Professional Documents
Culture Documents
Burhan Sönmez - Labirent
Burhan Sönmez - Labirent
Labirent
�,,,,
- . ,
İletişim
"İki aynayı birbirine tutun,
olur size bir labirent."
- J.L. BORGES, Yedi Gece
Duvarı Tuğlalarla,
Çatısı Hayallerle Örülü . . .. .. .
.......... . .... ... .. .
... . ........ ..... . .. . . Sl
...... .. .
- 1 -
9
Boratin gün aydınlandıktan, rüzgar dindikten sonra uya
nıyor. Tül perde sakin. Dışarıda uzak semtlerden buraya ka
dar birike çoğala gelen bir uğultu. Etrafa bakınıyor, daha ön
ce de burada uyandıysa bunu anlamaya çalışıyor. Oda ge
niş. Duvarların fildişi rengi sade, ama karşıdaki elbise dola
bının akçaağaç kaplaması fazla açık. Koyu bir ton daha iyi
olurdu. Bu dolabı kim seçti, ben mi? Boratin kendi zevkin
den şüphe ediyor. Dün akşam onu getirdiklerinde tanıma
dığı bu evin belki sabah uyandığında bazı anılar sunacağını
ummuştu. Balkon kapısı, dolap ve komodin ilk kez geldiği
bir otel odasını andırıyor. Sadece ilaç şişelerini biliyor. Doğ
rulup yatağın kenarına oturuyor. Göğsündeki ağrıyla gerili
yor. Atletini sıyırıp kaburgalarına göz atıyor. Daha iyi gör
mek için aynanın önüne gidiyor. Sağ taraftaki kaburgaların
dan biri kırık. Eliyle dokunuyor. Teninin altındaki yanma
yı hissediyor. Şanslıymış, öyle dediler. Tek bir kırık. Bede
ninde başka hasar yok; bellek kaybını bedeninden saymıyor
lar. Gözlerini kaldırıp yüzüne bakıyor. Bir hafta önce tanıştı
ğı yüzüne. O kadar yeni. Merhaba yabancı, diyor. Aynadaki
yüz, dudak hareketlerinden belli, aynı sözlerle karşılık veri
yor. Dün akşamki gibi. Dün eve geldiğinde ortalık sessizdi.
Bir müzeyi dolaşır gibi odaları yavaş adımlarla dolaştı, bib
loların ve gitarların arasından sakınarak geçti. Hastane tor
basından ilaçlarını aldı. lki bardak su içti. Aynada yüzüne
baktı. Gömleğini, pantolonunu, çoraplarını çıkardı. Yatağa
uzandı, gözlerini yumarak hareketsiz bekledi. Soluk alıp ve
rişlerini saydı. Sayı saymayı unutmamıştı. Kırk bir, kırk iki,
kırk üç. Sonra gitti.
Hastanede ona sakin olmasını söylemişlerdi. Belleğinizi
yitirmişsiniz, korkmayın, zamanla düzeleceksiniz, demiş
lerdi. Önce kaburgasıyla ilgilenmişler, sonra kırık kabur
gasından ve boş belleğinden bütün bir insan yaratmaya ça
lışan bu adamın başından neler geçtiğini merak etmişlerdi.
10
Tuhaf, demişti doktoruna, siz benden daha çok merak edi
yorsunuz beni. İşim bu, diye karşılık vermişti doktor. Belleği
yitirmek ürkütücü görünebilir Boratin Bey, ama sizin duru
munuz nispeten iyi. En azından cüzdanınızdan çıkan kart
lardan kimliğinizi ve adresinizi biliyoruz. Siz anımsamasa
nız da bunlar sizin parçanız, tıpkı sırtınıza nerede ve neden
yaptırdığınızı bilmediğiniz dövme gibi. Şimdilik anlam vere
mediğiniz, zamanla bütünleşeceğiniz şeylere sahipsiniz. Ge
rideki hikayeniz ne olursa olsun belki bu dünyanın size ağır
gelen bir yanından kurtulmak istediniz. Buna cüret ettiniz,
hatta başardınız da. Amacınıza ummadığınız bir yolla eriş
tiniz. Boğaz Köprüsü'nden aşağı doğru... Bundan sonra yo
lunuzu daha iyi çizeceksiniz. Doktor Hanım, siz bütün has
talarınıza ilaçların yanı sıra böyle umutlar da mı veriyorsu
nuz? O zaman şunu açıklayın: Kendimle ilgili tek kelime ba
rındırmayan aklım bunun dışındaki bilgilerle dolu. Antik
Çağ filozoflarının adlarını, futbol takımlarının renklerini,
Ay'a çıkan ilk astronotun sözlerini biliyorum. Dağarcığımda
kendime dair bir iz göremiyor, adımı bile anımsamıyorum.
O adı siz söylediniz, ben de kabullendim.
Aynadaki yüzümde rahatlatan bir işaret, yön gösteren bir
ifade arıyorum. Kulağımı aynadaki yüze, onun ağzının ol
duğu yere dayıyorum. Pürüzsüz. Serin. Çağlar önce buraya
sıkışmış bir dalganın uğultusunu işitiyorum. Karanlık arzu
lar. Bir mahzenin nemli kokusu. Eskiden içinde yaşadığım
ama şimdi dışına düştüğüm zamana yaklaşıyorum. Bu sefer
belleğime farklı bir merdivenden inmeyi deneyecek ve geç
mişin mahzenindeki mavi feneri yakacakken, bir zil sesiy
le irkiliyorum. İçeriden mi geliyor ses, dışarıdan mı? Bütün
gece çalan saatin ziline benziyor. Sesi izleyip koridora çıkı
yorum. Kasvetli bir tablonun yanından geçiyorum. Salonun
öbür ucunda kırmızı-siyah renkli bir telefon görüyorum.
Durup ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Ben bir kara-
11
ra varamadan telefon susuyor. Eski tip bir ahizesi var, tuşla
rı basmalı değil çevirmeli. Yaşlıların seveceği türden altın iş
lemelerle süslü. Telefon yeniden çalmaya başlıyor. Bu sefer
daha kararlı. Açsam, yabancı bir ses, nasıl olduğumu sora
cak. Kendisini tanıtmaya gerek duymayacak. Onu tanıdığı
mı sanacak. Sessiz kaldığımda sorusunu yineleyecek. Bir an
lık tereddüdün ardından benim yerime de konuşmaya baş
layacak. Yapmamız gereken işlerden söz edecek. Bir toplantı
ya da yemeği anımsatacak. Hayatın talihsizliklerinden dem
vuracak. Biraz şefkat gösterdikten sonra bana kederli ses to
nuyla sitem etmeye başlayacak. Dünyanın bütün kötülükle
rini sayarak her kötülükte bir kurbanın adını anacak ve te
lefonu kapatmama fırsat vermeden kurbanların lanetini be
nim boynuma asacak. Ben sustukça konudan konuya geçe
cek. Sıra ona yaptığım iyiliklere gelince sesi yavaşlayacak,
bu dünyanın nimetlerinden benim sayemde yararlandığını
ama benim neden bu hale düştüğümü anlamadığını söyle
yecek. Ben bunu fırsat bilip söze gireceğim. Neden bu hale
düştüğümü ben de anlamıyorum, diyeceğim. Bana iyilik et
mesini, hakkımda bildiği sırlar varsa hemen anlatmasını is
teyeceğim. Belleğimi yitirdiğime göre bunca yıllık hayatı
mı da yitirdim, sıfır noktasındayım. Geçmişimi elinde tutan
muhafızmış gibi ondan merhamet dileyeceğim. En iyi söz
cükleri seçeceğim. Telefonun öbür ucundaki sese, aklımın
bir köşesinde sıkışıp kalmış bir hikayeden söz edeceğim.
Geçmiş ne kadar uzaksa gelecek de o kadar uzak. Yıldız yol
larını tanımıyorum. Bir çığın hızla yaklaştığını seziyorum,
trafik seslerine karışarak, kulelerin ve gökdelenlerin ardın
dan evrile devrile gelen bir çığın. Kalbim bana acele etmem
gerektiğini söylüyor. Gidip perdeyi çekiyorum. Hiçbir ye
rinden ışık sızmasın diye perdeyi sıkı sıkı kapatıyorum. Te
lefonun sesi kesiliyor.
12
-2-
13
dönerler. Her evin gizli sahipleri varsa, bu evinki yılanlardır,
lanet de uğur da onlardan gelir.
Bu tuhaf hayale daha önce de kapılıp kapılmadığımı me
rak ediyorum. Mobilyalara tek tek bakıp bu evde bana yol
gösterecek bir pusula ararken fark ediyorum; her şey yaşlı
burada. Masa ve sandalyeler soyu tükenmiş ağaçlarla, yerde
ki halılar göçebe çadırlarla yaşıt. Bir yıl ile bin yılı şaşırsam
da, bu hayatın ölüme ait olduğunun farkındayım. Bildikle
rimden değil bilmediklerimden şüphe etmem gerektiğini de
anlıyorum. Sokaktaki seslerin bile kendince bir anlamı var
ken, bu evin bana neden bir anlam sunmadığını soruyorum
kendime. Dilsiz duvarlann arasında hangimizin unutkanlı
ğa kapıldığını düşünüyorum; ben mi evimi unuttum, yok
sa evim mi beni? Dün geceden beri sır vermeyen, kör dilen
ci gibi boşlukta kalan ve içine kapanan, hangimiz? Karşım
da, metal ayaklıklarda duran üç gitarla aramdaki bağı merak
ediyorum. Gitarlann yanında bir pikap ve bir plak seti var.
Arkadaki duvarda, eski plakların kapaklan asılı. Üst sıranın
başında Delta Blues. Onun yanında Bessie Smith, Howlin'
Wolf, Chicago Blues plaklan. Alt sıradaki kapakta "Denizal
tı" yazıyor. Neden o sıraya tek başına asıldığını anlamadı
ğım Denizaltı'nın etrafındaki badananın rengi parlıyor. Ora
daki parlaklığın güneşten geldiğini fark edince dönüp bakı
yorum. Perdenin öbür yanında ince bir açıklık kalmış. Gü
neş oradan girip yansıyor. Kalkıp perdeyi çekiyor, tümüyle
açıyorum. İçeri dolan ışıktan gözlerim kamaşıyor. Salonun
ortasına doğru birkaç adım geriliyorum.
Bu evdeki hayatımın bir tekrardan ibaret olduğunu his
sediyorum. Sürekli belleğimi yitiriyor, her seferinde gözü
mü hastanede açıyor, birkaç gün yattıktan sonra eve geliyo
rum. Aynı baş ağnsıyla uyanıyorum. Zamanı dakika ve sa
atlere bölmeyi öğreniyorum. Hangi dilde olursa olsun mev
sim adlannı seviyorum. Geceleri geç uyuyor ve bir sabah yi-
14
ne belleğimi yitirmiş halde hastanede uyandığımda evrenin
sonsuz döngüsüne kapıldığımı anlıyorum. Boş. Yalnız. Has
taneden sonra şimdi evde de kapıldığım bu düşüncelerle de
lirmenin sınırına yaklaştığımı düşünüyorum. Soru sorarak,
eşyalarda anlamlar arıyorum. Kanepenin kadife örtüsü gü
zel. Kadifedeki kırmızı renk güzel. Biblodaki Meryem güzel.
Güzelin anlamı ne peki? Belleğimi yitirmeseydim bunu bi
lir miydim?
Elimi kanepenin kumaşında dolaştırıyorum. Parmakla
rımı bir makine gibi hareket ettirirken, eklemlerimi izliyo
rum. İnsani duyulara sahip bir makine. Beyni var ama ara sı
ra içindeki program başa sarıyor. Sıfır ile bir arasında gidip
geliyor. Evren de bu iki sayı arasındaki hareketten ibaret.
Bazen zaman adı da verilen bu hareket şimdi parmaklarımın
ucunda yeni doğmuş bir hayvan gibi canlanıyor. Bir hayvan
ile bir makine aynı bedende buluşmuş, kumaşın tüylerinde
ve avizenin kristallerinde izler arıyor. Karşılığı belirsiz soru
larla. Sorulara cevap veremiyorum. Koridorun diğer tarafın
daki mutfağa doğru yürüyorum. Dün akşam girdiğim mut
fağa şimdi yine adım atacakken durup bir an lavabonun ve
buzdolabının yerini zihnimde canlandırmaya çalışıyorum.
Kendimden emin olduktan sonra başımı içeri uzatıp bakıyo
rum. Lavabo ile buzdolabını yerli yerinde görünce rahatlıyo
rum. Zihnimdeki mutfak ile gerçekteki mutfak aynı. Hayat
bu kadar basit olabilir. Yeter ki aklım dünyaya veya dünya
aklıma oyun oynamasın. Mutfağa güvenle giriyorum. Masa
daki sürahiyi alıp bardağı dolduruyorum. Sürahiden dökü
len suyun sesine kulak veriyorum. Bardağı pencereye doğ
ru kaldırıp ışığın altında bakıyorum. Suyu içerken, ışığın bir
tadı olup olmadığını düşünüyorum. Dudaklarımda kalan ıs
laklığı parmaklarımla alıyorum. O sırada masanın kenarı
na bıraktığım bardağın kaydığını fark etmiyorum. Bardağın
yere düşüp parçalanmasıyla irkiliyor, geriye doğru iki adım
15
atıyorum. Sırtımı buzdolabına dayıyorum. Parmaklarımı
birbirine kenetliyorum. Dolapların kenarına, kapının ağzına
saçılan cam parçalarına bakıyorum. Birkaç gündür toparla
maya çalıştığım dünyanın cam gibi dağılıp yeniden tuzla bu
za döndüğünü hissediyorum. Yan taraftaki tezgaha tutuna
cakken bu sefer keskin bir zil sesiyle sıçrıyorum. Her şey üs
tüme üstüme geliyor. Telefonun titrek sesine benzemiyor bu
zil. Yan dairede ısrarla çalan bir saat de değil. Yakınımda, ka
famın içinde çalıyor.
- 3 -
16
neti yitiriyor. Demin mutfakta bardak kırıldı, diyorum, sana
kapıyı açmaya gelirken yerdeki camlara basmışım. Yerinden
kalkıyor. Göz açıp kapayıncaya kadar mutfağa gidip elinde
bez, pamuk ve su dolu bir kapla dönüyor. Önümde çömeli
yor. Ayaklarımı sırayla kaldırıp ıslak bezle temizliyor, birin
de sorun yok, diğerinin yan tarafından bir cam parçası çıka
rıyor. Kesik yeri silip üzerine pamuk bastırıyor. Yatak oda
sından çorap ve terliklerimi getiriyor. Kaburgamdaki ağrı
yı bildiğinden, çorapları giymeme yardım ediyor. Kahvaltı
yaptın mı, diye soruyor, pijamalı halime bakarak. Geç kalk
tım, henüz bir şey yemedim, diyorum. Dışarı çıkalım o za
man, biraz hava almış olursun, diyor. Dışarı mı? Dün ak
şam ambulanstan inince apartmanın bahçesinde durup, ışık
pusu altındaki göğe ve balkonlara baktığım dışarıdan söz
ediyor. Bir kez gördüğüm, geri kalanını aklımdaki bilgiler
le kurmaya çalıştığım dünyada kendimi bir yere koyamıyo
rum. Rüyada olduğumu söyleseler ona da inanının. Dün ge
ce rüyamda her şeyin suda yüzercesine dalgalandığını, ora
ya buraya gidip geldiğini gördüm. Plaklar, resimler, �esler,
yüzler, adlar. Hiçbiri sabit durmuyor ve birbirine değmiyor.
Hangi zamana ait oldukları belirsiz. Plaklarda resmini gör
düğüm şarkıcılar yaşıyor mu, ölü mü? Adını anımsadığım
insanlar sağ mı, yoksa çağlar öncesinde mi kaldılar? Bugün
evden çıkmasam iyi olur, diyorum, ayağımdaki cam kesiği
ni bahane ederek. Tamam, ben bakkaldan bir şeyler alıp ge
leyim. Mutfaktaki cam kırıklarını temizledikten ve buzdola
bına göz attıktan sonra çıkıyor. Bek dışarıdaki dünyada ken
disine ait bir yere sahip olduğundan rahatça çıkabiliyor. Ben
aynadaki yüzüme bile yabancı bakıyorum. Boş kağıda benzi
yorum. Ne içerim var ne dışanm. Doğum batım belirsiz, gü
neyim kuzeyim belirsiz. Hangi yana adım atsam boşluğa dü
şecek gibiyim. Günlerimi akşamın gelmesini bekleyerek ge
çiriyorum. Bir bardak suyla ilaçlarımı aldıktan sonra gözle-
17
rimi yumuyor, ben uykudayken geçmişimin bana geri dön
mesini diliyor ve sayı sayıyorum. Kırk bir, kırk iki, kırk üç...
Eski günlerimdeki yönlerin, adların ve resimlerin yerli ye
rinde durup durmadığını merak ediyorum. Ben yerli yerim
de miydim eskiden?
Elleri dolu dönen ve yiyecekleri yerleştirirken aklımda tu
tayım diye bana tek tek gösteren Bek, kahvaltıyı salondaki
masaya hazırlıyor. Sahanda yumurtayı sevdiğimi söylüyor.
Peynir, zeytin, domates, bal, salam. Çayları koyuyor. Dışa
rıdaki havanın güzelliğini bir tatil beldesinden söz eder gi
bi uzun uzun tasvir ederken, diğer yandan benim yemek
te neleri tercih ettiğimi izliyor. Demin bakkaldayken, di
yor, bizim gruptakiler aradı, seni görmek istiyorlar. Dışarı
da buluşmanın iyi olacağını düşündüm. Yarın akşam Theo
dora'nın Meyhanesi'ne gidelim, dedim onlara. İçmeyi özle
mişsindir. Gülüyor. Başımı uzatıp, ahşap dolaptaki şişelere
bakıyorum. Ben çok içiyorum herhalde, baksana dolap do
lu. Hayır, aşırılığın yok. Ara sıra, keyfince içersin. Kendine
hakim olmayı bilirsin. Benim gibi değilsin. Ben her seferin
de kafayı bulurum. Geçen ay yine Theodora'nın Meyhane
si'nde yiyip içmiştik, sarhoş olunca eve beni sen götürmüş
tün. Takside şoföre oyun havası söylemiştim. Öyle mi? O
anı anımsamak isterdim. Anımsamana gerek yok Boratin,
ben aynısını bir daha yaşatırım sana. Yine gülüyor. Hasta
ne ziyaretlerinde hiç gülmemişti. Orada benden daha üzgün
görünüyordu, burada ise benden daha neşeli. Onu kendime
yakın bulacağım, geçmişime ulaşmayı başarırsam, kendim
le birlikte ona da inanacağım. Bek, diyorum, bu evin eşyala
rını ben mi seçip aldım? Bir kısmını sen aldın, ama çoğu ev
sahibenden kalma. Kaç yıldır bu evde yaşıyorum? Üç yıl ol
du taşınalı. Evi görmeye birlikte gelmiştik. Balkondan hem
Beyazıt Kulesi'nin hem de deniz fenerinin görünmesini sev
miştin. Evsahiben de seni sevmiş, torununa benzediğini söy-
18
lemiş, evi tereddütsüz vermişti. Yaşlı bir Rum kadın. Artık
yalnız yaşayamadığından buradan çıkıp oğlunun yanına ta
şınıyordu.
Meryem ile lsa'nın şöminenin üstündeki biblosuna ba
kıyorum. Onların adlarını biliyor ama evsahibemin adını
anımsamıyorum. Meryem ağlamıyor. Yüzünde, hem kedere
hem de huzura benzeyen bir ifade var. Keder ona ait, huzu
ru ise kucağında yatan oğlunun ölü yüzünden ödünç almış.
Hayatın yüceliği mi diyorlar buna, yoksa tutarsızlığı mı?
Bek, şu biblo, ne zamandan beri orada? Biblo mu, sen taşın
dığında oradaydı, evsahiben pek çok eşyası gibi onu da bı
rakmıştı. Ben daha önce de ilgileniyor muydum onunla, ya
ni onun hakkında konuşuyor muydum? Hayır, ilk defa on
dan söz ettiğini duyuyorum, senin için sıradan bir süs eşya
sı, başka önemi yok. Sıradan mı? Eskiden neleri önemseyip
neleri önemsemediğimi bilseydim, nasıl bir insan olduğumu
anlamam kolaylaşırdı. Bu evde benimle yaşayan biri var mı,
onu bile bilmiyorum. Başka kimse yok Boratin, yalnız yaşı
yorsun. Hep mi yalnız yaşadım? Geçen yıl bir kız birkaç ay
seninle kaldı, o gittiğinden beri yalnızsın. Kız nerede şimdi,
ayrıldık mı? Evet, siz aynlınca o da lstanbul'dan çekip gitti.
Duralıyorum. Eski hayatımda müzikle uğraştığımı veya aile
den zengin olduğumu öğrenmemden daha çok şaşırıyorum
buna. Ayrılık beni nasıl etkiledi, bu hale düşmemde o kızın
payı var mı sence? Hayır, sanmam. Ayrılıktan etkilenmedin.
Onun hakkında tek bir dize yazmadın, içki sohbetlerimizde
içini dökmeye gerek duymadın. Onu geride bıraktın. Nasıl
bıraktım, şu biblodaki Meryem gibi mi? Meryem kucağında
oğlunu tutarken, ağzı sımsıkı kapalı. Bütün sözcükleri mer
mer dudaklarının içinde toplamış. Sabahtan beri gözüm ta
kılıp duruyor, ona bakmaktan kendimi alamıyorum. Yüzü
çok güzel, boynunu büküşü, bakışı, dudağının ifadesi. Gü
zellik, gerçeğin en saf hali gibi duruyor onda. Kafamın için-
19
de bu düşünceler dolanıp dururken neye inanacağımı şaşırı
yorum. En çok da zamandan şüphe ediyorum. Meryem hala
hayatta mı, bilmiyorum. O da nihayet ölerek acılardan kur
tuldu mu, merak ediyorum. Uzun zaman oldu, diyor Bek, iki
bin yıl önce yaşadı onlar. Şimdi dini söylencelerin içinde yer
alıyorlar. Geçen zamanın büyüklüğünden emin olmak için
sayılan düşünüyorum. Demek o kadar oldu, diyorum, za
man nasıl da geçiyor. Bek yüzüme tuhaf bakıyor. Bakışların
da kaygı veya neşe dışındaki bir ifadeyi ilk kez görüyorum.
Dine ilgim olup olmadığını soruyorum. Dine mi? Hayır, se
nin sanata ilgin var, müziğe. Başka bir şeye inanmazsın. Gi
tar çalıp şarkı söylersin ve lstanbul'un blues barlarında her
kesi kendine hayran edersin. Grubumuzun en iyisisin sen.
Biz senin şarkılarını tamamlamak, senin parçan olmak için
çalarız yanında. Böyle söylerken amacım sana moral vermek
değil. Biz millet olarak, biliyorsun, insanları ya göğe çıka
rır ya da yerin dibine batırırız. Öyle mi yaparız? Evet, ortası
yok. Ama ben gerçeği söylüyorum Boratin, sen çok iyi şarkı
yazıp söyleyen birisin. Plaklara ve renk renk gitarlara bakı
yorum. Onların yerinde balık oltaları ya da kullanılmaktan
körelmiş baltalar olsa aynı ilgiyle bakardım. Beni başka bir
eve götürüp, balıkçı veya oduncu olduğumu söyleseler yi
ne kabullenirdim. İnsan geçmişte her tür kaderi yaşayabilir.
Duvardaki plak kapaklarını kim bilir ne zaman asmışımdır.
Delta Blues. Onun altındaki Denizaltı kapağı neden orijinal
baskı değil de elle yazılmış? O bizim grubun adı, Boratin. tık
albümümüzün hazırlığını yapıyorsun bir süredir. Plak kapa
ğını da sen kendi elinle yazıp oraya astın. Bek'in bana inan
dığını, dahası beni sevdiğini anlıyorum. Benim de ona inan
mamı ve onun istediği insan olmamı candan istiyor. Çayları
mızı tazeliyor. Cebinden sigara paketini çıkarıp bir tane ya
kıyor. Önüme bıraktığı paketten bir sigara alıp almayacağı
mı merak ediyor. Tereddüt etmiyorum. Bir sigara çekip ya-
20
kıyorum. llk nefes boğazımda acı bir tat bırakıyor, ikinci
si güzel. Bek tebessüm ediyor. Keşke, diyor, sigara içmedi
ğini söyleseydim sana. Belki el sürmezdin. Hayat konusun
da acele etmemelisin Boratin. Doğrusunu istersen, acele et
meyi gerektirecek bir halt da yok. Akışına bırak ve bu arada
canının çektiği şeyleri yap. Ben her zaman yanındayım. Sana
yardım ederim. Mesela... Bek sigarasından bir nefes çekerek
düşünüyor. Bana yardım edeceği işlerin listesi uzun olmalı,
ya da tersi, ortada yapılacak pek bir şey bulunmuyor. Yann,
diyor, bir iki işi halledelim. Kartlann ve cep telefonun kulla
nılmaz halde. Bankaya gidip yeni banka kartı çıkartalım. Ye
ni bir cep telefonu alalım. Sonraki cümlelerini izleyemiyo
rum. Bu evin dışında, sokakta bir varlık edinebilmem için
gereken kartlardan, numaralardan, kurumlardan söz edi
yor. Sabahtan beri, bir gitar ile bir şişe şarabın, bir de ilaçla
nn, benim gibi birinin (nasıl birinin?) yaşamasına yeteceğini
düşünüyordum. Fazlası gerekmez. Ne kimseden bir şey iste
yeyim ne de kimse benden bir şey istesin. Evimi bilenler di
ledikleri zaman kapımı çalabilir, dileyen beni telefonla ara
yabilir. Boratin, ev telefonun çalışıyor değil mi, seni aradım,
açmadın. Sen miydin arayan? Evet, zaten seni ev telefonun
dan ya ben aranın ya da ablan. Ablam mı? Evet. Başımı çevi
rip salonun köşesinde altın işlemeleriyle ışıyan ve her an ça
lacakmış gibi duran telefona bakıyorum. Nedenini bilmedi
ğim bir acıma hissediyorum, bir haftadır kendime karşı bi
le acıma hissine kapılmamışken. Sabahleyin telefon birden
fazla defa çaldı, diğer arayan ablam olmalı. Boratin, bu tele
fon sen taşındığında buradaydı. Cep telefonlan öyle yayıldı
ki evlerde telefon tutan kalmadı. Ablan sabit telefondan ara
mayı tercih ettiğinden sen bu hattı açık tuttun.
21
Kendi Ağından Uzaklaşmayan
Örümcek Gibi
- 4 -
23
lçeri giren gençler, sahafla, tanıdıklara özgü bir samimi
yetle selamlaşıyorlar. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra
kol saatlerine bakıyorlar. Erken mi gelmiş, geç mi kalmışlar
dı? Duvar saatine göz atan sahaf, ahşap bir çerçevenin için
deki saatin durduğunu fark ediyor. Bir akrebe bir yelkovana
bakıyor, duvara yaklaşıp kapağı açıyor. Gençlere saatin kaç
olduğunu soruyor, üçe on var, saati ayarlıyor, kurma kolu
nu çeviriyor. Geri çekilip değerli bir tabloya bakar gibi ba
kıyor. Çalışıyor saat. Kapıdan yumuşak adımlarla giriyorum
ben de. İçeridekileri selamlıyorum. Saate değil, raflardaki ki
taplara bakıyorum. Siz, diyor sahaf, rahat dolaşın, istediği
niz bir şey olursa bana söyleyin. Olur, diyorum. Buraya ne
den girdiğimi bilmiyorum. Belki gençlerin konuşması ilgimi
çekti ya da bir sahaf dükkanının neye benzediğini görmek
istedim. Sahaf dönüyor, ağır adımlarla tezgahın arkasına ge
çiyor. Gömleğinin kollarını sıvıyor. Tozlu tezgahın üzerine
kadife bir örtü seriyor. Örtünün kırışıklarını avucuyla dü
zeltiyor. Yan taraftaki dolabın çekmecesini açıyor. Bir kitap
çıkarıp kadife örtünün üzerine koyuyor. Kitabın yıpranmış
kapağı nadide, eski bir porseleni andırıyor, o kadar alımlı ve
zedelenmeye müsait. Gözlüğünü takıyor. Kitaba özenle do
kunuyor. Her sahaf, ömrü boyunca yalnızca bir kitabı bek
ler ve gün gün, yıl yıl topladığı bütün kitaplar ancak o kita
bın gelmesiyle anlam kazanırsa, bu sahaf imparatorluğun yı
kılmasından bu yana herkesin hayal ederek ömür tükettiği
o kitaba kavuşmuşa benziyor. Yıllar önce (kaç yıl önce?) çö
ken imparatorluğun tozları altında, dağılmış aileler ve ha
rap konaklarla beraber nadide kitapların da kaldığını bilen
avcılar, adlan dönem dönem gazetelere düşen ama bir türlü
bulunamayan kitaplar için ömür tüketiyor, hatta cinayetle
re karışıyorlardı. Mesela lskenderiye Kütüphanesi yangının
da yok olduğu söylenen Güneş Merkezli Gökyüzü el yazması
veya Sanskritçe son nüshasının lpek Yolu'nda baskına uğra-
24
yan bir kervanda olduğu sanılan Aşk Hastalıklannın Tedavi
Yollan kitabı ya da okuyanların daha bitiremeden gülme nö
betine yakalanarak acı içinde can vermesi nedeniyle Navarra
Kraliçesi Marguerite tarafından toplatılarak yakılan ve yal
nızca bir nüshası hazine odasına kaldırılan Sonsuz Kahkaha
lar kitabı. Onların ayarında bir kitabın, diyor sahaf, eşsiz bir
eserin şu an önümde durduğuna inanıyorum.
Gençler tezgaha yaklaşıyor, kadife örtüye dokunuyor, ki
tabı incitmekten sakınarak bir sınırda duruyorlar. Bir kitabı
güzel kılan, diyor sahaf, ondaki duygunun başka hiçbir ki
taptan elde edilememesidir. Güzel kitaplar bu yüzden bir
birleriyle kıyaslanamaz. Onları daha fazla bekletmek iste
meyen sahaf ilk sayfayı okumaya başlarken, gençler kimse
ye nasip olmayan bir sırra ulaşmanın hayretiyle kitaba ya
kından bakıyorlar. Omuzlan kıvrılıyor, başlan öne eğiliyor.
Suda kendi akislerini görmüş de çarpılmış gibi dış dünya
yı unutuyorlar, neredeyse saçları görünmez bir suya deği
yor. Başlangıçta sözün var olduğunu duymuşlardı, şimdi sa
hafın sesinden, en sonda da yalnızca sözün kalacağını duyu
yorlar. Hayat, sözü idrak etmektir. Ve nihayet yavaş kıpırda
yan dudaklarıyla sahaf, ölümün de sözden ibaret olduğunu
söyleyince, gençler başlarını kaldırıp ona bakıyorlar. llk say
fasında böyle diyen bir kitap diğer sayfalarında kim bilir ne
ler vaat ediyordur. Ölümün bir sözden ibaret olduğunu du
yunca, geldiğim gibi usulca kapıdan çıkıyorum. Beni fark
etmiyorlar. Dükkanın önünde duruyorum. Vitrin camında
yansıyan yüzüme bakıyorum. Yüzümde bir kıpırtı, gözüm
de bir seğirme görsem, ne düşünmem gerektiğine karar ve
rebileceğim. Her insana bir geçmiş gerekirmiş, şimdi her
kes bana bir geçmiş yaratmaya çalışıyor. Karanlıkta uzakla
şıp giden tren gibi geçmiş, onunla nerelere gidip hangi istas
yonlarda indiğini anımsamıyorsan, kim olduğunu da bilmi
yorsun. Ben neden şimdi başka bir ülkede değil de bu soka-
25
ğın ortasında dikilmiş, neden başka bir yaştaki değil de bu
yaştaki bedenimle vitrin camının önünde kendime bakıyo
rum? Dalgalı saçları, geniş omuzlarıyla bu benim bedenim.
Başkasının değil. Bunu biliyorum. Evimdeki telefondan ve
ya yan yana dizili gitarlardan şüphe etsem de bu bedenden
şüphe etmiyorum. Sahip olduğum tek varlık. Ellerimi saçla
nma götürüyorum. Bu eller benim, istediğimde hareket edi
yor, istediğim zaman duruyor. Gözlerim dünyayı görüyor,
kulaklarım sokağın seslerini işitiyor. Kamım acıkıyor. Kırık
kaburgam kendini sık sık anımsatıyor. Geçmişim beni bıra
kırken ve zihnim o trenden inip kendi başına karanlıkta du
rurken, bedenim bana sadık kalıyor. Bedenim yalnız şimdi
değil eskiden de benimdi, bundan şüphe etmiyorum. Bu be
denin taşıdığı bir geçmişim var. Camdaki görüntüme yakla
şıyorum. Camda yansıyan kalabalığı fark edince, dönüp ar
kama bakıyorum. Sokakta insanlar bir aşağı bir yukarı yürü
yor. Ortalık kuş pazarı gibi cıvıl cıvıl. Telefon sesleri. Fark
lı melodiler. Elimi gömleğimin cebine götürüyor, bu sabah
bayiden aldığım yeni telefonuma dokunuyorum. Yanımdan
geçen bir çifte bakıyorum, sonra küçük oğlunun elinden tu
tan eteği çiçekli bir kadına.
Sabahten beri sokaktayım. lstanbul'un sokaklarında çe
kingen adımlarla yürüyorum. Devlet dairelerine, bankala
ra, dükkanlara girip çıkarken gördüğüm yüzleri merakla sü
züyorum. Yanımdan arabaların hızlı geçmesinden ve insan
ların kalabalıkta omzuma sürtünerek yürümesinden tedir
ginlik duyuyorum. Hastanede olduğu gibi sokakta da her
kesin bana acıyacağını, merhametli bir ifadeyle bakacağını
sanmıştım. Oysa fark eden yok beni. Memurların tebessü
münde, kağıda atılan imzaların mürekkebinde, cam kapılar
önündeki kuyrukların sessizliğinde birbirine benzeyen in
sanlar, belli ki içlerinde ayrı dünyalar taşıyor, belki bir ge
ce onları uyandıracak bir tren sesinin gelmesini bekliyorlar.
26
Ben şimdi eteği çiçekli kadın ile oğlunun ardından yokuşu
çıkarken, bu sokakta şanslı insanların mı yoksa şansız in
sanların mı çoğunlukta olduğunu düşünüyorum. Ben han
gi yana yakınım? Boğaz Köprüsü'nden atlayıp sağ kalma
nın şansına mı, yoksa belleğimi yitirmenin şanssızlığına mı?
Hastanedeki son gecemde, yan yataktaki hasta aksini söyle
mişti: Belki hayatta kaldığın için şansız ama belleğini yitir
diğin için şanslısın. Önümde yürüyen oğlan bisküvisini ye
re düşürüyor. Annesi eğilip alıyor. Köşeden sola dönüyor
lar. Onların ardından sokağa girince, önüme çıkan meydan
da Galata Kulesi'yle karşılaşıyorum. Görür görmez bunun
Galata Kulesi olduğunu anlıyorum. Burası geçmişte sık uğ
radığım bir yer miydi? Etraftaki kafelerin, lokantaların ma
saları dolu. Sonbahar güneşi cömert. Kalabalığın içinde ba
zı gözlerin bana değdiğini hissediyorum. Boratin! Boratin!
Dönüp bakınca, telaşla gelen Bek'i görüyorum. Nereye kay
boldun, diyor, dükkana sigara almaya girdim, dışarıda bek
liyorsun sandım.
- 5-
27
Boratin'in yüzünde hiçbir ifade belirmiyor. Bir şeyler içe
lim mi, diyor. Olur, ama önce senin şu işini halledelim. Ney
miş o? Çalar saat almak istediğini söyledin ya Boratin. Unut
tuysan dert etme, günlük unutkanlıklar hepimizde olur. Sa
ati ne yapacağını anlamadım zaten, senin en son ihtiyacın
çalar saattir. Bugünlerde uyanmaya değil uyumaya ihtiyacın
var. Biraz toparlan, ben sana kendim alırım bir tane. Bora
tin meydanın karşı tarafındaki saatçi dükkanına bakıyor. O
yana gitmeye niyet etmiyor. Başını çevirip sağ taraftaki bina
lara göz atıyor. Binaların yüzleri, farklı renklerde boyanmış.
Hangisi daha güzel? Şu buz mavisi dört katlı bina, evdeki bir
gitarın rengini andırıyor. Giriş katında, meydana taşmış ma
salarıyla bir kafe var. Boratin bir masaya yöneliyor. Sandal
yeye otururken yorulduğunu hissediyor. Yokuş çıkmaktan.
Kente ayak uydurmak zaman alacak. Acele etmemeli, diye
düşünüyor. Sahafın vitrinindeki örümcek gibi kendi ağın
dan uzaklaşmadan, ona gelmesini beklemeli her şeyin, geç
mişin de. İnsanlar hayata, sahaftaki kitaplara bakar gibi ba
kıyorlar. Yeni kitaplar ucuz, eskiler pahalı. Hayatta da, eski
zaman önemli. Bugün değil dün değerli, ondan önceki gün
daha da değerli. Boratin'e o yüzden bir geçmiş vermeye ça
lışıyorlar. Anlayamıyorum, dese. Bugün varsam yarın da var
olabilirim, ama dünde nasıl var olabilirim, diye sorsa. Ona
acıyarak bakarlar. Açıklama yaparlar. Sipariş verdikleri kah
veler çabuk geliyor. Bek şeker atıp kahvesini karıştırırken,
göz ucuyla onu süzüyor. Boratin şekere dokunmuyor, fin
canı yavaşça dudağına götürüp kahveyi yudumluyor. Da
mağındaki sert tadı seviyor, bir yudum daha alıyor. Geçmiş
te bu kahveyi nasıl içtiğinin önemi var mı? Bugün böyle se
viyor, sevebilir. Eğer geçmişte kahveyi şekerli içmiş de şim
di sade tercih ediyorsa, bundan ne anlam çıkarmalı? Aklıyla
baş edemiyor. Yapacak başka işimiz kaldı mı, diye soruyor
Bek'e. Telefon aldık sana, kredi kartı başvurusu yaptık, su-
28
da ıslanan nüfus cüzdanının yenisini çıkarttık. Bek yapılan
işleri parmaklarıyla sayıyor. Dördüncü parmağına dokunur
ken, ehliyetin de kullanılmaz halde, onu yarın hallederiz,
diyor. Ehliyet niçin, arabam mı var? Hayır, ama ara sıra be
nim motosikletimi alıp dolaşıyorsun. Boratin meydanın kar
şı tarafına park etmiş motorlarının yanında duran iki erkek
ile iki kızı o zaman fark ediyor. Onlar gibi hayal ediyor ken
dini. Motora binip o da arkadaşlarıyla buraya geliyordu bel
ki. Onlar gibi ayakta bir şeyler içiyor, yanındaki kızın om
zuna yaslanıyor, kızın elindeki şişeyi çekip bir yudum alı
yordu. Yola hazırlanıyordu. Birazdan güneş gözlüğünü ta
kacak, kızı motorun arkasına alacak, başını hafif öne eğerek
rüzgara dalacaktı. O anı hissetmek dışında bir şeyi umursa
mayacaktı. Belini saran kız, gövdesini onun gövdesine yas
layacaktı. Hızdı onları taşıyan. Dünya silik renklerle iki yan
larından akacaktı.
Birer kahve daha söylüyorlar. Biz yaşıt mıyız, diye soru
yor Boratin. Evet, diyor Bek, yirmi sekiz olduk. Bankada
ki kadın sorunca yaşını bilememen önemli değil. Öyle ani
den sorulunca ben de bazen duralayıp anımsamaya çalışı
nın. Sen, diyor Boratin, benim yerimde olsan, yani geçmişi
29
liyor. Tesadüfi bir göz teması değil. Kadının kıpırdamadan
ona baktığım fark ediyor. Kadın onu tanıyor, başından be
ri orada oturup bu anı beklemiş gibi kararlı bakıyor. Saçla
rı uzun, kaşları uzun, sigara tutan parmaklan uzun. Onunla
aynı yaşta görünüyor. Sigarasından bir nefes çekip dumanı
salarken, yüzündeki ifade değişiyor. Bakışı sertleşiyor. Hafif
çe kıpırdayan dudaklarının arasından dişleri beliriyor. Söy
lemek istediği sözler var. Gergin dudaklarıyla belli ediyor.
Boratin bakışlarını kaçırıyor, önüne dönüyor. Bek'in elin
deki pakete uzanıp bir sigara alıyor. Çakmağı çakıyor. insa
nın geçmişi bu kadına mı benzer? Gözleri gece gündüz se
nin üzerinde. Yüzü alımlı, bakışları kendinden emin ve bir
nedenle öfkeli. Dönüp bakmasan da orada olduğunu bili
yorsun. Sen önünden gelip geçenlere ve seslere dalıyorsun,
ama belleğin arkandaki bakışa bağlı. Ne kadar hızlı gider
sen git, ardından geliyor. Başını hafifçe çevirdiğinde görü
yorsun, işte orada. Yüzü duman içinde. O ne yapacağım bi
lirken, sen bilmiyorsun. Bek, diyorsun, arka taraftaki kadı
m tanıyor musun, duvara yakın masada oturanı? Birlikte ba
kıyorsunuz. Kadın yüzünü yan çevirmiş, telefonda konuşu
yor. Bir eliyle saçlarının ucuyla oynuyor. Tanımıyorum, di
yor Bek, neden sordun? Demin bize bakıyordu, ya da bana
öyle geldi. Sabahtan beri sokaklarda kimsenin beni görme
mesine, dönüp yüzüme bakmamasına çabucak alışmıştım.
Şimdi bir kişiyle göz göze gelince aklım karıştı. Bana göz do
kunmasa, ne iyi olur. Sırtımda bakış olmasa. Dilediğim so
kağa girip, dilediğim yerde rahatça otursam. Önümden ge
çen kadınların parfüm kokusu tamdık gelse, ama kadınların
hiçbiri dönüp bana bakmasa. Baksalar, ne yapacağımı bile
mem. Selam verip halimi sorsalar, ne derim? Ben belleğimi
yitirdim, affedersiniz, sizi tanıyamadım. Bir dahaki karşılaş
mamızda belki anımsarım. O zamana kadar, beni unutmasa
nız da, benim sizi unuttuğumu aklınızda tutun. Ortak tam-
30
dıklanmıza anlatın. Durumun ciddiyetini bilsinler. Boş ba
kışlarımdan alınmasın kimse, arkamdan bakıp beni rahatsız
etmesinler. Nasıl mı oldu? Ben de bilmiyorum. Gözümü aç
tım ki hiç kimseyim. Bir bedenim var. O kadar. Yansı par
çalanmış kimlik kartımda adımı okudum. Aynada yüzümü
seyrettim. Biriktirdiğim plakların kapaklarına baktım. Es
kiden bakarken ne hissederdim? Ya bunu hiç bilemezsem?
Ya da bunun rüya olduğuna inansam. Uyandığımda, yanım
dakilere, rüyamda Bek diye tuhaf adlı biriyle arkadaşlık et
tiğimi ve uzun saçlı bir kadının beni izlediğini, ama onları
anımsamadığımı anlatsam. Hep birlikte gülsek. Blues şarkı
cısı olduğumu (blues mu?), sesimin yanı sıra yakışıklılığım
la da ün saldığımı söylesem, daha çok gülsek. Rüyada geç
miş yoktur. insan yalnızca o anı yaşar rüyada, geçmişi bil
mez. Ben buyum.
Dönüp arkadaki kadına bakıyorum. Gözlerinde bir anlam
bulmaya çalışıyorum. Kadın başını çeviriyor, garsona el kal
dırıp hesabı istiyor. Cüzdanını çıkarıyor. Telefonunu, siga
ra paketini, çakmağını çantasına koyuyor. Burası biraz sı
cak oldu, diyorum Bek'e, kalkalım mı? Biz de hesabı ödü
yoruz. Meydanın ucundaki sokaktan aşağıya, geldiğimiz yö
ne dönüyoruz. Yüksek Kaldırım'ın kalabalığı artmış. Her
dükkandan ayn bir müzik sesi geliyor. Köşe başında bir ço
cuk, önündeki kovada şişeler, su satıyor. Soğuk su, buz gi
bi. Kalabalığın içinde, pardösüsü ve fötr şapkasıyla yürüyen
bir adam yazarlara benziyor. Elinde bir kitap, parke taşlı yo
lu adımlıyor. Demin benim baktığım sahafın önüne gelin
ce soluklanıyor. Şapkasını düzeltirken vitrindeki eski kitap
lara göz atıyor. Sonra saatine bakıyor. Bir yıl öncesi ile yüz
yıl öncesini ayırt etmekte benim gibi zorlanmıyor. Yanım
dan geçen birine çarpıyorum. Sendeliyorum. Kaburgamdaki
ağrı canlanıyor. Durup derin derin soluk alıyorum. lyi mi
sin, diyor Bek. Evet, iyiyim. Birkaç adım ilerideki uzun saç-
31
lı kadını yitirmemeye çalışıyorum. Menzilimde tutuyorum
onu. Sol taraftaki bir kafeden kahkahalar yükseliyor. Kilim
desenli koltuklara yayılan, her hallerinden turist oldukla
rı anlaşılan grubun neşesi sokağı sarıyor. Bu kafede seninle
birkaç kez oturduk, diyor Bek, burgerleri güzeldir. Bir şey
ler yiyelim mi? Yok, diyorum, biraz dolaşalım, sonra yeriz.
Önümüzde büyüyen kalabalığa göz atıyorum. Uzun saçlı
kadını göremeyince onu yitirdiğimi anlıyorum. Akıntıya ka
pılan kadın, geldiği gibi gidiyor. Hayatımda yoktu, şimdi ta
mamen yok oluyor. Etrafı boşuna tarıyorum. Müzik aleti sa
tan dükkanlar, tabelacılar, dönerci büfeleri. İnsanlar birin
den çıkıp diğerine giriyor. Tuhaf bir mutluluk var bu kala
balıkta. Benim bilmediğim bir mutluluk. Belki onlar da bil
miyor. Sokağın sonundaki caddeye vardığımızda, ortalığı
arabaların gürültüsü kaplıyor. Mendil satan yaşlıların ve saz
çalıp para toplayan garibanların önünden geçiyoruz. Yere
serilmiş uyuyan bir köpeği rahatsız etmemek için herkes gi
bi, iki metre açıktan gidiyoruz. Kalın duvarlı gri bir binanın
köşesinden kıvrılıyoruz. Orada, kabına sığmayan bir deniz
çıkıyor karşımıza. Çivit mavisi. Soğuk. Denizin bu kadar ya
kın olduğunu bilmiyordum. Galata Köprüsü'nden Boğaz'a,
oradan Marmara'ya doğru çalkanıyor. Yukarı fırlayan bir
dalga kıyıya düşüp parke taşlarına yayılıyor, kırıkların ara
sından toprağa sızıyor. Denizin mavisi, kırık taşlar, toprak.
Bir adım geriliyorum. Uzanıp Bek'in kolundan tutuyorum.
Bir yere yetişmemiz gerekirmiş gibi onu kendimle çekiyo
rum. Bankların yanından geçiyorum. İskelenin karşısındaki
sokağa sapıyorum. Dar sokakta, rüzgarla birlikte dalgaların
sesi de diniyor. Yavaşlıyorum. Vapur saati yaklaşmış olma
lı, iskeleye doğru insanlar seğirtiyor. Çoğu gitmiş azı kalmış
bir günün son saatlerine yetişecekler. Herkeste bir telaş. Va
pur kalkmak üzere. Yine birine çarpıyorum. İnsanlara çarp
ma adetim var herhalde. Kalabalıkta yürümeyi de yeni baş-
32
tan öğrenmem gerek. Yana çekilip yol veriyorum. Uzun saç
lı kadın bu. Yüzüme hayretle bakıyor. Aptal, diyor fısıltılı bir
sesle, aptal. Güneş gözlüğünü başından gözlerine indiriyor,
hışımla geçip gidiyor. Bek omzuma dokunuyor, iyi misin,
diye soruyor. Evet, iyiyim, sanının. Bütün gün dışanda ol
mak yordu beni. Bu akşam arkadaşlarla buluşmaya gelmeye
yim. Başka zaman görüşürüz onlarla. Eve gidip dinleneyim.
- 6 -
33
leştiriyorum. Plak yaylanarak dönüyor. İğneyi plağın üzeri
ne koyuyorum. Hışırdıyor. Bir piyano başlıyor. Tuşları aşın
mış, dünyanın tozuna bulanmış bir piyano. Tortulu sesiyle
Bessie Smith geliyor. I've got the blues, 1 feel so lonely. I'll gi
ve the world if 1 could only make you understand. Sözleri anlı
yorum. İngilizce biliyorum demek. Bu dilin İngilizce oldu
ğunu da biliyorum. Salonun ortasına sırtüstü uzanıyorum.
'Cause when you're gone, I'm worried ali day long. . . Kollarımı
iki yana açıyorum. Yerin serinliği sırtımdan göğsüme akıyor.
Dışarıda akşam hızla ilerliyor. Dolunayın yükseldiğini pen
cereden bakmayanlar bile hisseder. Sokakta hafif bir rüzgar.
Karanlık duvar diplerinde çöp yığınları. Açık bir pencereden
kahkahalar duyuluyor. Köşe başında genç bir çift öpüşüyor.
Ne ceplerinde paraları ne de gidecek bir odaları var. Karşı
kaldırımda bir adam beliriyor, durup sigarasını yakıyor. Ona
eşlik eden köpekler de duruyor. Bu saatte sokakta yalnız ba
şına yürüyen birinin ya sigarası ya da içkisi olmalı ve gece
yansından önce kıvrılacak bir köşe bulmalı. Bir ıslık duyu
luyor. Islığın sahibi, ilerideki sokak lambasının altında otu
ran bir genç. Belli ki birini bekliyor. Ara sıra başını çevirip
yolun diğer tarafından kimsenin gelip gelmediğine bakıyor.
Islığını çaldığı şarkı Bessie Smith'e ait. Şarkı mutlu mu, mut
suz mu anlamıyorum. Şarkıyı dinlerken zihnimde görüntü
ler oluşuyor, ama bir şey hissetmiyorum. Cansız görüntüler
peş peşe ilerliyor, geceye insanlar ve sesler karışıyor. Şarkı
yı içimde bir sevinç ya da özlem duymadan dinliyorum. Es
kiden ne hissederdim ben? Baby won't you please come home,
Baby won't you please come home. . . Zil çalıyor. Başımı çevirip
bakıyorum. Telefonun sesi.
Soluk renkli sehpada benden yaşlı görünen telefona ye
tişiyorum. Ahizeyi alıp kulağıma götürüyorum. Kablola
rın mekanik sesini andıran uzak bir uğultu. Şu anda kentin
kaç bin evinde kaç bin kişinin sesinin aktığı kablolar titre-
34
şip yankılanıyor. Oradaki bir sesin bana ulaşmasını bekliyo
rum. Bir şey duymayınca telefonu diğer kulağıma alıyorum.
Boratin, diyor bir kadın. Bessie Smith'in sesi gibi tortulu. O
yüzden tanıdık geliyor. Abla, diyorum. Evet canım, benim.
Sonrası sessizlik olabilir. Ya da o konuşur, ben sadece onun
söylediklerini onaylayan sesler çıkarırım. Orada mısın Bora
tin? Evet abla, buradayım. Tek bildiğim bu. Burada, bilme
diğim bir evin içindeyim. Boratin, kaç gündür ulaşamadım
sana, konserlerin çok mu yine? Abla, ben seni bilmiyorum,
desem. Yolda görsem seni tanıyamam, desem. Onun yeri
ne, yoğunum abla, diyorum, dışarıda oluyorum, eve geç ge
liyorum. Orası İstanbul, Boratin, insanı yorar. Filmlerde gö
rürken ben uzaktan bile ürküyorum. Sen gençsin ve kendi
ni ihmal ediyorsun. Çocukluğunda da böyleydin, bilye oy
namaya gider yemeği unuturdun, akşama kadar sokakta top
peşinde koşardın. Sonra bu gitara sardın. Ablam ne zaman
beni arasa bu sözleri yineler. Huzur dolu ses tonundan an
lıyorum. Her telefon edişinde çocukluğumdan örnekler ve
rir. Geçmişi anımsamak onun mutluluğu. Bana şefkatli uya
rılarda bulunmayı sever. Sağlığını ihmal edip hastalanma
yasın. Yok abla, o kadar ihmalkar değilim. Ablamla konuş
mak bir oyun. Hemen alışıyorum. Hayat bu mu? Bütün gün
lerim, yıllarım böyle oyunlarla sürecekse ... ihmalkar deği
lim diyorsun ama geçen bahar yağmurda kalıp hastalandı
ğını unutma. Unuttum bile. Bunu bir gün ablama söyleme
yi umuyorum. Sen, diyor, çocukken de yağmurda oyuna da
lar kalırdın. Öyle mi? Kasabada yağmur altında büyüyen
bir çocuğu düşünüyorum. Yağmuru kitaplardan ve filmler
den anımsıyorum ama neye benzediğini bilmiyorum. O ço
cuk filmlerdeki gibi mutludur, ta ki dünyada başka hayatlar
olduğunu ve bunlara ulaşabileceğini anlayana kadar. Kim
se tutamaz onu. Sırtında hayallerin kamçısını duyar. Zama
nı hızlandırmak ister, hayat süratle aksın, önündeki yollar
35
açılsın. Ve günü geldiğinde, çekip gitsin. Ben öyle bir çocuk
muydum? Küçük kasabada gitara nasıl heves ettim? Konu
yu kendimden uzaklaştırıyorum. Sen nasılsın abla, herkes
iyi mi? İyiyiz işte, ne olacak, konu komşuyla vakit geçiyor.
Bizim kiracılardan biri çıkıyor, yeni bir kiracı buldum, önü
müzdeki ay taşınacak. Kira kontratının hazırlanıp yazılma
sını Aladdin halletti. Sen görmeyeli Aladdin büyüdü, koca
man oldu. Ablamın kelimelerini dikkatle izliyor, Aladdin'in
kim olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aferin Aladdin'e, di
yorum, o kadar büyüdü demek. Ben ne yapıyorum böyle?
Büyüdü, dayısı, öyle boy attı ki... Epey oldu görmeyeli abla,
zaman nasıl da hızlı geçiyor. Evet, üç yıl oldu, su gibi akıp
gidiyor. Aladdin her yaz buraya gelip tatilde onunla olursun
diye hayal kuruyor. Yıllan mı sayıyorsun? Eh, en son, eniş
tenin cenazesinde gelmiştin. Zaman geçtikçe Aladdin baba
sının yokluğuna alıştı, umudunu sana bağladı. Senin gön
derdiğin hediyelere seviniyor, paketleri açarken, dayım ken
disi ne zaman gelecek, diye soruyor. Bu aralar senin gibi şar
kı söylemeye başladı. Aynanın önüne sandalye koyuyor,
oturup saatlerce şarkı söylüyor. Biliyor musun, sesi de senin
sesine benziyor. Kaç yıldır ablamı ve babasız kalmış yeğeni
mi görmeye gitmemişim. Nasıl biriyim ben, daha doğrusu,
nasıl biriydim? Geleceğim, diyorum, şu işlerimi biraz hafif
leteyim sizi görmeye geleceğim. Kelimeler ağzımdan çıkıve
riyor. Gerçek mi diyorsun, gelecek misin? Öyle heyecanla
nıyor ki, şimdiye kadar böyle bir şey söylemediğim anlaşılı
yor. Bir ablayı görmeden geçen üç yıl. Evet, birkaç konserim
var, sonra gelip bir süre yanınızda kalırım. Gel Boratin, se
ni çok özledim. Üniversitede okurken, her ay gelirdin. Ben
o zamanlar sana bu kadar sık gelmemeni, derslerinden geri
kalmamanı söylerdim. On iki saat yolculuk yapmana kıya
mazdım. On iki saat tutuyor muydu abla? Bak, gelmeye gel
meye yolu da unutmuşsun. O zamanlar bana, yolculuk yo-
36
rucu değil, derdin. Haydarpaşa Gan'ndan akşam trene biner,
ertesi sabah Nehirce'ye varırdın. Sen aniden kapıda belirdi
ğinde dünyalar benim olurdu. Her gelişinde, Nehirce değiş
memiş, derdin. Sesinde sitem mi yoksa memnuniyet mi ta
şırdın, bilmiyorum, hafif bir tebessümle konuşurdun. İstan
bul değişiyor mu peki, diye sorardım ben. Evet, derdin, için
deki her şeyle ve herkesle birlikte değişiyor. Bugün gördü
ğünü yarın göremeyebilirsin, sabah inandığına akşam yalan
diyebilirsin. Herkes ruhunu ona göre terbiye ediyor. İstan
bul hala değişiyor mu Boratin? Ne desem, bilmem ki. lstan
bul'un birkaç gündür değişmediğini, sonsuz bir anda takılıp
kaldığını söylesem inanmaz. Yalan ile gerçek artık tek. Doğ
ru ile yanlış aynı. Taştan yapılmış camiler ile çelikten yapıl
mış gökdelenler yaşıt görünüyor. İstanbul durdu, ben dur
dum. Eski ile yeni arasındaki zaman geçidinde kayboldum.
inanacak bir söz arıyorum. Ölüleri diri sanıyorum, belki pek
çok diriyi de ölü biliyorum. Zihnim, ölülerle dirilerin koyun
koyuna yattığı bir mezarlık. Çürümüş et kokulan, baştan çı
karıcı parfümlere karışıyor. Konuşan kim, inleyen kim, erte
si sabah uyanıp işe gidecek olan kim? Bir telefon çaldığında
kim uzanıp ahizeyi alacak, konuşacak, meraklanacak? Kü
çük yaşlarda, daha Nehirce'de yaşarken de aklım böyle karı
şık idiyse, ablam bilir. Bir gün ona sorabilirim. Dönmek is
teyeceğim bir geçmişim olup olmadığını öğrenebilirim. Ora
yı bıraktıysam, cenaze törenleri dışında uğramadıysam, ka
bahat tümüyle bende midir? Beni kendisine bağlamayan bir
Nehirce mükemmel görülmemeli. Boratin, orada mısın? Kı
rık kaptan sızan su gibiyim. Ne kabıma dönebilirim ne de
dönsem o kap tutar beni. Uyumak isteyip de uyuyamamak,
telefon defterindeki adları tekrar tekrar okuyup anımsaya
mamak ve her gün aynı odada uyanıp duvarların sonu gel
mez kıvrımlarına bakmak benim kaderim. Tann varsa (var
mı?), her kuluyla ayrı bir kader oyunu oynuyordur. Bana
37
düşen de bu. Plaktaki şarkılar yol göstermiyor. Görüntü
ler cansız, dokunamıyorum. Dokunduklanmı hissedemiyo
rum. Hissettiklerimi anlayamıyorum. Bir çıkış var, bir yer
de bekliyor, ama ben her sabah ne yapacağımı bilemeden
güne başlıyorum. Boratin, canım? Ablamı dinlerken Bessie
Smith'in yüzü geliyor gözlerimin önüne. Bana kendi solu
ğundan vermek istercesine, merhametle tebessüm ediyor.
38
Eve Hep Aym Yoldan Gidilmez
- 7-
39
raftan sesler. Başınızı uzatıp köprüden aşağıya, denize bak
mışsınız. Oysa siz bir an önce eve gitmek istemiştiniz. Tak
siye binerken öyle demiştiniz şoföre. O gece verdiğiniz kon
ser iyi geçmişti. Kalabalıkla birlikte coşmuştunuz. Bunları
anlatmam sizi rahatsız ediyor mu? Anımsamasanız da, ko
nuşmamız gerek. Sizinle ilgili haberleri, söyleşileri okudum.
Sevdiğiniz müzisyenleri sayarken Kurt Cobain ile Yavuz Çe
tin'i de anıyorsunuz. intihar etmiş iki müzisyen. Doktor ye
niden su isteyip istemediğimi anlamak için elimdeki barda
ğa bakıyor. Parmaklarımın hareketini izliyor. Ben onun bir
önceki görüşmemizde söylediklerini düşünüyorum, annem
le babamın trafik kazasında ölmelerini. Bardak boş. Avu
cumda kayboluyor. Biraz daha sıksam kırılacak. Kullandı
ğım ilaçlardaki etkin madde lityummuş. Lityum aklı hafifle
tir, takıntılı sorulan giderirmiş. Meseleleri dert etmeme ge
rek kalmazmış. Geçmiş beni bıraktıysa ben de geçmişi bıra
kabilirmişim, ta ki o kendisi geri gelene dek. Bunları düşün
mek istemiyorum. Suya atlamak anne rahmine dönme arzu
sunu, yüksekten atlamak ise yaratma isteğini gösteriyorsa
göstersin. Aklım başka yerde. Doktor hanım, hastanede gö
zümü açtığımda, bana ne oldu, diye sormuştum size. Bana
ne oldu? Siz ise kim olduğumu sormuştunuz. Ben kimdim?
Vapur düdüklerini işitiyordum. Sokaktaki gürültülerin ara
sında bir vapur sesi. Gürültüden sıyrılıp gelen bir sesin an
lamı var mıydı hayatta? Siz adımı soruyordunuz, bense ne
den ölmek istediğimi anımsamaya çalışıyordum. Bunlardan
birini bilmek, diğer sorunun yanıtını kolaylaştırmıyordu.
Ölme isteği neden? Vapur düdükleri kafamın içinde yankı
lanıyordu. Korna sesleri, sokak satıcılarının çığlıkları. Ama
martı sesi yoktu. Olmayanı da düşünmek, aklımızın maha
reti, demiştiniz. Doktor hanım, keşke bütün insanlar geçmi
şi unutsalar, gece yatıp ertesi sabah boş bir zihinle uyansa
lar, bana da acıyarak bakmasalar. Boratin Bey, o zaman dün-
40
ya başka bir dünya, insan başka bir insan haline gelirdi. Ben
de onu diyorum, doktor hanım, belki durup dururken haya
tına son vermezdi kimse. Gözümün önünde kelimeler uçu
şuyor, yaprak gibi süzülerek, boşlukta bir o yana bir bu ya
na yöneliyor. Yakınımdaki kelimeleri teker teker tutup ağ
zıma atıyor, çiğnemeden telaffuz ediyorum. Bu sabah evden
çıkarken, köşedeki bakkal beni görüp yanıma koştu. Başıma
gelenleri duymuş. Beni sapasağlam görünce sıradan bir kaza
geçirmişim gibi mesut bir ifadeyle, ucuz atlatmışsınız, dedi.
Elimi iki elinin arasına aldı, dostça sıktı. Dükkanın kapısın
da beliren kızını çağırıp, elimi öpmesini söyledi. Elimi öp
türmedim. On üç, on dört yaşlarında bir kız. Mahcup bakış
lı. Sınavı kazanmış (ne sınavı?). Bakkal elimi yeniden kav
rayıp bana teşekkür etti. Yardımım sayesinde kızın sınavı
kazandığını, hayatının kurtulduğunu söyledi. Kıza ders mi
verdim, yoksa gittiği bir kursun parasını mı ödedim? Bak
kal, iyiliğiniz sayesinde, diye başlayan uzun cümleler kurar
ken, kız utandı, başını eğdi. Aferin, zeki kız, dedim. Bir yan
dan iyi biriymişim diye tuhaf bir rahatlık hissederken, diğer
yandan ne diyeceğimi bilemediğim bu sohbetten bir an ön
ce uzaklaşmak istedim. Bedenim dışında hiçbir şeyden emin
olmadığımı bir kez daha anladım. Bedeni dışında bir şeyden
emin olabilen var mı? Gece ilaçlarımı alıyor, ertesi gün yeni
bir umutla uyanıyor, ama günün sonunda kendimi aynı yer
de buluyorum. Yatağın kenarına oturup ellerime, kollarıma,
bacaklarıma ilk kez görmüş gibi bakıyorum. Uğruna ölüne
cek ne var? Öyle bir değer var mıydı benim hayatımda? Gü
zel bir gece geçirmiş, eve dönerken takside uyuklamıştım.
Uyanıp kendimi köprüde bulunca, ölmeyi denemiştim. Ha
yat bu kadarsa, belki de onun uğruna ölmeye gerek yok.
Doktor elimdeki bardağı alıyor. Bakışımın onda değil yan
taraftaki aynada olduğunu fark ediyor. Konuşmamı bekliyor.
Neden sonra, orada ne görüyorsunuz, diye soruyor. Ayna gö-
41
rüyorum. Işık huzmeleri yansıyor. Kanepedeki kilim desen
leri yön değiştiriyor. Kedinin kokusu yayılıyor aynanın için
de. Boş bardağın kenarında kalan su damlası. Doktorun sesi
ni saran sokak gürültüsü. Boratin Bey, ne gördüğünüzü söy
ler misiniz? Bir ayna görüyorum. Onu değil, aynanın içinde
gördüğünüzü soruyorum, yüzünüzü. Yüzümü mü? Evet, siz
yüzünüzü incelemiyor muydunuz? Bu kentin yansı sizinki
gibi kusursuz bir yüze sahip olabilmek için varını yoğunu fe
da ederdi. Peki diğer yansı, diye sormak yerine, siz gerçekten
doktor musunuz, diyorum. Gülüyor. Sizi öven gazetecilerin,
diyor, müziğinizi yüzünüze benzetmesi haksız değil. İnsan
sırf bu güzellik için yaşar. Yeniden aynaya dönüyorum. Her
sabah uyandığımda yaptığım gibi, gözlerimi kırpmadan bakı
yorum. Aynadaki görüntü de gözlerini kırpmıyor. Hangimiz
usanıp pes edecek diye bekliyorum. Kim gözünü önce kır
parsa, o ben'im. Aynanın önünde uzun süre kalınca hangi ta
rafta bulunduğumu karıştırıyorum. Kırkayağın hikayesi geli
yor aklıma. Doktor dokunacakmış gibi elini uzatıp parmak
larımı işaret ediyor. Bunlar son yılların en iyi gitar çalan par
maklan, diyor. Hayatta uğruna yaşanacak değerler var, Bora
tin Bey. Sadece bedeninizden emin olduğunuzu söylüyorsa
nız, başlangıç için bu da yeter. Parmaklarıma bakıyorum. Ke
mikli. İnce damarlı. Ben neden ben'im? Bir doktor, bir bak
kal değil, neden Boratin'im? Bunun yanıtı, çıkardığım kim
likte veya banka kartında yazmıyor. Neden benim annemle
babam trafik kazasında öldüler? Boğaz Köprüsü'nde bir ka
za nedeniyle trafik durmuş. Uykudan uyanıp taksinin camın
dan dışarı bakmışım. Annemle babamın ilerideki kazada can
verdiğini düşünmüşüm. Aradaki yılların ve mesafelerin öne
mi yok. Ölüler her zaman, her yerde yeniden ölebilir. Ben de
yeniden doğabilirim (doğabilir miyim?). Hastanede gözü
mü açtığımda bana başka biri, anne babası sağ biri olduğumu
söyleyebilirdiniz. Beni öksüz bir çocukluktan kurtarabilirdi-
42
niz. Kelimeler, kelimeler. Gözlerimin önünde harfler, sayılar,
en çok da soru işaretleri uçuşuyor. "Evet" sözcüğünün ardı
na bile soru işareti koymak istiyorum. Evet? Hayatım böyle
geçecek. Doktor hanım, biliyor musunuz, endamıyla herke
sin ilgisini çeken bir kırkayak varmış. Alımlı yürür, iyi dans
edermiş. Bir gün sormuşlar: Acaba güzel adımlarınızı han
gi sırayla atıyorsunuz? Önce yedinci sağ ayağınızı, sonra on
dördüncü sol ayağınızı mı? Ardından yirmi birinci sağ ayağı
nızı kaldırıp otuz ikinci sol ayağınızı mı yere basıyorsunuz?
Kırkayak o güne kadar adımlarını hiç düşünmediğini fark et
miş. Merakla yürümeye başlamış ve hangi ayağını hangi sı
rayla kaldırdığını anlamaya çalışmış. Ayakları birbirine do
lanmış, bırakın dans etmeyi, düz yolda yürümeyi şaşırmış.
Önceki hayatımda ben de alışkanlıklara bağlı yaşardım, her
kes gibi. Belleğimi yitirince, ayrıntıları düşünmeye mecbur
kaldım. Anımsamadığım bir zamanı anımsama zorunluluğu.
Tökezliyorum. Yolda giderken insanlara çarpıyorum. Kafa
mın içindeki takvim karışık çalışıyor. Eski zamanların şimdi
yaşandığını düşünüyor, uzak yerleri yakınımda sanıyorum.
İsa ile Meryem'in Roma'daki heykelini canlandıran bir biblo
var evimde. Bibloya bakarken, Roma'yı İstanbul haritasının
içinde görüyorum. İsa yeni öldü. Karanlık sokaklarda yas tu
tan Meryem, göçmenlerle birlikte ekmek dileniyor. Işık hı
zı hesaplandı. Bütün kıtalar keşfedildi. Şimdi yaşanabilir ye
ni bir gezegenin keşfedilmesi bekleniyor. Bu ayrıntıları anım
samaktan, her birinden teker teker şüphe etmekten, sonra
her birini yerli yerine oturtmaya çalışmaktan yoruldum. So
kakta yürümeyi beceremiyorum. Eve dönmek, kapıyı kilitle
mek, yalnız kalmak istiyorum. Kendimden korkuyorum. Ya
ben, ben değilsem... Hastanede yatarken, televizyonda, ha
pisten kaçan biriyle ilgili haberleri izlemiştim. lstanbul'da,
insanları evinin altındaki sığınağa hapseden, domuz bağıyla
bağlayan, işkence eden, cesetlerini toprağa gömen, sonra bir
43
üst kata çıkıp kansı ve çocuklarıyla sıradan hayatını sürdü
ren bir adamla ilgiliydi haber. Adamın bunları nasıl yaptığını
değil, başkalarının böyle biriyle nasıl yaşadığını, onunla ay
nı sofraya oturduğunu ve aynı yatağa girdiğini merak ettim.
Adam yakalandıktan sonra pişmanlık göstermemiş, ne yap
tıysa Tann adına yaptığını söylemiş. On beş yıl. Hapishane
de uzun zaman. Yıllar belki ona pişmanlığı öğretti. Sonra ha
pisten kaçtı. Cebinde sahte bir kimlikle, geçmişinden de ka
çabileceğini düşündü. Dışarıdaki dünyayı tuhaf buldu. Eski
dünyası değildi bu. Gece yansı köprünün ortasında duran bir
takside, canına kıyma arzusuyla uyandı. Köprünün parmak
lıklarına çıkıp kollarını açtı. Kuş gibi yukarı fırladı, kanatları
onu aşağıya, hiç varılamayan bir denize taşıdı. Böyle bir şar
kı vardı, değil mi? Ya ben o adamsam, diye düşündüm has
ta yatağımda. Televizyon spikerinin sözleri ile sizin sözleri
niz aynı mesafedeydi, doktor hanım. Her şey bedenime ay
nı mesafedeydi. Kentin kalabalığını sonra tanıdım. Gürültü
ye alışmaya çalışıyorum. Kelimelerde zorlanıyorum. Bir keli
meyi fazla yinelediğimde, anlamı yitiyor. Uyumalıyım dedi
ğimde uyku kelimesi eriyor. Çocukluğum, dediğimde, çocuk
kelimesi harf harf ufalanıyor. Harfler yeniden birleştiğindey
se sıraları değişiyor, yeni bir söz halini alıyor. Yeni sözü an
lamıyorum. Aklıma şarkılar geliyor. Harflerin yerine notaları
izlemeye karar veriyorum. Bir ezgi mırıldanıyorum. Derken
notalar da dağılıyor. Yer değiştiren her nota yanlış bir yerde
beliriyor. Dilimdeki şarkı, gürültüye dönüşüyor.
- 8 -
44
yanda uçtuğuna bakıyorum. Martılara simit atmak İstanbul
adeti; benim öyle bir adetim var mıydı? Ben, ben, ben. Eski
zamanlarda (ne kadar eski?) insanların dilinde ben sözcüğü
yokmuş. Ben kimim, demez, Boratin kim, diye sorarlarmış.
Ben açım, yerine, Boratin aç, derlermiş. Boratin parkta otu
ruyor. Boratin göğe bakıyor. Boratin düşünüyor ama düşün
mek istemiyor. Kalkmak istemiyor. Gitmek istemiyor. Ne is
tediğini de bilmiyor. Simidi ağır ağır çiğniyor. llk defa yediği
halde bu tadı anımsıyor. Beyin tuhaf. Bana hiçbir şey söyle
meden, beni avucunun içinde tutuyor. Kim kime ait; ben mi
beynimin, beynim mi benim sahibim? Vapur düdüğü duyu
luyor. Ayağa kalksam, vapuru görebilirim. O yana yürüsem,
denize yaklaşmam gerekmez, uzaktan vapura el sallasam.
İstanbul adetiyle, vapura el sallasam. Martılara ıslık çalsam.
Her vapurun kendi martı sürüsü var, ardı sıra gider. Dalga
da, rüzgarda. Yolcular havaya simit parçaları atar, martılar
bıçak gibi dalıp yakalar her parçayı. Ben şimdi bankta otu
rurken, beynim gitmiş deniz kıyısında vapura bakıyor. Mar
tılara simit atıyor. Beynimin düşünerek yaşadığını biliyo
rum. Ama ben o değilim. Ben parkta oturmuş simit yiyorum.
Birinin ağır adımlarla yaklaştığını görüyorum. Bakışından
anlıyorum bana doğru geldiğini. Benim yaşlarımda. İnce bı
yıklı. Uzun bacaklı. Gömleğinin yakasını kaldırmış. Kolla
rını kıvırmış. Merhaba, diyor. Merhaba, diyorum. Yanıma
oturuyor. Sırtını banka yaslıyor. Derin bir soluk alıp göğsü
nü şişiriyor, sonra soluğunu salıyor. Hayatın bütün yükü
nü o taşımış gibi. Etrafa, artan kalabalığa göz atıyor. Bunla
ra güvenilmez, diyor. Ben de insanım, değil mi, ama benim
derdimi merak eden yok. Şunlara bak. Öbek öbek oturmuş
lar. Birlikte oturanlar sanma ki birbirlerini tanıyorlar. Çoğu
birbirine yabancı. Yer değiştirip başkasının yanına geçseler,
kimse umursamaz, sohbetlerine aynı yerden devam ederler.
Bir tek benden kaçıyorlar. Sanki borç isteyeceğim, yanlarına
45
oturuyorum, iki laf ediyorum, kalkıp gidiyorlar. Adam su
suyor. Başını yukarı çeviriyor. Benden daha tedirgin ve ger
gin görünüyor. Beni tanımadığını anlıyorum. Nasılsın, diyo
rum, hayat nasıl gidiyor? Bakışı yumuşuyor. Gülümsüyor.
Hayat aynı, diyor, ama ben kendi hayatımı değiştirmeye ka
rar verdim. Kendime bir nişan yüzüğü aldım. Şimdi nişan
lanacağım kızı arıyorum. Bak. Elini uzatıp yüzüğünü gös
teriyor. lnce parmağında yüzük bol duruyor. Eliyle birlik
te elinin gölgesi de titriyor. Banka rahat sığıyoruz. Ben, o ve
gölgelerimiz. Geçmişimizin gölgeye benzediğini doktor mu
söylemişti, ben mi daha önce düşünmüştüm? Geçmişimiz
daima bizimleymiş. Kaç yıl geçerse geçsin, bize aynı mesafe
de dururmuş, gölge gibi. Kendimi tanıtıyor, onun adını so
ruyorum. Serka, diyor. Nişanlanacağın kızı nasıl bulacaksın
Serka, diyorum. Karşıdaki alışveriş merkezine gidiyorum,
diyor. Eliyle gösteriyor. Ağaçların ilerisinde, caddenin di
ğer yanındaki binayı seçiyorum. Her gün uğruyorum, diyor,
dükkanlara ve kafelere bakıp nişanlımı arıyorum. Sonra bu
raya geliyorum. Öğleden sonra park kalabalıklaşıyor. Dün
burada bir kadını nişanlıma benzettim. Yanına gidip, saygılı
bir ifadeyle, siz benim nişanlım mısınız, diye sordum. Evet
veya hayır diye yanıt vermek yerine, koşar adım yanımdan
uzaklaştı. Sorumun yanıtını belki o da bilmiyordu. Bilece
ği zaman daha gelmemişti. Oysa bana tek bir sözcük söyle
seydi, o olup olmadığını anlardım. Umanın bugün onu tek
rar görebilirim. Bu sefer daha nazik olacağım. Benden kork
masına gerek olmadığını belirteceğim. Tek bir söz söyleme
sini rica edeceğim. Sözlerin önemi yok, diyeceğim, sesini
zi duymak, sesinizin kokusunu almak istiyorum. Sesler yal
nızca geçmişin değil geleceğin de kokusunu taşır. Bunu bir
ben mi biliyorum bu kentte? Onun sesini duyduğumda, ya
ni nişanlımı bulduğumda, herkesi bağışlayacağım. Bana kö
tülük edenleri bağışlayacağım. Kim olduklarını biliyor mu-
46
sun onların? Sanırım Serka bu soruyu yanına oturduğu her
kese soruyor. Durup karşılık vermemi bekliyor. Başımı iki
yana sallıyorum. Dinle o zaman, diyor. Ona kötülük edenle
rin adlarını sayıyor. İyice bellememi ister gibi her adı hece
liyor. Liste bitince duruyor. Gelip geçen kadınlan inceliyor.
Tanıdık bir yüz arıyor. Bana dönüp, aynı adlan tekrar say
maya başlıyor. Bu kez adlara bağışlayıcı sıfatlar ekliyor. Ca
hil, diyor, saf, fakir, yetim diyor. Solgun yapraklar. Parmak
larıma tırmanan karıncaların ayak sesleri. Parkta kimse başı
nı çevirip bize bakmıyor. Her ağacın altı, ayn birer ada. Her
kes kendi adasında. Hayatın beni getirip bıraktığı kıyı bu
rası. Tanımadığım bir adamla bir bankta oturuyorum. Ken
di yalnızlığımla birlikte adamın yalnızlığını da kabulleniyo
rum. O kadar yalnızım ki biri adımı seslense dönüp bakma
yacağım, o adın bana ait olduğuna inanmayacağım. Kim, ne
den seslensin ki? Ben kendime bir hayat arıyorum. Geçmi
şimi, çimlerden bankın demirlerine oradan bileğime tırma
nan karıncaların sebatıyla, kendi başıma, sessizlikte bulmak
istiyorum. İnsanın geçmişi olunca geçmişi pek düşünmü
yor, asıl yitirince onu bir türlü aklından çıkaramıyormuş.
Ama telaşa gerek yokmuş. Doktor öğüdü bu. Sabah, öğlen,
akşam kendime rahatlatıcı yalanlar söylüyorum. Her yalanın
içinde bir parça gerçek arıyorum. Aklımdan ziyade sezgile
rimi izliyorum. Ayaklarım beni nereye götürürse oraya gidi
yorum. Sokaklarda dolaşıyorum. Parkta oturuyorum. Parkı
aniden çığlıklar sarıyor. Parkın ortalarında ergen bir oğlan,
bir kadının çantasını kapmış kaçıyor. Herkes birbirine bağı
rıyor. Oğlanı kovalayanlardan biri bir pusete çarpıyor. Puset
devriliyor, içindeki bebek yere düşüyor. Bebeğin annesi çığ
lık atıyor. Koşanların yarısı oğlanın peşini bırakıp yerdeki
bebeğe yöneliyor. Ağaçların altında uyuklayanlar doğrulu
yor. Ne olduğunu merak edenler ayaklarının ucunda yükse
lip ileriye bakıyor. Biz de yerimizden kalkıyoruz. Serka hoş-
47
ça kal bile demeden yanımdan ayrılıyor. Yere düşen bebe
ğe doğru gidiyor. Ben aksi yöne yürüyorum. Kalabalığın te
laşından sıyrılıyorum. Parkın küçük kapısından çıkıyorum.
Trafikte bekleyen araçların arasından geçip karşıdaki alışve
riş merkezine gidiyorum.
Otomatik kapılar açılıp kapanıyor. Geniş bir meydana gi
riyorum. Kentin içinde başka bir kent mi burası? Alışveriş
merkezindeki bütün koridorlar meydana bağlanıyor, insan
lar burada buluşup, buradan dağılıyor. Her koridor uzadık
ça bir sokağa dönüşüyor, kıvrılıp derinleşiyor. Buraya da
ha önce gelmişsem etrafa yine böyle şaşarak bakmışımdır.
Dışarıdaki lstanbul'a benzemiyor. Serin. Sakin. Ayak sesle
rim mermer zeminde su gibi akıyor. Ardımda bir gölge his
setmiyorum . Burada herkes gölgesiz sanki. Kendi kendile
rine yetiyorlar. Benim gibi. Bazen baş ağrısı veya uykusuz
luk çekerlerse, ilaçlar imdada yetişiyor. Her köşe başında bir
eczane . Gündüz yetmez, gecelere de birer eczane. Kentin
dört bir yanındaki kıyafet mağazaları, ayakkabıcılar, lokan
talar, kafeler, marketler, kitapçılar, çilingirler, bankalar, si
nemalar ve çocuk oyun salonları buraya toplanmış. Alışve
riş merkezi değil, kat kat yükselen duvarlarıyla yeni bir ka
le. Geniş ekranlı televizyonlar. Kahve kokusu. Acıkma his
si. Parktan çıkıp buraya neden geldiğimi anlamaya çalışıyo
rum. Karınca yok. Trafik yok. Polis otolarının sireni duyul
muyor. Koridorları her yandan kameralar izliyor. Çocuklar
sağa sola koşturuyor . Bir ağacın yanındaki banka oturuyo
rum. Ağaçlar ve banklar, parkı andırıyor. Ağır adımlarla yü
rüyen yaşlılara bakıyorum. İçlerinde geçmişimi getirecek bi
ri var mı diye yüzlerini süzüyorum. Kaygılanmayın, demiş
ti doktor, geçmişiniz size eninde sonunda gelecek. Dokto
rum sanının fazla televizyon dizisi izliyor, veciz sözlerle ko
nuşmayı seviyor. Geçmişim bana beklediğim değil bekleme
diğim bir anda gelecekmiş. Deminden beri düşündüklerim,
48
aklımda dolananlar, bana ait değil. Kafamın içi doktorun ke
limeleriyle dolu. Zihnimin ne kadarı gerçekten benim, bil
miyorum. En iyisi yürümek. Kimseye çarpmadan yürüyebi
liyorum burada. Bir vitrinin önünde durup cansız manken
lere bakıyorum. Yan taraftaki vitrine geçip geniş bir akvar
yumu seyrediyorum. Balıklara benziyorum. Aynı yerde yü
züp, aynı sınırlarda dolanan. Denizden korksam da akvar
yumu ve balıklan seviyorum. Yeterince uzun yaşarsam, öte
ki günleri de görebilirim: Gelecekte alışveriş merkezlerinin
bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada
doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür. Belki benim di
ğer hayatım da öyledir, diğer bir hayatım varsa. Güneş bu
rada kimseyi yakmaz, kar kimseyi üşütmez. Gökyüzü da
hildir bu dünyaya. Yürüyen merdivenlerden çıkarken, ba
şımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Camla kaplı tavandan içe
ri gün ışığı doluyor. Geniş kubbeli camilerin ve gotik kilise
lerin görkemi. Budist bir tapınağın çın çın ezgileri dökülü
yor yukarıdan. Yanımdan geçenlere bakıyorum. Yüzleri din
gin . Aynı ayarda, aynı niyette arınıyorlar. Ben nereye gitti
ğimi bilmeden bir sağa bir sola dolanıyorum. Çocuklara ay
rılan bir köşede palyaço gösterisi izliyorum. Gösteride söy
lenen şarkıları dinliyorum. İzleyiciler arasında Serka'yı fark
ediyorum. Meraklı gözlerle etrafı süzüyor. Ya nişanlısını arı
yor ya da sohbet etmek için yanaşacağı yeni birini. Ona ba
karken, insanların bambaşka dertlere düşebileceğini anlıyo
rum. Bana tercih sunsalar, kendi derdimde kalmayı mı yok
sa Serka gibi olmayı mı seçerdim, bilemiyorum. Ona görün
meden uzaklaşıyorum. Kendimi tekrar akvaryumun önüne
buluyorum. Bir anlığına dünyayı bu alışveriş merkezinden
ibaret sanıyorum. Dışarısı diye bir yer yok. Vitrinler nehir
gibi durmaksızın akıyor ve ben akvaryumun parçası olmayı
hayal ediyorum. Camın içinde cam. Suyun içinde su. Bir ba
şıma, aynı yerde.
49
- 9 -
50
pek. Yol kenarına park etmiş bir-iki araç. Uzaktan ne sattığı
m anlamadığım bir seyyar satıcı. Karşı kaldırımda bir kitap
çı, üzerinde "Berke Kitabevi" tabelası asılı. Yanında bir ber
ber, camında "Altın Makas Berberi" yazılı. ikisinin de kapısı
açık. Böyle sakin sokak kalmış mı lstanbul'da? Sokağın adım
merak ediyorum. Geri gidip köşedeki tabelaya mı bakayım,
yoksa devam edip sokağın diğer ucundaki tabelayı mı oku
yayım? Sokak uzun. Zemin, parke taşlarıyla örülü. Her taşın
ardında başka bir taş, sonra bir tane daha. Parke taşlan çö
lün kum tepeleri gibi art arda gidiyor. Ne son görünüyor ne
de akşam karanlığı beliriyor. Hep aynı yerde, günün aynı sa
atindeyim. Berber, kapıya çıkıyor. Karşı tarafta oynayan kı
za sesleniyor. Gel kızım. Penceredeki kadın, berbere gülüm
süyor. Haydi kızım, diyor, babana git. Sokağa göz atıyorum.
Gelen giden araç yok. Bu an, kız çocuğunun mutluluk anı.
Başı ve sonu olmayan bir oyunda, annesi ile babasının sesle
rinin arasında, durmaksızın uzayan ve kendini tekrar eden
bir sokakta. Kızın sevinçli sesi çın çın ötüyor. Berber eliyle
ilerideki seyyar satıcıya gelmesini işaret ediyor. Bir kilo el
ma alıyor. Bir elma seçip kızına veriyor. Bu sokağı defalarca
gidip gelebilir, gündüzü geceyi burada geçirebilirim. Evime
giden tek yol olarak burayı belleyebilirim. Bir balkonda, ipe
asılı çamaşırlar salınıyor. Çamaşırların katından bir şarkı ya
yılıyor. Şarkıyı söyleyen kim? Kurt Cobain mi, Yavuz Çetin
mi, yoksa ben miyim bu sesin sahibi? Balkon yüksek. Balko
na kimse çıkacak mı diye durup bakıyorum. Şarkının zama
nı çabuk geçiyor. Sonu geliyor. Sesi diniyor. Parke taşlarım
saya saya yoluma devam ediyorum. Kimseyle karşılaşmıyo
rum. Ufukta sokağın diğer ucu nihayet görününce, dönüp
geriye bakıyorum. Ne berber, ne kız ne de penceredeki ka
dın kalmış. Alacakaranlığın ilk dalgası beliriyor. Akşam yak
laşıyor. Dışarıda kendi başıma geçirdiğim en uzun gün artık
bitiyor. Sokağın sonunda bir saat dükkanı görüyorum. Ta-
51
belasında "Durgun Saat" yazıyor. Bugün tabelaları ezberle
meye, taze belleğimi sınamaya çalışıyorum, bakalım yarına
kaç tanesi aklımda kalacak. Dükkanın geniş vitrinine yakla
şıyorum. Raflara dizili saatler ışıl ışıl aynı zamanı gösteriyor.
Kapıyı itip içeri giriyorum. Kapıya asılı küçük çan ötüyor.
Arka tarafta tamiratla uğraşan yaşlı saatçi omzunun üstün
den bana bakıyor. Sağ gözündeki merceği çıkarıyor. Hoş gel
din delikanlı, diyor. Merhaba, diyorum. Çay bardağını eline
alarak yaklaşıyor. Gülümsüyor. Bir an seni turist sandım, di
yor, başka bir dilde karşılık vermeni bekledim. insanları ilk
görüşte tanıma yetimizin yaşlandıkça gelişeceğini sanırdım.
Öyle olmuyormuş. Evet, öyle olmuyor, diyorum. Nasıl bir
saat istediğimi söylüyorum. Eğilip alttaki çekmeceyi çıkarı
yor, tezgahın üstüne koyuyor. Masa saatleri. Hepsinin zili
var, diyor. Sesleri saatten saate değişir. Dilediğini deneriz. Ye
şil renklisi, Vaktaki marka, fiyatı uygundur. Yerlidir. İsviçre
malı istersen, HertzZeit'i öneririm. Şu beyaz olanı. Renk se
çenekleri var, depodan çıkartabilirim. Beyaz saati alıp kulağı
ma dayıyorum. Sesi yok. Ver, diyor saatçi, kurayım. Pilsiz sa
at. Arkadaki bu kolu çevirince kurulur. Senin istediğin gibi.
Günaşırı kursan yeter. Sesi hafiftir, yakından duyarsın, uzağa
koyarsan rahatsız etmez. Diğerine göre fiyatı biraz yüksek
tir, ama bir şeyler yaparız. Fiyatı önemli değil, diyorum. Ku
rulan saati elimde evirip çeviriyor, sonra kulağıma götürüyo
rum. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmiyorum. Yaşlı adam
gözden kayboluyor. Biraz sonra elinde yeni bir çay bardağıy
la dönüyor. Buharı tüten çayı bana uzatıyor. Saati hala kula
ğımda tuttuğumu görünce, sen saat sesi dinlemeyi sevenler
densin, diyor. Küçüklüğümde burası dedemindi. Gelip onu
izler, saatlerini sırayla dinlerdim. Her saatin sesinin, insan se
si gibi, bir diğerinden farklı olduğunu kendi kendime öğren
dim. Ne mükemmel icat, derdi dedem. Saat satmak veya ta
mir etmekle yetinmez, tuhaf düşüncelerini de herkesle pay-
52
laşırdı. İnsanlığın tarih boyunca topu topu üç büyük icat ger
çekleştirdiğini söylerdi. Biri saatti. Saat sayesinde, doğum ve
ölüm yerine şimdiki anın anlamını bilirdik. Ne geçmiş ne ge
lecek vardı saatte. Geçmiş ile gelecek, gerçek hayatı hisset
menin önünde engeldi. Saat bize bunu göstermişti, ama hala
saate alışmış, ona uygun ruhlar edinmiş değildik. Bana ilk sa
atimi hediye eden dedem, söylediklerimi unutma, demişti.
Anın değerini bil, gerisi senin değildir, senin olmayanla öm
rünü heba etme. O gün dedemin sözlerinden çok ilk saatim
le ilgiliydim. Sıradan bir saatti ama bana mücevher gibi alım
lı görünmüştü. Dedem, insanlığın diğer büyük icadının ay
na olduğunu söylerdi. Aynanın dışındaki dünya bir varlık,
içindeki dünya bir başka varlıktı. Toplayınca ikisi tek olu
yordu. Bir bakınca kilit, sonra tekrar bakınca anahtardı ayna.
Hayat karşısındaki cesaretimizin de, korkumuzun da kay
nağıydı. İnsan, bir ile ikinin hem aynı hem de farklı olduğu
nu bilerek ve bunu aynalardan öğrendiğini akılda tutarak ya
şamalıydı. Ben dedemin saat gibi bir mucizenin yanında ba
sit aynayı da büyük icat saymasını, ninemi bir aynacıda gö
rüp sevmesine bağlamıştım. O aynacılardan artık kalmadı İs
tanbul'da. Ninem aynalara desen boyar, çerçeve gibi nakışlar
işlerdi. Çayını soğutma delikanlı. Tazedir. Bütün günü çay
la geçirme alışkanlığımı dedemden edindim. Burada olsaydı
eminim o da sana beyaz saati önerirdi. Kalitesinden öte, bu
saatin sesi kendine has. Saati alıp bir daha kulağıma götürü
yorum. Peki, bunu alayım, diyorum. Yaşlı adam saati paket
lerken, soruyorum. Üçüncüsü neydi, dedenizin söz ettiği, in
sanlığın üçüncü büyük icadı? Ha, o mu? Dur bakayım, ney
di? Hay Allah, aklıma gelmiyor. Yaşlılık işte, insan bildiği
şeyleri bir anlığına unutuveriyor. Ateş olabilir mi, diyorum
anımsamasına yardım etmek için, ya da tekerlek? Yok, onlar
değil. Peki, yazı? Onun olması imkansız, dedem yazıyı sev
mezdi. Yazıyı sevmez miydi? Evet, bununla ilgili bir hikaye-
53
si vardı, her önüne gelene anlatırdı. Eskiden, iyi bir filozof ile
iyi bir firavun yaşarmış. Her şeyi bilen, bilmedikleriniyse ge
ce gündüz çalışıp bulan Filozof bir gün heyecanla Firavun'a
gelmiş. Müjde, demiş, yazıyı icat ettim. O nedir, diye sor
muş Firavun. İzninizle, izah edeyim, demiş Filozof. Her sö
zümüzün karşılığı olarak ayrı bir işaret çizeceğiz tabletlere.
Bu işaretlerin anlamını bilen başkaları, bizim yokluğumuz
da tabletlere baktığında işaretleri anlayacaklar. Sesimizi duy
madan, ne dediğimizi bilecekler. Müthiş değil mi? Evet, de
miş Firavun, düşünceli bir halde. Sonra eklemiş: Ama müt
hiş olan her şey iyi midir, bundan emin değilim. Senin yazın,
insanların arasına mesafe koyacak. İnsandan insana aktanlan
söz varken, yazı insanların arasına duvar örecek. Bunun iyi
liğinden şüphe ederim. Bunları kendi sözleriymiş gibi akta
ran dedem hayatı boyunca Firavun'la aynı şüpheyi taşıdı. Bu
yüzden, yazı onun değer verdiği icatlardan değildi. Buralarda
mı oturuyorsun, delikanlı? Bir ara gene uğra bana, belki de
demin söz ettiği üçüncü icadı anımsarım. Olur, uğranın, di
yorum. Saatin parasını ödüyorum. O sırada kapıdaki çan se
si duyuluyor. Kapıda çıplak ayaklı bir çocuk beliriyor. Eli
ni uzatıp avucunu açıyor. Daha sonra gel, diyor saatçi, şim
di müşterim var. Çocuk birkaç saniye bekliyor, belki benim
varlığımdan umutlanıyor. Saatçi daha keskin bir tonda konu
şuyor. Git evladım, müşterim var ! Çocuk istenmediğini anlı
yor, dışarı çıkıyor. Tezgahtaki saat paketini alıp çocuğun ar
dından ben de çıkıyorum. Akşam karanlığı inmiş. Arabaların
farları açılmış. Caddenin yukarı tarafına bakıyorum. Bir bü
fenin önünde, "Ayşe Abla'nın Büfesi" yazılı tabelanın ışığı al
tında, deminki çocuğu görüyorum. Yere oturmuş, bir şeyler
mırıldanıyor. Yaklaşıp elimi cebime atıyorum. Bozuk parala
n çocuğun önüne bırakıyorum. Burada beklemesini söylüyo
rum. Büfeden iki sandviç alıyorum. Birini ona veriyorum. Di
ğerini kendime ayırıyorum.
54
Eve girince kapıyı kilitliyorum. Salona geçip ortadaki ha
lıya bakıyorum. Halının tüyleri bir köşeden diğer köşeye
dümdüz yayılıyor. Diz çöküyor, kıyısından başlayarak elim
le halıyı yokluyorum. Avizenin parlak ışığında halının dört
bir yanını kontrol ediyorum. Eski bir halı. Zarif el işçili
ği. Masaya yakın tarafta, halının solgun renklerine karışmış
pembe bir leke fark ediyorum. Dizlerimin üstünde ilerleyip
yakından bakınca, kan lekesi olduğunu anlıyorum. Bu kan
geçen gün camla kesilen ayağımdan mı damladı, yoksa ön
ceki hayatımın kayıp bir gününden mi kaldı? Yanıtını bile
meyeceğim sorular, yine. Gündüz baktığım tabelaların adla
rını bile şimdi birbirine kanştınrken, halıdaki kan lekesinin
nereden geldiğini hiç bilemeyeceğimi kabul ediyorum. Kan
lekeli ucundan tutup halıyı kaldırıyorum. Altına bakıyorum.
Eski bir sığınağın izlerini, bir cesedin kalıntılarını ya da en
azından domuz bağı için kullanılmış ipleri düşünüyorum.
Halıyı tümüyle katlayıp kenara çekiyorum. içimde anlam
veremediğim bir öfkeyle, zemindeki ahşap parkeleri yok
luyorum . Parmak uçlarım bir parkeden diğerine ilerliyor.
Emin olmak için bazen geri dönüp aynı yeri bir daha inceli
yorum. Salondaki işim bitince diğer odalara geçiyorum. Her
yerin ışığı açık. Yatak odasından başlayarak, evin altını üstü
ne getiriyorum. Parkelerin arasında, dolapların ve koltukla
rın arkasında tozdan başka bir şey bulamıyorum. Ter içinde
kalıyorum. En uzun günüm asıl şimdi bitti sanının. Karnı
mı doyurabilir, ilaçlarımı içebilir, yatağa girebilirim. Yeni al
dığım saati başucuma koyup tıkır tıkır sesiyle uyuyabilirim.
Ben gözlerimi yumarken, saatin sesi bir karınca gibi komo
dinin ahşabına iner. Çok ayaklı, üstelik beyaz bir karınca,
komodini boydan boya bir gidip bir gelir. Kulağıma girer,
ağır ağır beynimin kıvnmlanna ilerler. Azimli, beyaz karın
ca. Hem kemirip canımı acıtır hem de beynimdeki tıkalı da
marlan keskin dişleriyle açar. Uzun geceye inanır. Gece iler-
55
ledikçe ve kannca bir saat gibi tıkır tıkır kafamın içinde dön
dükçe, yorgunluğum çözülür. Yine de uyuyamam. Sokağın
yükselip alçalan gürültüsünde kim uyuyabilir ki? Sesler ar
tınca yerimden kalkıyor, gidip camdan dışan bakıyorum. Bir
grup çocuk, çöp yığınlannın yanında toplanmış, bir çember
halinde oynuyorlar. Ortalannda duran uzun boylu çocuğun
elinde bir kedi var, kuyruğundan kaldırdığı kediyi bir sağa
bir sola sallıyor. Totem ayini gibi, diğer çocuklar kedinin et
rafında dönüyor, eğleniyorlar. Çocukların arasında, saatçi
de rastladığım çıplak ayaklı çocuk da var. O da yüksek sesle
gülüyor, ara sıra kediyi parmağıyla dürtüyor. Kedide yaşam
belirtisi görünmüyor. Karşıdaki binalann pencerelerine ba
kıyorum. Cama çıkan, perdesini aralayan yok. Kimse gürül
tüyü, çocuklan ve kediyi merak etmiyor. Belki yeni aldıkla
n saatlerini dinliyorlar ya da halılann altına bakıyor, koltuk
lan ve dolapları kaldırıyor, ne olduğunu bilmedikleri bir şe
yi arıyorlar. Aradıkları şeyi bulamayacaklarını bilmiyorlar.
Evde bir hayat, dışarıda başka bir hayat. Sokaktaki çocuklar
oyunun tadını çıkarıyorlar. Oyunun sonunda, işleri bitince,
kediyi çöp yığınına atıyorlar. Dönüp de kediye son bir kez
bakmaya gerek görmeden uzaklaşıyorlar. Gece onlar için ye
ni başlıyor. Kol kola girip, karanlığa karışıyorlar. Fırlatıp at
tıkları kedi bir çöp torbasının üzerinden yavaşça aşağı kayı
yor. Kedinin zayıf bedeni yandaki duvarın dibine düşüp ka
lıyor. Kayarken kedi bir anlığına kıpırdıyor sanki ya da ba
na öyle geliyor.
56
Duvarı Tuğlalarla,
Çatısı Hayallerle Örülü
- 10 -
57
gündür deneyip de iki sayfadan fazla okuyamadığı kitaplar
dan birini yeniden eline alabilir. Koltuğa yerleşerek ve derin
derin soluyarak kitabı açabilir. Hikayeler değil, harfler, vir
güller, cümle sonları ve satır başlan yoruyor onu. Bir orada
bir burada görünen tuhaf g'ler, büyük F'ler, noktalı virgüller
aklını karıştırıyor. Cümleleri cümlelere bağlarken, sözcük
ler üst üste yığılıyor, tortular birikiyor. Yine de okuyor. Bir
sayfayı bitirmesi bir saati alıyor. Her harfe bir saniye. Milim
milim ilerliyor. lkinci sayfanın sonunda duruyor. Duvarlara
bakıyor. Şimdi yatakta uzanmış, gözleri kızarmış halde tava
na baktığı gibi. Boşluğa. Herkesin anlattığı başka bir Bora
tin vardı eskiden. O Boratin dünyayı bakarak değil dinleye
rek anlardı. Şarkıyla konuşur, şarkıyla düşünürdü. O nere
de, herkesin övgüyle söz ettiği o blues şarkıcısı nereye gitti?
Dünyanın kargaşasına kendi sesiyle biçim verirdi. Beste ya
par, söz yazar, şarkı söylerdi. Her kokuyu bir sesle, her ren
gi bir melodiyle eşleştirirdi. Bilmenin değil hissetmenin pe
şinden giderdi. Köle tarlalarının tozunu damarlarında, acısı
nı belleklerinde taşıyan siyahiler gibi o da yeni dünyanın se
sini kalbinde taşırdı. O adam her nereye gittiyse, gittiği yer
den bir türlü geri dönmüyor.
Bulantı hissediyor. Midesinden soluk borusuna bir sıcak
lık yayılıyor. Elini göğsünün ortasına koyup ovalıyor. Şar
kı söylerken sesinin doğduğu yerden şimdi bulantı geliyor.
Blues'da belki lstanbul'u ve dünyayı değil yalnızca kendisi
ni anlatıyordu. Her melodide kendisine biçim veriyor, kendi
mermer ruhunu yontuyordu. Sonra bir gece karanlıkta, ru
hundaki çekiç kaydı. Mermer çatladı. Kafasının görünme
yen bir yerinden başlayan çatlak, kaburgasına kadar yayıl
dı. Bildiği bütün şarkılar o çatlaktan sızıp gitti. Geride mide
sinden genzine yayılan bir koku kaldı. Kusacağını hissedi
yor. Daha fazla duramıyor. Karşıdaki banyoya gidiyor. Başı
nı lavaboya sokuyor. Bekliyor. Elleri lavabonun kenarların-
58
da. Gözünün dibindeki su damlalarına bakıyor. Girintiler
deki pas rengine. Kir çizgilerine. Lavabonun deliğinden ge
len kokuyu alıyor. Midesindekiyle aynı koku. Kusmak için
öğürüyor. Boğazından bir şey gelmiyor. Parmakları gevşi
yor. Ağzındaki ekşi tadı tükürüp doğruluyor. Pijamasının
üstünü çıkarıyor. Çıplak karnına dokunuyor. Bulantıyı dışa
rıdan görecekmiş gibi gövdesine bakıyor. Tümüyle soyunu
yor. Serin betonda iki adım atıp duşa giriyor. Duş kabininin
geniş kapısını açık bırakıyor. Sırtından baldırlarına akan ılık
suda gözlerini kapatıyor. Yorgunluğunu fark ediyor. Öyle
uyuyabileceğini hissediyor. Biraz sonra gözlerini açınca ba
kışları karşıya takılıyor. Duvardaki boy aynasında çıplak be
denini görüyor. Tanımadığı biriyle karşılaşmış gibi bakıyor
aynaya. Başını suyun altından uzatıp daha iyi görmeye çalı
şıyor. Aynada, uzayan kollar. Gergin bacaklar. Ne yapaca
ğını bilemeyen eller. Ve bir yüz. Seslense duyacak, konuşsa
karşılık verecek. Nereden geldiği ve aynaya nasıl girdiği be
lirsiz bir yüz. Boratin elleriyle kulaklarını kapatıyor. Suyun
şiddetli uğultusu altında ağlamaya başlıyor. Önce kendini
tutmaya çalışıyor, başaramayacağını anlayınca gözyaşlarını
salıyor. Hiçbir şeyle baş edemiyor. Yarın da baş edemeyecek,
sonraki gün de. Bunu kabullenmenin korkusuyla yere çökü
yor. Hıçkıra hıçkıra kendisine yalvarıyor. Yalvaracağı başka
kimse yok. Bitsin bu eziyet. Aynadaki yüz! Bir tek o yüz yar
dım edebilir. Ayarı bozulan aklını o düzeltebilir. Banyoyu
buhar kaplıyor. Karşıdaki ayna, buharın içinde yitiyor. Bora
tin sonsuza kadar burada kalmak istiyor. Ağlamak nasıl şey
böyle? Bir yandan kalbi korkuyla küt küt atarken, diğer yan
dan gövdesi ilk kez hissettiği bir rahatlığa kavuşuyor. Göv
desinin içinde hiç kimse olmadığını biliyor. Boratin hiç kim
sedir. Ama diğer olasılığı da düşünüyor: Herkes de olabilir o.
Bağlandığı bir benliği yoksa, dilediği her benliği sahiplene
bilir . Huzur yerine yeni bir korku veriyor bu düşünce. Ağla-
59
mak da faydasız. Kusmaya başlıyor. Ellerini yere koyup san,
yeşil renkte kusuyor. Midesi kasılıyor. Etrafında buhardan
başka bir şey göremiyor. Buharın bir yerlerinde bir aynanın
ve aynada yere çökmüş birinin durduğunu biliyor. Yerdeki
şampuan şişesini alıp fırlatıyor. Yumuşak bir çarpma sesi ge
liyor. Çarpma sesi de aynanın kendisi gibi yalan. Bu ev ya
lan. Köprü ile deniz yalan. Bakkal ile saatçi yalan söylüyor.
Doktor ile Bek yalan söylüyor. Yalan söylemeyen kim var ki?
Aklına ablası geliyor. Onun sesinde yalanın izi yok. Yüzünü
göremese de ablasının sesini anlıyor. O sesteki kusursuzluğa
inanıyor. Şimdi bu saatte arasa, yine inanır ona.
Hıçkırıklarının dinmesini bekliyor. Duştan çıkıp bir hav
lu sarınıyor. Hızlı adımlarla salona gidiyor. Sehpadaki tele
fon defterini alıyor. Parmaklarının ıslaklığı sayfadan sayfa
ya geçiyor. Sayfaları bir ileri bir geri çeviriyor. Tanıdık biri
nin adına rastlamayı umuyor. Bu umuda defalarca kapıldı
ğını ve her seferinde telefon defterini karamsarlıkla kapat
tığını anımsıyor. Yine kapatıyor. Arka kapaktaki numarala
ra göz gezdiriyor. lri rakamlarla yazılı bir numaraya gelince
duruyor. Önüne ad konmamış. Bunun ablasının numarası
olduğunu Bek söylemişti. Telefonu alıyor, numarayı çeviri
yor. Her rakam telefondan kabloya geçiyor, duvarların için
den rutubetli yeraltına iniyor ve binlerce farklı numaranın
arasında kendi yolunu bularak, diğer uçtaki telefona ulaşı
yor. Telefon çalıyor. Boratin ablasına neler söyleyeceğini bi
liyor. Bana yardım et, diyecek. Çok hastayım, diyecek. Bu
bela neden bana musallat oldu bilmiyorum, diyecek. Akşam
treniyle sana geleceğim abla. Haydarpaşa Garı'na geçecek,
bilet kuyruğuna girecek, gişedeki görevliye cam kenarında
bir yer istediğimi söyleyeceğim. Tren hareket edince başı
mı cama yaslayacak ve rayların belki filmlerden anımsadı
ğım sesiyle düşüncelere dalacağım. Demir tekerlekler demir
raylarda dönerken gözlerimi yumacak, sabaha kadar uyuya-
60
cağım. Anlamını bilmediğim bir özlemle eve varacağım. Ev:
Beni içine alacak kelime. Duvarı tuğlalarla, çatısı hayallerle
örülü . Ev, ilk harfinde beni buyur edecek. İkinci harfinde,
rengi solmuş fotoğraflar asılı bir koridordan geçirecek. Son
ra beni loş bir odaya alarak, çarşafı yeni değişmiş bir yatak
ta yatıracak. Oradaki harfin yanında ablam oturacak. Bana
çocukluğumu anlatacak. Hem dinleyeceğim onu hem uyu
yacağım. Bu sırada telefon çalacak. Israrla. Sokakta serin bir
esinti. Gökte solgun bir yıldız . Herkes kendi hayatının il
meğini bağlıyor, çözüyor, bağlıyor, çözüyor. Kimse telefo
na bakmıyor. Boratin ahizeyi yerine bırakıyor. Gözlerinden
hala yaş aktığını o zaman fark ediyor. Soluğunun durulması
nı bekliyor. Gözyaşlarını elinin tersiyle siliyor. Telefonu çe
kip kucağına alıyor. Parmaklan titreyerek, numarayı tekrar
çeviriyor. Telefon bu sefer umutlu bir tonda çalıyor. İkinci,
derken üçüncü çalışta karşı taraftan biri açıyor. Bir kadının
uykulu sesi geliyor. Ablası değil bu. Daha genç biri. Alo, alo,
diyor telefondaki kadın. Sesinin buğusundan bir an önce uy
kuya dönmek istediği anlaşılıyor. Boratin söyleyecek söz bu
lamıyor. Zihni duruyor . Telefonu kapatmayı bile akıl ede
miyor. Salona neden geldiğini, burada ne yaptığını anlama
ya çalışıyor. Haline bakıyor. Çıplak. Belinde havlu. Dizleri
nin üstünde kırmızı-siyah telefon. Kulağında ahize. Alo, di
yor karşıdaki ses. Alo, kimsin sen? Ben kim miyim? Ben Bo
ratin'im, ama söylememin anlamı yok. Çünkü Boratin, soru
lara yanıt veremeyen bir ad. İçi boş bir kelime. Alo, alo, kim
sin sen? Bana Boratin diyorlar ve inanayım diye kimlik kar
tımı gösteriyorlar. Kimlikteki anne ve babamın adı, doğum
tarihim ve doğum yerim sayesinde kendimi bileceğimi sanı
yorlar. Oysa ben kim olduğumu değil, ne olduğumu bilmek
istiyorum. Bana bunu söylemiyorlar. Ben neyim?
61
- 11 -
62
Bek. (Dört kadın, altı erkekler masada.) Dert etme Bek, o ka
dınla yarışacak değiliz, diyor Hayala. Senden önce biz kadın
lar fark edip onu birbirimize göstermiştik zaten. Bu akşam
bu meyhanede, eğer kız olsaydı bir tek Boratin onun güzel
liğiyle yarışabilirdi. (Boratin'e eski günlerdeki gibi davranı
yorlar. O da onların rahatlığına ayak uydurmaya çalışıyor.)
O masanın üstündeki balkon çökse ve kadınlar altında kal
sa, en çok hangisine üzülürsünüz, diye soruyor Bek. Hepsi
ne üzülürüz, demeyin. Dil alışkanlığıyla yanıt vermeyin. Siz
dili tersyüz eden müzisyenlersiniz. Haydi! (Bu sofrayı sev
dikleri, akıllarına gelen her konuda tartışırken birbirlerine
takılıp durdukları anlaşılıyor.) Yine kadehler kalkıyor. Bora
tin ağırdan giderek, yudumunu küçük alıyor. Gün batımın
da bu sokağa girdiğinde, Theodora'nın Meyhanesi gibi can
lı ve gürültülü bir yeri anımsamadığı için canının sıkılacağı
nı sanmıştı. lki saat geçtiği halde can sıkıntısı hissetmiyor.
Hiçbir şey hissetmiyor.
Sağ tarafında oturan ve herkesin Efendi diye hitap etti
ği arkadaşı, bir sigara alıp döneceğim, benimle gelmek is
ter misin, diye soruyor. Boratin ne yapacağını bilemeyen ço
cuk gibi Bek'e bakıyor. lyi olur, diyor Bek, etrafa göz atarsı
nız. Masadan kalkıyorlar. Sokağın ucuna doğru yürüyorlar.
Bu sokakta iyi tanındıkları belli. Sağdan soldan gelen selam
lara başlarıyla karşılık veriyorlar. Köşeyi dönüp anacaddeye
dalınca, tanıdık gözlerden kurtuluyorlar. Cadde tıklım tık
lım. Gençlerle dolu. Işıklı. Burada gençlerin ve ışıkların par
çası olmak kolay. Yanından geçtikleri tekel bayilerine bak
mıyorlar. Caddenin sonu her neredeyse oraya kadar yürü
meye niyetli görünüyorlar. Bu yolu daha önce defalarca gi
dip gelmiş gibiler. Büyük vitrinleri geçtikten sonra, eski bir
pasaja giriyorlar. İçerisi tenha. Serin. Sinema afişleri asılı pa
nonun önünde duruyorlar. Afişlere göz atarken, yekdiğeri
nin söze girmesini bekliyorlar. Sessizliği Efendi bozuyor. ln-
63
sanların akıl yaşı başka, duygu yaşı başkadır, diyor. Biri ge
lişirken diğeri geride kalabilir. Mesela bizim masadakilerin
akıl yaşı olgun, ama çoğunun duygulan hala ergen. Bu ikisi
nin dengesini bulabilen, akıl yaşı ile duygu yaşının mükem
mel uyumunu gösteren bir tek sen vardın. Boratin, ne ol
du sana? İçki Boratin'in dilini gevşetmiş. Aklından geçenle
ri söylemekte tereddüt etmiyor. Bana tanımadığım birini so
ruyorsun, diyor. Sorduğun kişiyi ben değil, sen anımsıyor
sun. Sen söyle, ne oldu ona? Efendi, Boratin'in bileğinden
tutuyor. Sıkıca kavrıyor. Gözlerini gözlerine dikerek bekli
yor. Bunu da mı anımsamıyorsun Boratin, diye soruyor. Ne
yi, anlamadım, neyi anımsamıyorum? Boratin, bir yıl kadar
önce seninle bu pasaja geldiğimizi, bu afiş panosunun önün
de durduğumuzu ve ben sana intihar etmek istediğimi söy
lediğim anda bileğime böyle yapıştığını anımsamıyorsun,
değil mi? Boratin çekinerek bakıyor. Başkalarının da ölmek
isteyebileceğini ilk defa fark ediyor. Sen hep şanslıydın, di
ye sürdürüyor Efendi, yine şansın yardım etti. Boğaz Köprü
sü'nden her yıl onlarca kişi atlar. Kulenin tepesinden betona
çakılmaya benzer. Bugüne dek ancak bir-iki kişi sağ kurtul
duysa onlar da sakat kaldı. Oysa sen bir kaburga kırığıyla ve
bellek kaybıyla atlattın. Senin zihninde hiçbirimizin sezme
diği bir düğüm varmış. Ölmek yerine unutarak kurtuldun o
düğümden. Ben eskiden sana imrenirdim Boratin, hem ya
kışıklı hem yetenekliydin, herkesin sevgilisiydin. Ama artık
bunlara değil senin belleğini yitirmene imreniyorum. Neden
geçmişini bulmaya çalışıyorsun? Bırak, o düğüm orada gö
mülü kalsın. Yüzlerce, binlerce yıl önceki olayların zamanı
nı kanştıyor, bazılarının bugün yaşandığını sanıyormuşsun.
O kadar eskiye gitmeden, sana geçen yılı anlatayım. Bir ge
ce Theodora'nın Meyhanesi'nde içtikten sonra seninle kal
kıp buraya geldik. Kafam iyiydi. Buradaki afişlere bakarak
sana içimi döktüm. İntihara niyet ettiğimi, son adımı atmak
64
üzere olduğumu söyledim. Beni eve götürdün. Yüzümü yı
kadın. Yatağa yatırdın. Başımda bekledin. Günlerce yanım
dan ayrılmadın. Yemeğini benimle yedin, gitarını benim
le çaldın. En güzel bestelerinden birini o zaman yaptın. Ne
den sonra ölüm benden yavaş yavaş uzaklaştı ve şarkılarda
ki bir kelimeden ibaret kaldı. Oysa daha önce ölüm her yer
de bulurdu beni. Balkonda bana, atla, derdi. Lodoslu gün
lerde beni denize çağırırdı. Mutfağa girdiğimde bana bıça
ğı gösterirdi. Geceleri dolaptaki ilaçların kokusuyla beni uy
kudan uyandırırdı. Kendimi zor tutardım. Neden intihar et
mek istediğimi o zaman sana söylemiştim, bu sefer söyleme
yeceğim. Madem geçmişi unuttun, benim ölümü isteme ne
denim de unutulmuş halde kalsın. Senin sayende kendime
geldim. Yoksa ölerek asil bir iş yapacağımı sanıyordum. lki
bin yıl önce intihar eden askerlerin cesetleri çarmıhta teşhir
edilir, kadınların bedenleri kendilerini astıkları iple sokakta
sürüklenirmiş. Sonra devir değişti, intihar bir asalet ünvanı
na, bir ölümsüzlük temsiline büründü. Özellikle müzisyen
ler ve yazarlar arasında. Ölüm trajik göründüğünden, inti
hara yücelik payesi verildi. Ama o devir de geçti. Hayatta tra
jik bir şey kalmadı. Ölüm anlamını yitirdi, intihar da kome
di halini aldı. İntiharın kökü geçmişimizde yatıyordu, ben o
sınıra gidip geri döndüm. Boratin, sen geçmişinden kurtul
dun, belleğini yitirerek kurtulmayı başardın. Kimsenin elde
edemeyeceği mucize ... Efendi hararetle konuşurken, Bora
tin bir adım geri çekiliyor. Bileğini Efendi'nin gevşeyen par
maklarından sıyırıyor. Bileğinin sızladığını hissediyor, eliyle
sıvazlıyor. Sigara alacak mıyız, diye soruyor. Efendi kalaka
lıyor. Soluğunu tutuyor. Kısa bir tereddüdün ardından kah
kaha atıyor. Sesi pasajda yankılanıyor. Elbette sigara alaca
ğız, diyor. Meyhaneye dönerken yolda birer tane tellendiri
riz seninle. Pasajdan çıkıyorlar. Caddenin dalgalı kalabalığı
na karışıyorlar. llk köşedeki büfeden sigara alıyorlar. Sigara-
65
larını yakıyor, hiç konuşmadan meyhanenin sokağına varı
yorlar. Arkadaşlarına katılıyorlar. Onların dönüşüne kaldı
rılan kadehlere eşlik ederek, içkilerini yudumluyorlar. Ne
ler yaptınız, diye soran Bek'e, Efendi yanıt veriyor. Boratin
bana güzel bir hikaye anlattı, diyor. Öyle mi? Evet. Genç bir
adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rast
lamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve
genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. Olmaz,
demiş genç adam, seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu
bilseydin şimdiye kadar bulurdun . Ama, demiş yaşlı adam,
ben çıkmayan yolları öğrendim. Hikaye böyleydi, değil mi
Boratin? Boratin kayıtsız bakıyor. Rakısından büyük bir yu
dum alıyor. Önüne dönüp tabağındaki mezeye ekmek banı
yor. Masaya suskunluk çökünce Bek kadeh kaldırıyor . Hay
di, diyor, bu sefer de Boratin'in hikayesine içelim.
Boratin karşı masadaki kadınlara bakıyor . Güzel kadını
anımsıyor. (Kadın bir şeyler anlatıyor. İnce parmakları boş
lukta zarif hareketler çiziyor.) Boratin bu kadını Yüksek Kal
dırım'da bir sahaf dükkanına girerken görmüştü . Yanında
bir erkek vardı, ikizi gibiydi, birbirlerine çok benziyorlardı.
lki kardeş sahafta eski bir kitabı incelemişlerdi. (Kadın, üni
versitede ders veriyor. Derste tanıttığı önemli bir elyazma
sından söz ediyor arkadaşlarına. Öyle heyecanla anlatıyor
ki, kulağını oraya veren Boratin'e kadar geliyor sesi. Öğren
cilerin, böyle eski, nadide bir kitaba ilgi göstermemesinden
yakınıyor. Yanındaki kadın gülüyor, sana bakmaktan kitaba
bakamamışlardır, diyor.) Boratin kadını sokakta gördüğün
de güzelliğiyle ilgilenmemişti. Onun kardeşiyle konuşması
nı dinlemiş, girdikleri sahaf dükkanını merak etmişti. (Ka
dını şimdi de yüzünün güzelliğinden değil boynunun duru
şundan, başını hafif yana eğişinden tanıyor.) Daldın Boratin,
diyor Bek, iyi misin? İyiyim, ama senin gibi içmeye devam
edersem birazdan gözlerim bulutlanacak. Daha bulutlanma-
66
dı mı, deminden beri gözlerin şu kadında. (Kadın, dirseğini
masaya dayayarak konuşmayı sürdürüyor.) Ben, diyor Bo
ratin, bu kadını tanıyorum. Bek'in yüzüne tebessüm yayı
lıyor. Güzellik insanın zihnindeki kilitleri bile açar, diyor.
Öyle değil, diyor Boratin, seninle dışarı çıktığımız ilk gün,
Galata Kulesi'ne doğru giderken görmüştüm onu. Hayır, di
yor Bek, bence sen onu daha eskilerden tanıyorsun, ama za
manı karıştırıyorsun. Zamanı karıştırdığını kendin söyleme
miş miydin? Beni dinle Bek, ben kadını bir sahaf dükkanı
na girerken görmüştüm. Şimdi kulak verdim, kadın orada
ki antik kitaplardan söz ediyor arkadaşlarına. (Bir ikisi ha
riç, diyor kadın, öğrenciler yeni keşiflerden heyecan duy
muyor.) Bek gülüyor. Sen sarhoşsun, diyor. Asıl sen sarhoş
sun, diye karşılık veriyor Boratin. Ben, diyor Bek, sarhoşlu
ğumu seve seve kabul ederim, sen de kabul et. Hayır, diyor
Boratin, benim başım biraz dönmeye başladı ama henüz sar
hoş olmadım. O zaman içmeye devam, diyor Bek. İçkilerini
yudumluyorlar. Omuz omuza verip, kadına bakıyorlar. Bo
ratin kadının dudaklarından dökülen harfleri ve sözcükle
ri izliyor. Bek ise o pembe dudakların arasından buhar ka
natlı kuşların süzüldüğünü görüyor. lç çekiyor. Kadını da
ha önce yalnız mı görmüştün, diye soruyor. Hayır, yanında
erkek kardeşi vardı, ikiziydi. lkizi mi, diyor Bek, yani o ka
dar eminsin ... Bunun doğru olup olmadığını öğrenip gele
yim. Nasıl öğreneceksin? lzle, diyor Bek. Ellerini masaya da
yayarak kalkıyor. Dikkatli adımlarla yürüyor. Sallana salla
na kadınların masasına varıyor. Onları selamlıyor. Kadınlar
tebessümle karşılık veriyorlar. Bir sandalye çekip oturması
nı söylüyorlar. Bek teşekkür ediyor. Güzel kadına Boratin'i
işaret ediyor. Bir şeyler söylüyor. Güzel kadın Boratin'e ba
kıyor, bir süre sessiz bekliyor. Sonra başını uzatıp Bek'le fı
sıldaşır gibi konuşuyor. Dönüp tekrar Boratin'e bakıyor. Yü
zünde belli belirsiz bir tebessümle. Bek onların yanından ay-
67
nlıyor. Aynı yavaşlıkla geri dönüyor. Yerine otururken, hı
rıltıyla soluk alıp veriyor. Gözlerini yumuyor. Dediğim doğ
ru muymuş, diye soruyor Boratin. Bek gözlerini açıyor. Etra
fa boş bakıyor. Kendi kendine konuşur gibi, niye içmiyoruz,
diyor. Elini masaya uzatıyor. Boratin onun önündeki kade
hi çekiyor. Bu akşamlık yeter, çok içtin, artık kalksak iyi
olur, diyor. Daha yeni başladık, diyor Bek. Hayır, yeni başla
madık, diyor Boratin. Yerinden doğruluyor. Sandalyeye ası
lı montunu alıp sırtına atıyor. O sırada Efendi, masadakile
re sesleniyor. Arkadaşlar, diyor, biriniz Bek'i evine götürsün,
ben de Boratin'i bırakayım. Boratin buna gerek olmadığını
söylüyor. Ben kendim giderim, sen Bek'i götürsen daha iyi.
Emin misin Boratin, kendi başına gidebilecek misin? Evet,
ben iyiyim. Bir iki kişi onlarla birlikte kalkıyor, diğerleri ge
cenin çoğunu burada geçirmeye niyetli görünüyor. Boratin
hoşça kalın derken, omzundaki mont kayıp düşüyor. Mon
tu almak için yere eğiliyor. Gözleri kararıyor. Bir dizi yerde
kalıyor. Başı döndüğünden, doğrulamıyor. Elini sandalyeye
atıyor. Hayala gelip onu kolundan tutuyor. Kalkmasına yar
dım ediyor. lyi misin, diyor. Evet, sanının. Ben seni eve bı
rakayım Boratin, kendi başına gidemezsin.
- 12 -
68
tı. Baş dönmem geçti. Belki.de kalabalıktan döndü başım. O
kadar kişiyle aynı anda konuşmak yorucu. Yüzlere ayrı ay
n bakmak, sesler ile yüzler arasında bağ kurmak ve her bir
bağı zihnime yerleştirmek, bana geçmişte de yorucu geliyor
muydu acaba? Hayır Boratin, eskiden böyle değildin. Ken
dinle ilgili şikayetin yoktu, ben duymadım. Hayala, ben bir
seferde ancak bir kişiyle diyalog kurabiliyorum. Fazlası yo
ruyor beni. Masadakiler benim arkadaşım, ama o kalabalığa
karışmak bana ağır geldi. Meyhanede ne kadar oturduysam
bir an önce kalkma isteğim de o kadar arttı. Belki de o yüz
den rakıyı sonlara doğru fazla içtim. Ben akşamlan hep ev
de olurum, ilk kez dışarı çıkmak tuhaf geldi. Kendimi bu sa
londa güvende hissediyorum. Koridoru bir aşağı bir yukarı
yürümek ve yatak odasından mutfağa gidip gelmek, dışarı
da dolaşmaktan iyi. Bugün evden çıkarken mutfağı biraz da
ğınık bırakmıştım. Sen kahveyi kolay bulabildin mi? Kolay
buldum. Evin hep aynı düzende, Boratin. Buraya gelen, her
şeyi her zaman yerli yerinde bulur. Kim bilir kaç kuşaktır
yerinden kıpırdamayan koltuklar, dolaplar, tablolar. Bu evi
tuttuğunda bizimkiler seninle dalga geçmişlerdi. Sana, gö
ründüğünden elli yıl daha yaşlısın demişlerdi. Sen ise, hey
notacılar, ben elli yıl değil yüz yıl yaşlıyım, diye karşılık ver
miştin. Eski gitarlara, eski kitaplara, eski ev eşyalarına me
raklıydın. Hala öylesin herhalde. Belleğinle birlikte zevkle
rin de değişmemiştir. Bilmiyorum, Hayala. Bu kanepeyi bir
seviyor, bir sevmiyorum. Bütün günümü burada uzanarak
geçiriyor, ertesi gün kıyısına oturmaya çekiniyorum. Şu avi
zeden bazen gözümü alamıyor, bazı günlerse onun kristal
lerinden rahatsızlık duyuyorum. Gitarlara bak. Ne kadar za
rif, her biri ayrı bir sanat eseri. Yumuşak hatlı, uzun boylu.
Sap manyetiği ile akort burgulan arasında bir ormanın ağaç
lan kadar çok melodi vardır. Ruh halim çabuk değişiyor, gi
tarlar aniden gözüme değersiz görünebiliyor. Bir gece hep-
69
sini sokaktaki çöp yığınına atabilirim. Hayala gülümsüyor.
Atmaya karar verirsen, diyor, bana telefon et. Eşyalarını ben
kendi çöplüğüme götürürüm.
Yandaki sehpadan telefon defterini alıp Hayala'ya veriyo
rum. Senin numaran bende var mı, diye soruyorum. Haya
la, bir elinde kahve bardağı, defteri dizinin üstüne koyuyor,
sayfaları karıştırıp kendi adını buluyor. lşte burada yazılı,
diyor. Evinde böyle telefon defteri tutan kimse kalmadı Bo
ratin, herkes numaraları cep telefonuna kaydediyor. Bu def
terlere ancak eski filmlerde rastlanıyor. Gerçi bu evin eski
telefonuna da yaprakları sararmış bir defter uyar. Hayala, di
yorum, benim sana kötülüğüm dokundu mu? Hayala bir an
duralıyor. Kahvesinden bir yudum alıyor. Telefon defteri
ni göğsüne bastırıyor. Bana farklı bir yüzle bakıyor. Ya ben
de ilk kez yabancı birini buluyor ya da eski halimin döndü
ğünü görüyor. Ona en uzak ve en yakınım şimdi. Ya bir şey
söylemeden çıkıp gidecek ya da sabaha kadar durmadan ko
nuşacak. Boratin, diyor, aklında neler dönüyor, neden böyle
bir soru sordun? Korkuyorum, diyorum. Ne hissettiğimi ad
landırmakta zorlanıyorum. Geçmişle ilgili düşüncelere da
larken, kendimi beyaz bir duvarın önünde buluyorum. Bem
beyaz duvarda hayatımın izlerini görmeye çalışmak anlam
sız. Ne bir çizgi, ne bir karaltı. Yalnızca boşluk. Boşluğa ba
kınca bir süre sonra boşluğun kendisi olduğumu anlıyorum.
Neden, diyorum. Geçmişte ben kime ne kötülük yaptım, di
ye düşünüyorum. Telefonum çaldığında veya biriyle tanış
tığımda, insanlar bana eski kötülüklerimi anlatacak sanıyo
rum. Belki hiç kötülük yapmadım ya da herkes insaflı, bana
gerçekleri anımsatmak için iyileşmemi bekliyor. Hayala, eli
ni kolumun üstüne koyuyor. Benden korkma Boratin, diyor.
Bana kötülüğün dokunmadı. Aksine, bana iyilik ettin. Gru
bumuzdaki tartışmalarda beni kayırdın. Geçen yıl grubu bı
rakma noktasına gelmiştim, beni kalmaya sen ikna ettin. Ev
70
kiramı ödeyemediğimde, birkaç ay borç birikmişti, sen bana
yardım ettin. Senin kimseye kötülük yapacağına inanmıyo
rum. Böyle bir iddiada bulunan çıkarsa, öncelikle kabahatin
kendinde değil diğer tarafta olduğunu düşün. Hayala elini
kolumdan çekiyor. Gözünü benden ayırmadan, konuşmamı
bekliyor. Bazen, diyorum, sokakta birinin bakışıyla karşıla
şıyorum. O kısa bakışta, tanıdık birini görüyorum. Bana kız
gın birini. Korkuyorum. Theodora'nın Meyhanesi'nde arka
daşlarla tanışırken, herkeste o bakışı aradım. Sen karşımda
oturuyordun. Birkaç kez göz göze geldik. Sonlara doğru, o
tedirgin edici bakışı sende de yakaladım. Boratin, diyor Ha
yala, yakaladım dediğin bakış, sana dair iyiliklerle doludur.
İnsanlar seni sevmekle kalmıyor, çoğu kendini sana borçlu
hissediyor . Herkesin hayatına bir yerinden dokunmuş, ken
dinden bir parça katmışsındır. Sendeki suçluluk duygusu,
geçmişini bilmemenden kaynaklanıyor. Belleğini yitirdiğin
için kendini suçluyorsun. Belki sen haklısın Hayala, ama ak
lıma doluşanları engelleyemiyorum. Ne zaman sokağa çık
sam, yardıma muhtaç insanlara iyilik yapma isteği duyuyo
rum. Dışarıdaki dünya beni bekliyormuş gibi. Bu istek, kor
ku duygusuyla birlikte geliyor. O zaman, iyilik yapma iste
ğinin, geçmişimdeki kötülükleri temize çekme isteğinden
doğduğunu düşünüyorum. Hayala avucumdaki bardağı alı
yor. Kahveni soğuttun, tazeleyim, diyor. Biraz sonra iki ye
ni kahveyle dönüyor. Sen, diyor, müzik hakkında da böy
le uçlarda konuşur, akla gelmeyecek düşünceler dile getirir
din. Bu huyunu yitirmemen iyi. Provalarda bir şarkının or
tasında bizi durdurur, oradaki ritmin neden değişmesi ge
rektiğini uzun uzun anlatırdın. Kuzey Amerika'daki köle
nin iniltisinden, lstanbul'daki dilencinin küfründen ve genç
aşığın heyecanından söz ederdin. Kitaplardan alıntılar ya
pardın. Müziğimizin ruhunun nereden geldiğini ve göğe na
sıl ses vereceğini tempo tutarak anlatırdın. Biz enstrüman-
71
larımızı bırakır, uzayacağını bildiğimiz sözlerini dinlemek
için bir köşeye kıvrılırdık. Uzak geçmişten söz eder gibi ko
nuştuğuma bakma Boratin, bunlar daha birkaç hafta öncey
di. Duvardaki şu Denizaltı albümünün kapağını bize göster
diğin gün de uzun uzun konuşmuştun. Hayala'nın işaret et
tiği yere bakıyorum. Plak kapaklarına, şarkıcıların adlarına.
Avizenin kristal ışıkları, gitarların gövdesinde parlıyor. Her
telde farklı bir ses, merdiven çıkarcasına, gitarların perdele
rini tırmanıyor. Duyamasam da o seslerin orada kımıldadı
ğını biliyorum.
Hayala, diyorum, ben bu duvara ve gitarlara her gün sa
atlerce bakıyorum. Plak setini karıştırıp bana iyi gelecek bir
şey arıyorum. Plak kapaklarını okuyorum. Şarkıların sözle
rinde bana seslenen bir şey bulmaya çalışıyorum. Şimdi du
vara ve plaklara bakarken de arıyorum o şeyi. Nedir o Bo
ratin, ne arıyorsun? Bilmiyorum, ancak bulduğumda anla
yacağım ne aradığımı. Aklım boş değil, herkesin sandığının
aksine fazlasıyla dolu. Ben aklımdan yitenlerle birlikte ak
lımda kalanlardan da korkuyorum. Mesela, bilinen en es
kiyi düşünüyorum. Bir kitapta okumuş olmalıyım; evrenin
yani varlığın en eski hali, küçük bir top halindeymiş. Son
ra büyük patlama ile evren açığa çıkmış, zaman başlamış.
Ben ondan öncesini merak ediyorum. Bunu düşünmenin
saçmalığını biliyorum. Sonra kendi kendime, ya saçma de
ğilse, diyorum. Neye inanacağımı karıştırıyorum. Sen söy
le Hayala, benim durumuma düşsen sen ne yapardın? Ha
yala yanıt vermeden önce birkaç saniye bekliyor. Herhal
de, diyor, yakınlarımın önerilerine kulak verirdim. Bekle
meyi ve telaş etmemeyi öğrenirdim. Geçmişi düşünmek ye
rine geleceğe dair hayaller kurardım. Senin hayallerin neler
Boratin? Benim hayallerim mi? Hayal kurup kurmadığımın
farkında değilim. Bir an düşünüyorum. Yine beyaz bir du
var geliyor gözlerimin önüne. Ufku boydan boya kaplayan
72
bir duvar, uzayıp gidiyor. İnsan karanlığa alışabilir, her yer
de karşılaşır onunla, ama sonsuz beyazlık zor. Boratin, di
yor Hayala, bir dileğini söyle, bunu senin hayalin sayalım.
Hayatında şimdi neye sahip olmak istersin? Önce, diyorum,
rahat, derin, kesintisiz uyumayı isterim. Başım ağrımadan
uyanmayı isterim. Uyandığımda kendimi bilmeyi ve geçmi
şi yeniden zihnimde bulmayı isterim. Geçmişten korkma
mak da buna dahil. Geçmişimden korkuyorum. Oradan ne
ler çıkacağını bilmiyorum. Bir sabah uyanacak ve bütün yi
tirdiklerimin ben uykudayken zihnime döndüğünü görece
ğim. Eski günlerdeki gibi. Neden ölmek istediğimi öğrene
ceğim. Ya öğrenmek beni delirtirse, beni tekrar intihara sü
rüklerse? En çok istediklerim, aynı zamanda en çok iste
mediklerim oluyor. Senin hayal dediklerin parça parça bir
leşip büyük bir korkuya dönüşüyor bende. Bazı geceler ay
nayı yumruklamak istiyorum. Aynanın önüne geçip orada
ki yüze bakıyorum. O yüz, beni biliyor ve kendinde tuttu
ğu sırları öğrenmem için beni çağırıyor. Benim yüzümden
aynadaki yüze giden yol öyle uzun ki, aynanın dolambaçlı
ve rutubetli geçitlerine girmeye cesaret edemiyorum. Yatak
ta yorganı başıma çekiyorum. Sayı sayıyorum. Sıfırdan baş
langıca doğru. Eksi kırk bir, eksi kırk iki, eksi kırk üç. Baş
langıç yok, sayılar bir türlü bitmiyor. Sen ne yapardın böyle
bir durumda? Hayala bana sisli gözlerle bakıyor. Elimdeki
kahve bardağını alıp yere koyuyor. Yanağıma dokunuyor.
Uzanıp dudaklarımdan öpüyor. Yüzü yüzüme yarım soluk
aralığında duruyor. Bundan da korkuyor musun, diye soru
yor. Evet, korkuyorum. Hayala hafifçe geri çekiliyor. Biz se
ninle daha önce öpüşmedik, diyor. Elleri titriyor. Titreme
sini durdurmak için ellerini alnına götürüp saçlarını düzel
tiyor. Hayala, diyorum, ben hiç kimseyle öpüşmedim. Zih
nim gibi bedenim de boş. Eskiden biri, Boratin adıyla yaşar,
dolaşır, mutlu olurmuş. Kadınlara dokunurmuş. Onun ya-
73
şadıklarımn neye benzediğini bilmiyorum. Ondan ve onun
yaptıklarından korkuyorum. Nedir bu? Hayala tekrar yak
laşıyor. Parmaklarım bir kuşun kanatları gibi boynuma sa
rıyor. Kendini bırak, diyor, kendini bana bırak. Dudakları
m dudaklarıma bastırıyor.
74
Gece Sokağında A11aresin Bir Başına
- 13 -
75
yorum. Sol tarafta, çamaşır ipinin duvara bağlandığı yerde
bir güvercin yuvası görüyorum. Otlardan ve dal parçaların
dan örülü yuvasındaki güvercine bakıyorum. Her gün çık
tığım balkonda başımı kaldırıp da onu daha önce nasıl fark
etmemişim, bilmem. Belki yeni kurdu yuvasını desem, yu
vanın hali pek de yeniye benzemiyor. Güvercin, yumurtala
rın üzerine oturmuş, göğü tarıyor. Caddedeki ağaçlarda giz
lenen kargalara ve baykuşlara karşı tetikte duruyor. Belki
de eşini bekliyor. Orada dikildiğimi fark edince başını ba
na doğru eğiyor. Beni yırtıcı bir kuş sanıyor. Huzursuzca kı
pırdanıyor. Geri çekiliyorum. Kapıyı kapatıyorum. Onu bal
konda yalnız bırakıyorum. Camın arkasında, İstanbul do
nuk bir resme dönüyor yine. Beyazıt Kulesi'nin üzerinde bu
lut öbekleri duruyor. Süleymaniye mahallesinin kahverengi
tonları Haliç'in kıvrımında grileşiyor. Balat yamacındaki so
luk renkler batı ufkunda iyice pusa bulanıyor.
Banyoda yüzümü yıkıyor, saçlarımı düzeltiyorum. Mut
fakta buzdolabına göz atıyorum. iki dilim ekmeğin arasına
bir parça peynir koyuyorum. Salonun penceresine gidiyo
rum. Kanepenin arkasına yaslanıyor, sandviçimi ayakta yi
yorum. Evin bu tarafı, başka bir İstanbul manzarası. Gökyü
zünü kaplarcasına beton duvarlar yükseliyor. Kuşların yeri
ni kedi ve köpekler alıyor. Kaldırımda hiç eksilmeyen çöp
yığını, yıllara meydan okuyan eski filmleri andırıyor. Çöp
yığınının yanında bir kadın, kaldırıma oturmuş, dizlerinde
çocuğunu uyutuyor. ikisinin de ayakları çıplak. Kadının bir
eli çocuğun üzerinde, diğer eli dilenmeye uzanmış. Sesi öy
le yüksek çıkıyor ki buradan bile duyuluyor. Açlık. Hastalık.
Savaş. Diğer sözleri, bilmediğim bir dilde. Kadın bir savaş
tan (hangi savaştan?) kaçmış, uzun yollan aşıp buraya ulaş
mış olmalı. Her gece başka bir kuytuda uyuyor, her gün baş
ka bir kaldırımda yakarıyor. Göğe değil önünden geçen in
sanlara bakıyor. Savaş yalanlarla başlar, yalanlarla sürer, ger-
76
çeklerle biter. Ve daima birileri geride kalır. Komşular. Sev
gililer. Kardeşler. Çocuk bunu bilmeden uyuyor. Uyuyarak
hem açlığı hem de annesinin acısını unutuyor. Ölerek unu
tan İsa gibi. Başımı çevirip şöminenin rafındaki bibloya ba
kıyorum. İsa annesinin dizinde yatıyor. Omuzlan kıvrılmış.
Sağ kolu kumaş örtüde aşağı sarkıyor. Yüzü, biraz canlı bi
raz ölü, sokaktaki çocuğun yüzüne benziyor. Annesi yorgun
elini çaresizce yana açmış, oğlunun kapalı gözlerine bakı
yor. Oğlunun güzelliğinde sonsuz bir hayale dalıyor. O ha
yalin ne olduğunu anlamıyorum. Evsahibemin mermer bib
loyu neden yanında götürmediğini merak ediyorum. Yaşlı
lıkta İsa ile Meryem'e ihtiyacı kalmadı mı? Ya da onlara her
gün, her ay, her yıl bakmak, uzun ömrünün sonunda inan
cım mı zayıflattı? Bütün geçmişiyle birlikte onlan da yaban
cı birine teslim etti. Geri dönmemek, bir daha bu evin se
rinliğinde uyumamak üzere çekip gitti. Yaşlı kadının onlara
inanması, İsa ile Meryem'in acısını azaltmadı. Benim inan
mamam da azaltmadı. İnanıp inanmamanın anlamı ne o za
man? Benim kendi geçmişime inanıp inanmamamın anla
mı ne?
Hayala'nın o gece bana, evin biblo ve tablo dolu ama ne
den hiç fotoğrafın yok, demesini anımsadım. Bilmiyorum,
dedim ona. Ertesi gün odalara göz attım. Dediği doğruydu.
Kendim dahil kimsenin fotoğrafı yoktu. Ne çocukluktan, ne
konserlerden bir iz . Odaları birkaç kez dolaştım. Dolaplara,
çekmecelere baktım. Bir dolabın dibinde, kışlık kıyafetlerin
arasında bir fotoğraf albümü buldum. Göz önünden kaldı
rılmış bir albüm. Sayfaları ağır ağır çevirdim. Tammadığım
yerler. Bilmediğim çağlar. Bir fotoğrafta gülenler, diğer fo
toğrafta ciddileşiyordu. İnsanlar kalabalık poz vermeyi se
viyordu. Kalabalığın içinde bana benzeyen, çocuk yüzlü bi
ri vardı. Bazı fotoğraflardaysa bana benzemiyordu. Durgun.
Kasvetli. Güvenilmez fotoğraflar. Bir yerde, bilmediğim bir
77
ülkede ay ışığı yükseliyordu. Bir fotoğrafta, pencere içinde
bir kedi oturuyordu. Kedinin yanında ben yan çıplak bir ka
dına sarılıyordum. Kadının yüzü görünmüyordu. Sırtı Ha
yala'nın sırtına benziyordu. Belki bütün kadınların sırtı çıp
lakken Hayala'nın sırtına benziyordu. Fotoğraflardaki yerler
sık sık değişiyordu. Takip etmekte zorlandım. Albümü ka
pattım. Bir süre avuçlarımın arasında tuttum. Bunu daha ön
ce görünmez bir yere kaldırdıysam, iyi bir nedeni vardır. Es
ki kendime bazen güvenmem gerektiğini düşündüm. Albü
mü götürdüm, aynı dolaba koydum. Üzerine kıyafetleri yer
leştirdim. Fotoğraflarını bulabildin mi, diye telefon mesajı
atan Hayala'ya yanıt vermedim. O gün yazdığı hiçbir mesaja
yanıt vermedim. Ertesi gün yazdım.
Ne zaman Hayala'yı düşünsem, elim kendiliğinden göğsü
mün sağ tarafına gidiyor. Elimin altında Hayala'nın parmak
larını hissediyorum. O parmaklar bedenime yayıldıkça, so
luğum kopup benden uzaklaşıyor. Bedenim benim bildiğim
beden olmaktan çıkıyor. Bir dalgaya çarpıp duruyorum. Ha
yala, diyorum, senin hızına yetişemiyorum, yavaş ol. Boğa
zımdan akan sesleri tanıyamıyorum. Belleğimi yitirmiş, bir
tek bedenimle kalmışken şimdi onu da yitirmekten korku
yorum. Dur, diyorum, dur. Canım acıyor. Gözümün önün
de ışıklar yanıp sönüyor. Okuduğum kitaplarda, beden ru
hun evidir, deniyordu. Benim ruhum çoktan gitmiş, traje
dim sona ermişken ve bende yalnızca ezik bir beden kalmış
ken, şimdi onu da Hayala söküp alıyor. Ona boyun eğiyo
rum. Bedenimi teslim ediyorum. Tavanı loş ışık sarıyor. Ge
ce rüzgarı açık pencereden içeri akıyor. Bütün kent ve bütün
zaman gelip benim bedenimde toplanıyor. Hayala! Ben şim
di yaşıyor muyum? Yaşıyorsun, merak etme, benden yaşlısın
diye ölü sayılmazsın. Yaşlı mıyım? Evet, dört yıl ileridesin,
ben daha yeni yirmi dördüme girdim. Yirmi dört nasıl bir
yaş, her yaş birbirine benzer mi? Herhalde benzer, bilmem,
78
bunu düşünmedim. Peki, zaman hep aynı hızda mı akıyor,
yirmi dört yılın hızlı mı geçti, yavaş mı? Boratin, benim za
manım düşük hızda, yavaş ilerliyor. Ben New York'a gidene
kadar da aynı yavaşlıkta akmasını diliyorum. New York'a mı
gideceksin, ne zaman? Daha değil. Sen bana sormadın ama
benim de bir hayalim var. Bu hayali aklıma biraz da sen sok
muştun. Hayala, yavaş konuş, seni anlamakta zorlanıyorum,
ben New York'u biliyor muydum? Sen birçok yeri biliyor
dun Boratin. Bir akşam meyhanede bana gezdiğin kentler
den söz ederken, şöyle demiştin: İnsan yirmili yaşlarını New
York'ta, otuzlarını Londra'da, kırklı yaşlarını ise Paris'te ge
çirmeli. Ben mi söyledim bunu? Evet, sen söyledin ve ben
de sana inandım. Zaten buralardan gitmek istiyorum. Otu
zuma varmadan New York'a yerleşmeyi hayal ediyorum. Ne
yapacaksın orada? Burada ne yapıyorsam onu. Gitar çalacak,
şarkı söyleyeceğim. Gerekirse barlarda yerleri temizleyece
ğim, ama bu kente bir daha dönmeyeceğim. İstanbul kimse
ye bir şey vaat etmiyor artık. Eski büyüsünün karanlık ör
tüsü altında boğulup gitti bu kent. Hayala, sen oraya gitti
ğinde benim şimdiki halime benzeyeceksin. Geçmişin olma
yacak. Çünkü geçmişini denizlerin bu yanında bırakacak
sın. Boratin, ben buna razıyım. Peki, diğer kentlerin yanı sı
ra ben İstanbul hakkında bir şey söyledim mi, burada hangi
çağımızda yaşamalıymışız? Onu söylemedin Boratin . Sen İs
tanbul'da her yaşta yaşarsın, şarkılarında bunu hem keder
le hem de tuhaf bir neşeyle belli ediyorsun. Buranın kederli
neşesinden kendine mutluluk yaratıyorsun . Ben blues'umu
zu, seni ve grubumuzu sevsem de bu kentin bizim rüyamızı
taşıyamayacağını düşünüyorum. O yüzden aklım hep uzak
larda. Keşke sen de New York'a gelsen. Peki ben oraya ge
ri dönmeyi düşünüyor muydum, böyle bir şeyden söz ettim
mi? Boratin sen üniversiteyi yanda bırakıp yurtdışına çık
mış, kıtadan kıtaya dolaşmıştın. Yüzyıllarca şeker, pirinç ve
79
pamuk tarlalarından dışarı adım atamayan köleler özgür
leştiğinde kendilerini amaçsızca yola vurmuş, blues'u ora
dan oraya taşımışlardı. Sen onlar gibiydin. Bir yük gemisin
de bile çalışmıştın. Ama lstanbul'a döndüğünde düşüncen
değişmişti . Bizim yola değil zamana bakmamız gerektiği
ni, ruhumuzun buna ihtiyaç duyduğunu söylemiştin. Geç
mişi ve geleceği, şimdiki zamanda birleştirmeliydik. Kede
ri, neşeyi ve bir de öfkeyi bir arada verebilmeliydik. İstanbul
bunun en iyi mekanıydı sana göre. Hayala, kederi ve neşeyi
anladım da, öfke neden? Sen müziğimizde öfke eksik kalır
sa bu kenti ve insanını kavrayamayacağımızı söylüyor, bizi
de ikna ediyordun. Artık lstanbul'a demir atmıştın, ne New
York'a ne de başka bir kente gitmekten söz ediyordun. Peki,
Nehirce'ye? Doğup büyüdüğün yere mi? Boratin, sen Nehir
ce'yi sık sık anardın, ama bildiğim kadarıyla yakın dönem
de oraya gitmedin. Orayla ilgili bir şarkı üzerinde çalışıyor
dun. Nedense uzun sürdü, bir türlü bitiremedin. Bu şarkıda
blues'un klasik havasına döneceğini, üç mısralık söz ve on
iki vuruşluk müzik kullanacağını söylemiştin. Bunu duyun
ca bizim çocuklar sana takılmış, herkes doğduğu yerin adı
nı bağırıp sana şarkı sipariş etmişti. Sen onlara aynı muzip
likle karşılık vermiştin. Geçen yıldı. Prova yaptığımız sahne
nin ortasına gelmiş, dinleyin beni notacılar, demiştin. Haya
la, daha önce de kullandın bu ifadeyi, notacılar ne demek?
Ah, evet, biz hepimiz müzik eğitimiyle yetiştik. Notaya, sol
feje bağlıyız. Sen ise nota bilmezdin, blues'un notalardan de
ğil ruhumuzdan doğduğunu söylerdin . Ben nota bilmiyor
muydum, gerçekten? Boratin, senin de şüphen varsa belki
bizim çocuklar haklıdır. Senin nota bildiğini ama blues'a ya
kıştıramadığın için notaları unutmaya çalıştığını, bildikleri
ni inkar ettiğini söylerlerdi. Gülüp geçerdin böyle takılma
larına. O gün de, beni dinleyin deyip kollarını açmış, abartı
lı bir biçimde sesini yükseltmiştin: Batı batı değildir notacı-
80
lar, demiştin, doğunun doğu olduğu da yalandır. Tann tann
değildir, insanın insan olduğu da yalandır. İstanbul İstanbul
değildir notacılar, Nehirce'nin Nehirce olduğu da yalandır.
Sen tiyatro sahnesindeymiş gibi bize böyle gösteriler yapma
yı severdin.
- 14 -
81
lüğümü çıkarıyorum. Aşağıya bakıyorum. Sahnenin etrafı
dolu. Bar tezgahının önü kalabalık. İçki alıp masalarına dö
nenlerin yerini yeni birileri alıyor. Karaltılar pus içinde ora
dan oraya kayıyor. Birbirlerinin yüzüne bakarak, tebessüm
ederek anlıyorlar birbirlerini. Kıpırdayan dudaklarından çı
kan sesler aynı tona sahip, biraz sevecen, biraz arzulu. Eller
ellere değiyor, omuzlar omuzlara yaslanıyor. Gece daha ye
ni başlıyor. Uzun saçlı, bol gözlüklü gençler. Burada doğ
muş, yine bir gün burada ölecekmiş gibi rahatlar. İnsanlı
ğın üçüncü büyük icadı, belki yalnızca bir sorudan ibarettir.
O soruyu evde veya okulda öğreniyor, sonra ömür boyunca
unutmaya çalışıyorlar. Parmaklarda sıcak bir dokunuş, du
daklarda ıslak bir yudum. Ölümden sonra ne var, diyorlar.
İnsan ölünce her şey biter mi, yoksa yeni bir hayat mı baş
lar? Üçüncü büyük icat, böyle bir sorudur. Yanıtını kimse
bilmez. Bir yanıt bulup inananlar vardır, ama inanmak baş
ka, bilmek başkadır. Ölümden sonra bana ne olacak? Benim
güvercinden farkım bu sorunun içinde. Güvercin, var olanı
biliyor, o sınırda yaşıyor. Ben ise var olmayanı düşünüyor,
o sınırı geçmeye çalışıyorum. Başıma işler açıyorum. Sınırı
geçip her şeyi görsem de hayata geri dönünce gördüklerimi
unutuyorum. Canım bira çekiyor. Sohbet arkadaşı arayan ve
beni tanımayan birinin elinde birayla gelip yanıma oturma
sını, birasını benimle paylaşmasını diliyorum. Bir yanım du
varda, diğer yanımda birinin bana bir şeyler anlatmasını is
tiyorum. Yoksa burada tek başıma, mutsuz oturduğumu sa
nacaklar. Ne mutsuz ne de mutluyum. Var olduğumu his
setmekle yetiniyorum, güvercin gibi.
Sahnenin ışıkları açılıyor. Önce Bek, sonra Hayala, ardın
dan diğerleri sahnedeki yerlerini alıyorlar. Kim hangi aleti
çalıyordu? Kablolarla, mikrofonlarla oynuyor, yüksek san
dalyelere oturuyorlar. Barın önünde dikilen birileriyle se
lamlaşıyorlar. Sahnenin sarı ışığı yavaş yavaş sönüyor, geri-
82
ye loş bir kırmızı kalıyor. Bateri setinde oturan Bek arkadaş
larına bakarak bagetleri birbirine vuruyor, Hayala gitarını
çalmaya başlıyor. Hayala bugün kısa etek giymiş. Alnına bir
bant sarmış. Penayı tellerde kaydırıyor, yumuşak bir ritim
le giriş yapıyor. Hafif hafif salınıyor. Benim daha önce dur
duğum ve arkadaşlarıma gösteri yapar gibi elimi kaldırdı
ğım yerde. Oradan dünya farklı mı görünüyordu? Şakalaşıp
güldüğüme göre arkadaşlarımla mutluydum. Onlara inanı
yordum. Bütün hayatımı onlara ayırıyordum. Nereye kadar?
Belki aklıma bir soru takılmıştı, onu düşünüp duruyordum.
Sınıra gidip canıma kıyıyordum. Ne aradığımı belki ben de
bilmiyordum. Hayat ile ölüm arasındaki mesafeyi kaldırı
yordum. Aklımı kapandan kurtarmanın başka yolu yoktu.
Şimdi Haliç Barı'nda başka biri olarak oturuyorum. Işık düş
meyen bir masada, sahneyi izliyorum. Hayala iki adım ilerle
yip mikrofona yaklaşıyor, şarkı söylemeye başlıyor: Gece so
kağında avaresin bir başına / Doğarken ağladın / Doğmayı sa
na sormadılar / Gece sokağında avaresin bir başına / lnsanlar
da yanıldın / lnsanlan sana sormadılar / Gece sokağında ava
resin bir başına / Aç kaldın açıkta kaldın / Açlığı açıklığı sa
na sormadılar / Gece sokağında avaresin bir başına / Sorsalar
dı doğmazdın bu dünyaya / Sorsalardı doğmazdın bu dünyaya
/ Gece sokağında avaresin bir başına / Gece sokağında avare
sin bir başına.
Hayala'nın sesi, şarkıdaki gece gibi koyulaşıyor. Güzel
başlayan şarkı, bazı dizelerdeki hızlı geçiş nedeniyle hafifçe
çatlıyor. Ritim bozuluyor. Hayala'nın sesi bu çatlağı kapat
maya yetmiyor. Biraz uğraşılsa, şarkının akışı düzelebilirdi.
Geçişleri yavaşlayabilir, gece sokağında yalnız dolanan biri
nin adımlarına uyabilirdi. Hayala'nın sesi de daha rahat aka
bilirdi. Bu şarkı Hayala'nın repertuarına mı ait, yoksa ben
de söylüyor muydum? Cebimden sigara paketini çıkarıyo
rum. Bir tane yakıp geriye yaslanıyorum. Bir şarkıyı dinle-
83
mek ile söylemek arasındaki farkı düşünüyorum. Sahnedeki
her tınıyı yakalıyor, enstrümanları tek tek izliyorum. Sol ta
raftaki piyanoda, klavyenin başındaki Efendi'nin bana bak
tığını fark ediyorum. Parmakları tuşlarda dolanırken, başını
benim oturduğum tarafa çevirmiş Efendi. Gölgenin içinde
beni görür gibi bakışlarını sabitlemiş. Yüzünde hem merak
hem de şaşkınlık var. Gözlerini kırpmadan bakıyor. Üst kat
taki uzak masada beni nasıl seçebildi? Belki sigaramı yakar
ken kibritin ışığında gördü. Bir yandan bana bakarken, di
ğer yandan parmaklarını tuşlarda gezdiriyor. Şarkıdaki yeri
ni yitirmiyor. Beni yitirmediği gibi. Ne istiyor benden? Ben
onun hayatındaki adam değilim. Bunu anlamıyor. Onun
la sohbet edeyim, uykusuz gecelerimi onunla geçireyim is
tiyor. lçimi dökeyim. Onun dostluğuna sığınayım. Ve yeni
den eski benliğimi bulduğumda ona minnet duyayım. Onun
bana minnet duyması gibi. Bunu iyilik sanıyor. Arada bir
Bek ile selam gönderdiğinde bana huzur değil kaygı gönder
diğinin farkında değil. Ben onu yaşama döndüren ben deği
lim. Benim kilitlerimi açacak anahtar da onun elinde değil
(kimin elinde ki?). Bakışlarımı kaçırıyorum. Başımı eğip du
vara yaslanıyorum. Gözlüğümü geri takıyorum. Beremi al
nıma indiriyorum. Sigaradan derin bir nefes çekip dumanı
salıyorum. Yüzüme dumandan bir tül çekiyorum. Bu duma
nın içinde, okyanusun bilinmeyen köşesinde sise kapılıp gi
den bir gemi gibiyim. Kimse beni bulamaz. Dünya kendi et
rafında, ben de kendi etrafımda dönüp dururum. Bir gün za
manın sonu geldiğinde, herkesin dahil olduğu uğultuda ge
ceye karışıp giderim. Kimse kimseyi anımsamaz. Ben anım
samıyorum. Kime ne zararı var bunun? Şarkıların sözleri de,
ezgileri de bunu anlatıyor zaten. Hayala yeniden mikrofona
yaklaşıyor. Şarkıya devam ediyor: Gece sokağında avaresin
bir başına / Delicesine sevdin / Sevmeyi sana sormadılar / Ge
ce sokağında avaresin bir başına / Gül aldın gönül aldın / Gülü
84
gönülü sana sonnadılar / Gece sokağında avaresin bir başına /
Usul usul ölürken ağladın / Ölmeyi sana sonnadılar / Gece so
kağında avaresin bir başına / Sorsalardı ölmezdin bu dünyada /
Sorsalardı ölmezdin bu dünyada / Gece sokağında avaresin bir
başına / Gece sokağında avaresin bir başına.
Hayala, gitarın sapını kaldırıp tellere son kez dokunuyor.
Şarkıyı dingin bir tonda bitiriyor. Işığın altında beklt'yor.
Bravo sesleri arasında şişeler ve bardaklar havaya kalkıyor.
Hayala herkesi başıyla selamlıyor. Şarkı bitse de, gece soka
ğında birilerinin yalnız dolaşmaya devam ettiğini hissettiri
yor. Selam gençler, diyor. Bir tatilden sonra işte yine birlik
teyiz. Tatilini uzatıp aramıza katılamayanlar da var. Boratin
burada değil ama merak etmeyin, yakında bu mikrofondan
size yine kendisi seslenecek. Alkışlarınıza teşekkürler, ona
ileteceğiz. Geceye Boratin'in bir şarkısıyla başladık, onun
bir diğer bestesiyle devam edelim. Hayala mikrofondan bir
adım çekiliyor, gitarın sapını yeniden kavrıyor. Sağ ayağı
nın üzerinde yaylanıyor. lleri geri sallanıyor. Boratin ondan
kopuyor. Başını ellerinin arasına alıyor. Neden, diye kendi
kendine tekrar ediyor. Bu şarkıyı neden böyle bestelediğini
merak ediyor. Şarkının ona ait olmasına değil, böyle güzel
bir şarkıda küçük kusurlar bırakmasına şaşırıyor. Kulakla
rını avuçlarıyla kapatıyor. Başka bir şey duymak istemiyor.
Demin şarkıyı dinlerken kendisini Hayala'nın ve Bek'in ya
nında düşlemişti. Neredeyse onlarla çalabileceğine, bir gün
sahneye çıkabileceğine inanmıştı. Cesaretlenmişti. Şimdi ce
sareti eriyor, isteği yitiyor. Onları daha fazla izlemek istemi
yor. Gece boyu burada kalmaktan, sonra kulise gidip arka
daşlarını görmekten vazgeçiyor. Barın ikinci katında, sırtın
dan çengele asılı bir ceset gibi duruyor. Aklını dinlese, bir
ceset gibi çengelde asılı kalmak kötü. Kalbini dinlese, soluk
aldığı sürece hiçbir şey umurunda değil. Hangisine inansın,
aklına mı, kalbine mi? Etraftaki gençlerin tattığı ve müziğin
85
bir zamanlar ona da verdiği mutluluğu bulamıyor. Bir ge
ce o mutluluğu burada bulacaksa, o gece bu gece değil. Bo
ratin yerinden doğruluyor. Gölgeden çıkıp ışığın altına ge
çiyor. Efendi'ye son kez bakıyor. Onu hem sönen bir yıldız
kadar uzak hem de kendisine doğru kayan bir yıldız kadar
yakın hissediyor. Montunun yakasım kaldırıyor. Başını öne
eğiyor. Çoğalan kalabalağın arasından bir gölge gibi geçiyor.
Merdivenleri çabucak inip geldiği kapıdan dışarı çıkıyor.
Seslerden ve kokulardan sıyrılıyor. Sokağın ortasında durup
yukarı bakıyor. Gökyüzü bulutlanmış. Ay çekilmiş. Rüzgar
çıkmış. Ara sokağı kağıt parçaları ve yapraklar sarmış.
- 15 -
86
miyorum. San ışık, yeşilin veya kırmızının habercisi mi, yok
sa kendisi için mi yanıyor? Geçmek ile durmak arasında, var
lık ile yokluk arasında asılı duruyor. Gece yansında, kentin
ıssız kıyısında beni tek başıma tutuyor. Rüzgarların kesiştiği
o kavşakta ne kadar dikili kaldığımı bilmiyorum. Gecenin za
manı yavaş işliyor. Orta yaşlı bir adam aynı yavaşlıkla yanım
dan geçiyor. Adam sarhoş adımlarla karşı kaldırıma varınca
durup bana bakıyor . Aklımı kaçırdığımı düşünüyor. Yazık
dercesine başını sallayıp yoluna devam ediyor. Onun ardın
dan ben de karşıya geçiyorum. Loş sokaklara dalarak, duvar
diplerinden yürüyor, lodosun kırbacından sakınmaya çalışı
yorum. Kapalı perdelerin ardındaki sesleri işitiyorum. Bir ka
dının şarkısı, kurt uluması, atların toprağı döven nallan. Te
levizyonların alçalıp yükselen sesleri.
Bir meydana çıkıyorum. Sağa sola bakıyorum. Tavuklu pi
lav satan bir seyyar satıcıya Beyoğlu'nun ne yanda kaldığı
nı soruyorum. Soldaki sokağı işaret eden satıcı, yabancısın
herhalde, diyor ve nereli olduğumu soruyor. Yabancı olma
dığımı söylüyorum. Bir tabak tavuklu pilav alıp ayakta yiyo
rum. Satıcı, dalgalı saçlarıyla iki bin yıl önce denizden ve ka
visli bıyığıyla bin yıl önce bozkırdan gelmiş de bu meydanı
hiç terk etmemiş gibi kendinden emin görünüyor. Yeni ça
ğa eski gölgesini, kendisinin bile aldırış etmediği gölgesini
düşürüyor. Ben insanları iyi tanının, diyor, sen yabancısın,
etrafa bakışından belli. Tekrar ediyorum. Yabancı değilim,
diyorum, yalnızca yanlış sokağa girip yolumu yitirdim. İn
san yönleri gündüz başka, gece başka algılıyor. İçimden bir
ses, geceleri anacaddeleri tercih etmem gerektiğini söylüyor.
Anacaddede yitsem de yolu ·Şaşırmam . Beyoğlu'na varınca
bunu daha iyi anlıyorum. Işıklı kalabalık beni alıyor, dalga
dan dalgaya taşıyor, ara sokaklara sürüklüyor, sonra geri ge
tirip tekrar anacaddeye bırakıyor. Bütün sokaklar anacadde
nin dokusunu taşıyor. İnsanlar da birbirine benziyor. Avcı
87
gözler etrafı tarıyor. Herkes av bulmaya ya da birinin avı ol
maya aynı arzuyla hazır duruyor. Geceyi gündüz gibi yaşı
yorlar. !şıktan sarhoş oluyorlar. Sevişmek için karanlık kö
şelere sokulurken bile terlerinde bir parça ışık taşıyorlar. Ba
şım dönüyor. Artık kullanılmayan, camlan kırık bir telefon
kulübesine yaslanıyorum. Kulübeden yayılan idrar koku
su altında baş dönmemin geçmesini bekliyorum. Duvardaki
yazılara bakıyorum. Şarkı sözleri, konser duyurulan ve fut
bol takımlarının siyah-beyaz adlan. Yırtık afişlerde son Os
manlı sultanının resmi görünüyor. Sultanın yüzü anarşist
lerin A amblemiyle kaplanmış. Çember içindeki büyük A'yı
biliyor, ama uzun zaman önce yaşamış sultanın afişlerinin
neden sokak boyunca asıldığını bilmiyorum. ldrar kokusun
dan uzaklaşmaya, biraz oturup dinlenmeye ihtiyacım var.
Kafelerin dışarıdaki masaları dolu. Boş yer bulma ümidiy
le ağır ağır yürüyorum. Bir masada oturan gençler bana te
bessüm ediyor, merhaba, diyorlar. Merhaba, diyorum. Bora
tin Bey, diyorlar, sizi birkaç ay önce sahnede izlemiştik, ma
samıza buyurmaz mısınız? Beş kişiler. lki erkek, üç kadın.
Benden birkaç yaş genç görünüyorlar. Yanlarına oturuyo
rum. Onların birasına eşlik etmek yerine maden suyu istiyo
rum. Bugün karaciğerimi dinlendiriyorum, diyorum. Ne iş
yaptıklarını soruyorum. Üniversitede okuyorlar. Hafta son
larını burada geçiriyorlar. Müziğe, sinemaya ilgi duyuyor
lar. Kadınların üçü de afişlerin üstünde gördüğüm anarşist
A harfini kolye yapmış, boyunlarında taşıyorlar. Benim kol
yem yok. Yüzük takmıyorum. Evdeki eşyalarım arasında ta
kıya rasthı.madım. Kol saati bile kullanmıyorum. Bir kolyem
olsaydı B harfini seçerdim, herhalde. Blues'un B'si. Kolyem
görünsün diye gömleğimin iki düğmesini açık bırakırdım.
Onunla sahneye çıkardım. Geceleri onunla yatardım. Ka
ranlıkta elimi göğsüme götürür, B'nin kıvrımlarını parmak
larımla yoklardım. Sonra bir gece kolyeyi boynumdan çıka-
88
rır, avucumda sıkı sıkı tutar, Boğaz'ın sularına atlardım. B'yi
denizin dibine bırakırdım, soğuk yosunların arasına. Tek
rar su yüzüne çıktığımda, oraya ne bıraktığımı anımsamaz
dım. B'nin diğer harflerden farkı kalmazdı. Bütün harfler ay
nılaşırdı. Sessizce. Şu afişlerin üstündeki A nedir, diye soru
yorum. Yani neden yüz yıl önce yaşamış bir sultanın resmi
nin üstüne çizilmiş? Kahkahayla gülüyorlar. Güzel bir şaka
yaptığımı sanıyorlar. Haklısınız, diyorlar, adam şimdi dev
letin başında ama yüz yıl öncesinin kafasını taşıyor. O yüz
den kafasını boyadık. Siz mi yaptınız bunu? Evet, geçen haf
taki protesto sırasında yaptık. Diğer sokaklardaki yazıların
çoğu da bize ait. Gençler kutlama havasında biralarını to
kuşturuyorlar. Ben de maden suyu şişemi kaldırıyorum. Yi
ne zamanı karıştırdığımı, bu kez de yaşayan birini geçmişe
ait sandığımı anlıyorum. Duvardaki afişlere yeniden bakıyo
rum. Devlet adamlarının geçmişi mi bugüne taşıdığını, yok
sa bugünü mü geçmişe götürdüğünü anlamaya çalışıyorum.
Bunu gerçekleştirmek için neden şiddete ve yalana başvur
duklarını merak ediyorum. insanları küçük hayatlarında ra
hat bıraksalar, zaten kimse geçmişin çemberinden çıkma
yacak. Herkes, çoğu şeyi unutsa bile, geçmişin çemberin
de yaşayacak. Şu sokakta dolananlara bakıyorum. Bir yıl ön
cesini, on yıl öncesini anımsıyorlar. Zihinlerinde can acıtı
cı boşluk taşımıyorlar. Çaresiz kaldıklarında kendilerine ya
lan söylüyorlar. Ağlıyor, öfkeleniyor, küsüyorlar. Nihayet
sakinleştiklerinde kendileriyle barışıyorlar. Sonra da bana
acıyarak bakıyorlar. Bana acıyarak bakmayın, diyorum. Si
ze neden acıyarak bakalım, diyorlar. Boratin Bey, neden öy
le dediniz? Kahretsin ! Söylememem gereken sözler söylü
yorum. Aklımdan geçen kelimeler ağzımdan dökülüveriyor.
Ne yaptığımın farkında değilim. Yani, diye açıklamaya çalı
şıyorum, siz geçen hafta bu afişlerin üstünü boyarken, ben
burada değildim, size katılamadım. Bu yüzden beni kınama-
89
yın. Açıklamam, masa arkadaşlarımı rahatlatıyor. Yanımda
oturan mavi elbiseli kadın elini elimin üstüne koyuyor. Bo
ratin Bey, diyor, bir dahaki eylemde sizinle bu sokakta bulu
şalım, her yeri birlikte boyayalım, olur mu? Olur, diyorum
ve ekliyorum, bu çağda bir siyasetçinin kendini sultan san
ması gülünç. Ben de bazen kendimi başka biri sanının ama
bunu ortalığa saçarak gülünç duruma düşmekten sakını
rım. Haklısınız, diyor kadın, hepimizin öyle hissettiği anlar
olur. Ama biz başkalarını zorlamayız, insanları kendi inan
cımızın içine hapsetmeyiz. Yoksa bizim rüyamız, başkaları
nın kabusu haline gelir. Kadının sesindeki yumuşaklık be
ni sabaha kadar bu masada tutabilir. Aklımın almadığı şey
lere beni inandırabilir, bana yeni bir geçmiş verebilir. Hava
iyice serinledi, diyor, sıcak bir bara gidip biraz müzik dinle
yelim mi? Uzun süredir dostmuş gibi yan yana yürüyor, so
kakları adımlıyoruz. jartiyerli vitrinlerin önünden, üzeri çi
zili afişlerin yanından geçiyoruz. Kusmuk kokusu yayılan
bir sokakta, fosforlu bir kapıdan giriyoruz. Bir masaya otu
ruyoruz. Garson gelip doğrudan benimle konuşuyor. Hoş
geldiniz Boratin Bey, diyor, sizi burada gördüğümüze mem
nun olduk. Ne içmek istersiniz? Bira ve maden suyu istiyo
ruz. Diğer masalara göz atıyoruz. Sahnedeki grubun çaldı
ğı rock şarkısını dinliyoruz. Etraftaki kalabalıktan yavaş ya
vaş sıyrılıp kendimize dönüyoruz. Gürültüye rağmen sesi
mizi birbirimize duyuruyoruz. Şarkılardan, kitaplardan söz
ediyoruz. A ile başladığımız geceyi, canlı müzik devam et
se, belki de Z'ye kadar sürdüreceğiz. Üçüncü içeceklerimiz
de müzik bitiyor. Arkadaşlarım sabahı burada karşılamaya
niyetli görünüyorlar. Ben yorulduğumu hissediyorum. On
lara güzel gece için teşekkür ediyorum. Yerimden doğrulu
yorum. Benimle birlikte ayağa kalkıyor, kırk yıllık dost gibi
bana tek tek sarılıyorlar.
Dışarı çıktığımda keskin ayazla karşılaşıyorum. Gece hay-
90
li ilerlemiş. Ellerimi cebime koyup anacaddeye doğru yürü
yorum. Cebimdeki kağıdı fark ediyorum. Çıkanp mavi elbi
seli kadının verdiği telefon numarasına bakıyorum. İnce ra
kamlar ve bir ad. Kağıdı anacaddede rastladığım ilk çöp ku
tusuna atıyorum. Biraz ileride bir ara sokağa sapıp evin yo
lunu tutuyorum. Eski bir çeşmeden su içiyorum. Binalar
daki ışıklı pencereleri sayıyorum. Küçük bir caminin kö
şesinden dönerken, karanlığın içinden gelen bir sesle irki
liyorum. Duvar dibindeki yaşlı dilenci, sigaran var mı deli
kanlı, diyor. Korkuttun beni, diyorum. Tek bir sigara ver
sen, diyor. Duvann ışık düşmeyen tarafında battaniyeye sa
rınmış oturuyor. Sanki uzun zamandır benim buradan geç
memi bekliyor. Cebimdeki sigara paketini çıkarıp veriyo
rum. Paket kalsın, diyorum. Bütün paket mi, diyor. Evet, di
yorum. Sen sarhoş musun, diyor. Hayır, diyorum. O sırada
sabah ezanı başlıyor. Kargalar havalanıyor. Sokağın aşağı
sından gelen birkaç karaltı camiye giriyor. Dilencinin yanı
na çömeliyorum. Cüzdanımı çıkarıyor, karanlıkta parmak
larımın değdiği ilk kağıt parayı çekip ona veriyorum. Parayı
alırken bir şey demiyor. Hoparlörün boğuk sesinden yayılan
ezanın bitmesini bekliyor. Ancak ondan sonra, Allah senden
razı olsun, diyor. Allah hakkında bir şey diyemem, sen ra
zı ol yeter, diyorum. Sen sarhoş musun, diyor yine. Değilim,
diyorum, istersen soluğumu kokla. Kokluyor. Haklısın, di
yor. Allah'ın sana hiç yardımı oluyor mu, diyorum. Oluyor,
diyor. Nasıl, diyorum. İşte, seni gönderiyor, diyor. Sakalını
sıvazlıyor. Benim sakalım yok, diyorum. Seni bazen sakalsız
bazen sakallı gönderiyor, diyor, bazen yaşlı bazen genç, ba
zen kadın bazen erkek kılığında gönderiyor. Peki sana kö
tülük edenleri kim gönderiyor, diyorum. Sakalını sıvazlıyor.
Kardeşim olacak o nankör gönderiyor, diyor. Neden, diyo
rum. Kötülüğe neden gerekmez, diyor. Sence ben Allah'a
inanıyor muyum, diye soruyorum. Sen inanıp inanmadığı-
91
nı bilmiyor musun, diye karşılık veriyor. Bilmiyorum, diyo
rum. Sakalını sıvazlıyor. Sen inanmasan da olur, diyor, iyi
adamsın. Umanın haklısındır, diyorum. Biliyor musun, di
yor, başlangıçta Allah'ın bir emaneti varmış. Onu göklere ve
dağlara teklif etmiş. Onlar emaneti yüklenmekten çekinmiş
ler, korkmuşlar. O emanete insan talip olmuş. Doğrusu, in
san daha o zamandan cahilmiş, çok zalimmiş. Taşıyamaya
cağı yükün altına girmiş. Yalan söylemiş. Cana kıymış. Dün
yayı zindana çevirmiş. Sonunda, emanetin ne olduğunu da
unutmuş. Unutulan o emaneti şimdi kimin taşıdığını bile
meyiz. Belki sen taşıyorsun.
92
O Sözcüğü Bulmadan önce
- 16 -
93
visi görüyordu. Cenazesi bugün kalkıyor. Boratin avucun
daki çay bardağına bakıyor. Çayın suyuna tavanın, avizenin
ve kendi görüntüsünün düştüğünü biliyor. Ama hiçbiri gö
rünmüyor. Yalnızca dalgalı bir ışıltı var. Ölen arkadaşının
görüntüsü de bardakta, sarı turuncu ışıltıların arasındadır.
Ölen kim, akrabam mı, arkadaşım mı? Çocukluk arkadaşın.
Uzun yıllar görüşmemiştiniz. Onun lstanbul'da yaşadığın
dan bile haberdar değildin. Hastaneye düştüğünü ablandan
duydun. Bana anlattın. Birlikte hastaneye gittik. Seni gördü
ğüne çok sevindi. Sen sonrasında her hafta onu ziyaret ettin.
Öyleyse bu çok kötü Bek. Neden kötü olsun Boratin? Baksa
na, düzenli görmeye gitmişim, belli ki ortak geçmişimiz onu
mutlu etmiş. Sonra ben aniden, yani belleğimi yitirince ziya
retleri kestim. Merak etmemiş midir, onu terk ettiğimi dü
şünmemiş midir? Hayır Boratin, öyle olmadı. Senin yerine
ben ziyaretleri sürdürdüm. Senin yurtdışına gittiğini, orada
ki çalışmaların bitince döneceğini söyledim. Boratin iç çeki
yor. Bek, diyor, yokluğuma bile sahip çıkıyorsun. Yeni ha
yatımda inanmam gereken şeylerin başında sen geliyorsun.
Abartma Boratin, ben her zamanki benim, sen de her za
manki sensin. Henüz bunun farkında değilsin. Bek, sen ba
na arkadaşımdan söz ediyor ama onun adını söylemiyorsun.
Onun adını öğrenip öğrenmemekte kararsızım. Geçmişe ait
biri, yani geçmişin dünyasında kalmış ve orada yitmiş biri.
Bugünümde yok, yarımında da yer almayacak. Sence ne yap
malıyım? Bence onun adını bilmelisin. Söyle o zaman, adı
neydi? Zafir. Boratin öylece avucundaki çay bardağına ba
kıyor. Zafir için ne yapabilirim şimdi? Yapacak bir şey yok.
Cenazesine de gitmen gerekmiyor, seni yurtdışında sanıyor
lar. Gidersen orada seni tanıyan akrabaları çıkar, ama sen
kimseyi tanıyamayacaksın. Bu zorluğa düşmemelisin. Buna
rağmen gelip sana haber vermek istedim. Sonradan duydu
ğunda, sana zamanında haber vermediğimden dolayı üzüle-
94
bileceğini düşündüm. Boratin çaydan ilk yudumunu alıyor.
Ben cenazeye gitmek istiyorum, diyor.
Öğlen vakti caminin avlusuna girdiklerinde, büyük bir
kalabalıkla karşılaşıyorlar. Taziye çelenkleri yan duvarı boy
dan boya sarıyor, tabutun arkasındaki duvara kadar uzanı
yor. Zafir'in tanınan, sevilen biri olduğu insanların yüzlerin
den anlaşılıyor. Kimileri ağlıyor, kimileri birbirine sarılıyor.
Küçük gruplar halinde toplanmış, az sözcükle ve alçak.ses
le konuşuyorlar. Tabutun bulunduğu taraftan orta yaşlı bir
adam onlara yöneliyor. Ahmet Dayı bu, diyor Bek, Zafir'in
dayısı. Adam gelip Boratin'i kucaklıyor. Boratin ancak onun
kollarından kurtulduktan sonra konuşabiliyor. Başımız sağ
olsun Ahmet Dayı, diyor, bu sabah döndüm memlekete, ha
beri alır almaz da buraya geldim. Senin de başın sağ olsun
Boratin, iyi ki geldin. Cenazeyi namazdan sonra Nehirce'ye
götüreceğiz. Zafir oraya gömülmeyi vasiyet etti. Sen de bi
zimle gelir misin? Bek araya giriyor. Dayıya sarılarak, başı
nız sağ olsun, diyor. Dostlar sağ olsun Bek. O sırada yaşlı bir
çift yaklaşıyor. Dayı gidip onların elini öpüyor. Bunu fırsat
bilen Boratin kalabalığın ortalarına yürüyor, peşinden gelen
Bek'le birlikte gözden yitiyor. Bulutlu hava, cenazenin ma
temine uygun bir karaltı veriyor gün ortasında. Uzun boylu
ağaçların son yaprakları dökülüyor. Boratin ile Bek duvar kı
yısında ilerliyor, tabutu görebilecekleri bir yerde duruyorlar.
Tabutun önünde Zafir'in güleç yüzlü bir fotoğrafı var. Sakal
ları kısa tıraşlı. Saçları briyantinli. Gözlüğü kemik. Bek, di
yor Boratin, Zafir ne iş yapıyordu? Modacıydı. Evli miydi,
çocuğu var mıydı? Nişanlıymış, hastalıktan bir süre önce ay
rılmışlar. Nişanlısı kimdi, ben tanıyor muydum? Hayır, tanı
mıyordun. Boratin peş peşe sorular sorarken aklındaki asıl
soruyu kendisine saklıyor. Ben neden bu tabutun içindeki
değilim de dışarıdan tabuta bakan kişiyim, diye düşünüyor.
Etraftaki kalabalığın kıyafetlerindeki şıklığın ölüye saygı-
95
dan mı yoksa aynı moda çevresine ait olmalarından mı kay
naklandığını da merak ediyor. Şimdi ben tabutun içinde ya
tıp dışarıdaki kalabalığa baksaydım ne düşünürdüm? Bana
yakışır kıyafetlerle geldiklerinden dolayı herkese minnet mi
duyardım, yoksa onların yaşamayı sürdürmelerinden dolayı
kendi halime mi üzülürdüm? Belki de mutlu hissederdim.
Dirilerin bilmediği bir huzurla tabutta yatarak, bu son daki
kaları sevdiklerimin sesleri arasında geçirirdim. Onların ke
derinin kısa sürede geçeceğini bilirdim. Benim zamanım ile
onların zamanı, tabutum toprağa indirilene kadar aynı hız
da akardı. Sonra üzerime toprak atıldığında, ben dirilerin za
manından çıkarak ölülerin zamanına inerdim. Yakında beni
unutacaklarını bilirdim. Buna içerlemezdim çünkü ben da
ha önce unutacaktım onları. Yine de aklımdaki son sorunun
yanıtını merak ederdim: Ben neden tabuta bakan kalabalık
tan biri değilim de tabutta yatan kişiyim?
Avludaki kalabalık artıyor. Çelenklerin dizildiği duva
ra yeni çelenkler ekleniyor. Gazeteciler tabutun ve gözyaşı
na boğulmuş yüzlerin fotoğrafını çekiyor. Bir ara geriye dö
nen Boratin, avlu kapısından giren kadın grubunun içinde
uzun saçlı birini fark ediyor. Bu kadını daha önce Galata Ku
lesi'nin yanındaki kafede görmüştü. Sonraki günler boyun
ca onu düşünmüş, geçmişte nerede ve nasıl tanıştıklarını çı
karmaya çalışmıştı. Her zamanki gibi boşuna bir çabaydı bu.
Boratin kalabalığın içlerine çekilirken, görünmesek iyi olur,
diyor. Kime görünmesek, diye soruyor Bek. Etraftaki gazete
cileri diyorum Bek, bizi de tanıyıp fotoğrafımızı çekmek is
teyebilirler. Gel, şu ağacın yanına geçelim. Boratin gözlüğü
nü ve beresini takıyor. Siyah gözlüğünün ardından insanla
ra daha rahat bakıyor. Yüzlerdeki gerginliği anlamaya çalı
şıyor. Ayrılık insanlara zor geliyor olmalı. Ölüler gömülme
li, diriler sokağa dönmeli. Herkes bir an önce asıl yerine git
meli. Bunun için namaz safına giriyorlar. Tabuta yaklaşıyor-
96
lar. Ölünün karşısında başlarını eğiyorlar. Biz çıkalım, di
yor Boratin, Zafir'in dayısı namazdayken buradan uzaklaşa
lım. Şu taraftan gidelim, duvar kenarından. Avlunun kapısı
na varınca Boratin tabutun etrafında kenetlenen erkek kala
balığına son kez bakıyor. Bek, diyor, doktorum bana bu in
sanlar gibi olmamı söylüyor. Geçmişi bilmemi ve geçmiş
ten ders çıkararak hayatıma yön vermemi öğütlüyor. İnsan
lar ruh sağlıklarını böyle kazanırmış. Demin Zafir'in fotoğra
fına nasıl baktıklarını fark ettin mi? Onun bir fotoğrafa dö
nüşmesinden memnunlar. Anı dedikleri, fotoğraftan ibaret.
Geçmişimi yitirdiğimden dolayı ne kadar korku içindeysem,
şimdi bu insanlara benzemekten de o kadar korkuyorum.
Yarın doktor randevum var, ama artık gitmeyi düşünmü
yorum. Kafamın içinde sürekli kendimle konuşmaktan yo
ruldum, doktor beni daha çok yoruyor. Geçmiş sözcüğün
den de nefret eder hale geldim. Madem geçmişi unuttum,
geçmiş sözcüğünü de unutayım. Onunla hiç bağım kalma
sın. Boratin'in sesi farkında olmadan yükseliyor. Yakınların
daki birkaç kişi dönüp ona bakıyor. Sakin ol, diyor Bek, sa
kin ol, bunu biraz konuşalım seninle, olur mu? Olur. O sı
rada Bek'in telefonu çalıyor. Hızlı adımlarla avludan çıkı
yorlar. Dar kaldırımda Bek önde, Boratin arkada yürüyorlar.
Sokağın sonunda bir parka varıyorlar. Bek telefon konuşma
sını bitirince, parkın ortasında bir banka oturuyorlar. Bu
lutlu göğe bakıyorlar. Yağmur, diyor Boratin, en son ne za
man yağmur yağdı? Bu yıl kurak geçiyor, diyor Bek, normal
de sonbahar lstanbul'un yağmur mevsimidir. Bir başladı mı
uzun süre soluk aldırmaz. Yağmuru mu merak ediyorsun?
Bilmiyorum Bek, her şeyden bıktığımı hissediyorum. Her
şey ne ki, diye sorarsan, onu da bilmiyorum. Günlerce ev
de kalıyor, kendi başıma odalar arasında dolanıyorum. Son
ra hava almaya dışarı çıkıyorum. Dışarıda geçirdiğim saat
ler boyunca yaşadıklarım kafamı dolduruyor, beni günlerce
97
meşgul ediyor. Bu sabah Zafir diye birini öğrendim. Cenaze
sine geldim. Dayısıyla konuştum. Dayısı az kalsın beni zor
la Nehirce'ye götürecekti. Kalabalıkta tanıdık sandığım yüz
lere rastladım. Bunlar beni yoruyor. Sonraki günlerim bun
ları düşünerek, birinden ötekine anlamsız düğümler atarak
geçiyor. Doktorla görüşmelerim, bu düğümleri çoğaltmak
tan başka işe yaramıyor. Boratin, diyor Bek, kendini zorla
ma. Zamana ihtiyacın var. Ben de doktorunla konuşuyor,
ondan senin hakkında öneriler alıyorum. Sabretmemiz ge
rektiğini söylüyor. Bek, doktor sana da mı sabırdan söz edi
yor? Evet. Madem öyle, sabredelim bakalım. Boratin, bir şey
daha var. Nedir o, iyi mi, kötü mü? Kaygılanma, iyi haber.
Neymiş? Demin bana telefon eden, Suzan'dı. Suzan? Senin
eski kız arkadaşın. Almanya'dan arıyor, haftaya lstanbul'a
gelecekmiş. Seni görmek istiyormuş. Peki, benim durumu
mu biliyor mu? Evet, biliyor. Susuyorlar. Göğün dalgalı ör
tüsüne bakıyorlar. Uzaklarda yanıp sönen bir şimşek parıltı
sı görüyorlar. Bakışlarını o yana dikerek, şimşeğin yinelen
mesini bekliyorlar. Sence onunla görüşmeli miyim? Evet Bo
ratin, görüşsen iyi olur. Neden? Belleğimin kapısı açılabilir
ya da onunla eski ilişkimiz yeniden başlayabilir diye mi gö
rüşeyim? Aklından ne geçiyor Bek, söyle bana. Bir şey dü
şünmüyorum Boratin, yalnızca görüşmeniz gerektiğine ina
nıyorum.
- 17 -
Aynanın önünde durup sayıyorum. Bir, iki, üç, çok. Eski bir
kabilede, insanlar üçe kadar sayar, sonrasına çok derlermiş.
Bana her şey çok görünüyor, kendimle ve aynadaki görün
tümle bile baş edemiyorum. Aynayı duvardan alıyorum. Çi
visinden çıkarıp dikkatle yere koyuyorum. Aynanın boyu
98
benim boyuma yakın. Ağır. Tozlu. Sırları dökülmeye baş
lamış. Çerçevesinin ceviz oymaları kararmış. Oymasındaki
gül dalları iç içe, çerçeveyi boydan boya dolanıyor. Aynayı
nereye kaldıracağımı düşünüyorum. Yatağın altına veya do
labın arkasına koyabilirim. Görünmez bir yere. Ondan kur
tulabilirim. Aynanın belleği sınırsız. Gördüğü her şeyi içi
ne alıyor. Benim eski halimi, çıplak halimi, uykudaki halimi
kendinde tutuyor. Uykuda nasıl olduğumu ben bile bilmez
ken ayna biliyor. Hiç uyumuyor. Belki o da beni bir ayna sa
nıyor. Bekliyor. Neyi beklediğini bilmiyorum. Ben de onun
zamanına uyup bekliyorum. Günlerce. Haftalarca. Sabah
lar birbirini yineliyor, geceler birbirini izliyor. Göğün rengi,
mavi ile gri arasında gidip geliyor. Sonbahar bir türlü geçmi
yor. Gözümü hastanede açtığımdan beri aynı mevsimdeyim.
Ne yaza dönebiliyor ne de kışa girebiliyorum. Bazen, ayın
görünmediği karanlık gecelerde, aynada bir madencinin
kazmasından çıkan sesleri duyuyorum. Yerin metrelerce al
tından gelen tok sesler kayaları oyuyor. Binlerce yıldır kazı
lan bir maden bu. Rutubet kokulu. Kayalardan çıkan her ses
bir sözcüğe karşılık geliyor. Eskiden anlamını bildiğim ama
şimdi bana uzak görünen sözcükler çınlıyor. Geçmişimle
birlikte eski dilimi de unuttum. İnsanın dışarıyla konuştuğu
dil başka, kendisiyle konuştuğu dil başkadır. Kendisine kar
şı şefkatli olan dil, başkasına hırçın olabilir. Kendisine mer
hamet eden dil, başkasına insafsızlık edebilir. Gözlerimi bir
hastanede açtım. Bir eve geldim. Birkaç kişiyle görüştüm. Bu
kadar. Kendimi anlayabileceğim dili göremedim. Bu dili ay
nada bulabilirim diye bekliyorum. Aynanın önünde yemek
yiyor, oturuyor, uyuyorum. Uyanıyor, bir önceki günü tek
rar ediyorum. Kendimden şüphe ediyorum. Çünkü aynada
ki Boratin bana şüpheyle bakıyor. Benim suçum ne ki? Kim
se doğumundan öncesini bilemez. Ben de önceki halimi bil
miyorum. Bilmem gerektiğinden de artık emin değilim. ln-
99
san hayatının aslında geçmişin anımsanmasına değil parça
parça unutulmasına yaradığını anlıyorum. En uzak geçmiş,
dündür. Isa daha dün çarmıha gerildi, Roma dün yakıldı, İs
tanbul dün fethedildi. Bu kadar. Geri kalanlar unutuldu. Bir
tek ayna unutmadı hiçbirini.
Aynayı alıp yatağın diğer yanına koyuyor, balkon kapısına
çeviriyorum. Aynanın içindeki İstanbul görüntüsüne bakı
yorum. Beyazıt Kulesi incecik yükseliyor. Topkapı Sarayı'nın
çatılan ile Gülhane Parkı'nın ağaçlan birleşiyor. Bin yıl ön
ce bol kürekli kadırgaların demirlediği Haliç'te şimdi bol ma
kineli gemiler duruyor. Ayna, ahşap binalı mahalleleri yok
eden son İstanbul yangınını göstermiyor. Gülhane'nin ağaç
larına her yüz yılda bir asılan isyancıların bedenlerini teşhir
etmiyor. Geçmişi kendinde tutarken, yalnızca şimdiki zama
nı yansıtıyor. Bu yeter, diyor, sana bu yeter. Karşı terastaki
çamaşır iplerinde, yeni yıkanmış çarşaflar güz yeliyle savru
luyor. Çarşafların ötesinde, uzakta deniz feneri yanıp sönü
yor. Fenerin ışığında yıldızlar bir yitiyor, bir beliriyor. Ben
bununla yetinebilirim. Bu kente ve kendime alışabilirim. Boş
bir bellekle yaşayabilirim. Bu kadar. Bir tek şunu öğrenmek
isterdim: Uğruna ölünecek ne vardı hayatta? Ölüm bir söz
cükten ibaretken, insan neden kendine kıyardı? Ölüm söz
cüğünü bulmadan önce insanlar ölümü bilmezdi. Hayvan
lar ölümü bilmez. Geçmişi de bilmez hayvanlar. Yalnızca ya
şar ve ölürler. Geçmişi insanlar yarattı. Onu sözcüklerle do
nattılar. Geçmiş denen haritada insanlar bazen mutlu oldu
lar, bazen kan akıttılar. Ayna bunu iyi bilir. lstanbul'un bina
larını ve ağaçlarını yansıtırken, geçmişi saklaması boşuna de
ğil. Bana karşı sessizliğinin nedeni de bu. Bulutlar yoğunla
şıyor. Aynada yaprakların rengi soluyor. Balkonun ortasında
kırık yumurta parçalan görünüyor. Gördüğümden emin ola
mıyorum. Aynadan ayrılıp balkona yaklaşıyorum. Yaprakla
rın arasındaki iki kırık yumurtaya bakıyorum. Ne zaman ol-
1 00
du bu? Yumurtalann beyaz kabukları ufalanmış. İçleri ku
rumuş. Renklerine toz karışmış. Elime bir yaprak alıyorum.
Kuru yaprağı avucumda ufalıyorum. Neden sonra cesaret
edip sol taraftaki yuvaya bakıyorum. Güvercini yerinde göre
miyorum. Çıplak ayakla yapraklara basıyor, balkon demiri
ne çıkıyorum. Yuvanın içinde yumurta yok. Yerdeki yumur
talann buradan düştüğünü, daha doğrusu buradan atıldığı
nı anlamak zor değil. Kargalar mı, martılar mı, eski binalann
çatı aralanna saklanan baykuşlar mı yaptı bunu? Onlar yap
saydı, yumurtalan kurumaya bırakmaz, yerlerdi. Güvercinin
kendisi mi yaptı? Belki yumurtalar yavru çıkarmaya uygun
değildi. Bunu fark eden güvercin yumurtalan yere attı. Bin
bir emekle ördüğü yuvayı boşaltıp gitti. Ya da nedensizdi, yu
murtalarda sorun yoktu. Güvercin her zamanki gibi yumur
talann üzerinde oturuyordu. Caddeden gecenin yorgun ara
balan geçiyordu. Evler bir bir uykuya yatıyordu. Uzaktan bir
yük gemisinin düdüğü geliyordu. Güvercin yuvadan kalktı.
Durup bir süre yumurtalan süzdü, ilk kez görmüş gibi. Yü
zünü göğe çevirdi. Gökten bir işaret, bir kanat sesi bekledi.
Karanlıktı. Soğuktu. Bekleyişi kısa sürdü. Yumurtalan aldı,
önce birini sonra diğerini boşluğa bıraktı. Yumurtalann be
tonda dağılmasına baktı. Ve uçup gitti.
Yumurtalann üzerini birkaç yaprakla kapatıyorum. Doğ
mamış da olsalar güvercin yavrularına mezar örtüsü yapı
yorum. Doğrulup üzerimi silkeliyorum. Odaya girip bal
kon kapısını kapatıyorum. Yatağa, aynanın yanına oturuyo
rum. Elimi aynanın omzuna koyuyorum. Arkadaş gibi. Ko
modinin üzerindeki ilaç şişelerinden birini alıyorum. Ağzı
ma bir hap atıp bol suyla yutuyorum. Diğer şişeden bir hap.
Ve üçüncü şişeden de bir tane. Bugünün sonuna geliyorum.
Çocukların gece masalları, benim gece ilaçlarım. Kendimi
uykuya hazırlıyorum. En azından niyet ediyorum. Belki o
gece, bu gecedir. Uyuyacak ve sabahleyin yeşermiş bir akılla
1 01
uyanacağım. Yeni bir bestenin ezgisini mırıldanacağım. Ay
nayı alıyor, eski yerine taşıyorum. Beni uykusuz bıraktığı ve
geçmişimi benden sakladığı için kurtulmak istediğim ayna
nın kusuru yok. Bu odanın fazla parçası ayna değil, benim.
Yatak, perde, dolap, komodin, lamba ve ayna uyum içinde.
Ben gelmeden önce buradaydılar. Balkon demiri, karşıdaki
teras, denizin tuzlu kokusu buradaydı. Kendime karşı insaf
lı olmak aynaya karşı insaflı olmaktan geçiyor. O bana yan
lış yapmadı, ben kendi kendime yanlış yaptım. Eskiden iyi
biriymişim, mutluymuşum. Neden köprüden atlayıp ölmek,
suların dibinde balıklara yem olmak istedim öyleyse? Balık
lara yem olmak mı? Bu aklıma gelmemiştir herhalde. Yoksa
atlamaktan vazgeçerdim (vazgeçer miydim?). Aynayı iki ya
nından tutup duvardaki çivisine asıyorum. Geri çekilip ken
dimi süzüyorum. Aynanın içindeki Boratin sakinleşmiş gö
rünüyor. Onunla tekrar konuşmayı deniyorum. Merhaba,
diyorum. Merhaba, diyor. Ben müzisyenim, diyorum. Ben
müzisyenim, diyor. Ben iyiyim, diyorum. Ben iyiyim, diyor.
Aynı anda konuşuyoruz, kimin kimi yinelediği anlaşılmıyor.
Bu oyunu her gün oynayabilir, günün birinde karşılıklı gül
meyi bile başarabiliriz. Seni seviyorum, diyorum. Seni sevi
yorum, diyor. Bir daha söylüyorum. Bir daha söylüyor. Ak
lım yoruluyor. Bütün askerlerinin adını bilen bir Pers kralı
varmış, bir gün onun gibi olmaktan, her şeyi anımsamaktan
korkuyorum. Azla yetinebilirim ben. Bir, iki, üç. Kendime
alışabilir, az şeyle yaşayabilirim. Gerisi, çok.
- 18 -
1 02
se salonda eksiklik olduğunu, buraya yeni şeyler gerektiğini
düşünüyorum. Boşluğu hissediyorum ama neyin eksik oldu
ğunu, nelerin alınması gerektiğini bilemiyorum. Hayali liste
ler yapıyorum. Televizyon alabilirim, diyorum. Bir vazo, sal
lanan koltuk, bir masa lambası. Duvardaki plak kapaklarını
indirip duvarı yeni bir renge boyayabilirim. Plakların yerine
eski lstanbul'u gösteren bir tablo asabilirim ya da ablamın bir
fotoğrafını. Eski lstanbul'u zihnimde canlandırabiliyorum
ama ablamın yüzünü hayal edemiyorum. Bende fotoğrafı
yok. Nasıl biri acaba? Bana benziyordur. Sesi Bessie Smith'in
sesi gibiydi, yüzü de belki onu andırıyordur. Boratin ile Bes
sie Smith'in karışımı bir kadın. Müziği seviyor mudur? Tele
fon defterini alıyor, ablamın numarasını buluyorum. Başka
sınınkiyle karıştırmam artık, geçen hafta numarasının önüne
adını yazmıştım. Kırmızı-siyah telefonu çekip dizime koyu
yorum. llk rakamı çeviriyorum. Ahizedeki sesler, kentin al
tındaki kablo tünellerinden geçip dağlan, ormanları katedi
yor. Rakamlar nemli toprakta ışıklı böcekler gibi kayıyor. Ye
raltında milyonlarca böcek kendi yolunu arıyor. Benim ra
kamlarım diğer uçtaki evde bir araya gelince telefon çalmaya
başlıyor . Bu kez hazırım. Telefona tanımadığım biri de çıksa
konuşacağım. Sorulan yanıtlamak yerine bu kez sorulan ben
soracağım. Alo, buyurun ... Abla? Boratin... Nasılsın abla? iyi
yim, iyiyim, asıl sen nasılsın, bir-iki kez aradım evde bulama
dım. iyiyim, çalışıyorum işte. Yurtdışına gidip gelmişsin de
diler. Öyle mi, kim söyledi? Geçende bizim Zafir'in cenaze
si vardı ya, orada söylediler. Seni lstanbul'daki cenazede gör
düklerine sevinmişler. Zafir'le çok iyi arkadaştınız, çocuklu
ğunuz birlikte geçmişti. Evet abla, hep beraberdik. Yalan mı
söylüyorum ben? Yalan denemez buna. Geçmişi onaylayabi
lir, onu yaşanmış sayabilirim. Bu evde eskiden bir Rum ka
dının yaşaması, eşyalar biriktirmesi ve sonra onları bıraka
rak gitmesi kadar gerçek. Ben bunu da başkasından duydum,
1 03
inandım. Kendi hayatımı duyunca neden inanmayayım? Bo
ratin, ben yıllardır Zafir'i görmemiştim. lstanbul'a gidip bir
daha dönmemişti. Çok değişmiş miydi? Ablam zor sorula
n kolaylıkla soruyor. Soluğunu tutup yanıt vermemi bekli
yor. Nasıl desem, bilmem ki? Biliyorsun, ben de uzun yıllar
görmemiştim onu. Sonra hastaneye gittiğimde, Zafir'in has
talıktan rengi solmuştu. Rengi solunca insan kendisine ben
zemez artık. Biraz toparlandı, bir-iki ziyaretten sonra eski ha
line döner gibi oldu. Benim tanıdığım Zafir geri geliyor san
dım. Ama insan eski haline ne kadar dönebilir ki? Onun da
bir sının var. İnsanın yüzü eski yüzüne benzese, gülüşü ben
zemez, ya da kullandığı sözcükler benzemez. Bir deniz ge
çilmiştir artık, giden geri dönse de kendisini bulamaz. Abla,
kim kendi eski halini bulabilir ki bu dünyada? Boratin, bak
sen eski haline dönüyorsun. Böyle anlamadığım sözleri öğ
rencilik çağında söylerdin. Uzun zamandır benimle böyle ko
nuşmamıştın. Nasıl konuşmamıştım? Yani biraz kederli bir
sesle, kitap okur gibi... Abla, sesim kederli mi benim? Olur
öyle canım, neden kederli olmayasın. Çocukluk arkadaşın
ölmüş. Ama ölenle de ölünmüyor, sen kendini harap etme.
Abla, Zafir'le yıllardan sonra görüşünce eski günlerden, ço
cukluğumuzdan söz ettik. Biliyor musun, onun söz ettiği pek
çok şeyi ben anımsamadım, benim söz ettiklerimi de o anım
samadı. Geçmişi birlikte yaşamıştık ama ikimiz geçmişe fark
lı yerden bakıyor, farklı şeyler görüyorduk. Şimdi düşünüyo
rum da abla, acaba seninle geçmişimize bakınca biz de farklı
şeyler mi görüyoruz? Boratin, yine tuhaflaştın, Zafir'le görüş
mek seni eski günlerine götürmüş. Öyle mi görünüyor abla?
Öyleyse bile, sonra o günleri de yitirdim. Ne demek istiyor
sun? Yani Zafir ölünce onunla paylaştığımız çocukluk çağla
n da yitip gitti. Boratin, onlar seninle birlikte yaşar. Bak şim
di onlardan söz ediyorsun, demek ki yitmemişler. Nehirce'ye
bir gelsen, Zafir'in söz ettiklerini yeniden anımsayacaksın.
1 04
Abla, diyorum, uzun zamandır gelmedim, sence geldiğim
de değişmiş bulur muyum orayı? Boratin, bunca zamandan
sonra geldiğinde biraz değişmiş bulabilirsin. Beni de değiş
miş bulur, belki tanımazsın. Ablam içten bir kahkaha atı
yor. Kahkahası ahizede yankılanırken, hayır, diyorum, sen
değişmemişsindir. Kahkahan aynı güzellikte. Boratin, diyor,
görünen o ki sen üç yıl daha gelmeyeceksin buraya. Bunu
nereden çıkardın, diyorum. Gelsen Zafir'in cenazesiyle ge
lirdin. Abla, öyle düşünme. Zafir'in ölümüne çok üzüldüm.
Onun akrabalarının ağlayışlarına katılmak yerine üzüntü
mü kendi başıma yaşamak istedim. Bu yüzden onlarla gel
medim. Boratin, sen yoğunsun, çok da yorgunsun, sesin
den anlıyorum. İstersen, ben geleyim İstanbul'a, birkaç gün
sende kalayım, sana bakayım. Gerek yok, diyorum, yakın
da geleceğim zaten. Bu gelişimde uzun kalacağım. Ne gü
zel olur, diyor. Seni dört gözle bekliyoruz. Aladdin de bu
günlerde seni daha çok soruyor. Gelirken masraf edip Alad
din'e fazla eşya alma. O seninle mutlu olur zaten. Pişmani
ye getirsen yeter. Pişmaniye mi? Evet, şu trende sattıkların
dan. Yaşlı komşularımıza da dağıtırız, ama çoğunu arka bah
çedeki Koki Nine'ye veririz. Artık hiç dişi kalmadı. Pişmani
yeyi rahat yer. Biliyorsun, onun belleği kötüleşmişti son yıl
larda, bu yıl dişlerinin tamamen dökülmesiyle birlikte bel
leği de silindi. Hiçbir şey anımsamıyor. Gerçekten mi, diyo
rum, o kadar kötüleşti demek? Evet, bütün gün bahçesinde
şarkı söyleyip duruyor. Konu komşu düzenli yemek yapıp
götürmesek, yemek yemeyi de unutacak. Buna üzüldüm ab
la, yazık yaşlı kadına. Koki Nine'nin son gelişinde sana söy
lediklerini anımsıyor musun? Ne söylemişti ki? Boratin, sen
de mi unutuyorsun? Yok abla, benim dişlerim sağlam. Ara
mıza sessizlik giriyor. Bu sözümü şaka gibi alan ablam gül
memi bekliyor. Yalan söylemeyi başaran ben gülmeyi başa
ramıyorum. İnsanlık hali, diyorum, unutuyorum demek. İn-
1 05
sanlık hali, diyor ablam. Son gelişinde, enişteni defnettik
ten sonra, sen Koki Nine'yi ziyaret etmiştin. O seni bahçe
de görünce, eski günlerdeki gibi güvercinlerinin yanına git
tiğini sanmıştı. Oğlum, demişti sana, yazıktır bu kuşları kü
meste tutup besliyorsun, sal gitsin. Sen de ona, güvercin kü
mesini yıllar önce boşalttığını, şimdi onu ziyarete geldiği
ni söylemiştin. O pek inanmamıştı. Kuşları sal, diye yinele
miş, sırtındaki kuş resmi sana yeter, demişti. Ablamın sözle
rinde kendimi bulmaya çalışıyorum. Ergen yaşında bir Bora
tin. Arka taraftaki yaşlı kadının bahçesinde bir kümes. Renk
renk güvercinler. Sırtımda bir güvercin dövmesi. Anımsa
dım, diyorum, o günü, o konuşmayı. Koki Nine'yi sever
dim. O da seni severdi Boratin. Şimdi görse, belleğini yitir
mesine rağmen seni yine sever. Bu mümkün mü abla, bel
leğini yitiren insan sevgisini sürdürebilir mi? Elbette. lnsan
aklıyla değil kalbiyle sever. Akıldaki bilgi gitti diye kalpte
ki duygu da gidecek değil ya. Ablamın sözlerine inanmak is
tiyorum. Seni seviyorum abla, demek istiyorum. Seni sevi
yorum, diyorum. Ama bunu içimden mi söylüyorum, yok
sa sesim telefonun ahizesine girip yerin altında ışıklı böcek
ler gibi kayıp ona kadar ulaşıyor mu, emin değilim. Sen, di
yor ablam, bir keresinde yüksek ateşle hastalanmış, yatağa
düşmüştün. O sırada bir yılan kümese dadanmıştı. Koki Ni
ne bir gece kümesin yanında nöbete yatıp yılanı öldürmüş
tü. Gece yansı bağırıp seni pencereye çağırmıştı. Karanlık
ta yılanı göstermişti. Sen korkmuştun. Evet, diyorum, ölü de
olsa yılandan korkarım, karanlıkta daha çok korkarım. Ab
la, sana birini soracağım. Zafir'in cenazesinde bir kadın gör
düm. Benim yaşlarımda, benim boyumda. Siyah saçları om
zuna iniyor. Kaşları uzun, keskin. lnce parmaklarının ara
sında hep sigara tutuyor. Öyle birini tanıyor musun? Güzel
biri mi? Sanırım. Ne demek sanırım; güzel mi, değil mi? Gü
zel. Bizim Eylül mü acaba? Eylül? Evet, Eylül'le çocukluğu-
1 06
nuz beraber geçti. Pek serpilip güzelleşti, bu yüzden tanıma
mış olabilirsin. Sen dert etme Boratin, onun nerelerde oldu
ğunu öğrenirim. Önemli değil abla, aklıma gelince sorayım
dedim. Ben asıl Koki Nine'nin halini düşünüyorum. Onu da
dert etme Boratin, Koki Nine cennetlik oldu. Nasıl? Dişleri
ve aklı gidince masumlaştı, yeni doğmuş bebek haline gel
di. Geçmişin günahlan artık ona yazılmaz. Ablam, doktor
dan daha iyi konuşuyor. Sözleri karmaşık değil. Bana bir şey
yüklemeden, zihnimi yormadan, içimi rahatlatıyor. Ablamı
dinlerken, dilimi dişlerimde dolandırıyorum. Dişlerim sağ
lam. Eksiksiz. Boğaz Köprüsü'nden atlarken kaburgam de
ğil de dişlerim kırılsaydı, yalnızca geçmişimi değil, korku
lanmı ve kaygılanmı da denizin dibinde bıraksaydım. Ab
la, diyorum, bir güvercin gelip balkonumda yuva yaptı, bel
ki eskiden kuş beslediğimi hissetmişti. Ama birkaç gün son
ra yumurtalarını yere attı ve yuvasını bırakıp gitti. Boratin,
kuşlar da insanlar gibi talihsizlik yaşar. Belki yumurtalan
na hayat düşmedi. Yavru çıkmayacağını anladı, o yüzden çe
kip gitti. Yakında dönüp yeni yumurtalar yapar. Sen yuvayı
bozma. Sabret, yeter. Ablam da sabır diyor. Bu sözcük başka
dillerde de bu kadar çok kullanılıyor mu? Sabır yerine söy
lenecek, insanı elinden tutup kaldıracak daha güçlü bir söz
cük yok mu? Haklısın abla, güvercin döner, ama havalar so
ğumadan gelse iyi eder. Kış yaklaştı Boratin, burada hem ha
valar soğudu hem yağmurlar arttı. Yağmur mu? Evet, neden
şaşırdın? Şaşırdım, çünkü lstanbul'a kaç aydır yağmur yağ
madı; şu anda orada yağıyor mu? Evet, sağanak halinde. Ab
la, telefonu pencereye yaklaştırır mısın? O zaman duyabili
rim yağmurun sesini. Telefondaki uğultu, kablo tünellerine
giriyor, ormanlann köklerindeki serin topraklan geçiyor, ls
tanbul'daki telefonumdan tel tel dökülüp kulağıma doluyor.
Haftalardır duyduğum seslerden farklı.
1 07
Bir Çarkı Değiştirmeyi Denesem
- 19 -
1 09
lerde masa başında oturduğumu fark ediyorum. Eğilip ma
sanın ahşabını kokluyorum. Geceye vernik kokusu karışı
yor. Bu koku belki gerçekten var, belki ben zihnimde can
landırıyorum. Bir daha kokluyorum. Vernik. Ağaç. Ağacın
topraktan sökülen nemli kökleri. Köklere yürüyen su. Su
nedense aklıma beyaz saati getiriyor. Şöminenin rafındaki
saate bakıyorum. Akşam yemek yerken göz atmıştım, yediyi
gösteriyordu. Ne zaman sekizi, dokuzu, onu, on biri, on iki
yi geçip bire geldi, bilmiyorum. Bin yıl da bir gece gibi tütsü
lenmiş rüzgarla geçiyorsa, kaygıya mı gömülmeliyim, yok
sa zamanın dinginliğiyle hafiflemeli miyim? Bir geceye sa
hip olan bin yıla da sahip olabilir. Ya da tersi. Bir geceye sa
hip olamayan bin yıla hiç sahip olamaz. Saatin yanındaki Isa
ile Meryem de zamana boyun eğmiş görünüyorlar. Ağızları
kapalı. Mermer yüzleri göl gibi durgun. Saati her gece kuru
yor, onların yanına bırakıyorum. Sabrediyorlar. Ne için sab
rettiklerini bir türlü anlamıyorum. Bunu anlamama yardım
eder diye saatteki karınca resmine bakıyorum. Saatin ön yü
zünde beyaz renkli bir karınca var. Saati sırtında taşıyor, her
tik-tak sesinde ince ayaklarını öne arkaya hareket ettiriyor.
Hem ilerliyor hem yerinde sayıyor. Gece gündüz demeden
gidiyor ama bir yere varmıyor. Zamana en uygun rengin be
yaz olduğuna inanıyorum. Saati alıp şarap kadehinin yanına
bırakıyorum. Gecenin acelesi yok, benim de yok. Şarabımı
yudumlarken, saatin içini açabilir, biraz da saatle oyalanabi
lirim. Bu düşünce cazip geliyor. Mutfağa gidip alet çantası
nı getiriyorum. Çantanın üst gözündeki küçük tornavidala
rı çıkarıyorum. Saatin arkasını çeviriyorum. Kurma kolunu
parmaklarımla söküyorum. Kapağı tutan iki yandaki vidala
rı tornavidayla açıyorum. Kurma kolunu ve ilk vidaları, ma
sanın yüzeyindeki karelere sırayla koyuyorum. Geri taktı
ğımda toparlamak kolay olur. Zil kolunu da çıkarıp bir son
raki kareye bırakıyorum. Sıra saati ayarlama vidasına geldi-
110
ğinde fark ediyorum, saati ayarlarken vida yalnızca ileri gidi
yor. Geriye çevirince yerinden çıkıyor. Bunda bir anlam bul
maya niyet etmiyorum. O vidayı da bir kareye koyuyorum.
Arka kapağı yavaşça kaldırıyorum. Hayatımda ilk kez bir sa
atin içini görüyorum. Eski hayatımda görmemişimdir. Avi
zenin kristal ışığında canlanan çarkların, yayların, vidaların
adlarını bilmiyorum. Çarklar farklı hızlarda, başka yönlere
dönüyor. Karıncayı göremiyorum. Karınca saatin içine ani
den dolan ışıktan kaçmıştır. En altta, zamanın karanlık ta
rafına geçmiştir. Avuç kadar saatte bu kadar çok çark olaca
ğı aklıma gelmemişti. Tırtıklı kenarları iç içe geçmiş çarklar,
kapalı bir gök kurmuş, dönüyorlar. Daha doğrusu dünya ve
gökyüzü onların etrafında dönüyor. Her şeyin kaderi on
lara bağlı. Saatin uzaktayken zor duyulan sesi şimdi değir
mentaşı gibi gür çıkıyor. Burada uyuyakalsam, başımı masa
ya koyup dalsam, çok geçmeden bu ses uyandırır beni. Bü
tün çarkların ortak sesi mi bu, yoksa tek bir çarkın marife
ti mi? Orta boy çarka bakıyorum, ses ondan mı geliyor diye.
Alt taraftaki büyük çarka göz atıyorum. Kat kat inerek saa
tin dibine kadar gidiyor, sesin kaynağını bulmaya çalışıyo
rum. Bu çarklardan birini çıkardığımda hem saatin duraca
ğını hem de sesin kesileceğini biliyorum. O çark hangisi? Şa
raptan bir yudum alıyor, soluğumu tazeliyorum. Çarkların
üstünde dikdörtgen bir metal, dört yandan vidalarıyla, bü
tün parçaları bir arada tutuyor. Dört vidayı açıyorum. Dik
dörtgen metali çıkarıyorum. Vidalan ve metali, masadaki si
yah bir kareye yerleştiriyorum. El işlerine yatkın olmalıyım.
Parmaklarım tornavidayı incelikle kullanıyor. Gitarlarımı da
belki kendim tamir ediyorum, manyetiklerin değiştirilme
sinden sap ayarının yapılmasına kadar. Saatin çarklarını an
lamak kadar zor değildir. Saatin çarklarında zaman hem iler
liyor hem de aynı yerde dönüp duruyor. Bunun nasıl müm
kün olduğunu anlasam, hayatı da anlarım belki. lki bin yıl
111
önceki bir çarmıhın acısı neden bugün de sürüyor? Kabur
gamdaki ağrı neden eski bir ağrının devamı gibi derinden
geliyor? Hayala'nın sözlerini düşünüyorum: Geçmiş ile tarih
arasında fark var. Herkes sana bir geçmiş vermeye çalışırken
aslında bir tarih verir. tlkinde her şey canlı, ikincisinde ölü
dür. Peki ben bunları birbirinden nasıl ayırabilirim? Dokto
ra sorsam, yeni ilaçlar yazar. Bek'e sorsam, yüzüme kaygıyla
bakar. Hayala'ya sorsam, beni öper. Ablama sorsam, seni öz
ledim, der. Ben de özledim ama neyi özlediğimi bilmiyorum.
Uykum geliyor. Biri sanki ışığı kısıyor. Zihnimdeki boşluğa
karanlık sular doluyor. Başımı masaya koyuyorum. Gözleri
mi yumuyorum. Zemberek, yay, vida. Çarklardan biri yanlış
dönüyor. Hangisi olduğunu bilmiyorum. Bir çarkı değiştir
meyi denesem, hepsi duracak.
- 20 -
112
Onunla buluşmaktan korkuyor musun? Yüzümü Bek'e dön
meden, duvarlardaki nakışlara bakarak, evet, diyorum, kor
kuyorum. Bu soruyu bir daha sorarsan, korkmuyorum, di
ye yanıtlarım. Benim tek duygum yok Bek, birden fazla şeyi
bir arada hissediyorum. Geçmişimi hem merak ediyor hem
umursamıyorum. Yarın buraya gelmeyi hem istiyor hem is
temiyorum. Ne istediğimden emin olmak için bugün gele
yim, kendimi bir de burada sınayayım dedim. Yoksa doğ
ru ile yanlışı ayırt edemiyorum. Ben bir kızı sevmişim, son
ra ayrılmışım. Ya ona kötülük ettiysem, ya yarın bunu öğre
neceksem? Hem bundan korkuyorum hem de yarın bir şey
öğrenememekten, eve aynı zihinle dönmekten, kendimi bi
lememekten korkuyorum. Bugüne kadarki bütün denemele
rim boşa çıktı. Gitarlar ve şarkılar belleğimi geri getirmedi.
Doktorlar, bakkallar, güvercinler. Telefon defterleri, ölen ar
kadaşlar, siyah saçlı kadınlar. Hiçbiri geçmişi anımsamama
yaramadı. İntiharım anlamsız görünüyor. Neden ölmek iste
dim? Belki gizli mutsuzlardandım. Yanlış hayaller taşıdığım
için mutsuzdum. Bu hayallerin ne olduğunu gece gündüz
düşünüyor, bir türlü bulamıyorum. O zaman seviniyorum.
Yanlış hayallerden kurtuldum diyorum. Şimdi sen kalkıp gi
deceksin Bek, hafta sonundaki konserin provasına katıla
caksın. Gitmeden önce şunu bilmeni isterim. Ben yarın bu
raya gelmeyeceğim. Eski sevgilimle buluşmayacağını. Gün
lerdir aklımda dolanan bu düşünceden buraya oturur otur
maz emin oldum. Bir şey söyleme, senin her sözünde bir sır
var sanıyorum. Aklım karışıyor. Senin sözlerindeki sım bul
mak için gece gündüz uğraşıyor, sonunda karanlık bir deh
lizde kalıyorum. Bu böyle olmaz Bek, bana başka bir yol bul.
Beni geçmişe götürmeye çalıştın, işe yaramadı, bu sefer ora
dan uzaklaştırmayı dene. Geçmişin gidemeyeceği yere götür
beni. Bunu bir tek sen başarabilirsin. Biliyor musun Bek, se
nin sandığının aksine, geçmişe özlem duymuyorum. Nostal-
113
ji hissetmiyorum. insanların nasıl ömür sürdüğünü az çok
anlıyorum. Önceleri, gençlik zamanlarında insan geleceği
hayal eder, ütopyalar kurar. Umutlu olur. Gelecek uzundur
ve orada her şey mümkündür. Ömrün sonlarına doğru ise
mümkünler denenip tüketilir. Ütopyaya yer kalmaz. insan
artık elindekiyle, yani koskoca bir geçmişle oyalanır. Ora
da ütopyanın yerini nostalji alır. Ben bunlardan yoksunum.
Ne ütopyam ne nostaljim var. Bu durumda ölü mü sayılının,
yoksa ben kendi başına bir canlı türü müyüm?
Boratin ... Boratin ... Bek'in sesiyle önüme dönüyorum. iyi
misin, diyor, daldın. Kendi kendime konuştuğumu o zaman
fark ediyorum. iyiyim, diyorum, duvardaki nakışların gü
zelliğine dalmışım. Baktıkça sanki nakışlar benden uzakla
şıyor. Hava bulutlandı, diyor Bek, ortalık erkenden karardı,
nakışlar ondan öyle görünüyor. Yağmur bulutu mu bunlar,
diye soruyorum. Sanının, diyor, bu sefer yağacak. Bulutla
n ilk defa bu kadar yakın görüyorum, diyorum. Çatıya çık
sam elim yetişecek. Yağmur yağarsa ne yapmam gerektiğini
bilmiyorum, burada mı durayım, içeri mi geçeyim? Yağmur
yağdığında biraz bekle, diyor, nasıl bir şey olduğunu hisset,
sonra içeri gir. Yoksa sırılsıklam ıslanırsın. Yağmuru içe
riden, camın ardından izlemek de güzeldir. Biliyor musun
Boratin, senin yağmurla ilgili güzel bir şarkın var. Hafta so
nundaki konseri onunla açabilir, şarkını söyleyebiliriz. Bek
yüzüme bakıp tepkimi bekliyor. Boşuna bakma bana, diyo
rum, şarkıyı anımsamıyorum. Eminim içinde basit kusur
lar barındıran bir şarkıdır. Neden öyle diyorsun Boratin, se
nin şarkılarında kusur bulmak kimsenin aklına gelmez. Şar
kıyı şimdi dinlesen şüphenin yersiz olduğunu anlarsın. Sa
na söylememi ister misin? Söyleme, diyorum, sözlerle mü
zik arasında uyumsuzluk bulurum, canım sıkılır. Bek neden
böyle dediğimi anlamıyor. Israr etmiyor. Ben artık gideyim,
diyor, yoksa provaya geç kalacağım. Ayağa kalkıyor. O sıra-
114
da gelen garsona bir sütlaç ısmarlıyor. Sen buranın sütlacını
severdin, diyor, tadına bak bakalım. Elini omzuma koyuyor.
Yarın haberleşiriz, diyor, yarın her şey iyi olacak. Sana bir
şey söyleyeceğim, diyorum. Olur, söyle, diyor. Ablamı gör
meye gideceğim, diyorum, Nehirce'ye. Ne zaman gidecek
sin, diyor. En kısa zamanda, diyorum. Bek ayakta birkaç sa
niye bekliyor, sonra yerine oturuyor. En kısa zaman, ne ka
dar kısa, diye soruyor. Aklımdan geçenleri tahmin ediyor.
Beni benden iyi tanıyor. Bek, diyorum, eski hayatımdan ka
lanlar bana yetiyor. Sen, bir-iki kişi daha ve henüz elimi sür
mediğim gitarlar. Bir eksik hissetmiyorum. Eski sevgilim de
hayatımın eksikliği değil. Geçmişimden bir tek ablama ulaş
mak istiyorum. Haftalardır, hatta yıllardır beni bekliyor. Her
seferinde, yakında geleceğimi söylüyorum ona. Neyi bekli
yorum? Sen söyle bana, neyi bekliyorum? Bek, yatıştırıcı ses
tonuyla, ne zaman istiyorsan git, diyor. Hayatını kendi elle
rine almaya bir yerlerden başlamalısın. Ama gecikme, yok
sa bu düşüncenden de vazgeçebilirsin. Tamam, diyorum,
artık git, provaya gecikeceksin. Biraz daha kalayım, sohbet
edelim, diyor. Olmaz, diyerek itiraz ediyorum, benim yü
zümden arkadaşları bekletmeni istemem. Peki, diyor, ama
cep telefonunu açık tut. Açık tutarım, diyorum. Yoksa me
rak ederim, diyor. Gözlerini kısarak tebessüm ediyor. Tek
rar ayağa kalkıyor. Eliyle saçlarını düzeltiyor. Sağına soluna
bakınıyor. Çantasını alıp gidiyor. Bek'in yürüyüşüne, başı
nı kaygıyla eğişine ve sokağın sonunda yitişine bakıyorum.
Kahvemin son yudumunu içiyorum. Sigaramı kül tablasın
da söndürüyorum. Garsonun getirdiği sütlaca dokunmuyo
rum. Hesabı ödeyip kalkıyorum.
Sokakları hızlı adımlarla yürüyorum. Her köşe başında
karşıdan karşıya geçmeden önce gökyüzüne bakıyorum. On
beş dakika sonra eve varıyorum. Sırt çantamı hazırlıyorum.
Birkaç parça kıyafet, iki plak yeter. Plakları yeğenim için alı-
115
yorum. Her zaman açık bıraktığım ışıklan bu sefer kapatı
yorum. Merdivenleri aceleyle iniyorum. Kaldırımın kena
rında çantayı yere bırakıyorum. Yoldan geçen taksilere el
kaldırıyorum. Bizim bakkal görünmüyor. İçeride müşterisi
vardır. Çok geçmeden bir taksi yanaşıyor. Haydarpaşa Tren
Gan'na gideceğimi söylüyorum. Olur delikanlı, diyor taksi
ci. Kır saçlı, kalın gözlüklü biri. Takım elbise giymiş, kravat
takmış. Büyük olasılıkla devlet memurluğundan emekli. Sı
kışık trafiğe dalarken, tanker yüzünden böyle oldu, diyor.
Ne tankeri, diyorum. Boğaz'da bir tanker kazası olmuş, va
pur seferleri durdurulmuş, radyo deminden beri onu anlatı
yor. Şimdi herkes karşıya arabalarla geçmeye çalışıyor. Ace
len yoktur umarım . Biraz vaktim var, diyorum, akşam bas
tırmadı daha. Arka koltukta, cam kenarında yukarı bakı
yorum. Radyodaki konuşmaları dinliyorum. Futbol maçla
rından söz ediyorlar. Takımların, teknik direktörlerin, fut
bolcuların adlarını bir iyi, bir kötü anıyorlar. Anılan her adı
anımsıyorum. Belleğimin o yanı taze duruyor. Yalnızca bir
futbolcunun zamanını karıştırıyorum. Ben onu yaşıyor sa
nırken, uzun yıllar önce öldüğünü öğreniyorum. Sonra mü
zik programı başlıyor. Arabesk şarkılar peş peşe geliyor.
Aracımız gergin sürücülerin koma sesleri arasında ağır ak
sak Boğaz Köprüsü'ne varıyor. Akşamın karanlığı ufku sarı
yor. Köprünün ışıklarıyla birlikte karşı kıyıdaki evlerin ışık
lan da yanmaya başlıyor. Trafik yürüme hızında ilerliyor. Bu
sırada radyo, tanker kazasının kontrol altına alındığını, va
pur seferlerinin yeniden başladığını haber veriyor. Denizin
canlanma zamanı. Cesaret edip aşağı baksam, Boğaz'dan ge
çen gemileri görebilirim. Beşiktaş ile Üsküdar arasında ateş
böceği gibi gidip gelen motorların ışıklarını seçebilirim. Ge
milerle ve motorların ışıklarıyla oyalansam, intihar gecesi
ni düşünmeyi bırakabilirim. Ne kadar zorlasam da başara
mıyorum. Bir filmde izlemişim gibi her şey gözümün önün-
116
de canlanıyor. Eski hayatımın son gecesinde de bir taksinin
arka koltuğuna böyle gömülmüştüm. Yalnızdım. Uyuklu
yordum. Belki bir rüya görüyordum. Ne zamandı bu, bir ay
önce, iki ay önce ya da iki bin yıl önce miydi? Neden son
ra uyandım. Araçların trafikte beklediğini gördüm. Benim
taksicim aracın dışında, telefonda biriyle konuşuyordu. Baş
ka sürücüler de inmiş, ilerideki kazaya bakıyorlardı. Boğaz
Köprüsü'nün ortasında olduğumu fark ettim. Trafiği değil
denizi düşündüm. Taksinin kapısını açtım, köprünün kena
rına gittim. Göğe ve karşıdaki ışıklara baktım. Gücümü top
layıp demir parmaklıklara çıktım. Kollarımı iki yana açtım.
Derin derin soludum. Beni alıp götürecek rüzgarı bekledim.
Geceydi. Belki bu yüzden denizin ne kadar derinde olduğu
nu fark etmedim. Karanlık bana derinliği unutturmuştu. İs
tanbul uğulduyordu. Kıyılardan ve yamaçlardan gelen sesler
tek bir uğultuya dönüşüyordu. lstanbul'un ortasında, deni
zin ortasında, gecenin ortasında, iki kıtanın ortasında, dün
yanın ortasında ve hayatın ortasında tüy gibi hafiftim. Et
raftan bağıranları duymuyordum. Yeniden uyumak istiyor
dum. Gözlerimi yumdum ve kendimi boşluğa bıraktım. Kuş
gibi. Taksici öyle anlatmış. Anlatırken de iki yana açtığı kol
larını kanat gibi yukarı aşağı hareket ettirmiş.
- 21 -
117
yorum, trene binmek için geldim. Sen yabancısın herhal
de, diyor. Nereden çıkardın, diyorum. Tren garının kapan
dığını, tren seferlerinin durduğunu bilmiyor musun, diyor.
Öyle mi, diyorum. Garın ışıklı, geniş cephesine bakıyorum.
Tren garı kapalıysa, diyorum, buranın ışıkları neden yanı
yor? Uzaktan güzel görünsün diye ışıklandırıyorlar, diyor,
turistler ilgi gösteriyor, gençler burada buluşuyor. Ne za
man kapandı, diyorum, neden kapandı? Birkaç yıl önce ga
rın çatısı yandı, diyor, seferler durduruldu. Trenler artık ls
tanbul'un ucundan, Pendik'ten kalkıyor. istersen seni oraya
bırakayım. Yok, diyorum, burada ineyim, biraz etrafa bakar,
karşı kıyıdaki lstanbul'u seyrederim. Yabancısın, diyor, gel
mişken lstanbul'u bir de buradan görmen iyi olur. Taksici
nin ısrarlı vurgusunu bu sefer onaylıyorum. Evet, yabancı
yım, diyorum. Yeni mi geldin buraya, diye soruyor. Birkaç
ay oldu, diyorum. Teşekkür edip, ücreti ödüyorum. Taksi
den iniyor, bir yakınımı uğurlarmış gibi ardından el sallıyo
rum. O da bana koma çalıyor.
Sırt çantamı merdivenlerin ilk basamağına bırakıyorum.
Başımı kaldırıp garın kat kat yükselen pencerelerine ve ka
ranlık göğe erişen kulelerine bakıyorum. Merdivenleri çı
kıyorum. Garın sağ taraftaki kapısına varıyorum. Kapının
çerçeveleri, koyu renk ahşaptan, eskidikçe yıllanmış görü
nüyor. içinden geçenlere yeni bir dünya vaat ediyor. Kapı
yı itiyorum. Kapalı. Bir daha deniyorum. Kilitli olduğu an
laşılıyor. Kapıdaki camların birinden bakıyor, içeride bir ya
şam belirtisi arıyorum. Karanlıktan başka bir şey görünmü
yor. Soluğumu tutuyorum. İçeriden bir lokomotif sesi bek
liyorum, bir düdük ya da yolculara anons yapan bir hopar
lör sesi. Onun yerine, martıların kulak tırmalayacı çığlıkla
rı geliyor. Başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Martılar peş
peşe başımın üstünden geçiyor. O kadar yakınlar ki kanat
larının rüzgarını saçlarımda hissediyorum. Garın iki kapısı
118
arasındaki büyük, kavisli pencereyi fark ediyorum. Camla
n renk renk. Üst tarafında beyaz yüzlü bir saat var, durmuş.
Akrep ile yelkovan belki de yangın anını gösteren bir yerde,
3:30'da kıpırtısız bekliyor. Lodosun sert esintisi dövüyor sa
ati. Yakamı kaldırıyor, kabanıma sarınıyorum. Gidecek ye
ri olmayan biri gibi merdivenlere oturuyorum. Denizin öte
sine, karşı kıyıya bakıyorum. Oradaki kubbeler, minareler,
kuleler de ışıklandırılmış. İstanbul'un iki yakası aynı ışıklar
la birbirine bakıyor. Kıyıların birinde oturup karşıyı izleyen
ler, kendilerinin diğer taraftan nasıl göründüğünü tahmin
edebiliyordur. Uzak bir aynaya bakar gibi. Ben de karşı kıyı
da benim gibi oturan, soğuk arttıkça kaburgasındaki sancı
yı daha çok hisseden birini düşünüyorum. Onu merak edi
yorum. Trene binemiyor, memleketine gidemiyor. Burada
oturmak dışında ne yapacağını bilemiyor. Dalgalar hiddet
li. Bulutlar ayların intikamını alırcasına kalabalık. Ben ken
di başımayım. İskelede demirli bekleyen boş vapur gibi. İs
kelenin kapılan kapalı, ışıklan sönük. Kullanıma kapatılmış
iskeleye neden vapur bırakırlar? Mendireğin ucundaki de
niz feneri bu vapur için yanıyor, uzaktan geçen gemilere va
purun yerini işaret ediyor. Ben karşı kıyıdaki evimde, balko
nun açık kapısından uzaklara bakarken, deniz fenerini görü
yor, yanıp sönen ışığın beni buraya çağırdığını düşünüyor
dum. Buraya varacak bir yol örüyordum kendime, her ge
ce, parça parça. Haydarpaşa Gan'nın yandığını elbette bili
yordum, ama ben o yangını yüz yıl önce olmuş sanıyordum.
Deniz fenerinin kusuru değil bu. Deniz feneri bana doğru
yeri gösteriyor ama zamanı söylemiyordu. Karanlığın takvi
minde yanıp sönüyordu.
Aşağıdaki bankta oturan çift kalkıp gidiyor. Çok geçme
den, deniz kıyısında dolaşan çift de onları izliyor. Ayağımın
dibinde bir kertenkele beliriyor. Nereden çıktıysa. Belki ka
ranlığı kilitli tutan gar kapısının altından, belki iskelede ya-
119
tan vapurun güvertesinden geliyor. lnce belli, uzun kuyruk
lu. Kertenkele yeşil derisini kaygan mermerde sürüyor. Bir
oyuğun yanında duruyor. Başını kaldırıp havayı kokluyor,
rüzgarı dinliyor. O sırada cep telefonum çalıyor. Bir mesaj
sinyali. Bek değildir bu, o mesaj atmak yerine aramayı tercih
eder. Mesajlar ya reklam hatlarından ya da Hayala'dan geli
yor. Açıp bakıyorum. Nasılsın, diye yazıyor Hayala, bir ihti
yacın olursa buradayım. Hayala'nın orada olduğunu biliyo
rum. Yalnız bir gece görüşmemize rağmen onu yıllardır tanı
dığımı hissediyorum. Mesajlarına yanıt vermeyişime anlayış
gösteriyor. Bana yazmak için kendini zorlama, diyor ara sı
ra yanıt verdiğimde. Burada olduğumu unutma yeter, diyor.
Unutmuyorum. Bu akşam trene bindikten sonra ona yazma
yı düşünüyordum. Ben trendeyim, diyecektim. Bir süreliği
ne ablamın yanına gidiyorum, diyecektim. Yanımdaki yol
cular uyuyor, diyecektim. Demir tekerlekler raylarda nin
ni söyler gibi kayıyor. Pencereden karanlığı seyrediyorum.
Dilimin ucunda bir şarkının büyümesini bekliyorum. Uy
kuya dalanlar huzurlu, uyuyamayanlar gecenin uğultusuna
asılı kalıyor. Ufukta, göğün en ulaşılmaz katında bir şimşek
çakıyor. Bulutlar titreşiyor. Basamakların ilerisindeki birkaç
ağaç, rüzgarın önünde eğiliyor. Üşüdüğümü hissediyorum.
Ayağa kalkıyorum . Aşınmış basamaklardan usulca iniyo
rum. Yetişeceğim bir yer yok. Deniz daima aynı yerde bekli
yor, merdivenlerin biraz ötesinde. Işık ile karanlığın birleşti
ği yerde. Doğrudan denizin kıyısına gitmek yerine, iskeleye
yöneliyorum. Adımlarımı sayıyorum. Kırk bir, kırk iki, kırk
üç . . . İskelenin çinili duvarları boyunca yürüyorum. Kıyıdaki
demir parmaklıklara varıp duruyorum. Ellerimi parmaklık
ların üstüne koyuyorum. Sağ taraftaki vapurun sivri bumu
na bakıyorum. Kalın halatlarla iskeleye bağlanmasına rağ
men vapur dalgaların kucağında sallanıyor. Benim gibi belki
o da bilmiyordu bu garın kapandığını. Hayaller kurarak, du-
1 20
manını savurarak, düdüğünü çalarak buraya geldi. Demirle
di. Bir daha ayrılamadı. Oysa karşısında engin bir deniz var
dı. Açılabilirdi. Kendisine yeni iskeleler bulabilirdi (bula
bilir miydi? ) . Marmara Denizi tarafından bir gök gürültü
sü duyuluyor. Onun yankısı dinmeden, bir gök gürültüsü
daha geliyor. Bütün anlamlar gibi gök gürültüsünün anla
mını da bilmek isterdim. Denizin anlamını, karanlığın anla
mını, harflerin ve notaların anlamını. Gitmenin, kalmanın,
unutmanın, anımsamanın anlamını. O zaman, denize kork
madan yaklaşabilirdim. Biraz ileri gidip demin genç çiftin el
ele yürüdüğü kıyıda, dalgaların çıplak sesi boyunca bir aşa
ğı bir yukarı dolaşabilirdim. Genç çiftin adımladığı kıyı, de
nizin içindeymiş gibi duruyor . Dalgalar bir tırmanıyor ora
ya, bir iniyor . Tren garı da denizin parçası haline geliyor.
Kat kat derinlerden, bilinmeyen zamanların içinden, on yıl,
yüz yıl, bin yıl eskilerden gelmiş bir tren garı. Hem batık bir
gemiye benziyor, kapılarının ardında hazineler saklı hem de
kulelerini yelken gibi şişirerek her an denize açılmaya hazır
lanıyor. Her nereye gidecekse beni de götürebilir. Yola çık
mayı düşleyen Hayala da belirsiz bir geleceği beklemek ye
rine benimle gelebilir. Herkesin zamanı aynı mı akar, bilmi
yorum. Bir gün bunu da öğrenebilirim. Telefonumu cebim
den çıkarıyorum. Parmaklarımın ne kadar üşüdüğünü o za
man fark ediyorum. Ağır hareketlerle telefonu açıyor, Haya
la'nın numarasını buluyorum. Sıfır, beş, üç, iki diye başlayıp
giden rakamların her biri kendi başına anlamsızken, bir ara
ya geldiklerinde Hayala diye bir anlama dönüşüyorlar. Bu
anlam rüzgara asılıyor ve Boğaz'ın üzerinden ışık gibi aka
rak, karşı kıyıdaki bir cep telefonuna düşüyor. Cep telefo
nu bir çantanın içinde çalıyor. Çanta bir koltuğun üzerinde
titreşiyor. Telefonun sesi uzayıp yayılıyor. Filmlerden böyle
sahneler anımsıyorum. Kim bilir kaç filmde gördüm, telefon
defalarca çalarken ve artık açılmayacak sanılırken son anda
1 21
bir el uzanıyor. Soluk soluğa bir ses geliyor. Boratin, diyor,
iyi misin? iyiyim Hayala, diyorum. Gerçekten iyi misin, her
şey yolunda mı, diye yineliyor. iyiyim, heyecanlanma, diyo
rum. Ne bileyim, diyor, sen mesaj yazardın, bu saatte aradı
ğını görünce başına bir şey geldi sandım. Başıma bir şey gel
medi. lstanbul'un bir yakasından öte yakasına geçtim. Trene
binip biraz uzaklara gitmeye niyet ettim. Tren garının kapı
sı üzerime kapandı. Burada kaldım. Alo, Boratin, neredesin?
Neredeyim ben? Denizden doğduğumu söylemişlerdi ya da
hastanede gözümü açtığımda bana söylenenleri öyle anla
mıştım. O denizin yanında duruyorum. Ben, diyorum, tren
garındayım. Ne tren garı, diyor, anlamadım, hangi tren garı?
Haydarpaşa Tren Garı, diyorum. Hayala susuyor, ne diyece
ğini düşünüyor. Aklından geçen pek çok sorunun içinden
en masumunu seçiyor. Telefonun o yüzden mi uğulduyor,
diyor, dalga seslerinden ve rüzgardan? Evet, diyorum, senin
sesin de boğuk geliyor, sanki lstanbul'da değil çok uzaklar
dasın. Hayır Boratin, diyor, uzakta değilim, biliyorsun. Bi
liyorum, diyorum. Sözcüklerin ikinci anlamlarıyla konuş
tuğumuzu fark ediyorum. Ben de uzakta değilim, diye ekli
yorum. Oraya gelip seni alayım mı, diyor. Arkadan bir şar
kı duyuluyor. Keskin sesli biri şarkı söylüyor. Uyan camda
ki yağmura ser yüzünü / Diş izleri bir akıntıyla ayıklansın du
daklanndan. Şarkıdaki Gibson gitarın tınısını ayırt edebili
yorum, benim evdeki gitarlarımdan biri, ama şarkıcının se
sini tanımıyorum. Provada mısın, diyorum, ya da bir barda?
Prova bitti, eve geldim, diyor Hayala, ne oldu? Bir şey olma
dı, diyorum, müzik sesini duyunca dışarıdasın sandım. Mü
ziği kapatayım mı, diyor. Hayır, diyorum. Uzak sesli şarkıcı
nın kim olduğunu merak ediyorum. Hayala belki bir yudum
su içiyor, belki sigarasından bir nefes çekiyor. Bu sensin Bo
ratin, diyor, senin kayıtlarını dinliyorum. Hafta sonundaki
konser için hazırlandığım şarkılardan biri bu. Bir şey söy-
1 22
lemiyorum. Hayala da susuyor. Birlikte şarkıyı dinliyoruz.
Uyan camdaki yağmura ser yü.zünü / Alışmak bir başka adıy
sa ölümün / Saçlannda hep aynı menekşe solup tüketmesin se
ni. Gitar ile piyanonun sesleri iç içe geçiyor. Parmaklar boş
luğu tarıyor. Seslerin ikinci anlamlarını düşünüyoruz. Var
lığını bildiğimiz ama içine tam giremediğimiz anlamlarını.
Şarkı bittiğinde kendi sözcüklerimize geri dönüyoruz. Ha
yala, diyorum, burası soğuk, rüzgar dolu dizgin esiyor. Ne
zamandır oradasın, diyor. Bilmiyorum, diyorum, saat kaç?
Gece yansını geçti, diyor. O kadar oldu mu, diyorum. Bora
tin, diyor Hayala, sözünü tamamlamak için biraz duruyor ve
sonra ekliyor, orada bekle, gelip seni alacağım, tamam mı?
O zaman fark ediyorum, Hayala'nın sesi Bessie Smith'in se
sine benziyor. Buğulu, derin bir ses. Gel, diyorum, gelip be
ni al. Korunaklı bir köşede bekle beni, diyor, birazdan orada
olurum. Telefon kapanıyor. Soğuktan kuruyan ellerimi ce
bime koyuyorum. Garın merdivenlerinde durup yaşlı mer
merlere, ahşap kapılara, geniş balkonlara bakıyorum. Garın
kuleleri artık görünmüyor. Karanlık bulutlar alçalıp bütün
garı yavaş yavaş içine alıyor. Yüzüme bir damla düşüyor. Bir
yağmur damlası.
1 23