Journal Asiatique Orientalistyczny (Prof. W. Kotwicz), Hazar mad. (İslâm Ansiklopedisi),
(G. Bergstrasser), 278. Grund. d. İran
(Belin), 406. 30. 158. î Hayalî (şâir. XVI.
Philol. (Ethe- Ge-
Frag de geog. et d'historien (M. iger), 163. Grundriss der asır), 208. Haydar Efendi, 407.
Defremery), 154. Neupersischen Ety- Hayek, D. 273.
—F—
Frazer, J. G., 71, 78-79, 143, 349. Frere mologie, 68. Grünwedel, A., 68. Guidi, Hayrullah Efendi (tarihçi), 191. Heft İldim,
F. Stier-Somlo ve A. Elfter (naşirler), 277. iRiGOİd, 77. Fresne-.Canaye, Philippe du, J. — Santülana, D., 278. Guiragos (Ermeni Bibi. Indica, 168. Heft Peiker (Ritter;
Fagnan, E. (mütercim), 100, 108) 244. Fütûhü'l-Büldân (Çelâzuri), 215. müverrihi) ,77. Guiraud, A., 276. Gurland, Rypka), 65. Heffening, W., 262, 312, 356,
114, 160, 220, 279, 379. Fahrü'd-Dîn A., 37, 40. 363, 365,
Gürgâni (şair), 184 Fahrü'd-Din 402, 407. Heidnisches und Christliche
Mübârekşah, 344. Farsnâme, GMNS —G— in der
(İbnü'l-Belhî), altungarischen Monarchie (Jo-
Galland, A., 131. Galib Edhem, 54, 57.
109, 117, 135, 264, 287, 345. Fâtih seî Deer), 15.
Gatteschi, M. (İtalyan hukukçusu), 257, H. Cemaleddin, 407.
Kanunnâmesi, 171, 172, 244,
351, 362, 363, 406, 408. Habibü's-Siyer, 154, 385. Hell (müellif), 115.
322. Fatih Vakfiyeleri (Tahsin Öz),
Gazette belge de numismatique, 52, Hâcib mad. (EncyclopĞdie de lls- Hellert (mütercim), 237.'
329 Farsnâme-i Naşiri, 246, 252, 253.
130. Gençosman, Nuri, 286. Gennep, lam; Sobernheim), 299. Hacoun, 408. Herbette, Maurice, 133.
Fazlulah Ruzbehân (müellif), 269. Feher,
Hadâ'iku'ş-Şîr, 94. Haenisch, 248. Hafız Herodot, 143, 216.
Geza, 81, 32, 91, 126. Feodalitenin A. van, 52. GerdİZİ, 109, 111, 118, 137,
Ebru, 77, 175, 200. Hafız Ilyâs, 245; Hakim Herrfahrdt, Heinrioh, 13.
Mâhiyeti ve Yayılışı 138, 182,
Senâî, 236, 284. Halhali (naşir), 223, 283. Hernandez, F., 337.
(Otto Hintze), 37. Ferheng-i Reşidi, 267, 291, 340. Gerşâspnâme (Esedî),
Halil Edhem (Eldem), 32, 65, 75, Herzfeld, E., 130.
236. Ferheng-i Şu'urî, 65, 170 243. 64, 127, 183. Geschichte der Golden Horde
76, 132, 281, 321. Halis Eşref, 407. Heyd, W., 302.
Ferezdak, 142. Ferruhî (şâir), 109, 116, 139, (trc. HalihTz-Zâhirî, 154, 158. Hamdullah Hıfzı Veldet, 258.
281, 282, Hammer), 32. Gıyâsü'd-din Nakkaş Kazvinî, 120, 138, 315, Hırka mad. (İslâm Ansiklopedisi), 143.»
304. Ferte (naşir), 285. Festschrift fûr Sefâretnâmesi, 344, 346, 356, 386, 393. Hammer, Hıtat (Makrizi), 117, 126, 227, 269.
F. Hirth, 93 Fetha Nagast (Mecmâü* 60. von, 30, 32, 36, 37, 46, 202, Hıtaynâme (Ali Ekber Hıtâyî), 60.
Kavanîn'- Gibb, 159. 205, 237, 243, 244, 250, 321. Hilâl mad. (İslâm Ansiklopedisi), 214.
in Habeşce tercümesi), 275. Fetva Giese, F., (naşir), 111, 117. Glossar zu Han mad. (İslâm Ansiklopedisi),
kitapları, 407. Fıkh mad. (Encyclopedie de Firdosis Schahname Hilâl b. Yahya, 311, 353, 405.
158, 230. Han Yarlıkları (Berezin),
l'Islam; Hilâlü's-Sâbi, 267.
(Fritz Wolff), 164, 167. Glück, H., 251. Handbuch des islamischen Gesetzes
Goldziher), 16, 19, 253, 256, 262, Hil'at mad. (Encyclopedie de l'Islam; Cl.
127. Goldziher, 1., 3, 16, 18, 19, 114, 253, (Juynboll), 277, 405.
278. Fini mâ Fih, Huart), 307.
255-258, 262, 263, 265, 272, 275, Hanway, 175.
243. 277, 278, 324. Göçebelerde çifte Hara-Davan (Kalmuk müellifi), 199. Hind-Avrupaî Âlemde Totemcilik'ın
Firdevs al-Mürşidiye (menâkıb mecmuası), hükümdarlık Hârizmî, 135, 219, 264. Hasan'b. Peszinde Şekilleri, İlahiyat Fak.
343. Firdevsi, (şâir), 64, 127, 162, 181-164, (bk. A. Kettös...; Prof, Alföldi), Mahmud Bayatı, 124. Hasan Big Rumlu, Mecmuası (Dumezil), 53.
340. Fdscher, A. 325. Fittousi, E. et 85. Graf, L. J. 79. Granet, Marcel, 155, 246, 250. Hasan Big Rumlu Tarihi, Hindûşâh-ı Nahcivânî, 346.
Benazet, A. 406. Frtzgerald, G. P., 110, Foe 326. Hasan İbrahim Hasan, 267. Hîrth, F., 177.
63, 180. Gregoire, Henri, 86, 161.
Kueki ou relation des royaumes Histoire de Chypre (Mas Latrie), 160.
Grekova ve Jakoubovsky, 250.
bouddhiques (Abel Remusat), Histoire de 1'Empire Ottoman (Hammer),
Grenard, F., 172. Grohmann, 56, 306.
68, 146.
Grousset, R., 75, 126, 248. 237.
Histoire de l'Organization judiciai-re en
pays d'Lslam (E. Tyan), 014 257.
432/tslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/433

Histoire de la Perse (John Malcolm), Houtsma, Ih. (naşir), 5, 26, 27, 60, 74, 75, Îbn Belhî (bk. İbnül-Belhî), 216, İbrahim b. Mûsâ, al-Tarâbulûsî,
252, 270, 286. Histoire de la Russie 1?1, 124, 139, 149, 151, 223, 225, 311, 353, 405. İbrahim Hakkı, 214.
264, 287, 345. Îbn Bibi, 65, 70, 140,
(A. Rambaud), 239, 286, 293, 295, 301. İbrahim Halebî, 353. İkdü'I-Cümân, 375.
174, 191, 286,
38. Histoire del Gran Tamerlan Huart, Cl. (müellif ve mütercim), 64, 127, Îkdü'1-Ula, 109. İlahdâd (naşir), 305. İl
295, 305. îbn Bibi 75, 100. îbn Bibi
148, 156, 167, 177, 247, 281, 287, regime dei beni Auqâf nella sto-
(Cla- Târihi mufassal nüshası
307, 328. ria e nel diritto dell'islam (Gius
Vijo), 132. Histoire des Mongols (yazma), 243. îbn Bîbî tercümesi, 148.
Hudricourt, Andre ,G., 9. Califona), 406.
(D'Ohsson), îbn Cübeyr (Magriblİ seyyah), 112,
Hudûd al-Alam, GMNS (trc. Mi-norsky), 333, 347. îbn Dukmak (müverrih), 347. İlek mad. (İslâm Ansiklopedisi), 147.
75, 76. Histoire des Mongols de la 163, 338. îlhanîler Devri İdarî Teşkilâtına Dâir
îbn Fadl Allah al-Omari (bk. îbn
Perse Hughes, H., 257. Nasîreddin Tûsî'nin Bir Eseri, THÎTM
Fazlu'llah Ömerî), 56. îbn Fadlan, 8,
(Quatremere), 31, 115, 175. Histoire Hun Tarihine Kronolojik Bir Bakış 85, 182, 232. îbn Fadlan seyahatnamesi, 73. (Şerefeddin Yalt-
des rois des Perses (al-Sa'- (Eberhard), 119. Îbn Fazlu'llah Ömerî, 289, 296, 305. îbn kaya), 168. İmâdü'd-Din Isfahanı, 152,
alibi; trc. Zotenberg), 163. Histoire Hurgronje', S., 253, 255, 256, 265, 272, Funduk, 344. îbn Haldun, 21, 76, 143, 261, 241. İmâm Ebû Yusuf (bk. Ebû Yusuf),
278. 262, 287, 220, 279, 357, 359, 371, 372.
des Seljoucİdes de l'Iraq
Husrev-i Dihlevî, 110, 198, 236, 240. 289, 290, 298. îbn Hallikân, 333, 334. îmâm Şafiî, 279, 356, 367, 360.
(al-Bondârî; trc. Houtsma), 121.
Huvelin, Paul, 216. îbn Hatâb, 112. îbn Hayyân, 289. Îbn İnan, Abdülkadir, 73, 218, 248.
Histoire des Sultans Mamelouks
Hüsnü Efendi, 407. Hurdâzbih, 219. îbn îyâs (müverrih), 208, Influence du Chamanisme turco -mongol
(trc. Quatremere), 158, 231, 241, sur les ordres mysti-ques musulmans
Hüsrev ve Şîrîn (Kutb, XIV. asır Türk 241, 298. îbn Kuteybe, 265. îbn Merzuk
301.
(Ebû'l-Hasan'ın vak'a- (F. Köprülü), 79, 145.
Histoire du Bas-Empire (Lebeau), 237. şâiri), 110.
nüvisi), 336. îbn Mühenna, 31. îbn Inostrantsev, 56,128.
Hüsrev ve Şîrîn (Nizamî), 239.
Histoire du commerce du levant au Moyen- Mühennâ lügati, 179, 242, îbn Introduction â I'etude comparative de
Hükümdarlık Müessesesinin Şimali -Asya
Âge (W. Heyd), 302. Nüceym, 353. l'histoire des peuples slaves (K.
Atlı Kavimlerinde Teşekkülüne Dâir
Histoire du Khanat de Khokand îbn Rusta (İslâm coğrafyacısı), 183. îbn Kadlec), 14, 60, 91, 174, 232.
Araştırmalar (Prof. Alföldi), 11, 84,
(Nalivkin), 158. Histoire du peuple Sa'îd, 288, îbn Sînâ, 23. Introduction â I'etude du droit mu-sulman
85.
armenien, 129, îbn Şıhna (müverrih), 126, 333, 347. îbn algerien (M. Mor and), 257. 272, 276.
Hüseyn-i Baykara, 111. Tolun, 152, 267. îbn Yemin, 330. îbnü'l-
155. Histoire du monde CCavignac), Introduction a l'histoire de l'orient
Hüseyn Han Şamlu, 155. Belhî, 109, 117, 135. Îbnül-Bsîr, 9, 25,
108. History of Damas, 74. Hintze, Otto, musulman (J. Sauvaget), 255.
Hüseyin Kâzım, 163. 143, 147, 152, 158.
37, 47. Hinz, "VValter, 131-133, 135. Hüseyin Bumlu (tarihçi), 169. Introduction a l'histoire des Mongols, GMS
Hirth, F., 90, 91, 99. Hiuen-Tsang (Çinli 193, 226, 239, 324, 340. İbnü'1-Esîr, (E. Blochet), 32, 231.
Hüsnü'l-Muhâzere (Suyûtî), 269. 60, 74, 75. Îbnü'l-Fakli, 73. lbnü'1-Fûti, 76.
seyyah), 182. Hoca mad. (İslâm Introduction bibliographique â l'histoire du
Ansiklopedisi), İbnü'I-Fuvatî, 336, 240, 346. İbnü'l- droit de Liran anelen, Archive
284.< Hoca Sa'dü'd-Dîn, 171, —I— Kalânisi (îbn al-Qalânisi), d'histoire du droit ori-ental (A.
74, 159, 239. Christensen), 263.
Hofsprache in Altturkestan (C.
Iarcher, E., 406. İbnü's-Sâî, 136. Introduction bibIiographique a l'histoire du
Brockelmann), 89, 91, 93, 95, 231. Iorga, Prof. N* 14, 33, 34, 160, 273.
Homer, 142. droit russe, Archive d'histoire du droit
Hondmîr, 111, 154, 169, 250, 284, 305. Oriental (A. Eck), 274.
HonfoglalâselÖtti TörÖk Jövevenyz- Inscriptions et pieces de Chancel-lerie
szvaink (G. Zaltan), 144» 173. Chinoises, T'oung Pao (E. Chavannes),
Horasan Seyahatnamesi (Fraser), îbn Âbidin, 353. 249.
349. Horn, P. (naşir), 167, 168. îbn Arabşah, 32.
Houdas (naşir ve mütercim), 140, îbn Battûta, 112, 141, 226., 242, 296, 325,
239, 268, 283, 295, 345. 323, 331.
îbn Battûta mad. (İslâm Ansiklopedisi),
305.
îbn Battûta Seyahatnamesi (trk. trc. Şerif
Başa), 32S, 328, 331.
434/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/435

Instituzioni di diritto coloniale ita-liano (E. Justinien, 365. Karaman-oğulları Hakkında Vesâ-ik-i Kitâbü'1-Kinî (ahkâm mecmuası),
Cucinotta), 406. Juynboll, Th. W.f 277, 405. Mahkûke, TOEM (Halil Ed-hem), 32. 267. Kitâbü'l-Mansub, 131. KitâbüY-
Instituzioni di diritto musulmano malichita Karanızın (tarihçi), 9. Risâle (İmâm Şafiî), 279. Kitâbü's-Sülûk
con riquardo anche al sistema sciafiita Karrâmiya mad. (Encyclopedie de llslam; (Makrizî), 73, 153,
(Santillana), 278, 405. —K— Margoliouth), 342. 158. Kitâbü Tetümmeti'l-Yetime (es-
Iranisches Namenbuch (F. Justi), 163, 164, Karst, Joseph (Gürcü hukuku mütehassısı), Sa'-
K. Bay anî (mütercim), 77.
166. 19, 34, 274, 275. alibî), 139. Kitâbü Tuhfeti'l-Ümerâ
Kaamus, 322, 324.
Kasım Gani ve Feyyaz, 304. (Hilâlü's-
İskender Münşi, 246. Kaamus-ı Osmanî (Salahı), 325.
Kasımi, 203. Sâbi),267. Kitâbü'1-Ümem (İmâm
islam and the protected religions, JRAS, Kabus-nâme, 109, 304, 330.
Katanov, 72. Şafiî), 279,
(Tritton), 279. Kadhü'I-Kasî fi Fethil-Kudsî (İmâ-deddin
Kâtib Çelebi, 60. 356,360. Kitâbül-Ünsil-CeUl (bk. el-
İslâm Ansiklopedisi, 57, 69, 105, 133, 140, İsfahan!), 241.
Kâtib Ferdi, 124. Ünsi'I-
143,176, 279. Kadı Burhaneddin, 32.
Kay kabilesi, 6. Celîl) (Mucirü'd-Dîn), 416. Kitâbü'l-
Islamic Institutions mad. (Encyclo-paedia Kâdî mad. (Encyclopedie de l'Is-lam), 257. Vulât (Kindi), 375. Kitâbü't-Tâc veya
Kayseriye Şehri, 75.
Britannica; D.B. Macdo-nald), 277. Kadlec, Prof. K., 14, 15, 80-8% 91, 174, Kazimirsky, B. (naşir), 116, 139, 187, 282, Ahlâku'l-Mülûk
Islamic law mad. (Encyc. of the so-cial 232. 285, 287, 292. (Câhiz), 261, 264. Klaproth, 156.
sciences; Schaht), 277. Kafkasya'da Kanun, Örf ve Âdetler (rusça; Keleti Szemle, 114. Kliyukin, I.A., 91, 99. Knyevfa, Istvan, 236.
Islamisme et parsisme, Rev. d. l'his-toire Kovalewsky), 150. Kemal İsfahanı, 128, 177, 236. Koçi Bey, 394, 396-399. Koçi Bey risalesi,
des religions, 262. Kâhin mad. (Encyclopedie de l'Is-lam), Kenzü'l-Küberâ (yazma, tek nüshası F. 110, 394, 396. Kohler, J., (Hukuk
Islamismos mad. (Encyc. Italiana; 325. tarihçisi), 18,
Köprülü ktp.), 330.
Nallino), 277. Kalender mad. (Encyclopedie de rislam), Kern, 4Ö7. 265,277. Konstantinos Porphyrogenetos,
Islamstudien (2 ciltlik makaleler 145, 232. Konyalı Ebû Bekir (tabib ve münşi),
Kerman Selçukîleri Tarihi (Muham-med
mecmuası: Becker), 143, 278. Kalgha mad. (Encyclopedie de rislam; »İbrahim; nşr, Houtsma), 60, 74,225, 59, 61. Korkut Ata hikâyeleri, 280.
İsmail Galib Bey, 131. Barthold), 90. 345. Kotwicz, Prof. W., 30, 78, 82, 88-91,
İsmail! Law of wills (Asam Feyzee), 279. Kalkandelenli Fakiri, 329. Kesrevî-i Tebrizî, 69, 131-135., 99, 144, 231, 235. Kotzebüe (müellif),
İstanbul Arkeoloji Müzesi Meskukât Kalkaşandî, 140, 144, 145, 147, 154, 194, Kırgızistan mad. (İslâm Ansiklopedisi), 135. Kovalewsky, 37, 101, 150, 173, 248.
Katologları, 129. 228, 231, 287, 290, 379. 177. Kozmin, N. N., 150. . Kök-Türk kitabeleri,
İsviçre Medenî Kanunu'nun tercümesi, 276. Kanun mad. (İslâm Ansiklopedisi), Kilisli Rifat (naşir), 242, 280. 14. Köprülü, M. Fuad, ör 6,-10, 22, 27,
îvanoff, J., 10. 276. Kindi, 375. 57, 78, 84, 121, 145, 146. 156, 167,
Kanunnâme (hicrî, 1274 tarihli), 398, 399. Kitâb (bk. Kur'ân), 18, 368, 402. 214, 216, 230, 234, 247, 267, 261,
Kanun-nâme-i Al-i Osman, TOEM, Kitâb al-ansab, 138. 268, 269, 273, 279, 286, 302, 343,
*-J — 172,244. Kitab al-Khitat, 26 366. Köprülüzâde M. Fuad, (bk.
Kanunnâme-i Çin ve Hıta (Hıtaynâ-me'nin Kitabeler (1. H. Uzünçarşıh), 151. Köprülü,
Jaihn, Kari (naşir), 140,169, 250, 268. trk.), 60. Kitâb-ı Dede Korkud, 101. F.), 55, 93-95, 101. Köprülü, Orhan F.,
JRAS, 90.
Kanunnâme Sultan Mehmects des Kitâb-ı Firdevsi'l-Mürşidiyye fi Asâ-rfs- 5, 6, 321, 355. -Körösi Csoma Archivum,
Jâszkunok Törtenete (Çyarfas Ist- Eroberers, MOG (Kraelitz), 172. Samediyye, 117. 11, 56, 87. Köylerimiz (nşr. Dâhiliye
van), 130. Josephat, VfB.' Joseph Karst, Kanunnâmeler (Osmanlı devri, 270, 323. Kitâb Zainu'l-Akhbâr, 109, 111, 118, 137.
156. Journal Asiatique, 132, 173, 325, 381. Vekaleti),
Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat, Kitâbu'1-Elfâzi'l-Farisiyyeri-Muar-rebe (es-
Journal d'Antoine Galland, 131. Journal de 121, 157, 247.
Tanzimat (Hıfzı VeldeU, 258. Seyyid), 167, 178.
Telıeran, 134. Jukovskiy, 284, 325. Justi, F., Kraelitz, F., 56, 110L 111, 172. Kragos
Kao-seng-chuan, 124. Kitâbü AhkâmiT-Vakf (Hilâl b. Yahya),
163, 164, 166. (Ermeni kronikçisi), 9.
Kapı-kulu ocakları (I. H. Uzun Çarşılı), 311, 353» 405.
245, 247.
Kitâbül-Ekalim (Mukaddesi), 338.
Karabacek, J. von, 52-54, 56, 62, 306.
Kitâbü'l-Ensâb (Sem'âni), 338.
Karakoç, Serkis, 419. Kitâbü'l-Harâc (İmâm Ebû Yusuf), 220,
279.
436/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi îndeks/437

Kramers, J. H., 265, 279. La politique Venitienne dans les L'empire mongol, 248. Le centre de l'Asle, la Russie, la
Kremer, von, 18, 38,' 231, 257, 261, 262. eaux de la Mer Noire, Bull. de L'epopĞe byzantine et ses rapports aces Chine et le style animal, Semi-
Kreşmarik, Das Wakfrecht von stad- la section hİstorique de l'Acadö- l'6pop6e turque et l'6po-pee romane, narum Kondakovianum (M. 1.
punkte des Şarî* altrechtes nach der mie roumaine (N. Iorga). 160. Bull. de la classe... de l'Academie Rostovtzeff), 126. Le Chefa (A.
Hanaflt (Kreşmarik), 406. La Pena (Dubeux), 134. royale de Bel-gique (Henri Marneur), 257, 366. Le Code de Habous
Kultur der Gegenwart, Allgemeine La proprtetö fonciere en Algerie Gregorie), 161. ou ouvkaf selon
Rechtsgeschichte (J. Kohler), 277. (E. Mercier), 408. L'Espagne musulmane aux Xeme siecle la Iâgistation musulmane (E.
Kulturgeschichte des Orients unter den La propriĞte" fonciere au Maroc, 408. (L. Provencial), 17, 114, 136, 218, Mercier), 406. Le Coq, A. von, 13,
Chalifen (von Kremer), 231. La propri6t6 territoriale et l'impöt 273, 289, 301, 316. 251. Le cycle türe de douze animaux
Kur'ân, 269, 270, 326, 333, 339, 357-359, foncier sous les premiers Cali- L'Espagne musulmans en Xeme siecle (E. (E. Chavannes), 115. Le dogme et la loi de
365. fes (Van Berchem), 361, 407. Lerez), 304. llslam (Goldziher), 263. Le droit
Kurat, Akdes Nimet, 111, 251. La succession en droit musulman coutumier f amilial des mon-
L'estat de la Perse (R. du Mans), 252.
KurtDglU, Fevzi, 207, 213, 214. (Boulos), 279. La Syrie a l'6poque des tagnards du caucase et des
L'Stat tunisien et la protectorat francais
Kutadgu Bilig, 23, 93, 96, 296. Mamelouks (G. Demombynes), 17, 55, Tcherkesses en particulier, 151. Le
(E. Fittousi et A. Bena-zet),406.
Kutb (XIV. asır Türk şâiri), 110. 110, 154, 159, 167, 231, 241, 264, 299, droit franc en Syrie pendant les
Kuyûd-ı hâkaniye (Ankara Vakıflar L'evolution du droit musulman en croisades (D. Hayek), 273. Le
305, 314. Lambert, E., 16, 18, 19, 254,
Umum Müdürlüğü), 420. Yougoslavie (Begovic), 279. droit musulman (N. de Torna-
257-259,
Kühnel, 54. L'evolution moderne du droit musulman uw), 261, 405. Le droit musulman
201, 262, 265.
en Egypte (Schaht), 276. expliqu6 (Sawa
Lâmîl, 167.
Lammens, H., 20, 254, 255. Lane Poole, 52- Lheritier, M., 34. Pascha), 258. Le droit musulman par
—L— 54, 69. Langles (naşir), 118, 270. Langlois, L'histoire byzantine dans les ma-nuels les textes
V. (naşir), 204, 273, 299. Laszlo Rasonyi, francais, Bull. du comite\. (Bousquet), 279. Le gouvernement
La dogme et la loi de llslam (I. historiques (Lheritier), 34.
Goldziher), 278. 33. Latifi (tezkereci), 329. Latifi Tezkeresi, du Sultanat de
329. Latrie, Mas, 160, 161. L'histoire des Mamelouks (Quatre- DehU (Agha Mahdi), 17, 141,
La Feodalite musulmane (P. Wit-tek), möre), 306.
38. L'administration çivile de l'Egypte 226. Le Habous ou ouvkaf (E.
byzantine (G. Rouillard), 217, 266, 306. L'histoire du croissant, Revue de Mercier),
La fin du monde antique (F. Lot), 230. Turcologie (Rıza Nur), 213.
L*Afrique moins l'Egypte (bk. Me-salikûl- 405. Le Livre de Gerchasp, (Esedî;
La fonction du droit civİI comparâ Ebsarı trc. G. Demombynes), 290. I'institution des biens dits Habous ou
(Lambert), 16, 294, 257. trc.
L'annĞe sociologique, 257. L'ancİenne Wakf (A. Shoukry Bidair), 406.
OL Huart), 64, 127, Le Livre de
La formation et les effets des cont-rats en Royaute hongroise, No-uvelle Revue de Liran sous les Sassanides (A. Chris- l'impöt foncier (Ebû
droit iranien (Amir So- Hongrle (J. De-6r), 15. L'annĞe tensen), 118, 164, 181, 216, 263, 306.
leymanî), 276. socioIogique, 257. L*art byzantin chez les Yusuf; trc. E. Fagnan), 220, 279. Le
Llslam (Masse), 258.
La France judiciaire (H. Hughes), 257. Slavea (G. livre de Marco Polo, 78, 77. Le Livre des
L'Islam, Croyances et institutions
Feher), 81 magistratures d'el
La frontiere de l'Eufrate, de Pom-pe*e a (Lammens), 18-20, 254, 255.
Lebeau, 237. VVancherisi (Bruno ve Demombynes),
la conquete arabe (V. Chapot), 100. L'Organisation de la propriöte" fonciere
L'Egypte arabe (G. Wtet), 270. L'Empire au Maroc (E. Amard), 408. 279. Le monde musulman et byzantin
La Horde d'or (Grekov ve Jakou-
bovskl), 250. des Sassanides (A. Chris-tensen), 163. (Demombynes), 108, 143. Le
Le Caire, CIA (Van Berchem), 242.
L'empire des steppes (R. Grousset), 75,126. Le caractere colonial de l'6tat ma- Moyen-Âge Russe, 33. Le probleme des
La fustice chĞrifienne (Guiraud), 276.
melouk, REÎ, (A. Poliak). 269. Wakf en Egypte
La Question macĞdonienne (J.. Iva-
Le caractere commun des institutions du (A. Sekaly), 406. Le Rameau d'or,
noff), 10.
Sud-Est de I'Europe (N. Iorga), 14, 71, 77. La Regime du VVakf en Egypte
33, 273, 274. (A.
Cotta), 406. Le R6gime foncier en
Syrie, 408.
438/İslâm ve Türk Hukuk Tarihi
îndeks/439

Le travaîl dans I'Europe chr^tienne au Les inscription des schatzes von Lettres sur la Turquie CUbicİni), Mameleke İstinâd Eden Şahsiyeti Vakıf,
Moyen-Âge (P. Boissanna-de), 217. Le Nagy-Szent-Miklos CJ. Nemeth), 247. Levchine, A. efe,1 176. Li-Chie- Adliye Ceridesi (Esad
Turkestan et le Tibet (F. Gre- 101.
Min (Fitzgerald), 211. Lisânü'1-Arab Arsebük), 405.
nard), 172 Le Voyage du Levant (Ph. Les Institutions juridiques turques CZemahşerî), 215. ' Liva mad. Marçais, G., 332-336, 359.
du Fres- au Moyen-Âge CF. Köprülü), 79. (Encyclopâdie de l'lslam), Mardin, Ebü'1-Ulâ, 353, 405.
ne-Canaye), 244. Le Voyage du Les institutions musulmanes (De- 186, 213, 214. Lokotsch, Kari, 120, Mardin Mülûk-i. Artukiye Tarihi (Kâtib
Monsieur cTAramon mombynes), 20, 258, 275. 166, 168, 174, 178, Ferdî), 124.
(Chesneau), 244, Le Les introducteurs des Ambassade- 234, 236, 280. Lot, Ferdinand, 33, 230. Margoliought, D. S., 256, 342.
Wakf, 405. urs CBopp), 133. Loung, 68. Lugât-İ Furs, 167. Lûtfi Marko Polo CMarco Polo), 71, 76, 77, 115,
Le Wakf et l'utilite 6conomique de son £ Les invasions barbares CF. Lot), 33. Cmüverrih), 211, 246, 247. Lûtfi Paşa, 116.
maintien en Egypte (H. M. Delavor), 400. Les monuments de la culture pro- Türkiyat Mecmuası (F. Markham, Sir Clements (mütercim), 214.
Le Wakf ou Habous (Eug. Clavel), tobulgare, Archaelogia Hungarica, Köprülü), 230. Lubbü't-Tevârih Mans, Raphael du, 252, 253, 286, 326.
405. Ldgislation orientale t A. 81, 126. Les origines magiques de la CYahyâ-i Kazvini), Manuel d'Art musulman CG. Marçais),
Dupperon), Royau- W& Lübâbü'l-Elbâb CAvfl), 96, 112, 335. Manuel des institutions romaines A.
270. LSgislations orientales, Droit mu- ti CJ. Frazer), 78, 143. Les origines de 159, Bouche-Leclerq), 230.
sulman (Th. Dulau ve J. Pha-S raon),26l. rempire ottoman (bk. F. Köprülü, Osmanb 177, 284, 285, 294. Manuale di diritto publico e privato
Lehce-i Osmânî, 247, 322. Lehcetül-Lugât İmparatorluğunun Kuruluşu), 6, 343. Les ottomano introduzione (Gattes-sehi),
(Es'ad Efendi), 242. Lerez, E., 304. Les origines des legendes musulmanes dans le 257, fransızcası için bk. 406.
Archives de Lavra, Byzantion Coren et dans les vies des prophâtes CD. -M— Marquart, J., 9, 90, 91, 173.
(G. Rouillard), 266. Les biographies du Sider-sky), 145. Marneur, Andre (Fransız hukukçusu), 257,
Manh al Safi Les prairies d'or (Mes'udi), 263. Les rois M. Arif, 111. 366.
CM. Gaston), 417. Les caravanserails syriens thaumaturges (Marc Bloch), 78. Ma'asîr-i Rahimî (Nahâvandî), 145, 167, Marsigli, 205, 206.
du Hacc, Ars Islamica CJ. Sauvaget), 230. 175. Martin, M. J. Saint, 156, 158.
Les Saints des derviches tourneurs
Macaire (Antakya patriki), 119. Martyr, P., 158.
Les Comans et Byzance, BuII. de l'Institut CC1. Huart), 148, 167, 328. Les status
Madara, 82. Mâruzât (Ebu's-Suûd), 407.
arch6o!ogique bulgare (A. Rosovkij), 9. Les gouvernementaux ou regles de droit public
Mafâtih al-ulûm (Hârizmi), 135. Masâlik al absâr (bk. Mesâlikti'1-Eb-sân
couleurs nationales de FEgypte musulmane et admi-nistratif (Mâverdî; Ahkâmü's-
Magyar Nyelv (Mecmua), 90, 236. İbn Fazl Allah al Omarî), 17, 56, 96,
(A. Zeki Paşa), 58. Les decrets memlouks de Sultaniye, trc. E. Fagnan), 255, 279.
Mahbûbü'l-Kulûb (Ali Şîr Nevâi), 234, 242, 136, 289, 290, 296, 297, 305.
Syrie, Bul-letin d'âtude orientales CJ. Sau- Les successions agnatiques mitigees 250. Masalik al Absar, L'Afrique moins
vaget), 414. CF. Peİtier), 270, 408. Les symboles Mahkeme mad. (İslâm Ansiklopedisi), 276. l'Egypte, 136.
Les Emblemes heraldiques de By-zance et astrologique sur les Masdjid mad. (Encyclopedie de l'lslam;
Mahmud Kaşgarî, 69, 91, 93-96, 178, 232,
les Slave, Seminarum Kondakovianum monnaies de Perse, Gazette John Pedersen), 333, 347.
235, 236, 238, 296, 334.
(A. V. Solovi-ef), 67. belge de Numismatique (E. Dro- Mahmud Nigbî, 291. Massaget, 125. Masse, H., 258. Massignon,
Les eunuques â travers les âges uin), 52, 130. Mahmud Şebusterİ, 165. L, 31, 45, 272. Materialy po Şamanstvu u
■CR. Millant), 302. Les Habous de Les titreş des Kahns hulgares, d'apres Makrizî Cmüverrih), 38, 40, 42, 45, 75, Altayt-
Tanger, Archives I'İnscription du cavalier 117, 126, 129, 153, 158, 215, 227, sev CA.V. Anohin), 72. Materiaux
marocains (Michaux . Bellaire et Graulle), de Madara (G$za Fehe», 81., Les Tulunides 228, 269, 298, 304, 347, 378-381, 402, pour servir a l'histoire
407. (Z. M. Hassan), 221, 267, 288. 417. de la metrologie musulmanes
Letâif (U. Zakânî), 242, 285, 326. Letâif-i Maksid (Barsbay devrine ait anonim (M H. Sauvaire), 215. Materiaux pour
Enderun (Hafız îlyâs), 245. Le^tres du Baron kaynak), 228 un corpus inserip-
de Busbec, 77, 118. Malcolm, John, 204, 252, 270, 286. tionum arabicarum (Van Ber-
Malov, 13. ehem), 316.
Marcel, 242.
440/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/441

Matla'u's-Sa'deyn, 347. Memoires de l'Academie imperiale des Mordtmann, J. H, (naşir), 244.


Mihmân-nâme-i Buhar â, (yazma,
Matlâ'ü'ş-Şems, 175. sciences de St. Petersbourg Moreland, W. H., 37, 42, 112.
Nuruosmaniye ktb.; Fazlullah
Mâverdi (İslâm hukukçusu), 20, 21, (M. Charmoy), 100. Morgan, Jacques de, 37, 129, 155.
Ruzbehân), 269.
38, 40, 108, 109, 113, 114, 255, MĞmoire geogr. sur l'Egypte Morley, W. H., 158.
Millant. B., 302.
264, 279, 300, 375-377. Mayer, A. (Quat-.remere), 117. Moret, A., 78.
MilU Tetebbular Mecmuası, 82, 60, 111,
54, 55, 413, 416, 418. Maynagoşev, 78. MĞmoires historiques et geographi-ques Moşüi, V. (münekkid), 273.
245, 268.
Mâzenderan ve Esterabad, GMS, sur l'Armenie (Saint-Mar-tin), 28, 156, Mots turcs et persans conserves
Mllliot, L. 407.
163. 273. dans le parler algerien (M. Ben
Minorsky, V., (naşir ve mütercim),
Mebsût (Serahsi), 357. Mecd-i Hemger Memoires of Şah Tahmaps (Hüseyin Han 163, 168, 243, 253, 270, 286, 338. Cheneb), 236. M. Cevdet, 321, 322,
(kasideci), 193. Mecelle (code), Şamlu), 155. Minovl, M., 168. Minûçihrî (şâir), 139, 187, 324, 325. Muallim M. Cevdet (nşr.
(Melikşah devri), 28. Mâmoire sur les Huns Ephtalites (E. 281, 282, Osman
Drouin), 8. Ergin), 321, 325. Mucîr-i Beylekâni,
Mecelle, 365. 292. Mır Abdü'l-Kerîm Buhârî, 158.
Mecelle mad. (islâm Ansiklopedisi), Menâkıb (Eflâki), 156, 328. Mirhond, 147, 151, 158. Mirsadü'1-İbâd 120. Mufassal İbn-i Bibi, 60. Mufazzal b.
276. Menandre (Bizans müverrihi), 8, 119. (Necmü'd-Din Râzî), Abi'l-Fazâ'il, 153. Muhâdaratül-Evâil
Mengli Giray Han I. Yarlığı, Türkiyat 147, 151, 158. Mirza Muhammed (Alaeddin Ali
Mecelle-i Mihr, 27, 64, 76.
Mecmuası (Abdullah oğlu Hasan), Kazvinî, 94. Mission en Mesopotaraie (L. Dede), 335. Muhammed al-Nasavî,
Mecelle-i Şark, 135.
110. Massig- 140. Muhammed Ali Terbiyet, 167,
Mecelle-i Umur-ı Belediye (Osman
Menhu's-Sâfi (Ebü'l-Mehâsin), 417. non), 31. Mittelt. wört. (C. Muhammed Hasan Han (müellif),
Nuri), 167,172. Mecelle-i Yadigar,
Menoutchechrî (Kazimirsky), 116, 139. Brockelmann), 93. Mitwoch, 54. Mode de • 175. Muhammed Hindûşâh (müellif),
286. Mecmâü'l-Ensâb, 27. Mecmâü'l- Menzel, Th., 89, 63. conservation et de trans- 32. Muhammed ibrahim (müverrih),
Kavânîn, 275. Medenî Hukuk (Esad Mensing, M., 279. mission de la propriete fonciere 74, 345. Muhammed İkbal (naşir),
Arsebük), 405. Medeniyet-i tslâmiye Târihi Mercier, E., 355, 358, 359, 405, 407, 408. en Syrie (L. Zamaria), 408. Moğolca 294. Muhammed Kazvinî (naşir), 294,
(Corci
Meskükât-ı Kadîme-i tslâmiye Ka-toloğu Lügat (Schmidt), 100. Mogul Şehnamesi 304. Muhammed Nâzım (müellif ve naşir),
Zeydân), 20, 114, 117, 145, 231,
(A. Tevhid). 25, 69, 132, (farşça), 201. Mogullar, Cengiz ve Türkler 17, 109, 111, 118, 137, 138,
304.
Meskûkât-ı Osmaniyye (Halil Ed-hem), 65. (Bere- 282. Muhammedan law. An
Mefâtihü'1-Ulûm (Hârizmi), 219, 264. zin), 281. Mogullar Devrinde
Mehdi Behramî, 131. Mehmed Arif (naşir), Meskûkât-ı Türkmaniyye Katoloğu (Galib abridgment
Türkistan (Bart-
321, 322. Mehmed Hamdı (Elmalıh), 353, Edhem), 67. according to ita various schools
hold; bk. Turkestan down to the
405. Mehmed İbrahim (tarihçi), 225. Mesnevi (Mevlânâ), 120. (Vesey-Fitzgerald), 278.
Mongol invasion), 339. Moğullann Gizli
Mehmed Nâzım, bk. Muhammed Nazım. Mes'ûdi (müverrih), 126, 263, 300, Tarihi, 173, 174. Mogullarm İçtimaî Muhammedanisches Recht in Theo-
Mekkâri (Endülüslü tarihçi), 337. 324. t^l Teşkilâtı: Göçebe Feodalizmi orie und VVirklichkeit (Goldzi-
Mesureur, A., 408. (Vladimirtsov; her), 18. Muhammedanisches Rechts
Mektubât-ı Mevlânâ, 148.
Mevlânâ, 120» 243.
Melanges d'histoire du droit (Esmeni), rusça) 235, 248. Mohammedan law nach
Mevlânâ'da Türkçe Kelimeler ve Türkçe (Encyc. Britan-
259. j&*?$& Schafütischer Lehre (E. Sa-
Şiirler, Türkiyat Mecmuası (Ş. nica; D.B. Macdonald), 277.
Mâlanges Rene Basset, 332. chau), 405.
Yaltkaya), 120, 243.
Melgunof, O. (müellif), 146, 157. Mohammedan theories of finances Muhtasar al-duval (Ebû'l-Ferec),
Mevlânâ'nın Mektupları (F. Nafiz (Aghnides), 279. Mohl, J., 127, 182.
Melikü'ş-Şu'ara Behâr (naşir), 110, 164, 131. «Muhtasar» o Sommario del
Uzluk), 60. Meynard, Barbier de, 126,
281, 285, 326. Molla Abd al-Baki Nahavandî (mü-%C: diritto
Melioransky, 81, 150. 166. Mez., A., 17, 19, 21, 45, 113, 136, 231, «Uif), 145, 157. Monnaies de differentes
265, .288, 300, 304. malachita di Halil lbn Ishak,
Melonu, G., 307. dynasties 278.
Mâmoires d'histoire Orientale (Def- Michaux-Bellaire et Graulle, 407. Miconn,
musulmanes (Barthold), 125. Monteti, Mu'izzül-Ensâb, 175.
römery), 55, 158, 286. A., 13L
H. de, 406. Morand, Marcel, 257, 272, 276, Mukaddesi (veya Makdisi), 338, 339.
355,
358, 361-363, 365, 367, 407.
442/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/443

Mukaddime-l İbn Haldun, 23, 261, Netâyicü'l-Vukuat (Mustafa Paşa), —O— Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı
287. Murûc al-zahab (Mes'ûdî), 126, 208, 388, 389, 398, 400. Neuf notes (1 H. Uzunçarşılı), 306.
300. Mustafa Paşa (Netâciyül-Vukuât sur des cpıestions d'Asİe O progrebalnih obryadah turkskih plemen
Osmanlı Devleti Teşkilâtına Med-hal (I. H.
müellifi), 388, 389, 399, 400.. Musul Centrale, Toung Pao (P. Pelli- tzantralnoy İ vostoçnoj Azü (Katanov),
Uzunçarşılı), 106, 137, 139, 159, 170,
Atabeyleri Tarihi (Recueil Ot), 13, 89, 99, 144. 72.'
176, 224, 295.
des historiens des Croisades), Nice tas Choniates (Bizans müverrihi), 119. Oberhummer, E., 302.
Osmanlı Edebiyatı (Turks) mad.
225. Mücirü'd-Dîn, 416, 417. Müller, Nicholson, R. A. (naşir ve mütercim), 109, Observation sur les mennaices â legendes
(Encyclppedie de İTslam; F. Köprülü),
F. W. K., 73, 82, 90. 93, 99, 117, 120» 135, 216. en pehlevi et pehlevi-arabe (Ed,
328, 330, 331.
232, 235, 246, 280. Müller-Gabain, Niebuhr (seyahatname müellifi), 160. Drouin), 181.
Osmanlı Imparatorluğu'nun Etnik Menşei
177. Müsned (Ahmed b. Hanbel), 113. Nihâyetü'1-Arab (Nuveyrî), 76. Oğuznâme (eski darb-ı mesel mecmuaları),
Mes'eleleri (F. Köprülü), 6.
Müsned (Tayâlisî), 113. Mûze-1 Nizam!, 65, 128, 236, 239. 146.
Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (F.
Hümâyûn Meskûkât-ı Ka- Nizâmî-i Arûzî, 106, 109, 112, 222, 224, Oğuz-nâme, 121
Köprülü), 6.
dîme-i Islâmiyye Katalogu CGa- 304, 340. Oğuz Etnolojisine Dâir Notlar, Türkiyat
Osmanlı Kanunnâmeleri (nşr. Men-med
lib Edhem), 54. Mythologie du Nizâmü'1-Mülk, 26-28, 42, 43, 74, 106, Mecmuası (F. Köprülü), 101.
Arif), .621, 322.
Buddhisme au Tibet 107, 100, 139, 223, 224, 264, 269, Olearius, A., 134.
Osmanlı kronikleri, 111.
et en Mongolie (E. Grünwedel), 282, 283, 290, 293, 338, 384, 393. Oniki Hayvanlı Türk Takvimi (Osman
Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri
68. Norden, 242. Turan), 129.
Sözlüğü (M. Zeki Pakahn), 321.
XVIirinci Yüzyılda Şarkî Türkistan'da
Notes additionnelles sur Ies Turcs Osmanische Urkunden in türkischer
Mevcud fanitsi Adlı Feodal Müessese
occidentaux, T'oung pao, (Ed. Sprache (F. Kraelitz), 110, 172.
—N— (L. J. Duman), 46.
Câhavannes), 144, 178. 5 Osteuropaische und ostasiatische
Opisanie Zivuçcich v Kazanskoj gu-bernii
Nahçevârıi, 315. Notes d'archâologie arabe (V. Ber-hem), Streifzüge (J. Marquart), 173.
jazçestkich narodov (F. Miller), 73.
Naimâ, 206. T*^l 53. Ousâma ibn Mounkıdh (H. Deren, bourg),
Or. M. A, Stein's mss. in Turkish «Runlc»
Nalivkîn, V.P., 158. Notes relatives â I'histoire du droit des 159, krş. 118.
script from Miran and Tun-Huang,
Nallino (İtalyan hukukçusu, naşir peuples balkaniques, Revue int. des JRAS (V. Thom^ sen), 173.
ve münekkid), 256, 258, 259, 273, etudeş balkaniques (F. Köprülü), 78. Orhon Kitabeleri, 81, 82. —O—
275,277,278. Nasihatü's-Selâtin (Âlî), Notes sur le Turkestan de M. W. Barthold, Orkun, Hüseyin Namık (naşir), 322.
159. Naşir Husrev, 166, 301, 345. Nasır al- T'oung pao (P. Pelli-ot), 115. Orta Asya Tarihi ■ (Mîr Abdü'I-Ke-rîm Ömer Hilmi, 312, 353, 405.
Dîn Tûsî ou Finance, BSOS Buhârî), 158. Ötüken Neşriyat, 5, 6, 234, Öz,
Notice sur les chrestomathies ori-entales,
(Minovi ve Minorsky), 168. Nauphal, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler Tahsin, 329.
Journal Asiatique (Belin),. 234.
M. de, 358. Necmü'd-Din Râzî, 225, 330, (W. Barthold), 14, 27, 33, 89, 93, 94,
379, 381. Nefâisü'l-Fünûn, 386. Nefehat-i Notİces et extraits (Quatremere),
115, 167.
Cami tercümesi (Lâmi'i), 347. §ŞM
Ortazaman Türk Devletlerinde Hukukî
167. N&neth, G., 91, 98, 101, 232, Notices sur l'Ğtat actuel de la Perse Senbollerdeki Motifler (F. Köprülü), Padel et Steeg, 408. Pai-shih ch'ang-ch'ing-
235. Nerchakhy (bk, Nerşahî), 221, (Langles), 134. Nouvelle Revue de 322. chi, 124. Pakahn, M. Zeki, 321. Palladiy
Nerşahi, 105, 109, 137, 138, 282, 285, Hongrie (Joseph Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri, (Rus sinologu), 249. Papyrusprotokolle
304, 339, 340, 344, 370. Nesâ'imü'l- Deör), 15. Novele (Justinien), 365. Belleten (F, Köprülü), 156, 269. (Karabacek), 306. Patrologia Orientalis
Mehabbe (Ali Şîr Ne- Nöldeke, 5. Nützel, H., 52, 54. Nüveyri, 76, Oruç Bey, 206. (Blochet), 119, 153, 258.
vâ'i), 167. Nesevi (müverrih), 9, 28, Ortiz, J. Lopez, 278. Pauthler, M. G., 76, 77.
77, 118. Nüzhetü'I-Kulûb, GMS (H.M.
192, 239, Osman Nuri, 167, 172. Peçevî Tarihi, 110.
Kaz-
268, 283, 295, 345. Neşri Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hü-' Pedersen, John, 333.
Vinî), 163, 315, 344, 346, 356, 386.
(tarihçi), 172, 206. kûmdan Uzun Hasan Bey'e Ait Peisker, 14.
Kanunlar, Tarih Vesikaları (Ömer Pelliot, P. (Sinolog), İS, 30, 82, 88-91, 99,
Lûtfi Barkan), 170. 115, 144, 173» 183, 199, 249.
444/îslâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/445

Peltier, F. et Bousquet, G. H., 878, Radloff, 13, 81, 00, 91, 06, 98, 101, 150, Roerich, Georges de, 126.
Receuil de textes relatif â l'histoîre
408. Perçem mad. (İslâm 232, 248. Rogers, 54
de Seljoucide (Houtsma), 27,
Ansiklopedisi), Rahatu's-Sudûr (Ravendi), 27, 74, Roma Hukuku ve Şark Hukukları,
74, 75, 108, 151. Reinaud, M., 127.
178, 178. Petit Traicte de Toriğine 120, 139) 151, 1£7, 177, 287, 293, Capitolium mec. (E. Carusi),
Reino, 216. Relation de l'ambassade au
des Turcgs 294, 340, 345. Rahmeti, R., bk. Arat, Kha- 257. Rostowtzeff, M., 126,
(Cantacasin; nşr. Schefer), 844. Rahmeti, 101. Raiye kasidesi (Unsûri), rezm (Rıza Quoly Khan; nşr. 143. Rouillard, G., 217, 266, 306.
Petruşewsky, t, H., 46. 236. Rambaud, A. (tarihçi), 5, 38, 237. Schefer), 157, 251. Relation du Rozy, R., 307.
Poliak, A., 37-41, 44, 45, 269. Ramsted, 91, 99, 248. Raquette, G, 251, Rubâ'iyat-ı Baba Efzal-i Kâşi, 167.
voyage en Orient de
Poppe, 248. 322, 324. Rosonyi-Nagy, L., 120. Ruban, Prof., 369. Rûdeki, 162. Ruhî
Cariler de Pinon, Revue de
Prasad, Ishwarî (Hindli tarihçi), 17, Rasovskij, A., 9. (şâir), 329. Rus Ansiklopedisi, 156. Rypka,
l'Orient latin (E. Blochet), 238.
110, 141, 226, 297. Pr6cis Raşid al-Din (bk, Reşidü'd-Dîn), 230. J., 65.
elementaire de droit musul- Remusat, Abel, 68, 145. Reng mad.
Ratschnevsky, 249. Ravaisse (naşir),
man (Malekite et Algerien; G. (İslâm Ansiklopedisi),
154. Ravendi, 25, 27, 29, 74, 75, 120, 121,
H. Bousquet), 278. Prencipes du 214. R6pertOİre chronologique —S—
139, 151, 167, 177, 178, 190, 326,
droit musulman (Van d'Epigrap-
345. S. F. Oldenburg şerefine çıkarılan
den Berg: trc. de Teraan), 405. hie arabe (Kahire Fransız Şark
Razvat al-Safâ (Mirhond), 147, 151, 154, Arkeoloji Enstitüsü), 147, 316. Resmî makaleler mecmuası (trk. trc. Ülkü
Procope, 8( 334. Provencal, Levy, 17,
175, 250, 251. Gazete, 213. Restes de la langue turquie mecmuası), 150.
114, 136, 218,
273, 289, 299, 301, 314. Pûr Bahâ-Î Ravzatu'l-Cennât, 165. dans S. Vesey-Htzgerald, 278.
Ravzatü'I-Küttâb (Münşeat mecmuası, les Balkana, Revue, İnt. des Sa'âdet-nâme (M. Şebusterî), 165.
Cami (şâir), 243. j Puteşestviye na Altay
Konyah Ebû Bekir'in), 59, 66. etudes balkaniques (P. Skok), Sachau, E„ 405.
t za Sayan
10. Reşehat Tercümesi, 397. Sacy, S. de, 36, 41, 321.
y soverşennoe (A. V. Adrianov), Recherches sur la constitution de la
Reşidü'd-Din (müverrih), 31, 69, 116, Sadreddin, 60.
72. propriĞte" territoriale dans les
146, 169, 174, 192, 200, 286, 250, Sadi (şâir), 128,326.
Puteşestrie v Zapadinju Mongoliju pays musulman, Journal Asiati-que
268, 280, 281, 284, 31% 385. Sa'îd Nefisi (naşir), 100, 111, 137, 169,
(Grumm-Grshimailo), 73. (VVorms), 362, 407.
Reşidü'd-Dîn Vatvat, 94. Revue des 222, 232, 250, 251, 281-284, 292,
Recherches sur la nature et sur les etudes hongroises, 101. Revue des âtudes 304, 305. 330.
revolutions du droit de propri-ete* İslamloue, 145.' Revue historique, 15. Saint-Martin, M., 28, 273.
-Q — en Egypte, depuis la conqu-ete de Revue Internationale des 6tudes Salâhı, 325.
l'Egypte par les musul-mans jusqu â balkaniques, 10, 78, 80, 279. Rıza
Quarterly dergisi, 416. Quatremere, M., Saleiiles, 365.
l'exp€dition fran-caise (Memoires de Kuli (Quoly) Khan, 157, 188,
31, 56, 116- 118, 152, Salemann, 187.
l'Institutî, 408. 251. Rıza Nur, Dr., 192, 207, 218, 814,
153, 158, 159, 175, 177, 231, 241, Salur mad. (EncycIopĞdie de l'Islam; F.
242, 247, 269, 301, 306, 320, 332, Recherches sur le commerce genois dans Ribât mad. (Encyclopödie de l'Islam; Köprülü), 69, 84.
la Mer Noire au XIIIe siec-le (G. J. G. Marçais), 230, 332. Ricerche
347. Quelques mots encore sur les Samoiloviç, Prof., 58, 57, 99, 281.
Bratianu), 170. intorno aile relazioni fra
Iett- Sancak mad. (Encyclopödie de l'Islam; J.
byzantlno e musulmano (E. Bussi),
Recherches sur le regne de Barkia-rok Deny), 178, 214.
res des Îl-Khans de Perse (W. 257, 366. iRİCOld, 71.
Kotwicz), 70. j[M. Defremery), 74, 148. Sancak ve Sancağımız (Cemil), 214.
Risâle-i Ta'rifât (Kalkandelenli Fakiri),
Quelques remarques sur le droit Recherches sur les carreaux... (De- 329. Ritter, H., 65. Riviere, P. L., 407. Sancak-ı Şerîf mad. (EncyclopĞdie de
coutumier bulgare, Revue int. d. guignes), 131. Riyazi, 329. Rocznik Orientalistyczny, l'Islam), 214.
Ğtudes balkaniques (S. S. Bobçev), 30, 144. Sancağımız ve Ay Yıldız Nakşı, TOEM,
271. gjj& 214.
Receuil des. historiens des Croisa-des, Santillana, D., 278, 405.
historien Orientatuc, 27, 38, 152, Sanguinetti, 31.
—B— 239. Saracenic Heraldy (L. A. Mayer), 54
Rabineau, 163.
Raccolta di şeritti editi e üıedito
(Nallino), 278.
446/lslâm v© Türk Hukuk Tarihi İndeks/44*

Sarı Saltıq et le nom de la ville de Baba Sidersky, D., 14S. Sinâ'atu'l-Küttâb (Ebû Suriye'de Memlûklerin Berîd Teşkilâtına Ait —T—
daghı (J. Deny), 167. Ca'fer), 219. Sinologische Beitrage zur Âbideler ve Yollar (J. Tabakat-ı Nâsırî, 76, 198, 296, 305. Taberî,
Sarre, F., 54, 61, 62. Geschich- Sauvaget), 236. Supp. (Barbier de
te der Türkwölker, Buli. de 114, 143, 218. Taberî, 108, 136, 217.
Sautayra ve Cherbonneau, 262, 358, 359, Meynard), 186. Supp. aux Dictionnaires
l'Acad. imp. des Sciences du St. Tableaux de la vie antique (M. Rosto vtzeff),
408. arabes
Petersbourgh, 177. &ij± Sipehsâlâr 143 Tableau genâral de l'empire Otto-man
Sauvagefc, J., 230, 231, 255, 314, 319, (Dozy), 112, 114, 141, 159, 166, . (M. D'Ohsson), 36, 247, 306, 406.
414. menâkibi, 328. Sîstan Tarihi (müellifi
236, 280, 325. Sûzî, (şâdr, XVI. asır), 208. Tacu't-Tevârih (Hoca Sa'dü'd-Dîn),
Sauvaire, M. H., 215. meçhul), 326. Siyrat al-Sultan Calâl al-Dîn Suyûtî, 267, 269. SÜhan ve Sûhanverân 171. Tahşiyeli Kavanin (Karakoç
Sawa Pasha (Sava Paşa), 16, 238. (Ne- (Hakim Se-
Ser-
Sayyid Abd al-Rahîm Halhali (naşir), 106. sevi), 140, 239, 268, 295. Siyâset- nâl), 236. Süheyl ve Nevbahâr kis), 419. Tarih (Âşık Paşa-zâde),
Sayyid Taghl Nasr! 19, 230, 263. nâme (Nizâmü'1-Mülk), 27, (mesnevî), 243, 171, 280. Tarih (nşr. Aü Bey), 247. Tarih
Sbornik Muzeya po Antropologu i 38, 43, 109, 139, 223, 239, 241, 264,
244. Süleyman b. Abdi'1-Hakk b. el- (Beyhaki), 222. Tarih (Ebül-Fidâ), 147,
etnograf!!, 72. 287, 291-293, 338, 340, 344-346.
Peh- 240. Tarih (Hammer), 243. Tarih (Lûtfi),
Scala (tarihçi), 37, 237. Shiratori, 91. Skizzen und Vorarbeiten
livân Âzerbaycanî (Müellif), 211, 246, 247. Tarih-i Askeri-i Osmani
Schaht, J. 276-279.
(VVellhau- 121. (Cevad
Schaeder, H. H., 90.
sen), 261. ,-j%Û Paşa), 206, 247. Tarih-i Beyhak (İbn
Schefer, Ch. (naşir), 105, 106, 109, 120, Süleyman Kanun-nâmesi, 172. Süryanice
Skok, P., 10. Slane, de, 38, Fundûk), 344. Tarih-i Beyhaki (nşr. Said
137-139, 157, 168, 221, 239, 244, Vekayinâme (Barhebrae-
43. Nefisi), 120, 137, 139, 163, 178, 232,
247, 251, 252, 282, 286, 291, 293, us), 115. Süssheim, Kari (naşir), 28,
Sobernheim (naşir), 37, 228, 299, 380. 282, 292, 304. Tarih-i Buhara (Nerşahi),
304» 326, 346, 377. 268.
Sogdyskiy Sbornik, 217. Solovief, A. V., 109, 137, 138, 282, 285, 304, 339, 340, 377.
Schindler, Houtoum, 131, 134.
67, 271. Sommaire des Archive Turques du Tarih-İ Cihân-ârâ, 133. Tarih-i Cihân-guşâ
Schmidt (lugatçi), 100.
Caire (J. Deny), 160. Spiegel, F., 163. (Cüveyni), 115,
Schnouck-Hurgaronjö, 16, 18.
Sprenger, 219. Statut personnel et -ş- 125, 140, 249, 250, 346. Tarih-i Devlet al
Sebk-i Şinâsî veya Tarih-i Tetav-vur-i
succession (Sau- Şahnâme (bk. Şeh-nâme) (Firdev- Atabekiya muluk al-Mavsil (Recueil âta
Nesr-i Fârisî (Melikü'ş-Şu-arâ\ Bahar),
teyra et Cherbonneau), 408. Stein, sî; nşr. J. Mohl), 182. Şakaik Zeyli, histori-ens des Croisades (trc. de Slane), 158.
281, 285.
Ernst, 237. Stier-Somlo, Fritz, 4. Steingass, Târih-i Enderun (Ata), 167, 244, 247. Tarih-i
Seddon, C. N. (naşir), 110, 169, 246, 250. 146. Şecere-1 Türkî (Ebul-Gazi Bahadır
248. Steueapacht und Lehnwesen, Der Fahrü?d-Dîn Mübârekşâh,
Sefer-nâme (Nâsir Husrev), 168, 301. Han), 157.
islam (C. H. Becker), 26. Storia del 344. Tarih-i Firishta (nşr. J. Briggs), 97,
Sehavî, 347. Şeh-nâme (Firdevsî), 167, 183, 184,
Musuünani di Siciüa 155.
Sehî Tezkiresi, 329. 340. Şeh-nâme (Kasımı), 203. Şeref
(Amarî), 273. Strange, G. de (naşir), Tarih-i Firûzşahî (Baranî), 141, 240,
Selçuk Arması Hakkında Notlar (H. F. Han Bitlisi, 234. Şeref-nâme (Nizamî), 236.
109, 117, 132, 286, 296. Tarih-i Firûzşahî (Afif), 305.
Turgal), 59. Şeref-nâme (Şeref Han Bitlisi), 234,
135, 216. Strothmann, R., 278. Tarih-i Güzide (H. Kazvini), 120,
Selçuk-nâme, 124. 246. Şerefü'd-Dîn Yezdî, 100, 114,
Strzygowski, J., 53, 62, 120. Subhü'1-A'şâ 138, 344. Tarih-i Haleb
Selçuklular Tarihine Alt Metinler (nşr. 166, (Bischoff), 347. Tarih-i Hulefâ, 33Ş.
(Kalkaşandî), 145, 147,
Houtsma), 124, 139, 149. 169, 242, 250, 280. Şeriat mad.
154, 243, 207, 288, 297, 300, 301,
Sem'ânî, 136, 139, 338-341. (İslâm Ansiklopedisi),
305, 414, "^; Suidas (Bizanslı
Seminarum Kondakoviarum, 67, 126. 260. Şerl Miras Hukuku ve Evlâtlık Va-
Senâî, 238, 239. leksikograf), 13. Sul libro Siro-Komanica e
kıflar (Ömer Lütfi Barkan),
Serahsî, 357. sul pre-
397,405. Şerh-i Cedid li Kanunil-Araz!
Seyahat-nâme (Evliya Çelebi), 176, sunto diritto Sirico (Nallino),
(Ah
329. Seyahat-nâme (îbn Battûtâ), 259. Sur les pistes de l'Asie Centrale
Haydar), 419.
242, (G.
Şeyhoğlu Mustafa, 330.
296. Seyahat-nâme (Nasır Husrev), de Boerich), 126.
345. Seyf-i Esferengi, 65.
448/lslâm ve Türk Hukuk Tarihi îndeks/449

Tarih-i Jahan Guşa, GMS, (bk. Ta-rih-i T'oung pao, 39, 89 90, 99, 116, 140, Türkisches Recht mad. (Handwör-
Cihân-guşâ), 109. The Callphs and their non-muslim terbuch der Rechrvvissenschaftt F.
subjects (Tritton), 279. TW, 306. Traite, Codes et lois du
Tarihi mufassal-ı îran (Abbas ikbal), Maroc (P.L. Stier-Somlo ve A. Elfter), 277.
386. The coins of the Turkmân Houses Türkistan Medeniyeti Tarihi, (rus-ça;
Riviere), 407. Trait6 elementaire de
in the British Museum (Lane Barthold), 333, 338.
Tarih-i mubarak-i Gâzânî, GMNS droit musul-
(Reşidü'd-Dîn; nşr. Kari Jahn), 140, Poole) 69. The Farjsnâma of Ibnul- Türkiyat Mecmuası (müdür. F.
man algerien (Zeis), 361, 405.
169, 230, 250, 268, 384, 385, 397. Balkhi (îb- Trait6 ĞlĞmentaire de legislation al- Köprülü), 101, 110, 120, 124, 246,
Tarih-İ Oğuz ve Türkân ve Hikâ- nü'1-Belhî; nşr. Strange ve Nic- gĞrienne (£. Iarcher), 406. 325, 329.
yât-ı Cihangiri (Reşidü'd-Dîn; holson), 216. The Golden Bough, 71. Tritton, A.S., 279. Türkiye Tarihi (F. Köprülü), 22, 27, 84,
yazma, Topkapı Sarayı), 281. Tarih-i The life and times of Sultan Mah- Trudiz Vostoçn otdel, 90. 226.
Osmanî Encümeni Mecmuası, 32, 321. mud of Ghazna (Muhammed Tuğ mad. (İslâm Ansiklopedisi). 179, Türklerde Hâkimiyet Telâkkisinin
Tarih-i Sîstân, 110, 162, 164, 178, 339, Nâzım), 17, 136. 203, 214. Tekâmülü. (F. Köprülü'nün neş-
340. Tarihi Vassâf, 65, 285. Tarihi The mongol title Tarkhân (Beve-ridge), Tughra mad. (Encyclopedie de lTs-lam; rolunmamış eseri), 11, 25, 26, 78.
Sözlük CM. Cevdet), 321, 322. Tarihçe-i 90. J. Deny), 56. Türklerde Totemizm var mıdır? (F.
Şîr u Hurşîd (Kesrevi), The Mazalim juridiction, JRAS (H. F. Tuğluk-nâme (Husrev-i Dehlevi), 110, Köprülü'nün neşrolunmamış
69, 131. Tarihü'l-Alemil-Osmânİ Amedroz), 266. 198, 236, 240. makalesi], 53.
(Arapça, A. The Muntakhab al-Tavârikh, 97. Tuifraî, 106, 139. Türkmen Çalgıcıları (Ali Rıza), 163.
Timur Paşa), 214. Tarihü'l-Hulefâ Tuğrul Bey mad. (Encyclopedie de Türkmen Kavmi Tarihine Ait Taslak,
The political theory of the Indian Mutiny
(Süyûtî), 267. Tarihü'1-Irak (Abbas l'Islam), 181, 232. Türkmenistan Mecmuası (rusça;
(F.W. Buckler), 307.
Azzâvt), 266, Tuhfetü'l-Mülûk, 268. Barthold), 27, 84.
346. Tarkhan and Tarquinius, 90. The Râhat-us-Sudûr, GSM (Ravendi),
Tuna Kumalıları, Belleten (L. Ra-sonyi- Tüzükât (Timur'un), 32.
Tarquinius Priscus, 142. Taşhcah Yahya (bk. Rahatü's-Sudûr), 25.
Nagy), 120. Two instances of KhiFat in the Bib-le,
Bey (şâir), 208. Tavâşi mad. (İslâm The Tadhkiratu'sh-Shu'arâ (Devletşah; Turan, Osman, 129. Journal of Theological Stu-des
Ansiklopedisi), nşr. £. Browne), 29. Turgal, Hasan Fehmi, 59-61. (F.W. Buckler), 307.
300, 301. Tayâhsî, 113. Tazkara Thomas, E., 54. Turkestan down to the Mongol in-vasion Tyan, E., 114, 257, 265, 266.
(Devletşah), 105, 110, 120, Thomsen, V., 81, 90, 91, 99, 150, 173, (Barthold), 115, 125, 137, 138, 159,
167. Tazkara-i Şah Tahmasb, 155. 232. 221, 249.
Tazkirat al-mulûk, GMNS (Mi- Thurnwald, Richard, 47. Turkische namen und titel in In-dien —U—
norsky),253, 270, 280. Tchaos, 408. Ticaret Kanunu (Türkiye'de, 1850), 275. (Le Coq), 90.
Tecâribü's-Selef (Hinduşâh-ı Nah- Tiesenhausen, 129. Tursun Bey (müverrih), 206. Uigurica (Müller-Gabain), 177.
çevânî), 346. Tekalif Kavaidi Timur, 32. Tutkavul mad. (İslâm Ansiklopedisi), Uigurische Glossen (F.VV.K. Mül-
(Abdurrahman Ve- Tirâz.mad. (Encyclopedie de l'Is-lam; 170. ler), 82, 90, 248. Uigurische
fik), 247. Terkib-i Bend (Ruhi), 329. Grohmann), 56, 306. Türk Bayrağı ve Ayyıldız (F. Kurt-oğlu), Sprachdenkmaeler (W.
Terras, J., 407. Terressassee, H., 332, Tishendorf, 36. 213. Radloff), 13, 248. Ulu Han Ata
387. Textes hİstoriques (VVieger)', 82, Togan,' Prof. Zeki Velidî, 73, 123, 280. Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Bitigci, 131 Uluğ Bey, 33. Un traitö
180. Tezkire-i Nasrâbâdî, 167, 251, 286. Topkapı Müzesi Arşivindeki Altın Ordu, Araştırmalar (F. Köprülü), 344. manichâen retrouve en
The agrarian system of moslem in- Türk Edebiyatı Tarihi (F. Köprülü), Chine (Ed. Chavannes ve P.
Kırım ve Türkistan Hanlarına Ait
dia (W. H. Moreland), 112. 23,74. Pelliot), 82. Une Ambassade persane
Yarhg ve Bitikler (Akdes Nimet
Türk Edebiyatında bk Mutasavvıflar (F. sous Louis
Kurat), 111, 251.
Köprülü), 93, 95, 121, 148, 167, 286. XIV (Maurice Herbette), 133. Une
Topkapı Sarayında Deri Üzerine
Türk Hukuk ve İktisat Tarihi mecmuası loi agraire en Tunusİe (H. de
Yapılmış Eski Haritalar (ibrahim
(müdür: F. Köprülü), 5, 55, 229. Monteti), 406. Unga. Jahrb.
Hakkı), 214.
Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya (Bang), 90, 111.
Torduş ve Tölesler Hakkında Yeni
Malûmat (Î.A. Klyukin), 99. Dergisi, 13
Tornauw, N. de, 261, 405. Türk Tıp Tarihi Arkivi, 61.
450/Islâm ve Türk Hukuk Tarihi İndeks/451

Untersuchungen zur spaetbyzanti-nischen Vartan (Ermeni kronikçisi), 9. Vassâf


Verfassung und Wirt- Yabana Hukukların Alınması ve Mim Zapadnaya Mongoliyai Uryanxaay-
(müverrih), 31, 66, 76, 174,
schaftsgeschichte, MOG (E. Stein), Hukuk (Ferid Ayıter), 259. skiy Kray, 68. Zayn al-ahbâr
284, 285. Vassâf Tarihi,
237. Yahya-ı Kazvinî (müellif), 175. (Gerdizi; nşr. Mu-
65, 242. Verbistkiy, 72.
Yakoub Artin Paşa (Mısırlı), 13, 54, 55, 58, hammed Nâzım), 267, 282, 291,
Urfah Mathieu, 189. Velyaminov-Zernov, 248.
64, 69, 119, 127, 134, 205, 207. 340.
Usâma b. Munkldh (H. Deren-bourg), 118 Vernadski, 33.
Yakoviev, 72. ZDMG, 131
krş. 159. Verspreide Geschriften, 278. Vladimîrçev
Yakubowski, 37, 40. Zeis, M., 351, 358-361, 405. Zeki Megâmiz
Uspenskij, 9, 81. (Rus mongolistl), 46,
Yaltkaya, Şerefedcto, 116, 120, 168, (mütercim), 114, 145. Zemahşeri, 215.
Usûlî Dîvanı, 124. 91, 235, 248. Vlacho-Turcica, aus den
175, 243, 268. Zendavestâ, 127. Zenker, 248. Zeyd b. Ali,
Utbî (Gazneli müverrih), 128, 282. Forschun-
278.
Uzak Şark Rus Akademisi Haberleri, 99. gsarbeiten der Mitglieder des Yasa, 30-33.
Zeyl-i Âlem-ârâ-yı Abbasi (nşr. Süheyl
Uzcandî (müellif),. 114. ungarischen İnstıtus in Berlin Yazıcı-oğlu Ali, 124,286.
Hansârî), 252. Zeyl-} CâmTü't-Tevârîh-i
Uzluk, F. Nafiz, 60. (L. Rasonyi-Nagy), 120. Voyage en Yediyıldız, Bahaeddin, 355.
Reşidi, 175. Zeyl-i Tarihi Dimaşk
Uzunçarşıh, Î.H., 106, 137, 139, 140, 151, Perse (Kotzebüe; trc. M. Yeni Fârisîde Türk Unsurları, Türkiyat
(Kalânisî),
159, 170, 176, 202, 224, 245, 247, Breton), 13». Voyages d'Ibn Batoutah, Mecmuası (F. Köprülü), 226.
159, 239. Ziyaeddin, 407. Ziyâ'ü'd-Din
205, 305. 31» 141. Voyage dltalie et du Levant (Stoc- Yeni. Fikir Mecmuası, (A. Tevhid), 226. Baranı, 141. Zolton, Gambocz, 114, 173.
Uygurlarda Hukuk ve Mâliye Istılahları, hove), 119. Voyage du chevalier Ymanç, Mükrimin Halil (naşir ve tarihçi), Zotenberg (mütercim), 163. Zoubdat Kascf
Türkiyat Mecmuası (A. Caferoğlu), Chardin en 154, 161, 243. el-mamâlik (nşr.
13. Perse (nşr. Langles), 118, 134,
Yuan-C'ao pi-şe (Cengiz devri kay- Ravaisse), 154, 297. Zubdetü'n-Nusre
270. Voyage du patriarche Macaire d'
^^— Ü — naklarından), 199. (el-Bondarî), 305. Zwei Stiftungsurkunden
Antioche, 119. VuUers (mütercim),
Yusuf Hass Hâcib, 93, 296. des Sultan Mehmed II Fâtih (Tahsin Öz),
Über die türkischen namen einiger 158, 159, 258.
Yüan-Shih Ch'ang-Ch'ing-chi, 124. 329. Zwei uıgurische Runnenschriften
Grosskatzen, Keleti Szemle (Bang),
(Ramstedt), 248.
114. —W—
Ülkü Mecmuası, 67, 131, 231. —Z—
Üss-i Zafer (Es'ad Efendi), 399. Wakf mad. (Encyclopedie de l'Is-lam), Düzeltme: 290. sayfa, 2. satırı aşağıdaki
312, 3% 363, 407. Zafer-nâme (Şerefü'd-Dîn Yezdî), 100, 116, şekilde düzeltir, özür dileriz:
VVakap mad. (Encyclopedie de l'Is-lam, 138, 167, 169, 202, 221, 243, 250,
—y— «nında aynı kimsenin hâ-
zeyl, Kern), 407.. 280, 305. cip ve vezir sıfatlarını-
Vahit Destgerdî (naşir), 167, 286. Wei-shu, 128. Zâhir-i Faryâbî, 65, 120, 190. taşıdığım görüyoruz
Vakıf mad. (İslâm Ansiklopedisi; B. Wellhausen, 261. Zaki Mohammed, 221, 288. (Mesâlikü'i-
Yediyıldız), 355. Wieger, L., 82, 180. Zamaria, L., 408.
Vakıflar (Ali Himmet Berki), 333, 405. Wiet, G., 270, 314, 4127. Zapis. Vostoç. otdel. İmp. rus. ar-cheol.
Vakıflar (nşr. Evkaf Umum Müdürlüğü), Wülaumez, Vice-aıniral (lugatçi), 205. obşç. (İnostrantsev), 128.
390. Wittek, P., 37, 38, 41.
Vakıflar Dergisi, 322, 324, 355 356, 369, Wolff, FritE, 164, 167.
375, 404, 413. Worms, 108, 362, 407.
Vakıflar Galerisi Hakkında Muhtasar Wright ve de Goeje (naşirler*, 347.
İzahat, 390.
Vakıflar Kanunu (2762 numaralı, 1935),
— Y—
390. .
Vakıf Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Y.M. Delavor, 406. Y-a-t-U eu Moyen-
Tarihî Tekâmülü, Vakıflar Dergisi (F. Âge byzantin (Iorga), 34.
Köprülü), 257.
Vambery, 237, 288.

You might also like