Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 307

l<tTABIN ÜRİJİNAL Anı

THE WINTERmJEEN

YAYIN HAıcwu
AKCALI TELiF HAKLARI AJANSI
ALTIN KİTAPLAR YAYINEVI
VE TİCARET A.Ş. ©

KAPAK DüZENl
SELÇUK ÖZDOCiAN

BASI<I
1. BASIM/ MART 2006
AKDENİZ YAYINCILIK A.Ş.
Maıbaacılar Siıesi No: 83
Bağcılar - İstanbul

BU KİTABIN HER TÜRLÜ YAYIN HAKLARI


FİKİR VE SANAT ESERLERİ YASASI GERECİNCE
ALTIN KiTAPLAR YAYINEVi VE TİCARET A.Ş.'YE AİTTİR.

ISBN 97S - 21 - 0689 - 7

ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ


Cellil Ferdi Gökçay Sk. Nebioğlu lşhanı
Cağaloğlu - İstanbul

Tel: 0.212.513 63 65 / 526 80 12 ,


0.212.520 62 46 / 513 65 18
Faks: 0.212.526 80 11

http://www.altinkitaplar.com.u
info@altinkitaplar.com.U

ifıL·. 1 .

.
,.
BORIS
AKUNIN
KAR - -

KRALiÇESi
TÜRKÇESİ
ÇiGDEM ÖZTEKİN
Ya.zann Yayınevimizden Çıkan Kitabı

TÜRK HAMLESİ
Kar Kraliçesi

İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ BÖLÜM
Pervasız bir meydan okumadan söz edilirken/ 7
İKİNCİ BÖLÜM
Tamamen konu�mayla dopdolu bir bölüm/ 28
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
B�ka bir öğrenci onaya çıkıyor/ 37
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Güzelliğin kar�ı konulamaz gücünden söz ederken/ 50
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kahramanlarımızı ne gibi tatsızlıklar bekliyor? / 70
ALTINCI BÖLÜM
Gelecekten gelen adam ortaya çıkıyor/ 85
YEDİNCİ BÖLÜM
Pedagojinin önemi ortaya çıkıyor/ 100
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Maça vale en uygunsuz zamanda ortaya çıkınca/ 115
DOKUZUNCU BÖLÜM
Fandorin'in mesleğinde yeni ufuklar beliriyor/ 127
ONUNCU BÖLÜM
Mavi bir portföyün önemi anla§ılıyor/ 143
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Çok uzun bir gecenin maceraları anlatılıyor / 162

5
Boris Akunin

ON İKİNCİ BÖLÜM
Kahramanımız başının üstündeki haleyi keşfediyor / 192
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
25 Haziran'ın olayları anlatılıyor / 210

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hikayenin yönü tamamen değişiyor / 233
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Doğru soluk almayı bilmenin yaşamdaki önemi belirgin şekilde
anlaşılıyor / 253
ON ALTINCI BÖLÜM
Elektriğin gelecekte çok önemli olacağı ortaya çıkıyor / 270
SON BÖLÜM
.
Kahramanımız gençliğe veda ediyor / 289
Yazar üzerine / 303

,,
Kar Kraliçesi

B İ R İNCİ B ÖLÜM
Pervasız bir meydan okumadan söz edilirken

13 Mayıs 1876 yazı andıran sıcaklıkta bir ilkbahar günü, öğle­


den sonra saat tam on beşte Alexander Bahçeleri'nde bulunanlar
hiç beklemedikleri bir anda tüm kuralları altüst eden, duyulmadık
görülmedik bir olaya tanık oldular.
O saatlerde son derece seçkin, saygın bir topluluk parkın he­
nüz açmış leylaklarla çevrelenmiş yollarında kırmızı lale tarhları
arasında geziniyordu: Güneşten korunmak için dantelli şemsiyeler
taşıyan bayanlar (yüzlerinde çil oluşmasını engellemek için), bahri­
yeli giysileri içindeki çocuklarla bakıcıları ve o günlerde moda olan
İngiliz tipi spor ceketli veya kareli yünlü etekli gençler tatlı bir
uyuşukluk içinde dolanıyor, etrafı seyrediyorlardı. Ortamda hiçbir
olumsuzluk sezilmiyordu. Aksine ilkbaharın mis kokularıyla dop­
dolu aydınlık atmosferi tembel bir hoşnutluk ve huzurlu bir avare­
likle dopdoluydu. Güneş pırıl pırıldı, gölgedeki banklarda oturan­
lar vardı.
Yapay mağaradan pek uzak olmayan ve Neglinnaya Soka­
ğı'nın girişine bakan, manejin sarı duvarlarının önünden başlayan
çalılıkların oluşturduğu çitin üstündeki banklardan birinde iki ka­
dın oturuyordu. Bunlardan biri henüz çok gençti; (hatta ona kadın

7
Boris Aknnin

yerine genç kız demek daha doğru olacaktı) maroken deri ciltli bir
kitap okuyor, yalnızca arada sırada düşünceli bir halde çevresine
bakınıyordu. Ondan çok daha yaşlı olan diğeri ise oldukça kaliteli,
lacivert yünlü bir elbise ve kısa topuklu bağcıklı ayakkabılar giy­
miş, harıl harıl kirli pembe bir şeyler örüyor, bu arada başını bir
sağa bir sola çeviriyor, gözünden önemli olabilecek hiçbir şeyin ka­
çamayacağı şekilde ani bakışlarla çevreyi kontrol altında tutuyor­
du.
Dolayısıyla dar kareli pantolonlu, beyaz yeleğinin üstüne giy­
diği ceketi sıkı sıkıya iliklemiş, geniş kenarlı İsviçre şapkası takmış
delikanlının gözüne takılması hiç de sürpriz değildi. Delikanlının
parktaki yürüyüşü gerçekten garipti, kendini göstermek ister gibiy­
di. İkide bir duruyor, birilerini ararmışcasına etrafına bakınıyor,
sonra tekrar birkaç adım atıyor ve hemen tekrar duruyordu. Bu tu­
haf genç adam bakışlarını birden banktaki bayanlara yöneltti ve
ani bir kararla yanlarına gitti. Tam bankın önünde durdu ve genç
kıza dönüp abartılı bir sesle bağırarak konuşmaya başladı.
"Sayın bayan! Size hiç dayanılmaz bir güzelliğiniz olduğunu
söyleyen olmuş muydu?"
Gerçekten büyüleyici denecek kadar güzel olan genç kız kar­
şısındaki bu küstah delikanlıya şaşkınlık içinde bakıyordu. Çilek
pembesi minik dudakları korkuyla aralanmıştı. Daha yaşlı olan re­
fakatçısı da bu saygısızlık karşısında donakalmıştı.
"Size ilk bakışta hayran oldum, yıldırım çarpmışa döndüm!"
diye saçmalamayı sürdürdü yabancı genç adam. Aslında çirkin bir
genç değildi; yandan modaya uygun şekilde ayrılmış saçları, geniş
aydınlık alnı, heyecanla parlayan kahverengi gözletiyle yakışıklı bi-
'

8
Kar Kraliçesi

le sayılabilirdi. "Lütfen izin verin, o güzel yüzünüze bir öpücük


kondurayım, tamamen kardeşçe bir öpücük!"
"Siz sarhoşsunuz, ne dediğinizi bilmiyorsunuz!" diye olayı pro­
testo eden örgü ören kadının şivesinden Alman kökenli olduğu an­
laşılıyordu.
"Aşk sarhoşu, başka bir şey değil!" diye yanıtlayan küstah genç
aynı doğal olmayan, abartılı konuşma tarzıyla genç kızı sıkıştırmayı
sürdürdü.
"Yalnızca bir öpücük... yoksa kendimi öldürürüm."
Genç kız bankın köşesine iyice büzüşmüş; kaskatı oturuyordu.
Güzel yüzü koruyucusuna dönüktü. Yaşlı kadınsa içinde bulunu­
lan zor duruma rağmen soğukkanlılığını kaybetmemişti.
"Haydi hemen kaybolun! Gidin hurdan! Sarhoşsunuz siz!" diye
bağırdı ve örgüsünün şişlerini bir silah gibi tehdit edercesine yaban­
cıya doğru salladı. "Hemen gidin, yoksa park bekçisini çağıracağım."
İşte tam o anda hiç umulmayan oldu.
"Demek beni kovuyorsunuz!" Genç adam tamamen yapmacık
bir sesle haykırarak, gözlerini sanki tiyatroda rol yaparcasına abar­
tılı bir şekilde koluyla kapattı. Sonra bir anda ceketinin iç cebin­
den parlak siyah, küçük bir tabanca çıkardı ve yüksek bir sesle ko­
nuşmaya başladı.
"Artık yaşamamın ne anlamı var? Bir tek sözünüz 'yaşamam'
için yeterli. Ve bir tek sözünüz de 'ölmem için'! Yalvaran bakışlar­
la bankın üzerinde oturan genç kızın yanına gitti. Kız o anda bir
canlıdan çok ölüyü andırıyordu. "Susuyorsunuz! Öyleyse size uzun
bir ömür dilerim!"
Elbette ki bu arada elinde tabancayla ortalıklarda dolaşıp ba­
ğıran biri etraftakilerin dikkatini çekmişti. Yakınlarda olan kişiler

9
Boris Akunin

-elinde yelpaze olan toplu bir kadın, boynunda St. Anne tarikatı­
nın hacını taşıyan bir adam, aynı kahverengi elbiseleri ve pelerinle­
ri giymiş iki manastır okulu öğrencisi- oldukları yerde kalakalmış,
olanları izliyorlardı. Hatta olanlar çitin dış tarafındaki kaldırımda­
ki bir öğrencinin de dikkatini çekmişti. Bu skandal sahnenin bir
tek sözcükle en kısa sürede biteceği bekleniyordu.
Ne var ki daha sonra olanlar öylesine hızlı gerçekleşti ki kim­
se müdahale edemedi.
"Öyleyse tamam!" diye bağıran sarhoş (veya uyuşturucu almış)
genç adam, tabancayı tutan elini garip bir şekilde başının üstüne
kaldırdı, tabancanın emniyetini açtı, topu bir kez çevirdi ve namlu­
yu şakağına dayadı.
Bu arada cesur Alman kadın bozuk bir Rusçayla mırıldanıyor­
du. "Soytarı! Sarhoş serseri!"
Zaten solgun olan yüzü yeşile çalan bir sarı renge dönüşen
delikanlı alt dudağını ısırdı ve gözlerini kapattı. Bu arada genç kız
da her ihtimale karşı gözlerini yummuştu.
Yaptığı doğruydu! Böylece korkunç bir olaya tanık olmaktan
kurtulmuştu. O anda tabancanın ateş almasıyla beraber intihar
eden delikanlının başı yana düştü ve sol kulağının hemen üstünde­
ki mermi deliğinden zayıf, beyaz-kırmızı bir su fışkırdı.
Daha sonra olanları sözlerle anlatmak çok güç. Alman kadın
çevredekilerin bu inanılmaz olaydaki tanıklıklarını garantilemek
istermişcesine panik içinde etrafa bakındıktan sonra çığlıklar atan
öğrenci kızlar ve şişman kadının kulakları delen haykırmalarına
yeni bir ses tonuyla bağırarak katıldı. Genç kız ise bankın üzerine
boylu boyunca uzanıp bayılmadan önce bir an için gözünü açmış,
olanları görmüştü. Her taraftan olay yerine koşuşa,nların aksine çi-

ıo
Kar Kraliçesi

tin gerisindeki öğrenciyse, bütün bu olanlara dayanamayacağını


hissettiğinden olsa gerek, aceleyle sokağın karşısına geçerek, Mok­
hovaya yönünde uzaklaştı.

Moskova Polis Merkezi Cinayet Masası Müdürü Dedektif Xavi­


er Feofilaktovich Grushin, derin bir nefes aldıktan sonra önceki gü­
ne ait suç dosyalarını sol tarafındaki "görüldü" yazan Icağıt yığınının
üzerine bıraktı. Altı bin yüz nüfuslu şehrin yirmi dört polis bölgesin­
den hiçbirinde yüksek emniyet güçlerinin katılmasını gerektiren bir
olay olmamıştı. Sarhoş iki fabrika işçisi arasında taraflardan birinin
ölümüyle sonuçlanan bir kavga (suçlu daha hemen orada suç mahal­
linde tutuklanmıştı), iki taksi soygunu (bununla da yerel karakollar
başa çıkabilirdi), Rus-Asya bankasının kasasından kaybolan yedi bin
sekiz yüz elli üç ruble ve kırk yedi kopek (bu da tam mali şubeden
Anton Semjonovich'e göre bir işti) olayların hiçbiri üzerinde durma­
ya değecek gibi değildi. Neyse ki son zamanlarda cep hırsızlığı, kap­
kaç, kendini asan hizmetçiler, sokağa bırakılmış bebeklerle ilgili ra­
porları Grushin'in bölümüne göndermekten vazgeçmişlerdi; bunlar
"o günün şehirdeki polisiye olaylan raporunda" toplanıyor ve öğle­
den sonraları karakollara dağıtılıyordu.
Xavier Grushin huzurla esnedikten sonra okuma gözlükleri­
nin üzerinden on dördüncü dereceden sivil memur ve yazman olan
Erast Petrowitsch Fandorin'e baktı. Delikanlı saygıdeğer emniyet
müdürü için düzenlenen haftalık raporu üçüncü kez yazıyordu. Zi­
yanı yok, diye düşündü Grushin, çekirdekten yetişip angaryaya alış­
masında yarar var, ileride bunun için bize çok teşekkür edecek. Saygı­
değer üstada son günlerin modasına uygun çelik uçlu bir kalemle yaz­
maya çalışmıştı üstelik. Yoo hayır, dostum, zamanına acımayıp eski

11
Boris Akunin

geleneksel usulde tüy kalem kıılla11malı, tezyinatlı olarak yazmalısın.


Saygıdeğer Üstat, Çar 1. Nicholas zamanında bu göreve getiri/mi§
olup disipline ve bürokratik kurallara çok önem verir.
Xavier Grushin yeni tayin edilen bu genç hakkında en ufak
bir kötü düşüncesi bile yoktu; aksine ona bir baba şefkatiyle yakla­
şıyordu. Delikanlının zor günler geçirmiş olduğu, kaderin sillesini
yediği bir gerçekti. On dokuz yaşında hem öksüz, hem yetim kal­
mıştı; aslında annesini küçük bir çocukken kaybetmişti, çok sinirli
bir insan olan babası ise tüm servetini havadan projelerde kaybet­
tikten sonra yakın tarihte öbür dünyaya göçmüştü. Aslında adam
demiryolu patlamasıyla zengin olmuş, bankacılıktaki patlamayla
tüm servetini yitirmişti. Yılbaşı sıralarında ülkedeki ticari bankala­
rın birbiri ardından iflas etmesi ve en güvenilir senetlerin bir gece­
de tüm değerlerini yitirmesinden dolayı dilenecek hale gelen zen­
gin, dürüst insan sayısı hiç de az değildi. İşte, emekli teğmen Fan­
dorin de bu dönemde kalp krizi geçirmiş ve oğluna karşılığı olma­
yan bonolar bırakarak öte dünyaya gitmişti. Aslında delikanlı liseyi
bitirip üniversiteye gidecekti ama bunun yerine baba ocağından
sokağa atılmış ve kendi hayatını kazanmak zorunda kalmıştı. Xavi­
er Grushin sıkıntıyla içini çekti. Delikanlı üniversitedeki katiplik
sınavını birincilikle başarmıştı (böyle iyi yetiştirilmiş bir genç için
bu hiç de zor olmamalıydı) peki ama niçin adalet bakanlığında ve­
ya istatistik enstitüsünde görevlendirilmemişti. Poliste ne işi vardı?
O anda kafasında romantik hayaller dans etmeye başladı; belki de
burada gizemli Caududals yakalamayı umuyordu. Grushin esefle
başını salladı, hayır sevgili çocuk, gizemli cinayetleri biz çözümle­
meyiz, burada ancak oturmaktan pantolonumuzun arkasını parla­
tır veya sarhoşken karısını ve üç çocuğunu baltayla doğrayan va­
tandaş Schmerbauch'un sorgulama zabıtlarını tutapz, o kadar!

12
Kar Kraliçesi

Genç Fandorin henüz �ç haftadır Cinayet Masası'nda görev


yapıyordu; eski bir kurt ve deneyimli bir polis olan Xavier Grushin
delikanlının bu işte önemli bir gelişme sağlayamayacağından emin­
di. Çok nazik yetiştirilmiş, yumuşak bir insandı. Grushin daha ilk
haftada göreve giderken onu da yanına almış (Tüccar Krupno­
va'nın kansının kafasının kesilmesi vakası), olay yerinde cesedi gö­
ren Fandorin sapsarı kesilmiş, duvar diplerinden süzülerek dışarı
kaçmanın yolunu aramıştı. Aslında hakkı yok da değildi; görüntü
dayanılacak gibi değildi: Kadının boynu bir kulağından diğerine
kesilmiş, dili dışarı sarkmış, gözleri de yuvalarından fırlamıştı, üs­
telik de kafası bir kan gölünün içinde yüzüyordu. Grushin ise so­
ruşturmayı kendisi yürütüp raporu da tutmak zorunda kalmıştı.
Üstelik de bu çözülmesi hiç de zor olmayan bir cinayetti. Evin ka­
pıcısı Kuzykin'in ürkek bakışları Grushin'e onun katil olabileceğini
hemen anlatmış ve tecrübeli dedektif onu hemen orada gözaltına
almıştı. Kuzykin iki haftadır gözaltında tutulmasına rağmen, cina­
yeti işlediğini reddediyordu. Ancak bu inadın ona hiçbir faydası ol­
mayacak, nasıl olsa itiraf edecekti. Başka birinin katil olması düşü­
nülemezdi bile, otuz yıllık deneyimiyle Grushin katilin kokusunu
aldığından emindi. Fandorin'e gelince, bürodaki işler için biçilmiş
kaftandı: Zeki ve becerikliydi, ,hatasız yazıyor, yabancı dil biliyor,
çevresine karşı davranışlarım ayarlamayı, nazik olmayı başarıyor­
du. Bir ay önce yazmanlık görevine son verilerek, Khitrovka Kara­
kolu'nda alt bir göreve atanan koca burunlu ayyaş Trofimov'dan
çok farklıydı. Acaba orada da kafayı çekip amirlerine karşı küstah
davranışlar sergiliyor muydu?
Grushin parmaklarını durmadan sıkıntıyla standart, keten bir
masa örtüsünün serili olduğu masasının üstünde oynatıyordu; ne­
den sonra cebinden köstekli saatini çıkararak baktı. Neyse, daha

13
Boris Akunin

öğle yemeğine çok vardı; Moskova Haber gazetesinin en son sayısı­


nı alarak ciddiyetle okumaya koyuldu.
"Bakalım bugün bizim için ne sürprizler var?" diye yüksek ses­
le sordu. Genç katip nefret ettiği kaz tüyü kalemi elinden bıraktı.
Biraz sonra patronunun başlıkları yüksek sesle okuyarak yorumlar
yapacağını biliyordu. Bu Xavier Feofilaktovich Grushin'in küçük
alışkanlıklarından biriydi.
"Şuna bakın, Bay Fandorin, başsayfada en göze çarpan yer-
de!"

AMERİKA'DAN SON YENİLİK:


LORD BYRON KORSE

Gerçek balina kemiğinden


İnce görünmek i$tıryen erkekler için
GENİŞ OMUZLAR, DAR KALÇALAR
GERÇEK ERKEK VÜCUDU İÇİN

"Üstelik büyük harflerle manşette! Hemen altında küçücük


harflerle yazılan habere bakın:

ÇAR EMS KAPLICALARINA GİDİYOR.

''Tabi, Lord Byron korsesinin yanında çar kimi ne ilgilendirir


ki il

Xavier Grushin'in homurdanmalarına yazmanın tepkisi çok


tuhaftı. Utanmışa benziyordu, yanakları kızarmıştı. Genç kızların­
kini andıran kıvrık kirpiklerini suçluymuşçasına kırpıştırıyordu.
Kirpiklerden söz etmişken, Erast Fandorin'in dış görünümünü bi­
raz tanımlamak iyi olacak sanırım: özellikle de çok yakında öğre­
neceğiniz birçok korkutucu ve şaşırtıcı olayda oynayacağı rol göz
Kar Kraliçesi

önüne alınınca! Fandorin simsiyah saçlı (bundan gizli bir gurur


duymaktaydı), masmavi gözlü (ah, keşke bunlar da siyah olsaydı),
uzun boylu, soluk benizli, istememesine rağmen çabucak kızarma­
sını engelleyemediği çıkık elmacık kemikleri olan, sevimli, yakışıklı
bir gençti. Daha iki gün önce maaşının üçte birini yukarıda sözü
geçen, çok övülen ortopedik malzemeye vermiş ve hemen ertesi
gün de Lord Byron korsesini giyerek, güzellik uğruna her sıkıntıya
katlanmayı kabullenmişti. O anda ise akıllı ve deneyimli biri olan
amiri Xavier Grushin, Fandorin'in dik duruşundan durumu seze­
rek (tamamen yanılıyor olsa da), kendisiyle alay ettiğini düşün­
müştü.
Bu arada Cinayet Masası dedektifi okumayı sürdürüyordu:

BULGARİST AN'DA TÜRK BAŞIBOZUKLARIN VAHŞETİ

Bu öğle yemeğinden önce okunacak şey değil...

LIGOVKA'DA PATLAMA

St. Petersburg'taki muhabirimizden öğrendiğimize göre


dün sabah 6.30 sıralarında Znamenskaya'da ticaret müsteşarı
Vartanov'un kiralık evinde dördüncü katın tamamen mahvol­
masına yol açan bir patlama oldu. Olay yerine giden polis
ekipleri genç bir adamın tanınamayacak haldeki cesediyle
karşılaştılar. Ölenin Doçent P. olduğundan kuşkulanılmakta.
Öğrenildiğine göre P .'nin evinde bir tür gizli kimya laboratu­
varı bulunmaktaymış. Gizli Servis'ten (Üçüncü Şube) Hükü­
met Müsteşarı Brilling terörist-nihilist bir örgütün isteği üze­
rine burada çeşitli silahlar (saatli bombalar ve cehennem ma-

15
Boris Akunin

kineleri denilen türde) yapılmakta olduğundan kuşkulanıldı­


ğını açıkladı. Araştırmalar henüz sürmekte.

"Tanrı'ya şükür, St. Petersburg'ta değiliz!"


O anda Fandorin'in gözlerinde beliren pırıltıdan amiriyle aynı
düşüncede olmadığı anlaşılıyordu. Yüz ifadesi düşündüklerini an­
latıyordu: Başkenttekilerin hiç değilse yapacak doğru dürüst işleri
var. Bombacıların peşine düşmek doğru dürüst bir tek konudan bi­
le bahsedilmeyen evrakları on defa tekrar tekrar yazmaktan çok
iyi...
"Her neyse!" diye mırıldanan Xavier Grushin aceleyle gazete­
nin sayfalarını çevirdi. "Bakalım yerel haberlerde neler vaI? "

MOSKOV A'DA İLK AST AIR YETİŞTİRME YURDU

Yardımseverliğiyle tanınan İngiliz Lady Astair'in gayret


ve destekleriyle dünyanın birçok ülkesinde kimsesiz erkek ço­
cuklarının yetiştirilmesi amacıyla yaptırılan örnek Astair evle­
rinden bir tanesinin de, altın kubbeli şehrimizde faaliyete ge­
çirilmiş olduğunu muhabirimiz Lady Astair'le yaptığı çok özel
bir röportajda öğrenmiştir. Yaklaşık bir yıldır Ru�a'da faali­
yetlerini sürdüren Lady Astair ilk Astair Yetiştirme Yurdu'nu
St. Petersburg'ta açtıktan sonra şimdi de Moskova'daki kim­
sesiz erkek çocukları mutlu etmek ...

Hımın, hımmm... Moskova'Iılar ona minnettardırlar... Peki ama


sorabilir miyiz, bizim yardımsevcrlerimiz, Astair1erimiz nerde?...
Tanrı kimsesiz çocukları korusun... Ama bu kadarı yeterli. Bu haber
de ne?

l6
Kar Kraliçesi

PERVASIZ DAVRANIŞLAR

"Aah, işte bu ilginç.

Dün Alexander Bahçelcri'nde meydana gelen üzücü bir


olay gençler arasında pervasızlığın ne denli yaygınlaştığını
açıkça göstermiştir. Parkta dolaşanların gözleri önünde Mos­
kova Üniversitesi'nden, milyonların tek varisi, yirmi üç yaşının
baharında bir genç kendini vurmuştur.
Görgü tanıklarından öğrenildiğine göre hiçbir anlam ve­
rilemeyen olaydan hemen önce genç çevredekilere sataşmış,
kabadayılık etmiş ve tabancasıyla gösteri yapmıştır. Önceleri
yaptıkları sarhoş olduğu düşünülerek ciddiye alınmamış, an­
cak N. şaka yapmadığını göstererek başına nişan almış ve he­
men oracıkta ölmüştür. İntihar edenin cebinde bulunan ateist
nottan N.'nin gerçekleştirdiği bu intihar olayının bir anlık cin­
net veya öfke nöbetine bağlanamayacağı anlaşılmıştır. Böyle­
ce son günlerin yeni modası anlamsız intihar salgınının St. Pe­
tersburg'tan sonra Moskova'da da yayılmaya başladığı anlaşıl­
maktadır. Bu ne anlayış, bu nasıl günler, diye bağırmak geli­
yor �anın içinden. Nasıl bir bunalım, nasıl bir inançsızlık ve
nihilizm bu pırlanta gibi gençleri ölümleriyle gösteri yapmaya
itebilir? Kendi yaşamlarına bu kadar az değer veren bu "Bru­
tus'lerimizden" başkalarına, onlardan daha değerli insanlara
biraz olsun saygı göstermelerini nasıl bekleyebiliriz? Bu konu­
yu değerli yazarımız Fyodor Mikhailovich Dostoyevski'nin
mayıs ayında yayımlanan Yazann Günlüğü adlı yeni kitabında
şu sözlerle betimliyor: "Siz iyi, değerli, saygın insanlar (evet,
evet, bu sizsiniz!) nereye gidiyorsunuz, sizi bu ışıksız ve hava-

17 F:2
Boris Akunin

sız mezara çeken ne? Bakın, havada ilkbahar güneşi parlıyor,


ağaçlarda tomurcuklar patlıyor, ama siz hiç yaşamaya başla­
madan yaşamdan yorulmuşsunuz!"

Xavier Grushin okuduklarından duygulanmıştı, burnunu çe­


kerek yardımcısını süzdü. Ve onun bu duygusallığını fark etmedi­
ğini umarak, daha sakin bir sesle konuşmasını sürdürdü. "Vesaire
vesaire... Aslında bunun zamanla filan ilgisi yok. Bunda şaşılacak
ne var! Eski bir Rus atasözü şöyle der: 'Eşeğin keyfi yerine gelince
buzda yürümeye çalışır!' Milyonların varisi! Kim acaba? Şu kara­
kol polisleri, kafasızlar, her önemsiz ayrıntıyı raporlarına doldu­
rurlar, yalnızca önemli olanı yazmazlar. Yine toplu haberleri bek­
lememiz gerekecek. Aslında tabi bizim bu konuda yapabileceğimiz
bir şey yok: Tanıklar önünde intihar... Yine de biraz daha ayrıntılı
bilgimiz olsa iyi olacaktı. Alexander Bahçeleri hurda tam şehrin
ortasında, ikinci bölgede! Biliyor musunuz, Erast Petrowitsch,
bence hemen Mokhovaya'ya gitmeniz çok doğru olacak. Konuyu
bir de sizin incelemenizde fayda görüyorum, üstü kapalı bir soruş­
turma gibi bir şey yapmanızı bekliyorum. Bu N.'nin kim olduğunu
öğrenin. Aynca şu intihar mektubunun da bir kopyasını edinin ki
akşam yemeğinde Yevdokia Andreevna'ya açıklayabileyim, bu tür
duygusallıklardan çok hoşlanır. Yalnız lütfen beni bekletmeyin,
olabildiğince çabuk dönün."
Bu son sözler, mumlanmış bezden örtü serili masasından kal­
karken, acelesinden görev şapkasını takmayı bile unutan yazman
dedektif adayının neredeyse arkasından söylenmişti.

18
Kar Kraliçesi

Söz konusu karakolda genç Cinayet Masası elemanı doğruca


amirin odasına alındı. Ancak amir deneyimli biriydi; gelenin yük­
sek dereceden biri olmadığını görünce bizzat konuşmayı gereksiz
görerek yardımcısını çağırdı.
"Lütfen lvan Prokofıevich'i izleyin, o size yardımcı olacak!"
diye belirtti yumuşak bir ses tonuyla. (Gelen bir çaylak da olsa da­
ha üst seviyede bir kuruluşun adamıydı.) "Size gerekli olan tüm ev­
rakları gösterip olayı anlatabilir. Kendisi dün ölen adamın daire­
sindeydi. Ayrıca lütfen Xavier Feofilaktovich'e saygılarımı iletmeyi
unutmayın."
Fandorin yüksek bir yazı masasının başına oturtuldu ve önüne
kalın bir dosya klasörü kondu:

SORUŞTURMA RAPORU
Pyotr Alexandrov KOKORIN intihar dosyası
Yirmi üç yaşında, Moskova Kraliyet Üniversitesi Hukuk
Fakültesi öğrencisi Düzenleme tarihi: 13 Mayıs 1876 Kapan­
ma tarihi: . ./.../18...
.

Fandorin heyecandan titreyen parmaklarıyla klasörün iplerini


çözdü.
"Alexander Artamonovich Kokorin'in tek oğluymuş." Sıska
denecek kadar zayıf, uzun boylu, basık suratlı oldukça kıdemli bir
polis memuru olan Ivan Prokofievich bu arada bildiklerini açıkla­
maya başlamıştı bile. " İhtiyar hatırı sayılır zenginlerdenmiş. Fabri­
katör! Üç yıl önce ölm�. Tüm servetini oğluna bırakmış. Rahat
bir öğrencilik hayatı sürebileceği gibi yaşamının bundan sonrası da
garantideymiş. Bu adamların isteği ne? Hiç anlayamıyorum."

19
Boris Akunin

Fandorin başını salladı. Bu sözlere ne yanıt vereceğini o da


bilmiyordu. Bunun yerine tanık ifadelerini okumaya girişti. Yakla­
şık bir düzine kadar ifade vardı. Ancak bunların en ayrıntılısı hiç
kuşkusuz eyalet mahkemesi başkanının kızı on yedi yaşındaki Eli­
zaveta von Evert-Kolokoltseva ve Alman bakıcısı, kırk sekiz yaşın­
daki Emma Pfühl'e aitti. İntihar eden tetiği çekmeden onlarla ko­
nuşmayı denemişti. Fandorin'in raporlardan diğer okuduklarını ise
okuyucu zaten biliyor; tüm tanıklar aşağı yukarı aynı şeyleri söyle­
mişlerdi. Ancak abartanlar da yok değildi; tabi herkes olayı kendi
bakış açısına göre anlatmıştı. Bazıları oğlanın bakışlarını görünce
kötü bir şeyler olacağını hemen hissettiklerini söylemişlerdi. ("Çıl­
gınca bakan gözlerini gördüğümde damarlarımda kanımın dondu­
ğunu hissettim," diyen, eski maslahatgüzar Khokhryakova'nın kan­
sının soruşturmanın ileri aşamalarında intihar eden delikanlıyı yal­
nızca arkadan gördüğü ortaya çıkmıştı.) Bazı tanıklarsa o anda
mavi gökyüzünde çakan bir şimşekten söz etmişlerdi.
Klasörün en altına açık mavi, armalı kırışık bir kağıt takılmış­
tı. Fandorin'in keskin gözleri hemen aceleyle yazıldığı belli olan,
düzensiz satırlara takıldı.

Ardımda kalanlara!
Bu mektubu okuduğunuzda ben sizlerden ayrılmış ve siz­
ler için yedi kapının gerisinde bir bilinmeyen olarak kalan
ölümün sırrına ulaşmış olacağım. Sizler yaşamaya ve korkula­
rınızla çile çekmeye devam ederken ben özgür olacağım. An­
cak şu anda olduğum ve bir zamanlar Danimarkalı bir prensin
de dediği gibi "hiçbir gidenin geri dönmediği o yerde" gerçek­
te hiçbir şey olmadığını da biliyorum. Başka fikirde olan varsa
beni izleyip denemesini öneririm. Hiçbirinizle herhangi bir

20
Kar Kraliçesi

sorunum yok, bu mektubu bırakmamın tek nedeni ise yanılıp


da, duygusal bir saçmalığın etkisinde kalarak intihar ettiğimi
düşünmemeniz! Dünyanızdan iğreniyorum ve bunun için ye­
terli nedenim var. Alçak, düşüncesiz biri olmadığımın belgele­
rini deri çantada bulacaksınız.
Pyotr Kokorin

Fandorin'in ilk düşüncesi mektubun heyecan veya stres altın­


da yazılmışa benzemediği oldu.
"Deri çanta derken neden söz ediyor?"
Ivan Prokofievich omuzlarını silkti. "Öyle bir şey bulamadık.
Düşünün bir defa, adam intihar edecek kadar çıldırmış. Kim bilir
belki de bir planı vardı, sonra vazgeçti veya unuttu. Genç adamın
aklı pek yerinde değilmiş anlaşılan. Tabancanın topunu yalnızca
bir kez çevirdiğini okudunuz, değil mi? Bu arada şarjörde de yal­
nızca bir tek mermi varmış. Altıda bir şans yani! Bana sorarsanız
gerçek amacı kendini öldürmek filan değildi, yalnızca biraz heye­
can, adrenalin peşinde koşuyordu -hani diyorlar ya ölümün solu­
ğunu ensesinde hissetmek- yani yediği yemekten daha çok tat ala-
bilmek, içtiği şarabın zevkini daha bir başka duyumsayabilmek
için." t

"Bir tek mermi mi? O zaman zavallı genç gerçekten çok şans-
sızmış!" Fandorin'in içi bir yandan ölen genç için sızlarken, bir
yandan da aklı bulunmayan deri çantaya takılmıştı.
"Nerde oturuyor? Yani evi nerde demek istiyordum... "
"Ostozhenka Caddesi'nde yeni lüks bir apartmanın sekiz odalı
dairesinde oturuyor, seçkin bir semt ve çok konforlu bir ev." lvan
Prokofievich elinde olmadan kendi düşüncelerini açıklamaya baş­
lamıştı. "Babası ona şehrin merkezinde Zamoskvorechie bölgesin-

21
Boris Akunin

de müştemilatıyla koskoca bir konak bırakmış, ama esnaf ve tüccar


kesiminin arasında yaşamak istememiş."
"Peki evde deri bir çanta bulunamadı mı?"
Elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan polis bu soruya
şaşırmıştı.
"Sizce evde arama mı yapmalıydık? Size açıkça belirttim, bu­
rası polislerin serbestçe dolaşmasına izin verilebilecek türde bir ev
değil, kendilerini tutamayıp zaaflarına yenik düşebilirler. Üstelik
ne işe yarayacak ki? Bölge karakolundan Başkomiser Egor Nikifo­
rich ölünün uşağına bile eşyalarını toplayıp gitmesi için yalnızca on
beş dakika verdi; üstelik de efendisine ait bir şeyi çantasına atama­
sın diye bir bekçinin gözetiminde. Daha sonra da evin kapısı mü­
hürlendi. Varisler belirlenene kadar da öyle kalacak."
Fandorin ilgiyle sordu. "Peki onlar kim?"
"İşte olayın bamteli de bu! Uşağın dediğine göre Kokorin'in
kardeşi yokmuş. Akraba olarak yalnızca maktulün kapının eşiğin­
den içeri girmelerine bile izin vermediği birkaç ikinci dereceden
kuzen ... Bu büyük servetin kime kalacağı şimdilik meçhul, anlaya­
cağınız!" Ivan Prokofievich derin derin iç çekti. "Düşüncesi bile
inanılmaz... Neyse bu bizim sorunumuz değil. Avukat veya vasiyet
sorumlusu yakında konuyu açıklığa kavuşturur. Daha adam öleli
yirmi dört saat bile olmadı; ceset hala bizim morgta. Egor Nikifo­
rich sanırım yarın dosyayı kapar, ancak ondan sonra işler yoluna
girer."
"Yine de çok ilginç!" diye mırıldandı genç Fandorin kaşlarını
çatarak. "Eğer biri ölüm anında deri bir çantadan söz ettiyse bu­
nun bir anlamı olması gerekir. 'Alçak, düşüncesiz' kelimelerinin de
bir anlamı olması gerekir. Ya çantada gerçekten önemli bir şey
varsa? Siz istediğinizi yapmakta serbestsiniz ama sizin yerinizde ol-
,

22
Kar Kraliçesi

sam evi tekrar iyice bir gözden geçirirdim. Bana öyle geliyor ki
böyle bir mektup bırakılmasının asıl amacı bu çantadan bahset­
mek! Eminim bunun arkasında çözülmeyi bekleyen bir sır var."
Fandorin kızardı; 'sır' kelimesini kullanmak çocukça bir heye­
canın ifadesi mi olmuştu? Ancak lvan Prokofievich bunda tuhaflık
gönnü§e benzemiyordu.
"Aslında doğru, hiç değilse çalı§ma odasındaki kağıtlara bakı­
labilirdi," diyerek hak verdi Fandorin'e. "Ama Egor Nikiforich'in
daima acelesi vardır. Sekiz ki§ilik bir ailesi var, bu yüzden bir an
önce inceleme ve soru§turmalardan kurtulup evine gitmeye çalı§ı­
yor. Ya§lı bir insan -emekliliğine yalnızca bir yıl kalmış- ondan da­
ha fazla ne beklenebilir ki ... Size bir önerim olacak, Bay Fandorin!
Belki de siz bu i§in pe§ini bırakrnayabilirsiniz? Be. raberce içeri ye­
niden göz atabiliriz. Ordan çıkınca ben mührü yenilerim, bu hiç
sorun değil. Egor Nikiforich konuyu görmezden gelecektir. Böyle
i§lere karı§tırılmamaktan hoşnut oluyor. Ona da bunun Cinayet
Masası'nın soru§turması olduğunu söylerim, ne dersiniz, sizce de
uygun mu?"
Fandorin, Ivan Prokofievich'in asıl amacının "§atafatlı" konu­
tu yeniden, yakından görebilmek olduğunu sezdi; mührü yenileme
fikri ise pek inandırıcı görünmese de o anda olayı incelemenin çe­
kiciliği de dayanılmaz boyuttaydı. Olay açıkça gizem kokuyordu...

Pyotr Kokorin'in büyük bir binadaki (Prechistenskie Kapı­


sı'nın yakınında lüks dairelerden oluşan büyük bir apartmanın bi­
rinci katı) dairesinin lüks dekoru Erast Fandorin'i pek o kadar et­
kilememi§tİ; kendisi de babasının cebinin parayla dolu olduğu geç-

23
Boris Akunin

miş günlerde buna yakın görkemli evlerde oturmuştu. Altındaki


kaide tamamen altın varak kaplama olan Venedik yapımı üç ar­
şın<"> yüksekliğindeki aynanın durduğu mermer antrede hiç oyalan­
mayarak, doğruca oturma odasına geçti. Burası yan yana dizili altı
pencereyle aydınlanan, rahat, geniş, ultra modern Rus stilinde dö­
şenmiş bir odaydı: Resimli sandıklar, duvarlarda meşe oyma röl­
yefler ve büyük bir çini soba hemen dikkat çekiyordu.
"Size muhteşem bir yaşamı olduğunu söylememiş miydim?"
Fandorin'in rehberi derin bir iç geçirmeyle hayranlığını belirtirken
her nedense fısıltı tonunda konuşuyordu.
Fandorin aynen, ilk kez av için ormana bırakılmış, çılgın gibi
sağa sola koşuşarak koku almaya çalışan, avını araştıran bir yaşın­
da genç bir Seteri andırıyordu. Başını hızla oradan oraya çeviriyor,
hiçbir şeyi gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Birden gözü hedefe
kilitlendi.
"Ordaki kapı, çalışma odasının mı?"
"Çok doğru, haklısınız!"
"O zaman ne bekliyoruz, haydi oraya bakalım.''
Deri çantayı bulmakta hiç zorlanmadılar; o kadar göz önün­
deydi ki ... Masif yazı masasının üstünde, malakit mürekkep hokka­
sı ve midye şeklindeki sedef kakmalı kül tablasının ortasında duru­
yordu. Fandorin sabırsızlıktan titreyen elleriyle deri çantayı açma­
ya fırsat bulamadan bakışları masanın en görünür yerine konmuş
olan gümüş çerçeve içindeki bir fotoğrafa takıldı. Fotoğraftaki
çehre öylesine etkileyiciydi ki genç adam bir an için deri çantayı fi­
lan unuttu. Bir Kleopatra'ydı fotoğraftaki kadın: Hafifçe profil­
den, gür saçlar, simsiyah iri gözler, uzun kuğu gibi bir boyun, insaf-

n Yaklaşık olarak 68 cm.'ye eşit olan uzunluk ölçüsü.

24
Kar Kraliçesi

sızlığını de veren, çevresini sürekli küçümsediğini anlatan dudak­


lar. Genç yazmanı en çok etkileyen ise, bu genç kızın yüzündeki
hiç umulmadığı kadar katı ve hükümran ifade, kendinden emin
duruştu. (Fandorin her nedense bunun evli bir kadına değil, genç
bir kıza ait bir fotoğraf olduğundan emindi.)
Hemen yanında duran Ivan Prokofievich fotoğrafa bakınca
dişlerinin arasından hafif bir ıslık çalarak, hayranlığını belirtti. "Ne
güzel kız! Acaba kim? Biraz izin verir misiniz ... "

Tereddüt etmeksizin çerçeveye uzanıp fotoğrafı çıkardı ve ar­


kasını çevirerek okumaya ba§ladı. Son derece güzel, yana yatık bir
el yazısıyla şunlar yazılmıştı:

Pyotr K. 'ya,
Ve Peter dışarı çıkıp acıyla hıçkırdı. Yüce sevgili, aşkını
inkar etme.
A. B.

"Şuna bakın, onu havari Peter olarak görüyor, herhalde ken­


dini de İsa'yla özdeşleştiriyor! Bu ne küstahlık!" Ivan Prokofievich
pis pis sırıttı. Acaba öğrencinin hayatına kıymasının nedeni bu
kahrolasıca yaratık mı? Ah, işte çanta da orda. Neyse, gelmemize
değdi, hiç değilse."
lvan Prokofievich çantanın kapağını açarak, Fandorin'in daha
önce de gördüğü açık mavi türde bir kağıt çıkardı. Kağıdın altında
bir noter mührü ve birçok imza vardı.
"Fevkalade!" diye haykırdı Ivan rahatlayarak. "İşte vasiyetna­
meyi de bulduk. Bakalım neler yazmış. Gerçekten merak ediyo-
rum."

25
Boris Akunin

Evraka göz gezdirmesi bir dakika sürdü. Bu süre bile Fando­


rin'e bir ömür kadar uzun gelmiş ancak yine de polis rehberinin
omzunun üzerinden bakıp kağıdı okumayı onuruna yedirememişti.
"Kuzenleri ve kuzinleri için kötü bir sürpriz olacak bu!" Ivan
Prokofievich anlaşılması olanaksız, kin dolu bir sesle haykırmıştı.
"Hak ettikleri hediyeyi alacaklar! Sevgili Kokorin onlara günlerini
göstermiş işte! Gerçek bir Rus davranışı bu! Yine de pek vatanse­
ver olduğu söylenemez ama! Alçak, düşüncesiz biri olmadığını
söylerken ne demek istediği de anlaşılıyor."
Fandorin merak ve sabırsızlıktan saygı ve nezaketi bir yana bı­
rakarak, kendisinden daha kıdemli olan refakatçısının elindeki ka­
ğıdı adeta çekerek aldı ve hemen okumaya başladı:

SON ARZUM VE VASİYE1NAMEM


Aşağıdaki imzanın sahibi olan ben, Pyotr Alexandrovich
Kokorin, bilincim ve aklım tamamen yerinde olarak kendi is­
teğimle tanıkların huzurunda ölümümden sonra mal varlığı­
mın aşağıda olduğu şekilde dağıtılmasını istediğimi bildiririm.
Umumi vekilim Bay Semyon Efimovich Berenson'da ay­
rıntılı dökümü bulunan tüm mal varlığımı, kimsesiz erkek ço­
cukların bakım ve eğitiminde kullanılmak şartıyla, İngiliz uy­
ruklu Lady Astair'e bırakıyorum. Sayın Bayan Astair'in bu pa­
rayı Rus yardımseverlerinden daha dürüst ve etkin bir şekilde
değerlendireceğinden eminim.
Bu benim son isteğim ve geri dönülmez, geçerli vasiyet­
namem olup yasal olarak da tüm gereklilikleri tamamlanmış­
tır. Ayrıca böylelikle daha önceki vasiyetnamelerim hükümsüz
kılınmıştır.

26
Kar Kraliçesi

Vasiyet gereklerini yerine getirmekle avukatım Semyon


Efimovich Berenson ve Moskova Üniversitesi öğrencilerinden
Bay Nikolai Stepanovich Akhtyrtsev görevlendirilmişlerdir.
Bu vasiyetname iki nüsha olarak düzenlenmiş olup bun­
lardan biri bana diğeri ise kasasında saklanmak üzere Bay Be­
renson'a teslim edilmiştir.
Moskova, 1 2 Mayıs 1876
PYOTR KOKORIN

27
Boris Akunin

İKİNC İ B Ö LÜ M
Tamamen konuşmayla dopdolu bir bölüm

"Siz ne söylerseniz söyleyin, bence bu işte bir tuhaflık var, Sa­


yın Xavier Grushin!" diye fikrini açıkladı Fandorin heyecanla. "Ba­
kın emin olun, bu olayın gerisinde önemli bir sır saklı." İnatla yine­
ledi. "Evet, bir gizem, mutlaka çözmemiz gereken bir sır! Bakın
anlatayım da, siz kendiniz karar verin: Bir defa kendini vurma şek­
li bile tuhaf, saçma. Şarjörde yalnızca bir tek mermi varmış, sanki
gerçekte kendini öldürmeyi istemiyormuş, gerçek amacı bu değil­
miş gibi ! Bu ne kötü talih? Topu çevirecek ve tek mermi, o da isa­
bet edecek! Sonra intihar mektubundaki ifadeye bakın. Onun da
tuhaf olduğunu kabul etmelisiniz. Alelacele sıkışık bir zamanda
yazılmış, ama tüm sorunların belki de en ciddisinden bahsediyor.
Evet, belki de sorunların en şeytancasından!" Fandorin'in sesinin
tonundaki değişim duygusal gerginliğini ortaya çıkarıyordu. "Size
bu sorundan daha sonra bahsederim. Şimdilik vasiyetnameye dö­
nelim? Ne dersiniz sizce de kuşku uyandmcı değil mi?"
"Size bu kadar tuhaf ve kuşkulu görünen ne?" diye mırıldanan
Grushin bir yandan can sıkıntısı içinde son yirmi dört saate ait "şe­
hirdeki polisiye olaylara ilişkin toplu raporun" sayfalarını çeviri­
yordu. Polise bilgi vermek üzere düzenlenen bu rapor eline genel­
likle öğleden sonranın ikinci yarısında ulaşıyordu. Zaten içinde ge-

28
Kar Kraliçesi

nellikle önemsiz, saçma olaylardan bahsedilir, ancak çok ender


hallerde ilgi çekici bir şey olurdu. Sonuçta Alexander Bahçele­
ri'ndeki olayla ilgili bilgiler de rapordaki yerini almış, ancak Grus­
hin'in de önceden tahmin ettiği gibi ayrıntılardan bahsedilmediği
gibi, intihar mektubunun içeriği de yazılmamıştı.
"Size şunu kesinlikle söyleyebilirim. Kokorin'in gerçekte ken­
dini öldürmeyi düşünmediğine ilişkin kuşkulara rağmen vasiyetna­
me, küstah ifadeleri bir yana bırakırsak, hukuken eksiksiz düzen­
lenmiş: Noter onayı, tanık imzalan, vasiyetnameyi uygulayacakla­
rın belirlenmesi, hepsi tamam." Fandorin parmaklarıyla maddeleri
sayıyordu. "Servet de hiç küçümsenir gibi değil, inanılmaz büyük­
lükte bir miras! Şimdilik öğrendiklerim: İki fabrika, üç işhanı, de­
ğişik şehirlerde evler, Libava'da bir tersane ve merkez bankasına
ait yarım milyon değerinde devlet tahvili."
"Yarım milyon mu?" diye sordu Xavier Grushin bir nefeste.
"İngiliz Lady gerçekten şanslıymış, hem de çok şanslı!"
"Evet, tam üstüne bastınız. Lady Astair'in bu olayla ilgisine
bir anlaı p verebiliyor musunuz? Olaydaki rolü ne? Niçin mirasın
tamamı ona kalıyor, başka kimse bir şey alamıyor? Onunla Koko­
rin arasında nasıl bir bağ vardı? İşte bunu açığa çıkarmalıyız."
"Bizim göz boyamacı yardımseverlerimize güvenmediğini yaz­
mış ya. Üstelik gazeteler de aylardır bu İngiliz kadını övüyor, bir
anlamda göklere çıkarıyorlar. Hayır, hayır, sevgili genç meslekta­
şım, asıl siz bana bir konuyu açıklar mısınız? Niçin sizin kuşak ha­
yatı bu kadar ucuz görüyor, bu denli az değer veriyor? En önemsiz
bahanede ... bang! Kendilerinin dışındakiler aşağılık yaratıklar, kü­
çümsenebilirler, hakaret edilebilirler, ama kendileri hep pohpoh-

29
Boris Akunin

!anmalı, önemsenmeli! Hangi hakla soruyorum size, hangi hakla


karşılarındakileri böylesine küçümseyebiliyorlar?" O anda bir gece
önce on altı yaşındaki kızının kendisine küstah ve saygısızca verdi­
ği cevapları anımsayan Grushin iyice öfkelenmişti. Ancak bu lafın
geli§i sorulmuş bir şeydi. Gerçekte yazmanın vereceği cevap Cina­
yet Masası dedektifini pek de ilgilendirmiyordu. Bundan dolayıdır
ki yeniden önündeki raporu okumaya başladı.
Ancak Fandorin daha da heyecanlanmıştı.
"Benim de üzerinde konuşmak istediğim sorun bu! Kokorin
gibi birini yakından incelemekte yarar var. Kader hep yanında ol­
mu§, yaşam ona her §eyi vermiş: Servet, özgürlük, tahsil, yakışıklı­
lık... " Fandorin bu son kelimeyi öylesine söylemişti, henüz ölüyü
görmüş filan değildi. "Ama ölümle oyun oynamayı seçiyor ve yenik
düşüyor ... Niçin biliyor musunuz? Kurallarını sizlerin koyduğu bu
dünyada yaşamak biz gençleri bunaltıyor, hasta ediyor. Kokorin de
bunu yazmış, ama tüm ayrıntısıyla değil. Sizin değer yargılarınız,
idealleriniz -kariyer, para, unvan- biz günümüz gençleri için o ka­
dar da önemli değil! Bizim umutlarımız çok farklı, ufkumuz çok
daha geni§! Gazetelerde intihar salgınından söz edilmesini rastlan­
tı mı sanıyorsunuz? Çok iyi eğitim alını§ birçok genç insan yaşam­
dan vazgeçiyor, ruhlarının ihtiyacı olan oksijeni alamamaktan bo­
ğuluyor ve siz, bu toplumun babaları bunu görmezden geliyorsu­
nuz, bundan ders almıyorsunuz."
O an için Fandorin'in isyanının asıl hedefi "toplumun diğer
babaları" orada olmadığı için Xavier Grushin gibi görünse de; de­
neyimli dedektif bundan hiç alınmışa benzemiyordu, tersine nere­
deyse neşeyle başını salladı.

30
Kar Kraliçesi

"Ah, evet!" diyerek gülümsedi ve önündeki kağıtlardan bir


başka bölümü okumaya başladı. "Bakın ruhların yetersiz oksijenle
beslenmesinin bir örneği daha:

Üçüncü bölge Meshchanskaya Karakolu Chikhachevsky


Caddesi'nde sabah saat on sulannda yirmi yedi yaşındaki ayak­
kabıcı lvan Eremeev Buldygin 'in ceseti asılı olarak bulunmU§tur.
Bina yöneticisi Pyotr Silin intihann sebebinin gencin uyU§turucu
alacak parayı bulmakta zorlanması olduğunu belirtmiştir.

"Haklısınız, en iyiler yaşama veda ediyor ve biz yaşlı bunaklar


hayatta kalıyoruz.''
"Alay edin, gülmenize bakın!" diye yanıtladı Fandorin acı bir
sesle. "St. Petersburg veya Varşova'da bir lise veya üniversite öğ­
rencisinin hatta lisansüstü yapan birinin kendini zehirlemediği,
boğmadığı ya da ateş ederek öldürmediği tek bir gün bile geçmi­
yor. Bunu eğlenceli mi buluyorsunuz . " Bu yaptıklannıza pişman
. .

olacaksınız, Sayın Xavier Grushin, ama umanm çok geç olmaz, diye
düşündü Fandorin öfkeyle. Aslında o zamana kadar intihar fikrini
aklından bile geçirmemişti. Böyle bir şeyi düşünemeyecek kadar
neşeli, olumlu bir doğası vardı. Kısa bir sessizlik oldu. Andorin'in
gözlerinin önünde kilise duvarlarının dışında haçsız bir mezar can­
lanmıştı. Grushin ise parmağıyla satırları izleyerek, hızlı hızlı say­
faları gözden geçiriyordu.
"Bu işte gerçekten bir tuhaflık var, büyük bir saçmalık bu!" di­
ye homurdandı. "Bunların hepsi mi delirdi? Şuraya bakın bu konu­
da iki haber daha var, biri sayfa sekizde, üçüncü bölgedeki Mias­
nitskaya Karakolu'ndan; diğeri sayfa dokuzda birinci bölümdeki
Rogozhskaya Karakolu'ndan... Dinleyin.

31
Boris Akunin

Bugün saat 12.30'da bölgemiz dedektiflerinden Fedoruk,


kaluga çiftliğinin sahibinin eşi olan (şu an Boyar Oteli'nde ika­
met etmektedir) Avdotya Filippovtıa Spitsyna tarafından Podko­
lokolny Caddesi'ndeki Moskova yangın sigorta acentası merkezi­
ne çağrılmıştır. Bayan Spitsyna merkezin giriş kapısının bitişiğin­
deki kitabevinin önünde iyi giyimli, yirmi beş yaşlarında bir gen­
cin intihar teşebbüsünde bulunduğunu, cebinden çıkardığı ta­
bancayı şakağına dayayarak ateş ettiğini, ancak tabancanın tu­
tukluk yaparak ateş almaması karşısında gencin koşarak uzak­
laştığını görmüştür. Bayan Spitsyna polisten gencin hemen bulu­
narak, tövbe edip nedamet getirmesini sağlayacak dini telkinin
yapılabilmesi için kilisedeki ruhban takımına teslim edilmesini
istemiştir. Gerçek bir cün"im olmadığı için herhangi bir takibat
yapılmamıştır.

"Görüyor musunuz işte, söylemiştim!" diyen Fandorin'in inti­


kam duyguları bir anlamda tatmin olmuştu.
Ama sözü amiri tarafından kesildi. "Biraz sabır genç adam, bi­
raz bekleyin! Hepsi bu kadar da değil! Dinleyin. Sayfa d�zu oku­
yorum.

Polis memuru Semenov'un (Rogozhskaya Karakolu) rapo­


rundan
Saat on bir sularında yukarda adı geçen görevli Malaya Ya­
uza Köprüsü'nün karşısındaki "Brykin ve Oğulları" bakkaliye
ürünleri dükkanının sahibi Nikolai Kukin tarafından Çağrılmış­
tır. Kukin'in ifade ettiğine göre birkaç dakika önce öğrenci görü­
nümlü bir genç köprünün taş ayaklarından birinin üzerine çıka­
rak, cebinden çıkardığı bir tabancayı şakağına dsyamlŞ, kendini

32
Kar Kraliçesi

öldürme girişiminde bulunmuştur. Kukin tabancanın metalik te­


tik sesini duymuş, ama tabanca ateş almamıştır. Başansız ateş
etme girişiminin ardından genç kaldırıma atlayarak, Yauza Cad­
desi yönünde gözden kaybolmuştur. Olayın başka tanığı yoktur.
Kukin polis karakolumuzdan, geçen yıl da aynı noktada bir genç
kızın nehre atlayarak intihar etmiş olması nedeniyle işlerinin bo­
zulmasını ileri sürerek, köprüye bir bekçi konulmasını talep et­
mektedir."

"İlginç!" diyerek omuzlarını silken Fandorin, şaşkın bir ifadey­


le sordu. "Bu ne biçim ritüel! Gizli bir intiharcılar derneğinin faali­
yetleri mi yoksa? "
"Gizli bir dernek mi?" Grushin'in önceleri esneyerek yavaş bir
tonda başladığı konuşması giderek canlandı. "Hayır sevgili genç
meslektaşım, dernek filan yok. Konu çok daha basit! Bize önceleri
çok tuhaf gelen tabancanın topunu çevirme konusu da böylece
açıklık kazanıyor. Daha önce hiç böyle bir olayla karşılaşmamış­
tım. Olay hep aynı olay! Söz konusu olan bizim Kokorin, olay da
onun planl-.gösterisi! Bakın açıklayayım." Grushin ayağa kalkarak,
kapının yanında asılı Moskova şehir planının yanına gitti. "İşte bu­
rası intihar girişiminde bulunulan Malaya Yauza Köprüsü. Koko­
rin hurdan doğruca Yauza Caddesi boyunca koştu, bir saat kadar
bir yerlerde oyalandıktan sonra sigorta şirketinin karşısında Pod­
kolokolny Caddesi'nde çiftçinin karısı Spitsyna'yı iyice korkuttu ve
tekrar Kremlin'e doğru yöneldi. Saat on beş sularında Alexander
Bahçeleri'ne vardı ve şehir turu hurda bildiğimiz şekilde noktalan­
dı."
Fandorin planı dikkatle inceliyordu. Merakla sordu. "Peki
ama niçin? Bütün bunların anlamı ne?"

33 F: 3
Boris Akunin

"Bunun ne anlamı olabileceğini hiç düşünmedim. Fakat olayın


seyri konusunda fikrim var. Aristokrat öğrencimiz dünyaya elveda
demeye karar verir. Ancak ölümden önce biraz daha heyecana ve­
ya sizin deyiminizle adrenaline gereksinimi vardır. Bir yerlerde bu
oyuna Amerikan ruleti dendiğini okumuştum. Arnerika'da altm
madenlerinde geliştirilmiş. Şarjöre bir tek mermi koyuyorsun, to­
pu hızla çeviriyorsun ve tetiğe basıyorsun. Eğer şansın varsa, oyun
senin, eğer yoksa güle güle, uğurlar olsun! Bence bizim yarı akıllı
öğrencimiz de bu şekilde bir geziye çıkıp kaderle kumar oynamaya
kalkıştı. Kim bilir, belki de tetiğe üç kezden fazla bastı, her defa­
sında polis çağrıldığından emin olamayız. Ruhun kurtarılmasını
kafasına takmış bu çiftçinin karısıyla özel çıkarları olan Kukin yal­
nızca diğerlerinden daha dikkatli ve işgüzar olabilir. Gerçekte ise
Kokorin'in bunu kaç defa denediğini asla bilemeyiz. Bunu bir Tan­
rı bilir! Kim bilir belki de kendi kendiyle bir çeşit bahis oynuyordu;
şu kadar kez tetiği çekeceğim, eğer ölmez sağ kalırsam şunu veya
bunu yapacağım gibi. Tabi bütün bunlar benim kişisel tahminle­
rim. Her neyse Alexander Bahçeleri'ndeki sahne ani bir cinnet
olayı değildi. Yalnızca kader bu genç adamı öğlen saatlerinde yal­
nız bırakmış, şans yüzüne gülmemişti."
"Xavier Grushin, siz analizde bir dahisiniz." Fandorin açıkla­
malara gerçek anlamda hayran kalmıştı. "Olaylan yanımda olmuş
kadar gözümde canlandırabiliyorum."
Bir çaylaktan da gelse Grushin bu övgüden çok mutlu olmuş-
tu.
"Evet, biz yaşlı bunaklardan da bazen bir şeyler öğrenilebilir."
Grushin bunları ders verirmişcesine bir ses tonuyla, üstüne basa
basa söylemişti. "Aslında polislik eğitimini bugünün kültürel orta­
mında değil, benim gibi 1. Nicholas'ın zamanlarında almalıydınız.

34.
Kar Kraliçesi

O zamanlar Cinayet Masası gibi bir kavram bile yoktu; koca Mos­
kova'da böylesi bir kurum olmadığı gibi gözaltına almak için neza­
rethane bile bulunmuyordu. Her şeyi kendiniz yapmak zorunday­
dınız: bugün bir katilin peşine düşüyor, yarın asayişi sağlamak için
yıllık panayırda nöbet tutuyor, diğer bir gün ise kimlik cüzdanları
olmayanları toplamak üzere meyhaneleri basıyorduk. Bu insanın
izleme yeteneğini geliştiriyor, karşınızdakileri daha iyi tanımayı
öğreniyorsunuz. Böylece enseniz kalınlaşıyor, ki bu özelliğe kavuş­
madan poliste başarılı olmak olanaksız." Sözlerini tamamlayan
Grushin yan gözle yazmanı süzdü. Ancak Fandorin'in onu dinle­
mediği belliydi; yüz ifadesinden pek de hoş olmadıkları anlaşılan
derin düşüncelere dalmıştı.
"Evet, sizi düşündüren ne genç dostum? Haydi, dökün içinizi."
''Tam olarak çözümleyemediğim bir şey var da..." Fandorin'in
iki düzgün hilali andıran kaşları çatılmıştı. "Şu Kukin köprünün üs­
tünde bir öğrenci gördüğünü söylemiş."
''Tabi ki öğrenci! Başka kim olacak? "
"Peki ama Kukin, Kokorin'in öğrenci olduğunu nerden bili­
yor? Düzgün bir ceket giymiş, şapka takmıştı. Alexander Bahçele­
ri'nde kimse onun öğrenci olduğunu düşünmedi. Bütün raporlarda
'bu adam' veya 'bu delikanlı' gibi ifadeler var. İşte çözümleyemedi­
ğim bilmece bu!"
"Siz ve bu bulmaca merakınız ! " Grushin elini aldırma dermiş­
cesine salladı. "Bu Kukin aptalın teki olabilir, o kadar! Sivil, düz­
gün giyimli bir genç görünce 'işte bir öğrenci' demiştir, hepsi bu!
Veya iyi bir tezgahtar olarak sabahtan akşama müşterilerle uğraşa
uğraşa insanları tanımayı öğrenmiştir, tabi Kokorin müşterisi de
olabilir." Fandorin bu açıklamadan tatmin olmamıştı.

35
Boris Akunin

"Kokorin gibi birinin Kukin'in pis, küçük dükkanına hir kez


olsun uğramış olması bile düşünülemez," diye Erast Fandorin karşı
koydu.
"Peki o zaman? Ne demek istiyorsunuz? "
"Bay Kukin ve Bayan Spitsyna ile bir kez konuşmanın hiç fena
olmayacağını düşünüyorum. Bay Grushin, sizin gibi birinin bu tür
küçük ayrıntılarla uğraşmak için zamanı olamaz ama eğer uygun
görürseniz ben ... " Fandorin sandalyesinde hafifçe doğrulmuştu.
Grushin'in bu soruşturmaya karşı olmamasını diliyordu.
Xavier Grushin önceleri sert bir ifade takınmayı düşündüyse
de hemen bundan vazgeçti. Biraz pratik yapmak, tanıklarla nasıl
konuşulacağını öğrenmek, delikanlı için gerçekten faydalı olabilir­
di. Kim bilir belki de mesleki açıdan ilerlemesine yardımcı da olur­
du. Gerçi pek ummuyordu ama!...
"Biraz araştırma yapmanızın bence sakıncası yok," diye Grus­
hin babacan bir tavırla açıkladı. Ve genç yazmanın dudaklarından
bir sevinç çığlığı dökülmesine fırsat tanımadan ekledi. "Ama önce­
likle ekselanslarının raporunu bitirmenizi önemle rica edeceğim.
Bir şey daha, sevgili dostum, saat on beşi geçiyor. Ben artık yavaş­
ça ev yoluna koyuluyorum. Bakkalın gördüğü gencin öğrenci oldu­
ğunu nerden çıkardığını bana artık yarın anlatırsınız."

36
Kar Kraliçesi

Ü Ç Ü NCÜ B Ö LÜM
Başka bir öğrenci ortaya çıkıyor

Cinayet Masası'run bulunduğu Miasnitskaya Caddesi'nden ra­


pora göre çiftçinin kansı Spitsyna'run "geçici olarak ik�met" ettiği
Boyar Oteli'ne sıkı bir yürüyüşle tam yirmi dakikada ulaşılıyordu.
Fandorin sabırsızlığına rağmen yürüyerek gitmeye karar verdi. Lord
Byron'ın gövdesine iki yandan yaphğı baskının işkencesi yetmiyor­
muş gibi, bu korseyi almakla delinen bütçesinin bir de faytona verile­
cek ücretle tamamen sıfıra ineceğini düşünmek Fandorin'e çok ağır
geliyordu. Ağzında sakız yürürken, Gusyatnikov Caddesi'nin köşe­
sinden somonlu bir sandviç almış, (Fandorin'in bilgi toplama heve­
sinden öğlen yemeğini kaçırdığı gözünüzden kaçmamış olmalı) bir
yandan lnzla yemeğini yerken bir yandan da Chistoprudny Bulva­
rı 'nda ilerlemesini sürdürmüştü. Caddenin iki yanında nuhu nebiden
kalma yaşlı kadınlar şişman ve doymak bilmeyen, yüzsüz güvercinleri
besliyorlardı. Yarundan faytonlar ve atlı arabalar parke taşlı yolda
takırhyla ilerliyor, ancak Fandorin onlardan birini durdurarak yolu­
na devam etmeyi istese bile kendini tutuyordu. Aslında daha önceki
düşünceleri değişmemiş denemezdi, prensipte arabası veya atı olma­
yan bir dedektif düşünülecek şey değildi. Neyse ki Boyar Oteli Pok­
rovka Caddesi'ndeydi, idare ederdi; ancak buradan bakkal Kukin'in
dükkfuıının bulunduğu Yauza'ya kadar yarım saat daha yürümek ge­
rekecekti ki bu birçokları için ölümden farksızdı. Fandorin çok kız-

37
Boris Akunin

gındı; (Aslında bir anlamda konuyu abarttığını belirtebiliriz.) Amiri


ona devletin kasasından on beş kopeklik bir yolluk vermek konusun­
da bile cimrilik etmişti. Bu arada devlet ona özel arabası için her ay
seksen ruble ödüyordu. İşte amir memur aynını burada belirginleşi­
yordu: Birisi özel arabasıyla evine gidip gelirken diğeri göreve git­
mek için tabanlarına güvenmek zorundaydı.
Sonunda Fandorin Üç Horon Kilisesi'nin kubbelerini gör­
müştü. Boyar Oteli de, Souchet kafenin bitişiğindeydi. Karamsar
düşünceleri bir yana bırakarak önemli keşiflerin heyecanı içinde
adımlarını sıklaştırdı.

Yarım saat kadar sonra başı önüne eğik, umutları suya düş­
müş olarak Pokrovsky Bulvarı'ndan aşağı yürüyordu. Buradaki gü­
vercinler de Chistoprudny Bulvarı'ndakiler kadar besili ve açgöz­
lüydüler. Tek fark onları besleyen yaşlı teyzelerinin daha orta halli
halk tabakasından olmalarıydı.
Tanıkla konuşması hiç de beklediği gibi sonuçlanmamıştı.
Fandorin çiftçinin karısını Moskova'dan Kaluga adlı taşra kasaba­
sına gitmek üzere valizler ve bohçalarla dolu bir at arabasına bi­
nerken son dakikada yakalamıştı. Bayan Spitsyna tasarruf amacıy­
la trene binmiyor, eski zamanlardaki gibi kendi at arabasıyla seya­
hat ediyordu. Bu Fandorin için büyük bir şanstı. Kadın belirli bir
trene yetişmek için istasyona gitme durumunda olsa, hiç kuşkusuz
konuşacak zamanı bulamayacaktı. Ancak Fandorin ne kadar ko­
nuyu deşmeye çalışsa da geveze tanığın ifadesinden tek bir sonuca
ulaşılıyordu: Xavier Grushin haklıydı! Bayan Spitsyna'nın gördüğü
Kokorin'di. Yuvarlak kenarlı şapkayı ve redingot ceketi anımsıyor-

38
Kar Kraliçesi

du; ayrıca diğer tanıkların atladığı bağcıklı rugan botlar da gözün­


den kaçmamıştı.
Fandorin'in yeni bir şeyler öğrenmek için artık tek umudu
Kukin'di, ama büyük olasılıkla orada da Grushin haklı çıkacaktı.
Hiç kuşkusuz bakkal düşünmeden öylesine konuşmuştu. Üstelik
Fandorin neredeyse Moskova'nın yarısını ondan bunu öğrenmek
için yürümüştü hem de ertesi gün amirinin alaylı bakışlarla onu
süzmesi riskini göze alarak.
Brykin ve Oğulları bakkaliyesinin bir şeker çuvalının resmedil­
diği cam kapısı doğrudan nehre bakıyordu. Fandorin buradan köp­
rünün tamamının tabak gibi göründüğünü hemen fark etmişti. Ayrı­
ca dükkanın yan pencerelerinin de, rutubeti engellemek için olsa ge­
rek sürekli açık tutulduğunu, dolayısıyla tabancanın metalik "klik"
sesinin rahatlıkla duyulabileceğini saptamıştı. D.ükkarua köprünün
ayağı arasındaki uzaklık on beş adım bile değildi. Kırk yaşlarında,
kırmızı gömlekli, siyah yelekli, kadife pantolonlu, binici çizmeleri
giymiş bir adam merak içinde dükkanın kapısında belirdi.
"Size nasıl yardımcı olabilirim, bayım? Yolu mu kaybettiniz?"
"Kukin'le mi görüşüyorum?" diye sordu Fandorin umutlarını
yitirmiş olmanın bezginliğiyle.
"Tam karşınızda!" Bakkal şaşkınlık içinde gür kaşlarını kaldır­
mış, ancak birden beklentilerinin gerçekleştiğini anlamıştı. "Saygı­
değer beyefendi, polis misiniz? Size gerçekten minnettarım. Dilek­
çeme bu kadar kısa sürede yanıt almayı beklemiyordum doğrusu.
Sayın komiserim bu konuyla yetkili makamların ilgileneceğini söy­
lemişti ama bu kadar kısa sürede sonuç alınacağına inanmıyor­
dum, gerçekten. Lütfen içeri buyrun, burda kapı eşiğinde durma­
yalım. Gelmenize çok sevindim, gerçekten çok sevindim." Hafifçe

39
Boris Akunin

eğilerek dükkan kapısını açtı ve eliyle konuğunu içeri davet etti.


"Lütfen buyrun!" Ancak Fandorin olduğu yerden kımıldamadı.
"Kukin, polis karakolundan değil, Cinayet Masası'ndan geli­
yorum," dedi ciddiyetle. "Görevim §U öğrenci ... Yani karakol ami­
rini ziyaret etmenize neden olan genci bulmak."
"Şu burslu öğrenci mi?" diye fısıldadı satıcı heyecanla. "Her
şey daha dün gibi batınında! Aman Tanrı'm, nasıl korktum bir bil­
seniz! Birden köprünün ayağına tırmanıp tabancayı şakağına daya­
dığını görünce ödüm koptu. İşte aynen geçen yılki olay tekrarlanı­
yor, dedim kendi kendime. Yine müşteriyi zorla içeri çekme çaba­
sıyla dolu günler başlıyor! İnsanlar çevreden bile geçmek isteme­
yecek. Üstelik de hiç günahım yokken !. Bunların kovana üşüşen
arılar gibi intihar etmek için buraya gelmelerinin nedeni ne olabi­
lir? Moskova Nehri'nin aşağılarına doğru gitseler, orda su daha
derin, üstelik köprüler de daha yüksek... "

"Bir dakika Bay Kukin, izin verir misiniz," diyerek Fandorin,


adamın konuşmasını kesti. "Bana şu öğrenciyi biraz tanımlar nusı­
nız'? Nasıl giyinmişti, nasıl biriydi, ayrıca onun öğrenci olduğunu
nasıl · anladınız?"
"Üniversiteli olduğunu nasıl mı anladım, bu ilk bakışta anlaşı­
lır, efendim. Gerçek bir burslu öğrenciydi," diyen bakkalın bu söz­
leri Fandorin için gerçekten sürpriz sayılabilirdi. "Üniforması, düğ­
meler, burnunun üstündeki küçük okuma gözlüğü..."
"Üniforma mı dediniz?" Fandorin birden kulak kesildi. "Üni­
formalı mıydı, öyleyse?"
"Başka ne olabilir ki?" Kukin, şaşırdığı açıkça belli olan me­
mura acıyarak bakıyordu. "Eğer üniforması olmasa onun bir üni­
versiteli olduğunu nasıl bilebilirim ki? Yoksa kişinin üniformasın-

40
Kar Kraliçesi

dan onun öğrenci mi, yoksa memur mu olduğunu ayırt edemeye­


ceğimi mi düşünüyorsunuz?"
Bu içten ifadeye karşılık Fandorin söyleyecek söz bulamadı.
Bunun yerine çantasından küçük bir not defteriyle kurşunkalem
çıkararak tanığın ifadesini not etmeye başladı. Bu not defterini Ci­
nayet Masası'nda göreve başlamadan hemen önce almış, yaklaşık
üç haftadır hiç kullanmamıştı.
"Adamın neye benzediğini tanımlar mısınız?"
"Herkes gibi biri işte. Dikkat çeken bir özelliği yoktu, yalnızca
yüzü biraz sivilceliydi. Bir de dediğim gibi ufak okui:na gözlükleri."
''Tekrar sormak istiyorum, bunlar gözlük müydü, yoksa burun
üstüne oturtulan ufak okuma gözlükleri mi?"
"Hani boyna iple asılan türden yarım gözlükler."
"Yani okuma gözlüğü." Fandorin bu bulguyu not ettikten son­
ra tekrar Kukin'e döndü. "Başka özelliği var mıydı?"
"Eğri duruyordu, hafiften kambur gibi. Başı omuzlarının ara­
sına sıkışmış gibiydi. Daha önce de belirttim, onun bir üniversiteli
olduğundan yüzde yüz eminim."
Kukin merakla karşısında hiç konuşmadan duran, ancak elin­
deki defteri evirip çeviren, ses çıkarmadan dudaklarını oynatan
"memura" bakıyordu. Genç adamın bir şeyler düşündüğü anlaşılı­
yordu.
Üniforma, sivilceler, okuma gözlüğü, kambur duruş, bunlar
deftere kaydedilen notlardı. Sivilceler, evet bunlar atlanmış olabi­
lirdi. Okuma gözlüğü, bunun Kokorin'in eşyalarının içinde bulun­
madığından emindi. Acaba bir yerlerde düşürmüş müydü? Tanık­
ların hiçbiri okuma gözlüğünden söz etmemişti, ama onlardan özel
olarak intihar edenin görüntüsünü tanımlamaları da istenmemişti
ki, hem buna ne gerek vardı? Ceset oradaydı ! Kambur duruş?

41
Boris Akunin

Moskova Haber gazetesinde ondan ''yakışıklı" diye bahsedilmişti,


ama bu muhabirin o anda orada olmaması, Kokorin'i hiç görme­
miş olmasından da kaynaklanabilirdi. Haberin daha dikkat çekici
olması için özellikle uydurulmuş da olabilirdi. Öğrenci üniforması;
işte bu üzerinde durulması gereken bir konuydu. Eğer köprüdeki
adam Kokorin idiyse saat on birle on üç otuz arasında kıyafetini
değiştirmiş, redingot ceketini giymiş olmalıydı. Peki ama nerede?
Yauza'dan Ostozhenka Caddesi'ne ve tekrar Moskova yangın si­
gortası merkezine olan yol bir hayli fazlaydı; yarım saat içinde ta­
mamını yürümek olanaksızdı.
Fandorin sıkıntıdan midesine kramplar girerek bunu anlama­
nın bir tek yolu olduğunu anladı: Bakkal Kukin'i kendisiyle bera­
ber Mokhovaya'daki polis merkezine sürüklemek ve orada halen
morgta buz üstünde yatan intihar etmiş gencin cesedini teşhis et­
mesini istemek. Ancak gencin kafatasındaki kurşun yarasının, kan
ve beyin parçalarını düşünmek bile ona halen geceleri kabuslarına
giren tüccar karısı Krupnova'nın kanlar içindeki görüntüsünü
anımsatıyor, dehşetle irkilmesine neden oluyordu. Hayır, morga
inmek istemiyordu. Ancak Yauza Köprüsü'ndeki gençle Alexan­
der Bahçeleri'nde intihar eden genç arasında bir bağlantı olduğu
ve bunun ortaya çıkarılması gerektiği de bir gerçekti. Kokorin'in
sivilceli ve kambur olup olmadığı, okuma gözlüğü taşıyıp taşımadı­
ğı konusunda kim bilgi verebilirdi?
Hiç kuşkusuz çiftçi karısı Spitsyna. Ama o çoktan Kaluga Yo­
lu'nu yarılamış olmalıydı. Ölünün oda hizmetçisi de bu konuda
yardımcı olabilirdi hiç kuşkusuz, peki ama adamın adı neydi? Ama
onu da verasetle ilgili olarak evden kovmuşlardı ve o günden beri
de adamdan haber alınamıyordu. Geriye Ale:xander Bahçele­
ri'ndeki tanıklar ve Kokorin'in yaşamının son dakikalarında ko-

42
Kar Kraliçesi

nuşmaya çalıştığı iki kadın kalıyordu. İntihar eden gencin görüntü­


sünün tüm ayrıntılarıyla her an onların gözlerinin önünden ayrıl­
madığı kesindi. İşte adları da deftere kayıtlıydı: Eyalet mahkemesi
başkanı kızı: Elizaveta Alexandrovna Evert-Kolokoltseva (17) ve
bakıcısı Emma Gottliebovna Pfhül (48) Malaya Nikitskaya Cadde­
si, özel konut.
Artık bir araba tutmaktan kaçınamazdı. Masrafına katlana­
caktı.

Uzun bir gün olacağa benziyordu. Altın kubbeli şehri aydın­


latmaktan henüz yorulmamış olan ılık tatlı mayı� güneşi çatıların
gerisinde isteksizce kaybolmaya başlarken, o an için iki yirmi ko­
pek daha yoksullaşmış olan Fandorin dor tarzı sütunlarıyla, ön yü­
zünde kabartma süslemeleri ve heykelleri olan, girişi tamamen
mermerden ihtişamlı bir villanın önünde arabadan indi. Arabacı
müşterisinin çelişkisini fark ederek, samimiyetle onu cesaretlen­
dirmeye çalıştı.
"Aradığınızın burası olduğundan emin olabilirsiniz. Yargıcın
evi bu ! Moskova'da yeni arabacılık yapmıyorum."
Ya beni içeri kabul etmezlerse, diye düşünüyordu Fandorin he­
yecandan kalbi çarparak. Terslenmekten, onurunun kırılmasından
çekiniyordu. Mat bakır kapı tokmağını tutarak, kapıyı iki kez tık­
lattı. Aynı anda bronz aslan başlarıyla süslenmiş ağır masif demir
kapı açılarak, üniforması bolca altın sim kordonlarla süslenmiş bir
kapıcı göründü.
"Baron'la mı görüşecektiniz? İş için mi?" diye aceleyle sordu.
"Rapor mu vereceksiniz, yoksa özel kurye mi? Lütfen girin!"

43
Boris Akunin

Şamdanlar ve gaz lambalarıyla iyice aydınlatılmış olan antre


Fandorin'i daha da ürkütmüş, zaten az olan cesaretini iyice kırmış­
tı.
"Aslında buraya Bayan Elizaveta Alexandrovna'yı görmeye gel­
dim," diye açıkladı. "Cinayet Masası'ndan Erast Petrowitsch Fando­
rin. Çok önemli ve acil bir konu için."
Kapıcının alnı kuşkuyla kırışmış, kaşları çatılmıştı.
"Cinayet Masası'ndan mı? Dünkü olay için mi? Olanaksız!
Değerli hanımefendi dün bütün günü ağlayarak geçirdiği gibi gece
de pek uyuyamadı. Lütfen içeri girmeyin, geldiğinizi haber vere­
mem. Sayın ekselansları dün karakoldakileri saygıdeğer bayanı so­
rularıyla üzdükleri için kafalarını koparmakla tehdit etti. Size de
izin veremem. Kapı bu tarafta, rica edebilir miyim?"
Bu arada adam koca göbeğiyle onu dışarıya sürüklemeye yel­
tenmişti.
"Peki ya Bayan Pfühl?" Fandorin belirgin bir hayal kırıklığıyla
haykırdı. "Emma Gottliebovna, kendisi kırk sekiz yaşında olmalı?
Hiç değilse onunla birkaç kelime konuşabilseydim. Çok önemli bir
devlet meselesi bu!"
Kapıcı kibirli bir ifadeyle gülümsedi.
"Onunla mı, o zaman durum değişir. İşte bu olabilir! Nasıl is­
terseniz! Şu merdivenlerden aşağı inin lütfen, koridorda sağdan
üçüncü kapı. Bakıcı madamın odası orda!"
Fandorin'in kapıyı çalmasının hemen ardından iriyarı, kemikli
yapılı bir kadın karşısına çıkarak kahverengi yuvarlak gözleriyle
şaşkınlık içinde onu süzdü.
"Bayan Pfühl'la mı görüşüyorum? Ben Dedektif Fandorin."

44
Kar Kraliçesi

Kadının kendisini anladığından pek emin olamayan Fandorin


bu kez Almanca olarak yineledi: "Polizeiamt. Sind Sie Friiulein
Pfühl? Guteu Abeud. "c·ı
"İyi akşamlar!" Sıska denecek kadar zayıf olan kadın bozuk bir
Rusçayla zorlanarak yanıtladı. "Evet, ben Emma Pfühl. Girin içeri.
Oraya sandalyeye oturabilirsiniz."
Fandorin kendisine gösterilen yere oturdu. Bu, üzerinde son
derece düzenli bir şekilde üst üste konulmuş birkaç ders kitabı ve bir
tomar kağıdın durduğu yazı masasının önündeki arkası yuvarlak Vi­
yana tipi bir sandalyeydi. Oda aydınlık ve ferahtı. Güzel ancak ruh­
suz döşenmişti. Cansız görüntüyü yalnızca pencere içine konmuş
olan bolca çiçek açmış üç saksı sardunya renklendiriyordu.
"Şu kendini öldüren aptal delikanlı nedeniyle geliyorsunuz,
değil mi?" diye Bayan Pfühl bozuk bir şiveyle sordu. "Dün polis
memurlarının tüm sorularını yanıtladım. Başka bir şey daha varsa
sorabilirsiniz. Polisin işi çok önemli, bunu biliyorum. Amcam Gün­
ler de Saksonya eyaleti polis merkezinde bekçiydi."
Bir bekçiyle özdeşleştirilmek istemeyen Fandorin hemen ken­
dini tanıttı:
"Ben dedektifim. On dördüncü dereceden polis dedektifi
Fandorin."
"Bu dereceleri ayırt etmesini anlıyorum." Alman kadın başını
sallayarak, parmağıyla rahatlatmak istermişçesine üniformasının
yakasıyla oynadı. "Evet sayın dedektif, ne öğrenmek istiyordunuz?"
O anda kapıyı çalmaya bile gerek duymadan kırmızı yanaklı,
sarışın saygın, asil genç bayan koşarak içeri girdi.

r> Ben polisim. Siz Bayan Pfühl müsünüz? İyi akşamlar!

45
Boris Akunin

"Bayan Pfühl! Morgen fahreu wir nach Kuntsevo!<"> Gerçekten!


Babam izin verdi," diye telaşla konuştu kapının eşiğinden. Ancak
odadaki yabancıyı fark edince bir an için şaşkınlıkla duraksadı ve
ürktü. Gri gözleriyle merak içinde genç polis memurunu süzmeye
başladı.
"İyi yetişmiş genç bayanlar koşacaklarına yürürler; acele ede­
ceklerine sakin olurlar," dedi dadı. "Özellikle de on yedi yaşınday­
salar! Eğer telaşla koşuşacağınıza biraz sakin olsaydınız, yabancı
misafirimizi görmek ve onu selamlamak fırsatı bulmuş olurdunuz,
ki size de bu yakışırdı."
Dünyalar güzeli utanarak fısıldadı.
"İyi günler, bayım."
Fandorin hemen ayağa kalkarak hafifçe eğildi. Kendini kötü
hissediyordu. Genç kızı o kadar çok beğenmişti ki zavallı on dör­
düncü dereceden bir yazman olarak ona aşık olmaktan korkuyor­
du. Böyle bir şey asla olmamalıydı. Değil şimdi, babasının yaşadığı
eski güzel günlerde bile böyle bir prensese ulaşmayı düşleyemezdi.
"İyi günler, nasılsınız?" diye kuru bir sesle fısıldayan Fandorin,
kaşlarını çatarak eziklikle, beni acınacak bir zavallı olarak mı görü­
yor acaba, diye düşündü.

O anlı şanlı general babasının sevgili kızıydı.


Kendisi ise sıradan derecesiz bir dedektif, üstelik fakir.
Ona utandığı bu hislerini açsa.
Hemen kapının önüne atılırdı kuşkusuz.

Hayır sevgi.ti bayan, bizim beraberliğimiz düşünülemez bile. Da­


ha gerçek bir dedektif olabilmem için uzun yıllar çalqmam gerek.

<"> Yann Kuntsevo'ya gidiyoruz.

46
Kar Kraliçesi

Bu düşünceler içinde kendini son derece soğuk ve resmi bir


ses tonuyla tanıttı. "Cinayet Masası'ndan yazman dedektif Erast
Petrowitsch Fandorin. Dün Alexander Bahçeleri'nde meydana ge­
len talihsiz kazayı soruşturuyorum. Bu konuda yeniden bir araştır­
ma yapma gereği doğdu. Açıklanması gereken bazı ayrıntılar var.
Yaşamak zorunda kaldığınız bu olaydan çok olumsuz etkilenmiş
olmanızı anlayışla karşılıyorum. Bu açıdan eğer rahatsız oluyorsa­
nız yalnızca Bayan Pfühl ile görüşmekle de yetinebilirim."
"Evet, korkunç bir şeydi!" Genç kızın zaten kocaman olan
gözleri faltaşı gibi açılmıştı. "Gerçi gözlerimi kapamış olduğum
için olayı gördüm sayılmaz. Üstelik hemen ardından kendimden
geçmişim ... Ama yine de bu olay çok heyecan verici. Ben de burda
kalabilir miyim, Bayan Pfühl? Lütfen izin verin! Ne de olsa ben de
sizin gibi bu konuda tanığım."
Fandorin çekingenlikle fikrini belirtti. "Bana sorarsanız soruş­
turmanın selameti açısından barom:sin de burda olmalarında yarar
var."
"Kural kuraldır." Emma Gottliebovna başını salladı. "Size her
zaman belirttiğim Alman deyişine göre de düzen esastır. Kanunla­
ra saygı gerek. Kalabilirsiniz."
Lizanka (kendi üzerindeki kontrolü neredeyse yitirmek üzere
olan Fandorin, Elizaveta Evert-Kolokoltseva'ya kendi içinden bu
ismi takmıştı) deri divana oturarak, heyecanlı bir beklenti içinde
kahramanımızı süzmeye başladı.
Fandorin kendini toplayarak, Bayan Pfühl'a döndü ve sorgu­
lamaya başladı. "Bana delikanlının dış görünümünü tanımlayabilir
miydiniz?"
"İntihar eden gencin mi?" Kadın, Fandorin'i bir karşı soruyla
yanıtladı. "Ah, evet. Kahverengi gözlü, kahverengi saçlı, oldukça
uzun boylu, sakalsız bıyıksız, çok genç yüzlü, aslında oldukça güzel
hatta yakışıklı biriydi. Kıyafeti ise ... "

47
Boris Akunin

Fandorin, Alman kadının sözünü keserek sordu. "Kıyafetini


sonra konuşabiliriz. Yüzünün güzel olduğunu söylediniz. Neden?
Sivilceleri yok muydu?"
Lizanka'nın ona bu soruyu tercüme etmesi gerekti. Bu arada
yanakları hafifçe kızarmıştı.
"Ergenlik sivilceleri, evet!" Dadı kendisine açıklanan kelimeyi
tekrarladı. "Hayır sivilceli değildi. Hatta fazlasıyla pürüz.süz bir te­
ni vardı. Ama yüzü iyi değildi."
"Yani, ne demek istiyorsunuz?"
"Fena bir yüz ifadesi vardı. Kendini öldürmek isteyen biri gibi
değil de daha başka kötü amacı olan sinsi biri gibi görünüyordu.
Oh iğrenç bir şeydi." Emrna Gottliebovna o günü anımsayarak ir­
kildi. "Üstelik inanılmayacak kadar güzel güneşli, huzurlu bir gün­
de! Kadınlar erkekler keyifle dolaşıyordu. Çiçekler açmıştı, bahçe
mükemmeldi ..."
Fandorin "inanılmayacak kadar güzel" ifadesiyle hafifçe kıza­
rarak, gözucuyla Lizanka'ya baktı. Ancak genç kız dadısının bu
abartılı ifade şekline alışkın olmalıydı. Daha önce olduğu gibi sa­
kin ancak merakla konuşulanları dinliyordu.
"Peki ya okuma gözlüğü? Belki burnunun üzerinde değil ama,
cebinde veya ipek bir kordonun ucunda dikkatinizi çekmiş olabi­
lir?" Dadı soru yağmuruna tutulmaya başlanmıştı. "Kambur bir du­
ruşu var mıydı? Ah, bir şey daha, redingot ceketi olduğunu biliyo­
ruz. Ama belki size onun öğrenci olduğunu çağrıştıran başka bir
özelliği vardı. Belki bir üniforma pantolonu veya öyle bir şey? Bu
tür bir şey dikkatinizi çekti mi?"
"Her şeye dikkat ettim." Alman kadın kibirli bir ifadeyle yanıt­
ladı. "Pantolonu pahalı yün kumaştan kareliydi. Okuma gözlüğü
yoktu. Kambur filan da değildi. Tam aksine dimdikti." Bir an du-

48
Kar Kraliçesi

raksayıp şaşkınlıkla sordu: "Kambur, okuma gözlükleri, öğrenci?


Bunları niçin sorduğunuzu anlayamıyorum."
Fandorin heyecanlanmıştı. "Niçin sordunuz?"
"Tuhaf. Orda böyle biri vardı; kambur, okuma gözlüklü, üni­
formalı. Kambur bir genci anımsıyorum."
"Ne? Nasıl yani?"
"Böyle birini gördüm... Nasıl derler, öte yanda... Yani çitlerin
gerisinde, parkın dışında, yolda. Orda durmuş, bize bakıyordu. Bu
genç öğrenci bize yardımcı olup bu sarhoş küstah adamı hurdan
uzaklaştırabilir, diye düşündüğümü anımsıyorum. Evet, gerçekten
belirgin derecede kambur duruyordu. Onu adam kendini vurduk­
tan sonra da gördüm. Arkasını dönmüş gidiyordu, kamburu iyice
belirgindi. Çocukken doğru oturmak ve durmak öğretilmediği tak­
dirde işte böyle oluyor, bel kemiği çarpılıyor. Dik oturmak çok
önemli! Benim çocuklarım hep dimdiktir. Baronese bakın. Sırtı,
duruşu nasıl dümdüz. Güzel olan da bu!"
Bu sözlerle kızaran Elizaveta Evert-Kolokoltseva'nın yüzü öy­
lesine güzeldi ki, Fandorin bir an için konuşmanın ipini kaçırdı.
Halbuki Bayan Pfühl'ün söyledikleri inanılmayacak kadar önem­
liydi.

49 F: 4
Boris Akunin

D Ö RD ÜNCÜ B Ö LÜ M
Güzelliğin karşı konulamaz gücünden söz ederken

Ertesi sabah saat on buçuğa yaklaşırken amirinin takdirini ka­


zanmış olan Fandorin, fazla harcamaları için ilaveten üç ruble de
almış biri olarak Mokhovaya'daki üniversitenin sarı binalarına
doğru yol alıyordu. Aslında görevi kolay olmasına rağmen çözümü
için gerçekten şansa gerek vardı: Kambur duruşlu, belirgin bir çe­
kiciliği olmayan, sivilceli, okuma gözlüğü ipek bir kordona asılı bir
genci bulmak. Tabi söz konusu genç bu üniversitede okumuyor da
olabilirdi; teknik üniversiteye, ormancılık fakültesine veya başka
bir yüksekokula da gidebilirdi. Ancak Xavier Grushin (yardımcısı­
nı şaşkınlık ve hayranlık içinde süzmekten geri kalmayarak) genç
meslektaşına "kamburun", büyük olasılıkla ölen �okorin'in de
okuduğu, hukuk fakültesi çevrelerinde bulunabileceğini tahmin-et­
tiğini belirtmişti.
Sivil giysili Fandorin telaşla aşınmış demir merdivenlerden çıka­
rak, yeşil üniformalı sakallı şişman kapıcının önünden hızla geçti ve
ana giriş holüne girdi. Hemen kendine en yakın pencere cumbasında
oturacak uygun bir yer ayarladı. Buradan giriş holünü vestiyeri, avlu­
yu ve hatta sınıflara giden iki koridorun girişlerini, gözaltında tutabi­
liyordu. Babasının ölümüyle kendisi için öngörülen yaşam çizgisin­
den uzaklaştığından beri, üniversitenin ulu sarı duvarlarını, buraya
gelebilseydi neler olabileceği düşüncesiyle içi burkulmadan görmeye

50
Kar Kraliçesi

dayanamamıştı. Bu ezikliği hep hissetmişti. Toplum için neyin daha


doğru, yararlı ve heyecan verici olduğunu kim bilebilirdi ki. Öğrenci­
lerin önlerindeki kitaplardan okuyarak öğrendikleri mi, yoksa önem­
li ve tehlikeli bir olayı soruşturup açığa çıkarmaya çalışan bir Cinayet
Masası dedektifinin yorucu çabaları mı? (Neyse, tehlikeli olmasa da
hiç değilse gizemli ve sorumluluk taşıdığı çalışmalar yapacaktı.)
Gözüne takılan her dört öğrenciden en az birinin ipek bir
kordona takılı okuma gözlüğü vardı. Her beş öğrenciden birinin
yüzü ise ergenlik sivilceleri nedeniyle çirkinleşmişti. Kambur yürü­
yen sayısı da hiç az değildi. Ancak bu üç özelliğin de birleştiği biri­
ni şimdilik görmemişti.
Fandorin üç saati aşan bir beklemenin ardından acıkmıştı.
Ancak gözetleme işine ara vermek de istemiyordu. Çantasından
çıkardığı sosisli sandviçle açlığını bastırdı. Bu arada sakallı kapıcı­
nın kalbini kazanmayı da başarmıştı. Adam kendisine Mitrich di­
yebileceğini belirterek Fandorin'e yılların getirdiği tecrübeye da­
yanarak, kendi deyişiyle "nuversite"ye alınmak konusunda değerli
tavsiyelerde bulunmuştu. O zamana kadar Fandorin bu bilgiç ge­
veze yaşlı adama karşı üniversite armasını ceketinde taşımak haya­
liyle yanıp tutuşan bir taşralı gibi davranmıştı. Acaba bu tavırdan
vazgeçip Mitrich'e dolambaçlı yollara sapmadan doğrudan sivilceli
kamburu sorması daha mı doğru olacaktı? O anda kapıcı yeniden
şapkasını çıkararak saygıyla eğildi. Mitrich bu davranışı bir profe­
sör veya varlıklı öğrenci yaklaştığında tekrarlıyor, karşılığında ise
arada sırada bir, hatta bazen beş kopek bahşiş alıyordu. Fandorin
başını kaldırdığında vestiyerden siyah kadife pardösüsünü (yağ­
murluğun tokalan aslan ayaklan şeklindeydi) alan bir öğrencinin
kapıya doğru ilerlediğini fark etti. Gencin burnunun üstünde bir
okuma gözlüğü parlıyordu. Alnındaki sivilceler ise dikkat çekme-

51
Boris Akunin

yecek gibi değildi. Fandorin, genç adamın duruşunu incelemek


üzere hafifçe eğildiyse de gencin pelerini ve yakasını tam olarak
kaldırdığı pardösüsü görüntüyü engelliyordu.
Kapıcı tekrar eğildi.
"İyi akşamlar, Nikolai Stepanovich! Bir araba çağırayım mı?"
"Daha yağmur dinmedi mi, Mitrich?" diye sordu sivilceli genç,
ince bir ses tonuyla. "Neyse biraz yürümem iyi olacak, yemeği fazla
kaçırdım da." Beyaz eldivenli elinin iki parmağıyla kapıcının avu­
cuna bozuk para bıraktı.
"Bu da kim?" Şımarık gencin arkasından bakan Fandorin me­
rakla sordu. Acaba duruşu biraz kamburca sayılabilir miydi?
"Nikolai Stepanovich Akhtyrtsev," diye Mitrich saygılı bir ifa­
deyle açıkladı. "Doğuştan çok zengin, üstelik de asil. Daha hiç beş
kopekten aşağı bahşiş bırakmamıştır."
Fandorin heyecandan yüzünün kızardığını hissediyordu. Akh­
tyrtsev mi? Kokorin'in vasiyetinin yerine getirilmesiyle görevlendir­
diği öğrencinin adı değil miydi bu?
O sırada Mitrich içeri girmekte olan başka birinin, fizik kür­
süsünden uzun saçlı bir doçentin önünde eğilmişti. Yaşlı adamı ar­
kasını döndüğünde çok büyük bir sürpriz bekliyordu. Genç, saygılı,
üniversite heveslisi taşralı yer yarılıp da yutmuşçasına ortadan yok
olmuştu.

Siyah kadife pardösü uzaktan bile rahatlıkla seçiliyordu; Fan­


dorin kuşkulandığı gence çok kısa sürede yetişmişti. Ancak onunla
konuşup konuşmamak konusunda tereddüt ediyordu. Bunun için
nasıl bir neden ileri sürebilirdi? Ayrıca her ne kadar bakkal Kukin
ve dadı Pfühl (Fandorin derin derin iç geçirdi; kim bilir kaçıncı de-

52
Kar Kraliçesi

fadır Lizanka'nın güzelliğinin düşüncesiyle irkiliyordu.) Herhangi


bir yüzleştirme durumunda onu tanıyacak olsalar da, bunun ne
faydası olabilirdi ki? Büyük Fouche'nin<"> "dedektiflik sanatının ka­
çınılmaz incelikleri" öğretisine uyup zanlının gölgesi olup onu göz
hapsinde tutmak doğru olmaz mıydı?
Düşündüğünü yapmalıydı. Üstelik de zanlının gölgesi olmak
bu denli kolayken! Akhtyrtsev'in acelesi yoktu, Tverskaya Caddesi
yönünde ağır ağır ilerliyordu. Etrafına pek baktığı söylenemezdi.
Yalnızca arada sırada moda dükkanlarının vitrinlerine, şapkacılara
bir göz atıyordu. Fandorin birkaç kez iyice yanına yaklaşmayı ba­
şarmış, bu arada da gencin neşe içinde Smith'in Perth'in Güzel Kızı
operasından bir aryayı ıslıkla çaldığını fark etmişti. O an için inti­
harı başarısızlıkla sonuçlandırnuş biri olarak (tabi eğer oysa) keyfi­
nin yerinde olduğu söylenebilirdi. Korfs'un tütün ürünleri satılan
mağazasının önünde bir süre durup dikkatle sigara tabakalarını in­
celedi ancak içeri girmedi. Fandorin'in "objesinin" önceden belir­
lenmiş bir randevu saati için zaman geçirmeye çalıştığı kanısı gide­
rek güçleniyordu. Bu kanı Akhtyrtsev'in cebinden altın köstekli sa­
atini çıkarmasıyla daha da güçlendi. Genç adam köstekli saatin ka­
pağını açıp baktıktan sonra telaş içinde adımlarını hızlandırmıştı.
Bu arada ıslıkla çaldığı melodi değişmiş, yeni dönem operaların­
dan Cannen de "sokak çocukları korosunun" söylediği şarkıya dö­
nüşmüştü.
Karnergersky Caddesi'ne girdiklerinde ise ıslık çalmayı bırak­
mış, adımlarım öylesine hızlandırmıştı ki, Fandorin dikkat çekme­
mek için bilinçli olarak biraz geri planda kalmayı yeğledi. Allah'tan

ı·ı Joseph Fouche (1759-1820) Casusluk ve politik komplolarla ilgili sistemin kuru­
cusu ünlü Fransız siyaset adaou ve polis müdiırü.

53
Boris Akunin

"obje" Darzans güzellik salonunun önüne gelince yavaşlayarak, dur­


du. Fandorin ise hemen yolun diğer yanına geçerek buram buram ta­
ze ekmek kokularının yayıldığı bir fırının yanında nöbete koyuldu.
On beş, yirmi dakikadır dükkanın oymalı meşe kapısının
önünde volta atan Akhtyrtsev'in giderek sinirlendiği anlaşılıyordu.
Bu arada durmadan birtakım kadınlar telaşla içeri giriyor, paket
taşıyan genç çocuklarla birlikte kocaman kutular ve paketlerle dı­
şarı çıkıyorlardı. Yolda ise birkaç fayton beklemekteydi hatta bun­
lardan bazılarının kapısında dikkat çekici armalar bile vardı. Fan­
dorin'in vitrindeki saatten gördüğü kadarıyla saat tam on altı on
yedide genç adam hareketlendi. Kasketini çıkarıp o anda dükkan­
dan çıkmakta olan, şapkasının önü tüllü şık ince bir bayana doğru
ilerleyerek, el kol işaretleriyle heyecan içinde bir şeyler anlatmaya
başladı. Fandorin beklemenin getirdiği sıkıntıyla caddenin karşı
tarafına geçti. Şu Darzans'a bir göz atması iyi olacaktı.
"Şu anda size ayıracak zamanım yok." Son Paris modasına uy­
gun lila ipek muareden volanlı bir elbise giymiş olan kadının ka­
rarlı sesi duyuluyordu. "Daha sonra! Her zamanki gibi on dokuz­
dan sonra gelin, o zaman görüşürüz."
Kadın heyecan içindeki Akhtyrtsev'e ikinci bir kez bakmaya
bile gerek görmeden, üstü açık iki kişilik faytona bindi.
"Ama Arnalia! Lütfen izin verin, Arnalia Kazimirovna!" Genç
öğrenci kadının arkasından bağırıyordu. "Çok özel ve önemli bir
konu görüşecektim."
Kadın el sallayarak, seslendi. "Daha sonra! Daha sonra! Şimdi
çok acelem var."
O anda kadının yüzünü maskeleyen ince tül hafif bir rüzgarla
açıldı ve Fandorin yıldırım çarpmışa döndü. Bu buğulu gözler, bu
eski Mısır kadınlarını andıran oval çehre, bu alaylı dudak şekli ve

54
Kar Kraliçesi

kendinden emin ifade. Bu bir kez görenin bir daha unutamayacağı


bir yüzdü. Bu kadın, Kokorin'e aşkını asla inkar etmemesi gerekti­
ğini yazan gizemli A. B.'ydi. Artık bu olayın tamamen bambaşka
bir yöne sürüklendiği açıkça belirmeye başlamıştı.
Akhtyrtsev kaldırımın üstünde hayal kırıklığına uğramış bir
halde başını iyice omuzlarının arasına gömmüş (evet kambur du­
ruyordu işte, kamburluğu belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştı) öyle­
ce kalakalmıştı. Fayton ise içindeki Mısırlı kraliçe ile Petrovka yö­
nünde gözden kaybolmuştu. Fandorin için karar verme zamanıydı.
Göründüğü kadarıyla o an için ne yapacağını bilemeyen öğrenciyi
izlemenin pek bir faydası olmayacaktı. Fandorin, ona boş vererek
hemen bir dizi faytonun müşteri beklediği Bolshaya Dmitrovka
Caddesi'nin köşesine koştu.
Siperlikli kasket ve kalın muflonlu ceketinin içinde uyukla­
makta olan arabacıya seslenerek, arabaya atladı.
"Polis! Öndeki arabayı takip etmeni istiyorum. Hadi çabuk ol!
Korkma paranı son kuruşuna kadar alacaksın."
Arabacı gerindi, abartılı bir davranışla kollarını uzattı, hayva­
nın koşumlarını çekti ve kamçısını şaklattı. Ardından dinlenme ha­
lindeki uyuşuk atın hareketiyle parke taşlı yolda nal tıkırtıları du­
yuldu. Rozhdestvenka Caddesi'nin köşesinde yolun tamamını kap­
layan, kereste yüklü bir yük arabasıyla karşı karşıya geldiler. Fan­
dorin hemen koltuğun üzerine sıçrayarak, parmak uçlarında kalk­
tı. Kendilerinden önce geçip yük arabasından kurtulan faytonu
gözden kaçırmamalıydı. Doğru da yapmıştı. Böylece hiç değilse
arabanın Bolshaya Lubyanka Caddesi'ne döndüğünü görebilmişti.
Tanrı Fandorin'in yanındaydı. Sretenka Caddesi yakınlarında
faytonu tekrar yakalamış, böylece onun dar, sessiz ve bozuk bir ara

55
Boris Akunin

sokağa döndüğünü görebilmişlerdi. Tekerler çukurlara girip çık­


tıkça araba sıçrıyordu. Öndeki fayton durunca Fandorin arabacıya
yola devam etmesini söyledi. Dikkat çekmemeye özen göstermesi
gerekiyordu. Bu arada gözucuyla da arkayı süzüyordu. Lila elbiseli
şık kadın, küçük bir villanın önünde uzun boylu, üniformalı bir
uşak tarafından karşılanarak içeri alındı. Fandorin hemen bir son­
raki köşede arabadan inerek hızlı adımlarla geri döndü. Artık vil­
layı yakından inceleyebilirdi: Yemyeşil çimenler, pencerelerde şık
perdeler ve panjurlar, üstü kapatılmış bir giriş. Dış kapıda kimin
oturduğunu belirten bakır bir levhaya ise rastlayamamıştı.
Bu arada evin uşağı olduğu anlaşılan bir adam üzerinde önlü­
ğü başında buruşuk kasketiyle bahçe duvarının üzerine oturmuş,
tembellik ediyordu.
Fandorin, ona yaklaşarak, cebinde kalan son yirmi kopeği çı­
kararak yürümesine ara vermeden sordu. "Size bir şey sormak isti­
yordum, dostum, bu ev kimin?"
Uşak sinsice gülümseyerek, Fandorin'in elinde tuttuğu paraya
baktı.
"Bunu çok mu bilmek istiyorsun? Bu sır değil ki!"
"Al bunu! Biraz önce gelen bayanın kim olduğunu da biliyor­
sun, değil mi?"
Uşak parayı alınca konuşmaya başladı.
"Ev General Maslov'un eşine ait, ama o hurda oturmayıp ki­
raya veriyor. Biraz önce gelense son kiracısı Bayan Bezhetskaya,
Amalia Kazimirovna Bezhetskaya."
"Peki o kim?" Fandorin adamı sıkıştırmayı sürdürüyordu.
"Uzun zamandır mı hurda oturuyor? Çok ziyaretçisi olur mu?"
Uşak ona bakarak, düşünceli bir tavırla dudaklarını büzüştür­
dü ve bu soruları yanıtlamadı. Kafasının içinden neler geçtiği anla-

56
Kar Kraliçesi

şılmıyordu. Birden ayağa kalkarak, "Bana baksana sen," diye bağır­


dı ve Fandorin'in koluna girerek onu eve doğru sürüklemeye baş­
ladı. "Şimdi görürsün sen."
Fandorin, adamın elinden kurtulmaya çalışıyordu. Adamsa
bir yandan genç dedektifi çekiştirirken bir yandan da kapıdaki
bronz çanın ipini çekmişti.
"Kendine gel, sana göstereceğim... " Korku içindeki Fandorin
kurtulmak için sonuçsuz bir çabaya girişmişti. "Seni hemen ... Sen
benim kim olduğumu ... "
O anda kapı açılarak bol sırmalı üniformasıyla, kafası tama­
men kazılı, uzun boylu iriyarı koruma görevlisi göründü. Adamın
Rus olmadığı hemen anlaşılıyordu.
"Burda Arnalia Kazimirovna ile ilgilenen biri var." Alçak uşak
yumuşak tatlı bir sesle konuşmaya başladı. "Bana para önerdi. Ta­
bi almadım. Düşündüm de John Karlich ..."
Kahya (adam İngilizse, ki öyleye benziyordu, görevi böyle ta­
nımlanmalıydı) tutukluyu küçük, parlak gözleriyle acıyarak süz­
dükten sonra haini hiçbir şey söylemeden bir beş kopekle ödüllen­
dirdi ve kenara çekildi.
"Bunda bir yanlış anlaşılma var." Fandorin halen kendini içine
düştüğü bu durumdan kurtarma çabasındaydı. Çaresizlik içinde
aynı sözleri İngilizce tekrarlamaya başladı: "lt's ridiculous, a comp­
lete misunderstanding!'<">
"Şimdi görürüz. İçeri bayım, lütfen içeri girin." Bu arada Fan­
dorin'in kaçmasını engellemek üzere diğer kolundan tutmuş olan
uşak da onu içeri iteliyordu.
Fandorin kendini birden şık döşenmiş, büyük bir antrede,
elinde gümüş bir tepsi tutan doldurulmuş bir ayının karşısında bul-

ı·ı Çok saçma! Tamamen bir yanlı§ anlaşılma!

57
Boris Akunin

du. Tepsi büyük olasılıkla gelenlerin kartvizitlerini bırakmaları


içindi. Kaba tüylü vahşi hayvanın camdan gözlerinde ise dedektifin
acınacak hali görünüyordu.
"İsim? Geliş amacı?" diye sert bir ifade ve bozuk bir Rusçayla
soran kahya, Fandorin'in kusursuz İngilizcesini umursamamazlık­
tan geliyordu.
Fandorin sustu. Ne pahasına olursa olsun kimliğinin ortaya
çıkmasını istemiyordu.
O anda Fandorin daha önce de duyduğu, yumuşak, tatlı kadın
sesini işitti.
"Neler oluyor, John?"
Büyük olasılıkla üst kata çıkılan hah döşeli merdivenin başın­
da bu arada şapkasını ve yüzünü örten tülü çıkarmış olan evin ha­
nımı duruyordu.
"Ah, yine şu genç, esmer delikanlı !" diye ekledi alaycı bir ton­
da kendisini bakışlarıyla adeta yiyen Fandorin'e dönerek. "Kamer­
gersky Caddesi'nde sizi gördüğümü anımsıyorum. Yabancı bayan­
lara böyle bakmak sizce yakışık alıyor mu? Ama hoşuma gitmedi
diyemem, beni takip etmeyi başardınız. Öğrend misiniz? Yoksa
başka bir ... boşta gezen ... "
"Fandorin, Erast Petrowitsch !" diyen genç dedektif, kendini
karşısındaki kadına başka nasıl tanıtması gerektiğini bilemiyordu.
Ancak Kleopatra onun davranışlarından kendine göre bir anlam
çıkarmışa benziyordu.
"Cesur insanlardan hoşlanırım!" dedi gülerek. "Özellikle de
böyle yakışıklıysalar! Ancak sinsice bir şeyler öğrenmeye çalışmak,
casusluk yapmak hiç hoş değil ! Eğer benim kişiliğim sizi böylesine
ilgilendiriyorsa bu akşam tekrar ziyaretime gelebilirsiniz, bir kişi
fazla olmasının hiçbir sakıncası yok. Böylece merakınızı da gidere-

58
Kar Kraliçesi

bilirsiniz. Yalnız lütfen frak giyin. Bu evin de kuralları var, askeri


üniformayla gelmeyen beylerden frak giymelerini beklerim, bu be­
nim için değişmez bir kuraldır."

Akşam olduğunda Fandorin çoktan hazırdı. Gerçi babasından


kalma frağının omuzları ona göre biraz genişti ama Fandorin'in
evlerinin bir odasını kiralamış olduğu belediye yazmanının karısı
sevgili Agrafena Kondratievna dikişi birkaç iğneyle öylesine usta­
lıkla tutturmuştu ki önünü iliklemediği takdirde son derece şık ve
bedenine uygun duruyordu. Müflis borsa simsarının bu dünyadan
ayrılırken oğluna bıraktığı tek şey tıka basa dolu koskoca bir elbise
dolabıydı. Beş çift beyaz eldivenin de bulunduğu bu eşyalar arasın­
da Fandorin'e en uygun olanlar Burgess marka ipek bir yelek ile
Pironet markalı rugan ayakkabılardı. Her ne kadar biraz alnına
düşüyorsa da Blanc marka silindir şapka da hiç fena sayılmazdı.
Üstelik girişte çıkarılıp verildiğine göre biraz büyük olmasının hiç­
bir sakıncası yoktu. Fandorin bir de süslü baston almaktan vazgeç­
ti; bu kadarı da biraz fazla olacaktı. Loş antredeki aynaya son bir
kez baktığında kendisinden büyük hoşnutluk duydu, özellikle Lord
Byron sayesinde ideal bir form kazanan bel çevresi dikkat çekiyor­
du. Yelek cebinde Grushin'in bir buket çiçek alması için kıydığı
gümüş ruble duruyordu; güzel ancak abartısız bir şey olsun, demişti
üstüne basarak. Bir rubleyle nasıl abartılı bir çiçek yaptınlabilir ki,
diye düşünen Fandorin sonunda kendi cebinden de bir elli kopek
ekleyerek Parma menek§elerinden bir buket almayı kararlaştırdı.
Çiçekler yüzünden ayrıca araba için de para harcaması gerek­
mişti. Sonuçta Erast Fandorin, Kleopatra'nın (Bu isim ona Amalia

59
isoris Akunin

Kazimirovna Bezhetskaya isminden çok daha yakışıyordu) evinin


kapısına ulaştığında saat tam dokuza çeyrek vardı.
Misafirler çoktan toplanmışlardı. Genç bir bayan hizmetçi ta­
rafından karşılanan Fandorin antreye adım atar atmaz kalabalık
bir erkek topluluğunun seslerini duydu. Bu gürültü arada sırada ev
sahibesinin billur sesiyle kesilmekteydi. Salonun eşiğinde Fandorin
bir anlık tereddüt geçirdikten sonra cesaretini toplayarak içeri gir­
di. Bu tür davetlere alışkın bir dünya adamı görüntüsü uyandırma
isteğindeydi.
Salon deri divanlar, kadife sandalyeler ve şık sigara sehpala­
rıyla son derece rahat ve modern döşenmişti. Odanın orta yerinde­
ki kaplan postunun üzerinde İspanyol giysileri içinde ev sahibi du­
ruyordu. Korsajlı çingene pembesi elbisesi ve saçlarına taktığı kır­
mızı kamelya çiçeğiyle o kadar güzeldi ki, Fandorin bir an için ne­
fesinin kesildiğini sandı. Gözleri kamaşmıştı. Bundan dolayı da ko­
nuklara yakından bakma fırsatını bulamamış, yalnızca hepsinin er­
kek olduğunu fark etmişti. Akhtyrtsev de oradaydı. Oldukça kenar
bir noktada oturuyor, çok solgun ve üzüntülü görünüyordu.
"İşte bu da son hayranım!" diye seslenen Bezhetskaya gülerek
Fandorin'e baktı. "Bakın işte tam uğursuz on üç sayısına ulaştık.
Hepinizi ayrı ayrı tanıştırmak çok uzun zaman alacak. Adınızı tek­
rar söyler miydiniz, yine unuttum. Ancak öğrenci olduğunuzu bili­
yorum."
"Fandorin!" Genç dedektif sesinin titremesinin kuşku uyan­
dırmış olabileceği düşüncesiyle daha yumuşak bir sesle tekrarladı.
"Fandorin!"
Herkes başını çevirip bir an için ona baktı, ancak üstünkörü.
Bu yeni çaylağın kimseyi pek de ilgilendirmediği belliydi. Gurubun
tek bir ilgi odağı olduğu hemen anlaşılıyordu. Konuklar aralarında

60
Kar Kraliçesi

çok ender konuşuyorlardı. Hepsinin gözü ev sahibesindeydi. Her­


kes ama herkes hatta bir ayağı çukurda gibi görünen, yıldız gibi
parlayan elmas tektaşlı ihtiyar bile bir an için de olsa diğerlerini
gölgede bırakıp güzel kadının dikkatini kendi üzerine çekme çaba­
sındaydı. Ancak iki kişi bu davranış modelinin dışındaydı. Bunlar­
dan biri dudaklarından sürekli yeniden doldurduğu şampanya ka­
dehi düşmeyen Akhtyrtsev'di. Diğeri ise sinsi bakışlı, gülünce bem­
beyaz parlak dişleri ortaya çıkan siyah bıyıklı iriyarı bir Macar top­
çu teğmeniydi. Oldukça sıkılmışa benziyordu. Arada sırada Ama­
lia'ya bakıyor, genellikle küçümseyen bakışlar ve sinsi bir gülümse­
meyle diğer konukları süzüyordu. Kleopatra'nın bu alçağa belirgin
bir ilgi duyduğu besbelliydi, onu "Hippolyte" diye çağırıyordu. Fan­
dorin genç kadının ona bakışını fark ettiğinde içinin acı ve kıskanç­
lıkla burkulduğunu hissetti.
Birden kendini toplayıp dikkat kesildi. Beyaz papyonlu son
derece şık, kel bir adam konuşmalar arasındaki bir anlık sessizlik­
ten yararlanarak, sesini yükseltmişti:
"Son gelişimizde Kokorin hakkında konuşmamızı yasakladığı­
nızı biliyorum, sayın Amalia Kazimirovna, ancak onunla ilgili çok
ilginç bir şey duydum."
Susarak, bir an için konuşmasının salonda yarattığı etkiyi bek­
ledi. Herkes merakla ona bakmaya başlamıştı.
Başarılı bir avukat görüntüsü sergileyen, şişman geniş alınlı
bir adam heyecanla atıldı. "Bizi meraklandırmayın, Anton lvano­
vich, haydi anlatın. Ne öğrendiniz?"
Diğerleri de ona katıldılar. "Evet, bu kadar meraklandırmak
yeter! Haydi anlatın."
"Kokorin basit bir şekilde kendini vurmamış, Amerikan ruleti
oynamış. Bugün genelkurmay başkanının ofisinde kulağıma fısıl-

61
Boris Akunin

dandı." Kel adam bir an için konuşmayı keserek, yarattığı etkiyi


gözlemledi. "Amerikan ruletinin ne olduğunu biliyorsunuz, değil
mi?"
"Bilinen bir şey!" diyen Hippolyte omuzlarını silkti. "Bir ta­
banca alıp şarjöre yalnızca bir tek mermi koyuyorsun. Sonra topu
bir kez döndürüp tetiğe basıyorsun. Aptalca, ama heyecan verici !
Oyunu bizim değil de Amerikalıların bulmuş olması daha da utanç
verici !"
Elmaslı yaşlı adam konuyu anlayamamıştı. "Bunun ruletle ilgi­
si ne, sayın kontum?"
"Tek veya çift, kırmızı ya da siyah, önemli olan sıfır olmama­
sı !" diye haykıran Akhtyrtsev, Amalia'yı suçlayan bakışlarla (belki
de Fandorin'e öyle gelmişti) süzerken, yapmacık bir kahkahayla
güldü.
"Sizi uyarmıştım. Bundan bahseden hemen def olup gidecek!"
Ev sahibesi hiddetten köpürüyordu. "Bir daha da buraya asla gire­
meyecek! Çenelerinizi çalıştıracak bir şey buldunuz yine!"
Kısa bir sessizlik oldu.
Neden sonra Akhtyrtsev aynı sıkıntılı ve üzüntülü ses tonuyla
ekledi. "Hiç kuşkusuz beni kapının önüne koymaya cesaret ede­
mezsiniz, Amalia! Düşüncelerimi özgürce söylemek hakkını ka­
zandığımı sanıyorum."
"Peki ama sorabilir miyim niçin, nasıl?" Muhafız birliği ünifor­
ması içindeki iriyarı bir yüzbaşı meraklanmıştı.
"Neden olacak, içkiyi fazla kaçırdığı için saçmalıyor, ayyaş!"
diyen Hippolyte (yaşlı adamın biraz önce kont olarak tanımladığı)
bir skandal çıkmasını önlemek isteğiyle konuşmaya girdi. " İzin ve­
rirseniz onu biraz dışarı, açık havaya çıkarayım, Amelie."
Kar Kraliçesi

"Müdahalenize gerek gördüğüm takdirde bunu size bildiririm,


hippolyte Alexandrovich," diye sert ve iğneleyici bir ifadeyle yanıt
veren Arnelie böylelikle iki adamın çatışmasını, ta başından engel­
lemiş oldu. "Bakın beyler, benim çok daha iyi bir fikrim var. Ara­
mızdan kimse hepimizi ilgilendirebilecek bir sohbet konusu bula­
madığına göre, rehin alma (gaj)<"> oynamaya ne dersiniz? Biliyor­
sunuz son kez oynadığımızda çok eğlenmiştik, Frol Lukich oyunu
kaybettiğinde onun elindeki iğneyi parmaklarına batıra batıra çi­
çek nakışını işlemesini seyretmek çok keyifliydi."
Hep birlikte kahkahayı bastılar. Gülmeyen yalnızca kıpırdasa
frağının dikişleri patlayacak gibi görünen kısa saçlı keçi sakallı bir
adamdı.
Kuzeyli olduğunu belirten bir taşra şivesiyle konuşmaya başla­
dı. "Sevgili Arnalia Kazimirovna bu zavallı, yaşlı tüccarla eğlen­
mekte çok haklı ... Benim gibi bir aptal için bunlar az bile! Ancak
dürüst tüccarlar borcunu daima öder. Bence oyuna biraz hareket
getirmekte yarar var, dişe diş, göze göz, demek istiyorum! O gün
bizler her şeyimizi ortaya koyduk, bugün riske giren niçin siz olma­
yasınız?"
O anda avukat da söze karıştı. "Tüccarın yerden göğe kadar
hakkı var. İyi fikir! Arnalia Kazimirovna da cesaretini göstermeli!
Baylar, size bir önerim var. Oyunda şansı gülüp rehini kazanan,
nurumuz ışığımızdan bir şeyler istesin ... Çok çok özel bir şey!"
Herkes aynı fikirdeydi. "Evet, harika, bravo!" sesleri yükseldi.
"Ooo, yoksa bu bir isyan mı? Pugachev ve çetesi ! " diyerek ev
sahibesi inanılmaz bir çekicilik ve cilveyle gülümsedi. "Benden ne
istiyorsunuz?"

<"> Ebenin kişilerce rehin verilen eşyalara bilmeden ödül tayin ettiği bir oyun. Kimin
ne alacağı kurayla belirleniyor. Büyük ödülü ya da cezayı tek kişi hak ediyor.

63
Boris Akunin

"Ne isteyeceğimizi ben çok iyi biliyorum," diye söze karıştı


Akhtyrtsev. ''Kazananın kendisine sorduğu soruya ne olursa olsun
doğru cevap versin! Dolambaçlı yollara sapmadan, kedi köpek
oyunlarına girişmeden mertçe. Tabi baş başa!"
"Niçin baş başa?" diye yüzbaşı itiraz etti. "Herkesin duymaya
hakkı var. Yoksa oyunun anlamı kalmaz ki!"
Bezhetskaya gözünde tuhaf, kuşkulu bir parıltıyla Akhtyrt­
sev'e dönerek ona hak verdi. "Herkes duyarsa kazananın ne farkı
kalır ki! Peki haydi 'gerçek' oyunu oynayalım. Ancak uyarmamış
olmayayım, umarım talihli benden gerçeği öğrenince korkuya ka­
pılmaz. Gerçeğin onu rahatsız edebileceğinden çekiniyorum."
R harfini bir Paris'li gibi üstüne basarak söylemeye çalışan
kont da fikrini açıkladı. "J'en ai le frisson d'y penser!'<"> Gerçeğe boş
verin, baylar! Kime ne faydası var? Bunun yerine Amerikan ruleti
oynasak daha iyi değil mi? İyi bir deney olmaz mı?"
"Hippolyte, sizi uyardığımı sanıyorum." Tanrıça, adama döne­
rek hışımla azarladı. "Tekrar söylüyorum. Bu konuda artık tek ke­
lime bile duymak istemiyorum."
Hippolyte hemen susarak, ellerini kaldırdı. Tamam, sustum
anlamına gelen bir davranıştı bu.
Bu arada yüzbaşı şapkasında herkesin rehin için verdiği eşyaları
topluyordu. Fandorin babasının P. F. armalı keten mendilini koydu.
Çekilişi yapma hakkı ise şişko Anton Ivanovich'e verildi.
Şapkadan ilk çıkan kendisinin koyduğu sigara tabakasıydı.
Eziklik içinde sordu. "Bu değerli rehin karşılığında ne alabilirim?"
Yüzünü duvara döndürmüş olan K.leopatra'nın, "Simidin hal­
kasını!" sözlerine şişko adam dışında hepsi kahkahalarla güldüler.
l'l Düşüncesi bile beni titretiyor.

64
Kar Kraliçesi

"Peki ya bunun?" Anton Ivanovich bu kez de yüzbaşının gü­


müş kalemini çekmişti.
"Geçen yıl yağan kar."
Bunu bir madalyon saat ("balık kulakları"), birtakım oyun ka­
ğıdı ("başınız sağ olsun") bir kutu fosforlu kibrit ("Napolyon'un sağ
gözü"), akik bir sigara ağızlığı ("yalnızca kuru gürültü"), eski bir
yüz rublelik banknot ("hiç, hiç, hiç-üç kez hiç") bir bağa tarak
("dört kez hiç") bir üzüm tanesi ("Orest K.irillovichlüle saçları" bu­
nu kazanan ceketinin göğüs cebinde St. Vladimir şövalyelerinin ar­
masını taşıyan tamamen kel bir adam olunca salonda bir kahkaha­
dır koptu) bir karanfil ("ona mı, asla ve asla hiçbir şey"). Artık şap­
kada yalnızca iki rehin kalmıştı. Fandorin'in mendili ve Akhtyrt­
sev'in altın yüzüğü. Bir sonraki çekilen altın yüzüktü. Fandorin
öne doğru eğilen öğreneinin alnının ter içinde olduğunu fark etti.
"Evet, buna mı . .. Buna mı. .. Acaba buna mı vermeli? ... " diye
ağırdan alarak mırıldanan Arnalia Kazimirovna'nın tek düşüncesi­
nin konuklarını alabildiğince eğlendirmek olduğu arılaşılıyordu.
Akhtyrtsev ise heyecandan oturduğu yerden kalkmış, şansına hiç
de güvenmeyen biri olarak okuma gözlüğünü burnundan çıkarmış­
tı. Sonunda kader tanrıçası bu işkenceye bir son vererek kararını
açıkladı. "Bence sona kalması daha uygun!"
Fandorin birden günün adamı olmuştu, onu hiç fark etmemiş
olanlar bile artık ilgi göstermeye başlamışlardı. Şansının giderek
arttığı son dakikalarda hep kazandığı takdirde nasıl davranması
gerektiğini düşünmüştü. Artık kuşkusu kalmamıştı. Kader onun
kazanmasını istemişti.
O anda Akhtyrtsev yerinden sıçrayarak yanına geldi ve telaşla
fısıldadı. "Yalvarırım size geri çekilin. Daha ilk kez geldiniz... Ne

65 F: 5
Boris Akunin

isteğiniz olabilir ki, ama benim kaderim buna bağlı ... Lütfen kura­
nızı bana satın. Ne isterseniz veririm ! Be§ yüz? Bin? Daha faz­
la?... "
Kendini bile §a§ırtan bir kararlılıkla ayağa kalkan Fandorin
panik içinde fısıldayan genci yana doğru iteleyerek, ev sahibesinin
yanına gitti ve saygıyla hafifçe eğilerek sordu. "Nereye çekilmemizi
isterdiniz?"
Kleopatra neşe ve merakla Fandorin'i süzüyordu. Genç de­
dektifin bu bakı§lardan ba§ı dönmeye ba§lamı§tı.
"Şu köşeye çekilmemiz iyi olacak. Sizin kadar atak biriyle ta­
mamen yalnız, ba§ ba§a kalmak istemem."
Diğerlerinin alaylı ve bir o kadar da kıskançlık dolu gülümse­
melerine aldırmayan Fandorin kadını salonun en uzak kö§esine
kadar izleyip oymalı kolları olan deri bir divanda yanına oturdu.
Amalia Kazimirovna gümü§ ağızlığına ince bir puro takarak,
şamdanın alevinde tutu§turduktan sonra huzur içinde arkasına
yaslandı.
"Nikolai Stepanovich'in benim için yaptığı teklif ne kadardı?
Size neler fısıldadığını çok iyi tahmin ediyorum."
"Bin ruble!" diye dürüstlükle yanıtladı Fandorin. Dürüst dav­
ranmanın daha doğru olacağı dü§üncesindeydi. "Daha da yükselte­
cekti."
Kleopatra'nın akik renkli gözleri tehlikeli bir muziplikle par­
ladı. "Ooo, çok önemli bir sorunu var anlaşılan. Çok sıkı§mış. Peki
ya siz? Niçin reddettiniz? Yoksa milyoner misiniz?"
"Yoo, tam aksine yoksul bile sayılabilirim." Fandorin gülüm­
sedi. "Ancak §ansımı ticarete konu yapmak bana ters geldi."

66
Kar Kraliçesi

Bu arada salondakiler konuşulanları dinleme çabalarına son


vermişlerdi, nasıl olsa ikili konuşmadan bir şey anlaşılmıyordu.
Küçük gruplar halinde toplanmış, sohbet ediyor, ancak bu
arada sık sık köşede neler olduğuna bakmaktan da geri kalmıyor­
lardı.
Kleopatra kısa bir süre için de olsa eline düştüğü yabancıyı sa­
mimi ancak alaylı bakışlarla süzdü. "Evet, şimdi bana ne sormak is­
tiyorsunuz?"
Fandorin hala tereddüt ediyordu. "Dürüst yanıt verecek misi-
niz?"
"Dürüstlük mü, dürüstlük onurlu insanlar içindir, ki oyunları­
mızda bu özelliğin pek olduğunu söyleyemem." Bezhetskaya acı
acı gülümsedi. "Ancak açıklık diyorsanız, işte onu garantileyebili­
rim. Ama lütfen, aptalca sorularla beni düş kırıklığına uğratmayın.
Sizin ilginç biri olduğunuzu düşünüyorum."
İşte zaman gelmişti. Fandorin atağa geçti. "Pyotr Alexandro­

vich Kokorin'in ölümüyle ilgili neler biliyorsunuz?"


Ev sahibesi bu soru karşısında ürkmemişti hatta irkilmemişti
bile. Ancak eğer Fandorin yanlış görmediyse gözleri bir an için
hırsla kısılmıştı. "Niçin soruyorsunuz bunu?"
"Daha sonra açıklarım. Şimdilik siz sorumu yanıtlayın."
"Güzel, size bildiklerimi anlatabilirim. Kokorin'i öldüren son
derece acımasız, karşı konulamaz bir kadındı." Bezhetskaya bir an
için gür, siyah kirpiklerini yumdu. O anda gözlerinde kıvılcımı an­
dıran parlak bir bakış belirdi. "Bu bayanın adı aşktı."
"Aşk mı? Kime aşıktı? Size mi? Buraya sık sık geliyordu, değil
mi?"

67
Boris Akunin

"Doğru. Burda da sanırım benim dışımda aşık olunacak biri

yok. Tabi Orest Kirillovich dışında!" Gülmeye başladı.

Fandorin, kadının soğukkanlılığından, katı yürekliliğinden şaş­

kına dönmüştü. "Kokorin i\.i n hiç üzülmüyor musunuz?"

Mısır kraliçesi kayıtsızlıkla omuzlarını silkti. "Herkes kendi

kaderini yaşar. Bu kadar soru yetmez mi?"

"Henüz bitirmedim! " diye atıldı Fandorin telaşla. "Peki Akhtyrt­

sev'in konuyla ilgisi ne? Lady Astair adına bırakılan vasiyetname ne


anlam taşıyor?"

O anda Fandorin'in arkasındaki konuşma sesleri belirgin şe­

kilde artmıştı. Genç adam sinirle arkasını döndü.

"Demek konuşma şeklimden rahatsız oluyorsun?" Hippolyte

içkiyi fazla kaçırmış Akhtyrtsev'i sert bir tavır içinde, elleriyle ite­

leyerek bağırıyordu. "Peki buna ne dersin, belki böylece kendine

gelirsin!" Eliyle sarhoş gencin alnına vurdu. Ancak sert olmayan

bu darbe bile sarhoş Akhtyrtsev'in geriye doğru yuvarlanarak, san­


dalyenin üzerine düşmesine yetti. Genç adam orada öylece yığıl­

mış kalmış, şaşkınlık içinde etrafı süzüyordu.

"Bakın kont, böyle davranamazsınız!" Fandorin yerinden fırla­

yıp deli gibi bağırarak öfkeli adamın üzerine yürüdü."Daha güçlü

olmanız, size bu tür davranma hakkı ... "

Ancak kontun pek umursamadığı anlaşılan bu ani suçlama ev

sahibesinin sert ve kararlı sesinin içinde kayboldu.

"Dışarı çık, Hippolyte! Hemen dışarı! Ve kendine gelip adam

gibi davranmayı öğrenene kadar da seni bu evde görmek istemiyo-

rum!"

Kont küfrederek kapıya doğru ilerledi. Diğer konuklarsa şaş­

kınlık içinde, merakla koltuğa yığılmış olan Akhtyrtsev'e bakıyor-

68
Kar Kraliçesi

lardı. Adam doğrulmaya bile kalkışmayacak kadar zavallı bir hal­

deydi.

Amalia, Fandorin'e dönerek, "Burdaki tek aklı başında insan

sizsiniz!" dedikten sonra kapıya doğru yürüdü. "Lütfen onu burdan

götürün. Yalnız dikkat edin, düşmesin."

O sırada sırmalı üniformasını siyah bir redingot ceket ve kola­

lı bir gömlekle değiştirmiş Kahya John göründü. Öğrencinin kapı­

ya kadar taşınmasına yardımcı olduktan sonra başına da silindir

şapkasını yerleştirdi. Bezhetskaya anlan uğurlamak için bile yerin­

den kalkmamıştı. Kahyanın karanlık yüz ifadesinden artık oradan

ayrılma zamanının geldiği anlaşılıyordu.

69
Boris Akunin

B EŞİNCİ B Ö LÜ M
Kahramanlarımızı n e gibi tatsızlıklar bekliyor?

Açık havaya çıkınca Akhtyrtsev birden kendine geldi. Kendi

kendine ayakta durabiliyor, yalpalamıyordu. Hatta Fandorin, onun


kolundan çıkma riskini bile göze aldı.

"Sretenka'ya kadar yürüyelim," diye önerdi genç öğrenciye.


"Orada seni bir arabaya bindiririm. Evin uzak mı?"

"Ev mi?" Gaz lambalarının titrek ı§ığında öğrencinin solgun

yüzü bir maskeyi andırıyordu. "Asla gitmem, eve gitmek istemiyo­


rum. Ba§ka bir yere gidelim ne olur! Konu§maya ihtiyacım var.
Gördünüz, siz de gördünüz bana neler yaptıklarını ... Adınız neydi?

Ahh , evet, Fandorin, komik bir isim. Benimki de Akhtyrtsev, Ni­

kolai Akhtyrtsev. "


Fandorin hafifçe eğilirken kendi içindeki ikilemi çözme çaba­
sındaydı. Akhtyrtsev'in bu halinden yararlanıp ondan bilgi almaya

çalı§mak doğru bir davranı§ olur muydu? Yoksa böyle bir çıkarcı­
lıktan kaçınmalı mıydı? Ama zaten "kamburun" kendisi de biraz

konu§mak, içini dökmek gereksinimi duyduğunu söylememi§ miy­

di?
Fandorin onunla konu§manın daha doğru olacağı kararına

vardı. Yalnızca kar§ı kar§ıya olduğu davanın karma§ık, çözümsüz

yapısı bile bunun için yeterli nedendi.

70
Kar Kraliçesi

"Crimea burdan pek uzak değil," diye ekledi Akhtyrtsev. "Ara­

baya binmemize de gerek yok, yürüyerek gidebiliriz. Basit bir ak­

şamcı meyhanesi, ama şarapları idare eder. Gidiyoruz, değil mi?

Sizi ben davet ediyorum! "

Fandorin b u ricayı yineletmedi, beraberce yavaş yavaş (hızlı

yürümeye kalkıştıklarında öğrenci halen dengesini sağlayamıyor,

sallanıyordu) karanlık sokaktan ışıkları görünen Sretenka Cadde­

si'ne doğru ilerlediler.

"Beni bir korkak, bir alçak olarak görüyorsunuz, Fandorin,

öyle değil mi?" Akhtyrtsev'in konuşurken dili zor dönüyordu.

"Kontu düelloya davet etmediğim, hakaretlerine katlandığım, sar­

hoş rolü oynadığım için korkak olduğumu düşünüyorsunuz, değil

mi? Ben bir korkak değilim, alçak hiç değil, size öyle şeyler anlata­

bilirim ki, şaşkınlıktan küçük dilinizi yutarsınız... Adamın amacı

yalnızca beni kışkırtmaktı. Borcunu ödememek için benden kur­


tulmak istiyor. Ona böyle davranmasını fısıldadığımı biliyorum . ..

Ah bu kadın, bu cadı, bir bilseniz! Zurov için insan öldürmekle bir


çekirgeyi ezmek arasında hiçbir fark yok. Her sabah en az bir saat

atış talimi yapıyor. Yirmi adımdan beş kopeği tam göbeğinden vu­

rabilir. Onunla düello mu yapılır? Bu adil bir düello olur mu?


Onun açısından hiçbir risk yok. Kılıfına uydurulmuş, şık bir etike­

tin ardına gizlenmiş gerçek bir cinayet! Üstelik de daha sonra ona

hiçbir şey olmadan, tereyağından kıl çeker gibi kurtuluyor. Bu ilk

de değil. Bir süre ortalardan kaybolup seyahate gidiyor. Hepsi bu.

Ama ben yaşamak istiyorum, buna hakkım da var."

Sretenka Caddesi'nden loş gaz lambalarıyla aydınlatılmış bir

yan sokağa saptılar. Tam karşılarında tüm pencerelerinde ışık olan

üç katlı bir bina vardi . Crimea burası olmalıydı. Fandorin'in me-

71
Boris Akuniıı

raktan kalbi heyecanla çarpıyordu, tüm Moskova'da ünlü kötülük

yuvası sayılan lokalden bahsedildiğini çok duymuştu.

Geniş aydınlık antrede onları karşılayan olmadı. Akhtyrtsev

alışık olduğunu belli eden bir rahatlıkla oymalarla süslü tahta ka­

pıyı açtı. İçeriden yüzlerine çarpan sıcak havaya yemek ve şarap

kokusu hakimdi. Buna ilave olarak da kulakları sağır edici bir gü­

rültü ve inleyen kemanların sesleri duyuluyordu.

Silindir şapkalarını antredeki vestiyere bıraktıktan sonra,

Akhtyrtsev'i "Ekselansları," diye selamlayarak onun için "özel ola­

rak" ayrılmış olan en iyi masaya götüreceğini söyleyen, çevik bece­

rikli bir gencin ardından salona girdiler. Allah'tan ayrılan masa

duvar dibinde ve bir çingene orkestrasının çalıp kastanyetlerle

dans ettiği sahneden epeyce uzaktı. Bu tür bir batakhaneyi ilk kez

görme fırsatı bulan Fandorin merak içinde başını dörtbir yana çe­

viriyordu. İçeride oldukça renkli, karmaşık bir topluluk vardı; ama

içlerinde bir tek ciddi, ağır başlı insanın olmadığı da gerçekti. Saç­

larını briyantinle parlatmış tüccarlar ve borsa simsarları çoğunluğu

oluşturuyorlardı; son günlerde onların çok iyi para kazandıkları bi­


liniyordu. Aralarında aristokrat oldukları anlaşılan centilmenler

de vardı. Hatta Fandorin apoletlerden birinde imparatorun yaver­

lerine takılan altın bir nişan bile görmüştü. Genç dedektifin asıl
dikkatini çeken en ufak bir el hareketiyle masalara gelip oturan

genç bayanlardı. Dekoltelerinin açıklığı Fandorin'in yüzünün kı­

zarmasına neden olmuştu. Bu kadınların eteklerindeki yırtmaçlar

öylesine derindi ki yuvarlak dizleri file çoraplarının gerisinde ah­

laksızca ortaya çıkıyordu.

"Ne o, kadınlardan gözünüzü alamıyorsunuz?" Akhtyrtsev,

garsona şarap ve peynir ısmarladıktan sonra gülümseyerek genç

72
Kar Kraliçesi

dedektife takıldı. "Arnalia'yı tanıdığımdan bu yana onları dişi ola­


rak bile göremiyorum. Neyse, kaç yaşındasınız, Fandorin?"
Fandorin bir yıl ekleyerek, "Yirmi bir!" diye yanıtladı.
"Ben de yirmi üç. Ancak çok şeyler yaşadım, hayat deneyimim
oldukça fazla. Bu yosmalara takılmayın sakın, para ve zaman har­
camaya değmezler. Daha sonra kendinizi çok daha berbat hisse­
dersiniz. Eğer sevecekseniz, bu bir kraliçe olmalı ! Ama bunları si­
ze niçin anlatıyorum ki? Aınalia'ya gelmeniz tesadüf olamaz, değil
mi? Sizin de mi başınızı döndürdü? O bundan hoşlanıyor, erkek
koleksiyonunu günden güne zenginleştiriyor. Tabi bunun için de
sürekli yeni adaylara gereksinimi var. Operetteki dizeler bunu ne
güzel dile getiriyor: 'Elle ne pense qu'iı exciter fes hommes.'<"> Ama
her şeyin bir fiyatı, bir bedeli var ve ben bunu ödedim. Size ilginç
bir öykü anlatayım mı? İyi bir dinleyicisiniz, susmayı biliyorsunuz
ve bu çok hoşuma gidiyor. Onun nasıl bir kadın olduğunu öğren­
menizin hiçbir sakıncası yok. Beni yuttuğu, mahvettiği gibi sizi de
etkisine almadan aklınızı başınıza toplamayı başarırsınız belki de!
Yoksa sizi etkisi altına almayı başardı mı? Ona bugün neler fısılda­
dınız?"
Fandorin bakışlarını ondan kaçırdı.
"Dinleyin o zaman." Akhtyrtsev anlatmaya başladı. "Hippolyte
tarafından hakarete uğradığım halde onu düelloya davet etmedi­
ğim için aşağılık bir korkak olduğumu düşündünüz belki de. Ama
ben bir düello yaşadım, hem de öyle bir düello ki böyle bir düello­
yu Hippolyte rüyasında bile göremez. Kokorin hakkında konuşma­
yı nasıl kesinlikle yasaklamış olduğunu gördünüz. Bunun nedeni
var! Ellerinde onun kanını hissediyor, vicdanı rahat değil! Benimki

<"> Yalnızca erkeklerin başını döndürmeyi düşünüyor.

73
Boris Akunin

de öyle! Ancak ben günahlanmın bedelini ölüm korkusunu ger­

çekten yaşayarak ödedim. Kokorin okul arkadaşımdı, o da Ama­

lia'ya takılırdı. Önceleri çok iyi arkadaştık ama sonradan onun yü­

zünden birbirimize düşman olduk. Kokorin benden daha küstah

ve pervasızdı, ayrıca daha da yakışıklıydı, entre nous, <"> ama bir bur­

juva ne olursa olsun burjuvadır, üniversitede de okusa halktan ol­

duğu gerçeği değişmiyor. Amalia bizle eğleniyordu; bir onu bir be­

ni tercih ediyordu. O böyledir işte: Nicolas der, yaklaşır, öylesine

samimi konuşur ki, bir anda favorisi olduğunu düşünürsün, ayakla­

rın yerden kesilir, göklere çıkarsın; sonra ufacık bir şey için seni

yerin dibine batırır, bir hafta gözüne görünmeni bile yasaklar, se­

ninle resmi konuşmaya -Bay Nikolai Stepanich Akhtyrtsev deme­

ye- başlar. İnan bana, onun kancasına bir kez takıldın mı kurtul­

mak olanaksız! Neylersin, onun politikası da bu işte !"

Fandorin kuşku uyandırmayan bir merakla sordu. "Peki şu


Hippolyte'in onun yaşamındaki yeri ne?"

"Kont Zurov mu? Tam olarak bilmiyorum ama aralarındaki


çok özel bir ilişki ... Ya adam onu ya da kadın onu kontrol ediyor ...

Ancak kont asla kıskanç biri değil. Zaten onun gibi bir kadın da

etrafında kıskançlık gösterileri yapılmasını kabullenemez. Çünkü

o, tek kelimeyle, bir kraliçe !"

Bitişik masadaki bir grup tüccar bağrışmaya başladıkları için

bir an sustu. Artık kalkıyorlardı ve hesabı kimin ödeyeceği konu­

sunda tartışmaya başlamışlardı. Onların ardından garson kirli ma­

sa örtüsünü kaşla göz arasında alarak, yerine yenisini serdi. Birkaç

dakika sonra ise yeni bir müşteri masadaki yerini almıştı bile. Faz­

la içkiden gözleri camlaşmış, beyaz bir renle almış, sarhoş bir me-

<"> Aramızda kalsın.

74
Kar Kraliçesi

ınurdu bu. Kahverengi saçlı cilveli bir kız koşarak yanına geldi ve
hir kolunu sarhoş adamın boynuna doladıktan sonra öylesine bi­
linçli bir şekilde bacak bacak üstüne attı ki Fandorin bir an için ka­
dının kırmızı file çoraplarını tutan jartiyerini bile gördü.
Bu arada Akhtyrtsev ağzına kadar dolu bir kadeh kırmızı şa­
rabı başına dikmiş, kanlı bonfilesini kesmeye çalışıyor, bir yandan
da anlatmayı sürdürüyordu. "Sanırım Pierre Kokorin'in aşk acısı
yüzünden intihar ettiğini düşünüyorsunuz! Keşke öyle olsaydı.
Ama değil işte ! Onu öldüren bendim."
"Nee?" Fandorin kulaklarına inanamıyordu.
"Doğru duydunuz!" Akhtyrtsev başını sallayarak, gururlu bir
ifade takındı. "Çenenizi tutar ve sorularınızla beni bunaltmazsanız,
size her şeyi en ufak ayrıntısına kadar anlatırım. Evet, onu öldür­
düm ve bundan dolayı da en ufak pişmanlık duymuyorum. Düello
yaptık, hem de en dürüstünden! Böylesine dürüst, böylesine adil
bir düelloyu tarih yazmamıştır. İki kişi düello için karşı karşıya
geçtiklerinde bunda çoğu zaman bir haksızlık vardır: Ya biri ya di­
ğeri daha iyi nişancıdır, biri daha şişmandır, bundan dolayı daha
kolay vurulur veya biri kötü bir gece geçirmiştir, bu yüzden eli tit­
rer. Pierre ve benim için ise şartlar kelimenin tam anlamıyla eşit ve
adildi. Her şey Sokolniki Parkı'nda, dönme dolapta başladı. Üçü­
müz biraz eğlenmek için dönme dolaba binmiştik. Amalia birden,
'Sizden, ikinizden de bıktım artık,' dedi. 'Şımarık zengin züppeler!
Niçin birbirinizi öldürmüyorsunuz? Böylece hiç değilse birinizden
kurtulmuş olurum?' Bunun üzerine Kokorin domuzu, 'Eğer bunun
karşılığı sizden alınacak anlamlı bir ödülse onu gözümü bile kırp­
madan öldürebilirim,' dedi. Tabi ben de gerçek ve anlamlı bir ödül
için aynı şeyi yapabileceğimi belirttim. Paylaşılmayacak bir ödül !
Böylece geri adım atmadığımız takdirde ikimizden birinin mezarı

75
Boris Akunin

da kazılmış olmuştu. Kokorin'Ie aramızdaki ilişki zaten bozulma


noktasına gelmişti. Bu söylenenler üzerine Amalia, 'Beni gerçek­
ten bu kadar çok mu seviyorsunuz?' diye sordu. Kokorin, 'Haya­
tımdan bile daha fazla!' dedi. Tabi ben de aynı şeyi belirttim. 'İyi
öyleyse!' dedi bunun üzerine kraliçe. 'İnsanlarda en değer verdi­
ğim şey cesarettir, onun dışında her şeyin yapmacığı, sahtesi var­
dır. Ama cesaret, o benzersizdir! Şimdi dileğimi söylüyorum. Eğer
gerçekten ikinizden biri diğerini ortadan kaldırırsa, bu cesaretinin
ödüllendirileceğinden emin olabilirsiniz. Ödülün ne olacağını da
siz düşünün artık!' Ve gülüp alay ederek, 'Ah, siz boşboğaz geve­
zeler!' demişti. 'Sizin cinayet işleyebilecek cesaretiniz filan yok.
Sizlerin tek gücü babalarınızın parası! ' Bu sözlere çok sinirlenmiş­
tim. 'Kokorin namına konuşamam ama kendi hesabıma bu tür bir
ödül için kendi hayatımı da başka birinin hayatını da feda etmek­
ten kaçınmazdım.' Bunun üzerine bana öfkeyle bağırdı. 'Yeter ar­
tık, bu anlamsız gevezeliklerinizden bıktım. Bahis geçerli, düello
yapmanızı istiyorum, ama alışılmış şekilde değil, çünkü her düello­
nun ardından bir skandal çıkıyor. Üstelik konu çoğu kez yarım ka­
lıyor. Biri diğerini kolundan yaralıyor ve düelloyu kazandığını id­
dia ediyor. Hayır, biri ölmeli ve diğerinin aşkı sürmeli. Kader nasıl
uygun görürse! Aranızda kura çekin. Kime çıkarsa kendini öldür­
sün! Tabi daha önce doğru dürüst bir veda mektubu yazmalı ki
kimse intiharın benim yüzümden olduğu düşüncesine kapılmasın.
Ne oldu, korktunuz mu? Eğer korktuysanız hiç değilse kendiniz­
den utanın ve bir daha gözüme görünmeyin. Benim için de böylesi
daha uygun.' Amalia'nın bu sözleri üzerine Pierre, bana bakarak,
'Akhtyrtsev'in konuya nasıl baktığını bilemem ama ben korkmuyo­
rum ve iddiaya varım,' dedi. Böylece karar alındı. .. "

76
Kar Kraliçesi

Akhtyrtsev susarak, başını önüne eğdi. Sonra birden doğrul­


du, §arap kadehini ağzına kadar doldurdu ve kafasına dikip bir yu­
dumda içti. Bu arada biti§ik masadaki kırmızı çoraplı kız, beyaz
yüzlü adamın kulağına fısıldadığı bir §eylere kahkahalarla güldü.
"Peki ya vasiyetname?" diye soran Fandorin, aynı anda dilini
ısırdı. Pot kırmı§tı, bu konuda bilgisi olduğunun anla§ılmaması ge­
rekiyordu. Ancak kendini öyküsünün deh§etine kaptınnı§ olan
Akhtyrtsev bunu fark bile etmeyerek anlamsızca ba§ını salladı.
"Evet, vasiyetname... Bu da onun fikriydi. 'Beni parayla satın
alabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Buyrun o zaman, ama Nikolai'ın
bir zamanlar denediği gibi yüz bin rubleyle değil. (Bir defasında
ona bunu önermi§, nerdeyse sille tokat dı§arı atılmı§tım.) İki misli­
ne de değil! Neyiniz varsa hepsini istiyorum. Öte dünyaya giden
çıplak gitsin. Ama, sakın ola ki paranıza ihtiyacım olduğunu dü­
şünmeyin. Ben zaten kendi paramı sağa sola dağıtıyorum. Hayır,
bu para iyi bir amaca hizmet etmeli, bir manastıra verilmeli veya
öyle bir §ey. Ölümcül günahların kefareti olarak! Ne dersin, Pet­
rusha, milyonlannla kiliseye koca bir mum dikebilir misin,' diye
sormu§tU Kokorin'e. Bu arada belirtmeliyim ki Kokorin fanatik bir
ateist, bir militandı. 'Ruhaniler dışında herkese bırakabilirim ! ' di­
ye isyan etmişti. 'Hiç değilse Moskova'daki düşmüş kadınlara kal­
sın! Her biri bir dikiş makinesi alıp sanatını değiştirebilir. Günün
birinde Moskova'da fahişe kalmadığında da bu Pyotr Kokorin'in
eseri olur.' Amalia bunu da pek beğenmemişti. 'Bilmem ki,' diye
yanıtladı. 'Bir kadın bir defa düştü mü onu bu bataktan çıkarmak
olanaksızdır. Bunu çok daha önce, onlar çok gençken yapmak ge­
rekir. Ancak o zaman belki eğitilebilirler.' Kokorin hemen vazgeç­
mişti. 'O zaman yetimler yurduna veya ÇOCl;lk esirgemeye bıraka­
lım veya o türden bir yere ! ' Arnalia'nın yüzünün sevinçle aydınlan-

77
Boris Akunin

dığını gördüm o anda ve haykırdı. 'Bunun karşılığında Petrusha,


bütün günahlarından arınacaksın! Mükemmel bir iş yapmış ola­
caksın! Gel seni bir öpeyim ! ' Hırstan deliye dönmüştüm. 'Yetimler
yurdu mu, senin milyonlar orda kaşla göz arasında kayboluverir,
bundan emin ol ! ' diye söze karıştım sırf kıskançlıktan. 'Gazeteleri
hiç okumuyor musun? Devlet yurtlarındaki yolsuzlukları... Üstelik
bu türde paraların hortumlandığı o kadar çok yer var ki. Ama eğer
şu İngiliz Lady'ye bırakırsan, Bayan Astair'den bahsediyorum,
onun çar çur etmeyip değerlendirdiği kesin.' Bunun karşılığında
Arnalia bana da bir öpücük verdi. 'Bravo ! Mükemmel bir fikir ! Ay­
rıca bu bizim Rus yardımseverlere bir ders olur ! ' Bunlar konuşul­
duğunda ayın on biri, cumartesiydi. Pazar günü Kokorin'le bulu­
şup ayrıntıları konuştuk. Bunun gerçekten tuhaf bir konuşma ol­
duğunu söyleyebilirim. Ben genellikle susarken o büyük oynuyor,
atıp tutuyordu. Birbirimizin gözlerine bakmaya ise bir kez olsun
cesaret edememiştik. Büyülenmiş gibiydim... Bir avukat tutarak
vasiyetnamelerimizi usulüne uygun şekilde hazırlattık. Pierre şahit
ve vasiyet infaz sorumlusu olarak beni atadı, ben de onu. Avukat
ise ağzını sıkı tutması karşılığında ikimizden de beşer bin ruble al­
dı. Zaten konuşsa bu ancak onun zararına olurdu. Ve Pierre'le
onun planı üzerinde anlaştık. Ertesi gün saat tam onda Taganka
yöresinde (Goncharnaya Caddesi'nde oturuyorum) benim evimde
bulu§acaktık. Her birimizin cebinde bir toplu tabanca ve yalnızca
bir tek mermi olacaktı. Daima birinin diğerini göreceği şekilde ay­
n olarak dolaşacaktık. Kimin önce tetiği çekeceğini ise her turda
kurayla belirleyecektik. Kokorin bir yerlerde Amerikan ruletiyle il­
gili bir yazı okumuş ve bundan çok hoşlanmıştı. 'Göreceksin Kol­
ya,' diyordu. 'Bizden sonra bu oyunun adını değiştirip Rus ruleti
diyecekler.' Ayrıca evde tetiği çekmeyi de çok sıkıcı ve basit bulu-

78
Kar Kraliçesi

yordu. Güzel, heyecan verici anları olan bir gezintiye çıkmalıydık,


cesaretimizi herkese göstermeliydik. Artık benim için hiçbir şey
değişmiyordu, kabul ettim. Doğrusunu istersen nasıl olsa kaybede­
ceğim düşüncesiyle her şeye boş vermiştim. Yarın ayın on üçü, on
üçü, diye tekrarlıyordu bir ses kafamın içinde. O gece gözümü bir
an bile kırpmadım. Nerdeyse yurtdışına kaçacaktım. Ama onun
Amalia ile kalıp arkamdan benimle alay edecekleri düşüncesi yok
mu... Yerimden kıpırdayamadım.
"Ve ertesi gün. Pierre geldi; çok şıktı, beyaz yeleğiyle son de­
rece züppe bir görüntüsü vardı. Şanslı bir çocuktu, bu kez de şansı­
nın yaver gideceğini umduğu belliydi. Çalışma odamda zar attık.
Ona toplamda dokuz, bana üç geldi. O anda kendimi kaybettim.
'Artık bir adım daha atmak istemiyorum,' diye haykırdım. 'Burda
ölmek istiyorum.' Topu çevirip namluyu göğsüme dayadım. 'Dur!'
diye bağırdı. 'Kalbe olmaz. Kurşun biraz sekerse, yaşamın boyu ıs­
tırap çekersin. En iyisi şakağa veya ağzın içine ateş etmek!' 'Beni
düşündüğün için teşekkür ederim,' dediğim o anda ondan öylesine
nefret ediyordum ki onu hemen oracıkta düelloya kalkışmadan öl­
dürebilirdim. Ama yine de önerisine uydum. O ilk tetik sesini, o
ilk 'klik' sesini ömrümce unutabileceğimi sanmıyorum. Öylesine
kulağıma yerleşti ki her an... "

Akhtyrtsev kendine gelmek istercesine silkindi ve kadehini


yeniden. doldurdu. O sırada altın rengi bir şala bürünmüş olan şiş­
man çingene şarkıcı ağır, insanın içine işleyen bir şarkıya başlamış­
tı.
"Sonra Pierre'in sesini duydum. 'Şimdi sıra bende. Haydi bi­
raz dolaşmaya çıkalım.' Ancak o anda hayatta kaldığımı anladım.
Shvivaya Tepesi'ne çıktık. Burdan şehrin manzarası inanılmayacak

79
Boris Akunin

kadar güzel görünüyordu. Kokorin önden gidiyor, ben de yirmi


metre gerisinden onu izliyordum. Tam tepede durup bana arkasını
döndü. Sonra iyice göreceğim şekilde kolunu kaldırdı ve topu çe­
virdi. Şakağına dayadı ve tetiğe bastı. Klik... Ona bir şey olmayaca­
ğını biliyordum, hatta aksini düşünmeye bile cesaret edememiştim.
Sonra yeniden zar attık ve yine ben kaybettim. Aşağı Yauza'ya in­
dik. Orda da kimse yoktu. Düşmek umuduyla köprünün ayağına
tırmandım ... Şans yine benden yanaydı. Tekrar yola koyulduk. Bu
arada Pierre yeni fikrini açıkladı. 'Bu iş giderek monotonlaşıyor.
Haydi gel, şu burjuva takımını biraz korkutalım.' Kendinden gurur
duyuyordu, bunu ona çok görmemek lazımdı. Arabaların geçtiği,
daha canlı bir caddeye girdik. Ben sokağın karşı tarafına geçtim.
Kokorin ise şapkasını çıkararak, sağını ve solunu selamladı, sonra
kolunu havaya kaldırdı, tabancanın topunu çevirdi ve tetiğe bastı,
ateş almamıştı. Artık koşarak ordan uzaklaşmanın zamanıydı. Ka­
dınlar çığlık atıyor, çevredekiler heyecan içinde koşuşuyor, bağırı­
yorlardı. Maroseika Caddesi'nde bir çıkmaz sokağa girdik ve yeni­
den zar attık. Ve ne oldu, biliyor musunuz? Yine ben kaybettim. O
iki altı, bense iki bir atmıştım. İnanın bana gerçek bu! İşte bu ka­
dar, diye düşündüm, bitti, finito! Her şeyin bittiğinin daha iyi bir
sembolü olamazdı: Düşeşe karşı iki! Üçüncü denemeyi vaftiz edil­
diğim Kosma-Damian Kilisesi'nin önünde yaptım. Dilencilerin
oturduğu merdivene çıktım, her birine birer ruble verdim, şapkamı
çıkardım ve ... Tekrar gözlerimi açtığımda yine yaşıyordum. Ordaki
bir sakatın bana söyledikleri dün gibi aklımda. 'Ruh çaresiz kalın­
ca yüce Tanrı bağışlar!' Aynen böyle demişti. Neyse hemen ordan
da ayrıldık. Kokorin bu kez biraz daha hareketli bir yer seçti; tam
Galofteevsky Pasajı'nın sağında Neglinny Caddesi'ndeki pastaneye

80
Kar Kraliçesi

girdi ve bir masaya oturdu. Bense dışarda vitrinin önündeydim.


Yanındaki masadaki kadına bir şey söyledi, kadın gülümsedi. Ta­
bancayı çıkardı, tetiğe bastı, ateş almadı. Her şey apaçık görünü­
yordu. Yan masadaki kadın hfila gülüyordu. Kokorin tabancayı ye­
niden cebine koydu, onunla biraz daha sohbet ederek, kahvesini
içti. Bense vitrinin önünde adeta taş kesmiştim. Hiçbir şey hisset­
miyordum. Kafamda yalnızca bir tek düşünce vardı: Yine zar ata­
cağız!
"Bu kez zarları Loskutnaya Oteli'nin olduğu Okhotny Ryad'da
attık. Bu kez sıra ondaydı. Ben toplamda yedi, o ise altı atmıştı. Yedi
ve altı, çok ufak bir fark! Gurov'un meyhanesine kadar yan yana yü­
rüdük. Tarih Müzesi'ni inşa ettikleri meydanda ayrıldık. O Alexan­
der Bahçeleri'ne girerek ağaçlıklı yolda ilerlemeye başladı; bense dı­
şarda çitlerin arkasında kaldım. Bana söylediği son sözler şunlar oJ..
du. 'Biz bir çift çılgınız, Kalya! Eğer bu sefer de şans bizden yana
olursa bu kahrolası işten vazgeçelim!' Onu durdurmak istedim, ye­
min ederim durdurmak istedim, ama yapamadım. Niçin yapamadım,
bilmiyorum... Hayır bu yalan, bu bir kandırmaca, aslında biliyordum:
Adilikti yaptığım. Bir kez daha topu çevirsin, diye düşündüm, neler
olduğunu bir görelim. Belki de olayı bitirmemiz... Bunları yalnızca
sana anlatıyorum, Fandorin. Sanki günah çıkarmış kadar rahatlıyo-
rum... "

Akhtyrtsev kadehini yeniden boşalttı. Minik gözlüklerinin ar­


dından gözlerinin kanlanmış ve ıslanmış olduğu görülüyordu. Fan­
dorin daha sonra olanları az çok bilmesine rağmen merak içinde
öykünün devamını bekliyordu. Akhtyrtsev bir puro çıkararak titre­
yen elleriyle yaktı. Uzun, kalın puronun delikanlının kaba yüzüne
hiç yakışmaması dikkat çekiciydi. Akhtyrtsev duman bulutunu eliy­
le iteleyerek birden ayağa kalktı.

81 F: 6
Boris Akunin

"Garson, hesap lütfen! Buraya daha fazla dayanamayacağım.


Gürültü, kötü hava!" İpek kravatını gevşetti. "Başka bir yere gide­
lim. Ya da biraz yürüyüp bacaklarımızı hareket ettirelim."
Kapının önünde durdular. Sokak sessiz ve karanlıktı; Crimea
dışındaki tüm evlerin ışıkları sönmüştü. Sokağın başındaki fener­
deki gaz lambası ışıldıyordu.
"Yoksa eve mi gitsek?" Akhtyrtsev dudaklarının arasındaki
kalın puroyu çıkarmadan anlaşılması zor bir şekilde mırıldandı.
"Köşede araba olması gerek."
O anda kapı açılarak, beyaz gözlü masa komşuları başında
eğik konmuş şapkasıyla dışarı çıktı ve bir sigara çıkardı.
"Ateşinizi rica edebilir miyim?" diyerek yanlarına yaklaştı.
Fandorin adamın konuşmasında hafif bir Baltık aksanı sezmişti.
Almanya'nın Baltık kıyılarından veya daha büyük olasılıkla Finli
olmalı, diye düşündü.
Akhtyrtsev ceplerini yokladı. Ceketinin cebinden kibrit sesleri
geliyordu. Fandorin ise sabırla bekliyordu. Birden beyaz gözlü
adam inanılmaz bir değişim geçirdi: Boyu daha kısalmış, gövdesi
yana eğilmiş gibiydi. Bir sonraki saniyede ise elinde beliren kısa,
düz bıçağı çevik bir hareketle Akhtyrtsev'in sağ yanına sapladı.
Daha sonra olanlar ancak birkaç saniye sürdü ama Fandorin
için zaman durmuş gibiydi. Bazı şeyler algılıyor, bazı şeyler düşü­
nüyor, ancak yerinden kıpırdayamıyordu. Çelik bıçağın pırıltısıyla
hipnotize olmuş gibiydi.
Fandorin'in kafasından geçen ilk düşünce, karaciğerine sap­
ladı; o anda hafızasının ta derinlerinde, lise biyoloji kitabından
bir bölümü anımsadı. "Karaciğer hayvan vücudunda kanı safradan
ayıran tek organ. " Daha sonra Akhtyrtsev'in öldüğünü gördü. Da-

82
Kar Kraliçesi

ha önce hiç kimsenin öldüğünü görmemiş olmasına rağmen,


genç dostunun ölmekte olduğunu anlayamadığı bir nedenden
dolayı hissediyordu. Akhtyrtsev'in bakışları tamamen donuklaş­
mıştı, dudakları kramplarla sarsılıyor, ince bir kan ağzının kena­
rından akıyordu. Memur kılıklı adam yavaşça hatta Fandorin'e
göre fazlasıyla zarif bir şekilde bıçağı çıkardı. Bıçak artık parla­
mıyordu. Beyaz gözlü adam yavaşça döndü. Yüzü şimdi Fando­
rin'e çok yakındı: Siyah bebekli bembeyaz camsı gözler ve ince,
gergin, kansız dudaklar. Kıpırdayan dudakların arasından bir ke­
lime belirginleşti: "Azazel ! " Bu yayın iyice gerildiği noktaydı; ge­
rildi gerildi ve kopma noktasına geldi. Memur kılıklı adam bir­
den yıldırım hızıyla fırlayarak elindeki bıçağı Fandorin'in sağ
böğrüne gömdü ve genç adamı yere yıktı. Ancak öylesine hızla
hareket etmişti ki birden sanki bir geri tepmenin etkisiyle kendi­
si de sırtüstü düşüp kafasını barın giriş merdivenine çarptı. Bu
da kimdi? Azazel de neydi? Fandorin düşünüyordu. Yoksa bütün
bunlar bir düş müydü ? Sonra birden olanları algıladı. Adam bıça­
ğını sağ yanına saplamış, ancak Lord Byron 'a çarpmıştı. Balina
kemiği. İnce, düzgün bir gövde için!
O anda kapı açılarak gürültülü, kahkahalar atan kalabalık bir
grup dışarı çıktı.
"Ooo beyler, şuraya bakın, savaş meydanına dönmüş burası !
Borodino savaş meydanı gibi! " O anda sarhoş bir tüccarın çığlığı
andıran sesi duyuldu. "Kötü bir son, zavallılar! İçmesini bilmeyen
içmemeli, şişede durduğu gibi durmuyor ki lanet! "
Fandorin, beyaz gözlüye bakmak için elini ıslak ve sıcak his­
settiği kalçasına dayayarak doğrulmaya çalıştı.
Ancak beyaz gözlü adam gizemli bir şekilde yok olmuştu.
Akhtyrtsev ise yere yığıldığı şekilde merdivenlerde, baş aşağı yatı-

83
Boris Akunin

yordu. Silindir şapkası yan tarafa yuvarlanmıştı. Memur kılıklı


adamsa yoktu, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu. Buhar olup uç­
muştu sanki ! Yolda ise kimseler yoktu, gaz lambalarının ışıkları
azalmıştı.
O anda sokak lambalarına tuhaf bir şeyler oldu. Önce yerle­
rinde dönüp sallandılar, sonra bir an için iyice aydınlanıp birden
zifiri bir karanlığa gömüldüler.

84
Kar Kraliçesi

A LT INCI B Ö L Ü M
Gelecekten gelen adam ortaya çıkıyor

"Yatın yavrum, lütfen yatın, kalkmaya çalışmayın !" Xavier


Grushin, Fandorin'in utanarak yattığı sert divanda doğrulmaya
çalıştığını görünce babacan bir tavırla eşikten seslendi. "Dokto­
run önerilerine uymalısınız. Size neler tavsiye edildiğini çok iyi
biliyorum, onunla konuştum. Hastaneden çıktıktan sonra en az
iki hafta yatakta dinlenmeniz gerekiyormuş. Yaranızın tamamen
iyileşmesi ve geçirdiğiniz beyin travmasının etkisinin kaybolması
için şart bu! Daha on gün bile olmadı ! "
Bir sandalyeye oturarak, mendiliyle pembe saçsız kafasında
biriken terleri sildi.
"Uff, güneş o kadar sıcak ki, gerçekten yakıyor! Size biraz acı­
badem kurabiyesi ve kiraz getirdim. İyi gelir. Nereye bırakayım?"
Polis komiseri, Fandorin'in oturduğu küçük odayı dikkatle
gözden geçirdi. Getirdiği torbayı koyabileceği bir yer aradı, ancak
bulamadı. Divanda kiracı Fandorin yatıyor, sandalyede kendisi
oturuyordu. Masanın üzeri ise yığın halindeki kitaplarla doluydu.
Başka eşya yoktu, hatta gardırop bile. Oraya konması gerekenler
ise Fandorin'in duvara çaktığı çivilere dağınık bir şekilde asılmıştı.
"Ağrın var mı?"
"Biraz!" Fandorin açıkça yalan söylüyordu. "Bana kalırsa yarın
dikişleri de alabilirler. Yalnızca alt kaburgalarım biraz zedelenmiş
o kadar. Başım'ia gayet iyi."

85
Boris Akunin

"İyileşmenize bakın, acele etmeyin, nasıl olsa maaşınız da işli­


yor." Xavier Grushin'in yüzünde bir mahcubiyet ifadesi belirdi.
"Ziyaretinize bu kadar geç geldiğim için beni affedin, değerli yar­
dımcım! Hiç kuşkusuz bu ihtiyar için kötü şeyler düşünmüşsünüz­
dür. Konu rapor yazımı oldu mu hastaneye bile koşa koşa geliyor,
ama işi görülünce ikinci kez gelmeye gerek bile duymuyor, diye
düşündüğünüzden eminim. İnanın doktordan her gün sağlığınızla
ilgili bilgi aldım, ama gerçekten ziyaret için zaman bulamadım. Şu
sıralar ofiste nasıl bir kargaşa olduğunu düşünemezsiniz bile!
Abartısız, gece gündüz hareket var." Cinayet Masası komiseri başı­
nı düşünceli bir ifadeyle sallayarak, önemli bir sır verecekmiş gibi
kısık bir sesle ekledi. "Sizin Akhtyrtsev herhangi biri d�ğilmiş, say­
gıdeğer Büyükelçi Korchakov'un torunuymuş."
"Ne diyorsunuz?"
"Babası Hollanda büyükelçisi, ikinci eşiyle orda oturuyor.
Dostunuz ise Moskova'da teyzesi Prenses Korchakova'nın Gonc­
harnaya Caddesi'ndeki sarayında onunla birlikte yaşıyormuş.
Prenses geçen yıl öldüğünde tüm servetini ona bırakmış. Aslında
delikanlının durumu zaten annesinden kalan servet nedeniyle de
yeterince iyiymiş. Merkezde kopan fırtınayı tahmin edemezsiniz!
Önce davanın soruşturmasının bizzat Emniyet Müdürü General
Prens Dolgoruky tarafından yönetilmesine karar verildi. Ancak
maalesef ortada bilinen bir olay yoktu ki soruşturulsun. Katili sizin
dışınızda gören yoktu. Daha önce de söylediğim gibi Bezhetskaya
da buhar olup uçtu sanki. İzine bile rastlayamadık. Evi bomboş.
Ne bir uşak ne de bir evrak var. Nerden geldiğini de, kim olduğu­
nu da kimse bilmiyor. Pasaportuna bakılırsa Vilnius'lu bir asil!
Oraya da sorduk, kimse böyle birini tanınuyor. İşte durum bu, bir
kör dövüşü ! Ekselansları bir hafta önce beni yanlarına çağırdı. 'Sa-

86
Kar Kraliçesi

kın seni önemsemediğimi düşünme Xavier !' dedi. 'Seni uzun za­
mandır tanıyorum, başarılı çalışmalarını, yeteneklerini her zaman
takdir etmişimdir. Ancak bu çok büyük bir olay! St. Petersburg'tan
özel olarak bu konu için atanmış bir müfettiş gelecek, yalnızca
Üçüncü Şube ve Jandarma Birlikleri Başkomutanı Ekselansları İs­
tihbarat Başkanı General Lawrentii Arkadjewitsch Mizinow'a bağ­
lı olarak görev yapacak. 'Ne büyük bir fırtına koptuğunu, ne tür­
den birini yolladıklarını anla artık! Yeni kuşaktan biriymiş, ente­
lektüel, özel eğitimli, geleceğin adamı ... Tamamen bilimsel yön­
temlerle çalışırmış. Zor olayları çözmekte ustaymış, bizim gibi de­
ğilmiş'." Xavier Grushin kızgınlıkla pis pis sırıttı. "O geleceğin ada­
mıymış, bense geçmişte kalmış biri. Durum böyle işte. Üç gün ön­
ce, ayın yirmi birinde çarşamba günü sabaha karşı çıkageldi. Adı
Ivan Franzevich Brilling, imparatorluk özel konsey istihbarat mü­
şaviri. Hem de daha otuz yaşında! Geldiğinden beri ofis islim üs­
tünde ! Bugün pazar olmasına rağmen sabahın dokuzundan beri iş­
teydim. Dün akşam da yirmi üçe kadar ofiste oturup görev çizelge­
si hazırladık. Çay içtiğimiz oda var ya! Ordaki semaverin yerinde
artık bir telgraf makinesi var, başında da sabahtan akşama kadar
telgraf çeken bir telgrafçı kız oturuyor. Vladivostok, hatta Berlin'e
bile istenildiği anda telgraf çekilip hemen yanıt alınabiliyor. Bizde­
ki ajanların yansını işten atıp yerine Moskova'dan kendi adamları­
nı getirdi. Adamlar yalnızca onun sözünü dinliyor, onu sayıyorlar.
Beni bile her konuda kıh kırk yararcasına sorguya çekti ve tüm
söylediklerimi büyük dikkatle dinledi. Önceleri beni de emekliye
sevk edeceğini sandım, ama nedense Başkomiser Grushin'in şim­
dilik kaydıyla yararlı olabileceğine karar verdi. Aslında sevgili dos­
tum, değerli yardımcım ... Buraya gelme nedenim, biraz da... Aslın­
da... " Xavier Grushin birden ağzındaki baklayı çıkardı." Sizi uyar-

87
Boris Akunin

mak. Bugün öğleden sonra buraya gelerek, sizi şahsen sorgulamayı


planlıyor. Ancak sakın telaşlanmayın, hiçbir şeyle suçlanıyor değil­
siniz! Hatta görevlerinizi yerine getirmek uğruna yaralandınız bile !

Ona bu yaşlı adamı kötü duruma düşürecek bir şey söylemezsiniz,


değil mi? Olayların böyle gelişeceğini kim bilebilirdi ki ... "

Fandorin fakir evini üzülerek gözden geçirdi. St. Peters­


burg'tan gelen önemli adam üstünde kötü etki yapacaktı.
"Belki de benim ofise gelmem daha iyi olur! Gerçekten, ina­
nın bana, bu doğru, kendimi çok iyi hissediyorum."
"Böyle bir şeyi düşünme bile!" Xavier Grushin eliyle itiraz et­
tiğini belirtti. "O zaman şef hemen sizi uyarmak üzere buraya gel­
diğimi anlar. Yatmanıza bakın ! Adresinizi not etti, muhakkak ge­
lecektir."
"Geleceğin adamı" akşam saatlerinde, on sekizle on dokuz
arası geldi. Böylece Fandorin'in de kendini böyle bir görüşmeye

hazırlamak için yeterli zamanı olmuştu. Öncelikle bina yöneticisi


Agrafena Kondratievna'ya bir generalin geleceğini, Malashka'run
girişi ve merdivenleri silmesini, eski hasır sandığı kaldırmasını, la­
hana çorbası kaynatmayı aklının köşesinden bile geçirmemesi ge­
rektiğini söyledi. Nekahat dönemindeki bir hasta olarak kendi
odasında da yapacağı düzenlemeler vardı elbette. Her şeyden önce

çivilere takılı elbiseleri yeniden düzgün bir şekilde astı, kitaplarını


yatağın altına sakladı. Masanın üstünde ise David Hume'un Felsefi
Makaleler kitabının İ ngilizce çevirisini ve Jean Debret'in Paris'li
Bir Dedektifin A1Ulan kitaplarını bıraktı. Daha sonra ise Debret'in
kitabını Hintli Brahman Chandra Johnson'un Doğru Nefes Alma
Teknikleri adlı kitapla değiştirdi. Bu kitaptan öğrendiklerini her sa­
bah uyguluyor, uyguladığı beden hareketleri ve nefes tutma egzer­
sizleriyle formda kalmaya çalışıyordu. Bilimsel yöntemler üstadı,

88
Kar Kraliçesi

onun her ne kadar yoksul koşullarda yaşıyor olsa da, kendini yetiş­
tirmeyi bırakmadığını görmeliydi. Daha sonra daha ağır yaralı bir
insan görünümü vermek amacıyla Agrafena Kondratievna'dan
ödünç aldığı içinde herhangi bir karışım olan (ilaç görüntüsü ver­
mesi yeterliydi) şişeyi yanındaki sandalyenin üstüne koydu ve başı­
nın etrafına beyaz bir eşarp sararak hasta yatağına uzandı. Artık
cesur ve görev uğruna her acıya katlanabilen bir memur izlenimi
yaratmak için her şey hazırdı.
Yatmaktan sıkılmaya başlamıştı ki kapı çalındı. "Girin" den­
mesini bile beklemeden, ince bir keten ceket ve açık renk panto­
lon giymiş, şapkasız, enerjik bir adam içeri daldı. Düzgün bir yivle
yandan ayrılıp ark�ya taranmış saçları geniş alnını ortaya çıkarı­
yordu. Kusursuz tıraşı, ağzının iki kenarındaki gülme kırışıkları ve
çenesindeki gamzesiyle kendine güvenen bir kişi olduğu ilk bakışta
anlaşılıyordu. Gri, keskin bakışlı gözleriyle bir an içinde odayı ta­
mamen gözden geçirdikten sonra bakışlarını Fandorin'e yöneltti.
"Aslında önce kendimi tanıtmam gerekirdi," diye söze başladı
gülümseyerek. "Ama sanırım olumsuz yanları ağırlıkta olsa da size
benimle ilgili tüm bilgiler iletilmiş. Grushin telgraf konusundaki şi­
kayetlerinden de bahsetti mi?"
Fandorin gözlerini kırpıştırarak bir an için ne diyeceğini bile­
medi.
'Tümdengelim yöntemi bu, sevgili dostum, Fandorin! Bütü­
nün parçalarını çözümleyerek sonuca ulaşmak! Burda önemli olan
alınan bilgilerin birçok anlama gelebileceğini dikkate alarak, yanlış
sonuçlar çıkarıp harekete geçmemek! Neyse, bunları daha sonra
konuşuruz, bunun daha zamanı var. Grushin'e gelince, her şey o
kadar açık ki! Apartman yöneticiniz beni görünce yerlere kadar
eğilerek, ekselans! diye karşıladı, bu bir. Dış görünümüm itibariyle

89
Boris Akunin

ekselans olarak tanımlanmam çok zor; zaten öyle de değilim. Mev­


kiim itibariyle olsa olsa 'saygıdeğer' olarak adlandırılabilirim, bu
iki. Ayrıca Grushin dışında kimseye sizi ziyaret etmeyi düşündüğü­
mü söylemedim, bu üç. Sayın Cinayet Masası amirinin faaliyetleri­
me ilişkin görüşlerinin pek olumlu olmadığı da bilinen bir gerçek,
bu da dört. Telgraf aletine gelince, sanırım bugünün modern kri­
minal incelemelerinin bu aletin hızlı haberleşme olanakları olma­
dan gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağına siz de hak verir­
siniz. Sevgili tutucu Grushin gibi birinin size ondan bahsetmemiş
olması olanaksız, bu da beş. Ne dersiniz, haklı mıyım?"
"Doğru!" diye yanıtlayan Fandorin iyi kalpli Grushin'e olan
sadakatini bozmuş olmanın utancı içindeydi. Ancak yine de gelen
adamın etkisinden kurtulamıyordu.
"Ooo, bu yaşta hemoroidiniz mi var?" Konuk neşeyle sandal­
yedeki şişeyi alıp masanın üzerine koydu.
"Yoo hayır." Fandorin yine kıpkırmızı kesilmişti. O anda sev­
gili, iyi kalpli Agrafena Kondratievna'yı da harcadı. "Bunu ... Yöne­
tici kadın değiştirmiş olmalı. Daima bir şeyleri karıştırıyor, saygı­
değer efendimiz! Kadının kafası artık nerdeyse... "
"Anlıyorum. Lütfen bana lvan Franzevich veya daha iyisi yal­
nızca şef deyin, böylece daha iyi anlaşabiliriz. Bu arada raporunu­
zu okudum." Brilling dolambaçlı yollara sapmadan doğrudan ko­
nuya girmişti. "Belli başlı, düzgün kaleme alınmış bir rapor ! Zeki­
ce! İyi incelenmiş. Doğru sentezler yapılmış. Etkileyici! Bu arada
sezgi gücünüze hayran kaldığımı belirtmeden geçemeyeceğim,
mesleğimizde bu çok önemli! Olayların gelişmesini beklemeden
neler yapılabileceğini sezebilmek gerek! Bezhetskaya'ya yaptığınız
ziyaretin tehlikeli olabileceğini nerden anladınız? Tedbir alıp ko­
ruyucu korse giymeyi nasıl akıl ettiniz? Tebrikler!"

90
Kar Kraliçesi

Fandorin'in yüzünün kızarıklığı giderek artıyordu.


"Bu gerçekten saygı duyulacak bir tedbir! Gerçi korse mermi­
den koruyamaz ama bıçak ve onun gibi kesici silahlara karşı mü­
kemmel bir koruyucu. Tehlikeli görevlere gönderilen ajanlar için
bir parti bu tür korse alınmasını ayarlamalıyım. Markası neydi?"
"Lord Byron !" Fandorin iyiden iyiye utanmış bir halde yanıtla-
dı.
"Lord Byron!" diye yineleyen Brilling bunu elinde tuttuğu kü­
çük deri kaplı deftere not etti. "Şimdi bana göreve ne zaman hazır
olacağınızı söyleyin. Ne zaman işe başlayabilirsiniz? Sizinle ger­
çekleştirmeyi düşündüğüm bazı projelerim var."
"Bana kalırsa hemen yarın! Tabi sizce de uygunsa, Sayın Lord'
um!" Fandorin heyecanla haykırırken bir yandan da sevgi dolu ba­
kışlarla yeni patronunu veya daha doğru deyimle şefini süzüyordu.
"Yarın sabah doktoru görmem gerekiyor, dikişleri aldırıp doğruca
gelirim. Yarından itibaren emirlerinizdeyim!"
"Fevkalade ! Bu arada bana biraz Bezhetskaya'yı tanımlar mı­
sınız?"
Fandorin yeni baştan suskunlaşmıştı, sıkıntılı ve düşünceli bir­
kaç mimikten sonra açıklamaya başladı. "Nasıl anlatayım bilemiyo­
rum... O ... O çok farklı bir kadın. Bir Kleopatra! Bir Carmen... An­
latılamayacak kadar güzel, ama asıl konu güzelliği de değil... İnsa­
nı mıknatıs gibi kendine çekiyor... İnanılmaz bir çekicilik. .. Bakış­
ları mıknatıs gibi ama konu bu da değil... Asıl önemli olan onda
hissettiğiniz hükmetme gücü! Herkesle ve her şeyle oynayabilecek
güçte olduğunu hissettiriyor etrafına. İstediğini parmağının ucun­
da oynatabiliyor! Kötü bir oyun bu, anlaşılmaz kuralları var. Bana
sorarsanız bu kadın son derece baştan çıkarıcı ama... Bir o kadar
da masum. Çocukluğunda kötü bir eğitim almış olmalı! Nasıl açık-

91
Boris Akunin

layacağımı bilemiyorum ama ... " Saçmalamaya başladığını fark


eden Fandorin yeniden kızardı. Artık sözlerini bir şekilde bitirme­
si gerektiğini anlıyordu. "Görünmek istediği kadar kötü biri oldu­
ğunu sanmıyorum."
Hükümet görevlisi genç adamı ilgiyle süzerek alaylı bir ıslık
çaldı.
"Demek öyle ... Ben de böyle düşünmüştüm. Şimdi Amalia Bez­
hetskaya'nın gerçekten çok tehlikeli bir kişiliği olduğunu daha da iyi
anlıyorum... özellikle ergenlik baskılarının etkisindeki gençler için."
Yaptığı şakanın yerini bulmuş olmasının verdiği mutlulukla
ayağa kalkan Ivan Brilling odayı yeniden gözden geçirdi.
"Bu ahır için ne kadar ödüyorsunuz... on ruble?"
Erast Fandorin kibirle, "On iki," diye yanıtladı.
"Dekorasyonu bana çok tanıdık geliyor. Bir zamanlar ben de
böyle bir odada yaşıyordum. Ünlü Kharkov Lisesi'nde okurken.
Benim yaşamım da aynen sizinki gibi; çok küçük yaşta ebeveynleri­
mi yitirdim. Ancak bunun kişiliğin gelişimine, olgunlaşmaya fayda­
sı bile olduğunu söyleyebilirim. Kadronuza göre otuz beş ruble ka­
dar bir maaş alıyor olmalısınız. Doğru mu?" Brilling daha önce ol­
duğu şekilde inanılmaz bir kayıtsızlıkla, doğrudan gelirini sormuş­
tu.
"Fazla mesai için dörtte biri kadar da prim."
"Size özel fondan beş yüz rublelik bir prim ödenmesi için tali­
mat vereceğim. Tehlike karşısında görev bilincinizin takdiri ve ya­
ralanma tazminatı olarak! Haydi, yarın görüşürüz! Geldiğinizde
değişik senaryoları değerlendireceğiz."
Ve bu sözlerin ardından bu şaşırtıcı konuk odadan çıkarak,
kapıyı arkasından kapadı.

92
Kar Kraliçesi

Cinayet Masası gerçekten de tanınamayacak kadar değişmişti.


Fandorin'in daha önce görmediği birçok adam kollarının altındaki
dosyalarla koridorlarda koşuşuyorlardı. Tanıdıkları ise eskisi gibi
oyalanmadan daha disiplinli ve istekli bir çalışma içindeydiler.
Sigara odasında ise -işte bu gerçekten mucizeydi- kimse yoktu.
Fandorin yalnızca meraktan semaver ve çay takımlarının bir Baudot
telgraf aletiyle yer deği§tirmiş olduğu dinlerune odasına baktı. Çift
sıra madeni düğmeyle kapatılmış, sırmalı süslemeli üniforması içinde
bir bayan memur Fandorin'i sert ve merak dolu bakışlarla süzdü.
Araştırma komisyonu henüz bir gün önce zorunlu izne çıkarıl­
mış olan daire başkanı Grushin'in odasında toplanmıştı. Henüz ye­
ni alınan dikiş yerleri sızlayan Fandorin kapıyı tıkırdatarak, kapı­
nın aralığından içeri baktı. Oda bir hayli değişmişti. Eski rahat kol­
tuklar gitmiş, yerine üç sıra basit sandalye konmuştu. Duvarda ise
üzeri şema ve çizelgelerle dolu iki yazı tahtası asılıydı. Buradaki
toplantının henüz bittiği apaçık anlaşılıyordu. Brilling elindeki
süngerle kalan son tebeşir izlerini temizlemeye çalışırken ajanlar
ve polis müfettişleri kendi aralarında heyecanla konuşarak kapıya
yöneldiler.
"İ çeri girin, Fandorin, niçin eşikte duruyorsunuz?" Müdür
odasının yeni amiri ürkek bir halde kapıda duran Fandorin'i içeri
davet etti. "Her şeyi hallettiniz mi? Doktor filan? Mükemmel!
Doğrudan bana bağlı olarak çalışacaksınız. Size özel bir masa gös­
termiyorum. Buna ihtiyacınız yok. Oturmaya pek zamanınız olma­
yacak nasıl olsa. Toplantıyı kaçırmanıza gerçekten çok yazık oldu,
raporunuzdaki Azazel konusunda ilginç bir görüşme yaptık."
"Ahlı !" Fandorin kulak kesildi. "Gerçekten öyle bir şey var
mı? Yanlış duymamış mıyım? Kulaklarımın beni yanılttığını dü­
şürunüştüm."

93
Boris Akunin

"Hayır, yanılmamışsınız! Azazel ! Omza inmiş melekleri bilir­


siniz, değil mi? Okuldaki din dersi notunuz neydi? Günah keçisi
kavramı size bir şey söylüyor mu? Hatırlarsanız iki tür günah keçi­
si vardır. Birisi günahların kefaretini ödetmek üzere Tanrı'nın em­
rindedir, diğeriyse öfkesini frenlemek üzere Azazel'in. Musevilerin
Enoch kitabında Azazel insanlara her tür kötülüğü öğretir: Erkek­
lere savaşmayı ve silah yapımını, kadınlara boyanmayı ve kürtajı.
Tek kelimeyle o asi bir şeytan, sürgünlerin ruhudur."
"Bütün bunlar ne anlama geliyor?"
"Moskova'daki üniversitedeki konunun uzmanlarından biri
gizli bir Musevi örgütün varlığına ilişkin ayrıntılı bir teori geliştir­
miş.;. Musevilerin Eski Kudüs'te Yahudi mahkemesi ve Hıristiyan
çocuklarının akıtılan kanlarına ilişkin bir sürü şey anlattı. Ona gö­
re Bezhetskaya İsrailoğullarının kızı ve Akhtyrtsev de Musevi Tan­
n 'sının sunağına kurban olarak yatırılan koyun. Tamamen saçma­
lık! Ah bu antisiyonist yaklaşımlar! St. Petersburg'ta da çok dinle­
dim bunları. Nedenlerini açıklayamadıkları kötü bir olay olunca
hemen siyonizm konusu ortaya atılıyor."
"Peki sizin düşünceniz ne, şef!" Fandorin alışık olmadığı kitap
şeklini kullanırken dehşetle ürperdi.
"Bakın size de açıklamaya çalışayım." Brilling yazı tahtaların­
dan birinin başına geçti. "Şu yukarda görülen dört çember olası se­
naryoları gösteriyor: İçinde soru işareti gördüğünüz şu birinci çem­
ber bence en zayıf olasılığı temsil ediyor. Katil herhangi bir şeytan
tarikatına mensup manik özellikler gösteren biri ve tek başına ta­
mamen tesadüfi olarak hareket ediyor. Kurban olarak da Akhtyrt­
sev ve sizin seçilmeniz tamamen bir rastlantı. Bu türden başka ci­
nayetler işlenmediği takdirde bu kuramla ilerleme kaydetmemiz
olanaksız. Tüm karakollara telgrafla benzer bir olay olup olmadı-

' 94
Kar Kraliçesi

ğını sordum. Bir şey çıkmayacağına bahse girebilirim. Bu tür bir


manyak daha önce ortaya çıkmış olsa, hiç kuşkusuz St. Peters­
burg'ta ilgimi çekerdi. AB harflerinin bulunduğu bu ikinci çember
ise Arnalia Bezhetskaya'yı gösteriyor. Onun bu olayın zanlısı oldu­
ğu kaçınılmaz bir gerçek! Sizi ve Akhtyrtsev'i evinden Crimea'ya
kadar izletebilirdi. Ayrıca olaydan sonra kaçıp kayboldu. Yine de
cinayet nedeni pek açık değil."
"Kaçmasının bu olaya öyle veya böyle bulaştığını gösterdiğini
düşünüyorsunuz, değil mi?" Fandorin heyecanla atıldı. "Öyleyse
beyaz gözlü tek başına hareket eden bir katil olamaz."
"Bu kesin değil, asla değil! Bu arada Bezhetskaya'nın sahte
bir isim ve sahte bir pasaportla hurda oturduğunu biliyoruz. Mace­
raperestin biri olduğu kesin! Büyük olasılıkla zengin hayranlarının
parasıyla yaşıyor. Ama cinayet, hem de böylesine ustaca işlenmiş
bir cinayet? Raporunuzdan anladığımız kadarıyla karşınuzdaki
hiçbir şekilde amatör biri değil, büyük bir olasılıkla profesyonel bir
katil! Ciğere bıçağı böylesine ustaca saplamak, bir saat tamircisi­
nin hassasiyetini gerektirir! Akhtyrtsev'i görmeye morga gittim.
Eğer korseniz olmasa hiç kuşkusuz şu anda siz de onun yanınday­
dınız ve polis bunu iki sarhoşun bıçaklı kavgası veya gasp olayı ola­
rak nitelendirip dosyayı kapamıştı bile. Neyse Bezhetskaya'ya dö­
nelim, çalıştırdığı adamlardan birinden olayı duymuş olması da
mümkün. Crimea evinden yürüyerek birkaç dakikada ulaşılacak
mesafede ne de olsa. Kalabalık, polis, yataklarından fırlayan avare
seyirciler, panik, heyecan ... Uşaklarından biri, diyelim ki kahya ra­
hatlıkla olay yerine gelmiş, yerde yatan ölünün Bezhetskaya'nın o
akşamki misafirlerinden biri olduğunu görünce de hanımına haber
vermiş olabilir. Bethetskaya da polis soruşturmalarının ve kaçınll­
maz suçlanmanın vereceği rahatsızlıkları çok rahat tahmin edebi-

95
Boris Akunin

len biri olarak ortadan yok olmuştur. Yeterince zamanı da vardı.


Sevgili Grushin'in onun evine ancak ertesi gün öğleden sonra gi­
debildiğini dikkate alırsak! Evet, evet, beyin sarsıntısı geçirdiğinizi
ve kendinize gelmenizin epeyce sürdüğünü biliyorum. Ancak bun­
da gecikildi, rapor düzenlenip de sayın amirimiz olayı kavrayana
kadar... Tabi ki bu arada Bezhetskaya için arama emri çıkarttım.
Moskova'da olacağını sanmıyorum. Hatta Rusya'yı bile terk etmiş
olabileceğini düşünüyorum. Olayın üstünden on gün geçti; bu ke­
sinlikle yeterli bir süre. O geceki konuklarının listesini çıkarıp so­
ruşturmak niyetindeyiz ancak konukların çoğu iyi tanınan saygın
kişiler olduğu için çok dikkatli olmamız gerekiyor. Aynca hiçbiri
bana kuşkulu da görünmüyor, ama... "

Brilling elindeki sopayla içinde KZ yazılı olan üçüncü çemberi


işaret etti:
"Kont Zurov, Hippolyte Alexandrovich. Büyük olasılıkla Bez­
hetskaya'nın aşığı. Ahlaki normlardan tamamen yoksun biri, bir
kumarbaz, azgın bir düellocu, gösteriş budalası. Tolstoy'un tanı­
mıyla tam bir 'Amerikan' tipi. Onu dolaylı olarak zanlı durumuna
sokan deliller var. Öldürülen gençle kopardığı kavgadan hemen
sonra o da evden ayrılmış, bu bir. Kurbanı gözetlemek, takip et­
mek ve katili göndermek olanağına sahipti, bu iki. Evindeki uşak
Zurov'un evine tanyeri ağarırken gittiğini söylüyor, bu üç. Zayıf da
olsa cinayet için nedeni de var gibi görünüyor: Kıskançlık veya in­
tikam duygusu. Belki bilmediğimiz başka bir neden de vardır. An­
cak bu senaryoda bana pek inandırıcı görünmüyor. Bir defa Zurov
cinayet işlemek için adam tutacak karakterde biri değil. Bunun dı­
şında değişik dedektiflerin birbiriyle uyuşan incelemeleri de ada­
mın etrafında sürekli karanlık bazı tiplerin olduğunu gösteriyor ki
bu da bu kuramın kabul edilebilirliğini artırıyor. Fandorin sizden

96
Kar Kraliçesi

ilk etapta onunla ilgilenmenizi isteyeceğim. Gerçi bir grup ajan


onu sürekli gözaltında tutuyor ama sizden bu konuda yalnız çalış­
manızı isteyeceğim. Bunu çok iyi başarıyorsunuz. Görevinizin ay­
rıntılarını daha sonra konuşuruz, şimdilik son çembere geçelim.
Bu benim şahsen üzerinde çalıştığım senaryo."
Fandorin kaşlarını çattı. NÖ harflerinin ne anlama gelebilece­
ğini çıkaramıyordu.
"Nihilist örgüt." Şef bilmecenin yanıtını hemen açıkladı. "Bu
olayda izler siyonist bir örgütten çok daha güçlü bir örgütü işaret
ediyor. Bundan dolayı buraya özellikle gönderildim. Tabi bunda
Prens Korchakov'un özel ricasının da payı var. Bildiğiniz gibi Ni­
kolai Akhtyrtsev onun ölen kızının oğlu. Bu olay düşünüldüğün­
den çok daha karmaşık, çok daha zor olabilir. Bizim Rus devrimci­
ler bölünmek üzereler. Bu Robespierre'lerin en sabırsız ve fanatik
grubu için köylüleri eğitmekten usandı; insanın bir ömür boyu uğ­
raş vermesi gereken bir iş. Bombalar, bıçaklar, tabancalar çok da­
ha ilginç. Yakın bir zamanda büyük ölçüde kan döküleceği düşün­
cesindeyim. Olacakların yanında bugüne kadar olanlar çocuk oyu­
nu sayılır. Terör iktidara karşı kitlesel boyut kazanabilir. Uzun sü­
redir Üçüncü Şube'de bu tür radikal ve suikastçi terör gruplarını
ortaya çıkarmakla uğraşıyorum. Patronum, Lawrentii Arkadje­
witsch Mizinow, bildiğiniz gibi kendisi Üçüncü Şube dışında jan­
darma birliklerinin de başıdır, bu nedenle Moskova'da birden or.,_
taya çıkan Azazel'in ne olduğunu araştırmakla beni görevlendirdi.
Şeytan gerçek anlamda devrimci bir semboldür. Rusya'nın kaderi
buna bağlı olabilir, sevgili Fandorin !" Brilling'in neşeli ve alaycı
havası kaybolmuş, endişeli ve sıkılgan bir insana dönüşmüştü.
"Eğer tümör çekirdek halindeyken kesilip atılmazsa bu devrimciler
bize otuz yıla kalmadan Fransız giyotinlerinin çocukça, aptalca bir

97 F: 7
Boris Akunin

şaka gibi görüneceği bir devrimi yaşatabilirler. Sözlerime dikkat


edin, bu adamlar size ve bana huzur içinde ihtiyarlama olanağı
vermeyecekler. Dostoyevski'nin İblisler romanını okudunuz mu?
Okumalısınız. Gerçekten üzerinde durulması gereken bir çalışma! "
"Dört senaryo demek ki ... " Erast Fandorin kararsızlık içinde
mırıldandı.
"Az mı? Düşünmediğimiz bir şey mi var? Konuşun, konuşun,
çalışırken benim için ast üst konuları hiçbir anlam taşımaz." Şefi
onun heyecanını artırmaya çalışıyordu. "Sakın düşüncelerinizin ko­
mik veya değersiz bulunmasından çekinmeyin. Yaşınız size böyle
düşündürebilir ama inanın buna hiç gerek yok. Önemli bir şeyi at­
lamaktansa aptalca da olsa fikrini belirtmek gerek."
Fandorin önceleri çekingenliğini atmakta zorluk çektiyse de
birden açıldı. "Bana öyle geliyor ki saygıdeğer. .. Şef, bence Lady
Astair'i listeden çıkarmakta biraz acele edilmiş. Gerçi son derece
saygın ve önemli biri ama; milyonluk servetlerin tek varisi olduğu­
nu da unutmamak gerek. Bezhetskaya'nın, Kont Zurov'un ve hatta
bir yere kadar sizin nihilist çetelerinizin -toplumun refahı olarak
nitelenmediği sürece- bu olaylardan hiçbir çıkarları yok. Lady As­
tair'in ne rolü olduğunu bilmiyorum, kim bilir belki de yoktur, ama
yine de her olasılığı göz önünde bulundurmak adına... Araştırma­
nın temel kuralını unutmamak gerek: cui prodest-çıkan olanı izle. "
"Çeviri için teşekkürler!" diyen Brilling'in hafifçe başını eğme­
siyle Fandorin'in çekingenliği yeniden arttı. "Konuya değinmekte
tamamen haklısınız, ancak sizin raporunuza göre Akhtyrtsev'in
söyledikleri bu yöndeki kuşkuları tamamen ortadan kaldırıyor.
Lady Astair'in adının bu konuya karışması tamamen bir rastlantı.
Onun adını listeye almamamın nedeni, birincisi zaman kazanmak,
ikincisi ise bu bayanla birkaç kez karşılaşma olanağım oldu, yani

98
Kar Kraliçesi

onu biraz tanıyorum." Brilling dostça gülümsedi. "Aslına bakarsa­


nız, siz de haklısınız Fandorin. Kendi görüşlerimle sizi etkilemek
istemem. Özgür düşünme yeteneğine sahipsiniz ve kimseye kayıt­
sız şartsız inanmamalı, kimse tarafından yönlendirilmeyi kabul et­
memelisiniz. Lady Astair'i ziyaret edin ve gerekli gördüğünüz so­
ruları sorun. Onunla tanışmaktan mutluluk duyacağınızı sanıyo­
rum. Belediyeden Lady Astair'in Moskova'daki adresini öğrenebi­
lirsiniz. Bir şey daha, eve gitmeden giyim odasında ölçülerinizi al­
dırın. Bundan böyle işe üniformayla gelmenizi istemiyorum. Lady
Astair'e selamlarımı iletmeyi de unutmayın. Rahatlamış olarak ge­
ri geleceğinizi umuyorum. İş bizi bekliyor. Sırada Kont Zurov var!"

99
Boris Akunin

Y EDİNCİ B Ö LÜM
Pedagojinin önemi ortaya çıkıyor

Fandorin belediyeden öğrendiği adrese gittiğinde kendini üç


katlı, ilk bakışta kışlayı andıran taş bir binanın önünde buldu. Bi­
nanın çevresinde geniş bir bahçe vardı ve kapılar davetkar bir şe­
kilde açıkb. Burası İngiliz Lady'nin yeni açtığı Astair Yetiştirme
Yurdu'ydu. Gümüş işlemeli şık mavi üniformalı bir görevli Fando­
rin'i görünce kulübesinden çıkarak, saygıdeğer hanımefendinin di­
ğer blokta oturduğunu, evin girişinin ise yan sokakta olduğunu be­
lirtti.
Fandorin o anda mavi şık formaları içinde bir sürü çocuğun
çılgınca bağrışarak kapılardan çıkıp çayırlarda koşuştuğunu ve sak­
lambaç oynadığını gördü. Görevlinin onları sakin olmaya davet et­
mek gibi bir niyeti olmadığı görülüyordu. Fandorin'in şaşkın bakış­
larını fark edince de açıklama yapma gereği duydu. "Bu yasak de­
ğil! Ders aralarında istedikleri kadar azabilirler, tek kural mala za­
rar vermemek. Yurdun düzeni böyle ! "
Anlaşılan öksüz ve yetim çocuklar burada, daha kısa süre ön­
cesine kadar dedektifimizin de okuduğu devlet liselerinin aksine,
özgürlüklerini ve neşelerini doyasıya yaşayabiliyorlardı. Fandorin
bu çocuklar namına sevinç duyarak, çit boyunca gösterilen yöne
doğru ilerledi.

100
Kar Kraliçesi

Köşeyi dönünce Khamovniki bölgesindeki birçok cadde gibi


ağaçlık, loş bir sokağa girdi. Parke taşlar, şık, çiçekli çitlerle yoldan
ayrılmış rüya gibi villalar ve çok yakında beyaz çiçek yağmurunu
başlatmaya hazır kavak ağaçları bu caddelerin ortak özellikleriydi.
Lady Astair'in oturduğu iki katlı villadan yurt olan asıl taş binaya
galeri olarak adlandırılan uzun camla kapatılmış bir koridorla ge­
çiliyordu. Kapıdaki mermer levhada MOSKOVA BİRİNCİ AS­
TAIR YETİŞTİRME YURDU-YÖNETİM BİNASI yazılıydı.
Kapının önünde sakalı yağlanarak şekil verilmiş olan bir güvenlik
görevlisi uyuşukluk içinde güneşleniyordu. Beyaz çorapları, altın
sim kokartlı üç köşeli şapkasıyla öylesine şıkb ki Fandorin böylesi­
ni genel valinin lojmanının önünde bile görmemişti.
"Bugün görüşme günü değil!" Adam elini genç adamı engelle­
mek istercesine ileri doğru uzattı. ''Yann gelmeye çalışın. Genel gö­
rüşmeler onla on iki arası; özel görüşmeler on dörtle on beş arası."
Fandorin'in kapıdaki güvenlik görevlisiyle yıldızı bir şekilde
barışmamıştı. Ya görüntüsü yeterince etkileyici değildi ya da ada­
mın anlayışında bir gerilik sözkonusuydu.
"Polis merkezinden geliyorum, Dedektif Fandorin!" derken,
sırmalı güvenliğin bir dakikaya kalmadan yerlere eğilerek içeri gir­
mesine izin vereceği düşüncesindeydi. "Devletin çıkarlarını ilgilen­
diren çok önemli bir konuda hemen Lady Astair ile görüşmem ge­
rekiyor."
Ancak güvenlik görevlisinin umurunda bile değildi.
"Ekselanslarıyla mı... söz konusu bile olamaz! Ama eğer ister­
seniz sizi Bay Cunningham ile görüştürebilirim."
Fandorin öfkelenmişti. "Cunningham'la filan görüşmek iste­
miyorum. Şimdi hemen git ve Lady Astair'e onunla görüşmek iste­
diğimi söyle, hemen şimdi, aksi takdirde devletin polisini engelle-

101
Boris Akunin

mekten bu geceyi içerde geçirirsin. Sana tekrar söylüyorum, kar­


şında duran bir Cinayet Masası dedektifi ve önemli bir devlet me­
selesini soruşturuyorum."
Güvenlik görevlisi, sinirli genç polis memuruna kuşkuyla bak­
tıysa da bir an sonra ortadan kayboldu. Aşağılık adam Fandorin'i
dışarıda bırakmıştı.
Aradan epeyce zaman geçti. Fandorin neredeyse kabul edil­
meyi beklemeden içeri dalmayı planlıyordu ki adamın sakallı sura­
tı yeniden göründü.
"Ekselansları sizi kabul edecekler. Ancak Rusça anlaşabilece­
ğinizi sanıyorsarıız yanılıyorsunuz. Bay Cunningham tercüme et­
mek zorunda değil, ayrıca da işi var. Belki Fransızca konuşabilirsi­
niz, ama ... " Güvenlik görevlisinin böyle bir olasılığa da pek inan­
madığı belliydi.
"İngilizce de olabilir." Fandorin sert ve soğuk bir sesle adamın
konuşmasını kesti. "Nereye gidiyorum?"
"Lütfen beni takip edin."
Lambri kaplı pırıl pınl bir antre ve yüksek Hollanda tipi pen­
cerelerin tüm güneş ışığını içeri aldığı aydınlık uzun bir koridordan
geçerek altın varaklarla süslü beyaz bir kapının önünde durdular.
Konuşmanın İngilizce yapılmasının gerekmesi Fandorin için
sorun değildi. İngiliz bir mürebbiye olan Dadı Lizbet (resmi olun­
ması gereken anlarda Bayan Johnson) tarafından büyütülmüştü.
İyi kalpli, özenli, bilgili, disiplinli, etikete çok önem veren dadı hiç
evlenmemiş olmasına rağmen pozisyonu gereği ''bayan" olarak
çağrılmayı asla kabul etmez "mistress" denilmesini isterdi. Lizbet
yetiştirdiği çocuğa sabahlan erken kalkmayı -yazları altı buçuk,
kışları ise en geç yedi buçukta- dişlerini fırçalarken iki yüze kadar

102
Kar Kraliçesi

saymayı, hiçbir zaman doyacak kadar yememeyi, kısacası gerçek


bir centilmenin bilmesi ve yapması gereken her şeyi öğretmişti.
Kapının vurulmasının ardından yumuşak bir kadın sesi duyul­
du. "Girin !" Fandorin güvenlik görevlisine şapkasını vererek, içeri
girdi.
Burası büyük, şık döşenmiş bir çalışma odasıydı. Odanın tam
ortasında çok büyük bir yazı masası duruyordu. Hemen ardında da
kitaplık olarak kullanılan bir dolap. Masanın arkasında oturan gri
saçlı bayanın çok hoş veya başka bir deyişle rahatlatan bir görünü­
mü vardı. Altın çerçeveli gözlüklerinin arkasından bakan mavi
gözlerde zeka, samimiyet ve canlılık okunuyordu. Fandorin geniş
yüzlü, penguene benzer burunlu, büyük ağzı sürekli gülümsermiş
gibi görünen bu çehreden hoşlanmıştı.
Kendini İngilizce olarak tanıthysa da gelişinin amacı�ı hemen
açıklamadı.
"Çok iyi İngilizce konuşuyorsunuz. Aksanınız mükemmel !"
Lady Astair, genç dedektifi aynı dilde kutlarken her kelimenin
üzerine tek tek durarak konuşmuştu. "Umarım sadık Timoth... Ya­
ni Timofei kuralcılığıyla sizi çok üzmemiştir. Açıkça söylemek ge­
rekirse bazen davranışları beni bile korkutuyor, ama müracaata
zaman zaman öyle memurlar geliyor ki inanın o durumda Timo­
fei'nin bir İngiliz hizmetkardan daha iyi olduğunu görüyorum.
Lütfen oturun, genç adam! Sanırım şurdaki sandalyede daha rahat
edersiniz. Demek Cinayet Masası'ndansınız? İlginç bir meslek ol­
malı. İzninizle babanızın mesleğini sorabilir miyim?"
"Öldü."
"Oo, çok üzüldüm. Peki ya anneniz?"

1 03
Boris Akunin

"Onu daha önce kaybetmiştim." Konuşmanın bu şekilde baş­


lamış olmasından memnun olmayan Fandorin homurdanarak ya­

nıtlamıştı.
"Ah, zavallı yavrum. Ne denli yalnızlık çektiğinizi çok iyi anlı­
yorum. Tam kırk yıldır sizin gibi kimsesiz gençlerin yalnızlıkların­

dan kurtulmalarına ve yollarını bulmalarına yardımcı oluyorum."


"Yollarını mı?" Fandorin ne söylenilmek istendiğini tam ola­
rak kavrayamamıştı.
"Evet, tabi!" Lady Astair tahta atına binmiş küçük bir çocuğun
heyecanı içinde yanıtladı. "Bir insanın yaşamındaki en önemli şey
doğru yolu bulmaktır. Her insanın içinde Tanrı vergisi birtakım ye­
teneklerin gizlenmiş olduğuna inanırım. İnsanlığın en büyük traje­
disi, çocuklardaki bu yeteneği keşfedip ortaya çıkarmanın önemini
kavramamış olması veya bunu nasıl yapacağımızı bilmemesidir. Bir
dahinin ortaya çıkmasını bir istisna ve bir mucize olarak nitelendi­
ririz; halbuki dahi dediğiniz yalnızca şanslı bir insandır. Yalnızca
kader öyle istediği için, yaşam koşulları bu kişinin kendisine doğru
olan yolu izlemesine olanak verecek şekilde gelişmiştir. Mozart bu
açıklamalarım için çok iyi bir örnek. Müzisyen bir ailede doğmuş,
müzikle dolu bir atmosferde yetişmiş ve böylece içinde saklı olan
yeteneklerini en iyi şekilde değerlendirme olanağı bulmuş bir hari­
ka çocuk o! Düşünün bir defa ya Wolfgang Amadeus Mozart köy­
lü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydi? Böyle bir durumda
büyük olasılıkla sığır çobanı olurdu; olsa olsa sığırlarını kavalından

çıkan büyüleyici melodilerle güden bir çoban. Eğer fanatik bir as­
kerin, bir subayın çocuğu olsaydı da, olsa olsa marş besteleyen bir

bando elemanı olurdu. İnanın bana genç adam, gerçekten her gen­
cin içinde keşfedilmemiş, ortaya çıkarılmayı bekleyen birtakım ye­
tenekler gizlidir. Mark Twain adında Amerikalı gerçekten çok tak-

104
Kar Kraliçesi

dir ettiğim bir yazar var. Ona bir eseri için insanların gerçekleştir­
dikleriyle değil, doğanın onlara verdiği, içlerinde gizli potansiyel
yeteneklere göre nitelenmesi gerektiğine dair fikir vermiştim. Tüm
zamanların en büyük generalinin hiç askeri eğitim almamış isimsiz
bir terzi olması; en büyük ressamın eli daha önce hiç fırça tutma­
mı§ bir ayakkabıcı olması da bunu kanıtlamıyor mu? Eğitim siste­
mimde komutan olacak kişinin kesinlikle askeri eğitim alması, r� s­
sam olacak kişinin ise resim eğitimi görmesi öngörülüyor. Ama
önce eğilimleri belirlendikten sonra! Pedagoglarım sabır ve inatla
çocukların içindeki Tanrı vergisi gizli yetenekleri keşfetmeye uğra­
şıyorlar ve bunda da onda dokuz başarı sağlıyorlar."
"Öyleyse yine de herkesin bir yeteneği olmayabiliyor." Fando­
rin neşe içinde söze girerken, zafer işareti yaparmışcasına başpar-
mağım kaldırmıştı. ,,
"Hayır, sevgili yavrum, herkesin başarılı olacağı gizli bir yete­
neği mutlaka vardır ama maalesef biz pedagoglar bunu ortaya çı­
karmakta yetersiz kalıyoruz. Veya bir çocuğun içinde bugünün
dünyası için pek bir önem taşımayan, değerlendirilemeyen bir ye­
tenek de gizli olabilir. Belki bu insan geçmiş zamanlarda yaşasaydı
çok başarılı olabilirdi veya belki de uzak gelecekte dahi olarak gö­
rüleceği koşullar oluşacak. Şu anda bizim hayal bile edemeyeceği­
miz bir alanda çok yetenekli olabilir."
"Gelecek konusunda bir şey söyleyemem, bu konuda konuş­
mak için kendimi yeterli bulmuyorum." Fandorin gerçekte isteme­
se de kendini konuya kaptırmıştı. "Ama geçmiş zaman insanları
konusunda söylediklerinizi tam olarak anlayamıyorum. Bu anlam­
da ne tür yetenekler olabileceğini düşünüyorsunuz?"
"Bunu ben de tam olarak bilemiyorum, sevgili yavrum." Lady
Astair yapmacık bir gülümsemeyle ekledi. "Örneğin, toprağın al-

1 05
Boris Akunin

tında nerde su bulunduğunu kesinlikle saptayabilme yeteneği diye­

biliriz. Veya ormanda vahşi bir hayvanı avlayabilmek gibi. Veya


belki yenebilecek bitki köklerini yenemeyeceklerden ayırmak. Bil­

diğim tek şey var: O zamanlarda bu saydıklarımı yapabilenlere da­


hi gözüyle bakılırdı; eğer Bay Daıwin veya Bay Schopenhauer o
zamanlarda yaşamış olsalardı kabileleri tarafından birazcık bile

önemsenmez hatta deli yerine konulurlardı. Bunun dışında bugün


zeka geriliği olduğunu saptadığımız birçok çocukta da bazı yete­
nekler saklı. Elbette rasyonel ölçeklere göre değil, ama bu değer­
siz oldukları anlamına da gelmez. Memleketim olan Sheffield'de
bugünkü pedagoji biliminin uğraşmak istemediği bu tür zeka özür­
lü çocuklar için açtığım bir bakımevim var. Ordaki çocuklardan ne
harika fikirler çıkabildiğini tahmin bile edemezsiniz! Örneğin ko­
nuşmayı bile başaramayan on üç yaşında bir oğlan çocuğu var, eliy­
le her tür migren ağrısını geçirmeyi başarabiliyor. Konuşma ve
duyma yeteneği olmayan bir başkası ise tam dört buçuk dakika ne­
fes almadan durabiliyor. Bir diğeri ise yalnızca bakışlarıyla bardak­
taki suyu ısıtabiliyor, düşünebiliyor musunuz böyle bir yeteneği?"
"İnanılmaz. Peki ama niçin yalnızca erkek çocuklar? Kızların
farkı ne?"
Lady Astair derin bir iç çekmeyle elini kaldırdı. "Haklısınız,
dostum. Kızlar üzerinde de çalışmak gerek. Ancak tecrübelerim­
den edindiğim bilgilere göre günümüz toplumu kadınlarda saklı
yeteneklerin ortaya çıkarılmasıyla onların kazanacağı başarıyı haz­
metmeye henüz hazır değil. Erkeklerin egemen olduğu bir çağda
yaşıyoruz, bunu dikkate almalıyız. Son sözü erkeklerin söylediği

bir toplulukta en yetenekli ve zeki kadın bile bu özelliklerindt:n


dolayı ancak çevrenin baskısı ve düşmanlığıyla karşılaşır. Korudu­
ğum kız çocukların başarısız olmasını ise istemem tabi."

106
Kar Kraliçesi

Fandorin içten bir ilgiyle sordu. "Peki sisteminiz nasıl çalışı­


yor? Yani örneğin çocuklar nasıl seçilip sınıflandırılıyor?"
"Demek bununla ilgileniyorsunuz?" Lady Astair duyduklarına

sevinmişti. "İsterseniz okul kısmımıza geçelim, kendi gözlerinizle


görün."
Yaşından hiç beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden kalkma­

sından, evi gezdirmeye hazır olduğu belliydi.


Fandorin'in başıyla onaylamasının ardından, Lady Astair ön­
de, genç konuğu arkada holden geçip camlı galeriden ana binaya
girdiler.
Yaşlı kadın yolda anlatmayı sürdürüyordu. "Bu yurt henüz ye­
ni açıldı, üç aylık bir geçmişimiz var. Dolayısıyla henüz çalışmaları­
mızın çok başındayız. Adamlarım çocukları öksüzler yurtlarından
hatta çoğu kez sokaklardan topluyorlar, şimdilik iki ile dört yaş
arasında yirmi bir çocuğumuz var. Daha büyük çocuklarda bir şey­
ler yapmak çok daha güç, kişilikleri belirginleşmiş oluyor. Öncelik­
le çocukları yaşlarına göre sınıflara ayırıp başlarına o yaş grubunda
uzman olan öğretmenler koyuyoruz. Onların görevi çocukları iyice
inceleyip onlara zaman zaman kolay ödevler vermek. Bunlar oyun
nitelikli ödevler elbette, ama bu sayede temel ilgi alanlarını sapta­
yabiliyoruz. Başlangıç aşaması tamamen çocuğun yeteneklerinin

nerde yoğunlaştığını belirlemektir, vücutta mı, kafada mı yoksa,


yoksa sezgilerinde mi? Daha sonra çocuklar yaşlarına değil, ilgi
alanlarına göre sınıflandırılır; rasyonalistler, sanatkarlar, zanaat­
karlar, yöneticiler, sporcular ve bunun gibi. Grup profilleri giderek
daralır, öyle ki yaşlar büyüdükçe özel eğitim alanlarının sayısı da
bir h�li artıyor. Tam kırk yıldır bu çocuklar üzerinde çalışıyorum,
korumam altındaki çocukların neler başardıklarını tasavvur bile
edemezsiniz; her alanda başarılı oldular!"

107
Boris Akunin

"Muhteşem bir başarı hanımefendi! Harika bir şey!" Fandorin


hayranlığını açıkça belirtmekten kaçınmamıştı. "Peki ama bu ka­
dar çok sayıda yetenekli pedagogu nerden buluyorsunuz?"
"Öğretmenlerime çok iyi maaş öderim, bence pedagoji tüm
bilimlerin en önemlisidir." Lady kendinden tamamen emin bir ta­
vırla ekledi. "Ayrıca eski öğrencilerimden bir kısmı da eğitmen
olarak Astair Yetiştirme Yurtları'nda kalmayı istiyorlar. Bu çok
doğal, ne de olsa Astair Yetiştirme Yurtları onların sahip oldukla­
n tek yuva, tek gerçek aile, büyük bir aile !"
Sınıflarının kapılarının açıldığı büyük bir salona girdiler.
"Sizi hangi sınıfa götürsem?" Lady Astair düşündü. "Belki de
fizik sınıfına girmemizde yarar var. Orda şu anda değerli öğretme­
nim Dr. Blank deneylerini gösteriyor. Kendisi Zürich Astair Yetiş­
tirme Yurdu'nda yetişti ve fizik konusunda gerçek bir dahidir.
Elektrik konusunda gerçekleştirdiği deneyleri için özel bir labora­
tuvar hazırlayarak Moskova'da görev almasını sağladım. Bunun
karşılığında o da çocuklara bu bilime olan ilgiyi uyandırmak üzere
gizemli fiziksel deneyler gösteriyor."
Lady Astair salona açılan kapılardan birini hafifçe tıklattı,
sonra kapıyı aralayarak içeri baktılar. Sıralarda yaşları on bir on iki
olan, kollarında altın simle "A" harfi işli mavi formalı on beş kadar
erkek çocuğu oturuyordu. Hepsi nefeslerini tutmuş, saçı sakalı bir­
birine karışmış, çılgın bakışlı, ceketi ütüsüz, gömleği pek de temiz
olmayan genç bir adamın çevirdiği mavi-kırmızı kıvılcımlar yaya­
rak dönen cam bir çarka bakıyorlardı.
"Çok meşgulüm, lütfen daha sonra Sayın Lady, daha sonra,"
diye Almanca olarak kızgınlıkla bağıran Doktor Blank ardından
çocuklara dönerek bozuk bir Rusçayla açıklamalarını sürdürdü.
"Birazdan gerçek bir küçük gökkuşağı göreceksiniz beyler! Adı

1 08
Kar Kraliçesi

Blank'ın gökkuşağı! Bu buluşumu yaptığımda sizlerin yaşınday­


dım."
O anda bu tuhaf cam çarkla birçok fizik deney aletinin olduğu
masanın arasında küçük, inanılmayacak kadar renkli bir gökkuşağı
oluştu. Çocuklar hep bir ağızdan hayranlıklarını haykırdılar.
"Biraz delidir, ama gerçek bir dahi!" diye Lady Astair hoşnut­
lukla açıkladı.
Aynı anda yan taraftan küçük bir çocuğun acı dolu çığlığı du­
yuldu.
"Aman Tanrı'm!" Asil kadın kalbini tuttu. "Jimnastik salonun­
dan geliyor. Hemen oraya gidelim."
Koridora doğru koştu, tabi Fandorin de arkasından. Hemen
bitişikteki odaya girdiler. Burası yerleri minderlerle kaplanmış, bü­
yük, aydınlık ilk bakışta boş izlenimi veren bir salondu. Duvarlara
vücut geliştirmeye yarayacak her tür alet yerleştirilmişti; halkalar,
merdivenler, tırmanma ayakları, kalın ipler ... Trambolin, atlama
beygiri ise yan taraftaydı. Kılıç, eskrim maskeleri, boks eldivenleri
ve halterler köşede duruyordu. Yedi sekiz yaşlarındaki bir grup
çocuk yerdeki minderlerden birinin başına toplanmışlardı. Fando­
rin çocukların arasına girip ilerlediğinde minderin üzerinde küçük
bir oğlanın acı içinde kıvrandığını gördü. Eşofman giymiş kızıl dal­
galı saçlı, yeşil gözlü, çilli, enerjik yapılı otuz yaşlarında genç bir
adam onun üzerine eğilmiş, değişik aksanlı bir Rusça ile çocuğu
sakinleştirmeye çalışıyordu.
"Haydi yavrum, bacağını göster. Hiç korkma! Canını yakma­
yacağım.Cesur olmalısın, sen kahraman bir erkeksin ... " O anda
Lady Astair'i fark ederek İngilizce açıkladı. "Halkalardan düştü,
efendim. Elleri terliymiş. Korkarım ayak bileğini kırdı. Lütfen Bay
Izyumov'a haber verir misiniz?"

109
Boris Akunin

Lady Astair başıyla onaylayarak, Fandorin'i de yanına alıp te­


laşla salondan ayrıldı.
"Hemen Doktor Izyumov'u çağırmalıyım. Bu tür olaylar sık
sık olur, ne de olsa hepsi küçük erkek çocuklar! Gördüğünüz Ge­
rald Cunningham'dı, sağ kolum. Londra'daki Astair Yetiştirme
Yurdu'ndan mezun. Mükemmel bir pedagogtur. Rusya'daki kuru­
luşlarımızın tamamının yönetiminden sorumlu. Benim hata öğre­
nemediğim son derece zor dilinizi altı ayda öğrenmeyi başardı. St.
Petersburg'taki ilk Astair Yetiştirme Yurdu'nu daha geçen sonba­
harda açtı. Şimdi ise burda ve yurtta düzen sağlanmasına yardımcı
oluyor. O olmasa mahvolmuştum."
Üstünde DOKTOR yazan bir kapının önünde durdu.
"Özür dilerim ama konuşmamıza şimdilik ara vermek zorun­
dayım. Geri kalanı başka bir zaman konuşalım, olur mu? Yarın
tekrar gelin, konuşmamıza devam ederiz. Benimle konuşmak iste­
diğiniz bir konu vardı, değil mi?"
"Önemli bir şey değil, Sayın Lady," diye yanıtlayan Fandorin
yine kızarmıştı. "Düşünüyorum da gerçekten başka bir zaman...
Başka bir gün daha uygun olacak. Saygın uğraşınızda size başarılar
dilerim." Hafifçe eğildikten sonra hızla uzaklaştı. Erast Fandorin
çok utanıyordu.

"Ne oldu, zanlıyı suçüstü yakalayabildin mi?" Lady Astair'den


kuşkulanmış olmanın ezikliği içindeki Fandorin birtakım şemala­
rın önünde çalışan şefinin bu alaylı, bir o kadar da neşeli sözleriyle
karşılandı. Toplantı odasının perdeleri kapatılmıştı. Yazı masasın­
daki lamba yanıyordu. Dışarıda hava kararmaya başlamıştı. "Bıra­
kın tahmin edeyim. Lady, Kokorin diye birinin adını bile duyma-

1 10
Kar Kraliçesi

mış, Bayan Bezhetskaya'yı da hiç tanımamış. İntihar haberini alın­


ca da özellikle çok üzüldü. Haklı mıyım?"
Fandorin içini çekmekle yetindi.

"Sözkonusu bayanı St. Petersburg'tan tanıyorum. Üçüncü Şu­


be'de, Rusya'da pedagojik eğitim faaliyetlerinde bulunma konu­

sundaki izin talebini masaya yatırmış, dikkatle incelemiştik. Size

de keşfedilmeyi bekleyen geri zekalı dahilerden söz etti mi? Ney­


se! Konumuza dönelim. Oturmaz mısınız?" Karşısında duran san­
dalyeyi işaret etti. "Önümüzde zor ve heyecanlı bir gece var."
Fandorin göğsünde hafif bir çarpıntı hissediyordu; şefin karşı­
sına ne zaman geçse bu duygudan kurtulamıyordu.
"Hedefiniz Zurov. Onu daha önce de gördünüz, hakkımla be­
lirli bir fikir edinmişsinizdir. Konta yaklaşmak kolay, özel bir çaba­
ya gerek yok. Evinde bir tür kumarhane çalıştırıyor ve bunu gizle­
meye de gerek duymuyor. Gerçi bir bekçi ve güvenlik ordusu besli­
yor ama ayak takımından her tür insan yine de oraya girmeyi başa­
rıyor. Zurov'un St. Petersburg'ta da aynı türden bir evi vardı. Polis
baskınından sonra kapatıp Moskova'ya taşındı. İstediğini yapıyor,
alayından da yaklaşık üç yıldır izinli. Göreviniz, ona yaklaşıp çev­
resini incelemek. Kim bilir belki de beyaz gözlü adam orda birden­
bire karşınıza çıkar. Ancak lütfen tek başınıza hiçbir eyleme giriş­
meyin, bu tür birinin karşısında tek başınıza şansınız sıfırdır. Ayrı­
ca ona orda rastlayacağınız da kesin değil. Ama eğer ordaysa bü­
yük olasılıkla kont sizinle şahsen ilgilenmek isteyecektir, ne de olsa
Bezhetskaya'nın evinde karşılaşmıştınız. Orda oluşunuzu unutmuş
olamaz, bunun için sakin olmaya çalışın. Duruma göre hareket
edin. Ancak sakın sinirlenmeyin. Sizi kızdırmalarına fırsat verme­
yin. Bu adamla şaka yapılmaz. Oyunda hile yapıyor, bu çevrelerde­
ki deyimiyle 'kağıt çalıyor'. Ancak yakalandığında kurtuluşu skan-

ııı
Boris Akunin

dal çıkarmakta buluyor. Şimdiden düelloda öbür dünyaya yolladık­


larının sayısı bir düzineyi aştı; tabi bunlar yalnızca bilinenler. Dü­
ellosuz kafasına bir kurşun sıktıkları da hiç kuŞkusuz vardır.
1872'de Nizhni Novgorod'daki fuarda Svyshchov adındaki bir tüc­
carla kumar yüzünden kavgaya tutuşmuş, sakallı adamı yakaladığı
gibi pencereden dışarı atmıştı. Tanrı'ya şükür birinci kattaydılar.
Adamın bütün kemikleri kırıldı, bir ay yataktan çıkamadığı gibi
konuşma yeteneğini de kaybetti, artık yalnızca mırıldanabiliyor.
Kont ise nefsi müdafaadan suçsuz bulundu. Önemli noktalarda et­
kin akrabaları var. Bunlar ne?" Brilling elinde tuttuğu bir deste ka­
ğıdı masanın üstüne atarak her zamanki alaylı tavrıyla sordu.
Fandorin şaşkınlık içinde, "Oyun kağıdı!" diye yanıtladı.
"Oynar mısınız?"
"Hiç bilmem. Babam kağıtlara elimi değdirmeme bile karşıy­
dı. Kendisinin yeterince oynadığını söylerdi; kendi için, benim için.
Onun oynadığı kadarının üç nesil Fandorinlere yeteceğini söyler
dururdu."
"Yazık." Brilling düşünceli düşünceli etrafına bakındı. "O za­
man kontun yanında gerçekten işiniz zor. Neyse elinize bir kağıt
kalem alıp not tutun."
Yarım saat kadar sonra Fandorin tüm kağıtları, renkleri takıl­
madan tanıyor, hangisinin daha büyük olduğunu biliyor, ancak re­
simlerde biraz şaşırıyordu; dam mı büyüktü, yoksa vale mi, unutu­
yordu.
"Umutsuz bir vakasınız!" Brilling gülerek açıkladı. "Neyse briç
veya o türden bilgi ve akıl gerektiren oyunlar kontun orda zaten
oynanmıyor. Orda önemli olan oyunun basitliği, çabuk dönmesi ve
kazancın büyük olması. Dedektiflerim en çok kılıç oynamaktan
hoşlandığını söylüyorlar, ancak en basit şekliyle. Size kuralları

1 12
Kar Kraliçesi

açıklayayım. Kağıtları dağıtana banker deniyor. Diğer oyuncu ise


punter olarak adlandırılıyor. Herkesin kendi kağıt destesi var.
Punter önündeki desteden bir kağıt seçiyor ve -diyelim ki dokuz­

ters olarak önüne koyuyor."


"Ters, yani arkasındaki şekiller görünecek gibi mi?"

"Aynen. Şimdi punter belirli bir pot belirleyip diyelim ki on


ruble ileri sürüyor. Banker kağıtları dağıtmaya başlıyor. İlk kağıdı
alıp yüzü görünecek şekilde sağına koyuyor. Bunun adı koz. Bir
sonrakini soluna. Bunun adı da sanvuar.. "
Fandorin elindeki not defterine koz ve sanvuar, diye karaladı.
"Ve punter kapalı kağıdını açıyor. Eğer koz dokuzsa banker
kazanıyor. Renk önemli değil. Buna dokuzu yedi deniyor. Ve pot
bir misli yükseltiliyor. Yok sanvuar dokuzsa punter kazanıyor.
Punter parayı alıp yeniden pot belirliyor."
"Peki ya ikisi de dokuz değilse?"
"Eğer ikisi de dokuz değilse banker yeni bir çift kağıt açıyor.
Bu dokuz gelene kadar böyle sürüyor. Oyunun hepsi bu. Son dere­
ce kolay, ama özellikle de punter'sen son meteliğine kadar kaybet­

mek işten bile değil, hele bir de potu sürekli kaybedip misliyle kat­
lıyorsan! Onun için Fandorin, kafanızın ardında bir yerlere yazın.
Oynuyorsanız, kesinlikle banker olmalısınız. Olay gayet basit. Bir
sağınıza bir solunuza kağıt dağıtacaksınız, hepsi bu. Bankerin sü­
rülen ilk pottan daha fazla para kaybetmesi olanaksız. Punter ol­
mamaya çalışın, ancak diyelim ki kurada punter olma durumuna
düştünüz, sürdüğünüz potun çok küçük olmasına dikkat edin. Kı­
lıçta hiçbir zaman beş partiden fazla oynanmaz ve oyunun sonun­
da kazanılmayan potlar bankere gider. Kasada oyunda kullanma­

nız için iki yüz ruble var."


"O kadar fazla mı?" Fandorin şaşkınlık içindeydi.

1 13 F: 8
Boris Akunin

"Fazla değil, aksine bunun büyük olasılıkla çok az olduğunu


göreceksiniz. Bu meblağla kurtulmaya çalışın. Tüm parayı kaybe­
dip iflas etseniz bile hemen ordan ayrılmanız gerekmez, biraz daha
oyalanabilirsiniz. Yalnız sakın kuşku uyandırmayın, anladınız değil
mi? Böylece sonuca ulaşana dek her akşam oyuna gidebilirsiniz.
Zurov'un bu işle ilgisi olmadığını öğrenmek de iyi bir sonuç olur.
Hiç değilse bir zanlıyı izlemekten kurtuluruz."
Fandorin tuttuğu notlara bakarak, mırıldandı.
"Kupa kırmızı kalplerdi, siyahlar değil. Doğru mu?"
"Evet. Bazen kalp diye de adlandırılır veya Fransızcasında ol­
duğu gibi coeur. Giysi odasına uğramayı unutmayın, ölçülerinize
uygun yaptırılan elbiseniz hazır. Yarın öğlene kadar da her duru­
ma uygun giysilerle donatılmış bir gardırop sizi bekliyor olacak.
Haydi, artık gidin, Fandorin, siz olmadan da yapacak dünya kadar
işim var. Zurov'dan sonra doğruca buraya gelip rapor vermelisiniz.
Saat kaç olursa olsun. Geceleri hurda kalıyorum. Sizi merakla bek­
leyeceğim." Brilling bu sözlerin ardından başını tekrar önündeki
kağıtlara gömdü.

1 14
Kar Kraliçesi

S E Kİ Z İN C İ B Ö LÜM
Maça vale e n uygunsuz zamanda ortaya çıkınca

Sigara dumanından göz gözü görmeyen salonda altı adet yeşil


çuha kaplı masada kağıt oynanıyordu. Bazılarında dörtlü bazıların­
daysa ikili gruplar vardı. Masaların başlarına seyirciler toplanmıştı.
Düşük parayla oynanan masalardaki seyirci sayısının yüksek oyun­
lardakinden çok daha az olduğu görülüyordu. Kontun evinde içki ve­
ya yemek servisi yapılmıyordu. İsteyen bitişikteki misafir odasına ge­
çip uşaklardan birini içki almak üzere yakındaki meyhaneye gönde­
rebiliyordu. Bu da nadiren, ancak oyunda çok şanslı birinin şampan­
ya ısmarlaması gibi bir durumda gerçekleşiyordu. Her yandan kumar
oynamayan biri için tamamen anlaşılmaz sesler duyuluyordu.
''le coupe!'<">
''le passe. "<"">
"İ kinci tur!"
"Retournez la carte. "<···ı
"Evet, beyler bu el batar!"
"Dam alır!" Ve bunun gibi sesler her yönden yükseliyordu.
En büyük ilgi iki adamın karşılıklı oynadığı masadaydı. Bu
masada banker ev sahibinin kendisi, punter ise son moda bele

<"> Pot.
<""l Pas diyorum.
<···ı Kartlan açalım.

us
Boris Akunin

oturmuş ceket giymiş, ter içindeki adamdı. Adamın şansının kötü


olduğu uzaktan bile anlaşılıyordu. Dudaklarını ısırıyor, heyecanını
ve hırsını belli ediyordu. Tam karşısındaki kont ise siyah bıyığının
altından mutlulukla gülümserken Türk yapımı nargilesini içiyor,
bir soğukkanlılık abidesini andırıyordu. Güçlü, bakımlı ve parlayan
yüzüklerin hemen dikkat çektiği elleriyle Uğıtlan dağıtıyordu: Bir
sağa bir sola!
Seyirciler arasında en kenarda fizyonomisi kumarbaza hiç
benzemeyen kırmızı suratlı, siyah saçlı genç bir adam vardı. Ona
bir kez bakmak bile iyi bir aileden geldiğini, yaşamında belki de ilk
kez oyun masası gördüğünü ve henüz çok toy olduğunu anlamaya
yeterliydi. Saçları briyantinli tecrübeli oyuncular onu birkaç kez
''bir kartla riske girmeye" kandırmaya çalışmış, ancak başarılı ola­
mamışlardı. Delikanlı oyunlara "beş rubleden" fazla koymadığı gibi
kazansa da masaya yapışmıyordu. Kurt kumarbazlardan Mosko­
va'daki her oyuncuyu gözünden tanıdığını iddia eden Gromov, de­
likanlıya karşı bile bile bir yüz rubleyi kaybetmeyi göze almış an­
cak yine de onu oyuna çekmeyi başaramamıştı. Yüz ruble boşa git­
mişti. Kırmızı yanaklı gencin gözlerinde hiçbir sevinç belirtisi gö­
rülmediği gibi elleri de titremiyordu. Bu yeni acemiyi ortama alış­
tırmanın yolu yoktu, "çaylak" olarak kalmaya mahkOmdu.
Bu arada Fandorin (Yukarıda anlatılan elbette ki Fando­
rin'di) salonda bir gölge gibi sessiz dolaşırken ilgi çekmeyeceği ve
gerekli bilgiyi edineceği düşüncesindeydi. Ancak bunda pek başa­
rılı olduğu söylenemezdi. Bir defasında son derece şık giyimli say­
gın görünümlü bir beyin masadan bir altın parayı kurnazca cebine
attığını ve kimseye fark ettirmeden gururlu bir tavırla uzaklaştığını
yakaladı. Koridorda ise iki düşük rütbeli subay aralarında kısık sa­
yılabilecek bir sesle tartışıyorlardı. Fandorin konunun ne olduğu-

116
Kar Kraliçesi

nu anlayamıyordu. Ağır topçu teğmeni olan heyecanlı ancak kısık

bir sesle "fırsatçı" olmadığını, arkadaşlarını kollamak için "siyahı

koz olarak sürdüğünü" savunurken, hafif topçu teğmeni olan diğe­

ri onu "blöfçülükle" suçluyordu.

Fandorin'in zaman zaman yakınından geçtiği Zurov ise bu

topluluktaki etken unsuruydu, bir anlamda havuzdaki en büyük

balıkb da denebilir. Bir kelimesiyle tartışmalar daha alevlenmeden

son buluyor, uyarıya rağmen bağırmaya devam eden, kavga çıkar­

maya kalkışan birini ise, hemen ufak bir el işaretiyle iki uşağının

arasında kapı önüne koydurabiliyordu. Kontun dikkatli bakışlarını

birkaç kez üzerinde hissetmiş olmasına rağmen Fandorin onun

kendisini tanımadığından emindi.

"Beşinci tur, dostum!" Zurov'un bu sözlerinin karşısındaki

punterin heyecanını dayanılmaz noktaya getirdiği görülüyordu.

"Rest!" diye titrek bir sesle bağıran punter heyecandan önün­

deki kağıdın köşelerini kıvırdı. Çevredekilerin arasında bir homur­

danma başladı. Adam elinin tersiyle alnındaki terleri kuruladıktan

sonra bir tomara yakın parayı masanın üzerine koydu.

Fandorin çevredekiler arasında en zararsız olarak gözüne kes­

tirdiği kırmızı burunlu, yaşlı bir adama yaklaşarak sordu. "Rest ne

demek?"

"Yaklaşık dört katı." İhtiyar adam açıklama yapmaya hazırdı.

"Böylece şu anki tüm varlığını ileri sürüyor."

Kont nargilesinin dumanını havaya üfledikten sonra sağına

bir papaz, solunaysa bir altılı açtı.

Punter bir kupa ası açtı.

Zurov gülümseyerek başını salladıktan sonra sağına bir sinek

ası soluna ise karo papazı açtı.

ll7
Boris Akunin

O anda Fandorin arkalarda bir yerden hayranlık dolu fısıltılar


işitti. "Mükemmel bir oyun. Ne şans ama! Tam usta işi!"
Terleyen adamın durumu gerçekten acıklıydı. Kontun dirseği­
nin gerisinde kaybolan banknotlara üzülerek bakarken kısık bir
sesle mırıldandı. "Küçük bir kredi açılması olası mı?"
Zurov sıkılgan bir ifadeyle yanıtladı.
"Söz konusu bile değil! Evet, başka şansını denemek isteyen
var mı?"
Birden bakışları Fandorin'e takıldı. "Tanışıyoruz değil mi?"
diye sordu pis pis sırıtarak. "Yanılmıyorsam Bay Fedorin'di, değil
mi?"
"Fandorin!" diye yanıtlayan genç adam yine elinde olmadan
kızarmıştı.
"Pardon! Burda böyle avare avare ne dolaşıyorsunuz? Kuşkusuz
bizler gösteri yapmıyoruz. Geldiğinize göre oynamalısınız. Oturun
lütfen!" Karşısındaki boş sandalyeyi işaret etti.
Yaşlı, iyi niyetli adam Fandorin'in kulağına fısıldadı. ".Kağıtla­
rı siz seçin!"
Fandorin masanın başına geçerek, yaşlı adamın tavsiyesine
uydu.
"Sizce bir sakıncası yoksa, oyunlara yeni katılan bir acemi ola­
rak banker olmak isterdim, ekselansları! Oyun için şu iki kağıt des­
tesini alalım... Tabi sizce de uygunsa." Masanın yanında duran ka­
ğıtların en altından iki açılmamış desteyi çekti.
Zurov'un gülümsemesi daha da pisleşmişti. "Tabi ki Bay Ace­
mi, istekleriniz kabul edilmiştir, yalnız bir tek şartla: Eğer banker­
lik bana geçerse, oyundan hemen kalkmayacaksınız. Bana da da­
ğıtma şansı vereceksiniz. Evet, başlıyor muyuz? Pot ne kadar ol­
sun?"

1 18
Kar Kraliçesi

Fandorin afallamıştı. Önceki soğukkanlılığı tamamen kaybol-


muştu.
"Yüz ruble!" diye açıkladı çekingenlikle.
"Şaka mı yapıyorsunuz? Sokak kahvesinde oynamıyoruz."
"İyi o zaman üç yüz." Fandorin biraz önce kazandığı yüz ruble
de dahil tüm parasını ileri sürmüştü.
"Le jeu ne vaut pas la chandellef'<"> Kont omuzlarını silkerek
fikrini açıkladı. "Başlangıç için kabul edelim."
Desteden bir kağıt çekerek üç yüz rublelik banknotların üstü­
ne koydu.
"Va banquef"<"">
"Koz! " Sağa diye anımsayan Fandorin kırmızı bir kupa kızını
sağına koyduktan sonra soluna da bir maça yedilisi açtı.
Kont kapalı koyduğu kağıdı iki parmağıyla çevirerek alnını kı­
rıştırdı. Bu bir karo damdı !
"İyi bir başlangıç, Bay Acemi!" Zurov hafif bir ıslık çaldı. "Kızı
çabuk buldunuz. Haydi tekrar dağıtın."
Fandorin acemice kağıtları karıştırdı.
"Tekrar kasa! İki misli !" Hippolyte Alexandrovich Zurov küs­
tahça altı yüzlük banknotu masaya fırlattı. "Kazanmak için riski
göze alacaksın !"
Sola konulan kağıda ne deniyordu. Fandorin'in kafası sürekli
bununla me§glll olmasına rağmen bir türlü bulamıyordu. Bu kadar
insanın ortasında notlarını çıkarıp bakması da hiç uygun olmaya­
caktı ... Ne şanssızlık! Ya Zurov sorarsa ne cevap verecekti?
O arada çevredeki kalabalıktan, "Bravo!" fısıltıları duyuldu.
"C'est un jeu interessant! Öyle değil mi?"

ı·ı Bu paraya değmez ama haydi oynayalım!


<"> Banka.

119
Boris Akunin

Fandorin şaşkınlık içinde tekrar kazandığını fark etti.


"Bu ne saçmalık, konuşurken Rusçaya Fransızca deyimler ek­
lemeyi kesin artık!" Zurov kalabalığın içinden heyecanını belirten
bir adama kızgınlıkla baktı. Halbuki kendisi arada sırada konuş­
masını Fransızca deyimlerle renklendirmekten büyük zevk alıyor­
du. "Haydi oynayın artık, Fandorin, oynayın. Aklınız nerde! Şans
ancak peşinden koşarak yakalanır. Kuyruğunu bırakmayacaksın.
Tekrar kasa!"
Sağa, bir vale-koz! Sola, bir sekizli, peki ama ne deniyordu ...
Zurov bu kez de bir onlu açtı. Fandorin dördüncü turda da
kazanmıştı.
Bu arada masanın başı iyice kalabalıklaşmış, Fandorin'in kazan­
ması herkesin büyük hayranlığını ve ilgisini çekmeye başlamıştı.
"Fandorin! Fandorin!" diye sinirle mırıldanan Zurov parmak­
larını kağıt destesinin üstünde dans ettiriyordu. Neden sonra bir
kağıt çekerek, iki bin dört yüz ruble saydı.
İlk dağıtımda koz olarak bir maça altılısı geldi.
Giderek kızgınlığı belirginleşen kont yüksek sesle sordu. "Fan­
dorin! Ne biçim isim bu? Yunancadan gelme gibi! Fandoraki, Fan­
doropulo! Sanki bunların bozulmuşu gibi!"
"Niçin Yunan adı olsun?" Fandorin bozulmuştu, birden lise yıl­
larında arkadaşlarının ismiyle alay ettiklerini anımsamıştı. (Okul yıl­
larında ona Fanny diyorlardı.) "Benim soyum da en az sizinki kadar
Rus, sayın kontum. Fandorinler Çar Alexei Mikhailovich'ten beri
önemli görevlere getirilmişlerdi."
"Gerçekten öyle, efendim!" Fandorin'in kırnuzı burunlu, iyi­
liksever yaşlı hamisi söze karıştı. "Çariçe Katerina zamanlarında
da çok önemli hizmetler yapmış bir Fandorin olduğu biliniyor."

120
Kar Kraliçesi

"Önemli, önemli, hikayeye gelince her §ey önemli olabiliyor!"


Zurov belirgin bir kızgınlıkla koca bir tomar parayı ileri sürdü.
"Kasa ... Ya hep ya hiç! Haydi oynayın artık, ne bekliyorsunuz?"
"Le dernier coup messieursf''<·ı Kalabalıktan birinin heyecanlı
sesi duyuldu.
Herkesin gözleri biri kasanın diğeriyse punterin önünde yığılı
iki para yığınına dik.ilmi§, nefesler tutulmuştu.
Fandorin tam bir sessizlik içinde kağıtları açtı: bata kafası ay­
nı §eye takılmı§tı, ne deniyordu acaba?
Sağa bir as sola bir as. Zurov bir papaz açmı§tı. Sağa bir vale,
sola bir dam. (Fandorin yine bu kağıtlardan hangisinin büyük oldu­
ğunu unutmu§tU.) Sağa bir yedi, sola bir altı.
"Dibime kadar sokulmayın!" Kontun öfkeyle bağırmasının ar­
dından kalabalık biraz arkaya çekildi.
Sağa bir sek.iz, sola bir dokuz. Sağa bir papaz, sola bir on. Bir
papaz!
Çevredekiler heyecan içinde hayranlıklarını haykırıyor, gülü­
yorlardı. Kont Zurov ise adeta ta§la§mı§, donmu§ kalmı§tı.
Sanvuar! Fandorin aradığı kelimeyi bulmu§ olmanın sevinciy­
le güldü. Soldaki kağıda sanvuar deniyordu. Komik bir isim!
O anda Zurov masanın üzerinden uzanarak sert bir hareketle
Fandorin'in dudaklarını çimdikledi.
"Burda böyle alaylı gülemezsiniz! Kazananın hiç değilse saygı­
lı ve adam gibi davranma sorumluluğu vardır." Hırsla bağıran
kont, yenilgiyi hazmedememi§, o an için kendini kaybetmi§ti. Kan
oturmuş gözlerinin görüntüsü bile korkunçtu. Daha sonra Fando­
rin'i sert bir hareketle alnından geriye iterek, koltuğunun arkasına
yaslandı ve kollarını göğsünün üstünde kenetledi.

c·ı Son tur, beyler.

12 1
Boris Akunin

"Bu kadarı da çok fazla!" Çevredeki subaylardan biri olanlar­


dan etkilenmiş, fikrini belirtmeden edememişti.
"Ne yaptığımı çok iyi biliyorum!" dedi Zurov öfkeyle sıktığı
dişlerinin arasından. Bu arada gözlerini Fandorin'e dikmişti. "Eğer
yaptıkları�dan rahatsız olan varsa açıkça belirtsin! Emrindeyim !"
Birden bir ölüm sessizliği odayı kapladı.
Fandorin'in kulakları uğulduyordu. Korkaklıkla itham edil­
mekten, düellodan kaçmakla suçlanmaktan çekiniyordu. Ancak
sesinin titreyip içinde bulunduğu durumun anlaşılmasına yol aça­
cağından daha da çok çekiniyordu.
"Siz onursuz bir oyuncusunuz, kont! Borcunuzu ödemekten
kaçıyorsunuz, hepsi bu!" Fandorin sesinin titremesine aldırmaya­
rak haykırdı. "Sizi düelloya davet ediyorum."
"Kalabalık önünde kahramanlık mı taslıyorsunuz? Buyrun öy­
leyse!" Zurov'un dudakları kasılmıştı. "Silahınızın namlusunu da
konuşturabiliyor musunuz, göreceğiz. Tamam öyleyse yarın. Yirmi
adımdan bariyerli ! Kimin önce ateş edeceği umurumda bile değil,
ama daha sonra bariyerin önüne geçeceksiniz. Ne o korkuyor mu-
sun uz?"
Hem de nası� diye düşündü Erast Fandorin. Akhtyrtsev yinni
adımdan bir beş rublelik madeni parayı ortasından vurabildiğini söy­
lemişti. Ahn bir beşlikten çok daha geniş. Ya kamım. Fandorin mi­
desinin krampla kasıldığını hissediyordu. O zamana kadar eline
hiç düello tabancası almamıştı. Yalnızca bir kez Xavier Grushin
atış poligonuna giderken onu da yanına almış ve Colt marka bir ta­
bancayı denetmişti. Ama bu çok başkaydı. Zurov, onu gözünü bile
kırpmadan vuracaktı, hiçbir neden yokken rahatça öldürecekti.
Üstelik kendisi yağdan kıl çekermişçesine bu işten sıyrılacaktı.

1 22
Kar Kraliçesi

Oyuna gelmişti, artık dönülmez bir yoldaydı. Tanığa gelince yete­


rinden de fazlası vardı. Kumarda kavga çıkması, bu her gün rastla­
nan olağan bir olaydı. Kont en fazla bir ay nezarettte kalacak, da­
ha sonra her zamanki gibi itibarlı yakınları sayesinde serbest bıra­
kılacaktı. Fandorin'in ise kimsesi yoktu. Zavallı bir polis memuru
olarak yoksullara özgü bir tabuta konulacak ve kimsesizler mezar­
lığına gömülecekti. Cenazesine ise büyük olasılıkla Grushin ve Ag­
rafena Kondratievna dışında kimse gelmeyecekti. Lizanka ise ga­
zeteleri okuyunca olaydan haberdar olacak, yazık, iyi hoş bir polis
dedektifiydi, üstelik de çok gençti, diye düşünecekti. Ama belki de
Emma, ona gazeteleri vermeyeceği için okumayacaktı bile. Şef ise
hiç kuşkusuz şöyle düşünecekti. Bu serseme boşuna güvenmişim,
aptal bir horoz gibi kendi ayağıyla tuzağa düştü. Bu asil züppeyi
düelloya davet etmek! Olacak iş mi bu? Tükürdüğünü yalasın ba­
kalım!
"Ne o, dilinizi mi yuttunuz?" Zurov alaycı bir tavırla sırıtıyor­
du. "Silaha sarılma hevesiniz geçti mi?"
Fandorin o anda hayatını kurtarmanın yolunu bulduğunu dü­
şünüyordu. Düello nasıl olsa hemen yapılmayacaktı, ertesi sabaha
kadar zamanı vardı. Şefe koşmak, yardım istemek çok basit ve za­
vallı bir davranış olurdu elbette. Ancak Brilling, Zurov'un peşinde
başka dedektifler de olduğunu söylememiş miydi? O zaman Bril­
Iing'in adamlarından birinin daha orada oyun salonunda olması
pekfila mümkündü. Düelloyu kabul edip onurunu kurtarabilirdi;
sonra ertesi gün daha gün ışımadan polis gelip kumarhane işletme
suçuyla kontu tutuklayabilir, Fandorin de bu işten sıyrılabilirdi.
Kimse onu suçlayamaz, o da olaydan tamamen habersizmiş gibi
davranabilirdi. Brilling o olmadan da ne yapılacağını iyi biliyordu.

123
Boris Akunin

Böylece kurtulmanın yolunu bulmuştu denilebilir. Ancak bir­


den Fandorin'in sesi kendi başına buyruk hareket etmeye başladı;
sahibinin sözünü dinlemeyerek, tamamen kontrolden çıkmış bir
halde korkunç bir teklifte bulundu. Üstelik mucize sayılacak şekil­
de titremiyordu bile.
"Hayır, asla neden korkacakmışım! Hem bu işi niçin yarına bı­
rakalım? Bence en iyisi hemen burda halletmek! Sizin bütün gün
yirmi adımdan beşliklere ateş etmekle ünlü olduğunuzu duymuş­
tum, yanılıyor muyum?"
Zurov kızarmıştı. Hemen yanıtladı.
"O zaman cesaretiniz varsa başka bir düello şeklinde anlaşa­
lım!"
İşte Akhtyrtsev'in anlattıklarının etkisi kendini göstermeye
başlıyordu. Yeni bir plana hiç gerek yoktu. Plan zaten hazırdı.
"O zaman kararı kağıtlar versin! Kart çekelim. Kaybeden av­
luya çıkıp kendini vursun. Bariyere filan da gerek yok. Üstelik son­
radan çıkacak bir sürü sorun da kendiliğinden hallolmuş olur. Biri­
si oyunda kaybetti ve kafasına bir kurşun sıktı. Kimsenin diyecek
bir şeyi olmaz. Bu doğal bir sonuç! Çevremizdeki beyler de çenele­
rini tuttular mı tamam! Sessizliğinizi muhafaza edersiniz, değil mi
beyler?"
O anda bir tartışma başladı. Topluluktakilerin farklı fikirleri
vardı. Bazıları susacaklanna dair şeref sözü vermeye hazırken di­
ğerleri kavganın unutularak dostça el sıkışılmasından yanaydılar.
"O henüz toy bir genç," diyen gür sakallı bir albayın bu sözleri
Fandorin'i iyice gererek zıvanadan çıkardı.
"Ne o kontum!" diye haykırdı arkasında yıkılmadık köprü bı­
rakmayarak. "Yirmi adımdan beş rubleyi vurmak kurşunu kendi

124
Kar Kraliçesi

alnınıza isabet ettirmekten daha kolay, değil mi? Yoksa ıskala­


maktan mı korkuyorsunuz?"
Zurov susmuş, hırs ve şaşkınlık içinde karşısındakini süzüyor­
du. Karşısındakinin aklını kaçırmış olduğunu düşünüyordu.
"İyi öyleyse! " dedi neden sonra şaşkınlık uyandıran bir soğuk­
kanlılıkla. "Nasıl isterseniz! Günah benden gitti. Şartlarınızı kabul
ediyorum. Jean ! "
Sadık uşak koşarak konta yaklaştı.
Kont, "Bir tabanca, yeni bir deste oyun kağıdı ve bir şişe şam­
panya lütfen!" dedikten sonra aynca kulağına da bir şeyler fısılda­
dı.
Jean iki dakika sonra elinde bir tepsiyle çıkageldi. Salondaki
tüm konuklar kontun bulunduğu masanın başına toplanmışlardı.
Uşak masaya zorlukla ulaşb.
Zurov ancak göz açıp kapayacak kadar kısa bir sürede çevik
bir hareketle Lefaucheux markalı tabancanın topunu açarak on iki
merminin de yerinde olduğunu gösterdi.
"İşte kağıtlar da burda!" Tırnaklarıyla kağıt destesini saran
ambalajı yırttı. "Bu kez ilk ben çekiyorum." Güldü, son derece ke­
yiflenmişe benziyordu. "Kurallar son derece basit. Kim önce siyah
bir kağıt çekerse o kendini vuracak. Anlaşbk mı?"
Fandorin başını salladı. Başı dönüyor, kendini şimdiden ölü
bir adam olarak karanlıklar içine götürülürken görüyordu. Artık
bu düelloyu kaybedeceği, öte dünyaya göçenin o olacağı yirmi
adımlık düellodan da daha garantiydi. Kurnaz Zurov, onu rahat­
lıkla oyuna getirmişti. Böyle bir kurnaz tilkinin, bir deste kağıdın
içinden, üstelik de kendinin özel olarak getirttiği kağıtlardan iste-

125
Boris Akunin

diğini çekememesi mümkün müydü? Kağıtların işaretli oldukları


besbelliydi!
Bu arada Zurov artistik hareketlerle ilk kağıdı açmıştı. Bu bir
karo damdı.
"Sevgili güzel Venüs! Her zaman kurtarıcım olmuştur!" Kont
neşeyle ve alaycı bir tavırla gülümsedi. "Sıra sizde Fandorin!"
İtiraz etmeyi veya kaçmayı Fandorin kendine yediremedi. Baş­
ka bir deste istemek içinse artık çok geçti. Konuyu uzatmak ise çekti­
ği sıkıntı ve acıyı artırmaktan başka işe yaramayacaktı.
Fandorin elini uzatarak bir kağıt seçti. Bu bir maça valesiydi.

126
Kar Kraliçesi

D O K U Z U NCU B Ö LÜ M
Fandorin 'in mesleğinde yeni ufuklar beliriyor

"İşte bu Momos! Soytarı!" diye açıklayan Hippolyte keyifle


nargilesini tüttürdü. "Ama artık sizi o bile kurtaramaz! Cesaret
için bir yudum şampanya daha için! Yoksa doğruca avluya gitmek
mi istersiniz?"
Fandorin kıpkırmızı bir yüzle oturuyordu. Başı çatlayacak ka­
dar uğulduyordu. Konta değil, böyle aptalca bir öneri yaptığı için
kendi kendine kızıyordu. Kendisi gibi bir budalanın yaşamaya hak­
kı yoktu.
"Burda yaparım!" dedi. Pis pis sıntmasından öfkesi anlaşılı­
yordu. Son anda da olsa ev sahibine kötü bir oyun oynamak kara­
nndaydı. "Benim ardımdan uşağınıza buraları temizlemek gibi hi­
raz iş çıkacak ama... Şampanya kalsın, bende baş ağrısı yapıyor."
Ve başka bir şey düşünmesini engelleyen bir hırsla ağır taban­
cayı kaptı, emniyetini açtı ve bir an nereye ateş edeceğinde tered­
düt etti. Aman ne fark eder ki, diye düşünerek namluyu ağzına so­
kup içinden saymaya başladı: Üç, iki, bir! Ve tetiğe öylesine hızla
bastı ki dilinde dayanılmaz bir darbe acısı hissetti. Ancak tabanca
ateş almamıştı. Yalnızca kuru bir klik sesi duyulmuştu. Fandorin
şaşkınlık içinde tekrar tetiğe bastı. Yeni bir klik. Metal namlu bu
kez de dişine çarpmıştı.

127
Boris Akunin

Aynı anda Zurov'un alaycı sesi duyuldu. "İşte bu kadar! Baş­


langıç için hiç fena değil!" Kont öne doğru eğilerek Fandorin'in
elinden tabancayı aldı ve sevecenlikle sırtına iki kez vurdu. "Cesur
bir genç! Onuru için gözünü kırpmadan, tereddütsüz tetiğe bastı!
Nasıl bir nesil yetiştiğini görüyorsunuz beyler! Jean kadehlerimize
şampanya doldur, Bay Fandorin'Ie kardeşliğimize kadeh kaldır­
mak istiyorum!"
Şaşkınlığın etkisiyle o an için inanılmaz bir isteksizlik hisse­
den Fandorin aynen bir robot gibi kendisine söyleneni yaptı. Bit­
kin bir halde kadehindeki ·inci gibi parlayan içkiyi yudumladı, ken­
disine bundan böyle doğrudan Hippolyte demesini isteyen kontla
kardeşlik adına öpüştü. Çevresindeki herkes konuşuyor, gülüşüyor
ancak Fandorin söylenenleri anlayamıyordu bile. Şampanyanın et­
kisiyle burnu kızarmış, gözleri yaşla dolmuştu.
"Jean nasıl ama?" Kont sırıtıyordu. "Kaşla göz arasında şarjö­
rü boşaltmayı başardı. İşte ben buna el çabukluğu derim. Çok us­
tacaydı, gerçek bir el çabukluğu, değil mi Fandorin?"
"Büyük ustalık!" diye onaylayan Fandorin hala kendine gele­
memişti.
"Bence de ! Sahi senin adın neydi?"
"Erast!"
"Haydi o zaman, gel de odamda baş başa bir kadeh şarap içe­
lim, Rotterdam'lı Erastus!"
"Erasmus!" Fandorin birden kontun sözlerini düzeltme gereği
duymuştu.
"Ne?"
"Erastus değil, Erasmus olacak."
"Affedersin! Yanlış duymuş olmalıyım. Neyse haydi gel, gide­
lim, Erasmus!"

128
Kar Kraliçesi

Fandorin inanılmaz bir itaatkarlıkla ayağa kalkarak ev sahibi­


ni izledi. Birçok odanın açıldığı dar uzun bir koridordan geçerek,
dağınıklığı ilk bakışta göze çarpan yuvarlak bir odaya girdiler. Her
tarafa boş şişeler ve içilmiş pipolar atılmıştı. Masanın üzerindeki
dağınık eşyalar arasında bir çift son derece şık gümüş mahmuz, bir
köşede ise şık bir İngiliz eyer duruyordu. Fandorin buranın nasıl
bir çalışma odası olduğunu anlayamıyordu; ne kitap vardı ne de
yazı takımı.
"Güzel eyer değil mi?" Zurov övünerek açıkladı. "Dün bir ba­
histe kazandım."
Tombul bir şişeden iki kadehe kırmızı şarap doldurarak Fan­
dorin'in yanına oturdu, birden son derece büyük bir ciddiyet ve iç­
tenlikle konuşmaya başladı. "Bu yersiz şakamı affet, kabalığıma
ver lütfen! Sersemlik işte! Çok sıkılıyorum, Fandorin! Etrafımda
bir sürü adam var ama aralarında bir tane bile insan yok. Yirmi se­
kiz yaşında olmama rağmen kendimi altmış gibi hissediyorum.
Yorgun, bezgin. Özellikle de sabahları yataktan kalkınca! Akşam
ve gece yine idare edebiliyorum; böyle kumar filan, ayrıca kötü
adamı oynuyorum! Ama bundan da bıktım. Önceleri zevk alıyor­
dum, artık giderek bu da mutsuz ediyor. Belki inanmayacaksın
ama, az önce kaderlerimizi bir karta bağladığımızda bir tek şey dü­
şündüm: Gerçekten de kaybeden ben olmalıydım ve ateş etmeliy­
dim... Birden çok çekici geldi. Haydi Fandorin, sen de bir şeyler
söyle. Ne olur kızma bana! Bu konuyu unuttuğunu, beni anladığını
söylersen çok mutlu olacağım. Beni affetmen için ne yapabilirim,
Erasmus?"
Fandorin çatlak ancak tam anlamıyla anlaşılır bir tonda yanıt­
ladı. "O zaman bana ondan bahset. Bezhetskaya'dan."
Zurov alnına düşen perçemini geriye attı. Gülümsedi.

129 F: 9
Boris Akunin

"Doğru ya sen de tebaadansın! "


"Neden?"
"Bu benim tanımlama şeklim! Amalia bir kraliçedir; elbette ki
tebası olacaktır, yalnızca erkeklerden oluşan bir tebaa. Ne kadar
genişse o kadar iyi ! Sana bir dost tavsiyesi Fandorin, onu aklından
çıkar yoksa mahvolursun. Unut onu."
Erast Fandorin dürüstçe yanıtladı. "Olanaksız bu. Unutamam."
"Henüz çok genç ve toysun. Amalia, seni de batağa çekecek.
Birçoklarına yaptı bunu. Kim bilir belki beni bu bataklığa çekeme­
mesinin nedeni benden bu anlamda hoşlanması, beni kendi gibi
görmesiydi. Bunu başaramayacağını anladı, ayrıca ben zaten kendi
bataklığıma gömülmüşüm. Belki onunki kadar derin değil, ama yi­
ne de beni mahvetmeye yeterli."
"Ona aşık mısın?" Fandorin o anki samimiyetten cesaret bula­
rak bunu sormayı ba�armıştı.
"Hayır, ama olmaktan korkuyorum !" diyen Hippolyte hafifçe
gülümsedi. "Hem de onu sevdiğimden çok daha fazla korkuyorum.
Aslına bakarsan bu aşk değil! Hiç afyon kullandın mı? İşte öyle bir
şey!"
Fandorin hayır anlamında başını salladı.
"Bir kez kullanan bir daha yaşamı boyunca kurtulamaz. Ama­
lia da aynen öyle! Bana rahat vermiyor. Bana karşı en ufak bir say­
gısı olmadığını, benden hoşlanmasına rağmen gerekirse harcamak­
ta bir an bile tereddüt etmeyeceğini biliyorum. Ona rastlamış ol­
mak ne şanssızlık! Gitmesine nasıl sevindiğimi bilemezsin, Tan­
n'nın bir lütfu bu! Onu, bu amansız cadıyı öldürmeyi düşündüğüm
bile oldu. Bu işkencenin bitmesi için onu kendi ellerimle boğabilir­
dim. Ama o bunu hep hissetti. Çok çok akıllı bir kadın o, dostum!
Kim bilir benden bu tehlikeli yapısı yüzünden hoşlanıyor; benimle

130
Kar Kraliçesi

ateşle oynar gibi oynuyor. Bazen üfleyip ateşimi körüklüyor, bazen


de kendisi için tehlikeli olduğunu sezince hemen su döküp söndü­
rüyor. Ama her zaman bu ateşin tehlikeli olduğunu, birden büyü­
yüp kendini de yakabileceğini biliyor. Bu tehlikeli oyundan zevk
almasa benimle ne işi olurdu?"
Fandorin tuhaf bir kıskançlıkla Hippolyte'in yanıldığını dü­
şündü. Bir kadının Hippolyte'e aşık olması için o kadar çok neden
vardı ki. Bu şeytanın çekiciliğinin ortaya çıkması için ateşi körükle­
meye ne gerek vardı ki. Onun gibi yakışıklı, cömert biri kadınlar
tarafından zaten kapışılırdı. Bazıları doğuştan ne kadar da şanslı
oluyorlardı. Ancak bu düşüncelerin Fandorin'in o andaki göreviyle
hiçbir ilgisi yoktu. Konuyla ilgili daha birçok açık soru vardı.
"Kim o, nerden geliyor?"
"Bunu ben de bilmiyorum. Kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermi­
yor. Yalnızca yurtdışında bir yerlerde yetiştiğini biliyorum. Büyük
olasılıkla İsviçre'de, yatılı bir okulda."
"Peki şimdi nerde?" diye soran Fandorin tatmin edici bir yanıt
alamayacağının bilincindeydi.
Zurov bir an yanıt vermekte öylesine belirgin bir tereddüt ge­
çirdi ki Fandorin birden heyecanlandı.
"Eksikliğini mi hissediyorsun?" diye homurdanan kontun yakı­
şıklı, genelde kendinden emin neşeli yüz ifadesi belirgin şekilde
karamsarlaşmıştı.
"Evet."
"Nasıl istersen. Mumun alevine aşık olup etrafında dönen her
pervane eninde sonunda yanmaya mahkı'.imdur."
Zurov masasının üstündeki oyun kağıtları, kırıştırılmış men­
diller ve faturalardan oluşan yığını karıştırmaya başladı.
"Allah kahretsin, nereye koydum ki?... Ah, evet, hatırladım!"

13 1
Boris Akunin

Cilalı, sedef kelebek kakmalı şık Japon yapımı kutunun kapa­


ğını açarak haykırdı.
"İşte al, senin olsun. Postayla geldi."
Fandorin üstü güzel bir el yazısıyla yazılmış dar uzun zarfı tit­
reyen elleriyle aldı.
Saygıdeğer Kont Hippolyte Zurov'a-Yakovo-Apostolsky Caddesi,
özel malikane
Zarfın üzerindeki damgadan ayın 16'sında postaya verildiği
anlaşılıyordu. Tam Bezhetskaya'nın ortadan kaybolduğu günde!
Zarfın içindeyse tamamen Fransızca, imzasız kısa bir not var-
dı.

Size veda edemeden ayrılmak zorundayım. Bana 'Londra,


Grey Sokağı, Kar Kraliçesi Oteli adresine, "Bayan Olsen" adına
mektup gönderebilirsiniz. Bekliyorum. Sakın beni unutmaya
cesaret etmeyin.

"Cesaret edeceğim işte," diye heyecanla haykıran Zurov bir an


sonra yenik ve bezgin bir ifadeyle tekrar sakinleşti. "Hiç değilse
deneyeceğim. Al bu mektubu, Erasmus, senin olsun. Onu ne ister­
sen yapabilirsin. Ne o gidiyor musun?"
"Artık gitmeliyim," diyen Fandorin mektubu telaşla cebine
soktu. "Acelem var."
"Nasıl istersen!" Kont acıyan gözlerle ona baktı. "Kendini ate­
şe attığını bil. Ama bu senin hayatın, istediğin gibi yaşamak da
hakkın! Haydi kaderine koş!"
Fandorin avluda elinde bir paket tutan Jean tarafından dur­
duruldu.
"Buyrun beyim, bunu unuttunuz."

132
Kar Kraliçesi

"Bu da ne?" Fandorin alıkonulmanın sıkıntısıyla isteksizce ar­

kasını döndü.

"Şaka mı yapıyorsunuz, oyundaki kazancınız elbette. Ekse­

lansları arkanızdan koşup bunu size vermemi emrettiler."

Fandorin çok tuhaf bir düş gördü.

Düşünde bölge lisesinin bir sınıfında oturuyordu. Aslında bu

tür heyecanlandırıcı, zaman zaman üzü cü rüyaları pek ender görü­

yor da sayılmazdı. Ve bu rüyalar genellikle hep aynıydı. Fizik veya


cebir dersinde tahtaya kaldırılıyor ve "çuvallıyordu". Ancak bu kez
gördüğü düş yalnızca kötü değil, aynı zamanda korkutucuydu.

Tahtaya kaldırılmamıştı; sıradaki yerinde oturuyordu. Çevresinde


ise sınıf arkadaşları, Ivan Brilling, Akhtyrtsev ve geniş alınlı, dikkat
çekecek kadar güzel kahverengi gözlü yakışıklı bir delikanlı (Fan­

dorin nedense bunun Kokorin olduğunu biliyordu), beyaz önlüklü


iki kız ve ona arkası dönük oturan biri daha vardı. Fandorin her
nedense bu öğrenciden korkuyor, onunla bakışlarının karşılaşma­

ması için başını daima biri esmer biri sarışın olan kızlara çeviriyor­
du. Kızlar ellerini önlerinde kenetlemiş, uslu uslu sıralarında otu­
ruyorlardı. Bunların Amalia ve Lizanka olduğunu ancak şimdi fark

ediyordu. Birincisi siyah gözleriyle ona haşin bir bakış yönelttikten


sonra dilini çıkardı. Diğeri ise utanarak gülümsedi ve sevgiyle uzun

kirpiklerini kapadı. Fandorin o anda kara tahtanın başındaki Lady

Astair'i gördü. Elindeki çubukla ders anlatıyordu. Durum apaçıktı.

Burada kızlarla erkeklerin beraberce eğitim gördükleri yeni İngiliz


sistemi uygulanıyordu. Ve böylesi çok da iyiydi. Ancak Lady Asta­

ir, Fandorin'in düşüncelerini okumuşçasına acı acı gülümseyerek

açıkladı. "Bu karma bir eğitim denemesi değil, yavrum, burası bir

133
Boris Akunin

kimsesizler sınıfı. Sizler himayemdeki yoksul kimsesiz çocuklarsı­


nız ve ben sizlere doğru yolu göstereceğim."
Fandorin şaşırarak yaşlı kadının sözünü kesti. "İzin verirseniz
hanımefendi, bir şey belirtmek istiyorum. Çok emin bir kaynaktan
aldığım bilgiye göre Lizanka kimsesiz bir çocuk değil, aksine o ger­
çek bir baronun kızı."
"Ah sevgili yavrum!" diye yanıtladı Lady Astair daha da üzün­
tülü bir ifadeyle. "O günahsız bir kurban ve bu da kimsesiz olduğu
anlamına gelir."
İşte tam o anda Fandorin'in korktuğu kişi yavaşça arkasını
döndü, beyaz cam gözleriyle onu süzerek fısıldadı. Ben Azazel'im.
Ben de kimsesiz bir çocuğum. Ve haince göz kırparak, ekledi. "Bu­
nun için seni öldürmem gerek, genç arkadaşım, üzgünüm ama bu­
nu yapmak zorundayım." O anda bir karışıklık oldu. Düşe Ivan
Brilling'in sesi de karıştı. "Hey Fandorin, uyanın artık, bu ne uyku!
Fandorin!"
"Fandorin!" Birisi kabus gören genç Cinayet Masası dedektifi­
nin omzundan sarsıyordu.
"Haydi uyanın artık, sabah oldu!"
Fandorin bir an irkildi, sonra birden sıçradı ve etrafına bakın­
dı. Şefin ofisindeydi. Masa başında uyuyakalmış olmalıydı. Perde­
ler açılmıştı, huzur veren sıcak sabah güneşi odayı aydınlatıyordu.
Tam yanı başında ise küçük bir burjuva gibi giyinmiş Brilling duru­
yordu. Yakası dışarı dönmüş bir pelerin, kasket ve çamurlu binici
çizmeleri!
"Beklemekten çok mu sıkıldınız?" Şef tuhaf giysilerinin dikkat
çektiğini fark ederek açıkladı. "Bu komik kıyafetime bakmayın.
Akşam tebdil kıyafetle gitmem gereken önemli bir iş vardı. Haydi,
yeter artık, gidip yüzünüzü yıkayın! Çabuk."

134
Kar Kraliçesi

Fandorin yıkanmaya giderken bir yandan da bir gece önce


olanları düşündü. Hippolyte'in evinden yıldırım hızıyla uzaklaşma­
sı, hemen bir araba çevirerek, ona bütün hızıyla Miasnitskaya Cad­
desi'ne sürmesini söylemesi bir film şeridi gibi gözlerinin önünden
geçiyordu. Şefini başarısından haberdar etmek için sabırsızlanıyor­
du. Ancak Cinayet Masası'nın ofisine ulaştığında Brilling yoktu.
Fandorin ilk önce, hemen lavaboda kaçınılmaz gereksinimini gi­
dermiş, sonra toplantı odasındaki masanın başına geçerek şefi
beklemeye koyulmuştu. Ne zaman uyuyakaldığını tam olarak kes­
tiremiyordu.
Tekrar toplantı odasına döndüğünde Brilling açık renkli yaz­
lık takım elbiselerini giymiş, masanın başında limonlu çay içiyordu.
Masanın tam karşı tarafında ise gümüş tabak içinde ikinci bir fin­
can çay, içinde kruvasan ve kurabiyelerin durduğu bir tepsi vardı.
"Önce kahvaltımızı edelim!" diye önerdi şef neşeyle. "Bu ara­
da olanları konuşuruz. Gerçi dün gece yaptıklarınızla ilgili genel
bilgileri aldım ama henüz açıklayamadığım birkaç sorum var."
"Bilgileri aldınız mı?" Fandorin şaşırmış ve aynı zamanda ha­
yal kırıklığına uğramıştı. Açıkçası olanları anlatmaktan ve bazı ay­
rıntıları kendine saklamaktan büyük haz duyacağını düşünmüştü
bütün gece.
"Dedektiflerimden biri de Zurov'daydı. Buraya bir saat kadar
önce döndüm, ama o kadar güzel uyuyordunuz ki sizi uyandırmaya
kıyamadım. Bu arada rahat rahat hakkınızdaki raporu okuyabil­
dim. Gerçekten merak uyandıran bir rapor! Heyecandan kıyafet
değiştirmeye bile fırsat bulamadım."
Eliyle önündeki yazılı bir deste kağıdı işaret etti.
"Bunu yazan gerçekten çok yetenekli bir dedektif ancak ifade
şekli inanılmayacak kadar dağınık ve abartılı. İyi bir edebiyatçı ol-

135
Boris Akunin

duğunu sanıyor ve gazetelere Maximus Zorky adıyla yazılar yazı­


yor. Kariyerini sansür kurulunda yapmayı planlıyor. Neyse dinle­
yin bakın, hakkınızda yazılanlar sizi de ilgilendirecektir hiç kuşku­
suz. Neredeydi.. Ah, evet!
.

'Olayın tanımı. Kahramanın adı: Erasmus von Dorn veya


Doren (tam olarak duyulamadı). Yaş: Yirmiyi henüz aşmış. Kı­
saca dış görünüşü: iki arşın, sekiz vershok boyunda, gövde ya­
pısı zayıf, saçlar düz ve siyah, sakal yok, ancak tıraşa gerek kal­
mıyor da olabilir, gözler açık mavi, küçük ve çekik, ten beyaz,
burun ince küçük ve düzgün, kulaklar başa yakın, kulak meme­
leri küçük. Dikkat çeken özelliği: Sürekli kızaran yanaklar. Ki­
şisel değerlendirme: Tatminsiz ve hırçın gençliğin tipik bir ör­
neği, düelloya İnanılmaz eğilimli. Yukarda açıklanan olaylardan
sonra sözkonusu kişi diğer oyuncunun çalışma odasına gittiler.
Baş başa yaklaşık yirmi dakika kadar konuştular. Kısık sesle,
zaman zaman ara verilen bir konuşma yapıldı. Kapıdan söyle­
nenleri anlamak oldukça güçtü, yalnızca afyon kelimesini tam
olarak anlayabildim. Ayrıca bir ate§ten de bahsediliyordu. Von
Doren'i ordan ayrıldıktan sonra da izlemenin doğru olacağını
düşündüysem de bir arabaya atlayarak gözden kayboldu. Öne-
. '
rım . . .

"Neyse, sonrası pek ilgi çekici değil," diyen şef, merak dolu
bakışlarla Fandorin'i süzmeye başlamıştı. "Konuşmanızda geçen
afyon kelimesi ne anlama geliyor. Hadi beni daha fazla meraklan­
dırmadan anlatın!"
Fandorin konuşmanın içeriğini kısaca özetleyerek mektubu
gösterdi. Brilling büyük bir dikkatle anlatılanları dinliyor, ara sıra

136
Kar Kraliçesi

açıklayıcı sorular soruyordu. Daha sonra pencereden dışarıyı seyre


koyuldu. Bu sessizlik yaklaşık bir dakika sürdü. Fandorin de bazı
yorumları olmasına rağmen konuşmadan oturuyor, bu olayları to­
parlama, düşünme sürecini bozmak istemiyordu.
"Sizden çok memnunum !" diye söze başladı Brilling neden
sonra yeniden canlanarak. "Çok iyi sonuçlara ulaştınız. Kesin olan
Zurov'un cinayetle ilgisi olmadığı ve sizin kimliğinizden en ufak
bir kuşku duymadığı. Aksi takdirde size kesinlikle Amalia'nın ad­
resini vermezdi. Böylece senaryolarımız da üçe inmiş oluyor. Ayrı­
ca Bezhetskaya konusunda da önemli ilerleme kaydettiniz. Artık
kadını nerde aramaya başlayacağımızı biliyoruz. Tebrikler. Bun­
dan böyle siz de dahil elimdeki tüm dedektifleri bana da en olası
görünen dördüncü senaryo üzerinde yoğunlaştırmayı düşünüyo­
rum." Parmağıyla tahtada içinde NO harflerinin yazılı olduğu çem­
beri işaret etti.
"Nasıl yani?" Fandorin duyduklarına inanamıyordu. "Şef izin
verirseniz... "
"Dün akşam bizi Moskova'nın hemen dışında bir çiftlik evine
yönelten önemli bir ipucu yakaladım," diye açıkladı Brilling belir­
gin bir övünmeyle. Çizmelerindeki çamurun nedeni anlaşılıyordu.
"Bahsettiğim evde devrimciler toplanıyormuş, hem de en tehlikeli
türden olanları. Bir tür hücre evi anlayacağınız! Akhtyrtsev'in on­
larla bağlantısı olduğunu sanıyoruz. Bu konuda aktif olmalıyız. Bu­
nun için de bütün adamlarıma ihtiyacım var. Bezhetskaya konusu
ise bana şimdilik pek üzerinde durulmaya değer görünmüyor. Hiç
değilse· acil değil. İngilizlere diplomatik kanallardan bir kripto
gönderir, bu Bayan Olsen'i bizim adımıza gözaltında tutmalarını
isteyebiliriz. Bence şimdilik bu kadarı yeterli olacak."

137
Boris Akunin

"Ama bu yapabileceğimiz en büyük yanlışlık olur!" diye hay­


kırdı Fandorin. Öylesine bir heyecanla bağırmıştı ki Brilling bir an
için donakaldı.
"Niçin?"
"Her şeyin birbiriyle nasıl uyuştuğunu görmüyor musunuz?"
Fandorin sözünün kesilmesi korkusu içinde büyük bir hızla konu­
şuyordu. "Nihilistler hakkında pek bilgim yok, çok önemli oldukla­
rı muhakkak, ancak bu diğeri de vazgeçilemeyecek kadar önemli,
ulusal önemde. Ortaya çıkan resme bir bakın, lvan Franzevich!
Bezhetskaya Londra'da ortaya çıktı, bu bir!" Fandorin aynen Bril­
ling'in konuşma şeklinde konuyu açıklamaya başlamış olduğunun
farkında bile değildi. "Baş kahyası da İngiliz, üstelik de çok kuşku­
lu bir tip gözünü kırpmadan adam öldürebilecek türden biri, bu da
iki. Akhtyrtsev'i bıçaklayan beyaz gözlü adamın da değişik bir ak­
sanı vardı, onun da İngiliz olması mümkün, bu da üç. Her ne ka­
dar son derece saygın bir insan da olsa Lady Astair de İngiliz ve
ayrıca Kokorin'in tüm serveti de ona kaldı. Bu konuda da çok çe­
şitli yorumlar yapılabilir, bu da dört. Bezhetskaya'nın hayranlarını
vasiyetnamelerini İngiliz lehinde düzenleyecek şekilde oyuna ge­
tirdiği gün gibi ortada, değil mi?"
"Bir dakika! Bir dakika!" Brilling düşünceli bir ifadeyle alnını
kırıştırdı. "Ne demek istiyorsunuz? Casusluk mu?"
"Elbette, bu da mümkün!" Fandorin heyecanla ellerini çırptı.
"İngiliz entrikaları! Şu anda ülkemizin İngilizlerle ilişkilerinin du­
rumunu siz benden çok daha iyi biliyorsunuz. Lady Astair için kö­
tü bir şey söylemek istemem, hiç kuşkusuz son derece saygın bir
kişi ve bunlardan haberi de yoktur, ama örgütü kolaylıkla Rus-

138
Kar Kraliçesi

ya'ya yerleşip birtakım gizli amaçların gerçekleştirilmesi için bir kı­

lıf, bir anlamda Truva atı olarak kullanılıyor olabilir."

"Oooo, evet!" Şef alaycı bir ifadeyle güldü. "Kraliçe Victoria

ve Sayın Disraeli Afrika'daki altın madenleri ve Hindistan'daki el­

maslan yetersiz bulup, Petrusha Kokorin'in kumaş fabrikası ve

Akhtyrtsev'in üç bin dönümlük toprağının peşine düşmüşler anla­

şılan."

Artık zaferinin tadını çıkarma sırası Fandorin'deydi.

"Konu fabrika veya para değil! Verasete konu varlıkların yazı­

lı olduğu listeyi anımsayın. Önceleri benim de dikkatimden kaçtı.

Kokorin'in malvarlığı içinde Libava'da donanmanın savaş gemile­

rinin yapıldığı bir tersane de var. Bu konuda kesin bilgi aldım."

"Ne zaman?"

"Sizi beklerken. Savunma ve donanma bakanlıklarına telgrafla

sordum. Orda da gece nöbeti tutuluyor."

"Peki ya sonra?"

"Akhtyrtsev'in malvarhkları arasında ise çiftlik, saraylar, evler,

büyük miktarda paranın yanı sıra Bakü'de petrol yatakları da var.

Bunlar ona teyzesinden kalmış. Gazetelerde İngilizlerin Kafkas

petrollerine ulaşmayı ne denli istediklerinden bahsediliyordu. Böy­

lece son derece kolay ve yasal yoldan ulaşmış oldular. Konu kusur­

suz şekilde halledildi: Libava'daki tersane veya Bakü'deki petrol

kuyuları, bunlardan biri hiç kuşkusuz İngilizlerin ilgisini çekecek­

tir. Tabi sizin bileceğiniz şey ama ... " Fandorin iyice heyecanlanmış­

tı. "Bence bu işin peşini bırakmamamız gerekiyor. Verdiğiniz tali­

matlara uyacağımdan emin olabilirsiniz, ancak iş saatleri dışında

bu konunun peşini bırakmamak niyetindeyim. Bir şeyler bulaca­

ğımdan emin olabilirsiniz."

139
Boris Akunin

Şef yeniden pencereden dışarı bakmaya başlamıştı. Bu kez


sessizlik çok daha uzun sürdü. Fandorin sinirden ne yapacağını bi­
lemiyor, ancak kendini frenlemeyi başarıyordu.
Neden sonra Brilling derin bir iç çekme sonrası konuşmaya
başladı, ama yavaş ve duraksayarak. Henüz düşüncelerini sonuç­
landıramamış olduğu anlaşılıyordu.
"Büyük olasılıkla bütün bunlar bir saçmalık, anlamsız bir rast­
lantı! Edgar Allan Poe, Eugene Sue. Tamamen tesadüf! Ama bir
konuda haklı olabilirsiniz. İngilizlerle bağlantı kurmamamız daha
doğru olabilir... Londra Konsolosluğu'muzdaki ajanlarımız kana­
lıyla da çalışamayız. Eğer tahminlerinizde yanılıyorsanız, ki bun­
dan kuşkum yok, kendimizi komik duruma düşürmüş oluruz. Yok
eğer haklıysanız -diyelim ki öyle- konsolosluk görevlilerinin her­
hangi bir şeyi ortaya çıkarmaları zaten mümkün olmayacaktır. İn­
gilizler Bezhetskaya'yı ortadan yok edecekleri gibi bir sürü de ya­
lanla bizi aldatmaya çalışacaklar. Üstelik de ardaki görevlilerimi­
zin elleri kolları bağlı, çok fazla tanınıyorlar... Neyse ... " Brilling
yumruğunu havaya indirdi. "Aslında sizden burda da fazlasıyla fay­
dalanabilirdim, Fandorin, ama aşk engel tanımaz der eski atasöz­
leri. Ayrıca içgüdülerinize de saygılıyım. Evraklarınızı incelerken
Almanca ve Fransızca dışında İngilizcenizin de çok iyi olduğunu
okumuştum. Londra'ya gözdenizin peşinden gidin, Fandorin. Ken­
di yolunuzu izleyin. Sizi yönlendirmek istemiyorum, sezgilerinize
güveniyorum. Ancak size yardımcı olmak üzere konsolosluktan bi­
rini önerebilirim, adı Pyzhov. O da orda aynen sizin burda olduğu­
nuz gibi yazman olarak bulunuyor, ama asıl görevleri çok farklı.
Dışişlerinde ateşe yazmanı olarak görevli, ancak bizdeki derecesi
çok daha yüksek. Çok yönlü ve yetenekli biridir. Oraya varınca

140
Kar Kraliçesi

doğrudan onunla bağlantı kurun. Çok yardımcı olacaktır. Bana ka­


lırsa bu yolculuk tamamen gereksiz. Ama bütün bu olanlardan
sonra sizin de yanılma hakkınız var. Avrupa'ya gidin. Masraflarınız
devletçe karşılanacak. Bu arada maddi durumunuzun hiç fena ol­
madığı düşüncesindeyim, ne dersiniz?"
Fandorin duyduğu son kelimelerin şaşkınlığı içinde birden ir­
kildi.
"Ah pardon, bunlar kumardaki kazançlarını! Saydım, tam do­
kuz bin altı yüz ruble. Vezneye teslim edecektim ama kapalıydı."
"Saçmalamayın!" Brilling eliyle itiraz ettiğini belirten bir işaret
yaptı. "Aklınızı mı kaçırdınız? Veznedeki memurun defterine bu
tür bir girdinin karşılığı olarak ne yazacağını düşünüyorsunuz? De­
dektif Fandorin'in kumar kazancı olarak teslim edilen mi? Neyse
durun bakalım. Sizin kadar düşük dereceden bir memuru yurtdışı­
na göreve göndermek pek uygun karşılanmaz, buna bir çözüm ge­
rek!"
Masanın başına geçti, diviti mürekkep hokkasına batırdıktan
sonra kendi kendine dikte ederek yazmaya başladı. "Neyse, 'Yıldı­
rım telgraf. Prens Mikhail Alexandrovich Korchakov, özel. Kopya:
Milli İstihbarat'tan General Lawrentii Arkadjewitsch Mizinow.
Ekselansları, sizin de bildiğiniz konu nedeniyle ve olağanüstü ba­
şarılı hizmetler, görev anlayışı dikkate alınarak Cinayet Masa­
sı'ndan Dedektif Erast Petrowitsch Fandorin'in görev süresinin ve
derecesinin düşüklüğü dikkate alınmayarak... Doğrudan istihbarat
müfettişliğine ... Aslında önemli bir pozisyon değil ama unvan iş­
te ... 'Yükseltilmesini ve diplomatik kurye olarak dışişlerinde gö­
revlendirilmesini rica ediyorum. Böylece sınırlarda sorun yaşamaz­
sınız.' Brillling açıklama yapma gereği duydu. "İşte böyle. Tarih.

141
Boris Akunin

İmza. Bu arada biraz diplomatik evrak dağıtacaksınız: Berlin, Vi­


yana, Paris, hepsi nasıl olsa yolunuzun üstünde. Tedbir olarak,
kuşku yaratmamanız için. Sakıncası var mı?"
"Hayır, hayır !" diyen Fandorin gelişen olayları kafasında bile
şekillendirmekte güçlük çekiyor, bir anlamda olayların hızına yeti­
şemiyordu.
"Paris'ten de doğruca Londra'ya geçersiniz. Sahi otelin adı
neydi?"
"Kar Kraliçesi."

1 42
Kar Kraliçesi

O N U N C U B Ö LÜM
Mavi bir portföyün önemi anlaşılıyor

28 Temmuz günü (Rus takvimine göre 16 Temmuz) akşamın


erken bir saatinde Grey Caddesi'nde Kar Kraliçesi Oteli'nin önün­
de kiralık bir saltanat arabası durdu. Silindir şapkalı ve beyaz eldi­
venli arabacı hemen arabadan inerek, merdivenleri indirdi, yarı
beline kadar eğilerek siyah şık arabanın kapısını açtı. Arabanın ci­
lalı kapısının üstünde altın yaldızla şunlar yazılıydı:

DUNSTER&DUNSTER
Kuruluş: 1 848
LONDRA REGAL TOURS

Kapıdan öncelikle platin kabaralı, güderi deri bir ayakkabı


göründü. Ardından genç bir centilmen bir adımda iniverdi. Göste­
rişli bıyığı zarif fizyonomisine ve şık giyimine hiç yakışmayan bu
gencin tüylü bir Tirol şapkası ve geniş bir Alp pelerini vardı. Genç
adam etrafına bakındığında sessiz, dar, dikkat çekecek hiçbir özel­
liği olmayan bir sok.aktan başka bir şey göremeyince bakışlarını
otel binasına yöneltti. Dört katlı Georgian stilinde inşa edilmiş
gösterişli binanın çok ihtişamlı günler geçirmiş olduğu anlaşılıyor­
du.
Genç adam bir an için tereddüt etti ve kendi kendine Rusça
söylendi. "Ah, bu da ne?"

143
Boris Akunin

Bu anlaşılmaz sözlerden sonra koşarak merdivenlerden çıkıp


lobiye girdi.

Tam tamına bir saniye sonra ise otelin karşısındaki pubtan si­

yah yağmurluklu, üzeri armalı kasketini gözlerini kapatacak şekil­


de aşağı indirmiş bir adam çıkarak otel kapısının önünde bir aşağı

bir yukarı gezinmeye başladı.

Ancak bu garip durum yeni gelen gencin dikkatini çekmedi.


Delikanlı lobinin duvarında asılı, ihtişamlı giysileri içindeki bir or­
taçağ kadınının tablosunu hayranlıkla seyrediyordu. Kar Kraliçesi
bu kadın olmalıydı. Bankonun arkasında uyuklayan resepsiyon gö­
revlisi bu yeni müşteriyi önce belirgin bir umursamazlıkla karşıla­
dıysa da sonradan yalnızca seyahat çantasını içeri taşıyan komiye
bile bir tam şiling verdiğini görünce birden çok daha samimi bir
selamlamayı yeğledi. Ayrıca, "Bayım" diye hitap edeceğine hemen
"saygıdeğer" demeye başladı.
Genç adam boş odalarının olup olmadığını öğrenmek istiyor­
du. Tutmak istediği otelin sıcak suyu ve her tür konforu olan en iyi
odasıydı. Ayrıca odasına özel gazete servisi de yapılmalıydı. Müş­
teri defterine adını Erasmus von Dom, Helsingfors'den olarak
yazdı. Hiç ama gerçekten hiçbir hizmet sunmamış olan resepsiyon
görevlisi ise bunun karşılığında yarım sovereign alınca çok daha
samimi davranmaya başlayarak, hitabını bu kez "sayın lordum" ola­
rak değiştirdi.
Bu arada "Bay von Dom" olaylara bir anlam veremiyor, bir
açıklama bulmak için büyük gayret sarf ediyordu. Saygıdeğer

Amalia Kazimirovna nasıl olur da bu tür üçüncü sınıf bir otelde


kalabilirdi? Bunda bir tuhaflık vardı.
Bu çelişkilerini yenemeyerek önünde yerlere kadar eğilen re­
sepsiyon görevlisine, Londra'da aynı isimde ikinci bir otel olup ol-

1 44
Kar Kraliçesi

madığını sordu. Adam şu anda olmadığı gibi geçmişte de olmadığı­


nı belirttikten sonra yüz yıl kadar önce aynı yerde bulunan aynı
isimdeki otelin tamamen yandığını ve §U anda içinde bulundukları
otelin onun harabeleri üzerine inşa edilmi§ olduğunu anlattı.
Yoksa bütün çabaları boşuna mıydı... On iki günlük Avrupa
seyahati, takma bıyık, Waterloo istasyonunda normal bir payton
kiralamak varken dünyanın parasını ödediği lüks araba ve son ola­
rak verdiği yarım sovereign?
Verdiğim bahşi§i hak etmelisin, dostum, diye geçirdi içinden
Fandorin. (İngiltere'de farklı bir kimliği olmasına rağmen biz bu
ismi kullanıyoruz.)
"Söyleyin bana değerli dostum, hurda Bayan Olsen diye biri
kalıyor mu?" Kayıtsız bir tavırla resepsiyon görevlisine sorusunu
yönelten Fandorin bu arada dirseğini bankoya dayamış, bir ayağını
da diğerinin üstüne koymuştu.
Her ne kadar bu yanıtı bekliyorduysa da işittikleri Fandorin'in
umutlarının biraz da olsa kırılmasına neden olmuştu.
"Hayır Lord'um, bu isimde bir Lady şu an hurda kalmadığı gi­
bi hiç de kalmadı."
Ancak değerli ve bonkör müşterinin gözlerindeki hayal kırık­
lığını fark edince kısa bir suskunluktan sonra bir sır verirmişcesine
fısıldadı. "Ancak yine de saygıdeğer beyefendilerinin bahsettikleri
ismi hiç duymadığımı söyleyemem."
Fandorin cebinden yeni bir altın para çıkarmadan bir anlık te­
reddüt geçirdi. "Haydi anlatın."
Resepsiyon görevlisi öne doğru eğilip buram buram ucuz ko­
lonya kokuları yayarak fısıldadı. "Bu isme gelen mektuplar buraya
bırakılıyor. Her akşam yirmi iki sularında uşak veya kahya olduğu­
nu düşündüğüm Bay Morbid adında biri gelip onlan alıyor."

145 F: 10
Boris Akunin

Fandorin birden kendini tutamayarak sordu. "Sarışın, uzun


favorili, yaşamında bir kez olsun gülmemiş izlenimi bırakan iriyarı,
kaba biri mi bu adam?"
"Evet, efendim, aynen öyle biri."
"Sık sık mektup geliyor mu?"
"Hemen hemen her gün hatta çoğu kez birden de fazla. örne­
ğin bugün ... " Resepsiyon görevlisi arkasını dönerek duvardaki ku­
tucuklara baktı. "Tam üç tane geldi."
Tiyo alınmıştı.
Fandorin elindeki yarım sovereign'i bankonun üzerinde tıkır­
datarak sordu: "O mektupları bir görebilir miyim? ... Yalnızca me­
raktan."
"Aslında bunun mümkün olamayacağını... Kesinlikle yasak ol­
duğunu bilmelisiniz, efendim, ama... Yalnızca zarflara bakmanız
yeterli olacak ise ... "

Fandorin heyecanla mektuplara atıldı. Ancak sonuç hayal kı­


rıcıydı. Zarfların hiçbirinin üzerinde gönderen belirtilmemişti.
Üçüncü altını boşuna kaptırmıştı. Aslında şef "fayda sağlayacağına
inandığı ve makul olduğu sürece" hiçbir harcamadan kaçınmama­
sını söylemişti ama... Acaba posta damgalarından bir şey çıkarıla­
bilir miydi?
Damgalar Fandorin'in ilgisini uyandırmıştı: Bir mektup Stutt­
gart'tan, bir diğeri Washington'dan, üçüncüsü ise Rio de Jane­
iro'dan postaya verilmişti. Acaba? ...
"Bayan Olsen'in mektuplan uzun süredir mi buraya geliyor?"
diye sorarken kafasından bir mektubun okyanusu ne kadar zaman­
da aşıp buraya ulaşabileceğini hesaplamaya çalışıyordu. Tabi daha
önce bu adresin Brezilya'ya ulaştırılmış olması gibi bir sorun da

146
Kar Kraliçesi

vardı ama... Bu işi biraz karıştırıyordu. Bezhetskaya en fazla üç


haftadır İngiltere'de olabilirdi.
Yanıt Fandorin için gerçekten şaşırtıcıydı.
"Çok uzun süredir, bayım. Dört yıl önce burda işe başladığım­
da bile mektuplar geliyordu."
"Ne dediniz? Yanılıyor olmayasınız!"
"Kesinlikle doğru, bayım. Yalnızca Bay Morbid kısa süredir,
yaklaşık yazın başından bu yana Bayan Olsen'in hizmetinde çalışı­
yor. Ondan önce postayı almaya Bay Mobius diye biri gelirdi, on­
dan önce de ... Hımmm, özür dilerim bayım, şu anda o adı anımsa­
yamadım. Sıradan, hiçbir özelliği olmayan biriydi, konuşkan da de­
ğildi."
Fandorin gerçekte mektupların içine bakabilmeyi çok istiyor­
du. Sorgulayan bakışlarla resepsiyon görevlisini süzdü. Hayır,
muhbirinin buna izin vermeyeceği anlaşılıyordu. Ancak yeni mü­
fettiş ve birinci dereceden diplomatik kuryenin aklına o anda çok
daha iyi bir fikir geldi.
"Bu Bay Morbid'in her akşam yirmi ikide geldiğini söylemişti­
niz, değil mi?"
"Dakikası dakikasına, efendim."
Fandorin bankonun üzerine bir çeyrek sovereign daha bıraka­
rak eğildi ve şanslı resepsiyon görevlisinin kulağına bir şeyler fısıl­
dadı.

Saat yirmi ikiye kadar olan süreyi en verimli şekilde değerlen­


dirmeliydi.
Fandorin ilk olarak kurye görevi nedeniyle verilen Colt taban­
cayı yağlayarak doldurdu. Daha sonra da banyoya gidip sırasıyla

147
Boris Akunin

bir sıcak bir soğuk su musluğunu açarak yaklaşık on beş dakika gi­
bi bir sürede küveti doldurdu. Yarım saat kadar ılık suyun içinde
oturarak rahatladıktan sonra suyun soğumasıyla çıktı. Bu arada
olayların daha sonraki akışıyla ilgili planlarını da yapmıştı.
Takma bıyığını yapıştırıp aynada bir süre için kendini beğe­
niyle izledikten sonra dikkat çekmeyecek bir İngiliz gibi giyindi: Si­
yah melon şapka, siyah ceket, siyah pantolon, siyah kravat. Mosko­
va'da böyle giyinse herkes onun bir cenaze levazımatçısı olduğunu
düşünürdü hiç kuşkusuz. Londra'da ise bu giysilerle dikkat çekme­
meyi umuyordu. Gece bu iş için en uygun zamandı. Ceketinin ya­
kalarını kaldırdı, manşetlerini geriye katladı; artık gecenin kucağı­
na atılmak için hazır sayılırdı. Bu planları açısından çok önemliydi.
Çevreyi gezip öğrenmek için daha bir buçuk saat kadar zama­
nı vardı. Erast Fandorin dar Grey Sokağı'ndan arabaların vızır vı­
zır çalıştığı geniş hareketli bir caddeye çıktı. Kısa süre sonra ise
kendini tüm şehir rehberlerinde ayrıntılarıyla belirtilen ünlü Old
Vic Tiyatrosu'nun önünde buldu. Biraz daha yürüyünce Waterloo
istasyonunun profili tüm ihtişamıyla karşısındaydı -işte bu tuhaftı­
arabacı onu buradan Kar Kraliçesi Oteli'ne tam kırk dakikada gö­
türmüş ve ahlaksız tam beş şilinini almıştı. Ve sonra kendini ka­
ranlıklar içinde itici bir grilikte parlayan Thames Nehri'nin kena­
rında buldu. Nehrin kirli sularına akşamın karanlığında bakmak
Erast Fandorin'in karamsarlığını artırmıştı. Bu yabancı şehirde
kendini rahatsız hissediyordu. Yanından birçok insan gelip geçi­
yor, hiç ama hiçbiri bir kez olsun yüzüne bakmıyordu. Moskova'da
olsa bu imkansızdı ! Ayrıca Fandorin sürekli olarak arkasında kötü
niyetli bir bakış hissediyor, izlenip izlenmediğini anlamak için ara­
da sırada arkasına dönüyor, ancak kimseyi göremiyordu. Ancak
bir defasında siyah bir gölgenin tiyatronun sütunları arkasında

148
Kar Kraliçesi

kaybolduğunu gördüğünü sanmıştı. O andan itibaren de Fando­


rin'in huzursuzluğu artmış, hissettiği abartılı korkunun etkisiyle bir
daha arkasına bakmamayı yeğlemişti. Sinirleri iyiden iyiye geril­
mişti. Hatta planlarını uygulamak için bir sonraki geceyi bekleme­
nin daha doğru olup olmayacağını bile düşünmeye başlamıştı. Üs­
telik böylece ertesi sabah konsolosluğa uğrayıp şefinin övgüyle
bahsettiği Pyzhov ile tanışma fırsatı da bulabilirdi. Ama bu kadar
tedbirli olmanın anlamı yoktu, üstelik kaybedecek zamanı da kal­
mamıştı. Zaten neredeyse üç hafta boşu boşuna geçmişti.
Aslında Avrupa seyahati Fandorin'in ilk başta beklediğinden
çok daha iyi gitmişti. Verzhbolov sınır kapısının dışındaki ovaların
görüntüsünün kendi anavatanının düzlüklerine benzememesine
çok şaşırmıştı. Fandorin başlangıçta trenin penceresinden bakar­
ken gümrük kapısından uzaklaştıkça şık köyler ve bibloyu andıran
küçük şehirlerin manzaralarının kaybolacağını "sıradan" bir man­
zaranın görüleceğini düşünmüştü. Ancak tren Rus sınırından
uzaklaştıkça manzara güzelleşiyor, evler daha beyaz, şehirler daha
süslü bir görüntü sergiliyorlardı. Fandorin'in sıkıntısı giderek artı­
yor, göğsünün sıkıştığını hissediyor, fakat geri dönmeyi kendine
yediremiyordu. En sonunda, diye düşünüyordu, parlayan her şey
altın değildir. Ancak bu da sıkıntısını geçirmeye yeterli olmuyordu.
Daha sonraları bu duruma alışmaya bile başladı; aslında Mos­
kova da Berlin'den daha fazla kirli sayılmazdı, ayrıca altın kubbe­
leriyle Kremlin Almanların bile hayalini kuracakları bir güzellikti.
Diğer bazı beklenmedik olaylar da aslında canını daha çok sıkmış­
tı. Berlin'deki Rus Büyükelçiliği'nde mühürlü bir zarf teslim ettiği
askeri ateşe çok önemli ve gizli bir yazışmayı Viyana'ya iletmek
üzere normal seyahat planını biraz değiştirmesi gerektiğini belirt­
mişti. Bu mektubu beklemek tam bir haftasına mal olmuştu. Fan-

1 49
Boris Akunin

dorin meşe ağaçlarının gölgesinde gezinmek ve Berlin'deki parkla­


rın havuzlarında yüzen iyi beslenmiş kuğuları seyretmekle geçen
günlerin sıkıntısını yaşamıştı.
Aynı şey Viyana'da da başına gelmiş, bu kez de Paris askeri
ateşesine iletilmesi gereken bir paket için beş gün beklemesi ge­
rekmişti. Fandorin bu günleri "Bayan Olsenin," Hippolyte'le bağ­
lantı kurmanın gecikmesi karşısında kızarak otelden ayrılmış ola­
bileceği düşüncesinin huzursuzluğu içinde geçirmişti. Böyle bir du­
rumda onun izini ebediyen kaybedebilirdi. Sinirlerini yatıştırmak
için saatlerce kafelerde oturmuş, bademli turta ve litrelerce kre­
malı kakao içmişti.
Paris'te ise inisiyatifi ele almış ve kesin kararını vermişti. Rus
Büyükelçiliği'ne yalnızca beş dakika uğramış, yetkiliye paketini
teslim etmiş ve çok önemli bir görevi olduğunu, kaybedecek bir
dakika bile zamanı olmadığını belirtmişti. Son iki haftada boşuna
yitirilmiş zamanlar karşılığında bir anlamda kendini cezalandırmış,
Paris'i gezmekten vazgeçmiş, yalnızca üstü açık bir faytonla Baron
Haussmann tarafından açılmış yeni geniş bulvardan Gare du
Nord'a gitmekle yetinmişti. Geri dönerken buraları görmek için
hiç kuşkusuz çok zamanı olacaktı.

Saat tam yirmi bir kırk beşte Fandorin gözetleme amacıyla


ufak bir delik açtığı Times gazetesinin arkasına gizlenmiş bir halde
Kar Kraliçesi'nin lobisindeki geniş bir koltuğa gömülmüş oturu­
yordu. Sokakta her ihtimale karşı kiraladığı bir fayton onu bekli­
yordu. Resepsiyon görevlisi ise bu bonkör, yazlık giysileri içindeki
otel müşterisinden aldığı talimata uygun şekilde onun olduğu tara-

1 50
Kar Kraliçesi

fa bakmamaya gayret ediyor hatta genellikle arkası dönük oturu­


yordu.
Yirmi ikiyi tam üç dakika geçe kapı çalındı. Ve kapının açıl­
masıyla dev cüsseli bir adam lobide göründü. Bu oydu. Kahya
John Karlovich ! Fandorin hemen Galler Prensi'nin verdiği bir ba­
lodan bahseden gazete sayfasına gömüldü.
Resepsiyon görevlisinin bakışları bir an için okuduğu gazeteye
gömülmüş Bay von Dorn'a yöneldiği gibi gür kaşları da her neden­
se inip kalkmaya başlamıştı. Ancak şans eseri gelen haydut bunu
fark etmedi veya bilinçli olarak fark etmemiş görünmeyi yeğledi.
Araba boşuna kiralanmamıştı. Kahya serserisi yürüyerek de­
ğil, bir atın çektiği tek kişilik "egoist" olarak adlandırılan türde bir
arabayla gelmişti. Çiselemeye başlayan yağmur nedeniyle arabanın
muşamba arkalığının kaldırılmış olması da John Karlovich'in onu
takip eden yabancıyı fark edememesini sağlamak açısından çok uy­
gun olmuştu.
Gri üniformalı U§ağı takip etme talimatı, epeyce uzun bir sü­
redir bekleyen faytoncuyu hiç şaşırtmamış, adam hemen kamçısını
§aklatarak yola koyulmuştu. Böylece planın birinci aşaması gerçek­
leşmeye ba§lamıştı.
Karanlık çökmüştü. Sokak lambaları yanıyordu. Ancak Fan­
dorin bu sessiz, sisli ve yabancı şehrin hepsi birbirine benzeyen taş­
lı dar ara sokaklarında ilerlerken yön duygusunu tamamen kaybet­
miş olduğunu hissediyor, kaybolmuş olabileceği duygusuyla ürperi­
yordu. Bir süre sonra evler daha seyrekle§ti ve alçaldı, yolu çevre­
leyen ağaçların karanlıktaki siluetleri belirginle§ti. Çeyrek saat ka­
dar sonraysa iki yanlı villaların bakımlı bahçelerinin yan yana sıra­
landığı dar, bakımlı bir sokağa girdiler. Villalardan birinin önünde
duran egoist'ten inen dev cüsseli bir gölge -John Karlovich- demir

151
Boris Akunin

parmaklıklı bahçe kapısını açtı. Fandorin kiraladığı faytonun pen­


ceresinden eğilerek baktığında tek ki§ilik arabanın bahçe yoluna
girerek kaybolduğunu ve ardından kapının kapandığını gördü.
Esprili bir insan olan faytoncu talimat beklemeden arabasını
durdurup arkaya dönerek ne§eyle sordu. "Bu gezintimizden polisin
haberdar edilmesini ister miydiniz, efendim?"
"Buynın, bu bir kron sizin. Nasıl doğru biliyorsanız öyle ya­
pın!" Fandorin adamı bekletmemeye karar vermi§ti. Sinsi, fırsatçı
bir tipe benziyordu. Ayrıca ne zaman geri döneceği de belli değil­
di. Zaten belirsizlikler içindeydi, kesin olan hiçbir §ey yoktu.
Çitin üzerinden atlamakta pek zorlanmadı. Okul zamanların­
da çok daha zor çitleri a§mayı deneıni§ti.
Bahçe korkutucu gölgeleri ve dal budak sarını§ ağaçlarıyla hiç
de davetkar değildi. Ağaçların gerisinde iki katlı, yuvarlak çatılı bir
villa görülüyordu. Olanaklar elverdiğince sessiz olmaya çalı§an
Fandorin çalılıklar arasında ilerlemekte epey zorlandı. (Havaya
leylak kokusu hakimdi; bunlar bir tür İngiliz leylak çalılıkları ol­
malıydı.) Artık evi net olarak kestirebiliyordu.
Ev tam anlamıyla bir villa olarak tanımlanabilirdi. Girişte bir
lamba yakılmı§tı. Zemin kattaki pencerelerden birçoğunda ı§ık
vardı. Orası hizmetkarların odaları olmalıydı. Fandorin'in asıl ilgi­
sini çeken birinci kattaki aydınlık bir pencere oldu. Oraya nasıl
ulaşabilirdi? Çok yakından geçen yağmur borusu yukarı tırman­
mak için fena değildi, ayrıca evin dış cephesini kaplayan sarma§ık­
lar da tutunmak için güvenli olduklarını hissettiriyorlardı. Çok ya­
kın geçmişte kalan gençlik alı§kanlıklarının faydası i§te şimdi orta­
ya çıkacaktı.
Fandorin siyah bir gölge olarak eve yakla§tı ve yağmur oluğu­
na tutundu. Sağlama benziyor, sallanmıyordu. Her türden gürültü-

152
Kar Kraliçesi

yü engellemek amacıyla son derece tedbirli olması çıkışın Fando­


rin'in umduğundan daha uzun sürmesine neden olmuştu. Sonunda
bütün katı çevreleyen bir pervaza çıktı. Fandorin ayrıca tedbiren
üzüm asması ve sarmaşıklardan oluşan bitki örtüsüne iyice tutuna­
rak, -leylak gibi kokan, yılanı andıran ev boyunca tırmanan bitki­
nin adı neydi ki- küçük adımlarla hedeflediği pencereye ilerledi.
Önceleri hayal kırıklığına uğradı. Oda boştu. Pembe abajurlu
bir lambanın loş ışığı üzerinde birtakım evrakların durduğu eski
tip bir yazı masasını aydınlatıyordu. Bir köşede ise bir yatak vardı.
Çalışma odası mı, yoksa yatak odası mı olduğu tam olarak anlaşı­
lamayan bir odaydı burası. Fandorin'in sabırsızlık içinde beklediği
daha sonraki beş dakikada iri bir sineğin titrek kanatlarıyla abaju­
run üzerine konması dışında odada en ufak bir hareket bile olm11-
dı. Acaba hiçbir şey elde etmeden geri dönmesi mi doğru olacaktı'!
Yoksa içeri girmeyi mi denemeliydi? Hafif bir itmeyle pcncc re
açıldı. Atağa geçmek mi, yoksa geri çekilmek mi, bir türlü karnı
veremiyordu. Ancak bir an sonra beklemenin daha doğru olduğu·
nu anladı. Kapı açıldı ve iki kişi içeri girdi: Bir kadın ve bir erkek.
Fandorin kadını görünce sevinçten çığlık atmamak için kendi­
ni zor tuttu. Bu Bezhetskaya'ydı. Siyah saçlarını sıkı sıkı arkaya t11-
ramış, kırmızı bir bantla bağlamıştı. Dantelli geceliğinin üstüne al­
dığı çiçekli çingene şalıyla inanılmaz bir güzelliğe sahipti. Böyle bir
kadının yapacağı her kötülük affedilebilirdi!
Yüzü karanlıkta kalan adama (cüssesinin iriliğinden bunun
Bay Morbid olabileceği anlaşılıyordu). Amalia Bezhetskaya kusur­
suz bir İngilizceyle sordu. (Kadın bir casustu, hiç kuşkusuz casus­
tu!)
"Adamın o olduğundan eminsin, değil mi?"
"Evet, madam ! En ufak kuşkum bile yok."

153
Boris Akunin

"Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz? Yakından gördünüz mü?"


"Gördüm sayılmaz. Ancak Franz bugün bütün gün orda nö­
betteydi. Herifin saat on dokuza doğru geldiğini söyledi. Tanımı
tamamen en ufak ayrıntısına kadar aynı, hatta bıyık konusunda bi­
le haklıydınız."
Bezhetskaya bir kahkaha attı.
"Yine de onu küçümsememeliyiz, John. Doğuştan şanslı biri
o, bu türleri iyi tanırım, ne yapacakları hiç belli olmaz, çok tehlike­
li olabilirler."
Fandorin'in kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Bahsedilen
kendisi miydi? Yoo, hayır olamazdı.
"Pek tehlikeli sayılmaz, madam! Yalnızca bir emriniz yeterli,
Franz'la gider adamı hallederiz. İkinci kat, on beş numarada kalı­
yor."
Tam tamına uyuyordu. İkinci kat, on beş numaralı oda. Fan­
dorin orada kalıyordu. Peki ama bunu nasıl öğrenmişlerdi? Bu bil­
giyi kim vermişti? Fandorin bir hamlede acıyı umursamadan gür
bıyığını çekip çıkardı. Nasıl olsa artık bir faydası yoktu?
Arnalia Bezhetskaya -veya gerçek adı her neyse- suratını astı
ve sert, kararlı bir sesle açıkladı.
"Bunu unutun! Bu benim suçum, dolayısıyla durumu düzelt­
mek de benim sorumluluğum. Yaşamında bir kez bir adama gü­
venmek istiyorsun, o da... Neyse, anlayamadığım büyükelçiliğin bi­
zi onun gelişinden niçin haberdar etmediği."
Fandorin kulak kesildi. Demek elçilikte de adamları vardı. İyi
o zaman! Brilling bunu duyunca çok şaşıracak, duyduklarına ina­
namayacaktı. Peki ama bu kimdi? Haydi onu da söyleseydi ya!
Ancak Bezhetskaya konuyu değiştirdi. "Mektuplar gelmiş
mi?"

154
Kar Kraliçesi

"Üç tane birden," diyen kahya saygılı bir reveransla mektupla­


rı uzattı.
"Çok iyi, John. Artık gidip uyuyabilirsiniz. Bugün için size ih­
tiyacım yok artık!" Amalia esnememek için kendini zor tutuyordu.
Odadan çıkıp kapıyı kapayan Bay Morbid'in ardından Amalia
mektupları dikkatsizce masanın üzerine atarak pencereye yanaştı.
Fandorin hemen duvardaki bir çıkıntının arkasına gizlendi; yüreği
ağzına gelmişti. Bezhetskaya dalgın dalgın karanlığa bakıyordu.
(Kadın o kadar yakınındaydı ki aralarında cam olmasa elini uzat­
ması yüzüne değmesine neden olabilecekti.) Kadın bu kez Rusça
sıkıntıyla mırıldandı.
"Tanrı'm bana yardım et, ne tatsız bir durum! Boğazıma ka­
dar batağa gömülüp kaldım hurda... "

Daha sonraki davranışları ise daha da tuhaftı. Doğruca duvar­


daki, eski Roma'da a�kı sembolize eden apliğin yanına giderek aşk
tanrısının göbeğine bastırdı. Bu hareketle apliğin hemen yanındaki
bir tablo (bu bir av sahnesinin resmiydi) sessizce yana kaydı ve
üzerinde yuvarlak düğmesi olan bakır bir kapak göründü. Amalia
danteller içindeki geceliğinden çıkan çıplak koluyla düğmeyi bir­
kaç kez sağa sola çevirdi. Neden sonra kapı hafif bir gıcırtıyla açıl­
dı. Bu arada Fandorin hiçbir sahneyi kaçırmamak amacıyla iyice
cama yapışmıştı. Her zamankinden daha çok bir Mısır kraliçesini
andıran Bezhetskaya eğilerek, kasadan bir şeyler çıkardı ve tekrar
odaya döndü. Elinde mavi kadifeden büyükçe bir portföy vardı.
Masanın başına geçerek portföyden büyük bir sarı zarf ve üzeri ya­
zılı bir kağıt çıkardı. Çekmeceden çıkardığı açacakla gelen mek­
tupları teker teker açıp bir kağıda bazı notlar aldı. Bunların hepsi­
ni iki dakika içinde tamamlamıştı. kağıtları yeniden portföye yer-

155
Boris Akunin

leştirdikten sonra bir sigara yaktı, birkaç nefes çekti ve bakışlarını


uzaklara dikerek düşüncelere daldı.
Bu arada Fandorin'in sarmaşıkları tutan kolu uyuşmuş, zorla­
nan bacakları ağrımaya başlamıştı. Koltukaltındaki Colt tabancası­
nın baskısından yan tarafı ağrıyordu. Bu durumda daha uzun süre
dayanamayacağı kesindi.
Neden sonra Kleopatra ayağa kalkarak, sigarasını söndürdü
ve odanın karanlık bir köşesinde kalan küçük bir kapının arkasın­
da kayboldu. Hemen ardından da akan suyun sesi duyuldu. Banyo­
ya girmiş olmalıydı.
Mavi portföy masanın üzerinde duruyordu. Fandorin, kadın­
ların akşam tuvaletlerinin uzun sürdüğünü duymuştu. Pencereyi
iterek, dizleriyle pervaza çıktıktan bir an sonra içerideydi. Suyun
sesinin aynı tempoda geldiği banyo kapısından gözünü ayırmadan
portföyü karıştırmaya başladı.
Çantanın içinde sarı zarf dışında bir tomar mektup daha var­
dı. Sarı zarfın üzerineyse bir adres yazılmıştı:

BAY NICOLAS M.CROOG, POSTE RESTANTE,


L'HOTEL DES POSTES, ST. PETERSBURG, RUSSIE

Bu da bir başarı sayılırdı. Zarfın içinde İngilizce doldurulmuş


birkaç çizelge vardı. Fandorin bu el yazısını gayet iyi tanıyordu. Çi­
zelgenin birinci sütununda anlaşılmaz birtakım numaralar, ikinci
sütununda değişik ülke adları, üçüncü sütununda belirli makam
veya unvanlar, dördüncü sütununda ve aynı şekilde beşinci sütu­
nunda ise tarihler, genellikle haziranın çeşitli günlerini gösteren
tarihler vardı. Mürekkebin tazeliğinden son gelen üç mektupla il­
gili olduğu anlaşılan son üç kayıt aynen şöyleydi:

1 56
Kar Kraliçesi

' '

No: 1 053F Brezilya pmparator'un : 30 Mayıs'ta 28 Haziran 1 676'da

: özel kaleml : gönderildi.


' '
alındı.
·- -------- - - - - - - - - - - -� - - - - - - - - - - - - - - � - - - - - - - - - - - - - - - - - - - ----------------
' '

No: 825F Amerika l Senato Başkan : 1 0 Haziran' da 28 Haziran 1 876'da

Birleşik l Yardımcısı l gönderildi. alındı.


' '

Devtetlerl :
.
···--·-··- · · · · · · · · · · ·· · - · · · · · · · · · · - - · - - - - - - - · - · · · · · · ----·-····· ········-
. .

No: 354F Almanya l İdare l 25 Hazlran'da 28 Haziran 1 876'da

i Mahkeme i gönderildi alındı.

: Başkanı :

Ooo! Demek Bayan Olsen adına gelen mektuplar Rio de Jane­


rio, Washington ve Stuttgart'tan gönderilmişlerdi. Fandorin zarftan
karıştırarak, Brezilya'dan geleni seçti. Bu hitap ve imza bulunmayan
tek satırlık bir mektuptu:

30 Mayıs, İmparator'un Özel Kalemi, No: 1053F

Demek Bezhetskaya aldığı mektupların içeriklerini listeleyip


St. Petersburg'taki Bay veya Mösyö Nicholas Croog adlı birine
gönderiyordu. Peki ama hangi nedenle? Niçin St. Petersburg? Bü­
tün bunların anlamı neydi?
Fandorin'in kafasında soruların biri diğerini izliyor, bilinmez­
ler karşısındaki şaşkınlığı giderek artıyordu. Ancak bunların hiçbi­
rini yanıtlayacak cevabı bulamadan banyodaki su sesi kesildi. Ka­
ğıtları ve zarfları hızla tekrar çantaya doldurdu. Ancak tekrar pen­
cereye çıkmayı başaramadı. Kapıyı aralayan beyaz ince bir siluet
şaşkınlık içinde onu süzmeye ba�lamıştı bile.
Fandorin hemen cebinden tabancasını çıkararak, kadına yö­
neltti ve kısık çatlak bir sesle fısıldadı. "Hemen masaya geçip otu-

1 57
Boris Akunin

run, Bayan Bezhetskaya! En ufak bir seste ateş edeceğimden emin


olabilirsiniz! Haydi, çabuk!"
Güzel kadın parlak, sorgulayan bakışlarını bir an olsun genç
adamın üzerinden ayırmadan masanın başına geçti.
Fandorin kendinden emin, alaycı bir tonda konuşmasını sür­
dürdü. "Bunu hiç beklemiyordunuz, değil mi? Beni aptal sanıyor­
dunuz, değil mi?"
Arnalia Bezhetskaya susuyordu. Bakışları dikkatli ve Fando­
rin'i sanki ilk kez görüyormuşçasına yabancı, hayret doluydu.
"Bu listelerin anlamı ne?" diye sordu Fandorin tabancasıyla
işaret ederek. "Brezilya'nın konuyla ilgisi ne? Bu rakamlar ne anla­
ma geliyor? Haydi, cevap verin!"
Bezhetskaya hiç beklenmedik kadar kısık ve endişeli bir sesle
mırıldandı. "Demek açıp baktınız! Gerçekten cesur bir erkek oldu­
ğunuzu gösterdiniz!"
Aynı anda omzunu aşağı eğmesiyle geceliği aşağı kaydı ve or­
taya çıkan beyaz-pembe yuvarlak omzun görüntüsüyle Fandorin
kendini tutamayarak yutkundu.
"Cesur, atak, aptal bir delikanlı." Hala aynı kısık sesle konuşu­
yor, gözlerini bir an için bile Fandorin'in gözlerinden ayırmıyordu.
"Ve yakışıklı, çok yakışıklı!"
Fandorin kızararak mırıldandı. "Beni etkilemeye çalışıyorsa­
nız boşuna uğraşmayın! Zaman kaybından başka bir şey değil! Si­
zin sandığınız kadar toy değilim!"
"Siz neye bulaştığının farkında bile olmayan zavallı bir aptalsı­
nız !" Arnalia endişeyle mırıldandı. "Zavallı yakışıklı bir genç! Ama
artık sizi ben de kurtaramam."

158
Kar Kraliçesi

"Siz asıl kendinizi kurtarmaya bakın!" Fandorin giderek daha


çok açılan çıplak omzun çekiciliğine kendini kaptırmamakta epey­
ce zorlanıyordu. Bir tenin süt kadar, kar kadar beyaz ve pürüzsüz
olması mümkün müydü?
O anda Bezhetskaya'nın ayağa kalkmasıyla beraber Fandorin
bir adım geri çekilerek tabancasını doğrulttu.
"Oturun !"
"Korkma, aptal tatlı delikanlım benim! Ah ne güzel kırmızı
yanaklar bunlar! Sıkabilir miyim?"
Elini uzatarak, Fandorin'in yüzüne dokundu.
"Nasıl da sıcak... Sizinle ne yapacağım şimdi?"
Bu arada diğer elini de adamın tabancaya kenetlenmiş par­
maklarının üstüne koymuştu. Parlak siyah gözlerinin bakışlarından
hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bu gözleri bir an olsun kırpmamışh bile.
Ancak Fandorin'e o kadar yakındı ki genç adam bir an için bu göz­
lerin içinde iki küçük pembe ışık yandığını sandı. Masadaki lamba­
nın yansımasıydı bu! Fandorin anlaşılmaz bir kayıtsızlık içindeydi.
Bir an Hippolyte'in onu ışığa koşan pervane olmak konusunda
uyardığını anımsadı, ancak bu anılar o an için öylesine soyut, öyle­
sine uzaktı ki, hiç ilgisini çekmiyordu.
Ve her şey bir anda olup bitti. Bezhetskaya, Fandorin'in eli­
nin üstüne koyduğu sol eliyle Colt'u bir yana ittikten sonra, sağ
eliyle genç adamı yakasından tutarak kendine çekti ve alnıyla bur­
nuna şiddetli bir darbe indirdi. Fandorin'in acıdan gözleri karardı;
ancak bu olmasa da zaten bir şey göremeyecekti, çünkü o anda ye­
re düşen lamba kırılmış, ortalık zifiri bir karanlığa bürünmüştü.
Bir sonraki darbe karnınaydı. Aınalia dizini hızla Fandorin'in kar-

159
Boris Akunin

nına gömmü§tü. Genç adam iki büklüm yere yığılırken, oda bir an­
da tabancanın ateş almasıyla aydınlandı. Arnalia'nın derin nefes
sesinin ardından, inlemeyi andıran küçük bir çığlık duyuldu. Sonra
hareket bitti. Artık kimse Fandorin'e vurmuyor, el bileğini sıkmı­
yordu. Genç adamın kulakları uğulduyor, §akaklanndan aşağı sü­
zülen kanın sıcaklığını hissediyor, acıdan gözlerine dolan yaşları
engelleyemiyordu. Karnındaki dayanılmaz ağrının etkisiyle iki
büklüm yere yığılmış, inleme dı§ında bir §ey yapamıyordu. Ancak
bunu sürdürmesi olanaksızdı. Aşağıdan yukarı yaklaşan ayak sesle­
ri ve konuşmalar duyuluyordu.
Fandorin masanın üstündeki portföyü alarak hızla pencere­
den dışarı fırlattı. Sonra pencerenin pervazına tırmanarak, zorluk­
la dışarı çıktı. Tabanca hfila elinde olduğu için tutunmakta zorluk
çekiyordu. Ağrı içinde su oluğundan aşağı inmeyi nasıl başarabildi­
ğini anımsamıyordu bile. Karanlıkta portföyü bulamamaktan kor­
kuyordu. Ancak çanta beyaz çakıl taşlarının üstünde hemen göze
çarpıyordu. Aceleyle çantayı kaparak, çalılıklar içinde koşmaya
başladı. Bu arada kafasından yıldırım hızıyla binbir düşünce geçi­
yordu. Diplomatik kurye ... Bir kadını silahla vurdu ... Aman Tan­
rı'm, şimdi ne yapacağım, ne yapabilirim... Ama bu onun suçuy­
du ... Onu öldürmek istemedim ki ... Ateş etmeyecektim ki ... Böyle
olmasını istememiştim... Şimdi ne yapacağım... Polis peşime düşe­
cek... Ya da diğerleri... Bir katil... Büyükelçiliğe asla gidemem ...
Mümkün olduğunca çabuk bu ülkeyi terk etmeliyim... Ama bu ola­
naksız... Limana, tren istasyonlarına nöbetçi koymuş, beni arıyor
olacaklar... Bu portföy için yerin dibine bile girsem gelip bulurlar...
Onları bu kurye çantasının peşine düşmekten hiçbir şey alıkoya-

1 60
Kar Kraliçesi

maz... Örtbas ederler mi? ... Tann'm, Bay Brilling, şimdi ne yapa­
cağım... Ne yapmalıyım?"
Fandorin kafasını kaldırıp baktığında gördüğünün şaşkınlığıy­
la neredeyse yere kapaklanacaktı. Çalılıkların arasında üzerinde
uzun paltosu, ay ışığında maskeyi andıran ifadesiz yüzüyle çok ta­
nıdık siyah bir siluet hareketsiz duruyordu: Bu Kont Zurov'du!
Bu kadarı da çok fazlaydı. Fandorin son bir gayretle inleyerek
kendini çitin öbür tarafına attı ve önce bir adım sağa sonra sola
döndü. Şu Tanrı'nın belası fayton hangi yönden gelmişti? Şu anda
bunu düşünecek durumda değildi. Sonuçta ne fark eder ki, diye
düşünerek can havliylt: sağa doğru koşmaya başladı.

161 F: 11
Boris Akunin

O N B İRİN C İ B Ö LÜ M
Çok uzun bir gecenin maceraları anlatılıyor

isle of Dogs'ta, Millwall rıhtımlarının arka, dar sokaklarında


gece her yerden daha çabuk olurdu. Gurubun griliğinin tam olarak

algılanmasına fırsat bile kalmadan karanlık çöker, sokaktaki her


iki lambadan biri yakılırdı. Kirli ve kasvetli olan bölgeye Tha­
mes'in rutubetli havasıyla kokuşmuş çöplerin kolnısu hakimdi. Ka­

ranlık çöktüğü andan itibaren yollarda in cin top oynar, yalnızca


kuşkulu birtakım publar ve ucuz pansiyonların çevresinde hareket

görülürdü. Kötü ve tehlikeli bir yaşamdı buradaki ...


Ferry Sokağı'ndaki pansiyonlarda işsiz tayfalar, küçük çaplı

dolandırıcılar ve yaşlanmış dok işçileri kalırdı. Burada bir gün için


altı pence parası olan kendine ait bir oda kiralayabilir ve böylece
yabancıların ağız kokusunu çekmekten kurtulabilirdi. Ancak bu­
nun da koşulu Şişko Hugh'un möblelere zarar verme, gürültülü
tartışma veya gece kavgaları durumunda tahsil edeceği bir şilinglik
cezayı kabullenmekti. Aksi takdirde kulağından tutulduğu gibi ka­
pıya konulmayı göze almak gerekiyordu. Şişko Hugh sabahın er­
ken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar kapının girişindeki

küçük bölmede otururdu. Tam anlamıyla stratejik bir noktaydı bu­

rası. Kimin geldiği veya gittiği, kimin ne getirdiği veya götürmeye


kalkıştığı rahatça izlenebilirdi. Bu karışık ve kuşkulu toplum yapısı

her konuda dikkatli olmayı gerektiriyordu.

1 62
Kar Kraliçesi

Örneğin, tam o anda pansiyoncunun önünden geçerek odası­


na giden kızıl saçlı Fransız ressam bunlardan biriydi. Bu serserinin
hiç kuşkusuz paradan yana bir sorunu yoktu; itiraz etmeden bir
haftalık pansiyon bedelini nakit olarak ödemişti. Kapısını arkasın­
dan sürgüleyip bütün günü odada geçiriyordu. Bu odayı kiraladı­
ğından beri ilk dışarı çıkışıydı. Hugh elbette ki onun olmadığı sıra­
da odaya göz atma fırsatını kaçırmamıştı. İçeride ne vardı, biliyor
musunuz: Hiç! Ne bir resim, ne boya takımı ne de tuval. Ne res­
samdı ama! Kim bilir belki de bir katildi; zaten öyle olmasa gözle­
rini sürekli koyu renkteki gözlüklerinin arkasına gizlemeye çalışır
mıydı hiç? Acaba polise haber vermeli miydi? Nasıl olsa bir hafta­
lık kirayı da peşin olarak ödemişti ...
Bu arada kızıl saçlı ressam, Şişko Hugh'un hakkındaki düşün­
celerinin ne denli tehlikeli bir yöne saptığını tahmin etmeksizin
kapısını kapatmıştı; aslına bakılırsa davranışları gerçekten kuşku
uyandırıcıydı. İlk olarak tüm perdeleri sıkı sıkıya kapattı. Sonra al­
dıklarını masanın üstüne koydu: beyaz ekmek, peynir ve bir şişe
Porto şarabı. Sonra belinden tabancasını çıkararak yastığının altı­
na koydu. Gizemli Fransızın rahatlama eylemleri bu kadarla da
bitmemişti; çizmesinden bir Derringer -genellikle bayanların ve
politikayla ilgilenen ajanların kullandığı tek el ateş edilen bir tür
küçük tabanca- çıkarıp oyuncağa benzeyen bu silahı Porto şarabı­
nın yanına masanın üstüne bıraktı. Daha sonra elbisesinin kolun­
dan ufak, ince bir hançer çıkararak ekmeğe sapladı. Ancak bun­
dan sonra odasındaki mumu yakarak, koyu renkli güneş gözlükle­
rini çıkardı ve gözlerini ovuşturdu. Pencerelerin perdelerinin tam
anlamıyla kapalı olup olmadığını dikkatle kontrol etti ve kafasın-

1 63
Boris Akunin

dak.i kızıl peruğu çıkardı. Bu ressam Erast Fandorin'den başkası


değildi.
Akşam yemeği beş dakika bile sürmedi. Yeni müfettiş kurye,
eski Cinayet Masası yazmanı ve aranılan cinayet zanlısının çok acil
bir işi var gibiydi. Masadaki ekmek kırıntılarını temizledi, ellerini
uzun ressam önlüğüne silerek iyice temizledi ve köşedeki eski kol­
tuğa ilerledi. Minderin kenarını kaldırarak, mavi portföyü çıkardı
ve doğruca ışığa götürdü. Fandorin onu sabahtan beri nefes nefese
bırakan, önemli bulgulara götüren çalışmasını sürdürmeyi daha
fazla bekleyemeyecek kadar büyük bir sabırsızlık içindeydi.

Son gecenin trajik olaylarının ardından Fandorin bir kez daha


otele giderek paralarını ve pasaportunu almak zorunda kalmıştı. Şu
anda pis bir muhbir olan "sözde iyi dost" kalleş Hippolyte ve çetesi
hiç kuşkusuz tüm istasyonlarda, limanda Bay Erasmus von Dom'u
arıyorlardı. Londra'nın bu kenar mahallesindeki batakhanede kalan
t.avallı yoksul bir Fransız ressam kimin ilgisini çekerdi ki? Ancak
Fandorin yaşamını tehlikeye düşürecek bir riski göze alarak postane­
ye gitmeye kalkışmıştı ve bunun elbette ki çok önemli bir nedeni var­
dı.
Zurov konusunda ne yapılabilirdi? Bu olaydaki rolü çok açık
olmamakla beraber pek hayırlı olmadığı da kesindi. Ekselanslarını
çözümlemek kolay değildi, hem de hiç değil! Cesur ve açık yürekli
süvari komutanı ayak oyunlarında ustaydı. O adresi vermişti. Her
şeyi önceden planlamıştı. Kısacası: O usta bir oyuncuydu! Karşı­
sındaki toy delikanlının ne denli kolay bir av olduğunu ve yemi ol­
ta da dahil hemen yutacağını ilk görüşte ne kadar iyi anlamıştı.
Bunun için alegorinin gücünü kullanmış, ışığa koşan pervanenin

1 64
Kar Kraliçesi

mutluluğunu anlatmış ve pervane ışığa koşmuştu. Ve yansa bile


mutlu olan aptal pervane kanatlarını kaybetmişti işte! Kendisi gibi
bir sersem her başına geleni hak ediyordu aslında! Bezhetskaya ve
Hippolyte'in aynı ipte oynadıkları başından beri belliydi. Yalnızca
onun gibi kalın kafalı romantik bir istihbarat müfettişi -kendisin­
den çok daha fazla hak edenler varken bu mevkiiye atanmış olma­
nın sarhoşluğu içinde- Kastilya tipi bu tür romantik bir ihtirasın
varlığına inanabilirdi. Üstelik kendi yanılgıları içinde lvan Bril­
ling'in kafasını karıştırmayı da başarmıştı. Ne acı ! Ne utanılacak
bir durum! Ha, ha, ha! Kont Hippolyte Zurov ne de güzel ağına
düşürmüştü onu. "Ondan onu sevdiğimden de daha çok korkuyo­
rum. Onu, o cadıyı kendi ellerimle öldürmek isterim, demiş, ken­
disi gibi bir salakla nasıl da eğlenmişti. Bu konuda da düelloda ol­
duğu gibi tüm ayrıntılar üzerinde inceden inceye çalışılmış, her
adım planlanmıştı. Tuzak basit ve geri dönülmezdi: Yalnızca Kar
Kraliçesi Oteli'nin yakınlarına yerleşmek ve sersem pervane Eras­
mus'un mum ışığına koşmasını beklemek yeterliydi. Burası Mos­
kova değildi -ne dedektif polisler ne de jandarma vardı- bu bekle­
meden kuşkulanacak. Erast Fandorin kolaylıkla ele geçirilip ebe­
diyen susturulabilirdi. İpuçları da güvenli bir şekilde yok edilebilir­
di! Zurov, kahyanın söz ettiği Franz mıydı? Ne iğrenç bir suikast
planı! Acaba celladı kim olacaktı: Zurov mu yoksa Bezhetskaya
mı? Tüm yaşanılanlardan sonra liderin Amalia olduğu açıktı,
ama... Fandorin bir gece öncenin olaylarını, mermi isabet eden
Amalia'nın yere yığılırkenki acı çığlığını anımsayarak ürperdi. Bel­
ki de ölmemiş, yalnızca yaralanmıştı. Ama içinden bir ses onun, bu
güzeller güzeli kraliçenin ölmüş olduğunu söylüyor, Fandorin'e ya­
şamının sonuna dek bu ağır vicdan azabının baskısıyla yaşayacağı­
nı hissettiriyordu.

1 65
Boris Akunin

Tabi bu son çok yakın da olabilirdi. Zurov cinayeti kimin işle­


diğine kendi gözleriyle tanık olmuştu. Büyük olasılıkla şu anda İn­
giltere'nin dörtbir yanında katil avına çıkmışlardı. Peki ama Zurov
önceki gece kaçmasına niçin göz yummuş olabilirdi? Fandorin'in
elindeki tabancadan mı korkmuştu? Açıklama bekleyen sorular,
sorular...
Aslında portföyün içindekiler de bilmeceden farksızdı. Fan­
dorin uzun süre bu gizemli listenin ne anlama geldiğini çözemedi.
Yaptığı sayımlar mektup sayısıyla tablolardaki kayıtların · birebir
uyuştuğunu gösteriyordu. Yalnızca mektupların ulaşma tarihleri
Bezhetskaya tarafından doldurulmuştu.
Tam kırk beş kayıt vardı. İlk ulaşan mektup 1 Haziran tarihini
taşıyordu. Son üç mektupsa Fandorin'in gelişlerini saptadıklarıydı.
Mektuplarda verilen referans numaraları ise birbirlerinden çok
farklıydı: En küçüğü No: 47F (Belçika Krallığı, bakanlık müsteşarı,
geliş tarihi: 15 Haziran) en yükseğiyse No: 2347F'ydi. (İtalya, ağır
süvari birliği komutanı, geliş tarihi: 9 Haziran.) Mektuplar tam do­
kuz farklı ülkeden postalanrnışlardı. İngiltere ve Fransa en fazla
mektup gönderen ülkelerdi, Rusya'dan ise yalnızca bir tek mektup
gelmişti. (No: 994F, tam yetkili hükümet müsteşarı, geliş tarihi: 26
Haziran. Ancak zarfın üzerindeki damga 7 Haziran tarihini göste­
riyordu. Dikkatli olmalıydı! Farklı takvimler bir yanılgıya yol aça­
bilirdi. Rus takvimiyle 7 Haziran Avrupa'da kullanılan takvime gö­
re 19 Haziran anlamındaydı. Demek mektubun ulaşması bir hafta
sürmüştü.) Verilen makamlar ve unvanlar genellikle saygın kişile­
re aitti: Generaller, yüksek mevkiideki memurlar, bir amiral, bir
senatör hatta Portekizli bir bakan bile vardı aralarında. Ancak
İtalya'dan bir teğmen, Fransa'dan bir sorgu hakimi ve Avustur-

1 66
Kar Kraliçesi

ya-Macaristan İmparatorluğu'ndan bir sınır muhafızı gibi daha dü­


şük mevkiiden insanlara ait mektuplar da vardı.

Anlaşıldığı kadarıyla Bezhetskaya yalnızca bir aracıydı, bir

kurye, canlı bir posta kutusu. Görevi mektuplardaki önemli bilgile­


ri kaydetmek ve onları gereken yere -göründüğü kadarıyla St. Pe­
tersburg'ta Bay Nicholas Croog adında birine- iletmekti. Hatta bu

işlemin ayda bir kez yapıldığı bile düşünülebilirdi. Bayan Olsen ro­
lünü Bezhetskaya'dan önce başka birinin yüklendiği de açıktı, an­
cak elbette ki oteldeki resepsiyon görevlisinin bunu bilmesi ola­
naksızdı, o yalnızca mektupları alan uşakları tanıyordu.
Artık kuşkulu görünen her şeyle ilgili araştırma ve inceleme
yapılmış; tümdengelim yönteminin uygulanmasının acil gerekliliği
ortaya çıkmıştı. Eğer o anda şef orada olsa olası tüm senaryoları
bir çırpıda arka arkaya sıralar ve tüm bulgular yerli yerine oturur­
du. Ancak şef uzaktaydı; ve öğrencisi Brilling'in haklı, binlerce kez
haklı olduğu gerçeğini benliğinde hissediyordu. Karşılarında bir­
çok ülkeye yayılmış gizli bir örgüt vardı, bu bir. Kraliçe Victoria ve
Bay Disraeli'nin bu konuyla ilgileri yoktu, bu iki. (Aksi takdirde
raporların St. Petersburg'a gönderilmelerinin ne anlamı olabilir­
di?) İngiliz casuslar konusuna gelince, Fandorin bu konuda da ya­
nıldığını anlıyordu, konu daha çok nihilistleri çağrıştırıyordu, bu
üç. Tüm ipuçları Rusya'yı işaret ediyordu, ki hiç kuşkusuz en kor­
kunç ve acımasız nihilistler bu ülkede faaliyet gösteriyorlardı, bu
da dört. Ve ayrıca hain bir kurt kılığına kolayca bürünebilen bir in­
san: Kont Zurov!
Şef tahminlerinde yanılmamıştı, ancak yine de Fandorin'in se­
yahat harcamaları boşa gitmiş sayılamazdı. Hiç kuşkusuz Brilling

en dayanılmaz kabuslarında bile bu denli büyük, dokuz başlı bir yı­


lanla karşı karşıya olduklarını düşünemezdi. Karşılarındaki isyan-

167
Boris Akunin

kar öğrenciler, bombaları ve tabancalarıyla isterik özgür kadınlar


değil, dal budak sarmış bir terörist örgüttü ve bu örgütte bakanlar,
generaller, yargıçlar, hatta St. Petersburg'tan tam yetkili bir devlet
müsteşarı bile çalışıyordu.
O sırada çoktan öğlen olmuştu. Fandorin yeni bir düşüncenin

etkisiyle irkildi. Tam yetkili bir devlet müsteşarı ve nihilizm; bu iki


kavram bir türlü uyuşmuyordu. Brezilya imparatorunun muhafız
birliğinin komutanına gelince, bu belki olabilirdi, zira o zamana
kadar Fandorin hiç Brezilya'ya gitme olanağı bulamamış, dolayı­
sıyla da oradaki koşullar hakkında bilgi sahibi olamamıştı. Ancak
bir Rus generalini cebinde bombayla tasawur etmek... bu Fando­
rin'in bile hayal gücünü aşıyordu. Gerçek bir devlet yöneticisini ya­
kından tanımışh: Feodor Trifonovich Sevriugin, tam yedi yıl de­
vam ettiği lisenin müdürü. O ve terörizm! Hayır, bu olanaksızdı.
Birden Fandorin'in nefesi kesilecek gibi oldu. Tabi, bunu ni­
çin daha önce anlamamıştı ki? Bu isimler terörist değil aksine te­
rörist eylemlerin kurbanlarıydı. Çeşitli ülkelerden numaralarıyla
tanımlanan nihilistler devrimci örgüt merkezine uyguladıkları te­
rörist eylemleri bildiriyorlardı.
Yine de ... Hayır, haziranda Portekiz'de öldürülen bir bakan
olmamıştı. Böyle bir şey olsa gazeteler hiç kuşkusuz yazmış olur­
lardı. Öyleyse bunlar potansiyel hedeflerdi, evet hiç kuşkusuz öy­
leydi ! "Numaralar"la belirlenenler (gizlilik amacıyla teröristlerin
isimlerini belirtmiyorlardı) merkezden bir sonraki terörist eylem­
leri için izin istiyorlardı.
İşte şimdi taşlar yerine oturuyordu. Konu aydınlanmaya baş­
lamıştı. Brilling de Akhtyrtsev'in izlerinin onları Moskova dışında
teröristlerin toplandığı bir çiftlik evine götürdüğünü anlatmamış

168
Kar Kraliçesi

mıydı? Ne yazık ki o sıralarda kendi casusluk teorilerinin cazibesi­

ne kapılmış olan Fandorin konuyu tam olarak anlayamamıştı.

Dur bir dakika! Peki ama o zaman ağır süvari birliği komuta­

nının bu listede işi neydi? Bu kadar küçük bir balık? Sonra birden

Fandorin bunun yanıtını da yine kendisi buldu. Çok basitti, bu za­

vallı isimsiz İtalyan bilmeden yollarına çıkmış olmalıydı. Aynen bir

zamanlar beyaz gözlü bir adamın, küçük bir Cinayet Masası yaz­

manının yoluna çıktığı gibi...

Peki ya şimdi? Bu kadar saygın insan ölümle burun buruna

yaşarken kendisi böyle bomboş, eylemsiz oturacak mıydı? En çok


yüreğini sızlatan da St. Petersburg'taki generaldi. Hiç kuşkusuz

çok önemli hizmetleri olmuş, namuslu, saygın, orta yaşlarda, ço­

cukları henüz okul çağlarında biriydi... Öyle göıiinüyordu ki bu

Carbonari<"> aybeay kan dökücü cellatlarını tüm ülkelerde yollara

döküyordu. Zaten Avrupa'da kan dökülmeyen tek gün geçmiyor­

du. Ve bütün ipuçları St. Petersburg'u işaret ediyordu. O anda şe­

fin sözlerini anımsadı: "Rusya'nın kaderiyle oynanıyor !" Ah sayın

şefim, ne yazık ki yalnızca Rusya'nın kaderiyle değil, tüm dünya

uygarlıklarının kaderiyle oynanıyor, dedi kendi kendine.

Yazman Pyzhov bundan haberdar edilmeliydi. Ama bu gizli

çok gizli kalmalı, büyükelçilikteki hiçbir muhbir bunun kokusunu

alma olanağı bulamamalıydı. Ama nasıl? Elçilikteki herkes muhbir

olabilirdi, ayrıca Fandorin için elçilik dolaylarında göıii nmek, kızıl


peruk ve ressam giysileriyle bile olsa tehlikeliydi. Yine de bu riski

göze almak zorundaydı. Normal postayla elçilik yazmanı Pyzhov'a

<"> İtalya ve Fransa'da on dokuzuncu yüzyıl başlannda faaliyet gösteren gizli, politik
bir topluluk. Özgür masonlarla ilişkileri olduğu tahmin ediliyor. Politik özgürlük
yanında belirgin olmayan hedefleri vardı. Burada Fandorin bu kelimeyi radikal­
ler anlamında kullanır.

1 69
B oris Akunin

teslim edilmek üzere "kişiye özel" bir mektup göndermeliydi. Fazla


tek kelime bile yazmayacak; yalnızca göndereni ve lvan Brilling'in
selamlarını belirtecekti. Mektubu alacak olan, işin geri kalanını
hemen anlayacak kadar akıllı biriydi hiç kuşkusuz. Ayrıca Londra
posta servisinin şehiriçi mektupları iki saatte sahibine ulaştırmak
gibi imrenilecek bir ünü olduğu da biliniyordu.
Fandorin işte bu kararla dışarı çıkmıştı. Şimdi akşam oluyor­
du ve o sandalyesine oturmuş kapının tıklatılmasını bekliyordu.
Ama kapı çalınmadı. Çok farklı bir şey gerçekleşti.

Saatler gece yansını epey geçmişken Fandorin hala mavi port­


föyün saklanmış olduğu paramparça koltukta oturmuş, uyukluyor­
du. Masanın üzerindeki mum yana yana bitmeye yüz tutmuştu.
Odanın köşelerinde ürkütücü gölgeler dans ediyordu. Dışarıdaki
fırtınanın uğultusu duyuluyordu. Fandorin sıkılıyordu; sanki gö­
rünmeyen biri göğsünün üzerine oturup soluk almasını engelliyor­
muşçasına bir ağırlık hissediyor, uykuyla uyanıklık arasındaki sınır­
da gidip geliyordu. Konuyla ilgili önemli noktaları gözden geçir­
mek istiyorduysa da birden düşüncelerinin karmaşıklaşıp saçmala­
maya başladığını fark ederek irkildi ve derin bir uykuya dalmamak
amacıyla başını sallayarak kendine geldi.
Bir sonraki sıçrayarak uyanmasında garip bir şey fark etti. Ka­
pının dışından belli belirsiz bir hışırtı duyuluyordu. Ve o anda göz­
lerine inanamadı. Kapıyı kilitlediği halde anahtar kilitte kendili­
ğinden dönüyordu. Hemen ardından kapı gıcırdayarak açıldı ve
eşikte tuhaf bir tip belirdi: Yaşı tam olarak kestirilemeyen, ufak
tefek, yuvarlak yüzlü, sinekkaydı tıraşlı gözlerinin etrafı ince kırı­
şıklıklarla çevrelenmiş, yaşlı bir adam.

1 70
Kar Kraliçesi

Fandorin ürkerek hemen masanın üstündeki Derringer'ine


atıldı. Ancak o anda kapıdaki adam samimi, sakin, sıcak bir tenor
ses, içten bir gülümseme ve candan bir baş sallamayla konuşmaya
başladı. "İşte geldim, sevgili yavrum! Porfirii Pyzhov Martinovich,
Tanrı'run sevgili bir kulu ve elçilik yazmanı! Bir işaretiniz yetti, ka­
natlanıp yanınıza koştum. Aynen Aeolus'un emrindeki rüzgarlar
gibi !"
"Peki ama kapıyı nasıl açtınız?" Fandorin korkuyla mırıldandı.
"Anahtarı tam olarak iki kez çevirdiğimden eminim."
"Bunun için mıknatıslı maymuncuklarımız var," diye yanıtlayıp
yolu gözlenen konuk, ufak, penseyi andıran bir aleti uzaktan gös­
terdikten sonra hemen cebine koydu. "Çok faydalı bir alet! Onu
elçabukluğuyla tanınan bir yankesiciden almıştım. Maalesef görev
gereği sürekli olarak toplumun en düşük kademelerinden suçlular­
la, iğrenç insanlarla bağlantı kurmamız gerekiyor. Tek kelimeyle:
Les veritables miserables!<"> Mösyö Victor Hugo'nun bile düşüne­
meyeceği türden insanlar! Ama en nihayetinde onlar da insan ve
onlara yaklaşmanın, onlarla yakın olmanın yolları var. Hatta diye­
bilirim ki bu toplumun dışladığı tiplerden bir anlamda hoşlanıyo­
rum bile. Bu yüzden de her türden insanı koleksiyonuma katmaya,
tanımaya çalışıyorum. Şairin dediği gibi: Herkes kendi hayatını ya­
şar ama ölüm herkesi aynı kafese koyar! Veya bir Alman atasözü­
nün belirttiği gibi: Jedes Tierchen hat sein Pliisierchen! Her hayva­
nın ayrı bir oyuncağı vardır!"
Göründüğü kadarıyla bu ufak tefek adamın her konuda ara
vermeden ve zorlanmadan uzun süre konuşma yeteneği vardı. Bu
arada gözlerinden de hiçbir şeyin kaçmadığı kesindi: Göz açıp ka-

<"> En sefiller.

171
Boris Akunin

payana kadar odanın yoksul döşemesini ayrıntılarıyla incelemek­


ten geri kalmamıştı.
"Ben de Erast Petrowitsch Fandorin. lvan Brilling'in talimat­
larıyla hurdayım. Çok önemli bir konuyu incelemekle görevlendi­
rildim." Aslında genç adamın ilk iki cümleyi tekrarlaması tamamen
gereksizdi. Zaten mektubunda belirtmişti. Üçüncüsü ise zaten ola­
ğan bir sonuçtu. "Maalesef bana birbirimizi tanıyacak bir parola
verilmedi. Bay Brilling telaştan unutmuş olmalı."
Fandorin, Pyzhov'u yalvaran bakışlarla süzüyordu. Kurtuluşu
ona bağlıydı. Küçük adam ellerini neşeyle çırptıktan sonra yeniden
konuşmaya başladı:
"Parola da neymiş? Çocuk oyuncağı ! Yani bir Rus diğerini ta­
nımayacak mı? Bana sorarsanız parlak gözlerinize bir kez bakmam
size inanmam için yeterli." Bu arada Pyzhov iyice Fandorin'e yak­
laşmıştı. "Gözlerinizde bilmem gereken her şeyi okuyorum. Cesur
ve temiz kalpli bir genç, üstün niteliklere sahip gerçek bir vatanse­
ver! Hem niçin farklı olsun ki, bölümümüzün gereği değil mi bu
nitelikler?"
Fandorin kaşlarını çattı. Elçilik yazmanı onu ciddiye almamış,
çocuk yerine koymuştu hatta onunla eğleniyordu bile. Bundan do­
layı Fandorin öyküsünü hemen kısa ve net bir şekilde her tür yo­
rumdan kaçınarak anlattı. Ancak Pyzhov yalnızca iyi bir konuşma­
cı değil, aynı zamanda iyi bir dinleyiciydi de. Yatağın kenarına

oturmuş, ellerini karnının üstünde kenetlemiş ve gözlerini kısıp


tek kelimeyle kulak kesilmişti. Fandorin'in sözünü bir kez olsun
kesmediği gibi en ufak bir ses de çıkarmamıştı. Ancak anlatılanla­
rın çok önemli birkaç dönüm noktasında gözlerinde bir parıltı be­
lirmişti.

1 72
Kar Kraliçesi

Fandorin mektuplarla ilgili yorumlarından söz etmedi; onları


Brilling'e saklıyordu.
"İşte gördüğünüz gibi şu anda karşınızda istemeden cinayet iş­
lemiş, kaçma çabaları içinde biri var. Olanaklar elverdiğince çabuk
kıta Avrupası'na geçip Moskova'ya ulaşmalıyım. Ivan Brilling beni
bekliyor."
Pyzhov dudaklarını büzüştürerek bir süre bekledikten sonra,
kısık bir sesle sordu. "Peki ya evrak portföyü? Onu diplomatik kur­
ye olarak göndereceğiz, değil mi? Böylesi en doğrusu olur. Tanrı
bilir ama sizi yakalarlarsa... Anlaşılan bu adamların hiç şakaları
yok, sizi tüm Avrupa'da aradıklarından eminim. Elbette Manş'ı
geçmenize yardımcı olurum, sevgili meleğim! Bu benim için çocuk
oyuncağı! Küçük bir balıkçı teknesini hor görmezseniz hemen ya­
nn sabah karşı kıyıya doğru ilerleyebilirsiniz. Yelkenleriniz rüzgar­
la dolar umarım!"
Bu adam aklını rüzgarla bozmuş, diye düşündü Fandorin kız­
gınlıkla. Açıkçası ele geçirmek için katlandığı bunca zorluktan son­
ra portföyden ayrılmak istemiyordu. Karşısındakinin tereddütünü
fark etmeyen Pyzhov konuşmasını sürdürdü.
"Aslında beni ilgilendirmeyen konulara burnumu sokmaktan
hiç hoşlanmam. Saygılı ve ketum bir insanımdır. Bazı gerçekleri
kendinize saklamak istemenizi anlayışla karşılıyorum. Çok doğru
yapıyorsunuz, elma yanaklım. Söz gümüşse, sükiit altındır, derler.
lvan Franzevich Brilling yükseklerden uçan asil bir kuşa benzer.
Gerçek bir kartal; işini iyi bilir, gagasını tutmayı bilmeyen birine
kim önemli bir işi verir ki! Evet, ne dersiniz?"
"Hangi konuda?"
"Elbette portföy konusunda. Zarfa koyup dörtbir tarafından
mühürler kuryeye teslim ederim. Göz açıp kapayana kadar Mos-

1 73
Boris Akunin

kova'ya ulaşır. Ardından da şifreli bir telgraf çekerim: Bu bedelsiz


Tanrı armağanını kabul edin, gibi!"
Aslına bakılırsa Fandorin'in övgü almak gibi bir amacı yoktu,
terfi veya unvan beklentisinde de değildi. Eğer konu bunlar olsa
çantayı seve seve Pyzhov'a bırakırdı, hiç kuşkusuz kuryeyle gönde­
rilmesi daha güvenliydi. Ancak kafasında yüzlerce kez şefin yanına
zafer sevinciyle girmeyi, ona değerli çantayı uzatarak maceralı yol­
culuğunda yaşadıklannı anlatmayı hayal etmişti... Bütün bunlar­
dan vazgeçebilir miydi?
Hayır, Fandorin bunu istemiyordu. Önce kendini düşünmeliy­
di. Kararlı bir sesle açıkladı:
"Çanta emin bir yerde. Onu kendim götürürüm. Onun için
hayatımı tehlikeye attım. Lütfen beni yanlış anlamayın, Bay Pyz­
hov, ama onu vermek istemiyorum."
"İyi o zaman, karar sizin, nasıl isterseniz! Böylece ben de daha
rahat uyuyabilirim. Hem başkalarının gizemli işlerinden bana ne,
benim başımda zaten yeterinden fazla dert var."
Ayağa kalkarak odanın çıplak duvarlarını gözden geçirdi.
"Kalan zamanınızda biraz dinlenmenizi önereceğim, yavrum.
Gençlerin daima iyi bir uykuya ihtiyaçları vardır. Yaşlı biri olarak
ben zaten çok az uyuyabiliyorum. Bu arada ben de bir tekne baka­
yım. Yann, ah ne diyorum, yann oldu bile, sabah gün ışımadan
tekrar gelirim. Sizi limana götürüp veda öpücüğünüzü verip vatana
uğurlarım. Bense ekmeğini uzak diyarlarda kazanmak zorunda
kalmış biri olarak ardınızdan el sallar, dua ederim. Tann kimseyi
memleketinden uzakta yaşamaya mecbur etmesin!"
Pyzhov'un kendisi de bu konuşmanın fazlasıyla dramatik kaç­
tığını fark ederek özür dilermişçesine ellerini kaldırdı.

1 74
Kar Kraliçesi

"Pardon, saçmalıyorum. Uzak diyarlarda yaşayan biri olarak

Rusça konuşmak olanağı bulunca kendimi tutamıyorum nedense,

aksi takdirde kendi anadilinizi kaybetmek işten bile değil. Elçilik­

tekiler genellikle Fransızca konuşmayı yeğliyorlar, öyle ki rahatça

Rusça içinizi dökebileceğiniz bir kişi bile yok."

Dışarıdaki gürültüler iyice artmıştı. Sağnak yağmur başlamış

olmalıydı. Pyzhov huzursuz olarak gitmeye hazırlandı.

"Artık gitmeliyim. Fırtına çıkacağa benziyor .. "


.

Kapıda tekrar Fandorin'e dönerek, sevecen bir bakışla süz­

dükten sonra hafifçe eğilmeyi de ihmal etmeden koridorun karan­

lığında kayboldu.

Fandorin kapıyı kilitledi ve bir üşüme hissiyle omuzlarını kal­

dırdı. O anda öylesine bir gürültüyle şimşek çaktı ki Fandorin bir

an için pansiyonun damına yıldırım düştüğünü sandı.

Penceresi bir tek yeşilliğin bile olmadığı taş avluya bakan yok­

sul ve rutubetli oda karanlık, ürkütücüydü. Dışarısı sisli, yağmurlu

ve rüzgarlıydı; arada sırada bulutların arasından ay çıkıyordu. Per­

delerin aralığından sızan bir ay ışığı fakirhaneyi aşarak gördüğü

kibusların etkisiyle ter içinde kalan Fandorin'in yattığı yatağa ka­

dar ulaştı. Genç adam tam anlamıyla giyinik yatmıştı. Ayakkabıları

ayağında silahı elindeydi. Yalnızca tabancası henüz yastığının al­

tındaydı.

Cinayet işlemiş olmanın verdiği vicdan azabıyla kibus görü­

yordu. Ölü Amalia yatağına eğilmişti. Yarı kapalı gözlerinin kir­

piklerinin altından bir kan damlası aşağı süzülüyordu. Bembeyaz

elinde siyah bir gül tutuyordu.

1 75
Boris Akunin

"Ben sana ne yaptım?" diye suçluyordu ölü kadın onu. "Genç


ve güzeldim, yalnız ve mutsuzdum. Beni kandırdılar, aldattılar ve
oyunlarına alet ettiler. Tek sevdiğim ise bana ihanet etti. Çok bü­
yük bir günah işledin, Fandorin, sen bir güzelliği öldürdün ve gü­
zellik Tanrı'nın en büyük lütfudur. Tanrı'nın lütfunu ayaklar altına
aldın. Niçin, neden yaptın bunu?"
Kanlı damla yanaklarından süzülerek, Fandorin'in alnına
damladı. Fandorin birden üşüyerek gözlerini açtı ve Arnalia'nın
orada olmadığını sevinçle fark etti. Bu bir rüya, kötü bir kabustu, o
kadar! Ama o da ne? Alnına yine buz gibi soğuk bir şey damladı.
Bu da ne, diye düşünen Fandorin rüzgarın uğultusunu, yağ­
murun tıkırtısını ve gök gürültülerini duyuyordu. Bu damlayan da
neydi? Neyse heyecanlanacak bir şey değil! Çatıdan yağmur suyu
damlıyor olmalı. Sakin olmalıyım, aptallık etmeyip soğukkanlılığı­
mı korumalıyım, dedi kendi kendine.
O anda yine aynı fısıltıyı duydu! Son derece hafif, ancak her
kelimesi anlaşılan bir fısıltıydı bu: "Neden? Niçin?"
Ve sonra yine: "Neden? Niçin?"
Bu suçluluk duygusu içindeki vicdanımın sesi, diye düşündü
Fandorin. Hayaller görmeme neden oluyor. Ancak tüm benliğini
kaplayan korku duygusundan kurtulması için bu mantıklı açıklama
da yeterli olmadı.
Bir süre sessizlik oldu. Dışarıda çakan şimşeklerin etkisiyle
oda zaman zaman aydınlanıyor, sonra yeniden karanlığa gömülü­
yordu.
Birkaç dakika sonra pencerede yine bir tıkırtı duyuldu. Sanki
biri pencereye vuruyordu: tak-tak-tak! Ve bir daha: tak-tak-tak!
Sakin olmalıydı. Bu rüzgardı. Ağacın etkisiydi. Dalları pence­
reye çarpıyor olmalıydı.

1 76
Kar Kraliçesi

Tak-tak-tak-tuk-tak!
Ağaç mı? Hangi ağaç? Fandorin birden doğruldu. Avluda

ağaç filan yoktu. Tamamen çıplak, taştan bir avluydu. Peki ama bu

ses neydi? Neler oluyordu?

Perdelerin arasındaki aralıktan bir an için bir ışık görünüp

kayboldu. Ay bulutların arkasına girmiş olmalıydı. Hemen ardın­

dan bir kıpırdanma fark etti. Karanlık, ürkütücü, anlaşılmaz bir

şey hareket ediyordu.

Ne olursa olsun bir şeyler yapmalıydı. Yapılabilecek en büyük

hata burada öylece korkudan dimdik olmuş saçlarla oturmaktı.

Aklını kaçırmamalı, soğukkanlı olmalıydı.

Fandorin ayağa kalkarak korkudan kaskatı olmuş bacaklarını

sürükleyerek pencereye gitti ve bilinmeyen karanlık nesneyi gör­

mek için dışarı baktı. Tam perdeleri iki yana araladığı anda çakan

bir şimşekle dışarısı aydınlandı ve Fandorin kendini pencerenin ar­

kasına asılmı§ gibi duran simsiyah gözlü öl� kadar beyaz bir yüzün

karşısında buldu. Bu kişinin bir eli ışık saçiyordu; bu dünyadan de­

ğilmişçesine parlayan bir ışık. Ve açık uzun parmaklarıyla yavaşça

pencereye tırmanıyordu. Fandorin'in verdiği ilk tepki gerçekten

inanılmaz, çocukçaydı. Bir çığlıkla geri koşarak, kendini yatağa attı

ve başını elleri arasına gömerek yatağın üstüne büzüştü.

Uyanmalısın ! Hemen uyanmalısın! Tann 'm sen çok büyüksün,


yardım et ulu Tann 'm, sen çok büyüksün...
O anda takırtılar kesildi. Başını yastıktan kaldırarak korkuyla

pencereye baktı. Yalnızca gece, yağmur ve zaman zaman çakan

şimşekler dışında korku verici hiçbir görüntü yoktu. Hayal görmüş

olmalıydı. Karışık zihninin yanılsamalarıydı bunlar! O kadar!

1 77 F: 12
Boris Akunin

Fandorin büyük bir şans eseri Hintli Brahman Chandra John­


son'un doğru yaşam ve doğru soluk alma yöntemlerine ilişkin öğ­
retisindeki kuralları anımsadı. Bu bilge kitabında neler demişti:

Doğru nefes alma yaşamın temelidir. Yaşamının zor anla­


rında sana güç verir, kendine gelmeni, rahatlamanı, çözüme
ulaşmanı sağlar. Yaşamın gücü, prana'yı, bir nefeste içine çek­
tikten sonra nefesini vermek için bekle, ciğerlerinde tut onu.
Nefesin ne denli derin ve düzenliyse yaşama gücün de o denli
büyük olacaktır. Prana'yı ak§am soluyup ertesi günün ilk ı�ık­
larına kadar tutan sonsuz huzura ulaşacaktır.

Fandorin'in sonsuz huzur kademesine gelmesine daha çok


vardı, ama her sabah yaptığı egzersizlerle soluğunu yüz saniye ka­
dar tutmayı başarmıştı. Bu güvenilir yönteme bu kez de başvurdu.
Ciğerlerini havayla doldurup transa geçti; kendini bir ağaç, bir taş,
bir ot olarak hissetti. Ve bu meditasyonun yararını da gördü. Kalbi
yeniden normal temposunda çarpmaya başlamış, korkusu azalmış­
tı. Yüze kadar sayınca rahatlayarak, sesli bir şekilde nefesini veren
Fandorin ruhsal gücün batıl inancı yenmesinin mutluluğu içindey­
di.
O anda diş gıcırhsını andıran bir ses duyuldu. Biri kapıyı tır­
malıyordu.
"Bırak içeri gireyim," diyen bir fısıltı duyuldu. "Bir bak bana!
Çok soğuk, üşüyorum. İ çeri al beni !"
Bu kadan da çok fazla, diye öfkelenen Fandorin son gücünü
topladı. Şimdi doğruca gidip kapıyı açacak ve uyanacağım. Öyle veya
böyle diq görüp görmediğimi anlamalıyım.
İki adımda kapıya ulaşarak, kilidi çevirdi ve hırsla kapıyı açtı.

1 78
Kar Kraliçesi

Amalia tam karşısında kapının önünde duruyordu. Bir gece


önceki dantelli geceliğini giymişti. Göğsünün üzerindeki kocaman
kan lekesi de olduğu gibi duruyordu. Saçları yağmurdan ıslanmış
ve dağılmıştı. En korkuncu ise yüzüydü: Bu dünyanın dışındanmış­
çasına garip bir şekilde parlıyordu. Gözleri ise tüm ışığını kaybet­
miş, donuklaşmıştı. Beyaz parıldayan elini uzatarak son kez oldu­
ğu gibi Fandorin'in yanağına dokundu. Ama bu kez parmaklan
buzdan bile daha soğuktu. Fandorin çıldırmak üzereydi. Panik
içinde geri çekildi.
"Portföy nerde?" diye sordu hayalet ıslığı andıran bir sesle.
"Portföyüm nerde? Ruhumu onun için verdim !"
''Onu alamayacaksın!" diye haykıran Fandorin minderinde
çantanın saklı olduğu koltuğa düşercesine oturarak, kollarını sıkı­
ca kavradı.
Hayalet masaya yaklaştı. Bir kibrit çakarak mumu yaktı ve bu
kez duyulur normal bir ses tonuyla seslendi. "Sıra sizde! Adam si­
zin!"
O anda içeri iki adam koşarak daldı. Boyu kapının üst perva­
zına ulaşan devasa cüssesiyle Morbid ve küçük çevik biri.
Fandorin korkudan donup kalmıştı. Bu nedenle kahyanın bo­
ğazına bıçak dayayıp ufak adam ustaca üstünü arayarak, çizmele­
rindeki Derringer'i ortaya çıkarırken kıpırdamadı bile.
Morbid İngilizce olarak tabancanın da bulunmasını emretti.
Küçük adam işinde ustaydı; kısa sürede yastığın altındaki tabanca­
yı bulup çıkardı.
Bu arada Amalia pencerenin önünde durmuş, elindeki men­
dille yüzünü ve ellerini temizliyordu.
'Tamam mısınız?" diye sordu sabırsızlıkla. "Bu fosfatlı boya
iğrenç bir şey! Bütün bu maskaralık zaman kaybından başka bir

1 79
Boris Akunin

şey değil! Haydi çabuk. Bu herifin çantayı bulunmayacak şekilde


saklamaya zekası yetmez! Koltuğu da araştırın, John! "

Bu arada Fandorin'le hiç ilgilenmiyor, ona bakmıyordu bile;

genç adam onun için sanki cansız bir nesneye dönüşmüştü.


Morbid hançerini boynundan bir an bile uzaklaştırmadan

Fandorin'i kolaylıkla koltuktan kaldırdı. Küçük adam elini minde­

rin içine sokup çantayı kolaylıkla buldu.


"Onu bana verin!" Bezhetskaya hemen portföye uzanarak
içindekileri kontrol etti. "Hepsi hurda! Henüz hiçbir şeyi yollaya­
mamış, Tanrı'ya şükür! Franz, bana pelerinimi getirir misiniz, so­
ğuktan dondum!"
Bu arada tekrar kendini toparlamayı başaran Fandorin titrek
bir sesle sordu.
"Gösteriniz bitti mi? Bravo! Mükemmel bir aktristsiniz. Kur­
şunumun hedefi şaşırmış olmasından mutluluk duyuyorum. Böyle­
si bir yeteneğe çok yazık olurdu doğrusu! "
"Tıkacı unutmayın!" Amalia, kahyaya son talimatını d a verdik­
ten sonra Franz'ın getirdiği pelerini sırtına alıp utanç içindeki Fan­
dorin'in yüzüne bir kez olsun bakmadan odadan çıktı.
Küçük adam (demek oteli gözetleyen Zurov değil, bu ufaklık­
tı) çantasından bir yumak ip çıkararak Fandorin'in kollarını göv­
desine sıkı sıkıya bağladı. Daha sonra parmaklarıyla burun delikle­
rini öylesine bir basınçla kapattı ki Fandorin soluk almak için ağzı­

nı açmak zorunda kaldı. Ve o anda da ağzına kauçuk bir tıkaç tı­


kıldı.
"Her şey yolunda! " Küçük adam İngilizceyi tam bir Alman ak­
sanıyla konuşuyordu. "Şimdi sıra çuvalda."
Koridora çıkarak kısa süre sonra geri döndü. Kaba erzak çu­
valı dizlerine kadar başının ve omuzlarının üzerinden geçirilmeden

180
Kar Kraliçesi

önce Fandorin'in son gördüğü John Morbid'in adeta taşlaşmış, ifa­


desiz yüzüydü. Dünyayı son kez bu sevimsiz yüzde görmesi gerçi
olabildiğince tatsızdı ama çuvalın içindeki karanlık çok daha kö­
tüydü.
O anda Franz'ın sesini duydu. "Bekle, çuvalın dışından da bağ­
lamak istiyorum. Gideceğimiz yol hiç kısa değil, güvenli olmasında
yarar var."
"Bundan nasıl kurtulabilir ki?" Morbid'in bas bariton sesi du­
yuldu. "Kıpırdadığı anda bıçağı böğrüne gömerim."
"Yine de böylesi daha iyi!" diye yanıtlayan Franz çuvalı dıştan
öylesine sıkı bağladı ki Fandorin soluk almakta bile güçlük çeki­
yordu.
"Haydi yürü!" Fandorin, Morbid'in iteklemesiyle körlemesine
yürümeye başladı. İşini bitirmek için onu niçin başka bir yere gö­
türdüklerini, hemen orada haklamadıklarını anlayamıyordu.
İki kez tökezledi. John'un pençeleri omzundan sıkı sıkıya tut­
masa evin girişinde neredeyse yere kapaklanacakh. Dışarıda yağ­
mur kokusu vardı. Atların nefes sesleri duyuluyordu.
"Siz ikiniz, işiniz bitince tekrar buraya gelip ortalığı toplayın!"
diyen Bezhetskaya'nın sesini duydu. "Haydi artık gidelim."
"Hiç endişelenmeyin, madam!" Kahya homurtuyla yanıtladı.
"Siz işinizi yaptınız, sıra bizde!" diye Fandorin yolculuk sırasında
Amalia'ya kadının içine oturacak çok özel bir şeyler söyleme arzu­
suyla yanıp tutuşuyordu. Bu cadının aklında ne pahasına olursa ol­
sun korkak, aptal bir delikanlı olarak değil, nihilistlerden oluşan
bir orduya karşı verdiği, şartların eşit olmadığı bir savaşta kahra­
manca yenik düşmüş cesur bir savaşçı olarak kalmalıydı. Ne yazık
ki ağzına tıkılan kauçuk tıpa onu bu son tatminden uzaklaştırıyor­
du.

181
Boris Akunin

İş bu kadarla da bitmiyordu. Zavallı şanssız delikanlıyı tüm bu


yaşadıklarından sonra dehşete düşürecek olaylar zinciri henüz son
bulmamıştı. Kader ona işkence çektirmekten bıkıp usanmıyordu.
"Arnalia Kazimirovna, sevgilim," diyen kadife yumuşaklığında
tanıdık bir tenor ses duydu o anda. "Benim gibi yaşlı bir adama
arabanızda yanınıza oturma zevkini yaşabr mısınız? Kapalı bir yer­
de daha rahat konuşuruz, bu arada ben de biraz kurumuş olurum.
Hizmetkarım benim arabamı alarak arkamızdan gelebilir. Sizce bir
sakıncası yok, değil mi tatlım?"
Bezhetskaya isteksiz, sert bir ses tonuyla yanıtladı.
"Peki, haydi binin. Bu arada Pyzhov, ben sizin ne sevgilinizim
ne de tatlınız!"
Fandorin boğuk bir inilti çıkarmayı başardı. Şanssızlığını, nef­
retini haykırması ağzındaki bu tıkaçla olanaksızdı. Sanki bütün
dünya ona karşı cephe almıştı. Böylesine kötü ve alçakların birleş­
miş gücüne karşı verilen bir savaştan Herkül bile galip çıkamazdı.
Çevresi hainlerle, alçaklarla, zehirli engereklerle çevrilmişti. Off,
şimdi de bu pislik Pyzhov yılanı ortaya çıkmışh. Önce cellatlarıyla
Bezhetskaya, sonra Zurov, şimdi de Pyzhov, hepsi düşman, hepsi
aynı çetenin parçalarıydı. Fandorin artık tükenmişti, öylesine yo­
rulmuş, gördüklerinden öylesine iğrenmişti ki artık yaşamakta an­
lam göremiyordu, yaşamak istemiyordu.
Ayrıca o anda onunla ilgilenen filan da yoktu. Onu yanlarında
taşımalarının amacı çok farklıydı hiç kuşkusuz.
İki kuvvetli el Fandorin'i kucakladığı gibi arabadaki koltuk­
lardan birine oturttu. Soluna iri cüsseli Morbid, sağına ise tüysıklet
Franz geçmiş, adamın kamçıyı şaklatmasıyla birlikte çarpan dirseği
Fandorin'i geriye doğru yıkmıştı.
"Nereye?" diye sordu kahya.

182
Kar Kraliçesi

"Dört nolu rıhtıma. Orda suyun daha derin, akıntının da daha


şiddetli olduğu söylendi. Sen ne dersin?"
"Bence hava hoş. Madem öyle dendi, dört nolu rıhtıma gide-
lim."
Böylece Fandorin'i bekleyen kader de aydınlığa çıkmış olu­
yordu. Uzaktaki bir rıhtıma kadar arabayla götürülecek, orada
boynuna bir taş bağlanıp arkasına indirilen bir darbeyle Thames
Nehri'nin derinliklerine kınk şişeler ve paslı çıpalann arasına gön­
derilecekti. Böylece Cinayet Masası'ndan Müfettiş Fandorin hiçbir
iz bırakmadan ebediyen kaybolmuş olacaktı. Paris'teki ateşeden
sonra onu gören olmamıştı. Ivan Brilling güvendiği adamının yol­
da bir yerlerde yok edildiğini düşünecek, gerçeği asla öğrenemeye­
cekti. Ne Moskova'da ne de St. Petersburg'ta buradaki elçilikte ne
büyük bir köstebeğin gizli görevle bulunduğu bilinmeyecekti. Hiç
değilse onun maskesi bir an önce düşürülebilseydi !
Neyse! Belki bir fırsat daha çıkardı.
Çuvalın içinde sımsıkı bağlı vaziyette, ağzında tıkaçla oturur­
ken Fandorin kendini nedense yirmi dakika kadar önce fosfat bo­
yalı sözde hayaleti pencerede görüp neredeyse aklını yitireceğini
sandığı andan çok daha iyi hissediyordu.
Kaçmak için yine de bir fırsat olabilirdi. Franz üstünü ararken
aceleden elbisesindeki hançerin bulunduğu sağ kolunu kontrol et­
meyi unutmuştu. Fandorin'in tüm umudu bu hançere ulaşmaktı.
Tabi parmaklarını hançerin sapına ulaşabilecek kadar beceriklice
kullanabilmek şartıyla! Eli üst bacağına bağlanmış olduğu için bu
hiç de kolay olmayacaktı. Acaba dört numaralı rıhtıma daha ne
kadar vardı? Oraya kadar hançere ulaşmayı başarabilecek miydi?
"Rahat dursana!" diye bağıran Morbid dirseğini tutuklunun
yan tarafına indirdi. Fandorin inleyerek solucan gibi kıvrıldı. (Hiç
kuşkusuz korkudan inlemişti.)

1 83
Boris Akunin

O anda Franz'ın filozofça yorumu duyuldu. "Tüm çabaların


boşuna, dostum!"

Çuvaldaki adam bir süre daha debelendi, bir kez inledi ve o

andan sonra sakinleşti. Kaderine razı olmuş olmalıydı. ( İ şin gerçe­

ği ise kolundaki hançeri parmakları arasına alamadan önce yanlış­


lıkla bileğini kesmiş, bunun verdiği acıyla inlemişti.)

" İ şte geldik!" diyen John etrafı gözetlemek amacıyla ayağa


kalktı. "Görünürde kimse yok!"
"Gecenin yarısında, bu yağmurda kimin olacağını sanıyordun
ki ! " Franz omuzlarını silkerek mırıldandı. "Haydi, acele et! Dönüş­
te de yolumuz çok uzun."
"Bacaklarından tutsana!"
Çuvalı kaldırıp nehrin karanlık sularının üzerinde bir cetvel
kadar düzgün uzanan tahta bir iskelenin ucuna taşıdılar.
Fandorin ayak basılan tahtaların gıcırtısını ve nehrin sularının
hışırtısını duyuyordu. İ şkencenin sonu gelmek üzereydi. Thames
Nehri'nin suları başını ıslatınca hançerini kullanmaya başlayabilir,
çuvalı ve ipleri kesip görünmeden iskelenin altından su üstüne çı­
kabilirdi. Orada adamlar uzaklaşıncaya kadar bekleyecek, böylece
kurtulup özgürlüğe kavuşacaktı. O ana dek her şey o kadar planla­
nana uygun, kolay ve düzgün gidiyordu ki ... Ne var ki içinden ge­
len bir ses Fandorin'i sürekli uyarıyordu ve genç adam bu sese bir
türlü engel olamıyordu: Hayır Fandorin, yaşamda hiçbir şey bu ka­
dar basit değildir, hiç kuşkusuz bir terslik çıkacak ve planın boşa gi­
decek.
Yazık! Hiç de kötü bir plan değildi, diye inliyordu felaketin
yaklaştığını haber veren bu ses. Ve tatsızlık gerçekten de fazla ge­
cikmedi; hem de kötü adam Bay Morbid'ten değil, çok daha ılımlı
Franz'dan kaynaklanarak.

1 84
Kar Kraliçesi

Adamlar iskelenin ucuna ulaşmış yüklerini yere bırakmışlardı.

"Bir dakika John!" diye seslendi Franz. "Canlı bir insanı kedi bo­

ğazlar gibi suya atıp boğulmasını beklemek sence uygun mu?

Onun yerinde olmak istemezdim, ya sen?"

"Hayır."

Franz düşüncesinin onaylanmasına sevinmişti. "Öyleyse ! Ne

demek istediğimi anlıyorsun. Bu zavallıyı pis bir çöp torbası gibi

suya atmak .. . bı"! Bunu kimse için dilemem. Onun daha fazla ıstı­

rap çekmemesi için önce boğazını kesmeye ne dersin? Bir anda

keseriz, olur biter, ne dersin!"

Bu kadar insan sevgisi de fazlaydı. Fandorin kendini çok kötü

hissediyordu. Ancak sevgili Bay Morbid'in buna itirazı vardı.

"Bir de bıçağımı bu pisliğin kanıyla kirletmem eksikti. Üstelik

elbisemin kolu da kanlanabilir. Bu sersem fazlasıyla canımızı sık­

madı mı? Ona iyilik yapmaya değmez. En kötü cezaya layık biri o !

Bırak işkence çeksin ! Ama çok meraklıysan onu iple boğabilirsin.

Bu da senin uzmanlık konun ne de olsa! Bu arada ben de bir parça

demir bulayım."
Morbid'in uzaklaşan ayak sesleri duyuldu. Fandorin hümanist

Franz'la baş başa kalmıştı.

"Çuvalı dıştan bağlamamalıydım," diye söylendi adam kendi

kendine yüksek sesle. "İpim kalmamış."

Fandorin elinde olmadan mutlulukla inledi. Ziyanı yok, hiç


üzülme, ben bu şartlarla da yetinebilirim, anlamında bir iniltiydi bu.
"Zavallı sersem." Franz içini çekti. "İniltisi kalbimi sızlatıyor.

Tavşan gibi ürkek olma! Bak şimdi Franz Amcan sırf senin acıları­

na son vermek için kemerini feda edecek."

Tam o sırada yaklaşan ayak sesleri duyuldu.

185
Boris Akunin

"Bak bir demir parçası buldum. Tam aradığımız şey. İpin al­
tından geçirelim. Böylece tekrar su üstüne çıkması en azından bir
ay sürer."
"Bir dakika bekle, daha şu kemeri boynuna dolayıp sıkmam
gerek!"
"Şu iyilik merakın yerin dibine batsın! Zaman ilerliyor, geciki­
yoruz, nerdeyse gün ışıyacak!"
"Çok üzgünüm dostum!" Franz acıklı bir sesle söylendi. "Böyle
olmamalıydı! Senin iyiliğin için çabaladığımı biliyorsun. Ama olan­
lar senin suçun." Son sözleri Almanca olarak söylemişti.
Fandorin'i yeniden kaldırıp ileri geri sallamaya başladılar.
"Azazel !" Franz bu sözcüğü sert ve mutluluk içinde haykırmış­
tı. Bir an sonra ise çuval suyla kucaklaşmıştı bile.
Fandorin hançeriyle kollarım kımıldatmasına engel olan ipi
kesmeye çalışırken ne suyun soğukluğunu ne de sırtındaki demirin
ağırlığını hissediyordu. Zor olan sağ eli kurtarmaktı. Sonra her şey
daha kolay gidecekti. Bir darbe ... artık sol el de sağ ele yardımcı
olabilirdi. Bir darbe daha... çuval yukarıdan aşağı yırtılmıştı. Son
bir darbeyle de sırtındaki demiri tutan ip kopmuş, demir parçası
nehrin dibine gömülmüştü bile.
Ancak hemen su üstüne çıkamazdı. Fandorin kollarını ileri
doğru uzattı, hafif ayak hareketleriyle karanlık suyun içinde ilerle­
meye çalıştı. Çok yakınlarda bir yerde iskelenin ayakları olmalıydı.
Tam o anda eli yosun kaplı kaygan tahtaya değdi. Artık yavaşça is­
kelenin ayağını tutarak su üstüne çıkabilirdi. Çok sessiz olmak zo­
rundaydı, en ufak bir hışırtı bile her şeyi berbat edebilirdi.
İskelenin altı zifiri karanlıktı. Birden suyun yüzeyinde karan­
lık derinliklerden sessizce yükselen yuvarlak, beyaz bir halka belir­
di. Bunu bir yenisi, daha küçük ve siyahı izledi. Bu limanın havası-

1 86
Kar Kraliçesi

nı içine çeken istihbarat danışmanı Fandorin'in hava almak için

suyun yüzeyinde açılan ağzıydı. Hava çöp ve benzin kokuyordu.


Yaşamın gizemli kokusuydu bu!
Bu arada iskelenin üzerinde sakin bir sohbet sürüyordu. Fan­
dorin saklandığı yerden bu konuşmanın her kelimesini duyabili­
yordu. Daha önceleri birçok kez dostlarının ve düşmanlarının me­
zarı başında neler söyleyeceklerini düşünerek gözleri dolmuştu.
("Bir kahraman zamanından önce aramızdan ayrıldı ... ") Aslında
tüm gençliği bu türden hayallerle geçmişti. Böyle bir gencin onun
katili olmanın onurunu paylaşan canilerin konuşmalarını dinler­
ken duyduğu öfkeyi düşünmelisiniz. Siyah sulara gömülen hakkın­
da tek kelime bile etmiyorlardı; halbuki o kanıyla canıyla, umutla­
rıyla, istekleriyle, duygularıyla bir insandı ve değer verilmeyi hak
ediyordu.
"Offf... Bu rutubetli gece yine romatizmalarımın azmasına ne-
den olacak... " diye inledi Franz. "Nem iliklerime kadar işliyor. Ha-
la burda ne bekliyoruz. Haydi gidelim."
"Daha değil. Biraz bekleyelim."
"Bana baksana, koşturmaktan daha akşam yemeği yeme fırsa­
tı bile bulamadım. Ne dersin, yiyecek bir şeyler kalmış mıdır? Yok­
sa bizim için başka bir iş mi planlıyorlardır?"
"Bunun için kafa patlatmamıza hiç gerek yok, Franz! Bizler
emir kuluyuz. Görevimiz söyleneni yapmak!"
"İşten önce ağzıma hiç değilse bir dilim kuzu kızartma atabil­
sem! Midem zil çalıyor. Ne dersin yine evi boşaltacak mıyız? Daha
yeni alışmıştık ama ... Ne anlamı var ki taşınmanın? Aslında gerek­
siz. Nasıl olsa konu çözümlendi."
"Nedenini yalnızca o bilebilir! O gerek görüyorsa, mutlaka bir
nedeni de vardır."

187
Boris Akunin

"Çok doğru. Hiç yanılmaz o! Onun için her şeyi yapabilirim,


hatta kendi babamı bile gözümü kırpmadan öldürebilirim. Tabi
eğer olsaydı ! Bizim için bir annenin yapabileceğinden çok daha
fazlasını yaptı o!"
"Hem de nasıl. Neyse artık yeter, haydi gidelim."
Fandorin ayak seslerinin tamamen kaybolmasını bekledikten
sonra kıyıya çıkmadan her ihtimale karşı bir de üç yüze kadar say­
dı.
Zorlukla, birkaç kez kayıp düşerek yüksek olmamasına rağ­
men dimdik ve kaygan olduğu için çıkılması zor olan rıhtıma tır­
mandığında gün aydınlanmaya başlamıştı bile. Ölümün soğuk elini
ensesinde hissetmiş biri olarak dişleri tıkırdıyor, tüm vücudu tir tir
titriyordu. Ayrıca midesi de bulanıyordu. Nehrin pis suyundan yut­
muş olmalıydı. Ne olursa olsun Erast Fandorin için yaşamanın ola­
ğanüstü güzel olduğunu hissediyordu. Mutluluk ve hayranlıkla
nehrin gri manzarasına baktı. Karşı sahilde tek tük ışık görülüyor­
du. Rıhtıma sıralanmış şilep ve mavnaların hafifçe sallanmaların­
dan mutluluk duydu. O anda ölümden yeni geri dönmüş Fando­
rin'in alnına katran bulaşmış ıslak yüzü hafif bir tebessümle aydın­
landı. Huzur içinde gerindi ve bu pozisyonda kalakaldı. Limandaki
küçük deponun köşesinden gri bir siluet çıkmış ona doğru sallana­
rak ilerliyordu.
"Ah siz beceriksiz mahluklar, ah siz acımasız düzenbazlar!" Si­
luet henüz epey uzakta olmasına rağmen yakınmaları net olarak
anlaşılıyordu. "Kimseye güvenmeyeceksin. Her şeyi kendi gözlerin­
le göreceksin. Pyzhov olmasaydı ne yapardınız, söyleyin?" Bu sıra­
da aradaki mesafe de hızla azalıyordu. "Kör arılar gibi ortalıkta

1 88
Kar Kraliçesi

koşuşturmaktan başınızı belaya sokmaktan başka ne işe yararsınız


ki!"
Fandorin haklı bir öflceyle onun üstüne doğru atıldı. Pis muh­
bir ikili oyununun farkına varılmadığını düşünüyor olmalıydı. Kim
bilir yine ne şeytanlıklar peşindeydi.
Fandorin ancak o anda elçilik yazmanının elinde metal bir ci­
sim olduğunu fark ederek durakladı ve hemen geri çekildi.
"Akıllı bir davranış, tatlı çocuk!" diyen Pyzhov'un kediyi andı­
ran yürüyüşü Fandorin'in dikkatini yeni çekmişti. "Soğukkanlı,
kurnaz bir genç olduğunuzu biliyordum. Elimdekini görüyorsunuz,
değil mi?" Elindeki metal cismi salladı. Fandorin bunun çift nam­
lulu, çok büyük kalibreli bir silah olduğunu ilk bakışta anlamıştı.
"Korkunç bir şey. Yerel polis dilinde 'yok edici' olarak adlandırılı­
yor. Bakarsan göreceksin, çift kovanına iki patlayan mermi yerleş­
tiriliyor. Hani şu 1868 St. Petersburg Kanvansiyonu'nda yasakla­
nan türden. Ama sevgili Fandorin, bu yasaklar haydutları, acıma­
sız canileri bağlamaz ki! Vız gelir! İnsanlık yararına bir konvansi­
yondan teröristlere ne! Kaba ete isabet eden bu tür bir mermi in­
sanın içinde patlayıp binlerce parçaya ayrılıyor ve her şeyi param­
parça ediyor. Et, kemik, hepsi kanlı bir bulamaca dönüşüyor. Sa­
kın yerinizden kıpırdamayın, dostum, aksi takdirde korkudan teti­
ğe basmak zorunda kalırım. Sonra da bu yaptığımın acısıyla yaşa­
mak, ömür boyu kendimi suçlu hissetmek durumunda kalabilirim.
Karnınıza veya daha aşağı böyle bir merminin isabet etmesini dü­
şünmek bile istemiyorum... "

Fandorin'in yine �idesi bulanıyor, kusmak istiyordu. Ancak


bu kez soğuktan değil, korkudan. Fandorin kontrolü tamamen yi­
tirmişti. "Kahrolasıca hain! Alçak, vatanını otuz gümüş parçasına

189
Boris Akunin

sattın, değil mi?" diye bağırarak ileri doğru atıldıysa da, tabancanın
namlularını fark edince tekrar geri çekildi.
"Ölümsüz Derzhavin'in sözleriyle: Çelişki ölümlülerin kade­
rinde vardır. Beni yargılarken çok büyük bir hataya düşüyor, hak­
sızlık ediyorsunuz, küçük dostum! Otuz şekel için değil, çok daha
yüksek bir bedel karşılığında; taraf değiştirdim, bu bir: hem de bir
İsviçre bankasına yatırılan çok yüksek bir bedel karşılığında; ihti­
yar bir insan olarak ölünce herhangi bir çukura atılmamayı garan­
tilemek için zorunluydum buna. Ya sen, sen neyin peşinden koştu­
ğunun farkında mısın, küçük aptalım? Havlarnalarınızı kimin
umursayacağını sanıyorsunuz? Taştan bir duvara doğru gittiğini
görmüyor musun? Koşun duvara koşun! Pek akıllıca değil ama...
Bu duvar gerçekten çok güçlü bir yapı, bir Keops piramidi o. Onu
tek bir darbede yıkabileceğinizi mi sandınız."
Bu arada Fandorin geri çekile çekile rıhtımın en ucuna var­
mış, ayaklarının taş bir dubaya çarpmasıyla durmuştu. Bu Pyz­
hov'un çok hoşuna gitmişti.
"İşte bu çok iyi, fevkalade oldu!" Kurbanından on metre uzak­
ta durmuş mutlulukla haykırıyordu, "Bunu yapmasaydınız sizin gi­
bi iyi beslenmiş gibi bir genci bir de suya kadar sürüklemek zorun­
da kalacaktım. Hiç endişelenmeyin sevgili dostum Pyzhov işini bi­
lir. Bang... hepsi o kadar işte! Kırmızı bir yüz yerine kırmızı bir bu­
lamaç! Sudan çıkarılsa bile kimsenin tanımasına imkan vermeye­
cek bir yüz! Ruhu gökyüzünde meleklerin yanına uçmuş bir zaval­
lı! O kadar genç ve toy ki, diyecekler, günah çıkarmaya bile vakti
olmadı."
Bu sözlerle birlikte silahını doğrultarak, sol gözünü kapadı ve
mutluluktan gülümseyerek nişan aldı. Ateş etmek için acele etmi-

1 90
Kar Kraliçesi

yor, o anın zevkini çıkarıyordu. Fandorin'in bakışları ıssız, günün


ilk ışıklarıyla yavaş yavaş uyanan sahilde gezindi. Kimseler yoktu.
Bu kez gerçekten sonu gelmişti. Dur bir dakika, deponun orada
bir karartı mı vardı? Ancak bakmaya bile fırsat olmadı. O anda
gökgürültüsünü aratmayacak yükseklikte bir patlama sesi duyuldu.
Fandorin sendeleyerek, korkunç bir çığlığın ardından birkaç daki­
ka önce büyük emeklerle çıkmayı başardığı nehrin sularına bu de­
fa sırtüstü gömüldü.

191
Boris Akunin

O N İKİN C İ B Ö LÜ M
Kahramanımız başının üstündeki haleyi keşfediyor

Vurulan bilincini yitirmedi, tuhaf olan herhangi bir acı da his­

setmemesiydi. Elleri kollarıyla suyun üstünde debelenen Fandorin

artık bu dünyayı anlayamıyordu. Bu da neydi? Yaşıyor muydu,

yoksa ölmüş müydü? Peki ama öldüyse hissettiği bu ıslaklık da

neydi?

Aynı anda nhtımın kenarında Zurov'un kafası göründü. Fan­

dorin buna hiç şaşırmamıştı: Birincisi başına gelenlerden sonra ar­

tık onu bu dünyada karşılaşacağı hiçbir şeyin kolay kolay şaşırtabi­

leceğini sanmıyordu. İkincisiyse öte dünyada (eğer oradaysa tabi)

her şey olasıydı.

"Erasmus? Yaşıyorsun, değil mi? Yoksa seni de mi vurdum?"

Zurov isterik bir şekilde haykırıyordu. "Bana elini ver!"

Fandorin sağ elini uzatarak bir sıçrayışta tekrar kuru zemine

çıktı. Burada yeniden ayakları üzerinde durduğunda ilk gördüğü

yere yüzüstü serilmiş Pyzhov'un ufak gövdesiydi. Adamın yana

uzanmış kolu hala ağır silahını tutuyordu. Ensesinde yağlı kıvırcık

saçlarının arasında, koyu renkli bir sıvının aktığı siyah bir delik gö­

rünüyordu.

Zurov ıslak Fandorin'i kendine doğru çevirerek endişeyle el­

lemeye başladı:

192
Kar Kraliçesi

"Yaralanmadın değil mi? Böyle bir şeyin nasıl olabileceğini


anlayamıyorum. Une revolution dans La balistique.<"> Aslında imkan­
sız ama ..."
Halen öte dünyada olup olmadığından tam olarak emin ola­
mayan Fandorin homurdandı.
"Zurov, bu siz misiniz?"
"Siz de ne demek? Seninle kardeşliğe kadeh kaldırdığımızı sa­
nıyordum."
"Peki ama... Neden yaptınız bunu?" Fandorin yine kekeleme­
ye başlamışh. "O zaman niçin beni öldürmeye kalkıştınız, hem de
özellikle siz! Ortadan kaldırılmam bu kadar mı önemliydi? Yoksa
Azazel size bunun karşılığında ödül mü vaat etti? Haydi ateş edin
de siz de ben de kurtulayım artık! Tanrı belasını versin, bıktım
usandım bu işkencelerden, saçmalıklardan! "İrmik lapası kadar iğ­
rençsiniz hepiniz."
Bu son sözler birden ağzından dökülüvermişti. Çocukluk gün­
lerinden kalma kötü bir anının baskısıydı bu hiç kuşkusuz. Fando­
rin gömleğinin önünü açarak, haydi vur, diye bağırmak istediyse
de, Zurov, onu omuzlarından tutarak, kendine gelmesi için şiddet­
le sarstı.
"Saçmalamayı bırak artık, Fandorin! İrmik lapası mı? Azazel
mi? Önce aklını başına getirmemiz lazım." Afallamış bir ifadeyle
etrafına bakınan Fandorin'in yüzüne iki kuvvetli tokat indirdi.
"Kendine gel artık, bak hurdayım, ben Hippolyte Zurov! Bu kadar
tatsızlıktan sonra kafanın karışmış olması doğal aslında. Haydi, gel
yaslan bana!" Kolunu genç adamın omzuna doladı. "Önce seni ote­
line götüreyim. Atımı orda bıraktım." Ayağıyla Pyzhov'un cansız

<"> Balistikte devrim.

1 93 F: 13
Boris Akunin

gövdesini iteledikten sonra ekledi. ''Orda bu herife ait bir de at


arabası duruyor. Yıldırım hızıyla orda oluruz. Biraz ısınıp bir ka­

deh rom içtikten sonra bana hurda olup biteni anlatırsın."

Fandorin elinde olmadan, şiddetle Zurov'u itti. Hıçkırığını tu­


tamıyordu.
"Hayır dostum, asıl senin bana açıklayacak çok şeyin olmalı!
Hık- buraya nasıl ve -hık- nerden geldin? Ne arıyorsun hurda? Ni­

çin beni izliyorsun? Onlarla aynı safta mısın?"


Zurov düşünceli bir tavırla siyah bıyığını sıvazladı.
"Bu öyle iki kelimeyle açıklanacak kadar basit değil !"
"Peki öyleyse? Benim -hık- yeterince zamanım var. Her şeyi
öğrenmeden yerimden kıpırdamam bile! "
"İyi öyleyse! Dinle."
Ve Hippolyte anlatmaya başladı.
"Sana Amalia'nın adresini yalnızca laf olsun diye verdiğimi
düşünmüyorsun herhalde ! Hayır, Fandorin, hayır kardeşim, bunun
ardındaki psikoloji tamamen farklıydı. Senden çok hoşlandım, bu­
nu bilmelisin! Sende öyle bir şey var ki ... Bir tür çekicilik, asalet
veya öyle bir şey işte! Senin gibileri hemen tanırım. Sanki başınızın
üzerinde bir hale vardır! Ve bu haleli insanlar çok özel bireylerdir.
Kader hep onların yanındadır, sanki onları tüm tehlikelerden ko­
ruyan özel bir güçle donatılmışlardır. Kişi bu gücün çoğu kez far­
kında bile değildir. Böyle biriyle düello edemezsiniz, çünkü onun
kazanacağı bellidir. Böyle biriyle kağıt da oynanmaz; ne yaparsa­
nız yapın, kolunuzun altında sakladığınız kartlar bile olsa şans hep
onun yanındadır. Benimle düellonun şeklini değiştirip de kimin

ateş edeceğini kağıt çekerek belirleyebileceğimizi söylediğin anda


başındaki haleyi fark ettim. Senin gibi birine rastlamak kolay de­
ğil! Türkistan çöllerine gittiğimizde birliğimizde senin özelliklerine

194
Kar Kraliçesi

sahip bir üstteğmen vardı. Adamın adı Ulich'ti. En tehlikeli çatış­


malara gözünü bile kırpmadan katılır ve daima burnu bile kana­
madan gülerek geri gelirdi. İster inan ister inanma ama bir defa­
sında Khiva Han'ın adamlarının onu yaylım ateşine tuttuklarını
kendi gözlerimle gördüm. Yaralanmadı bile! Ta ki günün birinde
ekşitilmiş kımız içene kadar, işte onun sonu bu zehir oldu. Onu çö­
le gömmek zorunda kaldık. Onun neden yüce Tanrı'nın sevgili ku­
lu olduğunu, niçin bütün savaşlardan galip çıktığını hiç anlayama­
dım. İnan bana sen de öyle bir insansın, Fandorin. Tereddütsüz,
hiç uzatmadan namluyu ağzına sokup tetiği çektiğin anda senden
hoşlandım, seni sevdim kardeşim. Yalnız biliyor musun ki Fando­
rin, benim için sevgi çok zor bir duygu ! Benden daha zayıf birini
rahatça sevebilirim, ama benden daha güçlü birini delicesine kıs­
kanmadan edemiyorum. Seni de kıskandım Fandorin! Başındaki
haleyi, olağanüstü şansını kıskandım. Şuna bak: Yine suya düştün
ve nerdeyse ıslanmadan çıkacaktın. Yani ... Burnun bile kanama­
dan sapasağlam kurtuldun. Ha, ha, ha... Aslına bakılırsa çok özel
bir görüntün de yok, genç toy bfr delikanlı bir köpek yavrusu işte o
kadar!"
Fandorin o ana kadar söylenenleri dikkatle dinlemiş hatta ke­
yiften yüzüne renk bile gelmişti. Titremesi geçmişti. Ama "köpek
yavrusu" sözcüğüyle beraber yeniden sinirlenerek kaşları çatıldı ve
öfkeyle iki kez hıçkırdı.
"Hemen alınma! Bunu söylerken en ufak bir kötü niyetim bile
yok," diyen Zurov sevgiyle arkadaşının omzuna vurdu. "Neyse o
anda yalnızca bir tek şey düşündüm: Seni karşıma kader özel ola­
rak çıkarmıştı. Böyle birine Amalia hiç kuşkusuz kancayı takacak,
diye düşündüm. Yalnızca bir kez karşısına çıkman aklını takması

1 95
Boris Akunin

için yeterli olacak ve bu da onun sonunu hazırlayacaktı. Böylece


ben de onun şeytani etkisinden ebediyen kurtulmuş olacaktım. Be­

ni rahat bırakacak, işkence etmekten vazgeçecekti. Boynuna ip

bağlanıp sokaklarda dolaştırdığı bir ayı olmaktan kurtulacaktım.

Bu çaylağı pençelerinin arasına alsın, eski Mısır işkencelerini ona


uygulasın diye düşündüm ve ipleri senin eline verdim. Ama bu ara­

da senin ipleri hiçbir zaman gevşek bırakmayacağını da çok iyi bili­


yordum ... Haydi şu pelerine sarıl ve bir yudum içki iç. Hıçkırığın
ancak böyle geçer."
Fandorin dişleri birbirine çarparak kendine uzatılan matara­
nın dibinde kalmış az miktardaki romu içti. Bu arada Zurov özenle
içi pembe saten astarlı siyah pelerinini genç adamın sırtına koydu.

Sonra da Pyzhov'un cesedini ayağıyla iteleyerek rıhtımın kenarına


kadar sürükledi ve suya attı. Sudaki bir hışırtı ve kıpırdanmadan
sonra elçilik yazmanından geriye yalnızca taşlar üzerindeki koyu
renk bir leke kalmıştı.
'Tanrı günahlarını affetsin ... Bay ... Her neyse, önemli değil,
ebedi huzura kavuştu nasıl olsa!" Zurov homurdandı.
"Py-Pyzhov!" Erast Fandorin tekrar hıçkırmaya başlamıştı. Rom
dişlerinin zangırdamasını geçirmişti, ancak hıçkırığı halen sürüyor­
du. "Porfırii Martynovich Pyzhov."
.

"Boş ver, önemli değil. Nasıl olsa hatırlamam!" Zurov kayıt­


sızlıkla omuzlarını silkti. "Cehenneme kadar yolu var. İşe yaramaz
herifin tekiydi ! Savunmasız birine silah çekmek! İğrenç ... aşağılık!
Bilmem farkında mısın ama seni öldürecekti, Fandorin! Hayatını
kurtardığımı anlamıyor musun?"
"Farkındayım. Haydi anlatmaya devam et!"
"Sonrası mı, ondan sonra olaylar çorap söküğü gibi gelişti. Sa­
na adresi verdikten sonra ertesi sabah kendimi öylesine kötü his-

1 96
Kar Kraliçesi

settim ki anlatamam. Tam anlamıyla bunalıma girmiştim. Sabahla­

ra kadar içtim, fahişelere gittim, kumar masasında elli bin bırak­

tım. Ama hiçbir şeyin faydası yoktu, huzursuzluğum giderek artı­


yordu. Ne uyuyabiliyor, ne de yemek yiyebiliyordum. İçki dersen,

evet o vardı. Sizin ikinizin görüntüsü bir türlü gözlerimin önünden

gitmiyordu, kucaklaştığınızı, gülüştüğünüzü, kim bilir belki de be­

nimle ilgili olarak şakalaştığınızı, benimle alay ettiğinizi düşünü­


yordum. Ya da belki benim adımı bile anmıyordunuz, işte bu beni
çok daha fazla çıldırtıyordu. Düşündükçe deliriyor, çözümü ka­
dehlerde arıyordum. Bu tam on gün sürdü. Aklımı kaçırmak üze­
reydim. Uşağım Jean'ı anımsıyorsun, değil mi? Şu anda hastane­
de! Beni uyarmaya çalıştı, benim için endişelendiğini belirtmek is­
tedi; kendimi kaybedip burnunu dağıttığım gibi iki de kaburga ke­
miğini kırmışım. Yaptıklarımdan pişman olmuştum, ama ne fay­
da ... Bir şeyler yapma ateşiyle yanıp tutuşuyordum. On birinci gün­
de kendimi toparladım. Yeter bu ıstırap dedim kendi kendime,
oraya gidip ikisini de öldüreceğim, sonra da kendimi vururum olur
biter. Hiçbir şey o anda yaşadıklarımdan kötü olamazdı. Kıta Av­
rupası'nı nasıl geçtiğimi sorma bana, farkında bile değilim. Kibrit
çakılsa alev alacak kadar sarhoştum. Karakunım devesi gibi içmiş­
tim. Almanya'yı trenle geçerken iki Prusyalıyı dövüp trenden atmış
olmalıyım, ama bu olayı da pek anımsamıyorum. Hayal etmiş de
olabilirim. Ancak Londra'ya ulaşınca tekrar kendimi toplamayı ba­

şardım. Doğruca otele gittim. Tabi kimse yoktu, ne sen ne de o.


Aslında otel çok basit bir yer. Amalia'run arda kalması düşünüle­
mezdi bile! Resepsiyondaki herifse su katılmamış aptalın teki, bir

kelime bile Rusça bilmiyor, benimse İngilizce olarak tek söyleye­


bildiğim: ' a bottle of whisky' ve 'move your ass'. Bunları da bir bah­
riye astsubayından öğrenmiştim, 'bir şişe viski ver, çabuk ol' gibi

197
Boris Akunin

bir anlama geliyorlarmış. Neyse, resepsiyondaki adama 'Miss 01-

sen 'i sorduğumda aptal aptal başını sallayarak, başparmağıyla om­

zundan arkayı gösterdi. Sanırım gitti, nereye gittiğini de bilmiyo­

rum demek istiyordu. Bu kez hedefi sana yönelttim. 'Fandorin ! '

dedim. 'Haydi, çabuk! ' Gözlerini faltaşı gibi açıp bana bakmaya

başladı. Sanının bu isim İngilizcede başka tuhaf bir anlama geli­

yor. Neyse, bu sersemden daha fazla bilgi alamayacağım belliydi.

Artık tek çarem vardı, o da bu pire yuvasına yerleşip beklemekti.

Öyle de yaptım. Her gün aynı hikaye. Sabah erkenden adama so­
ruyordum: 'Fandorin?' O ise tebessümle eğilip, yanıtlıyordu: 'Mor­

ning, sir.'<"> Bu henüz gelmedi anlamına geliyor olmalıydı. Ardın­

dan ben de otelin tam karşısındaki meyhanedeki gözetleme yerime

geçiyor ve beklemeye başlıyordum. İğrenç, sıkıcı bir yer orası, her

taraf gangster kılıklı adamlarla dolu; ama iki kelimelik İngilizce


bilgim burada işime yaramadı diyemem. 'A bottle of whisky ve

move your ass' işi epeyce çözdü. Meyhaneci önceleri gözünü bir an

olsun üzerimden ayırmıyordu, ama sonradan o da alıştı. Hatta be­


ni bir akrabasını görmüşçesine içtenlikle selamlamaya başladı.

Adamın benim yüzümden işlerinin canlandığını bile söyleyebili­

rim: Bir sürü herif kadehleri birbiri ardından nasıl boşalttığımı sey­

re geliyorlardı. Yaklaşmaktan korkuyorlar, belirli bir mesafeden

hayranlıkla bakıyorlardı. Bu arada yeni birkaç kelime daha öğren­

dim: 'djin' bu bir tür votka; 'ram' bu da rom; 'brendy' bu da bir tür

konyak demek. Her neyse arda oturup içmekten, umutsuzca bek­

lemekten artık bayılacak noktalara gelmekteydim ki dördüncü gü­

nün akşamı sen çıkageldin. Siyah cilalı bir saltanat arabasından ini­

şinle, bıyığınla, şık kıyafetinle tam bir züppeydin. Bu arada bıyığı-

<"> Günaydın bayım.


Kar Kraliçesi

na yazık olmuş, keşke kesmeseydin, sana çok yakışmıştı. Hah, diye


düşündüm o ilk anda, şimdi o da avucunu yalayacak! 'Miss Olsen'
yerine havasını alacak. Ama sen bankodaki herifi çok daha farklı
şekilde öttürmeyi başardın, artık benim için yapılacak en iyi şey sı­
ğınağımda oturup beklemekti. Er geç beni ona götüreceğini bili­
yordum. Önemli olan seni gözden kaçırmamaktı, kozumuzu daha
sonra paylaşabilirdik. Yollarda arkandan tam bir dedektif gibi her
hareketini izledim. Sonra arabacıyla anlaştığını gördüm. Tabi he­
men bunun için de tedbir aldım. Ahırdan atımı çıkarıp nallarını
otelin havlularıyla sardım. Böylece seni takip etmem gerekirse
duymamam sağlayacaktım. Çeçenler de savaşta hücuma geçerken
bu yöntemi uygularlar. Tabi otel havlusuyla değil, herhangi bir
bezle sararlar... Neyse..."
Erast Fandorin bir önceki geceyi anımsadı. Morbid'i gözden
kaçırmamak için bir kez olsun arkasına dönüp bakmamıştı. Üstelik
şimdi ava giderken avlanmış olduğu ortaya çıkıyordu.
"Onun penceresine tırmandığını gördüğümde ise patlamak
üzere bir volkandan farksız hissettim kendimi. Hırstan elimi ısırıp,
kanatmışım. Şuna baksana!"
Bakımlı, güçlü elini Fandorin'in gözlerine doğru uzattı. Ger­
çekten de başparmağı ile işaret parmağı arasında yarım ay şeklin­
de bir diş izi hemen dikkat çekiyordu.
"Demek üç kişinin birden hayata elveda diyeceği yer burası
diye düşünüyordum: Biri cennete (bu sendin!) ikisi de cehenneme!
Pencerenin dışında epeyce oyalandın, içeri girecek cesareti bulana
kadar. Tabi umudumu tam olarak yitirmiş de değildim: Kim bilir
belki de seni kapı dışarı atardı! Bu tür zorlamalardan hoşlanmadı­
ğını çok iyi biliyordum. Çevresindekilerin onun emirlerini yerine
getirmesine alışıktı, farklı bir durumu kabullenemezdi. Aşağıda

1 99
Boris Akunin

bekliyor, heyecandan dizlerim titriyordu. Birden ışıklar söndü ve


silah sesi duyuldu. Tamam, diye düşündüm, Kleopatra, kalın kafa­
lıyı öte tarafa postaladı. Kötü bir şans, kötü bir son! Birden içimde
tarifi olanaksız bir sızı hissettim, kardeşim, sanki o ateş sesiyle bu
dünyada yapayalnız kalmıştım ve bu benim hatamdı ... Artık yaşa­
mamın hiçbir anlamı yoktu. Onun sonunun kötü olacağını zaten
biliyordum hatta onu kendi ellerimle öldürmeyi bile istemiştim
ama yine de ... Kaçarken beni gördün, değil mi? Orda donup kal­
mıştım, sana seslenip durdurmayı bile. akıl edemedim. Hayal ale­
minde gibi hissediyordum kendimi ... Daha sonra olanlar ise akıl
alır gibi değil, tuhaflıklar tuhaflıkları izledi. İlk olarak Amalia'nın
ölmediği ortaya çıktı. Karanlıkta hedefi şaşırmış olmalısın. Öylesi­
ne canhıraş bağırıp uşaklarını çağırdı ki evin duvarları bile sesin
şiddetinden sallanmaya başladı diyebilirim. İngilizce birtakım
emirler veriyordu. İtaatkar uşakları bahçede heyecan içinde koşu­
şuyor, aranıyorlardı. Bu arada ben de bir çalılığın içine gizlendim.
Çıldırmış gibiydim, kafamdan en olmadık düşünceler geçiyordu.
Kozların ileri sürüldüğü bir oyunda dışlandığımı hissediyordum.
Herkes kendi kozunu oynuyor, bense kenarda pas deyip oturmak
durumunda kalıyordum. Hayır bu böyle süremezdi. Ben bu du­
rumda olmayı kabullenemezdim. Zurov hiçbir zaman ikinci planda
kalmazdı, olayların içinde olmalıydı. Bahçenin köşesinde iki köpek
kulübesi büyüklüğünde kapatılmış bir nöbetçi kulübesi vardı.
Onun tahtalarından birini söküp içine saklandım. Bu tür bir şeyi
ilk kez yapmıyordum. Olayları izleyecektim, her sese kulak kesil­
miş, en ufak olayı bile gözden kaçırmamaya gayret ediyordum.
Tam pusuya yatmış bir kaplan gibi! Ne tantana kopardıklarını bir
bilsen. Sanki genel teftişten geçecek bir birlik gibi! Uşaklar eve gi­
riyor, çıkıyor, Amalia emirler yağdırmaya bir an olsun ara vermi-

200
Kar Kraliçesi

yor, postacılar durmadan telgraf getiriyordu. Sevgili Erasmus bu


kadar kıyamet kopartacak ne yapmış olabilir diye düşünüyordum.
Ne cesaret, efendi bir adama benziyordu ama? ... Gerçekten ne

yaptın ona? Nasırına mı basbn? Gerçi nasırı olduğunu da sanmı­


yorum ama ... Neyse haydi anlat! Bana güvenebilirsin."
Fandorin elini salladı. Sen anlatmaya devam et, bunca tatsız

olaydan sonra henüz kafamı toplayamadım anlamında bir hareket­


ti bu.
"Neyse, an kovanına sopayı sokmuştun bir defa! Dostun,
'Tanrı günahlarını affetsin'." Zurov, Pyzhov'un ebedi uykuya daldı­
ğı nehri işaret etti. "O gün evi tam iki kez ziyaret etti. İkincisi akşa­
ma doğruydu ... "

"Ne yani bütün gün bütün gece o kulübede mi oturdun?" Fan­


dorin şaşırmıştı. "Yemeden içmeden .. "
" İçecek bir şey olunca yemek yemeden çok uzun süre dayana­
biliyorum. İçeceğe gelince o konuda tedarikliydim." Cebindeki
mataraya vurarak gülümsedi. "Tabi çok idareli davranmam gerek­
ti. Saatte yalnızca iki yudumla yetindim. Hiç kolay değildi, ama Kı­
nın Savaşı'nda Mohram Kuşatması sırasında yaşadıklarımın yanın­
da bu hiç sayılırdı. Sana daha sonra o günleri de anlatırım. Birkaç
kez ayaklarımı biraz hareket ettirebilmek ve atıma bakmak için or­
dan gizlice çıktım. Onu komşu evin çitine bağlamıştım. Biraz ot
toplayıp yedirdim, onunla biraz konuşup can sıkıntısından hırçın­
laşmasını engelledim. Bizde olsa böyle sahipsiz başıboş bir atı he­
men götürürler, ama sanırım hurda insanların kafaları biraz geç
çalışıyor. Harekete geçmeleri için epey zaman geçmesi gerekiyor.

Daha sonra tekrar inime dönerek pusuya yattım. Ata bakmakla

çok doğru yapmışım, o gece çok işime yaradı. Akşam, 'Tanrı gü­
nahlarını affetsin' ... " Zurov tekrar nehre baktı. " ...dostun ikinci kez

201
Boris Akunin

geldikten sonra düşmanların savaş durumu aldılar. Sahneyi gözün­


de canlandırmaya çalış! En önde iki arabacının sürdüğü arabada
dişi bir Bonapart, yani Amalia! Hemen arkasındaki tek atlı araba­
da Tann günahlannı affetsin ve arkasındaki açık arabada iki uşak.
Ve biraz geride, gecenin karanlığına saklanmış bir halde atının
üzerinde bir Denis Davidov,ı·ı yani ben. Geceyi yaran dört haya­
let!"
Hippolyte bir kahkaha atarak, bir an için nehrin üzerinde
doğmakta olan güneşi haber veren kırmızı şeride baktı. "Ligov­
ka'dan da beter, iğrenç yıkık dökük, pis bir bölgede durdular. Bu­
rası tam bir batakhane sokağıydı. 'Tanrı günahlarını affetsin.'
Amalia'nın arabasına geçti. Savaş talimatım almak için olsa gerek!
Bu arada ben de atımı bağlayıp gözetlemeyi sürdürdüm. Bizim
'Tanrı günahlarını affetsin' kapısında tabela olan bir eve girip ya­
rım saat kadar kaldı. Bu arada hava da iyice bozmuştu. Fırtına çık­
mış, bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Sırılsıkla1!1 olma­
ma rağmen meraktan yerimden ayrılamadım ve gözetlemeyi sür­
dürdüm. Bir süre sonra bizim mevta geri dönerek yeniden Ama­
lia'nın arabasına bindi. Yeni bir durum değerlendirmesi ! Bu arada
artık dayanamayacak kadar ıslanmıştım, üstelik mataram da boşal­
mıştı. Karşılarına çıkıp tam bu haydut ordusunun haddini bildir­
meyi, Amalia'dan olan bitenin hesabını sormayı düşünmeye başla­
mıştım ki, en öndeki arabanın kapısı açıldı. Öyle bir şey gördüm ki
umarım bir daha yaşam boyu böyle bir şeyle karşılaşmam ... Tanrı
korusun... "

"Bir hayalet!" diye mırıldandı Fandorin. " Işıyan bir hayalet!"

t'> Denis Davidov (1784-1835) ünlü bir Rus piri ve 1812 Napolyon savaştan kahra­
manı. S\ıvari üniforması ile betimlenen çok sayıda tablosu vardır.

202
Kar Kraliçesi

"Tam üstüne bastın! Bırr! Korkudan tüylerim diken diken ol­


muştu. İlk anda bunun Amalia olduğunu anlayamadım. Neden son­
ra... Neyse, olaylar yeniden ilginçleşiyordu. Önce aynı eve girdi, son­
ra çıkıp bitişik evin avlusuna geçti, sonra yeniden aynı eve döndü.
Peşinde de uşakları vardı. Bir süre sonra da evden sırtlarında çuval
içindeki biriyle çıktılar. Taşıdıklarının sen olduğunu çok sonra anla­
yabildim. Daha sonra Amalia ve 'Tanrı günahlarım affetsin' dostu­
muz aynı arabaya bindiler, tek kişilik araba ise boş olarak onları izle­
di. İki uşak ise çuvalla birlikte tam ters yöne ayrıldılar. Çuvaldan ba­
na ne, Amalia'yı bulaştığı bu pislikten kurtarmalıyım, diye düşünü­
yordum o anda. Onların arkasına düştüm, tırısta ilerledim. Tap-tap,
tap-tap, tap-tap. Çok gitmeden yeniden durdular. Ben de durdum ve
kişnememesi için atıma gem vurdum. O anda 'Tanrı günahlarım af­
fetsin' arabadan inerek anlaşılır bir tonda Amalia'ya seslendi. (Gece
o kadar sessizdi ki her söylenen çok iyi duyuluyordu.) 'Hayır, tatlım,
bence bir kez daha kontrolde yarar var. İçimde tuhaf bir his var. He­
rifteki şans inanılmaz, hep dörtayak üstü düşüyor. Bakarsın yine sı­
yırmanın yolunu bulur! Neyse beni ararsan nerde bulacağım biliyor­
sun. 'Tabi önce yine kıskançlıktan kavruldum -tatlım rm- bu moruk
nasıl konuşuyordu öyle? Sonra birden kafamda bir ışık yandı. Bahse­
dilen sevgili dostum, kardeşim Erasmus olabilir miydi?" Zurov bu
buluşundan duyduğu kıvancın etkisiyle gururlu bir ifadeyle başını
salladı. "Sonrasını da çabucak anlatayım. Arabacı boş arabadan tek­
rar Amalia'nın arabasına geçti. Adam da kendininkine! Ben de 'Tan­
n günahlarını affetsin' dostumuzun peşine takıldım. Burda deponun
köşesine saklanmış, onu bu kadar zıvanadan çıkaracak ne yaptığım
anlamaya çalışıyordum. Ama siz ikiniz o kadar kısık sesle konuşuyor­
dunuz ki hiçbir şey duyulmuyordu. Aslında ateş etmek gibi bir niye­
tim de yoktu. Üstelik nişan alabilmek için de çok karanlıktı. Ama

203
Boris Akunin

sonra seni vurmak istediğini fark ettim. Bunu, onun yalnızca arkasını
gördüğüm halde anladım. Bu konuda sezgilerim mükemmeldir. Ve
tereddütsüz tetiğe bastım. Nasıl atıştı ama! Beş kopekliklerle yaptı­
ğım atış talimleri işe yaramış, değil mi? Kırk adımdan hem de bu
ışıkta, tam kafasına!"
"Kırk mı, kim bilir belki..." diyen Fandorin'in kafası o anda
çok başka yerlerdeydi.
"Bana inanmıyor musun?" Zurov heyecanlanmıştı. "İstersen
sayabilirsin."
Adımlarını belki biraz kısa tutmak suretiyle tam saymaya baş-
lamıştı ki Fandorin onu bundan alıkoydu.
"Hayrola nereye gidiyorsun?"
Zurov şaşırmış ama bir o kadar da neşelenmişti.
"Nereye mi? Önce seni yeniden adam haline getirelim, bu
arada sen de bana burda neler döndüğünü anlatıver. Kahvaltıdan
sonra da doğruca Amalia'ya gideceğim. O yılanı bir kurşunda te­
mizlemeyi düşünüyorum, ama belki de kaçırır, bir daha zehrini
akıtamayacağı bir yerlere götürürüm. Bu arada söyle bana, benim
tarafımda mısın, yoksa rakip miyiz?"
"Hımmm, konu şu ... " Fandorin alnını kırıştırıp kaşlarını çattı
ve yorgunluktan kapanan gözlerini ovuşturarak açıklamaya çalıştı.
"Desteğe ihtiyacım yok, bu bir. Sana hiçbir şeyi açıklama niyetinde
değilim, bu iki. Amalia'yı temizleme fikrin hiç fena değil, ama seni
faka bastırabilir, bu üç. Rakibin olduğumu ise hiç düşünme bile!
Bu kadın yalnızca midemi bulandırıyor, bu da dört!"
"Aslında onu vurup bu dünyayı temizlemek en iyisi!" Zurov
düşüncelerine dalmıştı. "Elveda Erasmus! Tanrı bilir, belki bir gün
yine karşılaşırız!"

204
Kar Kraliçesi

Olaylarla ve şoklarla dopdolu geceden sonra gelen gün her ne


kadar hareketli olsa da Fandorin kendini paramparça, bir türlü ya­
pıştırılamayan parçalardan oluşmuşçasına darmadağın, perişan
hissediyordu. Son derece dengeli, kabul edilebilir yorumlar yaptı­
ğını, mantıklı kararlar aldığını düşünüyorsa da olaylar onun istemi
dışında çorap söküğü gibi birbirini izliyor, planlanandan çok farklı
gelişiyordu. Temmuz ayının bu son günü kahramanımızın anıların­
da, aralan açıklanmayan boşluklarla dolu parlak sahnelerin birbi­
rini izlediği bir süreç olarak kalacaktı.

örneğin, Thames Nehri kıyısında, rıhtımlar üzerindeki o sa­


bah! Fırtına sonrası, temiz güneşli ılık bir hava vardı. Fandorin
doklardan birinin çinko çatısı üzerinde iç çamaşırlarıyla oturmuş,
ıslak giysilerini kurumaları için yanına yaymıştı. Çizmelerinden bi­
rinde büyükçe bir yırtık vardı. Paralarını ve oldukça yıpranmış pa­
saportunu da kurutmak üzere yanına sermişti. Fandorin sudan iki
kez sağ olarak çıkmayı başarmış biri olarak düşüncelere dalmıştı.
Daima aynı sonuca götüren, karmaşık ve bir sonuca ulaşmayan dü­
şüncelere...
Öldüğümü düşünüyorlar, ama ben yaşıyorum, bu bir. Artık kim­
senin onlardan ve yaptıklanndan haberdar olmadığını sanıyorlar, bu
iki. Evrak çantasını elimden aldılar, bu üç. Olanlara kimse inanma­
yacaktır, bu dört. Anlatsam büyük olasılıkla beni tımarhaneye kapar­
lar, bu beş...
Hayır, olmadı, mantık silsilesini yeniden kurmalıyım. Yaşadığı­
mı bilmiyorlar, bu bir. Beni aramayacak/an kesin, bu iki. Pyzhov 'un
yokluğunu fark etmeleri biraz zaman alacak, bu üç. Bu arada elçiliğe
gidip şefe şifreli bir mesaj geçilebilir, bu dört...

205
Boris Akunin

Hayır. Asla ve asla elçilikte görünemem. Ordaki köstebek sayısı


pekfılti birden fazla olabilir. Pyzhov dışında bir muhbir varsa Ama­
lia ya hemen haber gider ve her şey yeniden başlar. Bu hikfıyeden
kimsenin haberi olmamalı. Tabi şef dışında! Telgraf çekmek de yan­
lış. Telgrafı ahnca Avrupa 'da gördüklerimin etkisiyle aklımı kaçırmış
olduğumu düşünebilir. Moskova 'ya mektup göndermeyi denesem?
Bunu yapabilirim ama mektubun ulaşması çok uzun sürer...
Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım....
Avrupa takvimine göre bugün haziranın son günü. Amalia hiç
kuşkusuz bugün haziran tutanağl,nı kapatıp St. Petersburg'taki Nicholas
Croog'a şişkin bir zarf gönderecek. İlk olarak hiç kuşkusuz tam yetkili
konsey müşaviri hayatını kaybedecek; dürüst bir memur, üç çocuk ba­
bası saygın bir kişi. St. Petersburg civannda yaşıyor nasıl olsa, ona he­
men ulaşıp boğazlayacak/an kesin! Aslında olay çok tuhaf St. Peters­
burg'tan biri onay için Londra 'ya yazıyor, ancak yanıt yine St. Peters­
burg'tan ahnıyor. Suikastin gizliliği, açısından buna gerek görüyor olma­
lılar. Gizli örgütün dış organlan merkezin yerini bilmemeli. Yoksa mer­
kez de bir Avrupa ülkesinden diğerine yer mi deği,ştiriyor? Bugün St. Pe­
tersburg'ta, yann kim bilir nerde? Belki de merkez örgüt diye bir şey yok,
her şey bir tek kişinin, bir liderin başının altından çıkıyor? Lider de bu
Croog? Ama bu çok basit bir çözüm! Her neyse, ne olursa olsun mektu­
bun Croog'un eline geçmesi engellenmeli!
Peki ama, bir mektup engellenebilir mi?
Hayır. Bu tamamen imkansız!
Dur... Bir dakika. Onu engelleyemem ama pekfılfı önüne geçebi­
lirim. Ondan önce oraya ulaşabilirim. Acaba hurdan St. Petersburg'a
posta kaç günde gidiyor?

206
Kar Kraliçesi

Bundan sonraki sahne birkaç saat sonra Londra Merkez Pos­


tanesi'nin müdürünün odasında gerçekleşti. Fandorin kendini bir
Rus prensi olarak tanıtmıştı, gururu okşanan müdür büyük bir
zevkle hitaplarında "Prensim" veya "Saygıdeğer Efendimiz" ifade­
lerini kullanarak bir asille konuşmaktan duyduğu zevki göstermek­
ten kaçınmıyordu. Fandorin bu arada sabaha uygun tek sıra düğ­
meli bir takım giymiş, eline ise -onsuz bir prensin asla düşünüle­
meyeceği türden- ince işlemeli bir baston almıştı.
"Çok üzgünüm prensim, ama bahsi kaybedeceğinizden emi­
nim." Posta müdürü çok şaşırmış görünen Rusa üçüncü defadır
açıklamaya çalışıyordu. "Ülkeniz de önceki yıl kurulan ve üç yüz
elli milyondan fazla insanı kapsayan yirm iki ülkenin oluşturduğu
posta birliğinin içinde ! Tüm bu birlik üyeleri arasında aynı tarife­
ler ve kurallar geçerli. Eğer bir mektup bugün, 30 Haziran'da
Londra'dan acele posta servisiyle gönderilirse, ondan önce ülkeni­
ze ulaşmanız olanaksız. Tam altı gün sonra, yani 6 Temmuz'da St.
Petersburg postanesine ulaşacaktır. Aslında 6'sı demek yanlış ... Si­
zin takviminize göre altısı hangi gün oluyordu?"
"Onun ulaşıp da benim ulaşamayacağımdan nasıl emin olabi­
liyorsunuz?" Prens şaşkınlığını ifade ederek adamı biraz daha kış­
kırtmak istemişti. "Mektup uçarak gitmeyecek ya!"
Müdür aynı bilgiç ifadeyle açıklamaları sürdürdü.
"Acele damgası olan mektupların en ufak bir aksamaya uğra­
madan gönderildiklerinden emin olabilirsiniz, ekselansları. Diye­
lim ki Waterloo istasyonundan bahse konu mektupla aynı trene
bindiniz. Dover'i aynı araçla geçip Paris'te 'Gare du Nord'a aynı
anda ulaşırsınız."
"öyleyse? Sorun ne?"

207
Boris Akunin

Posta müdürü sevinçle haklılığını kanıtlama çabasını sürdür­


dü: "Sorun acele postanın hızına ulaşılmasının olanaksız olması.
Paris'te tren değiştirip Berlin'e giden trene binmek zorundasınız.
Bunun için bilet almanız gerekli, çünkü ayırtmak için gerekli za­
manı geçirmiş durumdasınız. Ayrıca bir istasyondan diğerine tüm
şehir merkezini geçerek götürecek bir fayton bulmanız gerekli.
Orda da beklemeniz gerekecek, çünkü Paris'ten Berlin'e günde
yalnızca bir tek tren var. Bu arada acele mektubumuza dönersek,
acele posta özel bir araçla raylı sistemden diğer istasyona geçirile­
rek, doğuya giden ilk trene bindirilecektir. Tabi bunun yolcu treni
olması da gerekli değil, yalnızca posta katarı olan bir yük treni ol­
ması da yeterli."
Fandorin heyecanla açıkladı.
"Ama ben de aynı şekilde gidebilirim."
Posta servisinin üst kademedeki yöneticisinin yanıtı oldukça
sertti.
"Belki bu sizde, Rusya'da mümkündür, ama Avrupa'da olma­
dığından emin olabilirsiniz. Aslında Fransa'da da rüşvetle bir ölçü­
ye kadar bazı şeylerin çözülebildiği söyleniyor ama Berlin'de başa­
rısız olacağınız kesin! Almanya'da demiryolu ve posta görevlileri­
ne rüşvet verilmesinin olanaksızlığı herkesçe bilinmekte."
"O zaman her şey boş!" diyen Fandorin şans eseri bunu Rusça
söylemişti.
"Pardon, anlayamadım."
"Yani sizce bahsi kazanmam olanaksız, bunu anlıyorum. Ya­
nılmıyorum, değil mi?" Hayal kırıklığı içinde yanıt veren "prens"
tekrar İ ngilizce konuşmaya başlamıştı.
"Mektup kaçta postaya verildi demiştiniz? Aslında bunun pek
bir önemi yok. Burdan doğruca istasyona koşsanız bile geç olur."
Posta müdürünün bu sözleri Rus asilde olağanüstü bir etki
yapmıştı.

208
Kar Kraliçesi

"Saat kaçta mı dediniz? İşte asıl konu bu! Morbid mektupları


bu akşam onda alacak. Hepsi elden geçirilecek. .. Ayrıca şifrelene­
cek! Bu kadar bilgiyi şifrelemeden yollayamaz ya! Şifrelemek zo­
runda, bu kesin. Demek ki mektup en erken yarın sabah postaya
verilebilir. Ve altısında değil, ancak yedisinde ulaşabilir. Bizim
takvimimize göre yirmi beş haziranda. Böylece tam bir gün kazan­
mış oluyorum."
"Ekselansları, maalesef söylediklerinizin tek kelimesini bile
anlayamadım."
Posta müdürü şaşkınlığını belirtircesine kollarını kaldırdı. Bu
arada Fandorin çoktan dışan çıkmış, kapıyı arkasından kapatmıştı
bile.
"Ekselansları, bastonunuz!" diye seslendi adam arkasından.
"Ah bu Rus asilleri!"

Sonunda bu zor, sisli ve bir o kadar da önemli günün akşamı


oldu: English Channel kıyılan. Denizin üzerinde günün son kızıllı­
ğının yansımaları. The Duke of Gloucester feribotu Dunkirk'e doğ­
ru hareket etmek için çıpalarını toplarken Fandorin güvertede, ka­
reli elbisesi, siperlikli kasketi ve peleriniyle duruyordu. Arabalı va­
purun yavaş ama çok yavaş Fransa sahiline doğru yol almasını en­
dişeyle izledi.
''Umarım mektubu yarın postaya verir," diye fısıldıyordu ken­
di kendine. "Umanın bekler ... "

209 F: 1 4
Boris Akunin

O N Ü Ç Ü N C Ü B Ö LÜ M
25 Haziran 'ın olayları anlatılıyor

Sıcak güneş ışığı St. Petersburg postanesinin girişini albn renkli


karelere boyamıştı. Akşama doğru bu karelerden biri uz.ayarak nere­
deyse bir dikdörtgen şekli almış ve "gelen posta" yazılı bir bankoyu
iyice ısıtmıştı. Atmosfer boğucu ve uyku getiriciydi. Uçan sinek bile

uyuşuktu; bankonun arkasındaki memur tembelce elini sallayarak


hayvanı kovaladı. Tann'ya şükür müşteri akımı son bulmuştu. Yal­
nızca bir yarım saat daha dayanmaları yeterliydi; sonra postanenin
kapılan kapanacak, gelen evrak defteri teslim edilecek ve eve gidile­
cekti. Bankonun gerisindeki memur -onu adıyla tanımamızda hiçbir

sakınca yok: Kondratii Kondratievich Shtukin henüz on yedi yaşında


olmasına rağmen postacılıktan daha yüksek kadrolu bir postane me­
murluğuna atanmıştı- Pyrvu adında, Finli kırk beş yaşlarında bir ka­
dının ismini komik bularak biraz da alaycı bir neşeyle paketini teslim

ettikten sonra, İngilizin hala aynı yerde oturup oturmadığını kontrol


etti.
Gerçekten de oradaydı. Kıpırdamamıştı bile. İlginç insanlardı
bu İ ngilizler! Adam sabahın erken saatinde daha postane açılırken

gelmiş, elinde gazetesi bankonun yanındaki banka oturmuş, bütün


gün yemeden, içmeden hatta normal gereksinimi karşılamak için
bile yerinden ayrılmadan orada öylece oturmuştu. Sabırlı adamdı

doğrusu! Oturduğu yere kök salmış gibiydi. Herhalde biri onunla

210
Kar Kraliçesi

burada buluşmak için söz vermiş, ama gelmemişti. Burada bunlar


günlük olağan olaylardı. Ancak İngilizler gibi disiplinli ve dakik in­
sanlar için böyle bir şey düşünülemezdi bile. Özellikle yabancı gö­
rünümlü biri bankoya yaklaştığında İngiliz belirgin şekilde heye­
canlanıyor, mavi gözleri faltaşı gibi açılıyordu. Ama hiçbiri bekle­
diği kişi değildi. Onun yerinde bir Rus olsa çoktan sinirlenmiş, el
kol işaretleriyle söylenmeye hatta belki de küfretmeye başlamıştı.
İngiliz ise gün boyu bir kez olsun soğukkanlılığını bozmadan Times
gazetesini okumayı sürdürmüştü.
Kim bilir belki de adam nereye gideceğini bilmiyordu. Doğru­
dan istasyondan buraya geldiği belliydi. (Kareli seyahat elbisesi ve
çantası bunun kanıtıydı.) Belki de buradan alınmayı bekliyordu.
Ama kimse gelmemişti işte. Daha başka ne yapabilirdi ki? Öğlen
yemeğinden dönüşünde Kondratii Shtukin adama acımış, müstah­
demlerden Trifon'u ona göndererek herhangi bir konuda yardım
isteyip istemediğini sordurmuştu. Kareli elbiseli adam bunun kar­
şılığında yalnızca öfkeyle başını sallamakla yetinmiş ve Trifon'a bir
yirmi kopek vererek başından uzaklaştırmıştı. Bu beni rahat bırak
anlamına geliyor olmalıydı. Nasıl isterse...
Bu arada üstü başı dağınık, arabacı olduğu anlaşılan bir adam
bankoya yanaştı. Buruşuk bir pasaport uzatarak sordu. "Buraya
bakar mısınız, Nikola Mitrofanich Krug adına gelen bir şey var
mı?"
Kondratii Shtukin pasaportu alıp ciddi ve sert bir ifadeyle sor­
du. "Beklediğiniz mektup nerden gelecekti?"
Yanıt gerçekten şaşırtıcıydı. "İngiltere'den, Londra'dan."
Gerçekten de Londra'dan gelmiş bir mektup vardı ama "K"
harfine değil, Latinceye uygun şekilde "C" harfine yerleştirilmişti.

211
Boı·is Akunin

Sorulana bak: Bay Nicholas Croog! Böyle bir posta bankosunda

insan nelere tanık olabiliyordu.

Shtukin kuşkudan çok meraktan sordu. "Bu gerçekten sen mi-

sin?"

"Hiç kuşkun olmasın." Kaba bir sesle posta memurunun soru­

sunu yanıtlayan adam bir an sonra pençeyi andıran büyük elini

banko penceresinden içeri uzatarak, acele posta damgalı kalın sarı

zarfı kapmıştı bile.

· Kondratii Shtukin evrak teslim defterini uzattı.

"İmza atabilecek misin?"

"Senden daha iyisini!" diye yanıtlayan adam, posta alındı yazı­

sının olduğu yere bir paraf attı.

Shutin bu sevimsiz müşterinin arkasından öfkeyle baktı. Son­

ra o gün için alışkanlık olduğu şekilde tekrar İngilizin beklediği

köşeye döndü, ama adam gitmişti. Beklemenin gereksizliğini anla­

mış olmalıydı.

Erast Fandorin caddeye çıktığında heyecandan kalbi duracak

gibiydi. Sabırsızlık içinde arabacının dışarı çıkmasını bekledi. De­

mek "Nicholas Croog" buydu ! Ne adamdı ama! Olay gittikçe kar­

maşıklaşıyor, gizemli bir hal alıyordu. Neyse altı gün içinde Avru­

pa'yı baştan başa geçmesi boşa gitmemişti! Fandorin mektubun

önüne geçmiş ve onu yakalamıştı. Artık şefe sunulabilecek bir deli­

li vardı. Tabi bu Croog denilen herif elinden kaçmayı başarmazsa!

Kapının önündeki bütün bir gün için kiralanmış olan arabacı

artık iyice sinirlenmeye başlamıştı. Boş boş beklemenin anlamsızlı­

ğından rahatsız olmuş, bu işkence karşılığında yalnızca beş ruble

212
Kar Kraliçesi

almayı kabullendiği için kendi kendine çok kızıyordu. Öylesi bir


eziyet karşılığında rahatlıkla altı ruble isteyebilirdi.
Birden postanenin merdiveninde müşterisini görünce heye­
canlandı; sevinçle koşumlara asıldı. Ama Fandorin bir kez olsun
onun bulunduğu tarafa bakmadı bile.
O sırada içerideki adam dışarı çıkarak, mavi kasketini taktı ve
postanenin karşısında onu bekleyen arabaya koştu. Fandorin dik­
kat çekmeyecek bir uzaklıktan onu izlemekteydi. Adam arabanın
önünde durup kasketini çıkardı ve hafifçe eğilerek sarı zarfı içeri
doğru uzattı. O anda arabadan uzanan beyaz eldivenli bir erkek eli
mektubu aldı ve tekrar geri çekildi.
Fandorin telaşla arabadaki yabancının yüzünü görmek için
ileri atıldı. Ve bunu başardı da.
Arabadaki adam mektubun mührünü ışığa tutmuş, dikkatle
inceliyordu. Kızıl saçlı, insanın içine işleyen yeşil gözleri olan, sol­
gun yüzü çilli biriydi bu. Erast Fandorin, onu ilk bakışta tanımıştı.
Bu Bay Gerald Cunningham'ın ta kendisiydi; üstün yeteneklere
sahip pedagog, yoksul çocukların hamisi ve Lady Astair'in sağ ko­
lu...
Fandorin arabacıyı boşu boşuna bekletmişti. Bay Cunning­
ham'ın adresini bulmak işten bile değildi. Ancak öncelikle yapması
gereken bir işi daha vardı.
Kondratii Shtukin, İngilizin tekrar geldiğini görünce çok şa­
şırmadı. Ama bu kez acelesi vardı besbelli. İşte bu onun için bir
sürpriz sayılabilirdi. İngiliz doğruca uzak köşedeki telgraf banko­
suna giderek başını banko penceresinden içeri soktu ve meslektaşı
Mikhal Nikolaich'e mesajını yazdırmaya başladı. Çok acil bir du­
rum olmalıydı. Normalde çok sakin bir kişi olan Mikhal Nikola-

213
Boris Akunin

ich'in telaşlı ve hızlı davranışlarından da önemli bir durum olduğu


anlaşılıyordu.
Shtukin çok meraklanmıştı. Ayağa kalkarak, (Tanrı'ya şükür
o anda müşteri yoktu) ayaklarını hareket ettirmek istercesine bir
tavırla karşı tarafa, telgraf aletinin bulunduğu köşeye ilerledi. Mik­
hal Nikolaich'in yanı başında durarak, gerindi ve gözucuyla kağıt
üzerine aceleyle karalanmış satırları okudu.

Moskova Cinayet Masası -çok önemli ve acil- Üçüncü Şube


Müşaviri Brilling'e özel! Döndüm, hemen bağlantı kurmalıyız.
Alet başında acil yanıtınızı bekliyorum. Fandorin

Şuna bak! Demek durum buydu. Shtukin, "İngilizi" yeniden baş­


ka gözle süzdü. Bir Cinayet Masası dedektifi. Suçlu avında. Çok iyi,
çok iyi.
Mikhal Nikolaich elindeki kağıdı sallayarak dedektife yanaştı­
ğında, daha on dakika bile geçmemişti. Bu arada telgrafın cevabı
gelene dek dedektif huzursuzca salonda bir aşağı bir yukarı gezin­
mişti.
Kondratii Shtukin henüz orada olduğu için mutluydu. Şerit­
ten gelen cevabı okuyabiliyordu.

BAY FANDORINE STOP BAY BRILLING ST. PE­


TERSBURG'TA STOP ADRES KATENINSKAYA CAD
STOP SIVERS BİNASI STOP GÖREVLİ MEMUR LO­
MEIKO

Bu yanıt kareli elbiseliyi çok mutlu etmişe benziyordu. Hatta


ellerini çırparak, bankonun arkasından merakla onu süzen Kond-

214
Kar Kraliçesi

ratii Shtukin'e döndü ve sordu. "Kateninskaya Caddesi buraya

uzak mı? Oraya nasıl ulaşabilirim?"

"Pek uzak sayılmaz!" Posta memuru saygılı nezaketle yanıtla­

dı. "Burdan çok kolay gidebilirsiniz. Dolmuş yapan bir hatlı araba­

ya binerseniz, Nevsky ve Liteiny caddelerinin kesiştiği köşede iner,

hurdan da ... "

"Sorun değil, arabam var." Telaşla posta memurunun sözlerini

yarıda kesen Fandorin seyahat çantasını sallayarak, aceleyle posta­

neden çıktı.

Kateninskaya Caddesi Fandorin'in çok hoşuna gitti. Berlin

veya Viyana'nın en güzel caddelerini aratmayacak kadar şıktı. Ta­

mamen asfalt kaplı yol yeni elektrikli lambalarla aydınlatılmıştı.

Yolun iki tarafında yüksek yeni binalar sıralanıyordu. Tek keli­

meyle burası: Avrupa'ydı.

Sivers Binası; üzerine yerleştirilmiş taştan şövalye heykelleri

ve çökmeye başlayan karanlığa rağmen pırıl pırıl aydınlık antresiy­

le belki de sokağın en güzel binasıydı. lvan Brilling gibi birine bun­

dan daha farklı bir yerde yaşamak yakışmazdı elbette! Onun tozlu

bir avlu ve elma ağaçlarına bakan çarpık çatılı bir evde oturabile­

ceğini düşünmek bile olanaksızdı.

Kapıdaki adam Bay Brilling'in evde olduğunu söyleyerek Fan­

dorin'i rahatlattı. "Henüz geleli beş dakika oldu."

Fandorin çok sevindi. Bugün her şey yolunda gidiyordu. Gü­

zel bir gündü.

Merdivenin basamaklarını ikişer ikişer atlayarak birinci kata

çıktı ve parlatılmış altın rengi bir tokmağı çaldı.

215
Boris Akunin

Kapıyı Ivan Brilling'in kendisi açtı. Henüz soyunmamış, yal­


nızca ceketini çıkarabilmişti. Dik yakalı gömleğinde gökkuşağının
bütün renklerini taşıyan yeni, mineli bir arma parlıyordu. Yeni bir
St. Vladimir nişanı!
Fandorin neşeyle, "Benim, şef!" dedikten sonra karşısındaki­
nin tepkisini bekledi.
Ancak aldığı karşılık beklediğinden çok farklıydı.
Ivan Franzevich Brilling şaşkınlıktan donakaldı. Hatta ulu
Tanrım bizi koru! Def ol pis şeytan, dercesine kollarını tuhaf bir
şekilde kaldırdı.
Fandorin güldü.
"Beni beklemiyordunuz, değil mi?"
"Fandorin? Nerden çıktınız? Sizi sağ olarak göreceğimi san­
mıyordum."
"Neden?" Fandorin biraz da züppelik taşıyan bir tavırla sordu.
"Neden mi? Ardınızda en ufak bir iz bırakmadan ortadan kay­
boldunuz. Son olarak ayın yirmi altısında Paris'te görüldünüz.
Londra'da ise nedense bir türlü bulunamadınız. Pyzhov'a sizi defa­
larca sordum. Polisin de sizi aradığını, ancak iz bırakmadan kay­
bolduğunuzu söyledi."
"Londra'dan size, Moskova Cinayet Masası'na ayrıntılı bir
mektup göndermiştim. Orda Pyzhov'la ilgili tüm gerçekler yazılı.
Sanının mektup kısa sürede elinize geçer. St. Petersburg'ta oldu­
ğunuzu bilemezdim elbette."
Şef yüzünü endişeyle kırıştırdı.
"Kötü görünüyorsunuz. Hasta mısınız?"
"Doğrusunu isterseniz kurt kadar açım. Bütün günü postane­
de nöbet tutarak geçirdim ve ağzıma tek bir lokma bile koyma­
dım."

2 16
Kar Kraliçesi

"Postanede nöbet mi tuttunuz? Hayır, durun, şimdi bir şey an­


latmayın. Bunu başka şekilde yapalım. Önce size pastayla çay ik­
ram edeyim. Uşağım Semyon ayyaşın teki, son iki gündür içmek­
ten kendine gelemedi. Üç gündür tüm işleri kendim yapıyorum.
Genellikle Filippov pastanesinden aldığım pasta, kurabiye gibi
şeylerle karnımı doyurmaya çalışıyorum. Umarım tatlı yemekten
hoşlanıyorsunuzdur ."
"Hem de nasıl," diye yanıtladı Fandorin büyük bir içtenlikle.
"Gördünüz mü, ben de. Bu kimsesiz bir çocuk olarak büyüme­
nin sonucu olmalı. Mutfakta oturmamızda bir sakınca yok, değil
mi, genç dostum?"
Koridordan geçerken etrafa kısaca göz atmak bile Brilling'in
evinin yalnızca büyük olmakla kalmayıp aynı zamanda özenli, pra­
tik ve kullanışlı bir şekilde döşenmiş olduğunu da gösteriyordu.
Gerekli her şey vardı ama fazla hiçbir şey yoktu. Duvardaki iki me­
tal kapaklı, cilalı kutu Fandorin'in merakını çekti.
"Bu modern bilimin en son buluşlanndan biri," diye açıkladı
Brilling. "Ünlü Beli aleti. Amerika'daki ajanımız yeni gönderdi.
Ordaki Beli adındaki bir dahi bu aleti geliştirmiş. Böylece kilomet­
relerce uzaktaki kişiler birbirleriyle konuşabiliyorlar. Ses bu uzak­
lıklara kablolar yoluyla iletiliyor, aynen telgraftaki gibi yani. Bu bir
deneme ürünü, henüz gerçek üretim başlamamış. Avrupa'da şu
anda yalnızca iki bağlantı var: Biri benim evimle Üçüncü Şube Da­
ire Başkanlığı arasında; diğeriyse Alman imparatoruyla Bismark'ın
Berlin'deki çalışma ofisi arasında. Şu anda teknolojik gelişimin
tam merkezindeyiz, anlayacağın."
"Mükemmel!" diye haykıran Fandorin merakla sordu. "Peki
konuşulanlar tam olarak duyuluyor mu?"

217
Boris Akunin

" İyi değil ama anlaşılıyor. Bazen kulaklıkta çok fazla hışırtı

oluyor. .. Çay yerine limonata içer miydiniz? Semaver kullanmayı

beceremiyorum."
"Memnuniyetle," diye yanıtlayan Fandorin, Brilling'in çok kısa
bir süre içinde ekler, acıbadem kurabiyeleri, pötiförler, kekler ve

bademli tartlarla dolu bir tabakla bir şişe limonatayı masanın üze­

rine hazırlamasını hayranlıkla seyretti.

"Buyrun! " diyen Brilling hemen konuşmaya başladı. " Önce si­
ze konuyla ilgili kaydettiğimiz gelişmeleri, geldiğimiz noktayı an­

latmak isterim. Sonra da siz ayrıntılı raporunuzu verirsiniz."


Fandorin ağzı dolu, çenesi pudra şekerine bulaşmış bir halde

şefin önerisini onayladı. Böylece karnını doyurmaya fırsat bulacak­


tı.
Şef anlatmaya başladı. "Yanlış anımsamıyorsam yirmi yedi
mayısta diplomatik kuryeyi almak üzere St. Petersburg'a doğru yo­
la çıkmıştınız. Bunun tam ardından Moskova'da olaylar çok ilginç

bir yön aldı. Sizi gönderdiğime çok pişman oldum; elemana o ka­
dar çok ihtiyacım vardı ki. Bu konu üzerinde çalışan dedektiflerim
küçük ancak son derece aktif bir radikal devrimci grubun Mosko­
va' daki hücresine ulaşmayı başardılar; hepsi çılgın, gözü dönmüş
bir yığın insan. Normal teröristlerin amacı kendi deyimleriyle 'elle­
ri kanla lekelenmiş kişileri', yani devletin üst kademesindekileri
yok etmektir; bu grup ise 'göz kamaştıranları' ortadan silmeye and

içmiş."
"Kimi?" Ağzındaki eklerin tadını çıkarmakla meşgul olan Fan­

dorin söyleneni tam olarak anlayamamıştı.


"Nekrasov'un şiirini bilmiyor musunuz: 'Boş değerlerle göz
kamaştıranlar, / Ellerini başkalarının koyu kırmızı kanıyla lekele-

218
Kar Kraliçesi

yenler, / Bırakın da gireyim aşk için savaşanların saflarına, / Onlar­


la beraber bu yüce amaçları için ölmeye.'
Bizim sevgi havarileri de bu şekilde bir işbölümü yapnuşlar. Asıl
örgüt 'elleri kanla Iekelenmişler'i, yani bakanlar, üst dereceli me­
murlar ve generalleri hedef alırken, Moskova'daki örgütün hedefi
olarak 'göz kamaştıranlar' yani 'karnı tok, seçkinler, kaymak tabaka­
dan kişiler' belirlenmiş. örgütteki bir ajanınuzdan öğrendiğimize gö­
re bu grup kendisine 'Azazel' adını taknuş, Tanrı'run isteklerine baş­
kaldınnın sembolü olarak! 'Parazit' veya 'kaymak tabaka' olarak ni­
telendirdikleri gruba karşı bir seri cinayet planlıyorlardı. Uluslarara­
sı bir terörist örgütün ajanı olduğunu düşündüğümüz Bezhetskaya
da bu örgüte katılnuş. Aslında bir cinayet olmasına rağmen intihar
olarak sahnelenen Kokorin'in ölümü onun tarafından hazırlanan,
Azazel'in ilk eylemi. Umarım bana Bezhetskaya hakkında verecek
bilginiz vardır. Bir sonraki kurban ise Akhtyrtsev'di. Aslında o, örgüt
için bir asilin, Prens Korchakov'un torunu olması nedeniyle çok da­
ha önemliydi. Gördüğün gibi sevgili genç dostum teröristlerin planı
her ne kadar anlamsız görünse de gerçekte şeytani bir zekarun ürü­
nüydü ve mükemmel işliyordu. Önemli kişilerin yakınlarına zarar ve­
rerek, hükümetteki hiyerarşiye hiç de küçümsenmeyecek bir darbe
wrmanın çok daha kolay olduğu fikrinden yola çıkılıyordu. Örneğin
Prens Korchakov torununun ölümünden sonra öylesine yıkıldı ki
tüm yönetim görevlerini bırakarak gerçek anlamda inzivaya çekilme­
yi yeğledi. Yazık, aslında bugünün modern Rusya'sında onun kadar
faydalı olabilecek çok az insan var."
"Bu ne alçaklık!" diye haykıran Fandorin öylesine bir şaşkınlık
içindeydi ki yarısını ısırdığı acıbadem kurabiyesini tekrar tabağa
bıraktı.

219
Boris Akunin

"Sonuçta 'Azazel'in' eylemlerinin hedefinin Tsarevich'e yönel­


diğini öğrendiğimde... "
"Veliaht prense mi? Ama bu imkansız... "
"Maalesef doğru. Bunun açıkça ortaya çıkmasıyla eyleme he­
men geçme emri aldım. Aslında önce örgütün işleyişine ilişkin tam
bir resmi ortaya çıkarmayı yeğlerdim ama konu veliaht prensin ha­
yatı olunca ... Operasyon yapıldı ama tam anlamıyla başarıya ulaşıl­
dığını söyleyemem. Teröristler 1 Haziran'da, hurda Kuzminki'deki
çiftlik evinde bir toplantı planlamışlardı. Bilmem anımsıyor musu­
nuz, size daha önce de bundan söz etmiştim? Tabi siz o zaman ta­
mamen kendi varsayımlarınızın etkisindeydiniz. Ne oldu? Bari bir
gelişme kaydedebildiniz mi?"
Fandorin ağzı dolu bir şekilde homurdanarak koca bir lokma
kurabiyeyi çiğnemeden yutmak zorunda kaldı. Brilling pişman ola­
rak hemen tekrar söze girişti.
"Rahatınıza bakın, lütfen. Zamanımız çok. Rahatça yemeğini­
zi yiyebilirsiniz. Neyse, nerde kalmıştım? ... Hah, çiftlik evini sar­
dık. Operasyonu tamamen St. Petersburg'taki ajanlarımla yürütü­
yordum. Moskova polis teşkilatı ve jandarma güçlerine konunun
yayılmasını veya bir haber sızmasını engellemek amacıyla haber
verilmemişti." Brilling içini çekti, gergin olduğu belliydi. "Bu be­
nim hatamdı, fazla tedbirin zararını gördük. Kusursuz bir baskın
için adam sayım çok eksikti. Silahlı çatışma çıktı. İki ajanım yara­
landı, biri ise öldürüldü. Bundan dolayı kendimi hiç affedemeyece­
ğim... Hiçbir teröristi canlı olarak ele geçiremedik, dört tanesi ölü
olarak bulundu. Bunlardan biri de sizin tanımınızdaki beyaz göz­
lüydü. Bu özel kişinin tabancasında kalan son kurşunu sağ olarak
ele geçmemek için beynine sıktığını da belirledik. Evin bodrumun­
da bomba ve cehennem silahlarının yapıldığı bir laboratuvar vardı,

220
Kar Kraliçesi

epeyce belge de ele geçirdik, ama daha önce de söylediğim gibi


'Azazel'in planları ve bağlantılarını ortaya çıkarmak maalesef
mümkün olmadı. Çoğu karanlıkta kaldı. Her şeye rağmen Mosko­
va'da gerçekleştirdiğimiz bu operasyon imparatorluk, hükümet ve
jandarma çevrelerinde başarı olarak nitelendirildi. General Mizi­
nov'a sizden de bahsettim. Gerçi final operasyonunda bizle bera­
ber değildiniz ama araştırmalarınızla bize çok önemli katkılarda
bulundunuz. Eğer sizce de uygunsa bundan böyle de çalışmaları­
mızı beraberce sürdürmek isterim. Sizi ekibimde görmeyi istiyor,
himayeme alıyorum... Neyse, tekrar gücünüzü toparlayabildiniz
mi? Şimdi sıra sizde! Londra'da neler öğrendiniz? Bezhetska­
ya'nın izini bulabildiniz mi? Pyzhov ne oldu? Onunla olan sorun
ne? Yoksa öldü mü? Haydi bana her şeyi sırasıyla anlatın ve lütfen
hiçbir ayrıntıyı atlamayın."
Şefin anlattıklarını dinledikçe Fandorin'in kıskançlığı artmış,
daha biraz öncesine kadar zafer olarak nitelendirip gurur duyduğu
kendi maceraları giderek gözünden düşmüş, önemini yitirmişti.
Veliaht prense suikast planı? Ateşli çatışma? Cehennem silahları,
bombalar? Fandorin onunla alay eden yazgısına kızıyordu: Başarılı
olmak için, ün kazanmak peşine düşürmüş, anayoldan çıkararak,
taşlı yan yollara sürüklemiş; olayların merkezinden uzaklaştırarak,
ikincil sahnelerde rol almasını istemişti...
Brilling'e başından geçenleri ayrıntılarıyla anlattı. Ancak mavi
portföyü kaybetmesine neden olan olayları anlatırken bazı konula­
n atladı. Yine de yanaklarının kızarmasına engel olamamıştı. Bu­
nun pür dikkat büyük bir ciddiyetle anlatılanları dinleyen Bril­
ling'in gözünden kaçmadığı kesindi. Sona doğru Fandorin'in neşe­
si yeniden yerine gelerek heyecanı arttı ve finali tiyatral bir zafer
havası içinde yapmaktan kendini alıkoyamadı.

22 1
Boris Akunin

"Ama adamı gördüm!" diye haykırdı sevinçle sıra St. Peters­


burg postanesinin önünde yaşadıklarını anlatmaya gelince. "Port­
föyün içindekileri nerde bulabileceğimizi, örgütün iplerinin kimin
elinde olduğunu biliyorum! Azazel yaşıyor, Bay Brilling ve o avu­
cumuzun içinde !"
Şef öfkeyle bağırdı. "Kahretsin, kimden söz ediyorsunuz, hay­
di uzatmayıp söyleyin artık! Şu aptalca söz oyunlarını bırakın! Kim
bu adam? Nerde saklanıyor?"
"Burda St. Petersburg'ta," diye yanıtladı Fandorin rövanşı al­
mış olmanın mutluluğuyla. "Gerald Cunningham adında biri. Lady
Astair'in sağ kolu, bu kadın konusunda dikkatli olmamız gerektiği­
ni, bu konuyu araştırmak istediğimi belirttiğimi anımsarsınız sanı­
rım." Tam bu noktada Fandorin bilinçli olarak öksürdü. "Böylece
Kokorin'in vasiyetnamesindeki tuhaflık da açıklanmış oluyor. Bez­
hetskaya'nın hayranlarını yardım için niçin Astair Yetiştirme Yurt­
ları'na yönlendirdiğini de anlamış oluyoruz. Kızıl tilki kendisi için
saklanacak ne de iyi bir in seçmiş! Mükemmel bir sığınak, değil
mi? Zavallı kimsesiz çocuklar, tüm dünyaya yayılmış bir organizas­
yon, önünde bütün kapıların açıldığı saygın bir bayan. Ustaca, çok
ustaca, başka ne denebilir ki !"
"Cunningham mı?" diye soran şefin sesinden heyecanı anlaşı­
lıyordu. "Gerald Cunningham? Bu adamı çok iyi tanıyorum. Aynı
kulübün üyesiyiz." Ellerini kaldırdı. "Son derece saygın, önemli bir
kişilik! Onun nihilistlerle bağlantısı olduğu ve yüksek mevkideki
kişilerin ölümünden sorumlu olabileceğini düşünmek bile müm­
kün değil !"
"Zaten öyle değil !" diye bağırdı Fandorin. "Listelerde kurban­
ların adlarının olduğu ilk düşüncemdi. Size bundan yalnızca dü­
şüncelerimdeki gelişimi göstermek amacıyla bahsettim. Her şeyi

222
Kar Kraliçesi

ilk bakışta net olarak göremiyorsunuz. Trenle Avrupa'yı baştan


başa geçerken birden kafamda bir ışık yandı. Listedekiler gelecek­
teki kurbanlar olamazdı. Böyle bir durumda ordaki tarihler anlam­
sız olacaktı. Bunlar gerçekleştirilmiş olaylar da değildi. Bir uyum­
suzluk hemen göze çarpıyordu. Hayır Bay Brilling, konu tamamen
başkaydı!"
Fandorin ayağa fırlamışb. Düşüncelerinin heyecanı tüm ben­
liğini kaplamışb.
"Başka bir şey mi?" Brilling açık renkli gözlerini kırpıştırdı.
"Peki ne?"
I
"Bence bu büyük uluslararası bir örgütün üyelerinin listesi. Si-
zin Moskova'daki teröristler bu örgütün yapıtaşlarından yalnızca
biri, çok ufak biri." Şefin bu sözler üzerine gözlerinde beliren ba­
kıştan Fandorin anlamsız bir zafer mutluluğu duyduysa da bir an
sonra bu duygusundan dolayı çok utandı. "Gerçek amacını henüz
bilemediğimiz bu organizasyonun kilit noktasında ise Gerald Cun­
ningham var. İkimiz de onu olağanüstü bir kişilik olarak şahsen ta­
nıyoruz. Haziran başından bu yana 'Bayan Olsen' olarak tanınan
Amalia Bezhetskaya ise örgütün bir tür kayıtmerkezini yönetiyor­
du, insan kaynakları bürosu gibi bir şey. Tüm dünyadan örgüt üye­
lerinin pozisyonlarında ne gibi değişiklikler olduğuna ilişkin bilgi­
ler ona akıyor, o da dört haftada bir, yani her ay sonunda son bir
yıldır St. Petersburg'ta yaşayan Cunnigham'a gönderiyordu. Size
Bezhetskaya'nın yatak odasında gizli bir kasa olduğundan bahset­
miştim. Sanının orda bu 'Azazel'in veya artık gerçek adı neyse bu
terörist örgütün üyelerinin tam bir listesi vardı. Bu kelimenin bir
çeşit 'parola' veya aralarında anlaşılmış bir 'yemin' olduğunu düşü­
nüyorum. Daha önce tam iki kez duydum. Her ikisi de biri öldü­
rülmeden hemen önceydi. Aslında bunun masonik bir örgütü çağ-

223
Boris Akunin

rıştırdığını da söyleyebiliriz ama gökyüzünden kovulmuş bir me­


lekle ne bağlantısı olabileceğini anlayamıyorum. Aslında mason­
lardan daha da etkin bir gruba benziyorlar. Düşünün bir defa. Bir
ay içinde tam kırk beş mektup hepsi de önemli kişiler: senatörler,
bakanlar, generaller!"
Şef sabır içinde Fandorin'in yüzüne bakıyor, anlatılanların de­
vamını bekliyordu. Delikanlının yorumlarının henüz bitmemiş ol­
duğu besbelliydi, kaşlarını çatmış sözlerinin devamını nasıl formü­
le edeceğini düşünüyordu.
"Bay Brilling, bu Cunningham konusundaki düşüncem... Ben­
ce ... Adam İngiliz vatandaşı, sıradan bir arama emriyle karşısına
dikilip evinde arama yapmamız mümkün değil, haklı mıyım?"
"Olabilir. Niçin?" Şef, onu konuşmaya teşvik etmek ister gi­
biydi.
"Siz gerekli izinleri alana kadar, hiç kuşkusuz portföyü o denli
güvenli bir yere saklayacaktır ki, onu asla bulamayacağız. Ayrıca
üst kademelerde ne gibi bağlantıları olduğunu ve kimlerden des­
tek gördüğünü de bilmiyoruz. Bence bu konuda çok dikkatli ve
tedbirli olmalıyız. Öncelikle Rusya'daki bağlantılarının üzerinde
çalışıp bunları adım adım ortaya çıkarmaya çalışmalıyız."
"Peki bunu nasıl yapacağız?" diye sordu Brilling içten bir katı­
lımla. "Göz hapsinde tutarak mı? Mantıklı olabilir!"
"Göz hapsinde tutmak doğru, etkin bir yöntem, ama bence
daha basit ve güvenli bir yol da izleyebiliriz."
Brilling bir süre düşündükten sonra çaresizliğini belirtir şekil­
de ellerini açtı. Fandorin mutluydu. Hemen açıkladı.
"Ayın yedisinde terfi ettirilen tam yetkili hükümet müşaviri
konusuna ne dersiniz?"

224
Kar Kraliçesi

"Terfi raporlarını incelememiz gerektiğini mi düşünüyorsu­


nuz?" Brilling alnına vurarak ekledi. "Örneğin haziran ayının ilk on
gününe ait olanları. Tebrikler, Fandorin, çok iyi düşündünüz."
"Evet, şef. Hatta on günün tamamını incelemeye bile gerek
yok. Pazartesiden cumaya, üçünden sekizine kadar olanlar yeterli.
Yeni atanmış bir müsteşarın böyle bir haberi saklı tutması düşünü­
lemez bile. Sizce İmparatorluk haftada kaç yeni kişiye bu unvanı
veriyor?"
"İki, en fazla üç, tabi gerek varsa. Doğrusunu isterseniz bu ko­
nuyla hiç ilgilenmedim."
"Hepsini göz hapsinde tutar, görev çizelgelerini inceler, çevre­
lerinde soruştururuz. Böylece iki, üç, kaç kişi olursa olsun araların­
dan aradığımız Azazel'i bulup çıkarabiliriz."
"Söyler misiniz, seyahatinizle ilgili tüm bulgularınız Moskova
Cinayet Masası'na gönderdiğiniz mektupta ayrıntılı olarak yazılı
mı?" Brilling yine her zamanki gibi birden başka bir konuya atla­
mıştı.
"Elbette, şef! Kısa süre içinde orda olur. Yoksa Moskova'daki
polis memurlarından birinden de mi kuşkulanıyorsunuz? Mektubu
özel olarak sizin adınıza gönderdim: zarfın üzerinde şöyle yazılı:
'Gizli ve önemli' Saygıdeğer Gizli Servis Müsteşar Başsavcısı Bril­
ling veya bulunamadığı takdirde ekselansları emniyet müdürüne
teslim edilmek üzere: Sizden başka birinin onu açmaya cesaret
edebileceğini sanmıyorum. Ekselansları açıp okuduğu takdirde ise
hiç kuşkusuz hemen sizinle bağlantı kuracaktır."
"Çok akıllıca hareket etmişsiniz," diye memurunu öven Bril­
ling hemen ardından bakışlarını karşısındaki duvara dikerek uzun
süre sustu. Yüzü giderek daha çok asılıyordu.

225 F: 15
Boris Akunin

Fandorin nefesini tutmuş bekliyordu. Şefin duyduklarını bir

elemeden geçirdiğini, birazdan kararını verip ne yapmaları gerek­

tiğini söyleyeceğini biliyordu. Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla karar


vermekte zorluk çekiyordu.
Neden sonra Brilling derin bir nefes alarak, sıkıntıyla gülüm­

sedi. "Peki Fandorin, sorumluluğu ben üzerime alıyorum. Bazı


hastalıklar yalnızca acil ameliyatla iyileştirilebilir. Bizim de aynen
böyle davranmamız gerekiyor. Konu çok önemli, devletin yüksek
menfaatlerini ilgilendiriyor, bu tür durumlarda formaliteleri bir

yana bırakarak harekete geçme hakkım var. Doğruca Cunning­


ham'a gitmeliyiz. Hem de hemen, onu mektuplarla beraber suçüs­
tü yakalamalıyız. Ne dersiniz, mektuplar şifreli midir?"
"Hiç kuşkusuz! Bilgiler çok önemli ve gizli ! Ayrıca mektup
acele ve özel ulak olmasına rağmen adi postayla gönderildi. Böyle
bir durumda her şey olabilir: Kaybolabilir, çalınabilir, yanlış kişile­
rin eline geçebilir. .. Yoo, şef, bu tür risklere girmezler, tedbirlerini
almışlardır."
"O zaman haydi, tam zamanı. Cunningham şu anda mektupla­
rı okuyor, deşifre ediyor ve tekrar kendi kayıtlarına geçiriyor ol­
malı. Hiç kuşkusuz o da ayrıca kayıt tutuyordur. Bezhetskaya liste­
lerle beraber sizin faaliyetlerinizi anlatan bir mektup da göndermiş
olabilir. Hiç kuşkusuz Cunningham sizin Rusya'ya konu ile ilgili
bilgi geçmiş olabileceğinizi düşünecek kadar akıllıdır. Hayır, bek­

leyecek zamanımız yok, hemen harekete geçmeliyiz. Gönderilen


mektubu ele geçirip okumamızda da yarar var. Bu Pyzhov konusu
beni çok rahatsız ediyor. Konsolosluktaki tek köstebek o olmaya­
bilir. İngiltere elçiliğimizle daha sonra ilgileniriz. Bize minnettar
kalacaklarından eminim. Listede Kraliçe Victoria'nın adamların­
dan bazılarının adlarının da olduğunu söylemiştiniz, değil mi?"

226
Kar Kraliçesi

"Nerdeyse yarım düzine !" Fandorin başıyla onaylayarak, sevgi


dolu bakışlarla şefini süzdü. "Cunningham'ı hemen suçüstü yakala­
mak bence de en iyisi ama ... Ya oraya gider de hiçbir şey bulamaz­
sak? Eğer benim yüzümden zor duruma düşerseniz kendimi hiç af­
fetmeyeceğim ... Tabi ben her tür yargılamada hazırım . . . "

"Kesin artık!" Brilling sinirlenmişti. Kaşlarını çatarak ekledi.

"Bir fiyasko durumunda eğittiğim bir yardımcımın arkasına sığına­

cağımı mı düşünüyorsunuz yoksa? Size güveniyorum, Fandorin!


Bu da yeterli!"

Fandorin yavaşça fısıldadı. "Teşekkürler."


Brilling alaycı bir şekilde başını eğdi.
"Teşekkür edecek bir şey yok. Bu kadar kompliman yeter! Ar­
tık işe koyulmalıyız.Cunningham'ın adresini biliyorum. St. Peters­
burg'taki Astair Yetiştirme Yurdu'nun yan kanadında, Aptekarsky
adasında yaşıyor. Silahınız var mı?''
"Evet, Londra'da bir tane Smith&Wesson satın aldım. Vali­
zimde duruyor."

"Gösterir misiniz?"
Fandorin büyüklüğü ve sağlamlığı nedeniyle çok beğendiği
ağır tabancayı getirmek üzere antreye koştu.

"Berbat bir şey bu! " Şef eliyle tabancayı tarttıktan sonra yük­
sek sayılacak bir sesle açıkladı. "Bu barda içip içip birbirlerine ateş
eden koca cüsseli, Amerikalılara göre bir silah. Seri ve çevik olma­

sı gereken bir ajana göre değil. Bunu alıyorum. Sizin için çok daha
uygun bir tabancam var."

Odadan çıkarak kısa bir süre sonra küçük, yassı neredeyse eli­

nin içinde kaybolan bir tabancayla döndü.

"İşte buyrun, sizin için bir yedili, toplu Belçika yapımı Herstal.
Yepyeni ve özel üretim. Ceketin altında, kol altında kendi kılıfıyla

227
Boris Akunin

taşınabiliyor. Bizim işimiz için kaçınılmaz bir gereklilik. Hafif, ger­


çi menzili kısa ve hedefi bulmakta biraz kusurlu ama buna karşılık
topu otomatik; böylece sonuç almayı garantiliyor. Doğrusu işimiz
icabı sincabı gözünden vurmamız da gerekmiyor, değil mi? Ya­
şamda bir kural geçerli, ilk ateş eden -mümkünse bir tek defa- ha­
yatta kalır! Emniyet mandalı yerine yan tarafında bir emniyet düğ­
mesi var. Biraz sert ama kendi kendine ateş almaması için gerekli
bu. Ancak bir kez bastın mı arka arkaya tam yedi el ateş edebili­
yorsun. Anlaşıldı mı?"
"Evet." Erast Fandorin oyuncağa benzeyen tabancayı tam ola­
rak görememişti. Hoşlandığı da söylenemezdi.
"Daha sonra iyice bakarsınız. Şimdi bunun için yeterli zamanı-
mız yok." Brilling misafirini evin çıkış kapısına doğru iteledi.
Fandorin heyecanla sordu. "Onu beraber mi tutuklayacağız?"
"Saçmalamayın."
Brilling, Beli aletinin yanında durarak, huniyi andıran bir par­
çayı alıp kulağına dayadı ve bir manivela kolunu birkaç kez çevirdi.
Aletten bir homurtu, ardından hışırtılar duyuldu. Brilling kulağını
bu kez alete monte edilmiş olan bir diğer huniye dayadı. Ve öteki
huniyi ağzına götürdü. Bundan bir zil sesi duyuluyordu. Fandorin
ise bu arada ince ve gülünç sayılabilecek bir sesin "görevli memur"
ve "adliye" dediğini duyar gibi olmuş ve bayılmamak için kendini
zor tutmuştu.
"Novgorodtsev, sen misin?" Brilling ahizeye yüksek sesle bağı­
rıyordu. "Ekselansları orda mı? Yok mu? Ne? Hayır, hayır, gerekli
değil. Gerekli değil, dedim." Derin bir nefes aldıktan sonra daha
da yüksek bir sesle bağırmaya başladı. "Çok acil bir tutuklama em­
ri gerekiyor. Çok acil, aptekarsky adasına gönderilecek. Evet ! As­
tair Yetiştirme Yurdu, yan blok! Astair Yetiştirme Yurdu! Neyse

228
Kar Kraliçesi

ne, biliyorsunuz işte! Çok acil! Ayrıca bir de ev için arama izni.
Ne? Evet, ben de orda olacağım. Elinizi çabuk tutun, albay! Acil !
Çok acil!"
Huniyi yerine koyarak alnında biriken terleri sildi.
"Offf! Bay BeU'in bu aleti kısa sürede geliştireceğini umanın.
Aksi takdirde yakın bir tarihte tüm komşularım gizli servisin tüm
operasyonlarından haberdar olacaklar."
Fandorin hala gözlerinin önünde gerçekleşen gizemli olayın
sarhoşluğu içindeydi. "Binbir Gece Masa/lan gibi bir şey bu! İnanıl­
maz, büyüleyici! Bir de hfila gelişime, teknolojiye karşı çıkanlar var."
'Teknolojik ilerleme konusunu yolda konuşuruz, Fandorin.
Aptal gibi arabamı yo1ladım. Yeni bir tane tutmak zorundayız. Eş­
yalarınızla uğraşmayı bırakın. Burda kalsınlar. Haydi gidelim."

İlerleme konusunda konuşma olanakları olmadı, hatta Apte­


karsky adasına kadar hemen hiç konuşmadılar. Fandorin heyecan­
dan yerinde duramıyordu. Birkaç kez şefle konuşmayı denedi, ama
başaramadı. Brilling'in yüzü çok asıktı. Operasyona tek başına ka­
rar verip uygulamaya geçmekle girdiği büyük riskin sıkıntısını his­
sediyor olmalıydı.
Neva'nın geniş sulan öylesine aydınlıktı ki, akşamın başladığı
neredeyse fark edilmiyordu. Kuzeyin aydınlık yaz geceleri bizim
için çok uygun, diye düşündü Fandorin; nasıl olsa uyumaya pek fır­
satımız olmuyor. Bu arada bir önceki gece trende de hiç uyuma­
mıştı. Mektuba yetişip yetişmeyeceğinin heyecanıyla gözünü bir
kez olsun kapayamamıştı ... Arabacı söz verdikleri bir ruble karşılı­
ğında elinden gelenin en iyisini yapıp kızıl kahve renkli atını öyle­
sine kamçıladı ki göz açıp kapayana kadar hedeflerine vardılar.

229
Boris Akunin

Daha önce ordunun teknik araştırma merkezi olarak kullanıl­

mış olan St. Petersburg Astair Yetiştirme Yurdu, Moskova'dakiyle

kıyaslanamayacak kadar küçük, sarı, şık bir binaydı ve yemyeşil bir

bahçenin ortasına yerleştirilmişti. Cennet gibi yemyeşil bir çevrey­

di burası, etrafta yalnızca şık bahçeler ve bakımlı yazlık evler vardı.

"Ahlı, peki çocuklar ne olacak?" Fandorin bir an için kimsesiz


çocukları düşünerek endişelenmişti.

"Hiçbir şey! Lady Astair yeni bir müdür bulacak, o kadar!"

Yan bina sessiz, güzel bir sokağa bakan Katerina zamanların­

dan kalma görkemli bir villaydı. Fandorin'in dikkatini ilk çeken üs­

tüne düşen bir yıldırımın etkisiyle kömürleşmiş, çıplak ölü dalları

ışıklı birinci kat pencerelerine uzanan bir meşe ağacı oldu. Ev ses­

sizdi.

"Çok iyi, j andarmalar henüz gelmemiş!" Şef hemen emir ver­

meye girişti. "Onları beklememize gerek yok, Cunningham elimiz­

den kaçmamalı. Konuşmayı bana bırakın, lütfen çenenizi tutun.

Her tür sürprize de hazırlıklı olun!"

Fandorin elini ceketinin yan kısmına götürerek Herstal'ın ra­

hatlatıcı metal soğukluğunu hissetti. Kalbi hızla çarpıyordu ama

heyecandan değil, sabırsızlıktan. Yoksa Brilling'in yanında kendini


gerçekten güvende hissediyordu. Kısa, çok kısa bir süre sonra her

şey çözülecekti.
Brilling bakır çanın ipini hızla çekti. Melodik bir ses duyuldu.

O anda birinci katın açık penceresinden kızıl bir kafa göründü.

"Kapıyı açın, Cunningham!" diye bağırdı Brilling. "Sizinle he­

men konuşmam gerekiyor."

"Brilling?" İngiliz şaşkınlık içindeydi. "Ne oldu?"

"Kulüpte bazı olaylar çıktı. Sizi uyarmam lazım."

230
Kar Kraliçesi

"Bir dakika, hemen aşağı geliyorum. Bugün uşağın izin günü !"
Ve kafa kayboldu.
"Çok açık," diye fısıldadı Fandorin. "Uşak konusunda yalan
söylüyor, kendisi göndermiş olmalı. Kağıtları inceliyordu hiç kuş­
kusuz."
Brilling parmaklarını sinirli hareketlerle kapıya vuruyordu.
Cunningham'ın acele etmeye niyeti yoktu anlaşılan.
Fandorin sabırsızlıkla sordu. "Elimizden kaçmasın? Arkada çı­
kış var mı acaba? Evin arka tarafına geçip orayı gözetleyeyim mi?"
O anda ayak sesleri duyuldu ve kapı açıldı.
Cunningham sırtında uzun, kareli birbirine geçen ipler ve toka­
larla kapatılmış bir sabahlıkla eşikte duruyordu. Dikkat çekici yeşil
gözleri bir süre için Fandorin'e takıldı. Kaşları sinir içinde inip kalkı­
yordu. Onu tanımıştı.
İngiliz endişeyle kendi diliyle sordu. "Neler oluyor?"
Brilling Rusça olarak yanıtladı. "Çalışma odanıza gidelim. Ko­
nu çok önemli."
Cunningham bir anlık tereddütten sonra davetsiz misafirleri
eliyle buyur ederek, içeri aldı.
Üçü birlikte meşe merdivenlerden yukarı çıktılar ve doğruca
amaca uygun döşeli, ancak lüks sayılamayacak bir odaya girdiler.
Duvarlar kitap dolu raflar ve klasörlerle dolu dolaplarla kaplıydı.
Küçük, ıhlamur ağacından bir yazı masasının yanında, pencerenin
hemen önünde çok çekmeceli bir etajer vardı. Her çekmeceye me­
tal bir plaka iliştirilmişti. Bu etajer ve çekmeceler Fandorin'in pek
ilgisini çekmemişti. Cunningham gibi birisi gizli evraklarını bu ka­
dar dikkat çekici ve kolay erişilebilir bir yerde saklamazdı hiç kuş­
kusuz. Onu asıl ilgilendiren Borsa Haberleri dergisinin son sayısı­
nın altına gizlenmeye çalışılmış, masanın üzerindeki mektuplardı.

23 1
Boris Akunin

lvan Brilling de konuyu aynı açıdan görüyor olmalıydı. Doğ­

ruca yazı masasına giderek, dizlerine kadar inen büyük pencerenin

önünde, arkası dönük bir vaziyette durdu ve bir elini masaya daya­

dı. Akşamın rüzgarıyla perde hafifçe sallanıyordu.

Fandorin, şefinin amacını hemen anlayarak, kapının yanında

kaldı. Böylece Cunningham kaçma fırsatı bulamayacaktı.

İngiliz kötü bir şeyler olacağını sezmiş gibiydi.

"Neler oluyor, Brilling?" diye kusursuz bir Rusçayla sordu.

"Bu adamın burda işi ne? Onu tanıyorum, gizli polisten."

Ellerini geniş ceketinin cebine sokmuş olan Brilling, İngilizi

tepeden tırnağa süzdü.

"Doğru, polis! Birkaç dakikaya kadar burası polis kaynayacak.

Artık açıklama yapmakla daha fazla zaman kaybedemem."


Şefin sağ eli cebinden çıktı. Fandorin o anda Smith&Wesson'

unu gördü. Ama şaşıracak zamanı bile olmadı. Bir an sonra tabanca
doğrultulmuştu bile. Olan olmuştu!

"Yapma ... " İngiliz çığlık atarak elini kaldırdı ama o anda ateş

sesi duyuldu.

Cunningham geriye doğru yığıldı. Fandorin donup kalmıştı.

Faltaşı gibi açılmış donuk yeşil gözlere ve adamın alnının tam or­
tasındaki siyah deliğe takılıp kalmıştı gözleri ...

"Tanrı'm, şef, peki ama neden?"

Pencereye doğru baktı, tabancanın tüten siyah namlusu tam

karşısında, ona dönüktü.

"Onu sen öldürdün!" diye yanıtladı Brilling yapmacık ve tuhaf

bir sesle. "Çok iyi bir dedektifsiniz, dostum. Ve bundan dolayı üzü­

lerek de olsa sizi vurmak zorundayım."

232
Kar Kraliçesi

O N D Ö R D Ü N C Ü B Ö LÜ M
Hikayenin yönü tamamen değişiyor

Zavallı Fandorin hiçbir §ey anlamıyordu. İleri doğru iki adım

attı.
O anda §ef öfkeyle bağırdı. "Geri çekilin. Tabancayla oynama­

yı da bırakın, dolu değil nasıl olsa! Hiç değilse dolu olup olmadığı­
na bakrnalıydınız! Tann'm, insan nasıl bu kadar iyi niyetli olabilir?
Kendiniz dı§ında kimseye güvenmemeyi öğrenmiş olmalıydınız!"
Brilling sol ceket cebinden aynı Herstal tabancadan bir tane
çıkararak, henüz tütmekte olan Smith&Wesson'u Fandorin'in
ayaklarının dibine attı.
"Birazdan göreceğiniz gibi benim tabancamsa tamamen dolu . "
Brilling'in ses fonundan kızgınlığının giderek artbğı anla§ılıyordu.
"Bunu da zavallı şanssız Cunningham'ın eline tutu§turacağım, böy­
lece silahlı çatı§mada birbirinizi vurduğunuz dü§ünülecek. Gözya§­
ları içinde, kalabalık, ihti§amlı bir cenaze töreni yapılacağından
emin olabilirsiniz. Buna ne kadar önem verdiğinizi biliyorum. Ba­

na kurbanlık koyun gibi bakmayı da bırakın artık!"


Fandorin dehşet içinde şefin aklını kaçırmış olduğunu dü§ü­

nüyordu. Onu bu bunalımlı durumundan kurtarmak amacıyla can

havliyle son bir denemeye giri§erek haykırdı.


"Şef, benim, Fandorin ! Kendinize gelin Bay Brilling! Saygıde­

ğer Ivan Brilling, sayın mü§avir!"

233
Boris Akunin

"Tam yetkili konsey başmüsteşarı ! " diye düzeltti Brilling pis

pis sırıtarak. "Zamanın çok gerisindesiniz, Bay Fandorin. İmpara­

tor tarafından bu mevkiiye 7 Haziran'da atandım. Terörist örgüt

'Azazel'in tamamen etkisiz hale getirilmesindeki başarılarım nede­

niyle. Artık bana ekselanseları diye hitap etmelisin."

Brilling'in pencerenin önündeki karanlık silueti gri bir karton­

dan oyulmuş bir eskizi andırıyordu. Tam arkasındaki yanık meşe­

nin kuru dalları örümcek ağı gibi pencereyi kaplıyordu. Bir örüm­

cek ağı, zehirli bir örümceğin ağı, diye geçirdi Fandorin o anda ka­

fasından. Ağını ördü ve birazdan beni de içine çekecek.

Brilling'in yüzü büyük bir acı çekiyormuşçasına kasıldı. Fan­

dorin, onun artık harekete geçme kararını vermiş olduğunu anlı­

yordu. O anda kafasında bir şimşek çaktı, küçük düşünce parçacık­

ları yıldırım hızıyla birbirini izledi: Herstal'ın emniyeti düğmeye ba­


sılarak açılıyor, düğme biraz sert, zorluyor, yanm saniye, çeyrek sani­
ye, başarabilir miyim, nasıl...
Birden gözlerini kapayarak avazı çıktığı kadar bağırıp ileri

doğru atıldı ve kafasını hızla şefin çenesine indirdi.

Aralarındaki uzaklık beş adımdan fazla değildi. Fandorin em­

niyetin açılma sesini duymamıştı. Ancak kurşun odanın tabanına

saplandı. Fandorin'le beraber Brilling'de düşük pencere pervazın­

dan dışarı yuvarlandı.

Fandorin son bir güçle yüzüstü düştüğü ağacın çıplak ölü dal­

larına tutunmaya çalışarak dalları kıra kıra yüzü çizikler içinde


aşağı kaydı. Yere ulaştığında darbenin şiddetiyle bir an için bilinci­

ni kaybedecek gibi olduysa da ölümden dönme duygusu, yaşama


arzusu öylesine etkindi ki bayılmaya fırsat bulamadı. Dizleri üze­

rinde emekleyerek etrafına bakındı.

234
Kar Kraliçesi

Şef hiçbir yerde görünmüyordu. Küçük Herstal tabancanın

duvarın dibine düşmüş olduğunu fark etti. Dörtayak pozisyonunu

hiç bozmadan kedi gibi duvara doğru sıçrayarak tabancayı kaptı ve

etrafa göz gezdirmeye başladı.

Brilling ortadan yok olmuştu.

Yukarı bakmayı ise ancak bir inilti duyunca akıl edebildi.

Brilling yukarıda ağacın dalına sırtüstü asılmış, bir hayalet gi-

bi havada sallanıyordu. Temiz, parlak çizmeleri tam Fandorin'in

tepesindeydi. Vladimir nişanının hemen altında kırmızı bir lekenin

hızla yayıldığı göğsünde ince kuru bir dal görünüyordu. Ağacın da­

lı tam yetkili müsteşara saplanıp sırtından girip göğsünden çıkmış­

tı. En korkuncu ise Fandorin'e bakan donuk yeşil gözleriydi.

"İğrenç! " Fandorin, şefinin acı veya nefret etkisiyle homur­

dandığını duyuyordu. "İğrenç... " Ve sonra son bir güçle Fandorin

için hiç de yabancı olmayan o kelimeyi haykırdı: "A-za-zel!"

Fandorin başından aşağı buz gibi bir terin boşaldığını hissetti.

Brilling ise bir dakika kadar daha inledikten sonra sesini kesti.

Tam o anda evin önündeki parke taşlı yolda nal sesleri ve ara­

ba gürültüleri duyuldu. Çağırılan jandarma güçleri gelmişti.

Üçüncü Şube ve Jandarma Birlikleri Başkomutanı Lavrentii

Arkadievich Mizinov yorgunluktan kıpkırmızı olan gözlerini ovuş­

turdu. Merasim elbisesindeki altın renkli köstekler hışırdıyordu.

Son yirmi dört saat içinde bir an olsun gözlerini kapama fırsatı bu­

lamadığı gibi elbiselerini de değiştirememişti. Önceki gece Grand

Dük Sergei Alexandrovich'in doğum günü nedeniyle verilen balo­

dan özel bir kuryeyle çağırılmıştı. Ve her şey o anda başlamıştı ...

235
Boris Akunin

General hemen yanı başında dağınık saçlarıyla burnunu


önündeki kağıtlara sokmuş bir halde oturan genç adama tuhaf bir
kıskançlıkla baktı. İki gecedir hiç uyumamış olmasına rağmen he­
nüz uykudan yeni kalkmışcasına dinç, bütün yaşamını yüksek mev­
kili kişilere ait ofislerde geçirmiş kadar rahattı. Haklıydı da belki!
Onu rahat bırakıp yaratıcılığını biraz daha konuşturmasına fırsat
verilmeliydi. Ya Brilling! Onunla ilgili konuyu kafası bir türlü al­
mıyordu! İnanılır gibi değildi!
"Ne durumdasınız, Fandorin? Bitiyor mu? Yoksa yeni bir fik­
riniz mi var? İncelemelerinizi ona göre mi yapıyorsunuz?" diye si­
nir içinde soran generalin, kendisinin uykusuz geçirdiği gece ve yo­
rucu bir günden sonra hiçbir şıey düşünecek hali yoktu.
"Birazdan bitireceğim. Ekselansları, birazdan," diye yanıtladı
tüyü bitmemiş delikanlı mırıldanarak. "Daha beş kayda dokuna­
madım bile. Size listenin şifreli olacağını söylemiştim. Bakın, hem
de nasıl ustaca şifrelenmiş. Daha harflerin yarısının şifresini çöze­
medim, adları da tam olarak anımsayamıyorum... Evet işte bu, Da­
nimarka'daki posta müdürü, her kimse? Ya bu kim? İlk harfin ye­
rinde bir + var, şifreyi halen çözemedim, ikinci de bir + , üçüncü
bir M, dördüncü de bir M, sonra yeniden bir + , sonra bir N, bir D,
bir anlaşılmayan ve tekrar iki bilinmeyen + ; özetle görüntü şöyle:
+ +MM+ND? + +."
"Ivır zıvır, saçmalık." General içini çekti. "Brilling olsa hemen
çözerdi. O anda cinnet geçirmiş olmadığından emin misiniz? Onun
böyle bir şey yapabileceğini kabullenemiyorum bir... "
"Kesinlikle eminim, ekselansları !" Fandorin belki de yüzüncü
kez aynı sözleri tekrarlıyordu. "Azazel dediğini açıkça duydum. Bir
dakika! İşte buldum. Bezhetskaya'nın listesinde bir yarbay vardı. Bu
o olmalı !"

236
Kar Kraliçesi

"Yarbay mı? Bu Amerikan veya İngiliz ordusuna ait bir un­


van." General açıklamaya çalıştı. "Bizdeki ikinci dereceden albaya
denk düşen bir rütbe bu." General odanın içinde öfkeyle bir aşağı
bir yukarı dolaşmaya başladı. "Azazel, Azazel, şu Azazel'in başımı­
za açtığı dertlere bak! Üstelik halen başlangıca göre bir adım bile
ilerlemiş değiliz. Brilling'in Moskova'daki çalışmalarının bir mete­
lik kadar bile değeri yok. Hepsi saçmalık, uydurma ve yalan; terö­
ristler veliaht prens için planlanan suikast ... Yalnızca izleri karış­
tırmak amacıyla kurgulanmış senaryolar hepsi, hiç kuşkusuz. Aca­
ba bize gösterilen ölüler de oyunun bir parçası, bir göz boyama
mıydı? Yoksa gerçekten birkaç nihilist manyağın cesetlerini mi
gösterdi? Ondan her şey beklenebilir çok yetenekli ve becerikli bi­
riydi. Tanrı'm, şu araştırma raporları da nerde kaldı? Daha ne ka­
dar oyalanacaklar?"
O anda kapı aralanarak, altın çerçeveli gözlük takmış, ince,
solgun bir yüz göründü.
"Ekselansları, Yüzbaşı Belozerov geldiler!"
"Tanrı'ya şükür! Tam zamanında! Söyleyin hemen içeri gelsin!"
Generalin çalışma odasına giren 'Fandorin'in bir gece önce
Cunningham'ın evinde de gördüğü pek genç olmayan, yorgun ifa­
deli bir jandarma subayıydı.
"Onları bulduk!" dedi yüzbaşı kısık bir sesle. "Önce evi ve bah­
çeyi karelere bölüp didik didik aradık. Ancak hiçbir şey bulama­
dık. Daha sonra çok iyi koku alan yetenekli dedektiflerimizden Ai­
lenson'un aklına Astair Yetiştirme Yurdu'nun bodrumunda gizli
bir bölme olabileceği geldi. Bodrumun duvarlarına vurmaya başla­
dık. Ne bulduk biliyor musunuz, Sayın Lavrentii Arkadievich? Bir
çeşit fotoğraf laboratuvarını andıran bir gizli bölme! Orda da her
birinde iki yüz kartoteks kartı bulunan yirmi kutu. Mektuplardaki-

237
Boris Akunin

!erden çok farklı bir şifreyle yazılmışlardı, bir tür hiyeroglif gibi bir

şey. Kutuların hepsinin buraya getirilmesini emrettim. Ayrıca tüm


şifre ekibimizi de yataklarından kaldırttım. Acilen geliyorlar. He­

men işe koyulacaklar."


"Fevkalade, Belozerov, fevkalade bir çalışma!" Generalin yü­
züne renk gelmişti. övgüyü sürdürdü. "Şu dedektifi ödüllendirme­
liyiz. Önermeyi sakın ihmal etmeyin! Haydi, şifre bölümüne gide­
lim. Gelin Fandorin, bu sizi de ilgilendirecektir. Burdaki işinizi da­
ha sonra da yapabilirsiniz, bunun için daha zamanımız var."
İki kat yukarı çıkarak, aceleyle hiç bitmeyecek gibi görünen
uzun bir koridoru boydan boya yürüdüler. Son köşeyi döndükle­
rinde ise karşılarına çaresizlikten şaşkına dönmüş, elleriyle dövü­
nen bir memur çıktı.
"Ne felaket, ekselansları, ne felaket! Mürekkepler gözümüzün
önünden uçup gidiyor ve bunu engelleyemiyoruz. Neden olduğunu
anlayamıyoruz bile."
Mizinov iri cüssesinden beklenemeyecek bir hızda ileri atıldı;
ceketindeki altın apoletler sivrisinek vızıltısını andırırcasına hışırdı­
yordu. Belozerov ve Fandorin bir an için rütbeye saygıyı filan unuta­
rak amirlerini geçip büyük beyaz kapıdan ondan önce içeri daldılar.
Yazı masalarıyla dolu büyük odada inanılmayacak bir telaş ve
heyecan göze çarpıyordu. Yarım düzine kadar memur önlerindeki
masalara yığılı beyaz kart yığınlarını karıştırıyorlardı. Fandorin de
hemen en yakınındaki masadan bir kart alarak baktı. Gerçekten
de Çinceyi veya daha çok hiyeroglifi andıran birtakım işaretler gö­
rülen kartın üzerindeki yazılar birkaç saniye içinde kayboldu. Ar­
tık elinde yalnızca bembeyaz bir kart vardı.

"Bu ne biçim bir sihir?" diye bağırdı koşmaktan nefes nefese


kalmış olan general. "Kaybolan bir mürekkep mi? Gizemi ne bu­
nun? Haydi çabuk çözün bu sorunu! "

238
Kar Kraliçesi

"Bence bu çok vahim bir durum!" diye yanıtladı profesör gö­


rünümlü beyaz önlüklü bir adam kartlardan birini ışığa tuttuktan
sonra. "Kartları bir tür fotoğraf laboratuvarında bulduğunuzu söy­
lemiştiniz, değil mi sayın yüzbaşım?"
"Aynen öyle!" Belozerov gururla yanıtladı.
"Işığı anımsıyor musunuz? Kırmızı mıydı?"
"Evet, doğru. Kırmızı bir ampul vardı."
"Ben de öyle düşünmüştüm, Sayın Lavrentii Arkadievich! Ü z­
günüm ama kartların üzerindeki yazıları maalesef geri dönülmez
bir şekilde kaybettik."
"Nasıl olur? Bu mümkün değil!" General öfkelenmişti. "Hayır,
sevgili meslektaşım, onları kurtarmanın bir yolunu bulmalısınız.
Elinizden geleni yapın. Bir yol bulmalısınız. Siz bu konuda bir dahi
sayılırsınız, bir çözüm bulabilirsiniz eminim ... "
"Haklısınız ama mucize yaratmam da düşünülemez, ekselans­
ları. Kartların üzerinde, yazılarda ancak kırmızı ışıkta üzerlerinde
işlem yapılacak bir madde kullanılmış. Kartların kaplı olduğu ta­
baka normal ışığa maruz kaldı. Başka bir deyişle yandı. Aynen fo­
toğraf filmindeki gibi. Çok iyi bir saklama yöntemi. İ nanın daha
önce böylesine hiç rastlamamıştım."
General ayağa kalkarak kaşlannı çattı ve sıkıntıyla içini çekip
derin bir nefes aldı. Odada fırtına öncesini andıran bir sessizlik hü­
küm sürüyordu. Ancak fırtına kopmadı.
Neden sonra Ü çüncü Şube Başkomutanı general bezgin bir
ses tonuyla seslendi.
"Haydi Fandorin, gidelim! Görev bizi bekliyor. Yapacak çok
işimiz var."

239
Boris Akunin

Son iki kaydın şifresi bir türlü çözülemedi; bunlar 30 Hazi­


ran'da gelenlerdi ve Fandorin'in onları görme fırsatı olmamıştı.
Artık ilk sonuçları çıkarmaya başlayabilirlerdi.
Yorgun General Misinov yeniden odada bir aşağı bir yukarı
dolaşmaya başlamıştı. Yüksek sesle düşünmeye çalışıyordu. "Her
ne kadar az olsa da elimizdekileri toparlayıp bir sonuca gitmeye
çalışmalıyız. Adının büyük olasılıkla 'Azazel' olduğunu bildiğimiz
uluslararası bir örgütle karşı karşıyayız. Okuma olanağı bulamadı­
ğımız kartlara bakılırsa bu örgütün 3854 civarında üyesi var. Kırk
yedisi hakkında -veya daha tedbirli olursak kırk beşi; ikisini heı;ıüz
çözemedik- biraz bir şeyler biliyoruz. Ancak pek fazla bir şey değil;
yalnızca milliyetini ve görevini! Adları, yaşlan ve adresleri bizim
için halen meçhul. Başka ne biliyoruz? İki Azazel'cinin adlarını.
Bunlar Cunningham ve Brilling. İkisi de öldü. Bunun dışında eli­
mizde İngiltere'de olan Bezhetskaya var: tabi Zurov, onu halen öl­
dürmediyse, hala ülke dışına çıkmadıysa ve gerçek adı buysa! Aza­
zel saldırgan bir örgüt, cinayet ve kan dökmekten çekinmiyor. Bü­
yük olasılıkla global bir hedefe kilitlenmişler. Peki ama bu amaç
ne? Mason olmadıkları kesin, ben kendim de masonum ve hiçbir
masonik örgütle ilişkileri olmadığından eminim ... Hımın, Fandorin
bu son söylediklerimi duymamış olmalısınız."
Fandorin başını onaylayarak salladı.
"Bunlar nasyonal sosyalist de olamaz." Mizinov sesli düşün­
meyi sürdürüyordu. "Bu komünistler bu tür eylemler düzenleyecek
kadar akıllı değiller. Ayrıca Brilling'in bir devrimci olması ... hayır
bunu düşünmek bile olanaksız. Arka planda ne yapmış olursa ol­
sun meslektaşımın nihilistleri büyük bir ciddiyet ve başarıyla takip
edip yakaladığı da bir gerçek! Peki ama bu 'Azazel'in amacı ne?
Asıl sorun bu? Cunningham öldü. Brilling öldü. Şu Nikolai Krug

240
Kar Kraliçesi

denen adam önemli bir kişi değil, yalnızca bir kurye. Pyzhov serse­
risi de öldü. Tüm ipuçları bir şekilde kayboluyor... " Mizinov çare­
sizlik içinde omuzlarını silkti. "Gerçekten ne diyeceğimi, bütün bu
olanlara ne anlam vereceğimi bilemiyorum. Brilling'i on yıldan da­
ha uzun bir süredir tanıyorum. Onu bulunduğu mevkiye ben getir­
dim. O benim keşfim, benim adamımdı. Düşünün bir kere, Fando­
rin: General Kharkov'un yaveri olarak görev yaptığım sırada genç
nesillerde vatan sevgisini geliştirmek, bu ülkeye değerli hizmetle­
riyle katkıda bulunmalarını sağlamak üzere liseler arası spor ve
bilgi yarışmaları düzenlemekle görevliydim. O zamanlar karşıma
çok genç, zayıf, çaresiz bir genç getirdiler. 'Rusya'nın Geleceği' ko­
nusunda çok isabetli ve tutkulu bir kompozisyon yazmıştı. İnanın
bana zeka seviyesi, canlılığı ve geçmişi aynen Lomonosov gibiydi.
Arkasında düzgün bir aile, varlık ve asalet yoktu; kimsesizdi, eği­
tim alabilmek için kazandığı her kuruşu biriktirmişti ve böylece sı­
navla lisenin yedinci sınıfına gelmeyi başarmıştı. Gerçek bir cev­
herdi! Onun velayetini üstlendim, ona burs verdim, St. Petersburg
Üniversitesi'ne gönderdim ve sonuçta da yanımda işe aldım. Yap­
tıklarım için hiç pişman olmadım. En becerikli, en çalışkan elema­
mmdı, en büyük sırdaşım, en güvenilir yardımcımdı. Pırıl pırıl bir
kariyeri oldu, sürekli takdir topladı. Pırıl pırıl bir zeka, tükenmez
bir enerji ve güvenilirlikle çalıştı. Tanrı'm, onu kızımla evlendir­
meyi bile düşünmüştüm." General üzüntü içinde başını tuttu.
Amirinin duygularına saygı duyan Fandorin söze girmeden
önce belirli bir süre geçmesini bekledi.
"Ekselansları... İzin verirseniz bir konuya dikkatinizi çekmek
isterim... Elimizde pek fazla dayanak noktamız olmadığı kesin
ama... Yine de bazı şeyler var demek istiyordum... "

241 F: 1 6
Boris Akunin

General gereksiz düşüncelerden sıyrılmak isterrnişcesine başı­


nı sallayarak, masanın başına, Fandorin'in yanına oturdu.
"Sizi dinliyorum, Fandorin. Anlatın. Bu hikayeyi aramızda siz­
den daha iyi bilen ve analiz edebilen yok."
"Dernek istediğim, yani ... " Fandorin önündeki listeye bakarak,
bazı satırları kurşunkalernle sildi. "Burda kırk yedi kişinin, hadi di­
yelim ikisini çözemedik, lvan Brilling ise öldü, toplam kırk dört ki­
şiyle ilgili bilgi var. Bunlardan hiç değilse sekizinin kim olduğunu
çok zorlanmadan çıkarabiliriz sanıyorum. Ekselansları, düşünün
bir defa! Brezilya İrnparatoru'nun kaç tane özel kalemi olabilir ki?
Veya şu, No: 47 F, Belçika bakanlık müsteşarı, 1 l'inde gönderil­
miş, 15'inde alınmış. Hiç kuşkusuz kim olduğunu saptamak çok
zor olmaz. Böylece iki kişiye ulaşmanın yolunu bulduk sayılır.
Üçüncüsü, No: 549 F, Fransız Donanması'nda tuğamiral, gönderi­
liş tarihi 15 Haziran, alınış 17. Dördüncüsü No: 1007 F, yeni atan­
mış İngiliz baroneti, 9'unda gönderilip lO'unda alınmış. Beşincisi,
No: 649 F, Portekizli bakan, 29 Mayıs'ta gönderilmiş, 7 Haziran'da
alınmış."
Fandorin'i pür dikkat dinleyen general tam bu noktada sözü­
nü kesti.
"Onu unutabilirsiniz. Portekiz'de mayısta kabine değişikliği
oldu, bakanların tamamı yeni."
" Öyle mi?" Fandorin sinirlenmişti. "O zaman beşinci olarak
bir Amerikalıyı alabiliriz: No: 872 F, Senato Başkan Yardımcısı, 10
Haziran'da gönderilmiş, 28'inde ben ordayken ulaştı. Altıncısı, No:
1042 F, Osmanlı, Prens Abdülhamit'in özel kalemi, 1. Haziran'da
gönderilmiş, 20'sinde ulaşmış."
Bu nokta Mizinov'u çok ilgilendirmişe benziyordu. "Gerçek­
ten mi? İşte bu çok önemli. Gerçekten tarih 1 Haziran mı? İşe ba-

242
Kar Kraliçesi

kın. 30 Mayıs'ta Türkiye'de saltanat değişimi yaşandı, kontrolü eli­


ne geçiren Mithat Paşa, Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine 5.
Murat'ı çıkardı. Hemen ertesi gün, Murat'ın küçük kardeşi kendisi
için özel kalem mi atamış? İşte bu çok ilginç! Ne ihtiras, düşünün
bir kez bu ne kadar önemli bir bilgi. Mithat Paşa eninde sonunda
Murat'tan da kurtulmak isteyip tahta Abdülhamit'i geçirmek iste­
yebilir, değil mi? Ha, ha ... neyse bunlar bizi aşan konular. Ancak
bu çok iyi, Fandorin. Bu özel kalemi bulmak çocuk oyuncağı. Bi­
razdan Konstantinopel'deki büyükelçimiz Nikolai Pavlovich Gna­
tiev'e bir telgraf çekerim. Kendisi eski bir arkadaşım. Bize gerekli
bilgiyi ulaştıracaktır. Devam edin."
"Bir tek yedinci kaldı zaten. İsviçre kantara! polis şefi, 25 Ma­

yıs'ta gönderilmiş, 1 Haziran'da alınmış. Diğerlerini bulmak zor,


hatta olanaksız. Ancak hiç değilse bu yediyi bulur ve gizlice göz

hapsine alırsak... "

"Listeyi bana verin!" diyen general elini uzattı. "Hemen sözko­

nusu elçiliklerimize şifreli mektuplar gönderilmesi için talimat ve­


receğim. O ülkelerin gizli servisleriyle birlikte hareket etmemiz ge­

rekebilir. Yalnızca Osmanlı bunun dışında, arda kendi bilgi ağımı­


za sahibiz... Size karşı biraz sert davranmış olabilirim, Fandorin,

bunun için beni bağışlayacağınızı umuyorum. . . Çalışmalarınızın


araştırmalarımıza katkısını saygıyla karşılıyor, olayın çözümüne
olan katkılarınıza büyük değer veriyorum ... Ama, siz de kabul edin

ki olay benim için çok üzücüydü ... Brilling konusu yani... Anlıyor­

sunuz, değil mi?"


"Sizi çok iyi anlıyorum, ekselansları, ben de bir anlamda aynı

duyguları paylaşıyorum."
"Bu iyi, çok iyi. Artık benim yanımda çalışacaksınız, Azazel

konusunda. Bunun için en etkin ve başarılı kişilerden oluşan bir

243
Boris Akunin

komisyon kuracağım. Bu düğümü muhakkak çözeceğiz, bu yolda


elimden geleni yapmaya hazırım."
"Ekselansları, izninizle bir kez daha Moskova'ya gidebilir mi­
yim?"
"Niçin?"
"Lady Astair'le konuşmak için. Gerçi kendisi olağanüstü iyi­
liksever ve saygın bir kişi olarak ... " Konuşmasının tam bu noktasın­
da Fandorin gülümsemekten kendini alıkoyamadı. "Kendisinin
Cunningham'ın eylemleri hakkında en ufak bir bilgiye sahip olma­
dığından eminim, ama Cunningham'ı küçücük bir çocuk olduğu
yıllardan beri tanıdığını göz önünde tutarsak bize faydalı olabile­
cek bazı bilgiler verebileceğinden eminim. Bunun da mutlaka yasal
yoldan, kolluk güçleriyle yapılması gerekmez sanırım. Hanımefen­
diyi biraz tanımak gibi bir şansım da oldu. Bu açıdan benden çe­
kinmeyecektir, ayrıca biraz İngilizcem de var. Belki bize yeni bir
dayanak noktası gösterebilir? Kim bilir, belki de Cunningham'ın
geçmişinde herhangi bir kördüğümün anahtarı gizlidir."
"Elbette. Gidebilirsiniz. Ama bir günden uzun kalmamaya
gayret edin. Ama şimdi her şeyden önce biraz uyuyun, yardımcım
size kalacak bir yer gösterecektir. Yarın akşam treniyle Mosko­
va'ya gidersiniz. Şansımız yaver giderse o zamana kadar elçilikler­
den cevapları da almış olabiliriz. Öbür gün, yani 28'inde Mosko­
va'da olursunuz, Lady Astair'le konuştuktan sonra aynı günün ak­
şamı geri dönmenizi bekliyorum. Bana sürekli rapor vermelisiniz.
Gece gündüz, gerekli olan her anda! Anlıyorsunuz, değil mi?"
"Hem de çok iyi, ekselansları!"

Keçi sakallı, kravatındaki pırlanta iğne hemen dikkati çeken,


son derece asil görünümlü ve şık bir adam St. Petersburg-Moskova

244
Kar Kraliçesi

treninin birinci mevkii vagonunun koridorunda durmuş, merakla


bir nolu kompartımanın kapalı kapısına bakıyordu.
"Merhaba, bakar mısınız?" Parmağıyla işaret ederek tam o an­
da koridora çıkan kondüktörü yanına çağırdı.
Adam koşarak geldi ve kalburüstü yolcunun önünde hafif bir
reverans yaptı.
"Emrinizdeyim."
Saygın bey iki parmağını kondüktörün yakasının içine sokarak
onu iyice kendine çekti ve tok, ancak kısık bir sesle sordu. "Şu bir
nolu kompartımanda seyahat eden genç, kim o? Hakkında bilgin
var mı? Henüz çok genç görünüyor."
"Buna ben de çok şaşırdım," diye yanıtladı kondüktör fısılda­
yarak. "Bilindiği gibi bir nolu kompartıman çok önemli ve özel ki­
şiler için ayrılmıştır hatta normal bir generalin bile orda seyahat
hakkı yoktur. Yalnızca önemli devlet meseleleriyle ilgili seyahat
etmesi gerekenlere ayrıcalık yapılabiliyor."
"Biliyorum." Saygın yolcu sigarasından bir nefes çekerek, du­
manını havaya üfledi. "Bir keresinde ben de Novorossiya'ya gizli
bir görevle giderken orayı kullanmıştım. Ama bu henüz bir çocuk,
bir çaylak. Belki de önemli birinin oğlu? Şu sorumsuz gençlerden
biri !"
"O türden biri değil, bayım. Ayrıca önemli kişilerin çocukları­
nı bir nolu kompartımana almıyorlar, bu konuda kurallar çok katı.
Tabi prensler dışında! Onun kim olduğunu araştırdım. Müdürün
yolcu listesinde hakkında biraz bilgi vardı." Tren görevlisi sesini
iyice alçaltmıştı.
"Peki ne öğrendin?" Meraklı yolcu sorularıyla kondüktörü da­
ha çok konuşturmaya çalışıyordu.

24.5
Boris Akunin

Kondüktör yüklü bir bahşiş hayaliyle iki parmağını dudakları

üzerine koyarak fısıldadı.


"Üçüncü Şube'den. Önemli, gizli görevle seyahat eden bir de­

dektif!"

"Tabi çok özel bir görevle. Önemli olmasaydı bir nolu kom­

partımana vermezlerdi." Saygın adam çok şeyler anlatan bir ara­


dan sonra merakla sordu. "Nasıl bir görev? Fikriniz var mı?"

"Kendini kompartımana kapattı ve o zamandan bu yana da

hiç dışarı çıkmadı. İki kez ne yaptığını görmek için çay götürdüm.
Birtakım kağıtları önüne almış, bakıyordu. Başını kaldırıp benimle

ilgilenmedi bile. Bildiğiniz gibi St. Petersburg'tan on beş dakika


rötarla hareket ettik. Onun yüzünden. Beklememiz gerektiğine

dair talimat aldık."


"Ooo." Yolcu şimdi gerçekten şaşırmıştı. "Bu duyulmamış bir
şey olsa gerek!"
"Oluyor, ama çok ender! "

"Peki listede isim yok muydu?"

"Hayır, bayım. Ne isim ne de unvan! "

Bu arada Fandorin önündeki birkaç satırlık rapordan bir şey­

ler çıkarmaya çalışıyor, sinir içinde saçlarını karıştırıyordu. Gizem­


li bir terörün pençesine düşmeye her an daha çok yaklaştığını his­

sediyordu.
İstasyona gelmeden hemen önce, Mizinov'un yardımcısı, Fan­

dorin'in neredeyse bütün günü uyuyarak geçirdiği misafirhanedeki


odasına gelerek biraz daha beklemesi gerektiğini belirtmişti. Elçi­

liklere yolladıkları şifreli mektuplardan üçüne yanıt gelmişti. Şifre­

leri çözülüyordu. Fandorin yaklaşık yarım saat kadar sürecek bu

246
Kar Kraliçesi

işlemin treni kaçırmasına neden olacağından korktuysa da bu en­


dişesi yardımcı tarafından giderildi.
Fandorin geniş, yeşil kadifeyle kaplanmış kompartımana girer
girmez (kompartımanda küçük bir yazı masası, geniş bir kanepe,
ayakları yere sabitlenmiş iki ceviz sandalye vardı) hemen mektup­
ları açıp okumaya başladı. Yanıtlar Washington, Paris ve Konstan­
tinopel'den gelmişti. Başlık hepsinde aynıydı.
ACİL VE ÖNEMLİ: EKSELANSLARI IAWRENTİ ARKADJE­
WJTSCH MIZINOWUN NO: 13476/8G KRİPTOSUNA YAN/ITIR
26 HAZİRAN 1876.
Mektuplar yazan tarafından şahsen imzalanmıştı. Her ne kadar
önyazıları aynıysa da içerikleri çok farklıydı.

9 Temmuz (27 Haziran) 1876, saat: 12. 15, Washington

Sorduğunuz kişi John Pratt Dodds, bu yılın 9 Haziran 'ında


senato tarafından mali işler komisyonu temsilciliğine seçilmiştir.
Sözkonusu kişi Amerika 'da tanınmış ve saygın biridir. Burada
kendini yetiştirmiş denilen bir milyonerdir. Yaş: 44. Daha önceki
yaşamı, doğum yeri ve tarihi, ailesi hakkında hiçbir şey bilinmi­
yor. Servetinin kaynağının Ktılifomiya'daki altına hücum döne­
mi olduğu düşünülüyor. Bir yatınm dahisi olarak görülüyor. İç
savaş sırasında Başkan Lincoln 'ün finans danışmanlığını yaptı.
Hatta bazılan kapitalist kuzeyin tutucu güneyi yenmesini federal
generallerin çabasından çok Dodds'un emeklerine ve doğru yatı­
nmlanna borçlu olduğunu düşünüyorlar. 1872'de Pennsylva­
nia'dan senatör seçildi. İyi bilgi alan kaynaklardan öğrendiğimi­
ze göre kendisinin geleceğin maliye bakanı olacağına kesin gö­
züyle bakılıyor.

247
Boris Akunin

9 Temmuz (27 Haziran) 1876, saat: 16.45, Paris

Sizin de tanıdığınız savaş bakanlığındaki gizli ajan Co­


co 'dan öğrendiğimize göre Siyam filosu kumandanlığını yürüt­
mekte olan Tuğamiral Jean Jntrepide 15 Haziran tarihi itibariyle
koramirallik mevkiine yükseltilmiştir. Kendisi Fransız donanma­
sının efsanevi kişiliklerinden biridir. Yırmi yıl kadar önce Tortu­
ga kıyılannda seyretmekte olan lntrepide adlı bir Fransız firka­
teyni, açık denizde bir tahlisiye botu içinde batan bir gemiden
kurtulmuş, küçük bir çocuk bulmuştur. Olay nedeniyle hafızası­
nı yitirmiş olan çocuk ne milliyetini ne de adını söyleyebilmişti.
Miço olarak bota alınan çocuğa firkateynin adı verilmiş. Çocu­
ğun inanılmaz bir kariyeri olmuş. Birçok keşif ve sömürge sava­
şında yer almış. Meksika savaşındaki başanlan dillere destan.
Geçen yıl Paris'te Dük de Rohan'ın kızıyla evlenerek gerçek bir
sansasyona neden oldu. Sorulan kişinin biyografisiyle ilgili daha
aynntılı bilgileri bir sonraki raporumuzda iletmeye çalışacağım.

27 Haziran 1876, saat: 14.00, 2, Konstantinopel

Sevgili Lavrentii, bu konuda bilgi almak istemene gerçekten


şaşırdım. Acilen bilgi verilmesini istediğin kişi, yani Enver Efen­
di, uzun zamandır benim de dikkatle izlediğim biri. Mithat Paşa
ve Abdülhamit'in çok yakını olduğu söylenen sözkonusu kişi al­
dığım bilgilere göre saraydaki çok yakın bir taht değişiminin kilit
adamlanndan biri olacak. Şu anki padişahın tahttan indirilerek
Abdülhamit'in taç giymesine anlık mesele olarak bakılıyor. Böy­
le bir durumda ise Enver Efendi çok önemli pozisyona getirilerek
büyük güç kazanacaktır. Çok akıllı biri, Avrupa 'da eğitim gör-

248
Kar Kraliçesi

mil§, Doğu ve Batı dillerinden birçoğuna hakim. Ancak bu ki§i­


nin biyografisiyle ilgili ayrıntılı bilgi almak mümkün olmadı. Yal­
nızca otuz beş yaşlannda olduğu, Sırbistan veya Bosna 'da doğ­
duğu biliniyor. Çilesi hakkındaki bilgiler karanlık, akrabası yok.
Günün birinde vezir olursa Türkiye için bu özelliği. çok yararlı
olacaktır. Düşün bir kez; Bir vezir ve çevresinde açgözlü, iltimas
peşinde koşan, imtiyaz isteyen akrabalar yok! Bu ülke için böyle
bir şey şu an düşünülemez bile! Enver 'Genç Osmanlılar' deni­
len bir grubun aktif üyesi ve Mithat Paşa 'nın gizli kapaklı i§lerde­
ki sağ kolu. Merakını biraz olsun giderebildim mi? Benim de sa­
na bir sorum olacak. Bu Enver Efendi ile niçin ilgileniyorsun?
Onun hakkında ne gibi bilgiler aldın? Bun/an acilen benimle
paylaşmanı isterim, çok önemli olabilir.

Fandorin şifreli mektupları belki de yüzüncü kez okumuş, or­


tak bazı noktaların altını çizmişti. Birincisinde, geçmiş yaşamı, do­
ğum yeri ve tarihi, geldiği yer bilinmiyor; ikincisinde, ne ismini ne
de anavatanını hatırlıyordu; üçüncüsünde, ailesiyle ilgili bilgiler
karanlık, akrabası filan yok, yazıyordu. İnsanın tüyleri ürperiyor­
du. Her üçü de birdenbire hiçten var olmuş, kariyer merdivenlerini
her insanın hayali olabilecek kademelere kadar insanüstü bir hız
ve başarıyla çıkmayı başarmışlardı. Üçü de aynı gizemli gruptan mı
geliyorlardı yoksa? Yoksa Tanrı korusun, insan değiller miydi?
Başka bir gezegenden gelmiş, doğaüstü yaratıklar olamaz mıydı?
Örneğin Marslı? Ya da daha da kötüsü, bir tür yeryüzüne inmiş
şeytanlar? Fandorin, Amalia'yı hayalet olarak gördüğü geceyi
anımsayarak ürperdi. Bezhetskaya da bunlar gibi nerden geldiği,
kim olduğu bilinmeyen bir yaratıktı. Sonra bu şeytani örgüt: Aza­
zel. Off, bu işte gerçekten şeytanın kükürt kokusu hissediliyordu...

249
Boris Akunin

O anda kapı hafifçe tıkırdatıldı. Fandorin irkilerek hemen ce­

ketinin altındaki Herstal'ı yokladı.

Kapı aralandı ve kondüktörün gülümseyen yüzü göründü.

"Kısa bir mola verdik, ekselansları ! Biraz bacaklarınızı hare­

ket ettirmek ister miydiniz? Ayrıca istasyonda bir şeyler içebilece­

ğiniz açık bir restoran da var."

Fandorin bu sözlerle birlikte istemeden kasılıp dikleşerek giz­

lice aynadaki görüntüsüne baktı. Ekselans denildiğine göre, onu

cidden general sanmış olabilirler miydi? Aslında ayaklarını biraz

hareket ettirmesi hiç fena olmayacaktı. Ayrıca yürürken daha ra­

hat düşünebiliyordu. Bunun dışında gün boyu rahatsız edici bir dü­

şünceden bir türlü kurtulamayarak çok bunalmıştı: Aradığını tam

yakalamak üzereyken elinden kayıp gidiyordu, ama yine de için­

den bir ses onu vazgeçmemesi için cesaretlendiriyordu: Kaz, daha

derin kaz, mutlaka ulaşacaksın!

"Niçin olmasın? Sanırım biraz dolaşmak iyi olacak. Burda ne

kadar kalacağız?"

"Yirmi dakika. Ancak acele etmenize hiç gerek yok." Kondük­

tör sinsice gülümseyerek ekledi. "Nasıl olsa siz gelmeden hareket

etmeyiz. "

Fandorin istasyonun lambalarıyla aydınlatılnuş perona indi.

Kompartıman pencerelerinin hepsi aydınlık değildi. Yolculardan

bir kısmı uyuyor olmalıydılar. Fandorin kollarıyla gerinip rahatla­

dıktan sonra iki elini arkasında kenetleyerek peronda dolaşmaya

başladı. Bu şekilde dolaşırken çok daha iyi ve verimli düşünebili­

yordu. Ancak o anda vagondan sakallı, silindir şapkalı saygın görü­

nümlü bir bey inerek kendisine eşlik eden genç bayana kolunu

uzatırken Fandorin'i belirgin bakışlarla ilgiyle süzdü. Fandorin ise

250
Kar Kraliçesi

genç kadının güzel yüzünü fark ettiği anda yıldırım çarpmışa dön­

dü. Genç kızın yüzünde de aynı anda bir sevinç pırıltısı belirerek,

tatlı bir sesle haykırdı. "Baba! " Her hecenin üstüne ayn ayrı bası­

yordu. "Babiş bak işte sana bahsettiğim sivil polis! Anımsıyorsun,

değil mi? Hani Bayan Pfühl ve beni sorgulayan... "

"Sorgulama;' kelimesini söylerken kelimenin üzerinde sanki

bundan gurur duyuyormuşçasına bir tonlamayla durmuştu. Genç

kız gri gözleriyle Fandorin'i büyük bir merak ve sevgiyle süzüyor­

du. Doğrusunu söylemek gerekirse son haftaların yoğun ve akıl al­

maz olayları Fandorin'in Lizanka için duyduğu duygulan hatta

onu düşlerinde "meleğim" diye adlandırmasına neden olan düşün­

celerini geri plana itmişti. Ancak bu dünyalar güzelini tekrar gör­

düğü anda yine kanı kaynamış, tüm duyguları uyanmış, babasının

kolundaki genç kıza bakmak bile heyecandan kalbinin duracakmış

gibi çarpmasına neden olmuştu.

Fandorin hafifçe kızararak konuştu. "Aslında polis sayılmam.

Özel bir görevle ... "

"Biliyorum, biliyorum, je vous le dis tout cru. "<'> Asil görünüm­

lü adam anlayışlı bir ifadeyle söze karıştı. Kravatındaki pırlanta iğ­

ne parlıyordu. "Gizli devlet meselesi, açıklamaya çalışmanıza ge­

rek yok. Entre nous soit dit,<"> bu tür nedenlerle ben de birçok se­

yahat yaptım. Bu açıdan sizi çok iyi anlıyorum." Silindir şapkasını

düzeltti. "İzin verirseniz kendimi tanıtayım. General Alexander

Apollodorovich Evert-Kolokoltsev, konsey üyesi, Moskova eyalet

mahkemesi başkanı. Ve kızım Liza! "

<"> Bunu size kabaca söylüyorum.


<.
. > İkimizin arasında kalsın.

251
Boris Akunin

"Bana Lizzie derseniz sevinirim, Liza adından hiç hoşlanmıyo­


rum, her nedense bana İtalya'daki eğri Piza kulesini anımsatıyor."
Genç kız bunları söyledikten sonra hafifçe kızararak bir itirafta
bulundu. "Sizi çok düşündüm. Emma da sizden çok hoşlandı. Hat­
ta adınızı bile hala hatırlıyorum. Erast Petrowitsch'ti, değil mi?
Erast çok hoş bir isim!"
Fandorin bunların gerçek olamayacağını, bir düş gördüğünü
düşünüyordu. Olağanüstü güzellikte bir düş. Ve bu düşten uyan­
mamak için -Tanrı korusun- kılını bile kıpırdatmak istemiyordu.

252
Kar Kraliçesi

O N B EŞ İN C İ B Ö LÜ M
Doğru soluk almayı bilmenin yaşamdaki önemi
belirgin şekilde anlaşılıyor

Lizanka'nın yanında (Fandorin, Lizzie demeye her nedense

alışmak istemiyordu) konuşmak da susmak da aynı güzellikteydi.

Tren ritmik sallanblarla rayların üzerinde ilerliyor, sabahın

yoğun sisi içinde adeta yüzen Valdai tepelerinin arasından zaman

zaman düdük çalarak, buhar vererek büyük bir hızla geçiyordu. Li­

zanka ve Fandorin bir nolu kompartımanın yumuşak kadife san­

dalyelerinde karşılıklı oturmuş susuyorlardı. Genellikle pencere­

den dışarıyı seyrediyor, zaman zaman birbirlerine bakıyor, bakışla­

rı tesadüfen karşılaştığı zamansa bundan rahatsız olmak bir yana

zevk bile alıyor, mutluluk duyuyorlardı. Sonuçta Fandorin başını

Lizanka'nın hiçbir bakışını kaçırmamak üzere çok hızlı ve sık çe­

virmeye başladı. Ve her kaçamak bakışı yakalandığında genç kız

sevgiyle gülümsüyordu.

Kanepede huzur içinde uyuklayan baronu uyandırmam� için

konuşmamaları gerekiyordu. Daha çok kısa bir süre öncesine ka­

dar Fandorin, baronla Balkan sorununa ilişkin çok ilginç bir ko­

nuşma yapmış, ancak bu sohbet sırasında, neredeyse bir cümlenin

ortasında yaşlı adamın başı önüne düşüp gövdesi hafifçe yana eğil­

miş ve horlamaya başlamıştı. Şimdi de raylar üzerinde tıkırdayan

253
Boris Akunin

trenin ritmine uygun bir şekilde da-dam, da-dam sallanarak uyku­

sunu sürdürüyordu.

Lizanka'nın yüzünden herhangi bir nedenle çok mutlu olduğu

anlaşılıyordu. Fandorin'in sorgulayan bakışlarını fark ederek açık­

lama yapma gereksinimi duydu. "Siz çok akıllı bir insansınız, Fan­

dorin, o kadar bilgilisiniz ki ... Biraz önce babama Abdülhamit ve

Mithat Paşa'ya ilişkin ne kadar değerli bilgiler veriyordunuz ...

Bense o kadar aptalım ki, tasavvur bile edemezsiniz."

Fandorin en ufak bir kuşku duymadan fısıldadı. "Siz aptal bir

insan olamazsınız."

"Aslında size bu konuda anlatmak istediğim bir şey var ama

çok utanıyorum ... Neyse anlatayım. Benimle alay etmeyeceğinizi

umuyorum. İçimde öyle bir his var ki bu konuya gülseniz bile hur­

da benimle beraber gülersiniz, ama arkamdan alay etme:zsiniz."

"Çok doğru!" diye yanıtlayan Fandorin, baronun uykusunda

kaşlarını kıpırdattığını fark edince tekrar fısıltıyla konuşmaya baş­

ladı. "Sizinle hiçbir zaman alay etmem, edemem."

"İyi öyleyse ! Söz, değil mi? Sizin ziyaretinizden sonra oturup

hayaller, çok güzel düşler kurmuştum ... Sonu kötü biten, duygu

yüklü güzel bir peri masalı işte! Karamzin'in Zavallı Liza'sının tra­
jik sonunu anımsıyor musunuz? Liza ve Erast? İsminizi fevkalade
güzel bulduğumu söylemiştim, değil mi? Her neyse, düşlerimin so­

nunda kendimi hep trajik bir şekilde boğulmuş veya veremden öl­

müş, beyaz güller içinde bir tabuta konmuş, bembeyaz güzel bir

yüzle yatıyor görüyordum. Tabutumun başucunda ise siz vardınız

ve ağlıyordunuz. Tabi annem, babam da. Emma ise hıçkırıklarını

mendiliyle gizlemeye çalışıyordu. Aptalca, değil mi?"

Fandorin başıyla onayladı.

254
Kar Kraliçesi

"İstasyonda karşılaşmamız bir mucize. Ma tante 'mi<"> ziyarete


gelmiştim. Aslında dün dönecektik ama babamın bakanlıkta işi
çıktığı için biletlerimizi değiştirip dönüşümüzü bugüne ertelemek
durumunda kaldık. Bu gerçekten bir mucize, öyle değil mi?"
"Niçin mucize olsun?" Fandorin şaşırmış gibi bir ifade takındı.
"Bence bu yazgımızda vardı."
Dışarıda gökyüzü inanılmaz bir görüntü almıştı; Ufukta beli­
ren kıpkırmızı bir çizgi kapkara göğü sınırlıyordu. Masanın üzerin­
de darmadağın duran şifreli mektuplar ise o an için Fandorin'i hiç
ilgilendirmiyordu.

Fandorin bindiği arabayla güne yeni uyanan Moskova'da Ni­


kolaevsky istasyonundan doğruca Khamovniki'ye yöneldi. Açık ve
ılık bir gün olacağa benziyordu; Lizanka'nın ayrılırken yalvaran
gözlerle söylediği birkaç kelime Fandorin'in hala kulaklarındaydı.
"Bu akşam bize geliyorsunuz? Söz, değil mi?" demişti genç kız bü­
tün tatlılığıyla.
Zamanlama açısından her şey mükemmeldi. Önce Astair Yetiş­
tirme Yurdu'na Lady Astair'i görmeye gidecekti. Daha sonra da jan­
darma komutanlığına, bölge komutanıyla görüşmeye. Böylece Lady
Astair'den önemli bir şey öğrenebildiği takdirde bunu hemen oradan
telgraf çekerek Mizinov'a bildirebilecekti. Aynca gece boyunca diğer
ülkelerden de şifreli mektuplar ulaşmış olabilirdi. Onlarla ilgili bilgi
de alabilirdi. Fandorin sigara tabakasından bir sigarello çıkararak
beceriksizce yaktı. Yoksa önce jandarma merkezine mi gitmeliydi?
Ama bu arada atlar Ostozhenka Caddesi'ne dönmüşlerdi bile; artık

t"> Teyzemi.

255
Boris Akunin

geri dönmek aptallık olacaktı. O zaman plan belliydi: Önce İngiliz


Lady, sonra jandarma merkezi, daha sonra eve giderek birtakım eş­
yaları almak, iyi bir otele yerleşip kıyafet değiştirmek, sonra bir çi­
çekçiye uğrayarak çiçek yaptırmak ve saat on sekize doğru Malaya
Nikitskaya Caddesi'ne Evert-Kolokoltsevlerin evine ulaşmak. Erast
Fandorin mutlulukla gülümseyerek şarkı söylemeye başladı:

Yalnızca bir zabıt katibiydi o,


Kızsa generalin sevgi.li kızı...
Aşkını anlatabilmek isterdi ona
Ama kibirden kördü gözleri ...

Bu arada çizgili bekçi kulübesi ve mavi üniformalı güvenlik


görevlisini önceden de tanıdığı büyük demir kapıya ulaşmıştı bile.
Fandorin arabadan hafifçe aşağı doğru eğilerek sordu. "Lady
Astair'i nerde bulabilirim? Astair Yetiştirme Yurdu'nda mı, diğer
öbür tarafta mı?"
"Günün bu saatlerinde diğer binada yönetim katında olur."
Güvenlik görevlisi bu kez sakin bir ses tonuyla patronunun yerini
açıklamıştı. Atlar ilerleyerek, köşeyi döndüler ve sakin dar sokağa
girdiler.
İki katlı yönetim binasının önünde Fandorin arabacıya kendi­
sini beklemesini söyledi. Bu arada konuşma uzayabileceği için sa­
bırlı olması gerektiğini de ayrıca belirtti. İngiliz Lady'nin Timofei
olarak tanıttığı iriyarı, kendini beğenmiş güvenlik görevlisi bu kez
güneşlenmek yerine gölgeye çekilmiş, kapının önünde ileri geri gi­
dip geliyordu. Haziran güneşi bir hayli yakıcıydı.
Timofei bir önceki sefere göre çok daha farklı davrandı, hatta
psikolojik açıdan inanılmayacak bir incelik sergiledi bile denilebi-

256
Kar Kraliçesi

lirdi. Şapkasını çıkarıp hafif�� eğildi ve ağzından bal damlıyor de­


nilebilecek kadar tatlı, yumuşak bir sesle kimin geldiğini bildirmesi
gerektiğini sordu. Son haftalarda Fandorin'in dış görünüşünde
meydana gelen herhangi bir değişiklik öylesine etkili olmalıydı ki,
artık güvenlik görevlisi tayfasında tersleyerek geri çevirmek içgü­
düsünün uyanmasını engelliyordu.
"Hiç gerek yok, yolu biliyorum."
Timofei yerlere kadar eğilerek, hiç itirazsız kapıyı açtı ve ziya­
retçinin kumaş kaplı antreye ve oradan da güneş ışığıyla aydınlan­
mış koridora geçmesine izin verdi. Fandorin koridor boyunca iler­
leyerek, beyaz, altın varak işlemeli kapının önüne gelince durdu.
Kapı genç adam henüz çalmaya fırsat bulamadan açıldı ve aynen
Timofei gibi mavi üniforma ve beyaz çoraplar giymiş iriyarı bir
adam karşısına dikildi. Merakla ziyaretçiye bakıyordu.
"Üçüncü Şube'den Dedektif Fandorin ! Çok acil ve önemli
resmi bir konu! " diyen Fandorin'in bu açıklamasına rağmen adam
en ufak bir tepki bile göstermedi. Genç adam bu kez de aynı şeyle­
ri İngilizce olarak tekrarladı. ''State police, Inspector Fandorin, on
urgent official business. "
Adamın yüzünde yine tek bir hareket bile olmadı ama söyle­
nenleri anladığı belliydi. Sonra birden başını göğsüne kadar eğerek
geri döndü ve kapının iki kanadını da sıkı sıkıya kapattıktan sonra
odada kayboldu.
Yarım dakika bile geçmeden kapı yeniden açıldı. Bu kez eşikte
duran Lady Astair'in kendisiydi. Geleni eskiden tanıyor olmanın ver­
diği rahatlamayla olsa gerek yüzünde içten bir gülümseme belirdi.
"Demek gelen sizdiniz, sevgili genç dostum! Andrew gizli po­
listen yüksek rütbeli bir dedektif demişti. İçeri girsenize. Nasılsı­
nız? Yorgun görünüyorsunuz."

257 F: 17
Boris Akunin

"St. Petersburg'tan geliyorum," diyen Fandorin bu arada Lady


Astair'in çalışma odasına girmişti. "İstasyondan hiçbir yere uğra­
madan doğruca buraya geldim. Konu gerçekten çok önemli ve
acil !"
"Ahlı, evet!" Üzüntülü bir ifadeyle başını sallayan Lady Astair
koltuğuna otururken, eliyle de ziyaretçisini karşısındaki koltuğa
oturmaya davet etti. "Sanırım benimle sevgili Gerald Cunningham
konusunda konuşmak istiyorsunuz. Gerçekten bir kabus bu, anla­
makta güçlük çekiyorum. Andrew, misafirimizin şapkasını alır mı­
sın! Andrew çok eskiden beri yanımda çalışır, İngiltere'den geldi.
Sadık Andrew, onun eksikliğini çok hissettim. Andrew artık gide­
bilirsin, dostum, şimdilik sana ihtiyacım yok."
İriyarı cüssesine rağmen Fandorin üzerinde rahatsız edici ve­
ya ürkütücü bir etki yapmayan Andrew yerlere kadar eğilerek oda­
dan çıktı. Fandorin sert arkalıklı koltukta rahat bir oturma pozis­
yonu bulmaya çalıştı. Konuşma uzun süreceğe benziyordu.
"Olanlara gerçekten üzüldüm, lütfen taziyelerimi kabul edin,
hanımefendi !" diye söze başlayan Fandorin hemen konuya girdi.
"Ancak maalesef uzun yıllardır sağ kolunuz ve sırdaşınız olan Bay
Cunningham'ın polisi yakından ilgilendiren büyük çaplı suç olayla­
rına karışmış olduğunu saptadık."
"Yani bundan dolayı şimdi de benim Astair Yetiştirme Yurt­
ları'nı mı kapatmayı planlıyorsunuz?" diye fısıldadı Lady Astair üz­
gün ve kısık bir sesle. "Peki ama bu kadar çocuk ne olacak? Daha
normal bir yaşama alışmaya bile yeni başladılar. Onların arasından
ne büyük yeteneklerin olduğunu bir bilseniz! Majestelerine özel­
likle bir mektup yazarak ricada bulunacağım. Belki de himayem­
deki kimsesiz yavruları yanımda yurtdışına götürmeme izin verilir."
Fandorin yumuşak bir sesle açıkladı.

258
Kar Kraliçesi

"Boşuna endişeleniyorsunuz hanımefendi ! Astair Yetiştirme


Yurtları'nı kapamak gibi bir düşüncenin olmadığı kesin. Bu çok
yanlış, büyük bir hata olur. Hayır efendim, amacım yalnızca size
Cunningham'Ia ilgili birkaç soru yöneltmek, başka bir şey değil."
"Elbette! Ne isterseniz sorabilirsiniz. Gerald, zavallı dostum...
Biliyor musunuz, aslında o çok iyi ve saygın bir ailenin çocuğuydu.
Ailesi Hindistan'dan dönerken bir gemi kazasında hayatlarını kay­
bettiler. O da on bir yaşında kimsesiz kaldı. İngiltere'de veraset ya­
saları sizinkinden çok farklı; ailenin tüm malvarlığı, unvanı, kısaca
her şeyi en büyük erkek çocuğa kalıyor. Genç olanlara hiçbir şey
verilmiyor, başlarının çaresine bakmaları bekleniyor. Gerald aile­
nin en genç çocuğunun en küçük oğluydu. Dolayısıyla akrabaları
da onunla ilgilenmedi. Ailesinin ölümüyle kimsesiz ve yoksul ola­
rak ortada kaldı. Bakın şu anda ben de amcasına bir başsağlığı
mektubu yazıyordum. Aslında Gerald'la hiç ilgilenmeyen, işe yara­
maz bir centilmen ama yine de ne yapabilirim ki... Biz İngilizler
formalitelere çok, belki gereğinden de fazla önem veriyoruz." Lady
Astair üzeri süslemeli yazılarla itinayla doldurulmuş bir zarf gös­
terdi. "Neyse, o zamanlar kimsesiz kalan Gerald'ı himayeme al­
dım. Olağanüstü bir matematik yeteneği vardı; onun profesör ola­
cağını umuyordum. Ancak hırs ve çabuk öğrenme yeteneği öğre­
tim üyesi olmak için yeterli değil. Kısa sürede başka çocukların
ona saygı gösterdiklerini, onun da yönetici olmaktan hoşlandığını
fark ettim. Liderlik yeteneği baskındı: Disiplin, ender rastlanır bir
azim ve kararlılık, kişilerin zayıf ve kuvvetli yönlerini ortaya çıka­
rabilme gücü! Manchester'deki Astair Yetiştirme Yurdu'nun tem­
silciliğine seçildi. Gerald'ı� devlet hizmetine girmesini ve politi­
kayla ilgilenmesini bekledim. Mükemmel bir sömürge valisi ve da-

259
Boris Akunin

ha sonra zamanla belki de eyalet valisi olabilirdi. Yanımda kalıp


eğitim faaliyetlerimizle ilgilenmek istediği zamanki şaşkınlığımı
anlatamam."
"Evet, elbette! " diye onayladı Fandorin. "Böylece çocukları et­
kisi altına alıp okullarını bitirdiklerinde onlarla bağlantı kurabili­
yordu." Aniden sustu. Birden anlamıştı. Tabi ya! Tanrı'm her şey
ne kadar da basitti. Bunu daha önce anlamamış olması inanılır gibi
değildi.
"Gerald kısa sürede benim için vazgeçilmez olup çıktı. Sağ ko­
lumdu." Karşısındakinin değişen yüz ifadesini fark etmeyen Lady
Astair anlatmaya devam ediyordu. "Kendini hiç düşünmeden, bü­
yük fedakarlıkla yorulmak nedir bilmeden çalıştı. Lisan yeteneği
de inanılmaz iyiydi: O olmasa bu kadar değişik ülkede yurt açmayı
asla başaramazdım. Büyük hırs ve azminin bir gün başına bela aça­
cağını hissediyordum. Bu çocukluğundan gelen bir saplantıydı. Ya­
kınlarına onların desteği olmaksızın da bir yerlere gelebileceğini,
önemli bir adam olacağını kanıtlamak. İçinde bulunduğu ikilemi
çok iyi hissediyordum: Yetenekleri ve hırsı başarılı bir pedagog ol­
makla mutlu olmasını engelliyordu, yüksek sayılabilecek bir geliri
olması da yetmiyordu."
Fandorin kadının söylediklerini dinlemiyordu. Kafasının için­
de bir lamba yanmış gibiydi, kısa süre öncesine kadar onun için ka­
ranlık olan her şey birden aydınlanıvermişti. İşte şimdi her şey bir­
biriyle uyum içindeydi. Nereden geldiği bilinmeyen Senatör
Dobbs, "hafızasını yitirip" geçmişini anımsamayan Fransız amiral,
kökeni bilinemeyen Osmanlı, Enver Efendi ve hatta Brilling! Dün­
yadışı yaratıklar mı? Marslılar mı? Öte dünyanın elçileri mi? Ne
saçmalık. Bunların hepsi Astair Yetiştirme Yurtlan'nda yetiştiril­
miş kimsesiz çocuklardı, eski mezunlar! Sokakta bulunmuş çocuk-

260
Kar Kraliçesi

lar! Dışlanmı§lar ! Ama burada kastedilen dışlanmı§lık asla Astair


Yetiştirme Yurdu'ndan dışarı atılmak değildi, aksine bilinçli şekil­
de dünyanın dörtbir yanına gönderilmişlerdi. Bunlar olağanüstü
yetenekli harika çocuklardı. Her biri amaca uygun şekilde eğitilmiş
ve her birinin yeteneği özellikle saptanarak geliştirilmişti. Jean'ın
bir tahlisiye botuyla denize bırakılması bo§una değildi, küçük oğ­
lan hiç kuşkusuz denizciliğe kar§ı olağanüstü bir yetenek sergili­
yordu. Bu mucize çocukların geçmişlerini gizlemeye çabalamanın
bir nedeni olmalıydı. Bu aslında çok açıktı. Parlak kariyer yapmış
insanlar arasında Lady Astair'in himayesinden çıkanların çokluğu­
nu fark eden dünya onları mercek altına alabilirdi. Ama böylece
her şey kendiliğinden olmuş görünüyordu. Doğru yola doğru bir
destek, yetenek ortaya çıkıyordu. Demek "öksüzler" ordusunun
her neferi kariyerindeki büyük başarıları böyle elde ediyordu.
Bundan dolayı Cunningham'a başarıları rapor etmelç çok önemliy­
di; böylece değerlerini ortaya koyuyor ve doğru seçimin yapılması­
nı garantiliyorlardı ! Bu dahilerin eski yuvalarına kar§ı minnettar­
lıklarını kanıtlamak isteyecekleri, bağlılık duyacakları doğaldı. Tek
aileleri burasıydı; onları sokaktan kurtarmı§, kötü dünyaya karşı
korumaya almış, onlara bakmış, eğitmiş ve içlerindeki yetenekleri
ortaya çıkararak kişiliklerinin oluşmasına yardım etmişti. Tüm
dünyaya yayılmış dört bin dahi neferden oluşan bir ordu: muhte­
şem bir aile! Sen çok yaşa Cunningham ve sendeki "liderlik ruhu"
Ama hayır, bir dakika...
Fandorin alnını kırıştırarak merakla sordu. "Cunningham kaç
yaşındaydı, hanımefendi?"
"Otuz üç!" Lady Astair yanıt vermekte bir an bile tereddüt et­
memişti. 16 Ekim'de otuz dört olacaktı. Yaş gününde Gerald bü-

261
Boris Akunin

yük bir kutlama düzenlemeyi planlıyordu; tabi çocuklar ona hediye

filan almayacaklardı, aksine o çocuklara hediyeler dağıtacaktı. Bu­

nun için yaklaşık tüm maaşını harcamayı göze almıştı."

"Hayır, bu uymuyor. .. " diye ağzından kaçırıverdi Fandorin

kendine hakim olamayarak.

"Uymayan ne yavrum?" Lady Astair şaşırmıştı.

"Intrepide yirmi yıl önce denizde bulunmuş. O zamanlar Cun­

ningham ancak on üç yaşında olabilir. Dobbs ise servetini yaklaşık

çeyrek asır önce kazanmış, o zamanlar Cunningham belki öksüz

bile değildi. Hayır o olamaz."

"Neden bahsediyorsunuz?" İngiliz Lady, Fandorin'in sözlerine

bir anlam veremiyor, mavi gözleri sinirden seğiriyordu.

Fandorin gözlerini İngiliz Lady'ye dikerek uzunca bir süre tek

kelime etmeden öylece durdu. Korkunç bir kuşkunun pençesin­

deydi.

"Cunningham olamayacağına göre .. ." diye fısıldadı zorlukla.

"O... Sizsiniz! Siz yirmi yıl önce de, yirmi beş yıl önce de, kırk yıl
önce de bu dünyadaydınız! Sizden başka kimse olamaz! Cunning­

ham olaylarda yalnızca sizin sağ kolunuzdu, o kadar! Dört bin

kimsesiz çocuk -himayenizde- aslına bakarsanız onların hepsi de


sizin çocuklarınız! Morbid'le Franz'ın 'Bizim için bir annenin ya­

pacağından çok fazlasını yaptı' dediklerini duymuştum. Onların

Amalia'dan değil, sizden bahsettiklerini şimdi anlıyorum. Her biri­

ne yaşamdaki amaçlarına ulaşmakta yardımcı oldunuz, her birini

'doğru yola' soktunuz. İnanılmaz bir şey bu, gerçekten inanılmaz!"

Fandorin acı çekiyormuşcasına inledi. "Başından itibaren pedago­

jik teorilerinizi bir dünya gücü yaratmak gibi kötü bir amaca alet

ettiniz."

262
Kar Kraliçe8i

"Öyle denebilir. Ama başlangıçtan beri değil!" Lady Astair


inanılmaz bir sakinlikle söze karıştı. Yaşlı kadın birden son derece

belirgin ancak anlatılması güç bir değişim geçirmişti. Fandorin'in

karşısında oturan artık o sevgi dolu, yumuşak, barışsever kadın de­

ğildi. Gözlerinden ihtiras, kibir ve karşı konulamaz bir güç fışkırı­


yordu. "Önceleri gerçekten zavallı, kimsesiz yoksul çocuklara yar­
dımcı olmak, onlara bir yuva vermekten başka bir amacım yoktu.
Onları mutlu etmeyi amaçlıyordum; olabildiğince çok çocuğu mut­
lu etmek! Yüz, bin, ne kadar olursa! Ancak tüm çabalarım kızgın
taşa düşen bir su damlası gibi boştu. Ben bir çocuğu kurtarırken
binlerce ama binlerce genç ruh toplumun dışına itiliyor, kaderin
sillesini yiyip acımasızca kurban ediliyordu. Sonunda tüm çabaları­
mın boşuna olduğunu anladım. Denizi kaşıkla boşaltmak olanak­
sızdı." Lady Astair'in sesi giderek sertleşiyor, omuzları dikleşiyor­
du. "Bunun dışında Tanrı'nın bana yalnızca bir grup kimsesiz çocu­
ğu kurtarmaktan çok daha yüce bir görev verdiğini anladım. İnsan­
lığı kurtarabilirdim! Belki yaşarken bunu görmeyecektim ama ölü­
mümden yirmi, otuz belki de elli yıl sonra bu mutlaka gerçekleşe­
cekti. Bu benim görevim, yaşamdaki tek amacım olmalıydı. Çocuk­
larımın her biri bir cevher, yaradılışın baştacı ve yeni insan varlığı­
nın şövalyesi olacaktı. Her birinin insanlığa olağanüstü faydaları
olacak, erdemli yaşamlarıyla dünyayı daha iyi günlere götürecek­
lerdi. İnsanlığı yola getirecek adil yasaların çıkmasına öncülük
edecek, doğanın sırlannı çözmeye çalışacak, bilimin hizmetinde
karanlıkları aydınlığa dönüştürecek ve büyük sanat eserleri vere­
ceklerdi. Yıldan yıla sayıları artacak ve sonunda bu hazımsız, ada­
letsiz ve suç dolu dünyanın sonu gelip dünya değişecekti."

"Bana doğanın gizeminden, bilimden, seçkin sanat eserlerin­

den söz etmeyin!" diye atıldı Fandorin kendini tutamayarak. "Sizin

263
Boris Akunin

için tek önemli olan güç! Listelerinizi gördüm. General ve bakan­


lardan geçilmiyordu."
Lady Astair, Fandorin'e küçümseyerek gülümsedi.
"Sevgili yavrum, Cunningham'ın benim yalnızca F grubumla
ilgilenmekle sorumlu olduğunu bilmelisiniz. Çok önemli bir kate­
gori ama asla tek değil. F-Force, yani güç anlamına geliyor, dar an­
lamda da doğrudan güç kullanımını gerektiren mekanizmaların ta­
mamını kapsıyor. Politika, devlet yönetimi, silahlı güçler, kolluk
güçleri, polis ve bunun gibi. Bunun yanında S-Science, yani bilim,
A-Arts-Sanat ve B-Business-i§ yönetimi gibi kategoriler de var. Ta­
bi başkaları da. Kırk yıllık pedagojik eylemlerimle tam on altı bin
sekiz yüz doksan üç insanı doğru yola yönlendirdim. Son yüzyılda
bilimde, teknikte, sanatta, adalet mekanizmasında, felsefede ve
endüstride ne büyük adımlar atıldığının farkında değil misiniz?
Dünyanın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha
adil, daha erdemli ve daha güzel olduğunu görmüyor musunuz?
Gerçek bir devrim, büyük bir değişim gerçekleşiyor! Ve bu çok ge­
rekli, aksi takdirde bu adaletsiz dünya insanlığı yıllarca geriye gö­
türecek kanlı bir devrimden kurtulamaz! Çocuklarım her gün dün­
yayı kurtarmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Önümüzdeki yıl­
larda daha neler olacağını göreceksiniz. Kız çocukları niçin kabul
etmediğimi sormu§tunuz? Size o zaman yalan söylediğimi itiraf et­
meliyim. Kızları da alıyorum. Ancak çok ender! İsviçre'de değerli
kızlarımın özel olarak eğitildikleri bir Astair Yeti§tirme Yurdu
var. Çok özel ki§ilikler, harika kızlar, hepsi belki de oğullarımdan
bile değerli! Onlardan biriyle tanışma zevkine eri§tiniz." Lady As­
tair sinsice gülümsedi. "Şu sıralar gerçi biraz tuhaf davranı§lar için­
de, görevlerini unutmu§ görünüyor ama ... Genç bayanlarda bu gibi

264
Kar Kraliçesi

durumlar doğaldır. Kısa süre içinde kendini toparlayacağından


eminim. Kızlarımı çok iyi tanıyorum. "
Fandorin bu sözlerden Zurov'un Amalia'yı öldüreceği yerde
bilinmeyen bir yere kaçırmış olduğunu anlamıştı. Yine de Bezhets­
kaya'nın bahsinin geçmesi eski yaraları tekrar deşmiş ve Lady As­
tair'in açıklamalarının yarattığı şaşırtıcı etkiyi -saygın da olsa- geçi­
ci olarak zayıflatmıştı.
"Değerli bir amaç elbette ki saygıyı hak eder! " diye bağırdı.
"Peki ama ya amaca erişmekte kullanılan yöntemler? Sizin için in­
san öldürmek bir sineğin başını ezmek kadar kolay!"
"Bu gerçek değil!" diye sinirlendi Lady Astair. "Her kaybedi­
len yaşam için içtenlikle üzülüyorum ve pişmanlık duyuyorum.
Augean ahırını<·ı üstünüzü kirletmeden temizleyemezsiniz. Bir
adamın ölümü çoğu kez milyonlarca kişinin yaşamasını sağlayabi­
lir."
Fandorin iğneleyici bir ifadeyle sordu. "Örneğin Kokorin, ki­
min yaşamasını sağladı?"
"Bu hiçbir işe yaramayan, tatminsiz genç adamın parasıyla
binlerce aydınlık kafayı Rusya ve dünya için şekillendirip hazırla­
ma olanağı bulacağım. Hayır yavrum, bu konuda başka bir şey
yapmak olanaksız. Dünyayı bu kadar adaletsiz yapan ben değilim,
her şeyin bir bedeli var; aslına bakarsan ben başkalarına da fırsat
eşitliği sağlama adına bunu son derece de adil ve doğru buluyo-
rom."
"Peki ya Akhtyrtsev, onun niçin ölmesi gerekiyordu?"
"Birincisi çok gevezeydi. İkincisi Amalia'yı çok fazla sıkıştırı­
yordu. Üçüncüsü Bakü'deki petrol yatakları konusu, ki bundan

ı·ı Otuz sene pislik içinde yüzen ve Herkül'ün bir günde temizlediği ahırlar.

265
Boris Akunin

Brilling'e siz kendiniz bahsettiniz. Kimse Akhtyrtsev'in vasiyetna­


mesine itiraz edemeyecek, halen geçerliliği sürüyor."
"Peki polis soruşturmalarından, konunun derinlemesine araş­
tırılması riskinden çekinmiyor musunuz?"
"Yoo hayır." Lady Astair kayıtsızlıkla omuzlarını silkti. "Sevgi­
li Brilling'in her şeyi yoluna koyacağından emindim. O bu konular­
da pırıl pırıl analitik bir zekaya ve organizasyon yeteneğine sahip­
tir. Artık aramızda olmaması ne büyük bir trajedi, ne önemli bir
kayıp! Eğer genç, hırslı, meraklı bir genç yoluna çıkmasaydı Bril­
ling her şeyi hiç kuşkusuz mükemmel bir şekilde halledecekti. Bu
hepimiz için çok, çok büyük bir kayıp; büyük şanssızlık oldu."
Fandorin nihayet dikkatli olması gerektiğinin bilincine varı­
yordu. Kuşkuyla sordu. "Hanımefendi, lütfen açıklar mısınız... Ni­
çin bana karşı böylesine açık yüreklilikle davranıyorsunuz? Beni
de örgütünüze katabileceğinizi düşünmüyorsunuz, herhalde? Si­
zinle aynı amaçlan paylaşmayı bütün kalbimle isterdim, ama yön­
temleriniz, dökülen bunca kan... "
"Hayır, delikanlı!" Lady Astair yumuşak bir gülümsemeyle sö­
zünü kesti."Propagandalanmın sizi verimli bir şekilde etkilemesi
gibi bir umudum yok. Maalesef çok geç karşılaştık. Ruhunuz, ka­
rakteriniz, değer yargılarınız, ahlaki norrnlarınız kişiliğinize öylesi­
ne yerleşmiş ki artık değiştirmek olanaksız. Size karşı açık yürekli
olmamın temelde üç nedeni var. Birincisi, pırıl pırıl bir zekanız var
ve bana çok sempatik geliyorsunuz. Beni canavar olarak görmenizi
asla istemiyorum. İkincisi, amirlerinizle haberleşmeye bile gerek
duymadan istasyondan doğruca buraya gelecek kadar tedbirsizsi­
niz. Üçüncüsü ise, sizi boşuna mı bu son derece rahatsız, arkası tu­
haf koltuğa oturttuğumu sanıyorsunuz?"

266
Kar Kraliçesi

Ve Lady Astair'in elinin basit bir hareketiyle koltuğun arka­


sından çıkan iki çember Fandorin'i sımsıkı sardı. Olanları tam ola­
rak kavrayamayan Fandorin hemen kalkmak istediyse de bunu ba­
şaramadı. Koltuğun ayakları yere sabitlenmişti.
Lady Astair masasındaki çanı çaldı. Kapı açıldı ve Andrew
içeri daldı. Adam kapının arkasında, içeride konuşulanlara kulak
kabartmış olmalıydı.
"Andrew, haydi bana hemen Profesör Blank'ı çağır. Yolda
onu konuyla ilgili bilgilendirebilirsin." Lady Astair talimatlarını
birbiri ardına sıralıyordu. "Kloroform getirmeyi unutmasın sakın!
Timofei de arabacıyla ilgilensin." Üzüntüyle içini çekti. "Ona ihti­
yacımız olmayacak."
Andrew tek kelime bile etmeden eğilerek, dışarı çıktı. Çalış­
ma odasında ise o andan itibaren pek bir konuşma olmadı. Fando­
rin umutsuzca gövdesini saran çelik bantların içinde kıpırdamaya
çalışıyor, nefes nefese ceketinin iç kısmındaki Herstal'a ulaşmaya
çabalıyordu. Ancak çelik bantlar öylesine sıkıydı ki her çaba boşa
gidiyordu. Lady Astair kurtulma çabası içindeki konuğunu hiçbir
katkıda bulunmadan izliyor, zaman zaman başını sallıyordu.
Biraz sonra koridorda ayak sesleri duyuldu ve hemen ardın­
dan iki adam odaya girdiler. Fizik dahisi Profesör Blank ve sessiz
Andrew.
Profesör tutukluya kısaca bir göz attıktan sonra, hanımefendi­
ye İngilizce olarak konunun ciddi olup olmadığını sordu.
"Oldukça ciddi," diyen yaşlı kadın içini çekti. "Ama umutsuz
değil. Bazı tedbirler almamız gerekecek. Gereksiz yere son çareye
başvurmak istemiyorum. Bu arada uzun zamandır gerçek bir insan
üzerinde deney yapmak istediğinizi anımsadım. Bu iyi bir fırsata
benziyor. İşte size bir denek!"

267
Boris Akunin

"Aslına bakarsanız insan beyni üzerindeki çalışmalarımı he­


nüz sonuçlandırmı§ sayılmam." Blank, yaşlı kadını kararsızlık için­
de yanıtladıktan soma Fandorin'e baktı. "Ama bu tür bir fırsattan
faydalanmamak da yanlış olur ... "

Lady Astair gülümsedi.


"Onu bayıltmak zorunda olduğumuz kesin. Kloroform getir­
din mi?"
"Elbette, bir dakika." Profesör çantasından ufak bir şişe çıka­
rarak mendiline bolca sıvı döktü. O anda kimyasalın keskin koku­
su Fandorin'in burnunu yaktı. Direnmek istiyordu ama Andrew
tam iki adımda genç adamın yanına gelerek, tutuklunun başını ola­
ğanüstü bir güçle tuttu.
Lady Astair arkasını dönerek fısıldadı.
"Beni bağışlayın, yavrum, böyle olmasını istemezdim."
Blank yelek cebinden altın saatini çıkararak önce gözlüğünün
altından kadrana baktı, sonra beyaz mendili Fandorin'in yüzüne
bastırdı. İşte yine Brahman Chandra Johnson'un yaşam kurtaran
öğretisinden yararlanmanın zamanı gelmişti. Fandorin dayanılma­
sı bile güç olan kokuyu nefesiyle içeri çekmemeye karar vermişti.
Nefes tutma konusunda ne de olsa deneyimliydi ve işte yine bir re­
kor denemesiyle karşı karşıyaydı.
"Bir dakika kadar tutmak bayılması için yeterli olacaktır." Bi­
lim adamı mendili tutuklunun burun ve ağzı üzerinde kapalı tutar­
ken bir yandan da açıklama yapıyordu.
Sekiz vee dokuz veeee on, diye içinden sayan Fandorin bu
arada acıyla kıvranırmışçasına ağzını açmayı, gözlerini kaydırmayı
ve yüzünü kramp girmişçesine değiştirmeyi de ihmal etmiyordu.
Üstelik içinde bulunduğu durumda istese bile soluk alması son de­
rece güçtü. Andrew boğazım öylesine sıkmıştı ki...

268
Kar Kraliçesi

Bu arada Fandorin saymakta seksenin bile üzerine çıkmıştı.


Ciğerleri halen oksijensizliğe kahramanca dayanıyorlardı. Nemli,
pis kokulu mendil halen yüzündeydi. Seksen beş, seksen altı, sek­
sen yedi! Fandorin saymakta zorlanmaya başlamıştı. Saatin ibrele­
rinin biraz daha hızlı hareket etmesini diliyordu. Birden hareket
etmemesi gerektiğinin bilincine vardı. Bayılmanın tam sırasıydı.
Fandorin pelteleşti, kendini bıraktı ve son olarak da alt çenesini
sarkıtarak öylesine kalakaldı. Profesör Blank tam doksan üçte
mendili çekti.
"Şaşılacak şey!" diye açıkladı. "İnanılmayacak bir dayanma gü­
cü var bu organizmanın. Nerdeyse yetmiş beş saniye dayandı."
Fandorin baygın görünmek amacıyla kafasını yana düşürdü;
nefesinin düzgün ve derin olmasına dikkat etti. Gerçekte ise ağzını
açıp havayı doyasıya içine çekmek istiyordu.
'Tamam, hanımefendi!" diye açıkladı profesör o anda. "Dene­
yimize başlayabiliriz."

269
Boris Akunin

O N A LT I N C I B Ö LÜ M
Elektriğin gelecekte çok önemli olacağı ortaya çıkıyor

"Onu laboratuvara götürün." Lady Astair talimatlarını sürdü­


rüyordu. "Haydi çabuk! On iki dakika içinde zil çalacak. Çocukla­
rın göreceği şey değil bu !"
O anda kapı çalındı.
'Timofei, siz misiniz?" Lady Astair Rusça olarak sordu. "İçeri
girin!"
Fandorin gözlerini aralayıp bakmaya bile cesaret edemiyordu.
Biri bayılmadığını fark etse bunwı sonu olacağını çok iyi biliyordu. O
sırada güvenlik görevlisinin ayak seslerini ve sağırlar topluluğuna
işittirmek istermişcesine yüksek, bas tondaki sesini duydu. "Her şey
yolunda, ekselansları! Tamamdır! Arabacıyı çay içmeye davet ettim.
Çay! Tamam!" Bu son sözleri İngilizce olarak söylemişti. "Ne adam
ama, çok dayanıklı çıktı. İyi içici! Bir fincan, iki fincan. Özel çaydan
ne kadar içerse içsin bana mısın demedi ! Ama sonunda sızdı kaldı!
Tamamdır, ebedi uykusuna daldı! Arabayı ve atı arka tarafa çektim.
Orda biraz kalabilirler. Onlarla daha sonra ilgileneceğim. Bu konuyu
kafanıza takmayıp hallolmuş sayabilirsiniz, madam!"
Blank, adamın ağız kalabalığını anlaşılır biçimde tercüme etti.
"Çok iyi!" Lady Astair yapılanlardan memnundu. İngilizce
olarak sadık uşağına seslendi. "Andrew, bu herifin atı ve arabayı
satıp kazanç sağlamaya kalkışmadığından emin olmalıyız."

270
Kar Kraliçesi

Herhangi bir yanıt duyulmadı. Büyük olasılıkla suskun And­


rew yine baş sallamakla yetinmişti.
Bu arada Fandorin giderek sinirleniyor, haydi sürüngenler sö­
kün artık şu bağlanmı, diye içinden söyleniyordu. Sökün ki size
dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim! Okul zili birazdan çala­
cak. Size deney neymiş göstereceğim. Yalnız önceden emniyeti açmayı
unutmamalıyım, bu önemli!
Ancak Fandorin'i çok büyük bir hayal kırıklığı bekliyordu.
Kimsenin onu çelik bantlardan kurtarmak gibi bir niyeti yoktu.
Hemen yanı başında hızlı bir soluk ve bir tornavida gıcırtısı duyup
ağır bir sarmısak kokusu aldı. Bu Timofei! Yanıma yaklaştı, bir şey
vidalıyor, diye düşündü. Hafif bir gıcırtı, bir ikincisi, bir üçüncüsü,
bir dördüncüsü!
"Tamam, vidaları söktüm!" Güvenlik görevlisi seslendi. "Hay­
di, Andriukha, tut ucundan da gidelim!"
Fandorin'i koltukla birlikte havalandırıp taşımaya başladılar.
Hafifçe gözlerini aralayan genç adam koridoru ve güneşin tüm sıcak­
lığıyla parladığı büyük Hollanda tipi pencereleri görüyordu. Artık
hiç kuşkusu yoktu: Onu ana binaya, laboratuvara götürüyorlardı !
Taşıyıcılar parmak uçlarında mümkün olduğunca sessiz ilerle­
meye çalışırken, Fandorin ciddi anlamda uyanıp büyük bir gürültü
çıkararak, pedagojik eğitime ciddi bir darbe vurmayı düşünüyordu.
Çocuklar, sevgili saygın Iadylerinin nasıl işlere bulaştığını görme­
liydiler! Ancak sınıflardan yükselen sesler; öğretmenin tok sesi, bir
öğrenci korosundan duyulan şarkılar, cırlak kahkahalar, neşeli
bağrışmalar öylesine içten ve huzurluydu ki Fandorin bu düşünce­
sini gerçekleştirmeye cesaret edemedi. Belki de kartları açmak için
henüz çok erkendi, bu konuda tereddütleri vardı.

271
Boris Akunin

Ve birazdan bu fırsat da kaçtı. Okulla ilgili sesler geride kal­


mıştı. Fandorin merdivenlerden aşağı götürüldüğünü hissetti. Bir
kapı gıcırdadı ve kilitte dönen bir anahtar sesi duyuldu.
Gözleri kapalı olmasına rağmen, kirpiklerinin arasından oda­
nın çok iyi aydınlatılmış olduğunu, yakılan lambanın çok güçlü ol­
duğunu fark etti. Kamaşmış gözlerini belli belirsiz aralayarak, oda­
ya bir göz gezdirmeye çalıştı. Etraf porselen araçlar, kablolar ve
metal cihazlarla doluydu. Bütün bunlar hiç hoşuna gitmiyordu. O
anda uzaklarda bir çan sesi duyuldu. Bu dersin bitiş zili olmalıydı.
Hemen ardından da çocuk bağrışmaları duyuldu.
"Her şeyin iyi gideceğini umuyorum," diye açıkladı Lady Asta­
ir. "Bu genç adamı kaybedersek üzülürüm."
"Benim de umudum öyle, hanımefendi!" Heyecanı sesinden an­
laşılan profesör bir şeyler sürüklüyordu. "Maalesef bilim zaman za­

man kurban verilmesini zorunlu kılıyor. Her küçücük ilerlemenin


bedeli pahalı ödeniyor. Duygusallığa yer yok. Peki ama bu genç
adam sizin için bu kadar değerliyse, niçin güvenlik görevlisi, arabacı­
ya biraz uyku hapı vereceğine onu zehirleme yolunu seçti? Önce ara­
bacı üzerinde deneyip genç adamı daha sonraki deney için saklayabi­
lirdim. Bu genç adamın yaşama şansını yükseltebilirdi."
"Çok haklısınız, dostum! Kesinlikle doğru! Bu affedilmez bir
hataydı." İngiliz Lady'nin sesinde belirgin bir pişmanlık seziliyor­
du. "Sizden elinizden gelenin en iyisini yapmanızı özellikle rica
edeceğim. Bana, ona ne yapmayı hedeflediğinizi tekrar açıklayabi­
lir misiniz?"
Fandorin kulak kesildi. Bu sorunun yanıtı onu her �eyden faz­
la ilgilendiriyordu.
"Ana fikrimi biliyorsunuz, hanımefendi." Profesör son derece
etkileyici ve ciddi bir ses tonuyla üstüne basarak açıklamaya başla-

272
Kar Kraliçesi

dı. "Elektrik gücünün kontrol altına alınarak kullanılmaya başlan­


masının önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracağından eminim. İna­
nın bana, bu böyle hanımefendi ! Yirminci yüzyıla şunun şurasında
yalnızca yirmi dört yıl kaldı, bu da hiçbir şey değil. Önümüzdeki
yüzyılda dünya tüm beklentilerin üzerinde değişecek, hiçbir şey
şimdiki gibi olmayacak ve dünya bu büyük gelişimi elektriğe, yal­
nızca elektriğe borçlu olacak. Elektrik gücü kalın kafalı kitlelerin
inandığı gibi yalnızca aydınlatmayı sağlayan bir güç değil. Küçük
büyük sayısız mucizeyi yaratabilecek bir güç! Elektrik motoruyla
hareket edebilen atsız bir araba düşünün ! Veya buhar kazansız bir
lokomotif-seri, temiz ve gürültüsüz! Ya da düşmanı kontrollü bir
ışık huzmesiyle yok eden bombalar! Posta da öyle, atlara gerek
kalmadan işleyecek!"
Lady Astair heyecanlı bilim adamının sözünü kesti. "Bütün
bunları bana yüzlerce kez anlattınız. Şimdi lütfen bana tekrar
elektriğin tıp alanındaki kullanımına ilişkin öngörülerinizi açıklar
mısınız?"
"Ah, işte bu, işin en önemli ve ilginç yönü! Bu elektrik bilimi­
nin uğruna yaşamımı adamaya hazır olduğum alanı! Makroelek­
trik -türbinlerde, motorlarda, büyük dinamo makinelerinde- kulla­
nıldığı şekliyle çevremizi değiştirirken, mikroelektrik biz insanları,
bizim gibi homosapienlerdeki doğuştan gelen, kalıtsal hataları dü­
zeltecek. Elektrofizyoloji ve elektroterapi yoluyla insanlık kurtarı­
labilecek; tabi bütün gün politikacı pozunda dünyayı kurtaran alla­
meyi cihanlar anlamında değil !"
"Onlara haksızlık ediyorsunuz, dostum. Onlar da önemli ve
faydalı şeyler yapıyorlar. Neyse siz anlatmaya devam edin!"
"Size insanları istediğiniz şekilde, tüm hata ve eksiklerinden
arınmış, ideal insanlar yapma olanağını vereceğim! İnsanın davra-

2 73 F: 1 8
Boris Akunin

nışlarını etkileyen tüm hataları burda, beynin dış çeperinde." Sert


bir parmak Fandorin'in kafasına vurdu. "Başka bir deyişle beynin
değişik görevler yüklenmiş bölgeleri var. Mantıklı düşünme, zevk
alma, korku, zalimlik, cinsel güdüler ve bunun gibi birçok şey bey­
nin değişik bölgelerinden yönetiliyor. Eğer bu bölümlerin hepsi
birbiriyle uyum içinde çalışsaydı insanoğlu ne kadar dengeli ve ku­
sursuz olabilirdi, ama maalesef bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Örneğin bir insanda kendine güveni düzenleyen bölge hatalı çalışı­
yor, bunun sonucunda da o kişi patolojik bir korkak olup çıkıyor.
Bir diğerinde mantık bölgesi yetersiz çalışıyor, kişi aptalın teki ola­
rak görülüyor. Teorime göre, elektroterapi yöntemiyle, yani elek­
trik akımının kontrollü dozlarda doğru hedeflenmiş bölgelere ve­
rilmesiyle beynin bazı bölgeleri harekete geçirilerek, diğer bazı kö­
tü çalışan, olumsuz etki yaratanlarının bozucu etkileri önlenebilir."
"İşte bu çok çok ilginç!" diyen Lady Astair merakla sordu.
"Bildiğiniz gibi sevgili Gebhardt, şimdiye kadar araştırmalarınızın
parasal yönü konusunda hiçbir kısıtlamaya gitmedim. Ancak izin
verirseniz size bir sorum olacak. İ nsanoğlunun ruhunda bu tür bir
düzeltmenin yapılabileceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsu­
nuz?"
"Mümkün bu! Bunun yapılabileceğinden en ufak bir kuşkum
bile yok! İ nka mezarları açıldığında bu noktasında... " Eliyle Fan­
dorin'in kafasının bir noktasına vurarak, işaret etti. "Tam bu nok­
tasında delikler bulunan kafataslarıyla karşılaşıldığını duymadınız
mı? İ şte tam bu nokta kişideki korku duygusunu dengeleyen böl­
ge! İ nkalar da bunu biliyor, savaşçı delikanlıların kafalarını ilkel
aletlerle delerek korkaklık bölgesini çıkarıyor ve böylece korkusuz
askerlere sahip oluyorlardı. Aynca fare deneyini anımsıyorsunuz,
değil mi?"

274
Kar Kraliçesi

"Şu kediye saldıran cesur fare deneyini mi? Evet, çok etkileyi­
ci bulmuştum."
"Bu bir başlangıçtı. Sahtekarı, suÇlusu olmayan bir toplum
düşleyin! Kanlı katiller, soyguncular, manyaklar böyle bir durum­
da yakalandıkları zaman asılmayacak veya hapse gönderilmeyecek,
ufak bir operasyonla hastalık halindeki vahşet duygusundan, aç­
gözlülükten, kısıtlanamayan hırs ve ihtiraslarından kurtarılıp top­
luma yararlı insanlar haline getirilebilecek. Veya düşünün bir kez,
sizin zaten yetenekli öğrencilerinizden birine elektroterapi uygu­
lansa ve yeteneği birkaç misli artırılsa !"
"Hayır, benim çocuklarıma dokunamazsınız!" Lady Astair ha­
raretle itiraz etti. "Fazla zeka çılgınlığa götürebilir. Yeteneğin faz­
lası zararlı olabilir. Siz iyisi mi deneylerinizi suçlular üzerinde sür­
dürün. Peki sizin şu belleği temiz 'arıtılmış insan' projeniz ne du­
rumda, biraz da ondan söz eder misiniz?"
"Bu çok daha basit bir operasyon. Bunun için hazır olduğumu
düşünüyorum. Beynin hafıza bölümüne verilecek bir elektrik akı­
mıyla bellek tamamen silinip bembeyaz bir sayfaya dönüşebilir. Bu
arada tüm entelektüel yetenekler kalacak, ancak tecrübeler, öğre­
nilmiş beceriler silinecek. Böylece yeni doğmuş bir bebek kadar te­
miz, öğrenmeye aç, suçsuz bir insanoğlunun ortaya çıkması sağla­
nabilecek. Kurbağayla yaptığım deneyi anımsıyor musunuz? Hare­
ket yeteneğini, reflekslerini kaybetmemesine rağmen operasyon
sonrası sıçramayı unutmuştu. Sinekleri nasıl yakalayacağını bilme­
mesine rağmen iştahı ve yutma refleksi vardı. Teorik olarak ona
hepsi yeniden öğretilebilirdi. Bu genç hastamızı ele alacak olur-

275
Boris Akunin

sak ... Ortalıkta öyle boş boş ne duruyorsunuz? Onu çıkarıp masa­

nın üstüne yatırsaruza! Haydi çabuk! Macht schnel/!'<'>


İşte şimdi tam zamanıydı. Fandorin konsantre oldu. Ancak

Andrew denilen çam yarması omuzlarına öylesine bir güçle sarılıp

onu yerinden kaldırdı ki genç adamın tabancaya ulaşma hayali

gerçekleşemedi. Bu arada Timofei'nin yaptığı bir işlemin ardından

bir klik sesi duyuldu ve tutuklunun göğsünü çevreleyen metal

bantlar açıldı.

"Bir, iki, üç!" diyen Timofei, Fandorin'i bacaklarından tutmuş,

omuzlarından yakalamış olan Andrew'a talimat veriyordu. İ kisi

genç adamı kolaylıkla kaldırdılar.

Deney objesi masaya yatırıldı. Andrew el bileklerini, kapıcı


ise bacaklarını sımsıkı tutuyorlardı. Bu arada tekrar zil sesi duyul­

du. Tenefüs sona ermişti.


"Senkronize olarak aynı anda beynin iki bölgesine elektrik
akımı vereceğim. Bunun ardından hasta tüm tecrübe ve bilgilerin­
den arınarak yeni doğmuş bir bebek kadar temiz olacak. Her şeyi
yeniden öğrenmesi gerekecek. Yürümeyi, beslenmeyi, tuvalet ihti­
yacını gidermeyi, konuşmayı, daha sonraları ise okumayı, yazmayı
ve bunun gibi. Sanırım bu siz pedagoglar için çok ilginç bir vaka
olacaktır. Bu bireyin şu andaki yetenek ve becerileri konusunda da
bu kadar bilginiz varken ..."

'
' Oh evet! İnanılmaz derece yüksek bir tepki verme yeteneği

var. Ayrıca hayran olunacak bir cesareti, mantıklı düşünme yete­


neği var, problem çözme konusunda da inanılmaz derecede hızlı,

önsezileri de çok iyi. Bütün bu özellikleri tekrar kazandırmanın

mümkün olmasını umut ediyorum."

ı·ı Çabuk olun.

276
Kar Kraliçesi

Eğer başka koşullar altında olsa bu şekilde tanımlanmak Fan­


dorin için mutluluk kaynağı olurdu. Hatta onu bir anlamda şımar­
tabilirdi bile. Ancak o anda tek hissedebildiği inanılmaz bir kor­
kuydu. Kendini ağzında emzik, kundaklanmış bir halde pembe bir
beşikte yatmış, sallanırken hayal ediyor, bu arada üzerine eğilmiş
olan Lady Astair'in sesini duyduğunu sanıyordu. "Seni gidi yara­
maz seni! Yine altını ıslatmışsın!" Hayır olacaklardansa o anda öl­
meyi istiyordu.
"Kıpırdıyor, efendim!" Andrew ilk olarak ağzını açmıştı. "Uya­
nıyor olmasın."
"Olamaz!" Profesör kendinden emin bir sesle uşağı yatıştırdı.
"Narkozun etkisi en az iki saat sürer. Hafif kımıldamalar çok nor­
mal! Neyse, bence asıl risk, benim henüz gerekli akım şiddetini
saptamakta tatmin edici kesin bir noktaya gelememiş olmam, sa­
yın hanımefendi ! Akımın biraz kuvvetli olması durumunda hasta­
nın ölmesi ya da yaşam boyu aptal olarak kalması mümkün. Az
geldiği takdirde ise belleğin bir tarafında kalan bir kısım karanlık
resimlerin ileri tarihlerde yaşanılan koşullarla ortaya çıkarak bazı
anıların canlanma<>ı olasılığı."
Lady Astair uzunca bir süre düşündükten sonra üzgün bir ifa­
deyle konuşmaya başladı. "Bunu riske edemeyiz. Bence biraz fazla
vermeyi denemelisiniz."
"Andrew, kafasında iki noktayı yuvarlak daireler şeklinde tı­
raş et! " diyen profesör, Fandorin'in saçlarını tutttu. "Elektrotları
bağlamam gerek!"
"Hayır bunu Timofei yapsın!" diye söze karıştı Lady Astair ka­
rarlılıkla. "Sizi artık yalnız bırakıyorum. Bunu seyretmeye dayana­
bileceğimi sanmıyorum. Aksi takdirde bütün gece uyuyamam.
Andrew sen benimle gel. Çok önemli birkaç şifreli mektup daha

277
Boris Akunin

yazmam gerek, onları postaneye götürürsün. Bazı tedbirler almalı­


yız. Çok geçmeden dostumuzun yokluğunu fark edeceklerdir."
"Çok doğru, hanımefendi !" Profesör tamamen yapacağı dene­
yin hazırlıklarına dalmış, yanıtını kafası tamamen dağınık bir halde
mırıldanmıştı. "Burda olmanız dikkatimi dağıtmaktan başka işe ya­
ramayacaktır. Sizi sonuçtan hemen haberdar ederim."
Nihayet Fandorin'in bileklerindeki prangalar çözülmüştü.
Koridorda ayak sesleri kaybolur kaybolmaz Fandorin gözleri­
ni açıp ayaklarını serbest bırakarak, dizlerini kendine doğru çekti
ve Timofei'nin göğsüne olabildiğince şiddetli bir tekme indirdi.
Adam tekmenin şiddetiyle karşı duvara kadar uçtu. Fandorin ame­
liyat masasından aşağı atlayarak, halen gözleri kuvvetli ışıktan ka­
maşmış bir halde ceketinin cebinden Herstal'ını çıkardı.
"Kıpırdamayın, yoksa vururum!" Fandorin intikam ateşiyle ya­
nıyor ve gerçekten de o anda ikisini de vurmaktan büyük zevk du­
yacağını hissediyordu. Hem aptal aptal gözlerini kırpıştıran Timo­
fei 'yi, hem de elindeki iki çelik mandalla şaşkınlık içinde kalakal­
mış çılgın profesörü. Mandalların ucundan çıkan iki renkli kablo
kıvılcımlar saçan karmaşık bir makineye gidiyordu. Aslında labo­
ratuvar son derece ilginç cihazlarla doluydu ama onları inceleme­
nin hiç de zamanı değildi.
Güvenlik görevlileri duvarın dibinden doğrulmaya bile yelten­
medi, yalnızca belli etmeden haç çıkarmaya çalıştı. Blank ise çok
daha pervasız davranıyordu. Fandorin çılgın bilim adamının asla
korkmadığı, yalnızca deneyini aksatan böyle bir durumun ortaya
çıkmasına sinirlendiği izlenimini edinmişti. Şimdi bana saldıracak,
diye düşündü. Onları öldürme hevesi o an için geçmişti.
"Aptallık etmeyin. Olduğunuz yerde kalın!" diye bağıran Fan­
dorin'in sesi titriyordu.

278
Kar Kraliçesi

Aynı anda Blank Almanca, "Mistkerl! Du hast alles verdor­


beuf"<"> diye hırsla bağırarak, deneğinin üzerine doğru atılırken kal­
çasını masanın köşesine çarptı.
Fandorin tetiğe bastı. Ancak ateş almadı. Ah, emniyeti açma­
yı unutmuştu. Hemen hızla düğmeyi itti. Ve ardından üst üste teti­
ğe bastı. İki el ateş sesi duyuldu. Ba-bank! Ve profesör yüzüstü
tam Fandorin'in ayaklarının önüne serildi.
Arkadan bir hücumdan çekinen Fandorin, hızla silahı ateş et­
meye hazır bir halde Timofei'nin hala sırtını duvara dayamış bir
halde köşesinde oturduğu yöne döndü. Güvenlik görevlisi korku­
dan titriyordu. "Vurmayın beni, efendim! Ne olur ateş etmeyin!
Benim hiçbir suçum yok! Tanrı adına yalvarıyorum size! Ne olur,
acıyın bana! Yüce Tanrı'm, kurtar beni !"
"Ayağa kaile, serseri !" diye haykıran Fandorin öfkeden kendi­
ni kaybetmiş gibiydi. "Haydi yürü! Çabuk!"
Tabancasını güvenlik görevlisinin sırtına dayayıp iteleyerek
koridordan geçirdi ve merdivenlerden aşağı indirdi. Güvenlik gö­
revlisi küçük adımlarla sendeleyerek yürüyor, tabancanın namlusu
kaburgalarının arasına battıkça acıyla bağırıyordu.
Bir an .sonra dersliklerin bulunduğu avluya ulaşmışlardı. Fan­
dorin bilinçli olarak sınıflara bakmamaya çalışıyordu. Açık kapılar­
dan silahı görünce gözleri faltaşı gibi açılan öğretmenler ve dikkat­
le ders dinleyen mavi formalı öğrencilerin sırtları görülüyordu.
"Polis!" diye bağırdı Fandorin. "Kimse sınıflardan çıkmasın!
Bu öğretmenler için de geçerli!"
Koşar adım iki bina arasındaki camla kaplı uzun galeriyi <le
geçerek yan kanattaki yönetim binasına ulaştılar. Beyaz altın kak-

c·ı Domuz! Her şeyi berbat ettin.

279
Boris Akuııin

malı kapının önünde Fandorin tüm gücüyle Timofei'yi sırtından


itekledi. Adam şiddetle kapıya çarpınca kapı açıldı ve içeriye sen­
deledi. Ama oda boştu.
"İleri ! Her kapı açılacak! " Fandorin kızgın bir sesle emretti.
"Sakın unutma: İlk yanlış hareketinde ateş eder, seni köpek gibi
yere sererim."
Kapıcı korku içinde ellerini kenetleyip yeniden koridorda yü­
rümeye başladı. Beş dakika içinde birinci kattaki tüm odaları ara­
mışlardı. Hiç kimse yoktu. Yalnızca mutfakta zavallı arabacı masa­
nın üzerine eğilmiş, cansız yüzü yana dönük ebedi uykusunu uyu­
yordu. Fandorin kısaca adamın sakalına takılmış kurabiye parça­
cıklarına ve ağzının kenarındaki çay izlerine baktıktan sonra Timo­
fei'ye ilerlemesini emretti.
Birinci katta iki yatak odası, bir giyinme odası ve kütüphane
vardı. Uşak ve Lady Astair burada da yoklardı. Nereye gitmişler­
di? Acaba tabanca seslerini duymuş, Astair Yetiştirme Yurdu'nda
bir yere mi saklanmışlardı? Yoksa beraberce kaçıp kaybolmayı mı
yeğlemişlerdi?
Telaş ve sinirden Fandorin elindeki tabancayı kontrolsüzce
sağa sola sallıyordu. O anda bir ateş sesi duyuldu. Bir mermi ıslık
çalarak önce bir duvardan diğerine, sonra da yıldızı andıran bir de­
lik açarak pencereden dışarı uçtu. Kahretsin, Fandorin yine tela�la
emniyeti kapamayı unutmuştu ve elinde oynarken tabanca kolay­
lıkla ateş almıştı. Genç adam kafasını sallayarak, kulaklarındaki
uğultudan kurtulmaya çalıştı.
Kazayla ateş alan tabancanın Timofei üzerindeki etkisi ise çok
daha şaşırtıcıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, acıklı bir sesle yalvarı­
yordu.

280
Kar Kraliçesi

"Saygı ... Değerli efendim, ne olur canımı bağışlayın! Yaşama­


ma izin verin, saygıdeğer efendimiz. Şeytana uydum. Çok pişma­
nım. Hasta karıma, çocuklarıma acıyın, beni onlara bağışlayın. Si­
ze her şeyi göstereceğim. Tann şahidim olsun ki yardımcı olaca­
ğım. Bodrumdalar, gizli sığınaklarında. Sizi oraya götüreceğim, ye­
ter ki yaşamımı bağışlayın."
"Nasıl bir giz1i sığınak?" diye soran Fandorin tabancasını doğ­
rultarak, bir an sonra infazı gerçekleştirmek istiyor gibi bir tavır ta­
kındı.
"Sizi oraya götürebilirim. Lütfen izleyin beni !"
Güvenlik görevlisi ayağa kalktı ve her iki adımda bir durup
arkasına bakarak, Fandorin'i tekrar aşağı Lady Astair'in çalışma
odasına götürdü.
"Burayı tesadüfen keşfettim. Bana burayı göstermediler. Za­
ten biz çalışanlara hiç güvenmezler. Hem neden güvensinler ki:
Ortodoks Rusum, damarlarımda da Anglosakson kanı akmıyor
ki." Timofei yeniden haç çıkardı. "Oraya yalnızca Andrew girebili­
yor, bizler asla!"
Yazı masasının arkasına geçerek, kitap dolabındaki kollardan
birini çevirdi. O anda dolap yana kayarak, küçük bakır bir kapı or ­

taya çıktı. Fandorin bağırarak emretti.


"Çabuk açın şunu!"
Timofei kapıyı açmadan önce üç kez daha haç çıkardı. Daha
sonra yavaşça kapıyı araladı. Kapının ardındaki dar bir merdiven
aşağı doğru iniyor ve karanlıkta kayboluyordu.
Fandorin, Timofei'yi sırtından iteleyerek, onun ardından ted­
birli bir halde aşağı indi. Merdivenin sonu bir duvarla bitiyor, bu­
radan karanlık dar bir koridor sağa doğru gidiyordu.
"Haydi, yürü!" Fandorin korkudan titreyen Timofei'yi iteledi.

281
Boris Akunin

Köşeyi döndüklerinde karanlık iyice arttı. Göz gözü görmü­


yordu. Keşke bir mum almayı akıl etseydim, diye düşündü Fando­
rin. Tam kibrit aramak için sol elini cebine soktuğu anda, bir ışık
ve patlama sesi duyuldu. Kapıcı inleyerek yere yığıldı. Aynı anda
Fandorin de Herstal'a ulaşmış ve boş kovanlar etrafa saçılana dek
birbiri ardından delicesine tetiğe basmıştı. Birden ortalığa ölüm
sessizliği çöktü. Fandorin titreyen elleriyle kibrit kutusunu bula­
rak, bir kibrit çaktı. Timofei duvara yapışmış, kıpırdamıyordu bile.
Fandorin iki adım daha atınca uşak Andrew'u gördü. Adam iki
büklüm kıvrılmış yerde yatıyordu. Kibritin alevi titredi, Andrew'un
camlaşmış gözlerinde kısaca dans ettikten sonra söndü.
Büyük Fouche'in öğretisine göre gözbebeklerinin karanlığa
alışması için gözleri kapayarak, içinden otuza kadar saymak gere­
kiyordu. Böylece gözler en ufak bir ışığı bile fark edecek hassaslığa
kavuşuyordu. Fandorin gözlerini açmadan önce her olasılığa karşı
kırka kadar saydı. Doğruydu işte; gözlerini açtığında ileride i':lce,
zayıf bir ışık fark etti. Artık faydası olmayan Herstal'ını doğrult­
muş halde bir adım attı, sonra bir adım daha, bir adım daha. Bir­
den kendini aralığından zayıf bir ışığın sızdığı küçük bir kapının
önünde buldu. Lady Astair içeride olmalıydı. Fandorin kararlılıkla
ışığa doğru ilerleyip kapıyı açtı.
Burası duvarları raflarla kaplı küçük bir odaydı. Odanın tam
ortasında üzerinde bronz bir şamdan olan bir masa duruyordu.
Tüm mumlar yakılmıştı. Titreşen ışık ve gölgeler arasından İngiliz
Lady'nin yüzünü seçebiliyordu.
"İçeri girin, yavrum!" dedi yaşlı kadın yumuşak, sakin bir sesle.
"Sizi bekliyordum."

282
Kar Kraliçesi

Fandorin içeri girdiği anda arkasındaki kapı büyük bir gürül­


tüyle kapandı. Panik içinde ürkerek arkasına bakan Fandorin ka­
pının kolu veya kilidi olmadığını gördü.
"Yakınıma gelin!" dedi Lady Astair sevecen bir ses tonuyla.
"Yüzünüzü yakından görmek istiyorum, çünkü bu yüz kaderin yü­
zü. Yoluma çıkan tek engel oldunuz ve ne yazık ki kaderimde bu

küçük engele takılmak varmış."


Bu benzetmeden çok kınlan Fandorin masaya yaklaştığında
İngiliz Lady'nin önünde parlak, metal bir kutu olduğunu gördü.
"Bu da ne?" diye sordu.
"Buna birazdan geleceğiz! Bu arada Gebhardt'a ne yaptınız?"
"Öldü. Tamamen kendi suçuydu. Elimde silah varken üzerime
hamle yapmamalıydı," diyen Fandorin iki dakika gibi kısa bir süre­
de iki insanı öldürmüş olduğunu anımsamak bile istemiyordu.
"İnsanlık için büyük kayıp! Belki kişilik olarak biraz tuhaf, tut­
kulu insandı ama bilim adamı olarak çok büyük, önemli bir kişilik­
ti. Bir Azazel daha kaydı... "
Fandorin kulak kesildi.
"Bu Azazel de ne demek oluyor?" diye haykırdı kendini tuta­
mayarak. "Bu şeytanın kimsesiz çocuklarınızla ilgisi ne?"
"Azazel şeytan değildir, yavrum. O insanlığın kurtarılmasında
ve aydınlanmasındaki en büyük semboldür. Tann dünyayı ve in­
sanoğlunu yarattı ve onları kendi başlarına bırakh. Ancak insan
denilen yaratık o kadar zayıf, bilinçsiz ve kör ki Tann'nın onlara
sunduğu dünyayı kısa zamanda cehenneme çevirmeyi başardı.
Eğer zaman zaman olağanüstü insanlar yaşamasaydı insanlık çok­
tan yok olurdu. Bunlar ne şeytan, ne de Tanrı, benim deyimimle

283
Boris Akunin

heros civilisateurs.n Dünya ilerleme yolunda attığı her adımı onla­

ra borçlu. Prometheus bize ateşi getirdi. Musa kanun kavramını.


İ sa ahlak ve erdem yolunu gösterdi. Ancak bu kahramanlar arasın­

da en önemlilerinden biri de insanoğluna kendi değerlerini keşfet­

meyi öğreten Musevi Azazel'di. Enoch kitabında aynen şunlar ya­

zıyor: O insan sevgisiyle dopdoluydu ve onlara ilham yoluyla cen­

netin sırlanru keşfetmeyi açıkladı. İ nsanoğluna içinde kendisini

görebileceği bir ayna armağan etti, yani hafızasını kullanmayı ve

geçmişini tanımayı, anlamayı gösterdi. Azazel insanoğluna alet

kullanmanın, evini korumanın gerekliliğini anlattı. Kadına itaatkar

verimli bir dişi olmaktan çıkıp eşit, olgun bir insan olmanın gereği­

ni gösterdi. Kendi karar vermeliydi, güzel veya çirkin olmaya, anne

veya amazon olmaya, ailesi veya kendisi için yaşamaya. Tanrı insa­

noğlunun eline istediği gibi yaşamak için kartları verdi. Azazel ise

ona nasıl oynayacağını, kazanmak için ne yapması gerektiğini öğ­

retti. Kimsesiz yavrularımın her biri bir Azazel'dir, her ne kadar

hepsi bunun bilincinde olmasalar da... "


Fandorin elinde olmadan yaşlı kadının sözünü kesti. "Hepsi

değil, ne anlama geliyor?"


"Bu yüce amacı gerçekleştirmek için yalnızca bazıları kutsan­

mıştır; yalnızca en sadık ve en dürüstleri." Lady Astair açıklamala­

rını sürdürdü. "Bunlar diğer çocuklarımın lekesiz kalmaları uğruna


tüm zorluklara katlanıp kirli tüm işleri yüklenenlerdir. Azazel be­

nim gizlice ve adım adım direksiyonu ele geçirip dünyanın gidişini


düzenlemekle görevli fedailerim ! Azazel'lerim kontrolü ele geçir­

diklerinde dünyamızın ne kadar muhteşem olacağını düşünebiliyor

musunuz? Üstelik o gün çok uzak da değil... Yirmi yıl kadar sonra

<'> Uygarlık kahramanlan.

284
Kar Kraliçesi

olabilir... Bu arada diğer Astair çocukları kendi yollarında ilerle­


meye dünya için inanılmayacak kadar iyi şeyler yapmayı sürdüre­
cekler... Onların gelişimlerini izliyor, başarılarından mutluluk du­
yuyorum. Gereğinde annelerine yardım etmek için yapamayacak­
ları şey olmadığını da çok iyi biliyorum. Asıl beni düşündüren, ben
olmadığım zaman onlara ne olacağı? Dünyaya ne olacak? . . Ahlı,
.

ne saçmalık! Ne olabilir ki? Azazel yaşayacak ve kurduğum örgüt


yüklendiğim görevi sonuna kadar götürecektir."
Fandorin afallamıştı. "Sizin dürüst ve sadık Azazel'lerinizden
bir kaçını tanıma fırsatım oldu !" dedi şaşkınlıkla. "Morbid, Franz,
Andrew ve Akhtyrtsev'i öldüren balık gözlü. Fedaileriniz bunlar
mı? Değerlinin en değerlisi?"
''Yalnızca onlar değil. Ama onlar da var. Size daha önce de
çocuklarımdan bazılarının yeteneklerinin günümüz dünyası için bir
anlam taşımasının zor olduğunu, değerlerinin ancak gelecekte an­
laşılabileceğini veya becerilerinin geçmişte çok değerli olup bugün
için anlamını yitirdiğini anlattığımı anımsıyor musunuz? İşte bazı
amaçları gerçekleştirmedeki sadık ve gözüpek fedailerim bunlar!
Bazıları beynini bazılarıysa bilek gücünü kullanır, bu böyledir.
Akhtyrtsev'i öldüren adama gelince o bizden değil, yalnızca zaman
zaman bizim için çalışan biri !"
Lady Astair'in bu arada parlak metal kutunun üzerinde gezi­
nen parmaklarından biri küçük, yuvarlak bir düğmeye bastırmıştı.
"İşte hepsi bu kadar sevgili yavrum. Önümüzde yaşanacak yal­
nızca iki dakikamız kaldı. Beraberce bu yaşama veda edeceğiz. Si­
zin yaşamanıza izin veremediğim için beni bağışlamalısınız. Ancak
yaşadığınız takdirde yavrularıma zarar verirsiniz."
"Bu da ne?" diye ileri atılan Fandorin kutuyu kaptı. "Bomba
mı?"

285
Boris Akunin

''Evet, doğru!" diye onaylayan Lady Astair hafifçe gülümsedi.


"Zaman ayarlı. En yetenekli gençlerimden birinin buluşu. Değişik
zaman mekanizmaları olanlar var: Otuz dakikalık, iki saatlik, hatta
yirmi dört saatlik. Bunları açmak ve mekanizmayı durdurmak ola­
naksız. Elinizdeki kutu yüz yirmi saniyeye ayarlı. Arşivimle birlikte
öbür dünyaya göçüyorum. Yapmak istediğim hiç de önemsenme­
yecek bir şey değildi. İyi bir amaca hizmet ettim. Ama eminim ki
hedefime ulaşmak yolundaki çalışmalar sürecek ve adım bir gün
saygıyla anılacak."
Fandorin kutunun düğmesini tırnaklarıyla dışarı çıkarmak is­
tediyse de bunu başaramadı. İkinci bir adım olarak kutuyu kapıya
fırlattı, yumrukladı, tekmeledi. Şakaklarında nabzının hızla attığını
hissediyordu.
"Lizanka!" diye fısıldadı ölümün eşiğindeki Fandorin umut­
suzlukla. "Hanımefendi! Ölmek istemiyorum. Henüz çok gencim.
Ve deli gibi aşığım."
Lady Astair, ona acıyarak baktı. Kendi kendiyle mücadele et­
mekte olduğu görülüyordu.
''Yaşamınızın geri kalanın�çocuklarımı avlamakla geçirmeye­
ceğinize yemin edebilir misiniz?" diye fısıldayarak, genç adamın
gözlerinin içine baktı.
''Yemin ederim!" diye haykıran Fandorin o anda kendinden
istenilen her şey için yemin etmeye hazırdı.
Hiç bitmeyecek kadar uzun ve acı verici bir sessizlikten sonra
Lady Astair her zamanki tatlı, bir anneninki kadar sevecen gülüm­
semesiyle fısıldadı. "Peki yavrum, size yaşamınızı bağışlıyorum.
Ancak hemen kaçmalısınız, yalnızca kırk saniye kaldı. Haydi, ko­
şun, kaybolun artık."
Kar Kraliçesi

Elini uzatarak masanın altındaki bir kolu çekti. Bakır kapı gı­
cırdayarak açıldı.
Fandorin mum ışığında kıpırdamadan yerinde oturan beyaz
saçlı yaşlı kadına son bir kez baktıktan sonra koşar adımlarla ka­
ranlık koridora atıldı. Canını dişine takarak koşup merdivenlere
ulaştı, dört ayak üstü merdivenlerden tırmanıp Lady Astair'in ça­
lışma odasına geçti ve buradan kendini iki adımda dışarı koridora
attı.

Aradan on saniye bile geçmemişti ki bina kuvvetli bir kapının


şiddetle çarpılmasının çıkardığı sesle sarsıldı. Meşe giriş kapısı ne­
redeyse menteşelerinden çıkacaktı. Aynı anda dış merdivenlerden
yüzü gözü perişan, korkudan gözleri dönmüş bir genç adam tepe­
taklak yuvarlandı. Sakin sessiz sokakta bir sonraki köşeye kadar
hızla koştuktan sonra orada nefes nefese durdu. Etrafına bakındı
ve ses çıkarmadan bekledi.
Saniyeler hiçbir hareket olmadan geçiyordu. Ilık güneş ağaç­
ların tepelerini altın gibi parlatıyor, bir bankın üzerinde kızıl bir
kedi pinekliyor, uzaklardan tavuk gıdaklamaları duyuluyordu.
Erast Fandorin çılgınca çarpan kalbini tuttu. Lady Astair, onu
yanıltmıştı. Ona ufak bir çocuk gibi davranmıştı. Hiç kuşkusuz
çoktan arkadaki bir kapıdan çıkmış, kayıplara karışmıştı bile!
Fandorin öfkeden patlayacak haldeydi. Astair Yetiştirme
Yurdu'nun yan kanadı da onun bu duygularına aynı türden bir gü­
rültüyle tercüman oldu. Duvarlar zangırdadı, çatı belli belirsiz sal­
landı ve aşağılardan, sanki yerin dibinden boğuk bir patlama sesi
duyuldu.

287
Kar Kraliçesi

S O N B Ö LÜ M
Kahramanımız gençliğe veda ediyor

Eski ve ilk başkentimizin yerlilerinden kime Moskova'da ev­

lenmek için en uygun zamanın hangi mevsim olduğunu soracak ol­

sanız; evliliğini sağlam temellere oturtmak isteyen aklı başında,

ciddi niyetli birinin yaşamın bu uzun ve huzur dolu olması bekle­

nen okyanusunda yolculuğa çıkmak için, mihrabın karşısına geç­

menin en uygun zamanı sayılabilecek ekim sonlarını beklemesi ge­

rektiğini söyleyecektir. Eylül ayı Moskova'da sakin ve huzurludur;

her taraf altın ve akça ağaçların kızıl çalılıklarının verdiği köylü ka­

dınların folklorik giysilerini andırır bir güzelliğe bürünmüştür. Dü­

ğün merasimi için ayın son günü seçilecek olursa, gökyüzü hiç kuş­

kusuz turkuvaz mavi olacak, güneş ılık ve rahatsız etmeyecek bir

tonda ışıyacaktır. Böylece damat kolalı gömlek yakası ve dar frağı­

nın içinde terlemeyecek, gelin ise uçuşan, peri elbiselerini andıran

gelinliğiyle üşütüp nezle olmaktan kurtulacaktır.

Tören için doğru kilisenin seçimi gerçekten kendi başına bir

bilim sayılabilir. Tanrı'ya şükür, altın kubbeler şehri Moskova'da

yaşayan biri için seçenek çok fazla _olmasına rağmen, bu da bu ko­

nudaki sorumluluğu azaltmamaktadır. Moskova'nın eski yerlileri­


nin çok iyi bildikleri bir gerçek vardır. Her kilisenin kendi uğuru

vardır: Sretenka Caddesi'ndeki Pechatniki bölgesinde bulunan

289 F: 19
Boris Akunin

Church of the Assumption'nın<·ı evlenmek için çok iyi bir seçim ol­
duğuna, burada evlenenlerin birlikte uzun bir ömür sürdükten
sonra aynı günde öleceklerine inanılır. Kitai-Gorod bölgesinin ta­
mamına yakın bölümüne yayılan St. Nicholas of the Great Cross<··ı
kilisesinin ise evlilikte doğurganlığın ön�mini birinci planda tutan­
lar için ideal seçim olduğu bilinmektedir. Samimi ve huzurlu bir
yaşamı her şeye tercih edenlerin seçimi ise Starye Vorotniki bölge­
sindeki St. Pimen olacaktır. Eğer evlenecek kişi askerse ve savaş
meydanında onurlu bir ölüm yerine ailesinin yanında sıcak bir yu­
vada ihtiyarlamak istiyorsa Vspolie Caddesi'ndeki St. George kili­
sesini seçmelidir. Elbette ki yavrusunu içtenlikle seven hiçbir anne
çocuğunun Varvara bölgesindeki Holy Martyr Varvara<· ..ı kilise­
sinde evlenip de yaşamının geri kalan kısmını yoksulluk, acı ve ıstı­
rap içinde geçirmesine izin vermeyecektir.
Üst kademeden zengin ve saygın kişilere gelince, seçimin on­
lann saygınlıklarına yakışır olması kaçınılmazdır. Kilise her şeyden
önce ihtişamlı ve Moskova'nın kaymak tabakası diye adlandırılan
zengin, asil kişilerinin rahatça yer alabileceği kadar büyük olmalı­
dır. Büyük ve süslü Zlatoustinskaya kilisesinde bitime yaklaşan ni­
kaha da neredeyse "bütün Moskova" gelmişti. Girişin hemen
önünde uzun bir sıra oluşturan saltanat arabalarını merakla ince­
leyen kalabalık Genelkurmay Başkanı General Saygıdeğer Prens
Vladimir Andreevich Dolgoruky'nin arabasını işaret ederek, bu
düğünün üst kademeler için çok büyük önem taşıdığı konusunda
tahmin yürütüyorlardı.

<"> Hazreti Meıyem'in gökyüzüne yükselişi kilisesi.


<""> Aziz Nicolas'ın büyük haç kilisesi.
<···> Aziz şehit Varvara.
Kar Kraliçesi

Kiliseye ise yalnızca çok özel, seçkin davetliler alınmıştı. Yine


de içeride iki yüz kişi kadar vardı. Birçok bol nişanlarla süslü aske­
ri üniformalar ve devlet ekranından olanlar dikkat çekiyor, kadın­
ların çıplak omuzları, kabarık bukleli saçları, göğüslerindeki nişan
kurdeleleri, mücevherleri ve pırlantaları göz alıyordu. Kilisedeki
tüm mumlar yakılmış, şamdanlar aydınlatılmıştı. Merasim uzadık­
ça uzamıştı. Orada bulunanlarda yorgunluk belirtileri görülmeye
başlamıştı. Yaşlan ve sosyal statüleri ne olursa olsun tüm kadınla­
rın çok duygulandıkları, hayranlık duydukları anlaşılıyordu. Erkek­
ler ise kıskançlıklarını gizleme çabası içinde böyle bir yere hiç ya­
kışmayacak şekilde fısıldaşarak, sohbet ediyorlardı. Genç çift hak­
kındaki konuşmalar çoktan bitmişti. Gelinin babası olan eyalet
mahkemesi başkanı, yüksek askeri şura üyesi Alexander Apollodo­
rovich von Evert-Kolokoltsev'i tüm Moskova yakından tanıyordu;
sevgili kızı güzel Elizaveta von Evert-Kolokoltseva'yı ise son bir
yıldır katılmaya başladığı balolarda birçok kez görmüşlerdi. Ancak
damat Erast Petrowitsch Fandorin tüm meraklı bakışların hedefiy­
di. Onun hakkında çok az şey biliniyordu. Önemli görevlerle za­
man zaman Moskova'ya kısa iş ziyaretleri yapan bir St. Peters­
burg'lu bir tip olduğu kesindi, devlet merkezinde güçlü, kariyer sa­
hibi biriydi hiç kuşkusuz. Gerçi henüz yüksek bir unvana sahip de­
ğildi ama çok gençti ve hızla yükselmeye adaydı. Onun yaşında
göğsünde Vladimir nişanı taşıyabilmenin anlamı görmemezlikten
gelinemezdi hiç kuşkusuz. Evert-Kolokoltsev akıllı, ileri görüşlü
bir adamdı, bir anlamda geleceğe yatırım yapmıştı.
Kadınlar ise genç çiftin güzelliği ve zarafetinden gözlerini ala­
mıyor, onlara bakmaya doyamıyorlardı. Damadın heyecandan bir
kızarıp bir bembeyaz olması, evlilik ahdini söylerken kekelemesi

291
Boris Akunin

çok duygulandırıcıydı. Gelin Lizanka Evert-Kolokoltseva ise ger­

çekten başka dünyalardan gelmiş bir periyi andırıyor, ona bir kez

bakmak bile kalbin böylesine bir güzellik karşısında duracakmışça­

sına çarpmasına yol açıyordu. Beyaz, ihtişamlı elbisesi, uzun uçu­

şan duvağı, minik beyaz Sakson güllerinden oluşan gelin tacı; her

şey ama her şey mükemmeldi. Sıra kendilerine sunulan kutsanmış

kırmızı şaraptan birer yudum alıp öpüşmelerine geldiğinde gelin

en ufak bir çekingenlik belirtisi bile göstermedi: Aksine birden yü­

zünde beliren mutlu gülümsemeyle damadın kulağına, onu da gü­

lümseten bir şeyler fısıldadı.

İşte Lizanka'nın Erast Fandorin'in kulağına fısıldadığı sözler.

"Zavallı Liza düşündü ve nehirde boğulmaktansa evlenmeye

karar verdi."

Fandorin içinse o gün bir trapezin üzerinde dans etmekten

farksızdı. Toplumun bakışlarının tek hedefiydi; çevresindekilerden

gelen her davranışı hoş karşılamak, karşılık vermek zorunda kal­

mıştı. Eski okul arkadaşları büyük gruplar halinde ortaya çıkmış,

babasının "eski, sadık" arkadaşları da (bir yıldır hiçbiri bir kez ol­

sun görünmemiş, ancak şimdi hepsi birden ortaya çıkmışlardı) on­

ları izlemişlerdi. Önce Arbat Caddesi'ndeki Prag adındaki bir

meyhaneye son bekarlık kahvaltısını yapmaya götürülmüş, burada

sık sık sırtına vurulmuş, göz kırpılmış ve esrarengiz bir talihsizlik

için üzüntüler bildirilmişti. Daha sonra otele dönmüşler ve Pierre

adında bir berber gelerek uzunca bir süre saçlarını çekip canını

yaktıktan sonra saçlara istediği şekli vermişti. Onu asıl üzen ise Li­

zanka'yı kiliseye gitmeden önce görmesine izin verilmemesiydi. St.

Petersburg'tan ancak üç gün önce gelebilmiş ve bu günlerde de iş


Kar Kraliçesi

nedeniyle bir türlü onu görme fırsatı bulamamıştı. Gelin sürekli

düğün hazırlıklarıyla meşguldü.

Sonunda bekarlığa veda kahvaltısının etkisiyle yüzü pespem­

be olmuş olan Xavier Grushin frak ve kolalı gömlekten oluşan kı­

yafetiyle sağdıç olarak gelmiş, Fandorin'i açık bir faytonda yanına

bindirmiş, ikisi birlikte kilisenin yolunu tutmuşlardı. Fandorin kili­

senin merdivenlerinde gelini beklerken kalabalıktan sözlü sataş­

malar olmuş hatta bir kadının attığı gülün dikeniyle yanağı hafifçe

çizilmişti. Sonunda Lizanka da getirilmişti. Genç kızın güzel yüzü

sıkıca kapatılmış duvağından görülmüyordu. Mihrabın önünde yan

yana diz çökmüşler, koro şarkılarını söylemiş, papaz, "Bağışlayan

ve yaratan Tanrı'm ... " diye başlayan uzun konuşmasını yapmış, bir­

birlerine yüzüklerini takmışlar, tekrar halının üzerinde ayakta du­

rarak birbirlerini tebrik etmişler ve Lizanka "zavallı Liza" diye baş­

layan sözleri söylemişti. Bu sözcüklerin gizemli bir etkisi olmuş,

Erast Fandorin rahatlamış, etrafında tanıdık simalar bulunduğunu

görmüş, kilisenin yüksek kubbesine bakmış ve mutlu olduğunu his­

setmişti.

Bu huzur ve mutluluk tebrikleri kabul ettikleri sırada da sür­

dü. Fandorin özellikle şişman, yuvarlak yüzlü, kalın sarkık bıyıklı

bir adam olan Genelkurmay Başkanı General Prens Vladimir

Andreevich Dolgoruky'den çok hoşlanmıştı. Adam samimi bir ifa­

deyle Fandorin'in methini çok duyduğunu, onu tanımaktan hoşnut

olduğunu ve genç çifte bütün kalbiyle mutlu bir evlilik dilediğini


söylem.işti.

Daha sonra kilisenin önüne çıkmışlardı. Burada onları mutlu­


luk dileklerini bağırarak ifadeye çalışan bir kalabalık karşılamıştı.

Ancak gözlerine giren güneş nedeniyle pek kimseyi seçemiyorlar-

293
Boris Akunin

dı. Neden sonra Lizanka'yla birlikte onlar için hazırlanmış, süslü

açık faytona bindiler. Araba çiçek kokuyordu.

Lizanka uzun beyaz eldivenini çıkararak Fandorin'in elini tut­

tu. Genç adamsa belli etmeden başını gelinin şık duvağına yaslaya­

rak, onun saçlarının, parfümünün, genç teninin kokusunu almaya


çalıştı. Tam o anda, Nikitskie kapısından geçerken Fandorin'in ba­

kışları Church of the Asceusion'ın('> merdivenlerinde diğer dilenci­

lerin arasında oturan iki mavi formalı oğlan çocuğuna takıldı. Di­
ğer sadaka dileklerinin arasında onların ince sesleriyle yardım iste­

yen şarkılarını duyduğunu sanan Fandorin bir an için kalbinin sı­


kıştığını hissetti. Ancak diğer dilenciler gibi onlar da kafalarını çe­
virmiş ihtişamlı düğün konvoyunun ardından özlem ve merakla ba­

kıyorlardı.
Lizanka henüz evlendiği eşinin yüzündeki solgunluğu fark
ederek merakla sordu. "Bir şey mi oldu, sevgilim?"
Fandorin buna yanıt vermedi.

Astair Yetiştirme Yurdu'nun yan kanadının altındaki gizli sı­


ğınaktaki araştırmalarda hiçbir sonuca varılamamıştı. Bilinmeyen
yapıdaki bomba öylesine güçlü ve iyi ayarlanmıştı ki sığınaktan ge­
riye hemen hemen hiçbir şey kalmazken, ev çok önemsiz hasarlar­
la olaydan kurtulmuştu. Arşiv tamamen yok olmuştu. Küçük bir

parça ipek dışında, Lady Astair'in cesedinin de izine rastlanama­


mıştı.
Başını (esas olarak ana sermayedarını) kaybeden uluslararası
Astair Yurtlan sistemi çok kısa sürede son bulmuştu. Bazı ülkeler­
de yurtlar devlet veya başka siril toplum örgütlerince devralınmış,

<"> Yükselme, yücelme kilisesi.


Kar Kraliçesi

ancak birçoğu tamamen kapatılmıştı. Rusya'daki Astair Yetiştirme


Yurtları ise Milli Eğitim Bakanlığı'nca dinsizlik ve vatana zararlı
düşünceler yayan mikrop yuvaları olarak nitelendirilmiş ve kapa­
tılmışlardı. Öğretmenlerin hepsi gitmiş, çocukların bir çoğuysa çe­
şitli yurtlara dağıtılmış veya kaybolmuşlardı.
Cunningham'da ele geçen listeden on sekiz eski Astair öğren­
cisinin kimliklerinin saptanması gerçekleştirilmiş, ancak bunlardan
hangisinin "Azazel" organizasyonunda görevli olup hangisinin ol­
madığını kanıtlamanın olanaksızlığı karşısında bu çabalardan her­
hangi bir sonuç alınamamıştı. Yine de yapılan yoğun araştırmalar
sonucunda aralarından beşinin (bunların arasında Portekizli bir
bakan da vardı) görevlerinden istifa ettikleri, ikisinin intihar ettiği
ve birinin de (Brezilyalı muhafız birliği komutanı) asıldığı öğrenil­
mişti. Çok sayıdaki, uluslararası yazışmalar ve işbirliği sayesinde
gençliklerinde Astair Yetiştirme Yurtları'nda kalmış daha çok sa­
yıda saygıdeğer, toplumun üst kademelerine gelmiş insanların ad­
larına ulaşılmıştı. Bunlardan birçoğu orada bulunduklarını gizle­
meye çalışmıyor hatta Astair Yetiştirme Yurdu'nda yetişmiş ol­
maktan gurur duyuyorlardı. Polisin ve gizli servislerin soruşturma­
larından kurtulmak için izlerini kaybettıren "Lady Astair" çocukla­
rı olmasına rağmen birçokları da kendileriyle ilgili hiçbir suçlama
yapılamayacağından kimliklerini gizleme yoluna gitmeyi gereksiz
görüyorlardı. Ancak artık devlette yüksek görevlere getirilmeleri
olanaksızdı; feodalitenin hüküm sürdüğü ortaçağda olduğu gibi ki­
şilerin aileleri ve soylarının geçmişi dikkatle inceleniyordu. Bu
"toplama" (Lady Astair'in çocuklarına toplumun üst kademelerin­
de verilen ad buydu) çocukların kariyerlerinde yükselme fırsatı bu­
lamamalarına özellikle dikkat edilecekti. Bunun dışında çeşitli

295
Boris Akunin

devletler arasında yapılan anlaşmalarla ve alınan tedbirlerle konu­


nun gizli kalması sağlanmış, toplumun bu temizlik operasyonların­
dan haberdar olması önlenmişti. Bir süre masonlar veya siyonist
örgütlerle veya bunların ortak çalışmalarıyla ilgili dedikodular ya­
yılmış, Bay Disraeli'nin adı geçmiş, ancak tüm Avrupa'da huzur­
suzluk yaratan bir Balkan krizinin yaklaşmakta olduğu haberleriy­
le bu konu geriye itilmişti.
Fandorin'den Azazel konusunda yürütülen çalışmalarda etkin
rol alması istenmişse de genç adam bu konuda öylesine isteksiz
davranmıştı ki, General Mizinov bu genç, yetenekli meslektaşını
kendisinin çok daha büyük enerjiyle çalışmak istediği başka bir gö­
reve atamıştı. Ancak Mizinov, Fandorin'in vicdanının bu konuda
çok rahat ve huzurlu olmadığını, bir ikilem içinde yaşadığını hisse­
diyordu. , Genç adama gelince, Lady Astair'e verdiği sözden geri
dönmeye cesaret edememesi onu özlediği büyük sonuca ulaşılma­
sının vereceği sevinçten bile alıkoyuyordu.
İşe bakın ki Erast Fandorin'in majestelerinin nişan takma tö­
reni sırasında söylediği, "fedakar kahraman, cesur, azimli" sıfatları­
nı kazanmasını sağlayan olayların kurbanları tam da o gün, düğün
gününde gözlerinin karşısına dikilmişlerdi.
Birden keyfi kaçan Fandorin başını önüne eğerek düşüncele­
re daldı. Lizanka Malaya Nikitskaya Caddesi'ndeki baba evine ula­
şır ulaşmaz kararlı bir şekilde olaylara el koydu. Neşesi kaçmış ko­
casıyla birlikte hemen antredeki giyinme odasına çekilerek, yakın­
larına ve çalışanlarına izin almadan içeri girmeyi kesinlikle yasak­
ladı. Aslında o an için kimsenin bunu umursayacak hali yoktu, her­
kes gelmeye başlayan konuklann ziyafet öncesi olanaklar elverdi­
ğince hoşça vakit geçirmesini saiJamakla meşguldü. Sabahın erken
saatlerinden itibaren Slaviansky!Bazaar'dan getirtilmiş en usta aş-
'

2'>6
Kar Kraliçesi

çıların tüm yeteneklerini ortaya dökmeye çalıştığı mutfaktan enfes


kokular yayılıyor, dans salonunun kapalı kapıları ardında orkestra
son bir defa Viyana valslerinin provasını yapıyordu. Her şey plan­
landığı şekilde yolunda gidiyordu. Yalnızca keyfi kaçan damadın
yeniden kendini toplayıp neşelenmesi gerekiyordu.
Gelin bu beklenmedik melankolinin nedeninin geçmişte ka­
lan bir sevgilinin ansızın bastıran anısı olmadığından emin olduk­
tan sonra birden hücuma geçti. Fandorin'in doğrudan sorulan so­
ruları homurdanarak geçiştirmeye çalışması karşısında Lizanka
taktik değiştirmesi gerektiğini anladı. Eşinin yanaklarını okşayarak
önce alnından öptü, sonra dudaklarından, sonra da gözlerinden.
Ve kocası da genç kadının ellerinin dayanılmaz etkisiyle yeniden
kendine gelerek genç kadının her isteğine onun istediği şekilde
karşılık verdi. Ayrıca hemen konukların yanına gitmek için hiçbir
neden de yoktu. Baron birkaç kez giyinme odasının sürgülü kapısı­
na kadar gelmiş, yapmacık bir öksürükle orada olduğunu belirtmiş
ancak kapıyı çalmaya cesaret edememişti.
Sonunda bunun da yapılması gerekti.
"Erast!" diye bağırdı Alexander Apollodorovich. O sabahtan bu
yana resmiyeti bırakmış, damadına adıyla hitap etmeye başlamıştı.
"ÖZür dilerim, oğlum, ama burada St. Petersburg'tan seni görmek
üzere gelmiş bir kurye var. Çok önemli ve acil bir konuymuş."
Bu arada baron gözucuyla miğferine bir tüy iliştirilmiş, kapı
önünde bronzdan dökülmüş bir heykel gibi kaskatı duran genç su­
baya baktı. Kolunun altında İmparatorluk mührü taşıyan, gri resmi
kağıda sarılmış ufak bir paket vardı.
Antreye açılan kapı aralanarak, yeni evli genç adamın terli,
kızarmış yüzü göründü.

297
Boris Akunin

"Paket bana mı, teğmen?"


"Bay Fandorin mi? Erast Petrowitsch?" Genç subay görev bi­
lincini ortaya çıkaran ciddi bir sesle sordu.
"Evet!"
"Üçüncü Şube'den özellikle size teslim edilmek üzere gönde­
rilmiş bir paket var. Teslim alındığına dair. .. "
"İçeri gelin!" Erast Fandorin hafifçe yana çekildi. "Özür dile­
rim, saygıdeğer Alexander Apollodorovich." Kayınpederine daha
samimi bir ifadeyle hitap etmeyi henüz başaramıyordu.
"Anlıyorum! Görev görevdir." Kayınpeder başıyla onayladık­
tan sonra kuryenin ardından kapıyı kapadı ve kimsenin girmemesi
için önünde nöbet tuttu.
Teğmen paketi bir sandalyenin üzerine bırakıp ceketinin ce-
binden bir kağıt çıkardı.
"Aldığınıza dair bir imza rica edecektim."
Fandorin bir yandan imzalarken sordu. "İçinde ne var?"
Eşini kurye ile yalnız bırakmak yönünde en ufak bir istek bile
göstermeyen Lizanka da merakla küçük pakete bakıyordu.
''Tamamen bilgim dışında!" diye yanıtladı subay omuzlarını
silkerek. "İki kilo ağırlığında bir paket! Mutluluk verici bir olay,
değil mi? Belki tebrik amaçlı bir şeydir. Neyse, en içten mutluluk
dileklerimi kabul edin lütfen. Buyrun bu da muhtemelen ne oldu­
ğunu açıklayan mektup."
Göğüs cebinden üzerinde hiçbir şey yazılmamış bir zarf çıkar-
dı.
"İzin verirseniz, ben artık gideyim."
Fandorin zarfın üzerindeki mührü incelerken bir yandan da
başını sallayarak bu isteği onayladı.
Kurye selam verdikten sonr�. hızla geri dönerek odadan çıktı.
Kar Kraliçesi

Perdeleri kapalı olduğu için oda loştu. Fandorin zarfı açarak,


Malaya Nikitskaya Caddesi'ne bakan açık pencerenin yanına gitti.
Lizanka arkasından omuzlarına sarılarak, sıcak nefesini genç
adamın kulağına üfleyerek sabırsızlıkla fısıldadı.
"Ne o? Tebrik mi?" Birden üzerinde iki altın halka bulunan
tebrik kartını fark ederek heyecanla haykırdı. "Ah, ne güzel ! Ger­
çekten inanılmaz!"
Aynı anda pencerenin dış tarafında telaşlı bir hareketlenme
hisseden Fandorin dışarı bakınca biraz önce yanından ayrılan kur­
yenin çok tuhaf davrandığını fark etti. Adam merdivenlerden aşağı
hızla koştuktan sonra yakında bekleyen at arabasına binmiş ve
haykırmıştı. "Haydi çabuk! Dokuz! Sekiz! Yedi !"
Arabacı kamçısını şaklatırken hafifçe arkasına baktı. Tipik bir
arabacı yüzüydü bu: Yüksek şapkalı, ağarmış sakallı. Yalnızca göz­
leri çok tuhaftı. Neredeyse beyaz denecek kadar açık renkli gözler­
di bunlar!
"Dur!" diye haykıran Fandorin o anda kendini kaybederek bir
an bile düşünmeden pencereden dışarı atladı.
Arabacının kırbacını şaklatmasıyla beraber arabaya koşulu iki
at koşmaya başladı.
"Dur! Yoksa ateş ederim!" Fandorin merasimin hatırına Hers­
tal'ını otelde bırakmış olmasına rağmen arabanın arkasından bağırı­
yordu.
"Erast! Nereye gidiyorsun?"
Fandorin birden durup arkasını döndü. Lizanka arkasından
yarı beline kadar pencereden sarkmıştı. Endişesi yüzünden okunu­
yordu. O anda bir patlamayla birlikte pencereden dışarı alevler ve
duman çıkmaya başladı, cam parçalan yola saçıldı. Fandorin patla­
manın şiddetiyle kendini yere atmıştı.

299
Boris Akunin

Bir süre için etraf karardı, ortama bir ölüm sessizliği çöktü.
Neden sonra gözlerine gün ışığı girip kulakları uğuldamaya başla­
yan Fandorin hayatta olduğunu anladı. Hemen yanı başındaki kal­
dırım taşlarına niçin o kadar yakınında olduklannı kavrayamadan
baktı. Bu gri taşlara bakmak iğrençti, tekrar başını öte yana çevir­
di. Bu taraf da daha iyi değildi hatta aksine çok daha kötüydü: At
pisliği ! Hemen yanında ise üzerinde iki altın halka bulunan beyaz
bir kart parlıyordu. Fandorin doğrularak, karb aldı ve eski türde,
kıvrımlı, süslemeli eğik bir el yazısıyla yazılmış satın okudu:

Yerden kalkmayı henüz başaramamış genç adam o an için bu­


lanık belleğiyle bu sözlerin ne anlama geldiğini tam olarak kavra­
yamadı. Ayrıca dikkati kaldırım taşlarının arasında dalgalanan
başka bir nesneye yönelerek, dağılmıştı.
Fandorin ilk anda bunun ne olduğunu anlayamadı. Ancak bir
an sonra bunun yeryüzünde görmeyi isteyebileceği son şey olduğu­
nu fark etti. Tek hissedebildiği bunun yerinin burası olmadığıydı.
Birden tanımıştı: Sağ elinin yüzük parmağında albn bir alyans par­
layan bir genç kızın dirsekten kopmuş koluydu bu!

Tverskoi Bulvarı'nda genç bir adam hızlı adımlarla sendeleye­


rek koşuyordu. Şık giyinmiş olmasına rağmen üstü başı perişandı.
Pahalı frak ceketi yırtılmış, beyaz fuları kirlenmişti. Elbisesinin ce­
binde tozlu bir karanfil vardı. Caddede gezinenler yana çCkilerek,
bu tuhaf adamı meraklı bakışlarla süzüyorlardı. Onların dikkatini
çeken adamın bir ölüyü anımsatacak kadar beyaz yüzü değildi. (O

300
Kar Kraliçesi

günlerde Moskova'da sokaktaki veremli sayısı hiç de az değildi.)


Ayakta duramayacak kadar sarhoş olması da değildi. (Düzgün yü­
rüyemiyor, sürekli tökezliyor, bir o yana bir bu yana sendeliyordu.)
Bu da sık rastlanan bir şeydi. Hayır görüntüsündeki başka bir un­
surdu tüm dikkatleri, özellikle de genç bayanların dikkatini çeken,
onlara tuhaf gelen: Bu genç olduğu hiç kuşku götürmeyen adamın
şakakları bembeyazdı. Sanki yılların etkisiyle tamamen ağarmışca-
sına...

301
Kar Kraliçesi

Y A Z A R ÜZERİNE

Boris Akunin: 1956 yılında Rusya'da, Gürcistan eyaletinde


doğan; filolog, eleştirmen, hikayeci ve Japonca çevirmeni Grigory
Chkhartishvili'nin eserlerinde kullandığı takma isimdir. İlk polisi­
ye hikayeleri 1998 yılında yayınlanmış; kısa sürede Rusya'nın en
fazla okunan yazarları arasına girmiştir. Erast Fandorin adlı kah­
ramanına ait on roman dışında, başka iki karaktere ait seri eserler
de kaleme almaktadır. Günümüzde Rusya'da neredeyse efsanevi
bir üne sahip olan yazarın kitapları birçok dile çevrilmiştir. "Fıın­
dorin" yazarın tanınmasını sağlayan ilk önemli karakteridir.
Boris Akunin Moskova'da yaşamaktadır.

You might also like