Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 218

ANILARDAKİ AŞKLAR

ÇocuKLu�u N VE GENÇLİ�İN PsİKOSEKSÜEL TARİ H İ


KiTAP YAYINEVI - 80
iNSAN VE TOPLUM Dizisi - 20

ANILARDAKi AŞKLAR; ÇOCUKLUGUN VE GENÇLiGiN PSİKOSEKSO'EL TARİHİ/en:ta ONUR

© 2005, KiTAP YAYINEVI LTD.

YAYINA HAZIALAYAN
FÜSUN KİPER

DÜZELTİ
NiHAL BOZTEKİN

KİTAP TASARIMI
YETKİN BAŞARIR, BEK

TASAAIM DANIŞMANLleı
BEK

KAPAK RESMİ
AGNOLO BRONZINO, AŞKIN ALEGORİSİ, AYRINTI, YAK. 1545, ULUSAL GALERİ, LONDRA

CRAFİK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACILIK A.Ş.
OEAEBOYU CAO. ZAGRA İŞ MRK.
B BLOK NO:l 34398 MASLAK-İSTANBUL
r: (0212) 285 11 96
E: INFO@MASMAT.COM.TR

1. BASIM
ŞUBAT 2005, ISTANBUL

ISBN 975 8704-83-4

YAYIN YÖNFTMENİ
ÇAGATAY ANA.DOL

KİTAP YAYINEVİ LTD.


CİHANGİR CADDESİ, özoGuı SOKAGt 20 /I·B
BEYOÖLU 34433 İSTANBUL
T: (0212) 292 62 86 F: (0212) 292 62 87
E: kitap@kitapyayinevi.com
w: www.kitapyayinevi.com
Anılardaki Aşklar
Çocukluğun ve Gençliğin Psikoseksüel Tarihi

BEKİR ÜNUR

KitapvAYINEvi
SÜHEYLA'YA...
İÇİNDEKİLER
YAZAR HAKKINDA 6
ÖNSÖZ 7

ŞİRİNCİ BöLüM: ÇocuKLUGUN VE ERGENLİGİN TARİHİ


ÇocuKLUGUN TARİHİ r3
ERGENLİGİN TARİHİ r8
CİNSEL OLGUNLAŞMANIN TARİHİ 26
PSİKANALİZDE VE EDEBİYATTA ERGENLİK 33
PsİKOSEKSÜEL GELİŞİM 46
GENÇLİK VE AŞK 56

IKİ��İ!l
_ öL
_ _Qt.!:Aşi<IN VE CİNSELLİGİN TARİHİ
BATI'DA AŞKIN VE CİNSELLİGİN TARİHİ 73
YöNTEMBİLİM SORUNLARI 80
TüRKİYE'DE CİNSELLİGİN TARİHİ 88
TÜRK EDEBİYATINDA AŞK I02

()ç_i.i_ı-ıçü Bğ�üM: �QCt]_!<J!l_!IT_A_.'\j!< v� Çİ.l'!_�ELJİK


BEDENİ TANIMA II3
DOLAYLI CİNSELLİK rr8
ÇOCUKLUK AŞKLARI I22

'()öRDÜ�CÜ lJQLÜt.{: ��g�_!-!KT!' AşK \fE_Çj�SELLİK


ERGENLİK DEGİŞİMLERİ r37
KARŞI CİNSLE ARKADAŞLIK r49
lıK AŞKLAR r66
iLK SEKs DENEYİMİ r84
SONUÇ r98
KAYNAKÇA 204
Özn AD DİZİNİ 2r2
YAZAR HAKKINDA
rof. Dr. Bekir Onur, 1944'te Adana'da doğdu. 1967'de Ankara Üni­

P versitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölürnü'nü bitirdi.


1969'da girdiği Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde halen öğretim üyesi.
Çalışma alanlan gelişim psikolojisi, çocuk kültürü, çocukluğun tari­
hi ve müze eğitimi olan Bekir Onur, Ankara Üniversitesi'nde Oyuncak
Müzesi'ni (1990), Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi'ni
(1994), Müze Eğitimi Anabilim Dalı'nı (1997) kurdu. Çeviri ve telif birçok
kitap ve makale yayınladı, birçok kitabı da yayına hazırladı. Telif eserleri:
Kadın, Gençlik ve Cinsellik (1986), Oyuncaklı Dünya (2002), Gelişim
Psikolojisi (2004), Anılardaki Çocukluk (2005).

6
ÖN SÖZ
aklaşık on yıldır, anı ve yaşamöyküsü kitapları okurken aşk ve cin­

Y sellikle ilgili açıklamaları bir kenara not ediyordum. Sanıldığı kadar


çok olmayan bu notlar bir çözürrıleme birimi oluşturacak kadar
birikince, bunlara kuramsal bir çerçeve oluşturma zorunluluğu ortaya çıktı.
Çocukluk aşklarını nasıl açıklamalı, ergenlik ya da gençlik aşklarını nereye
oturtmalı, sadece psikolojiye değil edebiyata da bakmalı mı derken, bilim­
le edebiyat, edebiyatla yaşam arasındaki ilişkilere kadar gitti kafa yor­
duğum sorunlar.
Aslında gençlik, aşk ve cinsellik konularını ilk kez düşünüyor
değildim. Milliyet Sanat dergisine 1975-2000 yıllan arasında yazdığım
yazıların çoğu aşk ve cinsellik üzerineydi. Bu yazılarda cinselliği ve aşkı
daha çok psikanalitik kuram çerçevesinde ele alıyor ve edebiyattan örnekler­
le somutlaştırıyordum. Bilimde bu yolun "meşru" olduğunu çok sonra
öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Gelişim psikolojisinde edebiyattan destek
alan, biyografi ve otobiyografi verilerini kullanan -Bühler'inki, Erikson'unki
gibi- kuramlar olduğunu bugün biliyorum. Aşkın psikolojisine ilişkin çok
yeni denebilecek çalışmalar içinde de bu yolu izleyenler olduğu görülüyor;
sözgelimi, yüzlerce aşk romanını ve popüler romantik edebiyatı inceleyerek
"sevgi ölçeği" geliştiren Lee'nin ve Munro-Adams'ın çalışmaları gibi. Bu
arada, bizde neden bilim adamının sanatla bilim arasındaki bu köprüden
geçmeyi pek düşünmediğini ya da reddettiğini kendimize sorabiliriz.
Toplumsal tarih ya da kültür tarihi incelemelerinde anı edebiyatına
başvurulması çok daha bilinen bir yol. Bu yolu özellikle çocukluğun tarihi
araştırmalarında kullanan -Pollock gibi- yazarlar da var. Ancak Batı'da
böylesi çalışmaları besleyecek çok zengin bir anı, biyografi, otobiyografi
edebiyatı olduğunu unutmamak gerek. Doğu'da hem bireyleşme zayıf
olduğu, hem de kendinden söz etmek ayıp sayıldığı için bu edebiyat
türünün yeterince gelişmediği de biliniyor. Böyle olunca da elde bilimsel
çalışmaya kaynaklık edebilecek bir veri birikimi olmuyor; bu olmadığı için
de kimsenin aklına anılara dayalı bir psikoloji, sosyoloji ya da tarih çalış­
ması yapmak gelmiyor.

ANILARDAKİ AŞKLAR 7
Bugün bu durumun gitgide değiştiğini söyleyebiliriz. Önce, anı
edebiyatı ürünlerinin gün geçtikçe arttığını görüyoruz. Sonra, anılara da­
yalı edebiyat incelemeleri de yavaş yavaş boy gösteriyor. Şimdi sırada anı
edebiyatından bilimsel araştırma kaynağı olarak yararlanma girişimi var.
Bu aşamaya ulaşıldığında eminim ki, edebiyatta olduğu kadar bilimde de
araştırmalarımızın çehresi değişecek, eserlerimiz yeni bir kan ve renk
kazanacak. Bu aşamaları kısaca örnekleyeyim. Anı, biyografi, otobiyogra­
fi edebiyatının 8o'li yıllardan itibaren hız kazandığı, bu alanda Bir Dino­
zorun Anılan'yla (1998) birlikte bir ürün patlaması yaşandığı söylenebi­
lir. Bu patlamanın sosyolojik, hatta ekonomik nedenlerini araştırmacılar
ilerde mutlaka değerlendireceklerdir. İkinci aşamada yer alan anı edebi­
yatı derlemeleri, bilimsel bir çalışma sayılmasa da, ilerde yapılabilecek
bilimsel çalışmalara yardımcı olabilecek kaynaklar. Bu bağlamda Yar­
dım'ın (1998, 2004), Kansu'nun (2002), Altınkaynak'ın (2003) kitapları
sayılabilir. Reyna'nın hazırladığı llk Aşk'ın On Öyküsü (1997) türünden
edebiyat derlemeleri de, Harmancı'nın (1998) çocuklarla aşk soruştur­
ması da konumuz açısından önemli. Bütün bunlara karşın bu alanda bi­
limsel araştırma aşamasına geldiğimizi henüz söyleyemiyoruz. Başka bir
deyişle, şeker, su, un var, ama helva yapan henüz yok! Ben kendi payıma,
Mistik Aşktan Laik Aşka -Türkiye'de Aşkın Tarihi başlıklı bir çalışma ya­
pabilmeyi çok isterdim.
Konu cinselliğin tarihi olunca sorun daha da zorlaşıyor. Anı ve oto­
biyografi yazımının zaten az olduğu bir toplumsal ortamda cinsel yaşan­
tılardan söz etmenin daha da güç olacağı önceden belli. Çocukluk -hatta
gençlik- ile cinselliğin yan yana getirilmesinin bile neredeyse olanaksız
olduğu baskıcı bir toplumda çocukluğa ilişkin cinsel anılar da tümüyle
bastırılıyor. Bu nederıle çocukluk ve ergenlik dönemlerindeki cinsel yaşan­
tılarını arılatan yazarları gözü pek kahramanlar olarak görmek hiç de
abartılı olmayacaktır. Neyse ki bu kahramanlara her dönemde rastlanıyor
ve onların tanıklığıyla çağlarının cinsel tutum ve davranış özelliklerini tanı­
ma olanağını buluyoruz. Bu anılan bir bilim adamı soğukkanlılığı ve nes­
nelliğiyle okumak da çok önerrıli. Hiçbir kişisel yargıya ve yoruma yer ver­
memek böyle bir çalışmanın ilk koşulu; çünkü amaç kişileri değil onlar

8 ÖN SÖZ
aracılığıyla çağlan belirlemek, toplumun tarihini yazmak. Ben de zaten
öyle yapmaya çalışhm, Duby'nin "yadsınamaz öznellik" dediği şeyden ola­
bildiğinte kaçmaya çalışarak. ..
Bu çalışma dört ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde çocuk­
luğun ve ergenliğin tarihi, psikoseksüel gelişim ve aşkın psikolojisi ince­
leniyor, bütün bunların edebiyata nasıl yansıdığına bakılıyor. İkinci
bölümde aşkın ve cinselliğin tarihine ilişkin yöntembilim sorunları ve
Türkiye'de cinselliğin tarihini yazmayı sağlayacak kaynaklar inceleniyor.
Üçüncü bölümde çocukluktaki aşk ve cinsellik, dördüncü bölümde de
ergenlikteki arkadaşlık, aşk ve seks konulan ele alınıyor. Aslında ele alınan
bütün konuların tarihsel kökenlerini de irdelemek bu çalışmanın temel
yaklaşımı. Bu nedenle mastürbasyonun, eşcinselliğin tarihine değinildiği
gibi, karşı cinsle arkadaşlığın, flörtün, aşkın tarihine de yer veriliyor; ama
başlıca amaç bütün bu bilgilerin bizi Türkiye'de yaşanan cinselliğin tari­
hine götürmesi. Bunun nasıl olanaklı olacağı sorunu önce ciddi bir yön­
tembilim tamşması yapmayı gerektirmektedir. Türkiye'de çocukluğun ve
gençliğin psikoseksüel tarihini nasıl yazabiliriz? Böyle bir tarihin kaynaklan
neler olabilir? Anılar, otobiyografiler, biyografiler bu tür bir tarih yazımı
için yeterli midir? Tarihsel değişimi görmek için ne kadar geriye gidebiliriz,
gitmek istediğimiz geçmişe ilişkin yeterli kaynaklarımız var mı?
Bu ve benzeri yöntembilim sorularının ardı arkası kesilmeyecektir.
Konu bireyle toplumun kesiştiği kavşakta yer aldığı için böylesi sorulan
yanıtlamak da kolay değildir. Örneğin Volkan (2004), psikanalizin, analiz
süreci sırasında yaşananlarla tarihsel arenada olup bitenler arasında bir
bağlanh kurmaya çalışmadığını, oysa "ataların uğradığı tarihsel örselen­
melerin de günümüzdeki kuşaklarda nasıl yankılandığını" dikkate almak
gerektiğini savunuyor. Ben dayanağımı bir yandan çocukluğun tarihi adı
verilen -yeni sayılabilecek- disiplinden, bir yandan da gelişim psikolo­
jisinden almaya çalışıyorum; sadece bu bile işimin ne kadar zor olduğunu
göstermeye yeter. Gerçi hem doğrudan "cinselliğin tarihi" (Foucault), hem
de dolaylı olarak "psikolojik tarih" (deMause) bu konuda yol gösterici çalış­
malar sayılabilir; ama gerek toplumsal gerek bireysel bağlamda yeterli bilgi
ve belgenin olmadığı, üstelik cinselliğin "dokunulmaz" sayıldığı bir

AN I LARDAKİ AŞKLAR 9
toplumda yöntembilim sorunlarını çözmek de, umahrem" bilgiyi üretmek
de araşhrrnacıya kalmaktadır. Ben kaynak sorununu anılara başvurarak
çözmeyi yeğliyorum; anılardan tarih yazılıp yazılamayacağı sorununu da
-çoktan çözülmüş sayıp- arhk tarhşmıyorum. Bununla birlikte, burada
yapılmak istenenin, siyasal tarih değil, duygunun, davranışın, zihniyetin
tarihi olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim.
Çocuğun ve ergenin psikoseksüel gelişimini tarihsel bağlamda ele
alan bu çalışmanın -yazarının formasyonu da dikkate alınırsa- psikolojiyi
tarihin önüne koyduğu, tarihe psikolojik açıdan bakhğı söylenebilir.
Koops'un (2004) dediği gibi, tarihçi ile gelişim psikoloğu arasındaki işbir­
liği sadece olanaklı değil, aynı zamanda son derece verimlidir de. Bu kitap­
taki gelişim bilgileri ergenlik psikolojisi uzmanı Prof. Dr. Figen Çok'un
eleştiri süzgecinden de geçti; katkılarına içtenlikle teşekkür ediyorum.
Ankara kütüphanelerinde kaynak araşhrrnama yardımcı olan Neslihan
Güney'e de teşekkür etmeliyim. On yıldır yaphğım bütün çalışmalarda
yanımda olan, bana destek veren genç meslektaşlarımın -Müge Artar ve
Tülin Şener'i de saymalıyım- tümüne minnet borçluyum. Hep birlikte
demokratik ve bilimsel bir tarhşma ortamı yarathğımıza inanıyorum. Bu
kitap böyle bir atmosferin ürünü. Zaten cinsellik gibi duyarlı bir konunun
da başka bir iklimde özgürce incelenemeyeceği açık!

BEKİR ÜNUR
ANKARA, ARALIK 2004

10 ÖN SÖZ
BİRİNCİ BöLÜM
ÇOCUKLUGUN VE ERGENLİGİN TARİHİ
BİRİNCİ BÖLÜM

ÇOCUKLUGUN VE ERGENLİGİN TARİHİ

Çoruk
ÇocuKLUGUN TARİHİ
nedir?" sorusu çocukla ilgili bütün sosyal bilim dallarında -çocuk
psikolojisi, çocuk sosyolojisi, çocuk antropolojisi vb- sorulur; ancak
bu sorunun tek bir yanıtı olamayacağı açıktır. Çocukluk kavramı
farklı kültürlerde, farklı tarih dönemlerinde değişik bir biçimde
oluşmuş ve zaman içinde değişim göstermiştir. Tarihsel bakış açısı, çocuk­
luk kavramının görece yeni bir yaratım olduğunu kabul eder.
Çocukluğa ilişkin tarih araştırmaları Philippe Aries'in (1973) çocuk­
luk kavramının modem bir yaratım olduğu görüşünü geliştirdiği çalışma­
sıyla başlar. Aries bu çalışmasında, ortaçağ yazarlarının gelişim dönemle­
rine ilişkin yazılarını, ortaçağ resim sanatındaki çocuk portrelerini, çocuk­
ların giysilerini, oyun ve eğlencelerini, ahlakçıların masum çocuk kavramı­
na ilişkin görüşlerini inceleyerek ortaçağda çocukluk kavramının olmadığı
sonucuna varıyordu. Ortaçağda çocuk minyatür bir yetişkin olarak görülü­
yordu; onu yetişkinden ayıran özellik sadece beden ölçüleriydi. Böylece ço­
cuklar yetişkinlerin yaşamının her şeyini, yiyeceğini, giyeceğini, eğlencesi­
ni paylaşıyorlardı. Ortaçağda çocuklar çok kolay hastalandığı ve öldüğü
için, yetişkinler -özellikle babalar- çocuğa çok fazla bağlanmaya da gerek
duymuyorlardı.
Aries, tarih kuramında en önemli kavram olarak ele aldığı uçocuk­
luk duygusu"nu (sentiment de l'enfance) şöyle açıklar: uçocukluk duygusu
başlangıç noktası olarak aldığımız ortaçağ toplumunda mevcut değildi;
ama bu, çocukların ihmal, terk edildiği ya da aşağılandığı anlamına gel­
mez. Çocukluk duygusu çocuklara yönelik sevecenlikle karıştırılmamalıdır;
çocukluk duygusu çocukların özgül olduğu bilincine denk düşer, çocuğu
yetişkinden, hatta gençten ayıran bu özgüllüktür. İşte bu bilinç mevcut de­
ğildi." (134). Aries çocukluk duygusunun modem zamanların eşiğinde or­
taya çıktığını ileri sürer; bunu sağlayan da ailenin değişmesi ve eğitimin
yaygınlaşmasıdır. Aries'e göre modem çağa özgü çocukluk anlayışı 17. yüz-

AN 1 LARDAKİ AŞKLAR 13
yıldan itibaren gelişmeye başladı. Bunun örneklerini resim sanatında göre­
biliyoruz: Ortaçağın "Çocuk İsa" portrelerinin yerini, sıradan çocukların
gündelik yaşamın içinde -hatta ölüm halinde- resmedilmesi aldı. Bu deği­
şim, duyguların tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Anababalar çocuk­
larını izlemekten haz duymaya başladılar; ahlakçı yazarlar korunma gerek­
sinimi olan kırılgan çocuk görüşünü geliştirmeye koyuldular. Bu duygu ve
düşünceler Avrupa'da ı6oo'lerden önce mevcut değildi. Bu değişimde en
önemli etken, okullaşmanın gelişmesi oldu.
Aries'in yapıtı çocukluğun tarihi çalışmaları üzerinde son derece et­
kili oldu. deMause (1974), Pollock (1993), Shahar (1992) , Postman (1995)
gibi yazarlar çocukluğun tarihsel gelişimi konusunda yeni araştırmalar
yaptılar ve değişik kavramlar geliştirdiler. Sözgelimi deMause çocukluğun
tarihini klasik çağdan (çocuklar öldürülüyor ya da terk ediliyordu) ortaçağa
(çocuklara kayıtsız kalınıyordu), oradan da günümüze (çocukların bakımı
ve özeni vurgulanıyor) geçilen bir süreç olarak görür. Aries'e yöneltilen en
önemli eleştiri, çocukları değil çocukluğu araştırmış olmasıdır; başka bir
deyişle, Aries'in, gerçekliği değil zihinlerdeki fikirleri araştırdığı ileri sürü­
lür. Pollock, duygulara ilişkin genelleştirilmiş fikirlerin değil, tarih boyun­
ca gerçek anababa-çocuk ilişkisinin araştırılması gerektiğini, böyle bir araş­
tırma için günlüklerin, otobiyografilerin temel oluşturabileceğini savunur.
Aries'in ortaçağda çocukluk kavramının olmadığı, çocukluk anlayışının
modem zamanlarda ortaya çıktığı görüşü de eleştirilir. Örneğin Shahar,
gerçekte ortaçağ toplumlarında da bir çocukluk kavramının olduğunu sa­
vunur. Bütün bu eleştirilere karşın, ilk kez Aries'in başlattığı çocukluk ta­
rihi araştırmalarıyla, çocukluğun bir dönem olarak ortaçağda çok az bilin­
diği ve değişmeden kaldığı, buna karşılık 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında
gitgide önem kazandığı ve hızla değiştiği ortaya çıkıyor. Bu gelişimin teme­
linde, büyük aileden çekirdek aileye doğru bir değişim, çocuğun artık eko­
nomik değil psikolojik değerinin olması, okullaşmanın artması, çocuk işçi­
liğinin azalması gibi önemli toplumsal değişimler vardır.
Çocukluğun tarihi çalışmalarında önemli bir kavram da "çocuklu­
ğun masumluğu"dur. Çocukların masum varlıklar olduğuna inanmanın
kökleri ortaçağa kadar gider; ancak ortaçağda çocuğun günahkar bir varlık

ÇocU KLU�UN VE ERGENLİ� İ N TARİHİ


olduğu düşüncesi daha çok kabul görmektedir. Masum çocuk inancı asıl
18. yüzyılda temellendirilir. Rousseau, çocuğun doğuştan masum olduğu­
nu, toplumsal koşulların etkisiyle sonradan bozulduğunu ileri sürüyordu.
Heywood'un (2003) belirttiği gibi, romantik şairler de çocukluğun masum­
luğu inancının yerleşmesine katkıda bulunmuşlardır; bununla birlikte, ro­
mantiklerin düşünceleri "ilk günahla lekelenen çocukluk" anlayışını orta­
dan kaldırmaya yetmemiştir. tık günah öğretisine karşın ortaçağda çocu­
ğun cinsel şehvetten uzak olduğu kabul ediliyordu. Böylece çağlar boyunca
bu iki görüşten bazen birinin bazen diğerinin egemen olduğu görülüyor.
Heywood, "Aslında, çocukluğun masumiyetle bağdaşhnlması, Bah kültü­
rüne, özellikle Romantiklerin 19. yüzyılda damgalarını vurmasından sonra
tamamıyla yerleşti" (43) diyor. Ancak Freud'un kişilik kuramındaki çocu­
ğun "ç6kyönlü sapık" olduğu görüşü 19. yüzyıl duygusallığını kökünden
sarsacaktır. Bu arada, Victoria çağının çocuk cinselliğini yok sayan anlayı­
şının aynı çağda çocuk fuhuşunun yaygın olmasını engellemediğini göz­
den kaçırmamak gerekiyor.
Çocukluğun cinsel tarihinde başta gelen konulardan biri de çocukla­
rın cinsel istismarıdır. deMause (1974:43), "Antikçağda çocuk ilk yıllarını bir
cinsel istismar atmosferi içinde yaşamışhr. Yunan'da ve Roma'da büyümek
çoğu zaman yaşça daha büyük erkekler tarafından cinsel olarak istismar
edilmeyi içerirdi" demektedir. Erkek çocukların cinsel istismarı 11-12 yaşın­
dan büyüklerle sınırlı değildi; antikçağ boyunca eğitmenlerin ve öğretmen­
lerin daha küçük çocukları cinsel açıdan istismar etmeleri çok yaygındı. Kü­
çük çocukların cinsel istismarının kanıtlan edebiyatta ve sanatta kolayca gö­
rülebilmektedir. (Günlük yaşamda da örneğin hizmetçi kadınların evin er­
kek çocuğunu istismar etmesi gibi örneklere zaman zaman rastlanmakta­
dır.) Hıristiyanlık, "çocukluğun masumluğu" anlayışıyla bu alana yeni bir
kavram getirdi. Hıristiyanlar ortaçağ boyunca çocukların haz ve acı kavram­
larından tamamen uzak olduğunu savundular; ancak bu anlayış çocukların
cinsel amaçlar için kullanıldığı gerçeğini ortadan kaldırmadı. Bunun örnek­
leri Rönesans sanabnda da görülüyordu, ancak buna karşı olan ahlakçıların
sayısı da gittikçe artıyordu. Çocukların cinsel amaçlarla kullanılmasına kar­
şı hareket 17. yüzyılda sürdü; 18. yüzyılda ise bir dönüş oldu: Küçük oğlan-

ANI LARDAKİ AŞKLAR


lar ya da kızların kendi cinsel organlarına dokunmaları cezalandırıldı. Yetiş­
kin mastürbasyonu ortaçağda basit bir günah olarak görülüyordu, ama ço­
cukluğa kadar da uzatılmıyordu; modem öncesi çağda en önemli takıntı
mastürbasyon değil eşcinsellikti. Çoaık cinselliğini önleme çabası içinde
anababalar çocuklarının mastürbasyon yapmasını şiddetle cezalandırmaya
başladılar; doktorlar da mastürbasyonun epilepsi, delilik, körlük gibi hasta­
lıklara neden olduğu söylentisini yaydılar. 19. yüzyılda bu durum inanılmaz
boyutlara ulaştı. Çocukların cinsel organlarına yönelik engelleme ve tehdit­
ler kesip biçmeye kadar vardı. Doktorların cerrahi müdahaleleri ancak 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde tamamen ortadan kalktı (deMause 1974).
Çıplaklığın tarihine ilişkin bilgiler çocukluğun masumluğu konu­
sunda da birçok ipucu vermektedir. Duerr'e (1999) göre, Batı' da "çocuk be­
deninin mahrem olduğu" görüşü 18. yüzyılda yerleşmeye başlamıştır; ancak
ortaçağda ve yeniçağda da bambaşka bir görüş egemen değildi. Örneğin, 13.
yüzyılda anababalar kız ve erkek çocukları aynı yatakta yatırmamaları konu­
sunda uyarılıyordu: "Yüksek ortaçağda bile, aynı yatakta yatan kızların bir­
birlerini cinsel olarak uyardıklarından kuşkulananların sayısı az değildi. n

(174). Ortaçağ boyunca annelerin emzikli bebeklerini yatağa almalarına da


karşı çıkılmıştı, ama bunun nedeni bebeklerin ezilme tehlikesiydi.
Asıl sorun, tarih boyunca çocukların "cinsel varlıklar" olarak görü­
lüp görülmedikleri sorunudur. Duerr, geçmiş toplumlarda yaygın olan
"küçük çocukların cinsel organlarıyla oynanması" geleneğinin bu toplum­
larda çocukların henüz cinsel varlıklar olarak görülmediği savını destekle­
mek için kullanıldığını, ama işin aslının farklı olduğunu belirtir. Duerr'e
göre burada iki önemli olgu vardır: "Birincisi, çoğu toplumda yalnızca er­
kek çocuklar uyarılır, küçük kızlara asla böyle şeyler yapılmaz. (... ) Çocuk­
ların cinsel olarak uyarıldığının ve kızların cinselliğinin 'rahat' bırakıldığı­
nın pekala farkında olunduğu, farklı ve ender adetlerden de anlaşılır. (... )
İkincisi, çocuk cinsel organlarının uyarılmasının, çoğu kültür tarihçisinin
iddia ettiği gibi hiç de öyle masum bir şey gibi görülmediği açıktır, çünkü
insanlar çocukların cinselliklerinin uyarıldığının bilincindedirler." (176-
177). Duerr, bazı toplumlarda çocukların cinsel organlarının okşanmasının
tamamen yasaklandığını, Avrupa'da 18. ve 19. yüzyıllarda çocukların elle

16 ÇOCUKLUC'.. U N VE ERGENLİC'.. İ N TARİH İ


"doyurulması"nın pek çok şikayete neden olduğunu, çocuk bakıcısı genç
kızların ve sütannelerin erkek çocukların organlarıyla oynayarak kendileri­
ni uyarmakla suçlandıklarını belirtiyor. Duerr, geçmişten alınan örneklerin
yanlış yorumlanabileceğine de dikkat çekiyor. Örneğin, 1511 tarihli bir gra­
vürde Azize Anna'nın bebek İsa'nın penisini iki parmağı arasında tutma­
sını Aries ve başka birçok yazarın büyükannesinin ağlayan bebeği sakinleş­
tirmeye çalışması olarak yorumladığını öğreniyoruz. Duerr bu yorumu
doğru bulmadığını, azizenin Tann'nın oğlunun üreme gücüne işaret etti­
ği yorumunun kendisine daha doğru geldiğini söylüyor. Yanlış yorumla­
nan bir başka örnek de, XIII. Louis'nin 1601-1628 yıllan arasında tutulan
çocukluk ve gençlik güncesidir. Saray hekimi Jean Heroard bu güncede kü­
çük prensin büyüdüğü cinsel uyarılarla dolu ortamı ve çevresindekilerin
onun penisiyle nasıl ilgilendiklerini aynnhlanyla betimlemiş, Aries ve pek
çok kültür tarihçisi de bunu 17. yüzyılda yüksek tabakanın bir çocuğu şart­
landırması olarak yorumlamışhr. Duerr ise, pek çok toplumda erkek çocu­
ğa başından beri gerçek bir erkek olacağının, şimdilik küçük olan şeyiyle
ilerde kadınlara egemen olacağının öğretildiğini vurguluyor: "Küçük Lo­
uis'ye karşı neden böyle davranıldığının anahtarı da buradadır: Geleceğin
kralının ereksiyon kabiliyeti devletin çıkarınaydı ve erkenden uyarma yo­
luyla güvence alhna alınmak isteniyordu." (181). Prensin cinsel organıyla
oynayan tek kişinin dadısı olmadığı, saraydaki herkesin küçük çocuğun
ereksiyonuyla ilgilendiği anlaşılıyor. Ne var ki, bu ilgi amaçlananın tam ter­
si bir etki yaratmış ve Louis zifaf gecesinde başarılı olamamış, beklenen
cinsel birleşme beş yıllık evlilikten sonra zar zor gerçekleşebilmiştir. "Ama
bütün bunlar onun namus bekçiliği yapmasına, en masum erotik imaları
bile yasaklamasına, bir hanımefendinin cömert dekoltesine tükürmesine,
Nisan 1641'de edepsiz resimlerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir karar­
name çıkarmasına ve tiyatro oyuncularının 'halkın namusunu zedeleyebi­
lecek nitelikte' sözler söylemelerini yasaklamasına engel değildi." (182).
Çocukların masum olduğu görüşü aslında çocuğun cinsellik dışı
(asexual) olduğu görüşüne dayanmaktadır. Victoria çağında cinsellikten dış­
lanmış saf bir çocukluk görüşü geliştirilmiştir; bunun da gerisinde, cinsel
isteği olmayan ve yalnızca kocasının isteğine hizmet etmesi gereken "saygı-

AN I LARDAKİ AŞKLAR
değer" kadın göıüşü yer alır. Cinsellikten yoksun çocuk anlayışı toplumsal
kurallarla da desteklenmiştir. Clarke (2004), bunun klasik bir örneğinin 19.
yüzyılda mastürbasyona karşı yüıütülen kampanya olduğunu söyler; daha
önce belirtildiği gibi, bu kampanyayı yalnızca din adamları değil, doktorlar
ve psikologlar da desteklemişti. Mastürbasyonun zeka geriliğine, ruh hasta­
lığına, kısırlığa, aynca ahlak yoksunluğuna yol açtığı ileri sürülüyordu. Bu­
nun sonucu olarak çocukları mastürbasyondan uzak tutmak için birtakım
teknikler, hatta cezalar geliştirilmişti. Victoria çağının bu baskıcı atmosfe­
rinde Freud'un çocuk cinselliğine ilişkin göıüşlerinin nasıl bir dehşet yarat­
tığını kestirmek zor olmasa gerek. Freud, cinselliğin erinlikten itibaren an­
sızın ortaya çıkmadığını, çocuğun cinsel haz yetisine sahip olarak dünyaya
geldiğini savunuyordu; çocuk, bedeninin her yeriyle ve her türlü dokunma
ile cinsel haz duyabilirdi. Bu genelleşmiş haz yetisi üreme yeteneğine doğ­
ru derece derece gelişecektir. Freud'un devrim yaratan bu kuramının Victo­
ria çağının cinsellik dışı çocuk göıüşünü yıkacağı kesindi; bundan etkilenen
çocuk yetiştirme kuramcıları 196o'larda daha "izin verici" göıüşler geliştir­
diler. Clarke, şair Philip Larkin'in şöyle dediğini aktarıyor: "Cinsel ilişki
196J'te . [Lady] Chatterley yasağının sonu ile Beatles'ın ilk LP'si arasında
..

başladı." (91). Ancak 196o'lar da sanıldığı kadar özgürlükçü değildi, aksine


cinsellik birçok toplumsal sorunun kaynağı olarak görüldü.
Cinsellik konusunu yetişkinlerin çocukların yaşamını kontrol et­
mek için kullandıkları gerçeği çoktandır bilinmektedir; buna ilerleyen sa­
tırlarda yer yer değineceğim.

ERGENLİGİN TARİHİ
Bizim bugün ergenlik dediğimiz olgu geçmişte biliniyor muydu?
Çocukluk gibi ergenlik kavramının da 17. yüzyıldan sonra ortaya çıktığını
kabul eden bilim adanılan Avrupa'da halkın daha önce ergenlik kavramına
sahip olmadığını belirtirler. 15. yüzyıldan itibaren önce çocuk (15. yüzyıl ile
18. yüzyıl arası), sonra da genç (18. yüzyıl) yaş gruplarının ortaya çıkmaya
başladığı görülür. Sosyolojik olarak bir dönemden söz edebilmek için o dö­
neme özgü bir yaşam tarzının ve grup kültüıünün var olması gerekir. So­
nuç olarak, gençliğin tarihini bu yeni toplumsal tipin ortaya çıktığı 18. yüz-

18 ÇocUKLU� U N VE ERG E N Lİ � İ N TARİHİ


yıl ile başlatmak doğru olacaktır. Çocukluk gibi ergenliğin de bir "kültürel
yaratım" olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Ergenlik kavramı sanayi­
leşmenin, eğitim dönemini uzatma, gelişen teknoloji karşısında yeni yetiş­
kin rollerini öğretme gibi zorunluluklarının bir ürünüdür. Ergenliğin ken­
disi gibi ergenlik psikolojisi de tarihsel bir gelişime sahiptir. Ergenliğin ço­
cukluktan ayn bir dönem olduğunun fark edilmesiyle birlikte, "ikinci do­
ğuş" (Rousseau) ya da "yeniden doğuş" (Hall) anlayışına dayalı bir ergenlik
bilimi de gelişmeye koyulmuştur (Debesse 1983). Ancak, bireysel gelişim­
de yeni dönemlerin ortaya çıkması ve incelemeye alınması toplumsal-tarih­
sel koşulların sonucudur. Ergenlik araştırmalarının özellikle İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra artması, ergenliğin ya da gençliğin çağdaş toplumda or­
taya koyduğu sorunlarla ilgilidir. Günümüz toplumlarının gitgide karma­
şıklaşması yeni gelişim dönemlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Ge­
leneksel toplumlarda adı bile geçmeyen "genç yetişkinlik" (young adultho­
od) ve "beliren yetişkinlik" ( emerging adulthood) gibi yeni gelişim dönem­
leri tamamen modem ve postmodem çağın ve toplumun ürünüdür. Günü­
müzde genç yetişkinlik 30-40 yaşlar arasındaki, beliren yetişkinlik ise 20'li
yaşlardaki gelişim dönemidir. Amett (2001), beliren yetişkinliğin bütün
kültürlerde varolmadığını; yalnızca, genç insanların evlenmek, anababalık
gibi yetişkin rollerine girmeyi en azından yirmili yaşlarının ortalarına ka­
dar erteleyebildiği toplumlarda bulunduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla,
"beliren yetişkinlik" büyük ölçüde sanayileşmiş toplumlara özgüdür.
Çocukluk dönemi gibi ergenlik dönemi de tarih boyunca köklü de­
ğişimler göstermiştir. Cloutier (1997) ergenliğin çağlar boyunca gösterdiği
evrimi şöyle anlatıyor: "Bugünkü biçimiyle ergenlik, bazı yönleriyle on yıl­
dan on yıla hala değişen çok yeni bir olgudur. Sözgelimi, ergenlerden
195o'de toplanan veriler, aynı yaştaki gençlerden 196o'ta ya da 198o'de
toplanan verilerle aynı biçimde yorumlanamaz. Fiziksel temellerinde bile
ergenlik tarihin etkisi altındadır: Olgunlaşma yaşı ve büyüme normları bir
yüzyıldan diğerine değişmektedir. Ancak en belirgin tarihsel değişimler er­
genliğin psikososyal niteliği alanında ortaya çıkmaktadır. Yüzyıllar önce
Batı ülkelerinin çoğunda gençlerin büyük çoğunluğu ortaöğretim düzeyine
çıkamıyordu, oysa aynı ülkelerde şimdi zorunlu öğretim 16 yaşına kadar

AN ILARDAKİ AŞKLAR
devam eder. Yüz yıl önce okul bilginin temel kaynağını oluşturmaktan çok
uzaktı ve çocukların değilse bile ergenlerin çalışması olağan bir şeydi; 'Ya­
şamak yaşayarak öğreniliyordu.' Bugünün 12-18 yaşlarındaki gençleri ken­
dilerini ansızın atalarının çağında bulsalardı, büyük olasılıkla, değerlerin,
geleneklerin, tekniklerin ve rollerin tümüyle farklı olduğu bir başka dünya­
ya gittikleri izlenimine kapılırlardı. Bu 'başka dünya' belki bu modem gez­
ginlerin çoğunu şaşkınlıkla seyrederdi: Yüz yıl önce çalışmaya çok daha
genç yaşta başlanıyordu, ama 18 yaşına kadar çocuk sayılmak da söz konu­
su değildi. Kuşkusuz, teknik daha az ileriydi; ama uzman bir kişi, toplum­
da gerçek bir yol üstlenmeye yetenekli bir kişi sayılmadan önce yıllarca
okula gitme zorunluluğu da yoktu." (876).
Batı'da ergenlik -Latince "adolescere: büyümek" sözcüğünden ge­
lir- kavramının 15. yüzyılda ortaya çıktığı saptanıyor; ancak ergenliğe iliş­
kin görüşler çok daha eski. Burada, ne felsefede belirtilen ergenlik görüş­
lerini, ne psikolojide, sosyolojide, antropolojide geliştirilen ergenlik ku­
ramlarını birer birer ele almamıza olanak var; ancak -Cloutier'ye dayana­
rak- bazı önemli saptamaları aktarmak da yararlı olacaktır. Örneğin, MÖ
384-322 tarihlerinde yaşamış olan Yunan filozofu Aristoteles, 15-21 yaşlar
arasındaki gelişim evresini, "tutku -ki en güçlüsü cinselliktir-, tepisellik,
denetim yokluğu, fakat aynı zamanda cesaret, idealizm, başarı hazzı ve
iyimserlik" (877) evresi olarak görüyordu. Ergenliği karşıt duyguların çatış­
ma alanı olarak gören bu tür görüşler günümüze kadar gelmiştir. Ergenlik
psikolojisinin kurucusu sayılan Amerikalı psikolog Stanley Hail da (1844-
1924), Darwin'in etkisiyle geliştirdiği "özünü yineleme" kuramında, insa­
nın geçirdiği her gelişim evresinin insanlığın geçtiği bir dönemi yansıttığı­
nı kabul ederek, ergenliğin de kabile toplumlarının çağına benzediğini ile­
ri sürüyordu: "Bu, uygarlıktan önce gelen çağdır; bu, çelişkilerle, yani tut­
kulu etkinlik ile kayıtsız uyuşukluk arasında gidip gelmeyle, yoğun ben­
merkezcilikten cömert özgeciliğe geçişle nitelenmiş olan bir kargaşa ve
stres dönemidir. Ergen, bazen kendini yalnızlık içinde yalıtmak, bazen ça­
bucak kurulmuş dostluklar arasında yaşamak ister." (881).
Psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud'a (1856-1939) göre, er­
genlik cinsel dürtülerin güçlendiği ve cinsel doyumla aşın derecede ilgile-

20 ÇOCUKLU�UN VE ERG E N Lİ�İN TAR İ H İ


nildiği, Oedipus çahşmasının geri geldiği bir dönemdir. Buna karşılık An­
na Freud (1899-1982), çocukluk ve ergenlik cinselliği arasındaki -benzer­
likleri değil- farklılıkları açıklar: Birinciler bireysel ve otoerotik bir doyu­
ma, ikinciler ise kişilerarası ilişkiye ve üreme işlevine yöneliktir. �nna Fre­
ud, ergenlikte güçlenen dürtülerin kişisel denetimi zayıflatabileceğini, böy­
lece tepiselliğin artabileceğini, uyumun bozulabileceğini belirtir; ama baş­
ka bir uyumsuzluk biçimi de dürtülerin aşın biçimde denetlenmesi, böyle­
ce iç gerilimin artması olarak ortaya çıkabilir: "Bu iki karşıt eğilim, yani
dürtüler tarafından aşılma eğilimi ve dürtüleri aşırı biçimde denetleme eği­
limi ergen davranışının pek çok alanına yansır (aşk/nefret, yalnızlık/aşırı
toplumsallık, benmerkezcilik/aşın cömertlik vb) ve Anna Freud'a göre, er­
genin denetim ve libidinal doyumlar arasında bir denge sağlamak için yü­
rüttüğü içsel savaşımı dile getirir." (885).
Geleneksel psikanalizciler ergeni "biraz nevrozlu" bir kişi olarak ta­
nımlamakta görüş birliği içindedirler. Ergenlik döneminin en önemli soru­
nunun bir kimlik geliştirmek olduğunu saptayan Erikson (1902-1994),
genç kişinin "Ben kimim?n sorusunu sormak ve bunu bireysel olarak ya­
nıtlamak zorunda olduğunu belirtir. Kimliğin kurulmasında yaşıt grubu­
nun da önemli bir katkısı vardır: "Erikson, ilk aşkları da kendini sınamak
için yararlı geçitler olarak görür; ona göre bunlar, aşık ergenler arasındaki
uzun konuşmaların da gösterdiği gibi. 'cinsel' olmaktan çok 'kişilerarası'
niteliktedir." (889). Erikson, pek çok gencin konuşmayı kucaklaşmaya yeğ­
lediği kanısındadır. (Bugün tam tersine sevişen ama konuşmayan bir genç­
lik olup olmadığını ilerde tartışacağız.)
Yukarıda özetlenen ve hemen hepsi büyük ölçüde biyolojiye üstün­
lük tanıyan kuramların aksine, kültürü biyolojinin önüne koyan antropolo­
jik kuramlar farklı bir ergenlik tablosu çizerler. Cloutier'nin dediği gibi, bi­
yolojik temelli gelişim kuramları insanın evriminde süreksiz/kesikli evre­
ler önerdikleri halde, kültürel antropologlar gelişimi sürekli/aşamalı bir
süreç olarak görürler. Gelişim evrelerini yaratan kültürdür, ergenlik de her
şeyden önce toplumsal bir olgudur. Bu yaklaşıma göre ergenlikteki buna­
lım da evrensel olarak zorunlu, kaçınılmaz iç çahşmaların sonucu değil.
modem toplumlarda statülerin, rollerin ve sorumlulukların süreksizliğinin

ANILARDAKİ AŞKLAR 21
ve parçalanmasının ürünüdür: "Batı kültüründe çocukla yetişkin arasında
belirgin bir farklılık vardır. Örneğin, çocuk cinselliğe rahatça yaklaşamaz,
cinsel ifadeleri sınırlanır, cinsel ilişkileri görmez, bir doğum olayını görme
fırsatını da nadiren bulur vb. Oysa bu bütün kültürlerde böyle değildir ( ... )"
(893). Ergenliğe sosyolojik bakışın da antropolojik yaklaşıma oldukça ben­
zediğini söyleyebiliriz. Sosyolojik ergenlik araştırmaları özellikle toplum­
sallaşma sürecini vurgular, toplumsal rollerin kazanılmasını önemserler.
Ergenin yaşamını kültür kadar toplumsal sınıf ve aile de etkiler, ergenliğin
yaşandığı tarihsel dönem de önemlidir. Cloutier, "her ergenlik kavramı,
içinde yer aldığı on yıllık dönemlerce değiştirilir. Bu tarihsel boyutun bilin­
memesi bugün de ergenliği gerçekten anlama güçlüğünün temelinde ya­
tan nedendir" (895) diyor.
Jean Piaget'nin (1896-1980) çağdaş gelişim psikolojisine damgasını
vuran bilişsel yaklaşımı bir evre kuramıdır ve bilişsel gelişimin, soyut dü­
şünmenin ortaya çıkmasıyla beliren son evresini ergenlikte görür. Soyut
düşüncenin kazanılması ergene, zeka bakımından yetişkinle eşit olmak; ye­
tişkinlerin dünyasından bağımsız olmak; aynı zamanda genel fikirlere, ide­
allere, ideolojilere yaklaşabilmek; felsefi, siyasal, toplumsal, bilimsel spekü­
lasyonlar yapabilmek gibi birçok yeni olanak sağlar. Ergen bu sayede bir
yandan içinde yaşadığı toplumu ve dünyayı özümseyebilmekte, öbür yan­
dan da bu dünyaya karşı çıkma, hatta onu değiştirme planlan yapabilmek­
tedir. Her ergenin içinde toplumu yargılayan ve dünyayı yeniden kurmak
isteyen bir kuramcı vardır. Ancak bu zihinsel uğraşlarda duyguların akıl yü­
rütmeye sık sık karıştığı görülür. Mutlak, öznel, kişisel sanılan kuramlar as­
lında son derece yavan, sıradan ve çelişkili olabilir. (Kimi yazarlar ergenliği
bir "metafizik geviş getirme" dönemi olarak nitelerler.) Ama bu hiç önem­
li değildir. Önemli olan, soyut düşünmenin ergene bir değerler sistemi, bir
gelecek görüşü, bir yaşam planı sağlamasıdır. Aynı derecede önemli olan
bir nokta da, soyut düşünmenin ergene -erinlik gelişmelerinin alt üst etti­
ği- iç yaşamını düzene sokma, içebakış, derin düşünme yeteneklerini ka­
zandırmasıdır. Reymond-Rivier'nin (1979) belirttiği gibi, bu gelişmenin
manevi bir bunalım boyutlarına ulaşması bile söz konusudur: "Gençlerin
çoğu varoluşun büyük sorunlarıyla uğraşırlar: Aşk, din (ergenlik sırasında

22 ÇocUKLU�UN VE ERGEN Lİ�İN TAR İ H İ


dinsel bunalımlar çok sıktır), ahlak, siyaset, ölüm, zamandan kaçma, geç­
miş ve gelecek." (201). Aslında bir kimlik araştırmasıdır bu, "ben kimim?"
sorusunu yanıtlama çabasıdır. Roger Martin du Gard ( 197 9) Thibault'lar
adlı romanında lise öğrencisi genç kahramanlarına yazdırdığı mektuplarda
bu kendini arayışı ve içebakış hazzını betimler: "Neden böyle kimi zaman
kederlisin, kimi zaman sevinçli? Ben, en çılgınca neşeli anlarımda kendimi
acı anıların seline kaptırırım. Hayır, artık hiçbir zaman şen ve havai olama­
yacağımı anlıyorum! Gözlerimin önünde daima ulaşılmaz bir ideal'in he­
yulası canlanacak! ( ... ) Bana düşman bir dünyanın ortasında yapayalnızım.
Sevgili babacığım beni anlamıyor. ( ... ) Kuşkusuz oluşum halindeyim: Bey­
nim kaynıyor, kalbim de daha kuvvetlice diyeceğim. ( ... ) En karanlık umut­
suzluğa yuvarlandıktan sonra, en boş umutlara kapılıyorum: Denizin ta di­
bine yuvarlanmışken, bakıyorum birden bulutların üstüne yükselmişim!"
(62-64). Bu tür düşüncelerin gerisinde korkular, kaygılar olduğu gibi, özse­
ver hazlar da olabilir. Reymond-Rivier'nin dediği gibi, "Bu tür arayışlarla,
ergenin kendini tek ve tekil bir kişilik olarak onaylaması, kendine bir kişi­
lik ve kimlik oluşturması arasındaki ilişkiyi görmek zor değildir. Aynı şekil­
de, ergene özgü özseverlik ve megalomaniyi ve alttaki kararsızlığı ortaya çı­
karmak da kolaydır." (198). Ergenlerin kendilerini başkalarından farklı his­
setme, özgün olma arayışları müzikte, giyimde, dilde, düşüncede görülebi­
lir. Aslında bu eğilim hem soyut düşünme yeteneğinin bir yan ürünüdür,
hem de özgürleşme isteği olarak toplumsal bir dayanağı vardır. Ergenlerin
özgün, hatta tuhaf giyim kuşam özlemi sadece günümüze özgü değildir,
geçmişte de varolagelmiştir. 3o'lu yıllarda Maurice Debesse'nin "gençliğin
özgünlük bunalımı" diye adlandırdığı bu eğilim, toplumsal bağlamda yer­
leşik değer yargılarına karşı çıkma (non-conformisme) isteğini temsil edi­
yordu; bireysel olarak da, dikkat çelane, özel olduğunu gösterme gereksin­
mesini ortaya koyuyordu. Sanat akademisi ya da mimarlık öğrencilerinin
geleneksel yıl sonu baloları bu çılgınlığın romantik çağdan beri gelen ör­
nekleridir. Reymond-Rivier, "En zirzopça şeyler sırf bunları 'rahatına düş­
kün dar kafalılara' gösterme zevki için yapılır" (197) diyor. Elkind'in ( 1967)
daha sonra "kişisel efsane" adını verdiği bu özellik günümüzde artık duy­
gusal yönüyle değil, daha çok bilişsel yönüyle değerlendirilmektedir.

A N I LAADAKİ AŞKLAR 23
Ergenliği kaçınılmaz bir "fırtına ve stres" dönemi olarak gören ge­
leneksel arılayış sonradan çok eleştirilmiştir. Bu anlayışın bilimden -so­
runlu ergerılerin klinik gözlemlerine dayanılması- ve medyadan -gençle­
rin başanlannın değil zayıflıklarının öne çıkarılması- gelen pek çok kayna­
ğının olduğu belirtilmiştir. Özellikle ruh sağlığı alanında çalışan araştırma­
cıların ergenlik çalkantısını ( adolescent turmoil) normal gelişimin bir bö­
lümü gibi görmelerine karşılık (kimi yazarlar ergenlerin bu duygusal ra­
hatsızlığı "sessiz çalkantı" biçiminde yaşadığını ileri sürüyordu), görgül
araştırma ve gözlemler ergerılerin çoğunun psikolojik alt üst oluş ya da ka­
rışıklık yaşamadığını ortaya koydu. Başka bir deyişle, ergenlerin çoğu huy
dalgalanmaları, beklenmedik davranışlar, anababaya başkaldırı ile kendini
gösteren köklü bir kişilik örgütlenmesi sorunu yaşamamaktadır. Bugün er­
gerılik, daha çok, ergenin büyümeye ve gelişmeye büyük ölçüde uyum sağ­
layabildiği kritik bir gelişim dönemi olarak görülmektedir. Dolayısıyla, zor
bir dönem olmakla birlikte, günümüzde ergenlik anababa değerleriyle ka­
çınılmaz olarak çatışmaya girilen bir başkaldırı dönemi olarak da görülme­
mekte artık (Austrian 2002).
Elkind (1998) değişen ergenlik algılarını açıklarken iki tarihsel dö­
nem belirler. 19. yüzyılın ikinci yansı ile 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan
birinci dönem, ergerıliğin "altın çağ"ı sayılır. Bu dönemde parasız eğitim
bütün dünyada ilk kez ergenlere öğrenci olma rolünü veriyordu. Sosyal bi­
limlerde ergenlik bir "fırtına ve stres" dönemi olarak, ergen de henüz ol­
gurılaşmamış bir kişi olarak tanımlanıyordu. Yine bu dönemde kentleşme
ve çekirdek aile yaşam biçimi yaygırılaşıyordu. Çekirdek aile dışarıdaki kor­
kunç dünyaya karşı olgunlaşmamış genç için en güvenilir ortamı sağlıyor­
du. Elkind bu dönemin edebiyatının da ergerıliği yücelttiğini belirtir: Oğ­
larılar için Mark Twain'in Tam Sawyeı'ı (1876) ve Huckleberry Finn'i
(1885), Salinger'ın A Catcher in the Rye'ı (1951); kızlar için Alcott'un Iittle
Women'ı (1869), Montgomery'nin Anne ofGreen Gables'ı (1908) gibi. Ba­
zıları Türkçe'ye de çevrilen bu öyküler yetişkinlerin koruyucu dünyasında
yaşayan, işi ağır, ama iyi kalpli, iyi niyetli bir gençlik tablosu çiziyorlardı.
Elkind'e göre bütün burılar yüzyılın ortalarından itibaren değişme­
ye başladı. 196o'lar insan haklan ve kadın özgürlüğü hareketleri çağıydı.

ÇoCUKLUlUN VE ERGENLİlİN TARİHİ


Bu iki hareketin eşitlikçi dünya görüşü, çocukların ve gençlerin yaşamını
da etkiledi; önceki döneme özgü olgunlaşmamış ve fırtınalı ergenlik anla­
yışı, "çocuklaştıran" ve gencin yeteneklerini küçümseyen bir bakış olarak
görülüyordu artık. Ergenlik artık bir toplumsal pişmişlik, deneyimlilik ve
teknolojik bilgelik dönemi olarak kabul edilmeliydi. Ergenliğin altın çağı­
nın sona ermesine katkıda bulunan asıl etken, 6o'larda yaşanan ikinci cin­
sel devrim oldu. (Tarihte birinci cinsel devrim gençlerin evlenirken kendi
eşlerini kendilerinin seçmesiyle 19. yüzyılda ortaya çıkmıştı.) 20. yüzyılda­
ki cinsel devrim, evlilik öncesi cinsel yaşamın toplumsal olarak kabul edil­
mesi, bekaretin önemini kaybetmesi, evlilik bağının gevşemesi, boşanma­
nın artması gibi sonuçlar getirdi. Ergenlerin yaşamında anababaların yeri
ve önemi de azaldı. Ergenlerin karşı karşıya kaldığı alkol, uyuşturucu, ço­
cuk fuhuşu, pomo film gibi toplumsal tehlikeler günümüzde artarken, er­
genlerin farkında olma ve deneyimli davranma olanakları da arttı. Bugü­
nün gençlerinin yanın yüzyıl önceki yaşıtlarından çok daha pişmiş ve de­
neyimli oldukları söylenebilir. Bu değişim kendiliğinden ortaya çıkmamış­
tır. Elkind'e göre, "Çocukluğun ve ergenliğin altın çağından günümüze
doğru gelişen hareket, modem çağdan postmodem çağa doğru toplumsal
bir dönüşüm aracılığıyla olmuştur." (ıo).
Elkind, evlilik öncesi cinselliği toplumsal olarak kabul edilir kılan
cinsel devrimin romantik aşkı da belirsizleştirdiğini düşünmektedir. Ro­
mantik aşk belirli ve tek bir eşe yönelik bir cinsellik inancına dayanıyordu.
Çağdaş evliliklerde bekaretin önemini kaybetmesiyle birlikte romantik aşk
da yerini "uyuşumlu aşk"a (consensual love) bıraktı. Uyuşumlu aşk, eşler­
den birinin ya da diğerinin günün birinde ilişkiyi bitirme kararını verebile­
ceği anlayışına dayanan "eşitler arası" bir ilişkidir. Elkind'e göre modem
çağın diğer öğeleri de değişime uğruyor; çekirdek aile geçirgen aileye, an­
nelik duygusu paylaşılmış anababalığa, evcimenlik duygusu kentlilik duy­
gusuna dönüşüyor (postmodem "geçirgen aile" giren çıkanın belli olmadı­
ğı kalabalık bir tren istasyonuna benzetilmektedir). Postmodem çağ artık
ergenliği de olgunlaşmamış, duygusal açıdan fırtınalı bir dönem olarak de­
ğil, geçmiştekinden daha deneyimli, daha az çatışma yaşayan bir dönem
olarak görür. Bugünün ergeninin, aşın genelleştirilmiş modem ergen ka-

ANI LAADAKİ AŞKLAR


lıbını aşarak daha özelleşmiş, daha bireyselleşmiş bir ergen olduğu söyle­
nebilir. Ergenin kimlik oluşumu da eskisine oranla daha erken başlamak­
ta, daha uzun sürmekte; ama bu arada yaralanabilme, kırılabilme riski de
o oranda artmaktadır.
Downs ve Hillje (1993), ergen cinselliğinin doğası konusunda tarih­
çilerin ve kuramcıların büyük ölçüde görüş birliği içinde olduklarını, buna
karşılık kapsamı konusunda oldukça ayrıldıklarını belirtir. Ergen cinselliği­
nin doğasına ilişkin iki nokta üzerinde hemen hemen bütün araştırmacı­
lar anlaşır: Ergenler kendilerinin ve diğerlerinin cinselliği konusunda me­
raklıdırlar; ergenlerin cinsel deneyimlerinin çoğu sperm üretimi, ilk ayha­
li gibi fiziksel gelişimlerle bağlantılıdır. Ergen cinselliğinin kapsamına da,
üzerinde uzlaşma olmayan pek çok ve çeşitli konu girer: erinlik törenleri,
cinsel roller, cinsel yönelimler, cinsel saldırılar, cinsel çekicilik, mastürbas­
yon, doğum kontrolü, cinsel eğitim vb.
Ergen cinselliğinin kapsamına girdiği varsayılan konular tarih bo­
yunca gitgide artış göstermiştir. Genellikle, Rousseau'nun Emile adlı kita­
bının 178o'de yayınlanması ergenliğe ilişkin bilimsel çalışmaların dönüm
noktası olarak kabul edilir. Ergenliğin kendi başına bir dönem olarak yeni­
den tanınması ise Hall'un 1904'te yayınlanan kitabıyla olmuştur. Ne var ki,
Hall'un zamanında dinsel dogmaların ergenin cinselliğine ilişkin bilimsel
çalışmalara egemen olduğu görülmektedir; bu egemenlik ancak 20. yüzyı­
lın sonlarında kırılabilmiştir. Öte yandan, ergen cinselliği tarihinin teca­
vüz, zorla evlilik vb yoluyla gelen bir kurban olma ( victimization) tarihi ola­
rak yaşandığı da söylenebilir. (Türkiye'de buna "töre cinayetleri" de eklene­
bilir.) Tam anlamıyla saf dışı edilmiş olmamakla birlikte, Batı toplumların­
da kurbanlaşmanın ergenleri koruyan yasalarla, eğitim programlarıyla ve
toplumsal bilinçlenmeyle bir ölçüde önlenebildiği açıktır.

CİNSEL OLGUNLAŞMANIN TARİHİ


20. yüzyılın tarihsel özelliklerinden biri de bu yüzyılın ergen cinsel­
liği üzerine çok sayıda kuramın ortaya çıkmasına tanık olmasıdır. Önceki
yüzyıllarda da ergen cinselliği hakkında çeşitli kuramsal görüşler vardı, ama
bunları bilimsel olarak sınama olanağı yoktu; 20. yüzyıl bu olanağı getirdi.

26 ÇocU KLU�UN VE ERGENLİ�İN TAR İ H İ


Clarke (2004), "Cinsellik hakkında konuşmak, güç ve ahlaka ilişkin anahtar
konulan, kişisel ve toplumsal arasında ki bağlan, toplumsal cinsiyet farklılık­
lannı, günah, suçluluk ve masumluk imgelerini aydınlatır" (89) der. Clar­
ke'a göre, önce cinselliğin insanoğlu için ne anlama geldiğini açıklamak ge­
rekmektedir. İlk olarak, cinsellik "insan bedenine ilişkin biyolojik bir ol­
gu"dur. İnsan bedeninde üremeyle doğrudan ilgili birincil (jenital organlar
vb) ve dolaylı olarak ilgili ikincil (bedenin biçimi, kıllar vb) özellikler vardır.
İkinci olarak cinsellik bir "etkinlikler dizisi" içinde yer alır; cinsel birleşme,
mastürbasyon, oral seks gibi bu etkinlikler bazen çoğalmayı sağlar, bazen de
yalnızca haz vermek içindir. Üçüncü olarak, cinsellik bir dizi "kişisel ve top­
lumsal anlam" içerir; böylece etkinliğin doğru mu yanlış mı, günah mı meş­
ru mu olduğu, zorla mı anlaşarak mı yapıldığı, neler hissettirdiği, haz verip
vermediği belirlenir. Cinselliğin dördüncü öğesi "cinsel yönelim"dir; cinsel
isteği hangi cinsin uyandırdığı sorusu söz konusudur burada.
Ergenliği belirleyen toplumsal koşullar ile biyolojik süreçler arasın­
da nasıl bir ilişki olduğunu en iyi gösteren örnek ilk ayhali (menarche) ya­
şındaki değişimlerdir. Beslenme ve sağlık koşulları düzeldikçe, öğrenim
süresi arttıkça cinsel olgunlaşma da daha erken başlamaktadır. Erinlik ge­
lişmelerindeki tarihsel ve toplumsal farklılıklar bilim adamlannın dikkati­
ni çok erken çağlarda çekmiştir. Daha 162o'de bir Alman doktor, Tyrol'de­
ki köylü kızlann cinsel olgunlaşmaya burjuva ve soylu kızlardan çok daha
geç ulaştığını saptar. 1798'de bir Fransız bilim adamı cinsel olgunlaşmada
kent ve kır nüfuslan arasında farklılıklar olduğunu görür. 1857'de Viyana
kent nüfusu içinde ayhalinin başlama yaşında toplumsal sınıf farklılıklan
saptanır. Orta sınıfta 15.7 olan bu yaş, el işçilerinde ve hizmetçilerde 16.2,
gündelik çalışanlarda ı6.8'dir. Berlin'de ı86o'larda yapılan bir araştırma­
da ortalama olgunlaşma yaşı üst sınıf kadınlarda 15.2, alt sınıflarda 16.1 ola­
rak saptanmıştır. Genç kızlann cinsel olgunlaşma yaşının tarih boyunca
nasıl değiştiğini görmek için yüzyıllar ve ülkeler arasındaki farklılıklara da
bakılabilir: Almanya'da ı8o8'de 16.8, 198ı'de 12.5; Fransa'da 183o'da 15.3,
1979'da 13.0; İngiltere'de 1832'de 15.7, 197J'te 13.0; Hollanda'da 1873'te
16.1, 1976'da 13.4; İsveç'te 1844'te 16.2, 1976'da 13.1; Norveç'te 1839'da
17.0, 1973'te 13.2 vb. Bu veriler Avrupa'da kadın nüfusun cinsel olgunlaş-

AN I LARDAKİ AŞKLAR
masında 19. yüzyılın ortalarından itibaren ortalama dört yıllık bir ilerleme
olduğunu gösterir (Mitterauer 1993).
Elimizde yeterli tarihsel veriler olmamakla birlikte Türkiye'de de
durumun genel olarak bundan farklı olmadığını biliyoruz. Türkiye'de de
sosyoekonomik düzeyin ilk ayhali ve gece boşalması yaşı üzerinde etkili ol­
duğunu, dolayısıyla cinsel olgunlaşmanın gitgide daha erken başladığını
gösteren araştırma bulguları söz konusudur. Türkiye'de ergenler üzerinde
yapılan çalışmalar, üst sosyoekonomik düzey ergenlerinin alt düzeydekile­
re göre cinsel olgunluğa daha erken eriştiklerini göstermektedir. Işıklar'ın
194o'larda yaptığı araştırmada, kızların Ege ve Akdeniz bölgelerinde, er­
keklerin Marmara ve Ege bölgelerinde cinsel olgunluğa erken eriştikleri,
en geç olgunlaşan kızların ve erkeklerin Doğu ve İç Anadolu bölgelerinden
oldukları bulunmuştur. Gökçeoğlu 198o'lerde Ankara'da ilk ayhali yaşını
13.03; Tümerdam ve arkadaşları yine l98o'lerde İstanbul'da ilk ayhali yaşı­
nı 12.87 olarak belirlemişlerdir. Gökdoğan'ın (1988) cinsel olgunlaşma
bulguları ise kızlar için 12.77, erkekler için l3.1ftür. 4o'lı yılların sayıları
elimizde olsaydı 8o'li yıllarla karşılaştırmak ve büyük olasılıkla bir düşüş
görmek olanaklı olabilirdi.
8o'lerin Alman gençliğinin cinsellikle ilgili bazı özellikleri şöyledir:
ilk aşık olma yaşı 15.4; ilk cinsel ilişki yaşı 16.2. l94o'larda doğanların için­
de on yedi yaşından önce cinsel ilişki yaşayanların oranı yüzde 3 ile 6 ara­
sında değişirken, l95o'lerde doğanlar için bu oranlar yüzde 26 ile yüzde
38'dir. Bu toplumsal değişimin temelinde hem cinsellikle ilgili değerlerde­
ki ve ideallerdeki değişim, hem de insan bedenindeki biyolojik gelişmeler
yer alır; aynca doğum kontrolü ve güvenli cinsel ilişki gibi çağdaş olanak­
lar da bunda rol oynar. Bütün bu etkenlerin Avrupalı gençlerin cinsel yaşa­
mında gözlemlenen değişimi en önemli toplumsal değişim süreci duru­
muna getirdiği söylenebilir. Cinselliği yüzyıllar boyunca evli/yetişkin er­
keklerin tekelinde tutup gençleri cinsellik alanından dışlayan anlayış böy­
lece kökünden değişmiş olmaktadır.
Elias (1987), ergenler arasında evlilik öncesi cinsel ilişkinin bir "cin­
sel devrimn denebilecek ölçüde artmadığını belirtiyordu. Elias'a göre asıl
devrim, ergenleri cinsel uyaranlarla bombardımana uğratan kitle iletişim

28 ÇocUKLUGU N VE ERGEN LİGİN TARİHİ


araçlannda olmuştur. Mussen ve arkadaşlan da (1990) "cinsel devrim"e
karşın gençlerin çoğunun evlilik öncesi cinsel ilişkiye girmediğini belirtir.
Gene de saptanan önemli değişimler söz konusudur. Bilimsel kaynaklar ya­
kın yıllarda eşcinselliğin değil, eşcinsellik konusundaki açıklığın arttığını
dile getirir. Alt sosyoekonomik gruba dahil ergenlerin cinsel etkinliğe daha
erken girdikleri gerçeği değişmemektedir; buna karşılık, üst sosyoekono­
mik gruptaki eğitimli ergenlerin -özellikle kızlann- cinsel davranışlannda
ve tutumlannda büyük değişiklikler ortaya çıkar. Oynaşmanın (petting) ya­
kın zamanlarda arttığı, daha erken yaşta ve daha sıkça yaşandığı, orgazma
varan oynaşmaların ise sıklaşhğı görülür. Oynaşma konusunda da açık söz­
lülüğün artması önemlidir. Cinsellik alanında görülen değişimlerin uzun
bir zaman aralığında ortaya çıkması, bunlann "devrim" olarak nitelenmesi­
ni engeller. Değişim genellikle, gitgide daha fazla ergen kızın cinsel ilişki­
ye girmesinde, buna karşılık ergen erkeklerin de gitgide daha erken yaşta
cinsel ilişkiye başlamasında yaşanmaktadır. Önemli bir nokta da, gençlerin
cinsel partnerlerinin -sanıldığının aksine- çok sayıda olmamasıdır.
Dusek (1987) ergenlerin önemli bir oranının evlilik öncesi cinsel iliş­
kiye girdiğini bugün kimsenin yadsımayacağını belirtir; ancak bu konuda
önemli bir cinsiyet farklılığı söz konusudur. 195o'lerdeki Kinsey araşhrma­
lan, erkeklerin yaklaşık yüzde 55'inin 15 yaşında cinsel ilişkiye girdiğini, bu­
na karşılık kızlann yalnızca yüzde 3'ünün 16 yaşında (yüzde 2o'sinin 19 ya­
şında) evlilik öncesi ilişkiyi yaşadığını ortaya koyuyordu. 1970 ve 8o'lerdeki
daha yeni araşhrmalar bu durumun erkekler için aynı kaldığını, ama kızlar
lehine epeyce değiştiğini gösterir. Dusek, eğer bir "cinsel devrim" varsa bu­
nun ergen kızlar için olduğunu söylüyor. Ergenlerin cinsel davranışlannda­
ki diğer boyutu da, evlilik öncesi cinsel ilişkiye giren ergenlerin yaşının git­
gide daha aşağı inmesidir. Dusek, bütün bu değişimlere karşın ergenler ara­
sında rasgele cinsel ilişkide (promiscuity) ya da aşk ilişkisi dışındaki cinsel­
likte arhş olmadığını belirtiyor. Bugünün gençleri cinsellik hakkında daha
fazla konuşmakla birlikte, cinsel deneyimleri büyük olasılıkla anababalan­
nın ergenlik dönemindekinden daha fazla değildir. Başka bir deyişle, bugü­
nün ergenlerinin cinsel deneyimlerinin anababalannınkinden farklı olmak­
tan çok benzer olduğu -ama tümüyle de aynı olmadığı- söylenebilir.

AN I LARDAKİ AŞKLAR
Esman'a (1990) göre, bir "cinsel devrim"den ( sexual revolution)
çok bir "yeni cinsellik"ten (new sexuality) söz etmek daha doğru görünür;
kuşkusuz, bu yeni cinsellik de "yeni bir ahlak" (new morality) anlayışını ge­
rektirir. Bu konudaki sosyolojik araştırmaların sonuçlan üç ana çizgide
toplanabilir: Birincisi, 6o'lı ve 7o'li yıllarda yetişkinlerin dünyasında geli­
şen yeni ahlak anlayışı ergenler arasında özgür bir cinselliği -yüreklendir­
mese bile- onaylamaktadır; ikinci olarak, bu yeni ahlakın egemen özelliği,
eskiden yasaklanan şeyleri artık yapmalarına izin verilen ergen kızların
davranışlarını ve değerlerini etkilemesidir; bir diğer sonuç ise yeni cinsel
davranışın temel örüntüsünün rasgele cinsel ilişki değil, geçici ya da "dizi­
sel tekeşlilik" ( serial monogamy) olmasıdır. Bununla birlikte, Esman, cin­
sel devrimin -yetişkinlerin üzerindeki etkisi ne olursa olsun- ergenlerin
dünyasında gerçekten yeni olan hiçbir şey getirmediğini söyler: "Cinsel de­
neyim, yoğun cinsel tutku, sonsuz cinsel merak, güçlü istek ve uygun cin­
sel partner arayışı her zaman ergenin yaşamının bir bölümü olageldi. Ye­
ni ahlakın getirdiği şey, eski baskıların ve ketlenmelerin ağırlığının azal­
masıdır; öyle ki, en azından orta sınıf ergenleri arasında -ve gitgide işçi sı­
nıfı gençliği içinde de- açık cinsel deneyimde göreli olarak suçluluktan ba­
ğımsız bir açılım önceki kuşaktakinden daha erken ortaya çıkıyor." (75).
Günümüzde gelişmiş ülkelerde gençliğin görece daha huzurlu bir cinsel­
lik yaşadığı, bir yandan AİDS paniğinin, diğer yandan cinsel eğitim prog­
ramlarının bunda etkili olduğu, böylece rasgele cinsel etkinlik yerine tekeş­
li cinsel yaşamın yeğlendiği ileri sürülmektedir. (Cinsel alandaki bu durul­
maya karşılık ruh sağlığı sorunlarının arttığı da saptanmıştır.)
Ergenliğin tarihi bağlamında bütün cinsel davranışların tarihini yaz­
mak olanaklıdır; örneğin, eşcinselliğin ya da flörtün tarihi. Zeldin (1998) eş­
cinselliğin tarihinde -hiçbiri bir öncekini sona erdirmeyen- dört dönem ol­
duğunu saptamaktadır. Birinci dönemde eşcinsellik, "yerleşik kurumlan
destekleyen muhafazakar bir güçtü, bir haz kaynağı olduğu kadar bir ritüel­
di de." (126). Geniş bir kabul gördüğü bu dönemde eşcinsellik pagan dini­
nin ayrılmaz bir parçasıydı (çünkü seks tanrısal bir eğlenceydi); askeri kastı
güçlendirme yoluydu (Japon samuraylar savaşa genç bir erkekle birlikte
gönderilirdi); gençlere yurttaşlık dersi verme ve onları evliliğe hazırlama ara-

ÇocU KLU�UN VE E RG E N Lİ � İ N TARİHİ


cıydı (eski Yunan'da genç partnerin haz değil şükran duyması beklenirdi);
toplumda statü yükseltmenin ve lüksün aracıydı (Çin imparatorları yanla­
rında süslü oğlanlar bulundurur, 1. Elisabeth döneminde hovardalar bir kol­
larına bir kadın, diğerine bir oğlan takarak dolaşırlardı). İlginç olan bir göz­
lem de, Katolik Kilisesi'nin bile eşcinselliğe uzun süre hoşgörü göstermiş
olmasıdır. Kilise, rahiplerin kadınlara yönelmesini önlemeye çalışırken eş­
cinselliğin yaygınlaşmasını da kolaylaştırmıştır. Buna karşılık 13. yüzyıla ge­
lindiğinde Kilise -filozof ve teolog Aquino'lu Tommaso'nun etkisiyle- tu­
tum değiştirmiş, Engizisyon'un da saldığı dehşetle eşcinsellik en büyük gü­
nahlardan biri olmuştu: " Fransa, 126o'ta yürürlüğe koyduğu cezayla zulüm
bayrağını çekmişti: Suçun ilk işlenişinde hayalar, ikincisinde penis kesilip
atılıyor, üçüncüsünde suçlu yakılarak öldürülüyordu." (127). Eşcinselliği
tehlikeli ve gizli bir şey yapan bu ikinci dönemin baskılarının en uç örneği­
ni, bütün eşcinselleri yok etmeye girişen Hitler faşizminde görüyoruz. Zel­
din, Batı' da eşcinsellik tarihinin üçüncü döneminin 19. yüzyılda yaşandığı­
nı belirtir; bu dönemde eşcinsellik bir günah değil bir hastalık olarak sınıf­
landırılır. "Homoseksüel" kavramını ilk kez l869'da kullanan Viyanalı ya­
zar Benkert, eşcinselliği, zulümden korumak için tıbbi olarak açıklıyordu.
Kendi istemleri dışında bir "üçüncü cins" oluşturan eşcinseller günah ya da
suç işliyor sayılamazlardı. Bu aynın eşcinsellere hem bir bireysel yalıblmış­
lık duygusu verdi, hem de yalnız olmadıklarını keşfetmelerini sağladı. Gü­
zel sanatların (da Vinci, Michelangelo, Boticelli, Caravaggio), modem bili­
min (Newton, Halley, Boyle), ekonominin (Keynes), felsefenin (Wittgenste­
in), müziğin (Beethoven, Schubert, Çaykovski), edebiyatın (Proust, Ander­
sen) birçok büyük adı bu listeye giriyordu; Büyük İskender, Jül Sezar gibi fa­
tihler de. Eşcinsellik tarihinin dördüncü dönemi, eşcinsellerin gizlenmekten
bir ölçüde vazgeçtikleri ve bağımsızlıklarını ilan ettikleri dönemdir. Başlan­
gıçta, 19. yüzyılda Doğu yolculuğuna çıkarak Batı'dakinden daha farklı ve öz­
gür bir cinsellik yaşamak isteyen Avrupalılar vardı; bugürı ise AİDS korku­
suyla "duhule dayanmayan", kadın erotizmine yaklaşan sevişme yöntemleri
arayan yaklaşımlar söz konusu. Buna, eşcinsellerin evlenmesine olanak tanı­
yan çağdaş gelişmeleri de eklemek gerekiyor. Tannahill (2003), tarih boyun­
ca eşcinselliği kurumsallaştıran iki toplum olduğunu belirtir: "Ergen eşcin-

AN I LARDAKİ AŞKLAR 31
selliği, saygın vatandaşların titizlikle korunan kızlarının yerini al.acak kadar
çok kadın kölenin ve fahişenin bulunduğu toplwnlarda bile yaygı�dır. Çoğu
uygarlık bunu göz ardı etmeyi ya da bastırmayı denemiştir; başanyl� kurum­
sallaştıranlarsa yalnızca, Yunanlılar ve 15. yüzyıl Yucatan Mayala,rı'dır." (79).
"Mayalar, ergen eşcinselliğini tanıyan ve hatta heteroseksüelliğe yeğleyen
halklardandı" diyen Tannahill, şu ek bilgiyi verir: "Günümüz kabileleri hak­
kındaki (1952'de yapılmış) bir araştırma, bunlardan üçte ikisinin ergenlerde
eşcinselliği normal ve kabul edilebilir bulduklarını göstermiştir ve başka
araştırmacılar da eşcinselliğin Amazon'da Cubeolar, Kuzey Amerika'da da
Mohaveler, Zuniler ve kimi başka halklar arasında kurumsallaşmış olduğu­
nu görmüşlerdir. Aslında modem psikiyatri, ergenlikte bir eşcinsellik evre­
sinin hiç de ender olmadığını kabul etmektedir, airıa dünyanın büyük uy­
garlıklarının çoğu bunu her zaman ya görmezlikten gelmiş ya da telaşla ört­
bas etmişlerdir." (247) .
Karşı cinsler arasındaki arkadaşlığın da bir tarihi vardır. Zeldin
(1998), Birleşik Devletler'de ilk kez 1896'da kullanılan "çıkmak" (dating)
sözcüğünün başlangıçta yoksullar arasında yaygın olan argo bir sözcük ol­
duğunu belirtir. 192o'lerde Amerikan gençliğinin en önemli okul dışı et­
kinliğinin "çıkmak" olduğu görülür. 1945'e kadar çıkmanın temel amacı
olabildiğince çok sayıda kişiyle flört etmekti; özgüven sağlamanın başlıca
yolu, çıkılan kişi sayısını artırmaktı. Daha eskiden "ziyaret" denilen sistem
vardı ve genci anababanın iznine bağımlı kılıyordu. Oysa çıkma eylemi
gençleri anababa iktidarından kurtarmakta, evdeki denetimden kaçmayı
sağlamaktadır. Genç erkekler eğlenmek için arabalarına olduğu gibi kızlara
da para döküyorlardı; kızlara gelince, onlar da popüler olmanın ve koca bul­
manın en güvenilir yolunu çok sayıda oğlanla çıkmakta buluyorlardı. Zel­
din, artık aşktan eskisi gibi söz edilmediğini vurgular: "Çıkmak, özgüven el­
de etmenin demokratik yöntemi gibi görünüyordu; burada da bir çeşit oy­
lama, daimi bir seçim söz konusuydu. Gençler, aşk gibi anlaşılması zor bir
şeyle canlarını sıkmak yerine, aldıkları ya da kabul ettirdikleri çıkma teklif­
leriyle popülerliklerini kanıtlıyorlardı." (124). İlk öneriyi yapma ayrıcalığı er­
keklere aitti, ama karar verme yetkisi de kızların tekelindeydi. Bu durum
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bozuldu. Erkeklerin çoğunun savaşta

32 ÇocUKLU�UN VE ERG E N Lİ�İN TARİ H İ


kaybedilmesi, geri dönenlerin de olgun ve kültürlü kadın araması nedeniy­
le çıkına sistemi tamamen değişti. Artık üniversiteye gitmek "koca avlama"
yoluna dönüştü, kadınlar arasında evlenme yaşı son derece düştü, kızların
çıkmaya başlama yaşı da geriledi. Böylece çıkmanın esas amacı olan "kişi­
sel deneyimi genişletme" isteği de yerini "güvenlik duygusu"na terk etti.
195o'lerde kadın dergileri "feminenliğe dönüş"ü salık veriyordu. Genç kız­
lar kadınsı görünmek için -göğüslerini büyük göstermek gibi- çeşitli yolla­
ra başvuruyorlardı. Kadınların uysal ve kadınsı olmalarının erkeklerin de
kendilerini erkek gibi hissetmelerine katkıda bulunacağına inanılıyordu.
Ancak kadınlar, erkekliği yapay olarak şişirilmiş erkeklerin aslında yetersiz
olduğunu kısa zamanda gördüler ve yanlış yolda olduklarını fark ettiler.
Zeldin, böylece Amerikalıların 196o'ların cinsel devriminden çok önce bir
cinsel kimlik bunalımına kapıldıklarını belirtmektedir. Öte yandan Altman
(2003), Amerikalıların cinsellik karşısında günümüzde de geçerli olan iki­
yüzlülüklerinin özellikle ergenlik dönemi cinselliğinde belirginleştiğini
vurgulamaktadır: "Ergenlik çağındaki gençlerin cinsel cazibesi bir yandan
medya ve reklamlarda sürekli olarak vurgulanırken, gerçek yaşamda bu
grubun cinselliği suç ya da hastalık muamelesi görmektedir." (194).
Houppert (2004), Amerika Birleşik Devletleri'nde "ayhali yaşı" ko­
nusunda 1976'da yapılan bir araştırmanın bulgularının günümüze kadar
birçok tartışmanın kaynağı olduğunu belirtmektedir. Bu araştırmaya göre
ABD'de ilk ayhali yaşı ı8oo'lerin başında 17 iken günümüzde 12.5'tir (her
on yılda dört ay düştüğü saptanmıştır). İlk ayhali yaşının düştüğü doğru ol­
makla birlikte, bu olgunun nasıl yorumlanacağı konusunda yaklaşımlar
çok farklıdır. Houppert'in dediği gibi, " Erken yaşta adet görme ile cinsellik­
te erken gelişme arasında bağ kuran teorilerin sayısı bir hayli fazladır."
(60). Bu konuda en tartışmalı görüş, "Erken adet görme ile erken yaşta cin­
sel ilişkiye girme arasında bağlantı olduğunu varsayan" görüştür ve bilim­
sel olmaktan çok toplumsal ve ahlaki önyargıların ürünüdür.

PSİKANALİZDE VE EDEBİYATTA ERGENLİK


Ergenlik gelişmelerinin psikanalitik yorumunu Freud'dan çok An­
na Freud, Helene Deutsch, Erik Erikson gibi yazarların yaptığını biliyoruz;

AN I LARDAKİ AŞKLAR 33
daha yeni yorumlar için Jacobson'a (2004) bakılabilir. Geleneksel psikana­
litik yaklaşımın ergenliği biyolojik olarak temellendirdiği söylenebilir. Er­
genlik çağı bedenin bilincine varılması çağıdır, ancak çoğu zaman can sıkı­
cı bir bilinçlenmedir bu. Bedenini incelemek, gelişimlerini izlemek, yeni­
den tanımaya ve aynı zamanda başkaları üzerindeki etkisini kestirmeye ça­
lışmak zor uğraşlardır. Zorluk, yapılan işin duygusal yükünden gelmekte­
dir. Ama zor da olsa kaçınılmaz bir uğraştır bu; çünkü ergenlik çağının gü­
vensiz benliği bedende kendine kalıcı ve sağlam bir destek sağlamaya çalış­
maktadır. Kendine güvenini artırmak için bedene başvurulmakta, bedenin
en küçük kusurları da bu yüzden bütün benliği istila etmektedir. Erinlikle
birlikte baskın yapan dürtüsel güçler bedeni cinsel bir nesne yapar ve cin­
sel kimliğin kazanılmasında beden temel etken olur. Bu dönemde bedene
ilişkin saplantıların altında çoğu zaman cinsel kimliğe ilişkin kaygılar ya­
tar. Ayrıca cinsellik karşısındaki çatışmalı duygular da genellikle bedene
ilişkin kaygılar olarak yansıtılır.
Beden şeması ya da imgesi kavramı bedenimize ilişkin kişisel tasa­
rımımızı belirtir. Başka bir deyişle, beden imgesi bir insanın bedenine ve
bedensel görünümüne ilişkin duygularının toplamıdır. Bu imge, çözülmüş
parçalardan bütüne doğru giderek zaman içinde oluşur. Ergenlik döne­
minde hızlı organik gelişme ve değişimler eski beden şemasını bozar ve ye­
niden kurulmasını gerektirir. İmgenin böyle ansızın değişmesi ergeni, be­
denini ve cinsel kimliğini yeniden tanıma sorunuyla karşı karşıya getirir.
Görünümü değişen beden, çocuğun ve çevresinin gözünde yeni bir anlam
kazanır. Hızlı bedensel değişimler bir hastalık gibi, bir anormallik gibi kay­
gı ve korkuyla izlenir çoğu zaman. Değişen bedeninin sınırlarını ve olanak­
larını tanıma zorunluluğu ergeni fiziksel oyunlara ve hareketlere iter, ayna
önünde uzun süre kalmaya zorlar. Belirsizlik içinde değişmek dayanılmaz
parçalanma ve yabancılaşma duygularına yol açacaktır.
Çocuklukta olduğu gibi ergenlikte de bedenin erojen bölgeleri be­
den imgesinin gelişmesinde temel bir rol oynar. Bütün ergenler belirli bir
anda cinsel gelişimleriyle az çok uğraşırlar, fakat bunu genellikle gizlice ya­
parlar. Ergen gitgide cinselleşen bedeni karşısında çelişik duygular yaşar;
bu yeni gerçekliği kabul etmekte güçlük çeker; gelişen bedenini bazen or-

34 Çocu KLU�UN VE ERGENLİ�İN TAR İ H İ


taya koymaya, bazen gizlemeye çalışır Guasch (1987) bu iki yönlülüğü şöy­
le betimlemektedir: "Ergende oluşan değişimlerin hızlılığı ve çokluğu on­
da çok büyük bir sıkıntıya yol açarsa da, bunlar ona aynı zamanda çok bü­
yük doyumlar da verirler. Bu değişimlerin yol açtığı tepkiler özellikle cin­
sel gelişim konusunda son derece ambivalandırlar [kararsız, ikircikli]. Gu­
rur utanca karışır, korku arzuya." (144).
Hızlı ve ani bedensel değişimlere eşlik eden çeşitli tepkiler içinde
en sarsıcı olanı yabancılık duygusudur. Pek çok ergen, bedeninin kendisi­
ne ihanet ettiği duygusuna kapılır; bedenini kendisinden ayrılmış, uzaklaş­
mış, garip ve yabancı bir nesne gibi algılar. Anne Frank (1958) anı defterin­
de, "Bende garip şeyler oluyor, sadece bedenimin dışında değil, içinde
de..." diye yazacaktır. Yerleşik şemayı bozan hızlı beden gelişimi ergene be­
deninin kendi denetiminden çıktığı izlenimini verir. Ergenliğe özgü bece­
riksiz, sakar, dengesiz hareketlerin nedeni, beden ölçülerinin ve oranları­
nın hızla değişmekte olmasıdır. Ergen konuşurken aniden tizleşen ya da
boğuklaşan sesini tanıyamaz, yürürken niye sağa sola çarptığını anlaya­
maz, elinden kayıveren eşyalara şaşkınlıkla bakakalır, ağzından saçılıveren
tükrüklerden utanır, aralıksız terleyen ellerinden nefret eder, hiç yatmayan
ya da durmadan yağlanan saçlarına öfke duyar. Bedeniyle savaşımında kay­
beden sanki hep odur. Roger Ikor, Suçsuzlar Kapısı (1976) romanında,
"Nicolas, ağzında ikide bir biriken tükrüklerle, yüzündeki ergenlik sivilce­
leriyle, iskelet gibi bedeniyle kendisini öylesine beceriksiz, öylesine başarı­
sız buluyordu ki..." diye yazmaktadır (221). Denetimden çıktığını hissettiği
bedenini yeniden tanıyabilmek için ergen bütün dikkatini bedenine yönel­
tir. Bu dönemde aynalara düşkünlük kendini beğenmişliği yansıtmaktan
çok, yabancılaşmış birini yeniden tanıma isteğini ifade eder.
Bedenin en önemli psikolojik işlevi, benliğin kurulmasına katkıda
bulunması ve başkalarıyla ilişkilere aracılık etmesidir. Ergenlikteki beden­
sel değişimler bireyin hem kendisiyle hem başkalarıyla olan ilişkilerini et­
kiler. Bedenin bugünkü durumunu ve yarın ne olacağını kuşkuyla izleyen
ergen, bu yüzden çevrenin yargılarına karşı çok duyarlıdır. Ben ile başkası
arasında vazgeçilmez bir aracı olan beden, erinlik gelişmeleriyle birlikte
başkalarının bakışlarına ya da değerlendirmelerine konu olur. Bu bakışlar

A N I LARDAKİ AŞK LAR 35


ergeni sıkar ve utandırır, ama aynı zamanda kendi varlığının bilincini ka­
zanmasını da sağlar. Ergenlikte seyircisiz olunamayacağını Gön ül Çelen'in -

(1967) ergen kahramanı ne güzel anlahr: "Tek bir eksiğim vardır benim, o
da seyirci. Kendimi göstermeye çok düşkünüm." (4 0). Aynca bedenin de­
ğerlendirilmesi cinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunur. Bedensel
değişimler ergenin belirli bir cinse mensup olduğunu göstermek bakımın­
dan önemlidir. İkincil cinsel özelliklerin ortaya çıkması genellikle çevrede­
ki -çoğu zaman zalim olabilen- seyircilerin de tepkileriyle karşılaşır. Örne­
ğin, çevrenin ergenin değişen sesiyle, sivilceli yüzüyle alay etmesi, mastür­
basyona ilişkin imalarda bulunması ya da gece boşalmalarını kınaması er­
kek çocuk için çok zor deneylerdir; kız çocuğun ilk adet kanamalarından
utanması ya da gelişen göğüslerini saklamaya çalışması, çevresinin özellik­
le cinsel içerikli tepkileri karşısında ne yapacağını şaşırması da öyle. Ancak
olumsuz yönleriyle bile bütün bu yaşanhlar ergen için zorunludur; çünkü
geçmişte "nötr" bir nesne olan beden erinlikle birlikte "cinsel" bir varlık
oluvermiştir ve bu oluşumu kabullenmek gerekir. Burada temel sorun, be­
densel olgunlaşmanın getirdiği erotik olanaklar ile psikolojik olgunlaşma­
nın henüz tam anlamıyla çakışmamasıdır.
Romanlarda ergenliğin işlenmesi neredeyse romanın tarihi kadar
eskiye dayanır. Söz gelimi, Sheakespeare'in Romeo ve fulief i günümüz­ ,

de gençlik çeteleri olarak adlandırılan grupların -en ünlü örneği Batı Ya­
kasının Hikayesı' nde olan- kavgalarına benzer bir biçimde aşıkların so­
kak kavgalarını betimler. Ancak klasik yazarlardan hiçbiri, ergenleri yapıt­
larına baş kahraman yapmamıştır; değişken ve geçici sayılan ergenlik on­
ları ilgilendirmez. Corneille ya da Racine'in bir tradejisine, Moliere'in bir
komedisine, La Bruyere'in bir portresine yaşam veren duygu ve düşünce­
ler, her zaman yetişkin duygu ve düşünceleridir. Kısacası, klasik çağın ru­
hu bir yetişkin ruhudur. Ergenlerin romanların önde gelen kahramanları
olması özellikle 18. yüzyıla rastlar; romantik edebiyat adeta bir ergenlik
edebiyatıdır. Abbe Prevost, Manon Lesko da ergenliğin sınırsız duygusal­
'

lığını ve tutkularını işler. Rousseau itiraflarda ergenin kendine özgü psi­


kolojisini ilk keşfeden yazardır: Olmuş bitmiş değil olmakta olan, kendi­
ni araşhrmaya ve açıklamaya çalışan bir varlığın psikolojisidir burada söz

ÇOCUKLU�UN VE ERG E N Lİ � İ N TARİ H İ


konusu olan. Beaumarchais (Figaro'nun Düğünü) çelişkili kahramanı
Cherubin'in kişiliğinde, artık çocuk olmayan ama henüz yetişkin de olma­
yan gerçek bir ergeni betimler. Benjamin Constant Kırmızı Defter de va­
roluş anksiyetesini derinden duyan kendi ergenliğini dile getirir. Chate­
aubriand gurura, yalnızlığa, özgünlüğe aşırı düşkün ergenliğinin karışık
öyküsünü anlatır. Musset'de heyecanlı, sinirli, çelişkili, düşüncesiz, üste­
lik de aşık bir ergenlik görülür. Alfred de Vigny başkaldıran ergenlerin ha­
bercisidir; Lautreamont ve Rimbaud'da başkaldıran gençlik imgesi güç
kazanır. 19. yüzyılın romancıları artık ergenliği yapıtlarının ana konusu
yapmazlar, ama yaşamın bu döneminin özelliklerini keşfetmekten de ge­
ri kalmazlar. Balzac'ın kahramanlarında güçlü olma isteği ile sevgi gerek­
sinmesi çarpışır; Stendhal, Adler'in bireysel psikoloji kuramını sezinletir;
Flaubert düşlemin önemini psikologlardan önce haber verir. Chateaubri­
and ve Rousseau'yu okuyan, Musset ile ilişki kuran, Stendhal, Balzac ve
Flaubert'le arkadaşlık eden George Sand, Hayatım' da, düşgücünün ve se­
rüvenin büyüsüne kapılan, ama gene de gerçeklik duygusunu yitirmeyen
bir gençlik tablosu çizer.
20. yüzyıl yeniden gençliğin yüzyılı oldu; sayısız edebiyat örnekleri
arasından hangisini seçmeli! İşte, yaşamı sadece yirmi sekiz yıl süren, ama
yetişkinliğe özgü tüm psikoseksüel deneyimleri romanlaştıran Raymond
Radiguet: "Annem ve babam kız-erkek arkadaşlığını hoş görmezlerdi. Bi­
zimle birlikte doğan cinsiyet duygusu karanlığa boğuldu, fakat kaybolaca­
ğına büsbütün canlı kaldı." (İçim izdeki Şeytan, 196s:J). İşte, on beş yaşın­
daki bir genç kızın kendi bedeni karşısında duyduğu özsever heyecanı an­
latan Julien Green: "Gömleğimi sıyırıp attım ve bedenime baktım. Dinin
yasakladığı uygunsuz bir davranıştı bu, ama daha önce hiç duymadığım bir
haz verdi bana. Bir yasayı çiğneyen kişiye özgü bu sarhoşluğu ilk kez du­
yuyordum. " (Mari-Terez'in Günlüğü) . İşte, kendi bedenlerini uzun uzun
seyretmekten büyük bir haz duyan Colette'in bütün kız ergenleri. İşte, er­
genliğe özgü mazoşizmin çarpıcı bir örneğini anlatan M. Th. Bodart; er­
genliğin şu çelişik yalnızlık gereksinmesini ve kendinden kaçma isteğini,
bölünmüşlük duygusunu, suçluluk acısını, kısacası tüm varoluş güçlüğü­
nü ortaya koyan F. Mallet-Joris.

AN I LARDAKİ AŞKLAR 37
Bütün bu sıkıntılar karşısında güçlü birinin sevgisine ve desteğine
duyulan gereksinmeyi Françoise Sagan dile getirir: "Gençlere ehemmiyet
vermezdim; babamın arkadaşlarını onlara tercih ederdim. Kırk yaşındaki
erkekler bana daima bir baba yahut sevgili şefkati gösterirlerdi." ( Günaydın
Hüzün, 1956 :9). Raymond Radiguet genç erkeğin annesine duyduğu cin­
sel çeşnili hayranlığı sergiler: "François annesine yeniden baktı. Annesinin
gençliğini daha önce hiç fark etmemişti." ( Orgel Kontunun Balosu). Alain
Bosquet annesinin ezici kişiliğini ilk cinsel ilişkisinde de hisseder (Bir Sür­
gün Ana). Romain Gary'nin de sorunu -farklı bağlamda- annesiyledir ( Şa­
fakta Verilmiş Sözüm Vardı).
Psikanaliz, ergenliğin temel olgusu olarak Oedipus'un yeniden
canlanmasını görür. Erinlikle birlikte cinsel dürtülerin güçlü bir biçimde
canlanması kişiyi yeniden Oedipus dramının içine atacak, böylece çocuk­
luktaki suçluluk duygusu ve kaygılar da yeniden canlanacaktır. Ancak bu
sorunla başa çıkmada, şimdi, benlik çocukluktakinden daha güçlüdür. Ki­
şilik "örtülü dönem" sırasında duygusal, zihinsel ve toplumsal bakımdan
güç kazanmışhr. Ne var ki, ergenlikte aniden baskın yapan cinsel dürtüle­
rin gücü de yabana ahlır gibi değildir. Bu yeni saldın karşısında benlik ken­
dini savunmak zorundadır. Ergenliğin romanlara konu olan ünlü nostalji­
si bu anda yoğunlaşır işte.
Psikolojide nostalji önceki bağlardan kopmanın, uzaklaşmanın yol
açhğı keder duygusu olarak tanımlanır. Şairler geçmişte kalmış ve kaybol­
muş şeylerin üzüntüsünden başka bir şey olmayan düşsel nostaljiyi dile ge­
tirmişlerdir. Buna karşılık duygusal nostaljinin daha hüzünlü bir tonu var­
dır; uzaklaşma ve köksüzleşme durumuna bir de sevdiklerinden duygusal
bakımdan kopma duygusu eklenir, depresyona ve melankoliye girilir. Er­
gen hem geçmişteki çocukluk cennetinden uzaklaşmanın, hem de çocuk­
luk aşklarından kopmanın gerçek nostaljisini yaşar. Anababa artık çocu­
ğun psikoseksüel eğilimlerinin hedefi olmaktan çıkmalı, libido artık aile dı­
şı nesnelere yöneltilmelidir. Söylemesi kolay, ama ilk sevgiliden ayrılmak
ve hele bilinmeyen bir dünyada yeni sevgililer aramak o kadar kolay değil!
Ergen kendini hem çocukluğunun Oedipal saplanımlarına, hem de şimdi
benliğini istila eden cinsel dürtülere karşı savunmak durumundadır. Oedi-

ÇoCUKLU�UN VE ERGENLİ�İN TAR İ H İ


pus çarkına yeniden kapılmamak için, ya eski sevgi nesneleri şiddetle red­
dedilir (ana-babayla çatışma), ya da libido yeni nesnelere yöneltilir (dost,
grup, lider) veya kendi benliğine yönelinir (ergen özseverliği) ; son çare ola­
rak da Oedipus öncesi döneme gerilenir (benliğini yitirme). Anne Frank'ın
Hatıra Defteri (1958) annesine duyduğu sınırsız öfkeye, babasından istedi­
ği tekelci sevgiye, erkek arkadaşından beklediği karmaşık ilgiye ilişkin sa­
yısız örnekle doludur: "Bu sabah annem beni yine azarladı. Çok kızıyorum.
Düşüncelerimiz birbirine tamamen zıt." (27). "Tek istediğim babamın ger­
çek sevgisini kazanmak. Beni sadece kızı diye sevmesini değil, aynı zaman­
da Anne olarak da sevmesini istiyorum." ( ... ) "Bir öpücük için ölüyorum ve
bu öpücük de bir türlü gelmiyor. Beni hala. arkadaş gibi mi görüyor, onun
için bundan fazla bir şey olamadım mı?" (52).
Öte yandan, cinsel dürtülerin dayanılmaz baskılarına karşı da ben­
lik ya cinselliği anımsatabilecek her türlü hazzı reddetme biçiminde mazo­
şist çeşnili bir "çilecilik"le (genellikle bütün "temiz aşk" edebiyatları), ya
duygusal olan her şeyi soyutlaştıran bir "düşünselleştirme"yle (Tolstoy, Er­
genlik Yılları) ya da bastırılmış bütün dürtüleri denetimsiz bir biçimde
güncelleştirmek demek olan "eyleme geçiş"le (Burgess, Otomatik Poıtaka�
savunulur. Bu savunmaların hepsi aslında ergenin yaşamında yeni -bu ne­
denle de korkutucu- bir olgu olan cinselliği özümleme çabalarıdır.
Ergenliğin başlarında çocukluğun ilk yıllarında kullanılan bütün li­
bidinal ve saldırgan doyum biçimleri yeniden hizmete girer. Cinsel organ
bütün cinsel ve duygusal gerilimleri boşaltma aracı olarak işlemeye başlar.
Bu dönemde erkek çocuklar kızlara karşı bir tür düşmanlık duyarlar. Kızlar­
la ilişki kurmak iğdiş olma kaygısına yol açacağı için tehlikelidir. Çözüm ço­
ğu zaman eşcinsel savunmada aranır: Karşıcinselliğe yönelik tehlikeli itilim­
lerin reddedilmesiyle, ergenliğin başlangıcı genellikle örtülü bir eşcinsellik
evresi olarak yaşanır. E. Glaeser (1970) I902 Doğumlularda bu kaçınılmaz
eğilimi betimler: "Titriyorum, çünkü Ferd bana hiç böylesine yakın olma­
mıştı ( ... ) Dudakları hemen önümde. Bu dudaklardan başka hiçbir şey gör­
müyorum ( ... ) Bedenim ele veriyor beni. Ah, ilk yaşanan bir acı bu! Yorduk­
ça güçlendiriyor beni. Sıkı sıkı sarılıyorum Ferd'e. ( ... ) Ferd'i öpüyorum. Du­
daklarını ısırıyorum Onun bir kız olduğunu düşünüyorum... " (27-28). Ben-

AN ILARDAKİ AŞKLAR 39
zer bir sahneyi Herman Hesse'nin (1 9 68) Gençlik Bunalımları adlı roma­
nında da buluruz: "Kalbi alışık olmadığı bir şekilde sıkışmaya başlamıştı.
Karanlık koridordaki bu beraber oluş, bu ani öpüş tuhaf bir şeydi, yeni bir
şeydi, hepsinden önemlisi tehlikeli bir şeydi." (83 ) . Ancak bu sadece geçici
bir aşamadır; cinsel dürtünün yoğunlaşmasıyla ergen daha sonra karşı
cinsten birine yönelecektir. Kız çocuğa gelince, onun durumu farklıdır: Kız
çocuk bütün jenital-öncesi cinselliği bastırmak zorundadır. Bunu başara­
bilmek için de karşıcinselliğe yönelir. Ancak ergenliğin başlarında kız ço­
cuğun bu karşıcinselliği tam anlamıyla kadınsı değildir; Carlo Cassola
(1973 ) Genç Kız'da bunu anlatıyor: "Bu iş geçen yıl olmuştu: Artık çocuk
değillerdi. Yıllardır yüzüne bakmayan Mauro geçen yıl birden çevresinde
dolaşır olmuş, her an el atmaya başlamış, önünü arkasını mıncıkladıkça
Mara da tokatı basmıştı. Parmaklarının izini bırakmak için, Mara'nın bü­
tün gücüyle vurduğu olurdu." (12). Böylece ergenliğin başları ve ilk döne­
mi savunma mekanizmalarının işletildiği yıllar olarak yaşanır, eski sevgi
nesneleriyle bağlar koparılmaya çalışılır, cinsel kimlikte geçici bir iki-cins­
lilik egemendir. Asıl ergenlik dönemi ise karşıcinsel sevgi nesnesinin keş­
fedilmeye çalışıldığı dönemdir. Eskilerin yerini alacak yeni sevgilerin aran­
dığı dönemdir bu. Herman Raucher yazıyor: " Hermie on beş yaşındaydı
( ... ) Tarihin bu döneminde erkeklikle çocukluk arasındaki tel örgünün var­
lığından son derece büyük bir üzüntü ve acı çekiyordu Hermie." (En Tatlı
Yaz 1 972:10). Bu dönemde "aşk" olaylarının ortaya çıkması dürtüsel ener­
jinin artık yeni nesnelere yöneltildiğini gösterir.
Ergenlikte karşıcinselliğe geçiş zorunlu olarak çevresel koşullar
içinde yer alır. Bu toplumsal çevre çoğu zaman ergenin yeni yeni kazandı­
ğı jenitalliğini kullanmasına izin vermez. Bu olanaksızlık genellikle ilk cin­
sel deneyimlerin kökeninde bulunan cinsel merakı körükler. Cinslerin
farklılığı çocukluk döneminde çoktan keşfedilmiştir, daha sonra kendi be­
deninin olgunlaşmasına da tanık olunmuştur, geriye sadece karşı cinsin ve
onunla ilişkinin "nasıl" olduğunu öğrenmek kalmıştır. Herman Hesse
"Benim için aşk, kapısı önünde çekingen bir özlemle beklediğim kilitli bir
bahçe idi henüz" der (Gençlik Güzel Şey l 9 8po). Glaeser ise şöyle yazar:
"İnsanların nasıl oynaştıklarını merak etmeye başladım. Buna 'oynaşmak'

ÇocUKLUC:UN VE ERG E N L İ C: İ N TARİ H İ


diyordum. Çünkü bir ad vermedikçe işin sım daha da büyüyordu. Benim­
ki önceleri salt bir merak, gerçeği olduğu gibi öğrenme isteğiydi. (Sonra)
işin içine öfke, korku, utanç karıştı." (1902 Doğumlular 1970:25). Bütün
yeni deneyimler gibi ilk cinsel deneyim de korku yaratır. Burada özel ve sı­
nırlı bir korku değil, "aşk önünde gerçek bir kaygı" söz konusudur. Ergen
ilk cinsel eylemiyle henüz anlamını tam olarak kavrayamadığı bir gerçekli­
ğe dalmıştır ve genellikle kaçmak isteyecektir. Kaçış tutumlarından biri,
"cinselliği sadece içgüdüsel yönüyle görmek"tir. Cinsel doyumu suçluluk­
tan kurtarmayı amaçlayan bu tutumun gerisinde cinsellikten ve duygusal­
lıktan korkmak yatar. Özellikle sevgisiz büyümüş ergenler duygusal gerek­
sinmelerinin doyumunu karşı cinsin erojen bölgelerinde ararlar. Sevgi ge­
reksinmesinin cinselliğe dönüştürülmesinin çarpıcı bir örneğini M .
French'in erkek kahramanının o n altı yaş itiraflarında buluyoruz: "Okul­
dan çıkınca bir mağazada çalışıyordum o yıllarda. Akşam eve dönerken
gözlerimin önünden kadınlar, kızlar geçerdi, kadınlar kızlar da değil: Ka­
dın gövdelerinin parçaları, kalçalar, memeler, bacaklar, cinsel organlar. Üç
kilometre yol yürür ve başka hiçbir şey düşünmezdim." (Kanayan Yürek­
ler'). Bir başka kaçış tutumu da, sevgi korkusuyla sevgiyi davranışlar düze­
yinde parçalara bölmektir. Ergenlerin sayısız aşkları bir tek sevgi önünde­
ki korkularının anlatımıdır sadece. Hesse'nin (1968) romanında karşı cins­
le ilk buluşmanın, bedensel yakınlaşmanın betimlemeleri yer alır. Vascon­
selos'un kahramanı on beş yaşında aşık olmanın heyecanını yaşar: "Ve on
beş yaşında, kendimi neredeyse bir erkek hissediyordum." (Güneşi Uyan­
dıralım 1977=228). Alain-Foumier'nin genç kahramanı "yitik mutluluk"tan
söz eder: "Bütün yeniyetmelik çağımızın perisi, prensesi ve gizemli sevda­
sı olan kadın ( ... ) " (Adsız Dünya 1981:221).
Ergenlikte aşkın doğuşu cinsel dürtünün ortaya çıkışına bağlıdır.
Cinsel dürtü hem tüm kişilikte hem de çevreyle ilişkilerde yoğun değişim­
lere neden olduğu için korku yaratır ve savunma mekanizmalarını hare­
kete geçirir. Aşkın ortaya çıkması ise başlangıçta genellikle her türlü be­
densel öğeden arınmış "ideal aşk" düşlemleriyle olur. Sevme ve sevilme
gereksinimi düşlem düzeyinde giderilmek istenir. Ergenler, Reymond-Ri­
vier'nin (1979) dediği gibi, "Roman kahramanlarının tüm iyiliklerini, çe-

ANILARDAKİ AŞKLAR 41
kiciliklerini, erdemlerini kendilerine mal ederek, gerçek yaşamda göster­
dikleri acemiliği, beceriksizliği, utangaçlığı, gerçek her türlü aşk deneyimi
karşısında duydukları büyük korkuyu -ki cinselliğin ilk çağrılan karşısın­
daki anksiyetelerini gizler- ödünleyebilirler." (19) . Ancak erkeklerle kızla­
rın yolu bu noktada çabuk ayrılır. Erkek ergenin düşleri hızla daha gerçek­
çi, daha jenital bir nitelik kazanır; oysa kız ergen daha uzun süre roman­
tik düşlerde doyum arayacaktır. Yine bu noktada her iki cinsi de bekleyen
bir tehlike vardır: İçgüdü ile sevgi arasındaki çözülme. Erkek idealleştire­
rek sevdiği kadına sadece platonik duygular duyacak, buna karşılık bede­
nini arzu ettiği kadını sevemeyecektir; kadın ise bu aynını erkeğe değil
kendisine uygulayarak kendini ya basit bir cinsel nesne yapacak ya da ya­
nına yaklaşılmaz bir düzeye koyacakhr. Bu tehlikeli noktada tek fark, er­
keklerin sevdikleri kadını, kadınların ise sevdiği erkeği değil sevginin ken­
disini yüceltmeleridir. Bu aynın sadece tek tek bireylerle sınırlı kalmaz,
cinsler arasında da gerçekleştirilir. Böylece, sevgi kadının payına düşer,
şehvet erkeğin. Ama sonunda her ikisi de bu sentezi hem kendi içlerinde
gerçekleştirememe, hem de karşı cinsle yaşayamama yenilgisine uğraya­
caktır. Günümüzdeki gelişmenin fiziksel cinsel hazzı psikolojik özünden
gitgide daha fazla ayırma yönünde olduğu düşünülmektedir. Geçmişte
aşırı değer verilmiş ruh, günah kaynağı sayılan bedenden uzaklaşhnlmak
istenirdi; şimdi aşırı önemsenen beden, özgürlüğü kısıtladığı ileri sürülen
duygudan yalıtılmak isteniyor.
Ergenlik çağından itibaren kızların "kadınca" davranma eğitimine
hız verilir. Cinsellik arhk sadece romantik örtüler alhnda istenebilecek düş­
sel bir yaşanhdır. Cinsel eylemin başarısı da teslimiyetle ölçülür; istemek
değil vermek asıldır. Kadınlığının özüne cinsel dürtülerin tinselleştirildiği,
arzuların acıyla yoğrulduğu oranda yaklaşılır. Sonunda sevgi ile seks birbi­
rinden öylesine ayrılır ki, görünürdeki romantizmin alhnda kızgın bir hay­
van zincirlerini zorlamaya başlar. Düşünülen -düşlenen- aşk ile yaşanan
aşk arasındaki aykırılık sadece kadınlara özgü değil elbette; hatta erkekle­
rin payına düşen güçlüğün daha umarsız olduğu bile söylenebilir. (Erkek­
lerin cinselliğine egemenlik kanşhğı için uğradıkları psikolojik zarar açık­
ça görülmez.) Kadın romantizme, daha olmazsa soğukluğa sığınarak -böy-

42 Çocu nul'.; u N VE ERGENLİl'.; İ N TARİ H İ


lece erkekten öcünü de alır- savunabilir kendini. Erkek ise çocukluğundan
itibaren erkekliğini hiç durmadan kanıtlamak zorunda bırakılmıştır; oysa
erkeklik hem psikolojik hem de fizyolojik bakımdan sınırlıdır, dolayısıyla
erkeğin kadına "sahip olması" da sınırlıdır. Kadın-erkek savaşımında erkek
pek çok alanda kazançlıdır elbette; ama psikoseksüel bakımdan kazancı çok
şüphelidir. Ezilen kadının cinsel doyumsuzluğu -ezilmekten haz duymu­
yorsa eğer- erkeği de cinsel doyumsuzluğa mahrum eder. Aşk edebiyatı
bu çelişkilerin sayısız örneğiyle doludur.
Ergenliğe giren erkek çocuklar cinselliğin fiziksel yönüyle duygusal
yönünü birleştirmekte güçlük çektikleri bir dönem yaşarlar önceleri. Aşkın
bu iki öğesini aynı kişi üzerinde toplayamazlar: Sevdikleri kadını arzu ede­
mez, arzuladıkları kadını sevemezler. Ergenin yaşamında ya da düşlemin­
de biri sevmek, diğeri sevişmek için birbirine karşıt nitelikte iki kadın var­
dır sanki. Psikanalize göre bu köklü ayının Oedipus çatışmasının yeniden
canlanmasına karşı bir savunmadır. Anneye duyulan Oedipal ilgi, cinsel
içeriğinden boşaltılarak sevilen kadında yüceltilir; cinsel dürtülerin ateşi de
diğer kadında söndürülmek istenir. (W. Reich'a göre, cinselliğin alçaltıcı
duyumla yüceltilmiş aşk arasında bölünmesi burjuva ahlakının iki yüzlülü­
ğünün sonucudur.) Bu ruhsal ikilemin kültürel sonucu iyi/kötü kadın ayrı­
mıdır. Kişilikteki bu bölüme kadınlara yansıtılır. Anneye benzeyen kadınlar
iyidir, onlara karşı cinsel istek beslenmemelidir; anneye benzemeyenler kö­
tüdür, onlara karşı cinsel istek duyulabilir. Karen Homey de (1969) cinsel­
likteki bu ikilemin "annenin kutsallığı" görüşünden kaynaklandığını söy­
ler: Bu görüş, saygıdeğer kadının cinselliği olmadığı, ona karşı cinsel istek
duymanın onu aşağılayacağı inancına götürür. Sonuç çağlar boyunca hep
aynı olmuş, erkekler evlenilecek kadınla eğlenilecek kadını, sevilecek kadın­
la sevişilecek kadını, hanımefendilerle fahişeleri ayırt edegelmişlerdir.
Genç erkeğin aşklarındaki bütünleştirme güçlüğü birçok romanda
konu edilmiştir. George Duhamel'in tıp öğrencisi kahramanı, fırıncı ka­
dınla, garson ya da hizmetçi kızla yatmayı düşler; buna karşılık sınıf arka­
daşına aşık olur, ama ona elini sürmeyi bile düşünemez, sonunda onu yü­
celtir: "Vücudunu gözümün önünde canlandırmak için söverek sayarak
uğraştım. ( ... ) Bu genç kız için kafamda müstesna bir yer ayırmaya karar

AN I LARDAKİ AŞKLAR 43
verdim. ( ... ) Benim için kadın eskisi gibi mevcut olacaktır, fakat Anne'in
özel bir köşesi bulunacak." ( Gençlik Hülyaları 194s;s5-58). Vittorini'nin li­
se öğrencisi kahramanı da aşkını okul arkadaşı Giovanna'ya, cinsel istekle­
rini fahişe Zübeyde'ye yöneltir (Kırmızı Karanfil). Aşkın öğeleri böylesine
çocukça parçalanınca doyumsuz kalan cinsellik kahredici bir sabit fikir ha­
line gelir. Roger Ikor'un Suçsuzlar Kapısı adlı eserinde, özgür olsaydı ne
yapacağını sorar baba oğluna: "Eğer babasına içtenlikle cevap verebilseydi
bir yığın kadınla yatmak istediğini açıklardı Nicolas." (1976:378) Ergenlik­
te cinsel kaygılara karşı hangi savunma mekanizmalarının geliştirileceğini
tarihsel koşullar ve toplumsal-kültürel çevre belirler. Yakın zamanlara ka­
dar, Amerikan gençliğinde "grup" yaşamı, felsefeye yatkın olan Avrupa'da
"düşünselleştirme" uğraşları, bizim acıya alışık kültürümüzde de "çileci­
lik" mekanizması egemen görünüyordu.
Bütün bu romanların içeriğinin psikanalitik kurama çok yakın ol­
ması bir rastlantı mıdır, yoksa bu yazarların çoğunun 20. yüzyılın başların­
da ve dünya savaşları sırasında yaşamış -hatta ölmüş- olmaları bu yakınlı­
ğı açıklayabilir mi? Günümüzün gençlerinin iç dünyalarının tamamen
farklı olduğunu söyleyebilecek durumda mıyız? Eğer öyleyse, onları açıkla­
yacak yeni psikolojik kuramlara ve anlatacak yeni romanlara gereksinme­
miz var demektir.
Çocukluk ve gençlik dönemine özgü konuları işleyen edebiyat
ürünlerini çocukların ve gençlerin sorunlarını çözmede araç olarak kulla­
nan yaklaşım "bibliyoterapi" diye adlandırılmaktadır. Bibliyoterapi, okurun
kişiliği ile edebiyat arasında kurulan dinamik etkileşim süreci olarak ta­
nımlanabilir. Bu etkileşim bir danışman rehberliğinde yapıldığında duygu­
sal sorunları olan okur olumlu bir değişim yaşayabilir. Bibliyoterapi yalnız­
ca duygusal çatışmaları değil, gündelik yaşamın daha basit sorunlarını çöz­
mek için de kullanılabilir. Pardeck'e (1985) göre bibliyoterapi, okuru bir ki­
tapla buluşturmaktan daha fazla bir şeydir. Okur, kendisiyle benzer bir so­
run yaşayan kitaptaki karakter ile özdeşleşebilmeli, kendi sorunu ile kitap­
taki karakterin sorunu arasındaki benzerlikleri görebilmelidir. Danışman
psikoloğun rolü, okurun öyküdeki karakterin özelliklerini yorumlamasına
ve çeşitli karakterler arasındaki ilişkileri anlamasına yardım etmektir. Bib-

44 ÇOCUKLU�UN VE ERG E N Lİ � İ N TAR İ H İ


liyoterapi sürecinin bu evresinde ("özdeşleşme" ve "yansıtma" evresi), öy­
künün anlamının kavranması ve bu anlamın kendi sorununa uygulanma­
sı söz konusudur. Danışman, ikinci evrede, okurun bir "yeniden canlandır­
ma" ve "arınma" sürecine girmesine yardımcı olur. Sonuncu evre ise "iç­
görü" kazanma ve "bütünleşme"dir.
Elbette bibliyoterapinin de birtakım sınırlılıkları vardır. Bibliyotera­
pinin etkili olabilmesi için her şeyden önce yardım alan kişinin okuma alış­
kanlığının olması gerekir. Bu uygulamada en önemli noktanın uygun kita­
bın seçilmesi olduğu açıktır. Danışman, çocuğun ya da gencin ilgilerini ve
okuma düzeyini dikkate almak zorundadır. Çok zor ya da çok basit bir ki­
tap, tedavi sürecini bozabilir. Kitabın biçimsel özellikleri ve kalitesi de çok
önemlidir. Amerika'da dönem dönem bibliyoterapi uygulamasında kulla­
nılabilecek kitapların listeleri yayınlanır, ilgililer bunlardan haberdar edilir.
"Son 10-15 yılda gençlik romanları önemli ölçüde değişime uğra­
mıştır. Bugün, bu romanlar özel olarak genç okurlar için yazılmakta ve
bunlarda genellikle gerçek ve anlamlı çağdaş sorunlarla karşılaşan genç ka­
rakterlere yer verilmektedir. Bu romanlar ortaokul ve lise öğrencilerine yar­
dım etmek için kaynak oluşturur. Ancak bu gençler bu romanların var ol­
duğunu bilmek ve ışık tuttuğu sorunları tanımak zorundadır. Danışman­
lar eğer kendileri kitaplarla tanışık kişilerse, bu bilgiyi gençlere verebilir­
ler." Hipple ve arkadaşları (1984) bu girişi yaptıktan sonra, sorunlara göre
gruplanmış bir roman listesi verirler. Sorun grupları şunlardır: kimlik ve
yabancılaşma, spor, ölüm ve ölme, uyuşturucu ve alkol, ahlaki ikilemler,
engelli gençlik, eşcinsellik, ruh hastalıkları, anababalar, önyargılar, cinsel
saldın, dinsel baskılar, okul, seks, toplumsal sorumluluk, intihar, gençlik
suçluluğu, genç kızların gebeliği. Bu başlıklar altında toplanan romanların
hepsi çok yenidir ve hiçbiri dilimize çevrilmiş değildir. (Yalnızca yabancı­
laşma ve kimlik kategorisinde tanıdık bir kitap vardır: J . D. Sallinger'ın Gö­
nülçelen adlı romanı.) Bu romanların edebiyat değeri tarhşılmamıştır; an­
cak terapötik değerleri olduğu kabul edilir. Dağılmış ailelerdeki gençlerin
sorunları için öngörülmüş bibliyoterapi; boşanmış ana-babaların çocukları­
na yeni-Freudçu bibliyoterapi yaklaşımı; çocukları edebiyat aracılığıyla ço­
cuk istismarından haberdar etme; engelli çocukların karşısındaki tutumsal

AN I LARDAKİ AŞKLAR 45
engellerin kitap aracılığıyla yıkılması; roman okumanın çocukların top­
lumsal tutumlarım değiştirmesi ve çizgi romanların toplumsal bakımdan
yalıhlmış çocukların tedavisinde kullanılması, kitap aracılığıyla yapılan te­
rapi uygulamalarının örneklerindendir.

PsİKOSEKSÜEL GELİŞİM
Çocukların cinsel yaşam için erinlik dönemine kadar beklemek zo­
runda olmadıklarım, cinsel dürtülerin erinlikte ansızın uyanmadığını çok­
tan beri biliyoruz. Çocuk cinselliği kavramı, çocukların, bedenlerinden ge­
len cinsel duyumları ve coşkulan yaşayabileceği, cinsel tutum ve davranış­
ları öğrenebileceği varsayımına dayanmaktadır.
Çocuk cinselliğini en iyi açıklayan kuramın psikanaliz olduğuna hiç
kuşku yoktur; zaten bu kavramı bize kazandıran da psikanalitik kuramın
kendisidir. Öncelikle, çocuk cinselliğinin yetişkin cinselliğinden farklı ol­
duğunu bilmek gerekir; en önemli fark, çocuk cinselliğinin jenital organ­
larda yerleşmiş (lokalize) olmaması ve cinsel ilişkiye girme amacı taşıma­
masıdır. Buna karşılık, çocuk cinselliği çocuğun kendi bedenine yönelik
(otoerotik) olabilmektedir. Her türlü uyarımın cinsel heyecan kaynağı ola­
bilmesi, uyarılma ile doyumun birbirinden kesin biçimde farklılaşmamış
olması çocuk cinselliğinin temel özellikleridir. Psikanalitik kurama göre,
çocuk cinselliğinin yetişkin cinselliğine en çok yaklaşhğı dönem 4-6 yaşlar
arasındaki fallik dönemdir. Bu dönemde cinsel ilişkiye benzer eylemler gö­
rülebilse bile, asıl jenital anlatım yolunun -cinsel organla sınırlı cinselli­
ğin- mastürbasyon olduğu söylenebilir. Çocukluk mastürbasyonu -hpkı
oyun gibi- ilerdeki etkin cinsel yaşanhyı (uyarımlara egemen olma) şimdi­
den öğrenme yolu olarak da değerlendirilebilir. Çocuklukta mastürbasyon­
la birlikte görülen suçluluk duygusu genellikle eylemin kendisinden değil
eyleme eşlik eden fantezilerden kaynaklanır; ergenlikte ise yine mastürbas­
yonun kendisi suçluluk kaynağı olabilir (Fenichel 1974).
Freud çocukların cinsel ilginin yoğun olduğu bir dönemden (ilk ço­
cukluk), cinselliğin uykuda olduğu bir döneme (beş yaşından erinliğe ka­
dar) geçtiklerini kabul ediyordu. Oysa yeni yorumlar bunun doğru olmadı­
ğını, çocukların "örtülü" (laten� denilen dönemde de cinselliği yaşadığını,

ÇOCUKLU�UN VE ERG E N Lİ � İ N TAR İ H İ


ama anababalann baskısı nedeniyle bunu gösteremediğini ortaya koyar.
Kendi cinsellikleri konusunda rahat olan anababalar çocuklarının cinselli­
ğini daha olumlu algılayabiliyorken, cinsellik alanında ketlenmeleri, kaygı­
lan, işlev bozuklukları olan yetişkinler çocuklarının cinsel davranışlarına
olumsuz tepki gösterebiliyor. Bu olumsuz yaklaşımın en bilinen örneği,
çocukların cinsel oyunlarının yasaklanması ya da cezalandırılmasıdır. Oy­
sa çocukluktaki bu mutsuz cinsel deneyimlerin Herdeki yaşamı -davranışı
ve duygulan- etkilediği, bunun da tüm benliğimizi yaraladığı bilinmekte­
dir. Üstelik anababalann çocuklarının cinselliğiyle ilgilenme biçimi -mo­
del alma yoluyla- kuşaktan kuşağa geçebilir. Dolayısıyla, çocukların cinsel
suçluluk ve kaygılan doğuştan getirmedikleri, toplumsal aktarma yoluyla
kazandıkları söylenebilir.
Byer ve Shainberg (1994) çocukluk cinselliğinin görünümleri ola­
rak çocukluk mastürbasyonu, cinsel oyunlar ve erotik malzemeyi sayar. Ço­
cukluk mastürbasyonunun temeli, çocuğun çok erken yaşta -genellikle be­
beklikte- cinsel organlarının haz kaynağı olabileceğini keşfetmesidir. Ço­
cukların mastürbasyonun verdiği hazzı ergenler ve yetişkinler gibi yaşama­
dıkları açıktır; bebeklerden farklı olarak daha büyük çocukların mastürbas­
yonuna düşlemelerin eşlik ettiği bilinmektedir.
Aynı ya da karşı cinsten çocuklar arasında oynanan cinsel içerikli
oyunlara, evcilik veya "doktorculuk" oynamak, birbirinin işemesini seyret­
mek, cinsel birleşmeyi taklit etmek, üreme organlarını karşılaşhrmak gibi
davranışlar örnek gösterilebilir. Bu davranışlar çoğu anababayı dehşete dü­
şürür ve genellikle çocukların kınanmasına ve hatta fiziksel olarak cezalan­
dırılmasına yol açar. Cinsel merakın bu biçimde engellenmesinin olası so­
nuçları konusunda çok şey söylenebilir kuşkusuz. Cinsel oyunun gelişimin
normal bir boyutu olması ile cinsel sömürü konusu olması arasındaki fark,
birincinin kendiliğinden doğması, diğerinin birinin zorlamasıyla ortaya
çıkmasıdır. Çocuklar erotik malzemeler -dergiler, kitaplar, fotoğraflar,
filmler- konusunda da son derece meraklıdırlar. Bazı malzemelerin cinsel
bir tutum geliştirmede yeterli olmadığı, hatta olumsuz etki yarattığı söyle­
nebilir. Erotik malzemenin çocuğun psikoseksüel gelişimini etkilemesin­
de yine anababalann bunlar karşısındaki tepkisinin niteliği çok önemlidir.

AN I LARDAKİ AŞKLAR 47
Korku, kaygı, öfke, şiddet göstermenin çocuğa hiçbir yaran olmayacağı
açıktır. Olumlu tepki, çocuğun bu malzemeye ilgisi gözlemlendiğinde bu­
nu bir cinsel eğitim fırsatı saymak olabilir.
Bebeklerde ve küçük çocuklarda da cinsel davranışlar olmakla bir­
likte, cinsellik asıl ergenlikle birlikte sürekli ve çeşitlenmiş bir biçim kaza­
nır. Cinsel davranışların ve rollerin ergenlikten önceki dönemlerdekinden
tamamen farklı bir anlam ve görünüm kazandığı söylenebilir. Bilindiği gi­
bi, insan cinselliği belli başlı iki yaklaşımla açıklanmaktadır: Geleneksel
psikanalizin cinselliği büyük ölçüde biyolojik ve doğuştan dürtülere bağla­
yan yaklaşımı ile cinselliği toplumsal olarak biçimlenmiş ve öğrenilmiş ör­
tüntülerle açıklayan yaklaşım. Ergen cinselliğini açıklamakta bu iki yaklaşı­
mın öğelerini bir arada kullanmak gerekmektedir. Bir yanda hormonların
işleyişine bağlı biyolojik etki, diğer yanda cinsel davranışı, anlatım tarzını,
cinsel eş seçimini belirleyen toplumsal etki söz konusudur. Öpüşme, oy­
naşma, birleşme gibi cinsel davranışlar toplumsal beklentilerin ve deneti­
min etkisi altındadır. Ergenlerin cinsel davranışları üzerinde öncelikle aile­
nin etkisi vardır. Anababalann değerleri, gözetimi, iletişimi, model oluş­
turması çocukların cinsel davranışlarını büyük ölçüde belirler. Öte yandan,
ergenlerin cinsel davranışı üzerinde yaşıtların da bir büyük etkisi vardır
(Miller ve ark. 1993).
Ergenlik dönemi erinlik gelişmeleriyle başlar. Bedenin tümünü et­
kileyen çeşitli değişimler söz konusudur. Bu gelişme erkek çocuklarda tes­
tislerin, skrotumun ve penisin gelişimi, apış arası ve koltuk altı kıllanması,
sesin kalınlaşması, cinsel organın sertleşmesi, ilk boşalma ile kendini gös­
terir. Kız çocuklarda ise ilk ayhali, memelerin gelişimi, apış arası ve koltuk
altı kıllanması en önemli erinlik gelişmeleridir. Bu beden gelişimlerinin
her iki cinste yarattığı benzer duygular -sıkıntılar ya da mutluluklar- var­
dır. Her şeyden önce, çocuklukta sadece toplumsal bir anlamı olan bedenin
erinlikten itibaren cinsel bir anlam da kazanması önemlidir. Bedenin cin­
selleşmesi cinsel kimliğin yeniden tanımlanması sorununu da getirir. Hız­
la değişen ve parçalanan bedeni yeniden bütünleştirmek; ansızın yabancı­
laşan bedeni yeniden tanımak da kaçınılmaz olur. Cinsel organların olgun­
laşması övünç yarattığı kadar kaygıya da yol açtığı için savunma mekaniz-

ÇocuKLutuN VE ERG E N LİtİN TAR İ H İ


malarının da elden geçirilmesi gerekir. Böylece "erinlik patlaması" beden­
le ve cinsellikle -çoğu zaman gizlice- uğraşmayı zorunlu kılar. Anormal
gelişme ya da gelişimin gecikmesi korkusu ve estetik kaygılar da bu iç ge­
rilime katkıda bulunur. Ergenlik, sürekli bir gözlemleme isteği, ama aynı
zamanda bir görülme korkusu dönemidir. Ergenler bedensel ve cinsel ge­
lişimlerini hem övünçle hem de kaygıyla izlerler, birbirleriyle karşılaşhnr­
lar, sergilemeye ya da saklamaya çalışırlar. Erkek çocuk cinsel organının ol­
mayacak yerde ve zamanda sertleşmesinden kaygı duyar; kız çocuk ilk adet
gördüğünde bu beklenmedik kanamadan şaşkınlığa uğrar, korkar ya da
utanır. Kimi kızlar gelişen memelerinden gurur duyar, kimi de memeleri­
ni bol giysiler alhnda saklamaya çalışır. Kimi oğlanlar ilk boşalmalarını
suçluluk duygularıyla gizlemeye çalışırken, kimileri de penislerinin boyun­
dan kuşkuya düşerler. Her iki cins de bir şeylerin ansızın kontrollerinden
çıkhğı, beceriksiz ve sakar oldukları duygusuna kapılır. Cinsel dürtülerin
güç kazanması da bu karışıklığı arhnr. Bedene duyulan ilgi, karşı cinsin
bedenine ve cinselliğe duyulan ilgi ile atbaşı gider: "Yeni özelliklerin orta­
ya çıkması, yeni işlevlerin sınanması, yeni çekiciliklerin denenmesi, aynı
zamanda hem yoğun özsever doyumların, hem de sıkınhların kaynağı ol­
maktadır. Başkasının bedeni karşısında kendi arzusunu algılamak ve onun
arzusunun nesnesi olduğunu hissetmek, çoğu zaman karmakarışık bir
suçluluk duygusu uyandıran alt üst edici bir yaşantıdır." (Guasch
1987:152). Ancak günümüzde bu duyguların hiç de alt üst edici bir yoğun­
lukta yaşanmadığı söylenebilir. Bunun nedeni, ergenlerin önceden bilgi
edinme ve paylaşma olanağının gitgide artmasıdır. Bu arada, ergenlikte be­
denle ilgili kaygıların daha çok erinlik ya da erken ergenlik döneminde ya­
şandığını, ileri dönemlerde ise toplumsal kaygıların ve yaşanhların ağırlık
kazandığını bir kez daha belirtmekte yarar var.
Ergenlikteki en önemli gelişmelerden biri de bilişsel alanda ortaya
çıkmaktadır. Ergenler bir yandan soyut düşünme yeteneğini kazanırken,
öte yandan da bu gelişimin bir yan sonucu olarak benmerkezliliği yaşarlar.
Özellikle ergenliğin ilk yıllarında benmerkezlilik iki bilişsel süreçte kendi­
ni gösterir. Elkind'in (1967) "hayali seyirci" adını verdiği süreçte ergen her­
kesin kendini izlediği, davranışıyla ve görünümüyle ilgilendiği izlenimini

AN I LARDAKİ AŞK LAR 49


taşır. Hayali seyirci kavramı ergenlikteki birçok davranışı ve saplantıyı açık­
layabilir. Örneğin, kızların gelişen göğüslerine herkesin baktığı, oğlanların
istemdışı dikleşmeleri herkesin gördüğü konusundaki kaygılan "hayali se­
yirci" inancına bağlı olarak da yorumlanabilir. Erkek ergen bütün dikkatle­
rin ona yöneldiğine, herkesin onun pantolonunun önüne baktığına, kız er­
gen herkesin onun göğüsleriyle ilgilendiğine inanma eğilimindedir. Haya­
li seyirci inancının, ergenlerin kendi ilgi ve uğraşlarını başkalarının ilgi ve
uğraşlarından ayırt edememe zayıflığından kaynaklandığına kuşku yoktur.
Yine ergenliğin ilk yıllarına özgü bir başka bilişsel özellik de Elkind'in "ki­
şisel efsane" adını verdiği benmerkezlilik türüdür. Ergen özel ve biricik ol­
duğu, kimsenin onun kadar acı -özellikle aşk acısı- çekemeyeceği ya da
haz yaşamayacağı inancına sahiptir. Kişisel efsane inancının ergenin yaşa­
mında olumlu ve olumsuz sonuçları olabilir. Örneğin, ergen gebeliklerin­
de kız ergenlerin "Bana bir şey olmaz!" düşüncesiyle cinsel ilişkiye korun­
masız girdikleri saptanmakta; erkek ergenlerin de "Başkaları yaralanabilir,
ben değil!" diyerek ölümcül kavgalara katıldıkları görülmektedir.
Ergen cinselliğini tanımlamak -gitgide somutlaştığı için- ilk bakış­
ta çocuk cinselliği kadar güç ve karmaşık görünmemektedir. Reevy (1987)
ergen cinselliğini, erinlikten olgunluğa kadar süren dönemdeki cinsel ya­
şamın bir görünümü olarak tanımlar. Başka bir deyişle burada 12-21 yaşlar
arasındaki cinsel yaşam söz konusudur. Bu dönemdeki cinsel gelişmeler;
cinsel organların cinsel etkinliğe hazırlanması, bedenin değişik bölgeleri­
nin cinsel olarak uyarılması, cinsel uyanma ve orgazm, çoğalma olgularını
içerir; bunlardan birini ya da birkaçını amaçlayan davranış, düşlem, duygu
ve tutumlar cinsel yaşamı tamamlar. Reevy ergenin doğrudan cinsel etkin­
likleri olarak şunları sayar: mastürbasyon, oynaşma (petting), cinsel birleş­
me, cinsel gece düşleri, eşcinsel ilişkiler, hayvanlarla cinsel ilişkiler.
Erkek ergenlerin hemen hemen hepsinin mastürbasyon yaptığı,
bu cinsel etkinliğin ergenliğin ikinci döneminde (17-21 yaşlar) tepe nokta­
sına ulaştığı bilinmektedir; mastürbasyonun sıklığının en yüksek düzeye
ulaştığı dönem ise ergenliğin ilk dönemidir (12-17 yaşlar) . Mastürbasyon
genellikle erinlikten az önce ya da erinlikle birlikte başlar, erinlikten son­
ra da sıklığı son derece artar. Mastürbasyona başvurma sıklığının toplum-

ÇocuKLU�UN VE ERGENLİ� İ N TARİ H İ


sal düzeyden etkilenmesi ilginçtir. 10-15 yaşlar arasında mastürbasyon alt
sosyoekonomik düzeyde daha fazla görülür; ergenliğin sonlarında ise
mastürbasyona üst sosyoekonomik düzeyde daha fazla rastlanır, bu farka
eğitime verilen önemin yol açtığı düşünülmektedir: Daha fazla öğrenim
görmek isteyenler daha geç başlamakta, ama daha sık mastürbasyon yap­
maktadır. Eğitimi ve ekonomik düzeyi düşük ergenler dönemin sonuna
doğru mastürbasyonu azaltarak cinsel birleşme üzerinde yoğunlaşmakta;
üst düzeydeki ergenler ise daha çok oynaşmaya başvurmaktadır. Bu bul­
guların 7o'li yıllara ilişkin olduğunu dikkate almak gerekir; ancak temel
ilkenin bugün de farklı olmadığı söylenebilir. Nitekim Austrian (2002),
1996'da yayınlanan bir araştırmaya dayanarak şu değerlendirmeyi yap­
maktadır: "Ne benlik saygısı ne de duygulanım düzeyi ilk cinsel ilişkinin
zamanı ile uzun süreli olarak bağlantılı bulundu; olumlu psikososyal ge­
lişim ile ilk cinsel ilişkinin ertelenmesi arasında kalıcı bir ilişki vardı; cin­
sel ilişkiye en geç girişen ergenler -en nitelikli olmaktan çok- en zayıf ya­
şıt ilişkilerine sahiptiler, ama en olumlu aile ilişkileri, eğitime en geniş ka­
tılım ve en hafif davranış sorunları gösteriyorlardı. Bu sonuçlar cinsel iliş­
kiye erken giren ergenlerin daha fazla davranış sorunu ve daha düşük ni­
telikli aile ilişkileri olduğunu düşündürüyor; zamanlama bu etkenlerin
nedeni değil sonucudur." (169).
Cinsel organların birleşmesini içermeyen ama fiziksel dokunma ve
sürtünme anlamına gelen oynaşma da ergenlikte sık görülen başka bir cin­
sel davranış türüdür. (Cinsel birleşme öncesi oyunlar ergenlerce oynaşma
tekniği olarak kullanılabilmektedir.) Oynaşma deneyimi erinlikten önce az­
ken 13 yaşında artış gösterir; ergenliğin son döneminde ergenlerin büyük
çoğunluğu bu deneyimi yaşadığı için oynaşma bir çağdaş gençlik olgusu
olarak nitelenmektedir; bu yaygınlık büyük bir olasılıkla oynaşmanın cin­
sel birleşme yerine geçebilme özelliğinden kaynaklanır. Erkek ergenler ara­
sında cinsel birleşme oranının da oldukça yüksek olduğu görülmektedir.
Ancak, eğitiminin kısa sürmesi olasılığı yüksek olan ergenlerde cinsel bir­
leşme oranı, eğitimi uzun sürecek yaşıtlarından çok daha fazladır. Gece bo­
şalmaları erkeklerde en sık ıo'lu yaşların sonlarında görülür, 21 yaşına ka­
dar tamamen yaygınlaşmış olur. Yine ulaşılması beklenen eğitim düzeyi

AN I LARDAKİ AŞKLAR 51
ile gece boşalması arasında bir ilişki söz konusudur: Yüksek eğitim öngö­
renlerde gece boşalmaları daha fazladır.
Ormezzano (1987), ergenlik ile mastürbasyonun birbirine ayrılmaz
biçimde bağlanmasının, aynca mastürbasyonu olgunlaşma yolunda geçici
bir aşama olarak görmenin yanlış olduğunu düşünmektedir. Mastürbasyo­
nun kaçınılmaz ve evrensel bir doyum biçimi olduğu kabul edilirse mas­
türbasyona ilişkin yanlış anlamalar ve kaygılar da sona erecektir. Ormezza­
no, mastürbasyonun uanlaşılması gereken bir dil" olduğunu söylemekte­
dir: "Çocuk, ergen, yetişkin, her biri onunla kendilerinden, hazsız bir ya­
şamdaki can sıkıntılarından, gevşeme gereksinmelerinden, kabul ettikleri
ya da etmedikleri yalnızlıklarından, sevme ve sevilme gereksinmelerinden,
güçsüzlük duygularından, her şeyi kucaklama arzularından bir şeyler anla­
tırlar ve bunu böyle anlatmaları da iyidir." (380).
Elkind'in (1998) dediği gibi, erkek çocukların cinselliğine ilişkin en
yaygın söylence mastürbasyon konusunda yaratılmıştır. Günümüzde er­
genlerin büyük çoğunluğu mastürbasyon karşısında artık olumlu tutumla­
ra sahiptir; bununla birlikte, bu uygulamanın ergen kız ve erkeklerde hala
suçluluk duygusu yarattığı söylenebilir. Uzun bir tarihsel geçmişi olan bu
suçluluğu Philip Roth'un (1999), Portnoy'un Feryadı adlı romanında be­
timlediğini görürüz: "Lisedeki -ve mastürbasyondaki- ilk yılımın sonun­
da, penisimin alt tarafında, tam gövdesinin başıyla birleştiği yerde, solgun
renkli küçük bir benek keşfettim. (O zamandan beri bir çil olarak teşhis
edilmiştir.) Kanser. Kendi kendimi kanser yapmıştım. Tabii durmadan
kendi etimi sıvazlayıp çekiştirmem, bütün o sürtünmeler falan, tedavisi
mümkün olmayan bir hastalığa yol açmıştı işte sonunda. Üstelik daha on
dördüne bile basmadan! Gece yatakta yaşlar süzülüyordu gözlerimden."
(19). Geleneksel toplumlarda mastürbasyonun yol açtığına inanılan hasta­
lığın kanser değil verem olduğunu da bu arada anımsamalıyız. Kendini
"Otuz birin Raskolnikov'uyum ben" (20) diye tanımlayan Portnoy, hem
durmadan mastürbasyon yapmaktan yakınır: uAh şu tek kürek gitmeyi
günde bire indirebilseydim, ya da ikide kesebilseydim, hiç değilse üçte!"
hem de bunun kendi iradesinin dışında olduğunu düşünür: "İyi de kalk­
mış kamış laftan anlar mı? ( ... ) Alet kafasını kaldırınca, insanın kafası top-

ÇocU KLU�UN VE ERGENLİ� İ N TAR İ H İ


rağa gömülür! Alet kafasını kaldırınca, insanın kafası ancak bir cesedinki
kadar çalışır!" (103).
Suçluluk duygusu ve kendini cezalandırma isteğine karşın ergenle­
rin çoğu mastürbasyon yapmayı sürdürmektedir. Erkek çocuklar ıo yaşına
kadar hemen hemen hiç mastürbasyon yapmazken, cinsel organların ol­
gunlaşmasına bağlı olarak 15 yaşında çoğunlukla mastürbasyonu denemiş
olmaktadırlar. Kız çocuklarda bu artış daha yavaştır ve yetişkinlik yılların­
da da sürer. Ergenlerin suçluluk duygusuna karşın mastürbasyon yapmayı
sürdürmelerinin temelinde yalnızca o yaşlara özgü güçlü cinsel dürtü yok­
tur, aynı zamanda bu güçten alınan özsever haz da söz konusudur. Genç
Portnoy bunu çok güzel dile getirir: "Sonra geldik ergenlik çağına; uyanık
kaldığım saatlerin yansını kendimi banyoya kilitleyip kubura ya da çama­
şır sepetindeki kirlilere yükümü boşaltarak geçiriyordum, bazen de ecza
dolabının kapağındaki aynaya attırırdım, donumu indirip aynanın tam kar­
şısına dikilirdim ki gelirken nasıl göründüğüne bakabileyim." (18).
Eşcinselliğe gelince, Guasch (1987) ergenlikte eşcinselliğin yetiş­
kinlikteki eşcinsellikle aynı olmadığını söylemektedir. Ergenlikteki eşcin­
selliğin anlamı temelde bir arayış olmasıdır. Anababaya yaptığı duygusal
yatırımı geri çeken ergen yeni bir nesne -bağlanılacak kişi- aramaya koyu­
lur; böylece bazen yeni bir yetişkine, bazen de aynı ya da karşı cinsten di­
ğer ergenlere yönelir. Geçmişte Fenichel (1974:102), ergen eşcinselliğinin
bir uyum sağlama sorunu olduğunu belirtiyordu: "Adolesanlann (ergenle­
rin) çoğunlukla aynı cinsten gruplar halinde toplanmayı yeğlemeleri olası­
lıkla sosyal etmenlere bağlıdır. Böylelikle karşı cinsin kışkırtıcı varlığından
kaçındıkları gibi, aynı zamanda yalnız kalmaktan da kaçınmış olurlar ve
aranan kimseler olduklarını hissederler. Fakat kaçındıkları şey başlarına
gelir ve cinsel obje ilişkilerinden sakınmak umuduyla kurulan dostluklar,
az ya da çok, açık bir cinsel karakter alır. Ergenler arasında fırsat düştükçe
ara sıra yapılan homoseksüel denemelere, geçici bir uyum fenomeni olarak
ortaya çıktığı ve kesin fıksasyonlara yol açmadığı süre, patolojik olarak ba­
lalmamalıdır." Günümüzde artık bu "patolojik" nitelemesinin doğru bu­
lunmadığını belirtmek gerekir; başka bir deyişle, bugün artık geçici olan
kadar sürekli olan eşcinsellik de "normal" karşılanmaktadır. Ama Fre-

AN I LAADAKİ AŞKLAR 53
ud'un, cinsel yönelimin ancak erinlikten sonra kesin biçimini aldığı sapta­
ması da hala geçerlidir.
Türkiye'de ergenlerin aşk ve cinsellik konusunda ne durumda ol­
duklarını gösteren çok sayıda araşhrma yoktur; yapılan araşhrmalar da de­
ğişimi gösterecek sayıda ve sıklıkta değildir. Türkiye' de yayınlanmış en son
gençlik araşhrması TÜ BA'nın ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu'nun des­
teklediği çalışmadır (Çetin ve ark. 2004). Söz konusu çalışmada Ankara ve
Adana illerinden 18-21 yaşlarındaki öğrenci, çalışan, işsiz ergenler örnekle­
me alınmışhr; araşhrmada nitel (derinlemesine görüşme, odak grup gö­
rüşmesi) ve nicel yöntemlere (anket, envanter, ölçek) başvurulmuştur. 149
kişi (60 ergen, 65 veli ve öğretmen, aynca bir uzmanlar grubu) ile gerçek­
leştirilen nitel değerlendirmenin konumuzla ilgili belli başlı bulguları şöy­
ledir: Üniversite öğrencisi kızların ergenliği karşılama biçimi olumlu ya da
olumsuz olabilmekte, geç beden gelişimi kaygı yaratabilmekte, yalnızlığa
yol açabilmektedir. Üniversiteli erkeklerin ergenliğe geçişi daha çok beden­
sel ve cinsel değişimlerle algıladıkları görülmektedir. Çalışan ergenler ise
beden gelişimiyle başlayan ergenliklerinin farkına varmadıklarını bildir­
mektedir; çalışmaya erken yaşta başlamak (aileye ekonomik katkıda bulun­
ma, geleceğe maddi yahrım yapma çabası) bu dönemi hızla geçirmelerine
neden olmuştur. Bir grup çalışan erkek ergen ise ergenliğin başlangıcını
cinsel deneyimlere başlama ve bağımsızlaşma dönemi olarak görmektedir.
Çalışmayan, okula da gitmeyen kızlar ergenliğin getirdiği bedensel geli­
şimleri gizlemeye (bol giysiler giyme, göğüslerini bandajlama) çalışmakta,
eskisi kadar rahat oyun oynayamamakta, hatta oynamayı bırakmaktadırlar.
Hem çalışan hem okuyan erkek ergenlerin ergenliğe ve cinselliğe ilişkin
bilgilenme sürecinin ailenin ve okulun müdahalesinden çok önce başladı­
ğı, 15-17 yaşlarındaki bazı ergenlerin karşı cinsle çeşitli düzeylerde ilişkiye
girdikleri görülmektedir. Alt sosyoekonomik düzeyden gelen ve tutucu
semtlerde oturan bu ergenlerin "zengin" cinsel deneyimlerinin olması dik­
kati çekmektedir. Buna karşılık, çalışan ama okula gitmeyen ergenlerin
karşı cinsle ilişkilerinin sınırlı olduğu saptanmışhr; bu ergenler cinsel de­
neyime daha erken yaşta profesyonel kadınlarla başlamakta, ama yaşıtları
olan kız ergenlerle arkadaşlık kuramamaktadırlar. Kırsal alandaki erkekler

54 ÇOCUKLueuN VE EAC E N Lİe İ N TARİHİ


ergenliğin dönüm noktaları olarak okulun bitmesini ya da bırakılmasını,
askerliği, evliliği belirtmiştir; kızlar ise kamusal alandan ve özellikle erkek
çocuklarla birlikte oynamaktan uzaklaştırıldıklarını vurgulamaktadırlar.
Üst sosyoekonomik düzeyde anababalar ergen çocuklarının flört ilişkisine
olumlu bakmakta, karşı cinsle ilişkilerini desteklemektedirler; ancak, erkek
çocukların cinsel deneyiminin desteklenmesine karşılık kız çocuğun dene­
yimi kaygı uyandırmaktadır. Ailede annenin eğitim düzeyi düştükçe özel­
likle annelerin kız çocuklarının cinsel davranışlarını araştırdığı ve izlediği
dikkati çekmektedir. Çalışan ergenler daha çok çalışan yaşıtlarıyla arkadaş­
lık kurmakta, karşı cinsle ilişkiler genellikle sınırlı kalmaktadır. Kırsal alan­
da da karşı cinsle ilişkilerin sınırlı ve denetim altında olduğu, ancak cep te­
lefonuyla uzaktan flört etme gibi -yine evlenmeye yönelik- yeni teknikle­
rin kullanıldığı görülmektedir.
Çetin ve arkadaşlarının araştırması ergenliğin başlangıç yaşının
kızlar için 12.7, erkekler için 13.7 olduğunu ortaya koyar. (Bu ortalamalar
Gökdoğan'ın yaklaşık yirmi yıl önce belirlediği ortalamalardan çok farklı
değildir.) Kızların, ergenlik gelişmelerinden erkeklere oranla -olumsuz
yönde- daha fazla etkilendikleri görülmektedir. Bu dönemle ilgili bilgileri
kızlar öncelikli olarak annelerinden, erkekler ise arkadaşlarından almakta­
dırlar; ancak iki gruba birlikte bakıldığında yine arkadaşlar en önemli bilgi
kaynağı olarak ortaya çıkar. Cinsel konular en fazla 15-17 yaş grubunda me­
rak edilmektedir; erkeklerde yaş arttıkça merak azalmakta, kızlarda ise pek
değişmemektedir. Ortalama 14 olan ilk flört yaşı (kızlarda 14.5, erkeklerde
13) -Adana'ya özgü olarak- çalışan grupta daha yüksektir (kızlarda 16.7, er­
keklerde 14-2) .
Türkiye'de ergenlerin cinsel yaşamı hakkında bilimsel olmayan bir­
takım gözlemler de söz konusudur. Liseli gençlerle ilgili bir yazı dizisinde
bir lisenin rehberlik uzmanı şunları anlatır: u(Llse birinci sınıfta) Son dö­
nemde okulda yaptığımız aramalarda bol bol porno CD ve porno dergiler
buluyoruz. Tamam, ergenlik dönemi, bu normal ama kullanış tarzları nor­
mal değil. ( ... ) Daha vahimi, kimi okullarda 12-13 yaşındaki kızların kürtaj ol­
duğunu duyuyorum. (Lise ikinci sınıfta) Kız ve erkek ilişkileri yoğunlaşıyor,
ilişkilerin süresi uzuyor. Üç ay veya altı ay süren ya da ertesi yıla sarkan iliş-

AN I LAROAKİ AŞKLAR 55
kiler kuruluyor. ( ... ) Makyaj konusunda birinci sınıfla ikinci sınıf arasında
fark yok. Yalnızca lise üçte vakit bulamadıkları için yapmıyorlar. Fakat birin­
ci sınıfta kaşını alamayan ikinci sınıfta mutlaka alıyor. Renkli ve marka ka­
zaklar, marka spor ayakkabı giyiyorlar. (Kavgalar) Daha çok erkekler arasın­
da oluyor. Bu okulda ne kadar kavga çılanışsa hepsinin altından 'kız mese­
lesi' çıkıyor. Örneğin, kızların diğer okullardan sevgilileri oluyor. Haliyle
sevgililer kapının önüne geliyor. Bizimkiler, 'Sen bizim okulun kızısın.
Bunlar niye kapıya doluşuyor?' diye tepki veriyor. Kız, 'Sana ne' deyince dı­
şarıdaki çocuk karışıyor ... Derken bir tartışma okul kavgasına dönüyor."
(Saymaz 2004). Bu son örnek Türkiye'de diğer konularda olduğu gibi karşı
cinsle ilişkiler konusunda da modernlik -flört, çıkma vb- ile gelenekselliğin
-sahiplenme, korumaya alma vb- hala iç içe olduğunu göstermektedir.

GENÇLİ K VE AŞK
Aşk, yüzyılımızın bilimi olan psikolojiye gelinceye kadar yüzyıllar
boyunca önce felsefede ve edebiyatta ele alınmış temel bir insanlık sorunu­
dur. Platon'dan başlayarak günümüze kadar felsefede aşk, metafiziğinden
(Schopenhauer 1983) diyalektiğine (Timuçin 2003), anatomisine (Krich
1971), yaşamla ilişkisine (Ortega y Gasset 1995) kadar pek çok açıdan irde­
lenmiştir. Psikolojide de aşk görgül araştırmalardan çok önce klinik çalış­
malarda ve kuramsal eserlerde ele alınmıştır. Klasik psikanalizden modem
akımlara kadar pek çok yaklaşım çerçevesinde aşkın psikolojisi bize, sevme
sanatı (Fromm 1983), yaşam senaryosu (Beme 1986), ruhsal bir olgu (La­
uster 1997), kişisel ilişki (La Follette 1997) olarak ulaşır. (Görüşleri, Türk­
çe'ye çevrilmiş birtakım örneklerle sınırlı tutuyorum.) Görgül araştırmala­
ra gelince, sevgi, psikologların sistematik araştırmalara ancak yeni yeni gi­
riştikleri -belki otuz yıldan bu yana, ama özellikle son yıllarda- bir konu­
dur. Klasik bir psikoloji kitabına (Zimbardo 1979) göre, bunun nedeni, ko­
nunun tartışılamayacağına ilişkin tabular, sevginin akılcı açıklamalara ko­
nu olamayacağına ilişkin yaygın inançlardır. Sevgiyi bilimsel araştırmaya
sokmak, gizeminden doğan güzelliğini, romantikliğini yok ermek demek­
ti. Araştırmayı engelleyen bir başka neden de, sevgiyi tanımlama güçlüğüy­
dü. Filozoflar ve toplumbilimciler sevginin biçimleri ve öğeleri konusunda

ÇocUKLU�UN VE ERCiENLİ�İN TAR İ H İ


farklı düşünüyorlardı. Zeldin'in (1998) belirttiği gibi, aşkın tarihsel açıdan
da düz bir çizgi üzerinde gelişmediği görülür: "Almanya'nın Romantik şa­
irlerinin tutkulu aşka yeni bir biçim verdiğini bilmeyen yoktur, onlardan
önce de Fransa'nın şövalyeleri ve trubadurları aynı işi yapmış, bunu da İs­
panya'yı fetheden Arapların mükemmelleştirdiği duygulardan kendilerine
ulaşan yankılan dönüştürerek başarmışlardı. Ama bu değişimlerin hepsi
aynı yöne işaret etmez; aşkın tarihi daha fazla özgürlüğe doğru genişleyen
bir hareket değildir, daha ziyade, uzun süreli durgunluk dönemleriyle ke­
silen bir gelgit hareketine, bir girdaba benzer." (38).
Bilimsel araştırma açısından önemli bir güçlük de, sevgi ile hoşlan­
ma, aşk ile sıradan sevgi arasında ayrım yapma konusunda ortaya çıkmış­
tır. Örneğin Walster (1978), ikisi arasında şu üç farkı belirler: Aşkta düşlem
daha önemli bir rol oynar, buna karşılık sevgi gerçekliğe daha bağlıdır; aşk­
ta olumlu ve olumsuz duygular birlikte yer alabilir, oysa sevgide bir tek
duygu vardır; aşk zaman içinde gücünü yitirir, oysa sevgi daha süreklidir.
Bir de "aşık olmak"tan söz etmek gerekir, kavram ve olgu olarak. Aşık ol­
mak, sevginin diğer biçimlerinden farklı olarak, özellikle romantik tutkuyu
dile getiren bir kavramdır. Tutkulu sevgide daha çok fizyolojik uyanış ve
cinsel uyarılma söz konusudur.
Geçmişte sevgi konusunda çok az araştırma yapılmış olmasına kar­
şın, sevginin ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda sayısız kuram üretilmiş
olduğunu görüyoruz. Günümüzde ise, hem kuramsal, hem de deneysel
araştırmaların özellikle tutkulu sevgiye -yani aşka- yöneldiği görülüyor.
Aynca, tümel bir sevgi kavramına dayanan ilk kuramların yerini bugün
çokboyutlu yapılar kullanan kuramların aldığı belirtilebilir. Hendrick ve
Hendrick'e (1986) göre, psikolojide sevgi konusunda ilk çalışmalar kuram
geliştirme yönünde olmuştu, daha sınırlı ikinci yaklaşım ise ölçme aracı
geliştirme yönündeydi. Bu alandaki önemli araştırmacılardan biri olan Ru­
bin (1973), sevme ile hoşlanma arasındaki benzerlik ve farklılıkları ilk kez
ele alıyor ve bunları ölçecek bir araç geliştirmeye çalışıyordu.
Sevgi konusunda ilk önemli araştırmacılardan biri olan Rubin, çe­
şitli sevgi arılayışlannda ve tanımlarında ortak bir eksen olduğunu kabul et­
mektedir. Bu, "gereksinme" olarak sevgi ile "verme" olarak sevgi arasında-

ANI LARDAKİ AŞKLAR 57


ki karşıtlıktır. Fiziksel ve duygusal gereksinme olarak tanımlanan sevgide,
başkasının yaşamına girme, fiziksel temas kurma, beğenilme, özen görme
istekleri temel özelliklerdir. Bu sevgi, aşın biçiminde, başkasına tutkulu bir
sahip olma ve onunla tamamlanma isteği olarak ortaya çıkar. Eski Yu­
nan'da "Eros" diye adlandırılan bu duygu, çağdaş psikolojide "bağlanma"
kavramıyla dile getirilmektedir. Bir gereksinmeler demeti olarak görülen
bu sevgi anlayışının karşısında, bir veriş olarak görülen sevgi anlayışı yer
almaktadır. Bu, temelde Tanrısal bir sevgi anlayışıdır ve çağdaş psikolojide
sevginin en özgeci biçimi olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, E.
Fromm'a göre sevgi, sevilen kişinin yaşamıyla ve gelişimiyle ilgilenmektir.
H.S. Sullivan'a göre, bir başka kişinin doyumu ya da güvenliği bir kişi için
kendi doyumu ya da güvenliği kadar anlamlı olduğunda orada sevginin var­
lığı söz konusudur. Eski Yunan'da agape adı verilen bu verici sevgiyi Ru­
bin "özen gösterme" olarak adlandırmaktadır. Özen göstermenin bağlan­
madan daha olgun bir sevme biçimi olduğu kabul edilmektedirr. Rubin'e
göre sevginin iki kişi arasındaki bağa dayanan üçüncü bir öğesi daha var­
dır. Bu üçüncü öğe, iki kişi arasında sözlü ya da sözlü olmayan kanallardan
geçen yakın ve gizli iletişimde kendini gösteren "yakınlık"tır. (Bu kavrama
daha sonra değineceğim.)
W. M. Kephart'a (1972) göre, Amerikalıların çoğunun yüreğinde ro­
mantik sevginin önemli bir yeri vardır. Başka hiçbir toplumda ve hiçbir
çağda bu duygu böylesine kurumlaştırılmamıştır. Nitekim Fransız yazar
De Sales 1938'de şu gözlemde bulunmuştur: "Amerika dünyada sevginin
ulusal sorun olmaya yöneldiği tek ülkedir." (Altman da, Alameddine'den
benzer bir sözü aktarır: "Seks: Dünyanın diğer yerlerinde bir olgu; Ameri­
ka'da bir saplantı.") Romantik sevginin pek çok tanımı vardır, ama Kep­
hart'a göre hepsinde altı çizilen ortak noktalar şunlardır: karşı cinsten biri­
ne güçlü bir duygusal bağlanma, bu kişiyi idealleştirilmiş bir biçimde dü­
şünme eğilimi, belirgin bir fiziksel çekim. İşte, özellikle sevilen kişinin ide­
alleştirilmesi eğilimi şövalyelik çağından bu yana romantik sevgi anlayışın­
da en büyük yeri tutmuştur. "Aşkın gözünün kör olduğu" savı hem edebi­
yatta hem de günlük yaşamda kabul edilmiştir; ancak araştırmalar günü­
müzde artık idealleştirmeye daha az eğilim duyulduğunu göstermektedir.

ÇocUKLU�UN VE ERGENLİ�İN TAR İ H İ


Her iki cins de aşk karşısındaki tutumunda idealist olmaktan çok gerçekçi
olmaya yönelmektedir artık.
Aşkla ilgili bütün tartışmalarda sevgi ile cinsellik arasındaki ilişki
hep gündeme gelir. Konu açıldığında ilk akla gelen yazar da Theodor Re­
ik'tir (Brown 1983). 194o'larda yazan Reik sevgi alanında görülen en son
ciddi yapıhn ünlü romancı Stendhal'ın De l'amour (1822) adlı kitabı oldu­
ğunu söylemekteydi. Ya Freud? Reik, hocası Freud'un kuramının sevgi so­
rununa tam olarak giremediğini düşünmektedir. Reik'a göre Freud'un tek
boyutlu sevgi kuramı, çeşitli sevgi türlerini birbirinden ayıran Stendhal'in
görüşüne kıyasla bir gerilemedir. Ayrıca bu kuram -Platon'un ve Schopen­
hauer'in devamı olarak- hiç de özgün değildir ve üstelik düşgücünden de
yoksundur. Freud sevgi ile cinselliğin çoğu zaman bir arada görünmesine
aldanmış, bu yüzden sevgiyi hedefine varamamış ve yüceltilmiş cinsellik
olarak açıklamışhr. Oysa Reik'a göre cinselliğin amacı doyumdur, sevgi ise
mutluluk arar. Cinsellik başlangıçta nesnesizdir, sevgi ise hiçbir zaman
nesnesiz değildir. Cinsellik, nesnesi konusunda umursamaz olabilir, sevgi
olamaz. Cinsel eş için ayrım yapılmayabilir, oysa sevgide her zaman bir se­
çim söz konusudur. Cinsel nesne kolayca değiştirilebilir, sevgi nesnesi de­
ğiştirilemez. Cinsellik alanındaki değişiklik yapma gereksinmesine sevgi­
de rastlanmaz vb.
Kephart'a göre, sevginin öncelikle cinselliğin engellenmesinden
doğduğu görüşü aslında ilginçtir, ama ne doğrulanması ne de reddedilme­
si sanıldığı kadar kolaydır. Geleneksel Amerikan toplumunda romantik
sevgi büyük ölçüde gençlerin önüne konan cinsel engellerden doğmuştur.
Şu halde bu konuda toplumsal-kültürel etkenleri en önemli belirleyiciler
saymak gerekmektedir. Erkeklerin çoğunun cinselliği sevgiden kolayca
ayırdığı bilinmektedir. Buna karşılık sevgi ile cinsellik arasındaki ikilem
kadınlar için aynı kesinlikte değildir. Birçok yazar sevgisiz cinselliğe "şeh­
vet" olarak bakmakta, bu anlamda şehvet kadından çok erkeğe özgü sayıl­
maktadır; hpkı erkeklerin daha çok cinsel etkinlikle, kadınların ise sevgiy­
le ilgilendiklerine inanmak gibi. Gerçek şu ki, erkek olsun kadın olsun,
geleneksel cinsiyet rolü kalıpyargılanna göre yetişmiş kişiler karşı cinsten
birini gerçek anlamda sevme yeteneğinden yoksun kalmaktadır. Sevgiye

AN ILARDAKİ AŞKLAR 59
ilişkin duygu ve davranışlarda kişinin biyolojik cinsiyetinden çok, cinsel rol
yönelimi önemli bir etken olmaktadır. Araştırmalar "müthiş erkek"lerin ve
"dişi kadın"ların sanıldığı gibi en iyi aşıklar olmadıklarım söylemektedir.
Erkek ergenlerin cinsel yöneliminin kız ergenlerin yöneliminden
farklı olduğunu, oğlanların daha "erotik", kızların daha "romantik" ol­
duğunu Elkind de (1998) kabul eder. Bu farklılığın nedeni biyolojik,
psikolojik ya da sosyal olabilir; büyük olasılıkla her üçünün birleşimidir.
Dolayısıyla genç kızlar cinsel ilişkiyi de bir sevgi ilişkisi olarak düşünürler;
oğlanlar ise ilişkideki eşten çok eylemin kendisini düşünme eğilimindedir.
Erkekler için ilk cinsel ilişki çoğu zaman olumlu bir deneyimdir; kızlar
içinse genellikle olumsuz bir deneyimdir, çünkü düşledikleri romantik iliş­
kiyi nadiren yaşatır. Elkind gene de ilk cinsel deneyimin her iki cinsin de
benlik duygusuna ve kimliğine katkıda bulunduğunu belirtiyor. Elkind'e
göre ilk cinsel deneyim kimlik oluşumu sürecinin yolunda gittiği yıllarda
(16-19 yaşlar) olursa olumlu yönde katkıda bulunur ve gencin cinsel ben­
liğinin psikolojik benliğiyle bütünleşmesini sağlar. Buna karşılık, ilk
deneyim kimlik oluşumu sürecinde erken (12-15 yaşlarda) ortaya çıkarsa bu
bütünleşme kolay olmaz ve kişiliğin geri kalanından kopuk bir yaşantı
olarak kalır.
Konuya kişilik açısından bakarak, kimi insanların romantik sevgiye
diğer insanlardan daha eğilimli olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir bireyin
"benlik saygısı" düzeyinin romantik aşk yaşama olasılığını ele vereceği ileri
sürülmüştür. Yüksek benlik saygısının romantik yaşantıyı kolaylaştıracağı
kuramsal olarak kabul edilmektedir. Fromm, Rogers, Maslow gibi "ken­
dini gerçekleştirme" kuramcıları, kendini kabul eden, savunmacı olmayan,
riski göze alan yürekli bireylerin -bunlar aynı zamanda kendini gerçekleş­
tirmiş kişilerdir- başkalarım sevmeye ve doyumlu ilişkiler kurmaya daha
yetenekli olduklarım ileri sürerler. Arıcak bu konuda karşıt görüşler de var­
dır. Örneğin Walster (1978) benlik saygısı düşük kişilerin özel bir sevgi
gereksinmesi duyduklarım ileri sürmektedir. Dion ve Dion'un (1975) araş­
tırmasına göre, hem yüksek hem de düşük benlik saygısı aşık olma
konusunda büyük bir eğilim yaratabilmektedir. Konuya burada da cinsiyet
farkı açısından bakılmıştır. Benlik saygısı düşük kişiler romantik partner-

60 ÇOCUKLU�UN VE ERGENLİ�İN TARİHİ


leri karşısında daha fazla sevgi, daha fazla beğenme, daha fazla güvenden
söz ederken, benlik saygısı yüksek kişiler düşük olanlardan daha fazla
romantik aşk yaşadıklarını söylüyorlar.
Kimilerinin romantik yaşantıya diğerlerinden daha eğilimli olup ol­
madıkları sorusu bir de "denetim odağı" kavramı açısından araştırılmıştır.
Yakın zamanlara kadar psikolojide oldukça ilginç bir kişilik boyutu olarak
kabul edilen denetim odağı kavramına göre, insanlar başlarına gelen olay­
ların denetiminin, ya kendi içlerindeki güçlerin (akıl. irade, yetenek) ya da
dışlarındaki güçlerin (yazgı, şans, başkaları) elinde olduğuna inanma
eğilimindedir. İç denetimliliğe, yani kişinin yaşamının denetiminin kendi
elinde olduğuna inanması eğilimine olumlu bir kişilik özelliği olarak bakıl­
maktadır. Dion ve Dion'a (1973) göre, iç denetimli kişilerin daha az roman­
tik yaşantıları vardır; bu kişiler romantik sevgiyi daha az gizemli, daha az
yoğun yaşamaktadırlar. İç denetimliler romantik sevgi karşısında dış
denetimlilere göre daha az idealist bir yönelime sahiptirler. Kültürel kalıp­
yargılar aşkı gizemli, yoğun, etkili bir dış güç olarak tanımlamaktadır; bu
güç yazgıya boyun eğmiş dış denetimli kişileri idealleştirilmiş yaşantılara
şiddetle çekmektedir. Bu tür kültürel etkilere karşı çıkan iç denetimli kişil­
er ise karşı cinsin çekimini "aşk" olarak görmeye dış denetimlilerden daha
az eğilimlidirler, çünkü onlar olayları kişisel nedenlerle yorumlamaya
önem vermektedir. İç denetimliler aşka ilişkin kültürel kalıpyargılara pek
aldırmadıkları için romantik çekimi gizemli, yoğun ve idealleştirilmiş bir
deneyim olarak yaşamaya da pek eğilimli değillerdir. Ayrıca, iç denetim­
lilerin başkalarından etkilenmeye karşı duydukları nefret de onları roman­
tik aşk yaşamaya daha az eğilimli kılmaktadır. Üstelik, iç denetimliler kişil­
erarası durumlarda başka insanları denetlemeye güçlü bir eğilim göster­
mektedirler, bu eğilim karşı cinsle kurulan ilişkilerde duyguların yoğun­
luğunu azaltabilmektedir.
Kişilik konusunda son bir sorun da, aşkın nörotik bir belirti ya da
en azından aşırı duyarlı bir kişilik özelliği olup olmadığıdır. Dean'ın
196o'larda üniversite öğrencilerinden elde ettiği romantizm ve kişilik testi
puanları arasındaki korelasyonlar oldukça düşük çıkmıştır. Dean'a göre,
Amerikan gençlik kültüründe romantizm o kadar yaygındır ki, romantizm

ANILARDAKİ AŞKLAR 61
karşısında duygusal bakımdan olgun kişiyle olgun olmayan kişi arasında
ancak çok küçük bir fark vardır. Kephart da 197o'lerdeki araşhrmasında
romantik aşkın bir duygusal bozukluk belirtisi olmadığını bulmuştu.
Düşük kişilik puanı alan üniversite öğrencileri yüksek puan alanlardan
daha fazla aşık oluyor değillerdir. Üstelik, aşık olmanın kişiyi zenginleştir­
diği ve mutlu kıldığı da kabul edilmektedir.
Sullivan, Erikson gibi kuramcılar, aslında insanın tüm yaşamı
boyunca önemli olan yakınlığın özellikle gençlik çağında gelişmeye baş­
ladığını, onu izleyen genç yetişkinlik döneminde en büyük çabanın
yakınlık duygusu geliştirmek olduğunu kabul ederler. Kişi yetişkinliğe
doğru ilerledikçe başkalarıyla sevgi ilişkisi kurma yönünde sürekli bir
çabaya girer. Fromm, Erikson gibi yazarlara göre, kişinin önce kendini
sevmesi doyumlu bir sevgi ilişkisi kurabilmenin ön koşuludur. Ancak
kendi kimliğine güven duyan kişiler başka biriyle yakın ilişki kurmaya
yetenekli olacaktır.
Yakınlık kavramı kuramcılar tarafından çeşitli biçimlerde tanımlan­
mışhr. Steinberg'e (1987) göre, "yakınlık, iki kişi arasında birbirinin
iyiliğiyle ilgilenme ile belirlenen duygusal bir bağlanma, özel ve duyarlı
konulan açma yönündeki iyi niyet, ortak ilgileri ve etkinlikleri paylaş­
ma"dır. Mitchell'e (1976) göre yakınlık, "bir başka kişiyle derin bir iç içe
girme gereksinmesidir." Mitchell yakınlığın, gençlikteki bütün davranış­
ları, özellikle dostluğu ve romantik ilgileri etkileyen önemli bir gereksinme
olduğunu vurgulamaktadır. Mitchell'e göre yakınlık ne olmadığı yönünde
de tanımlanabilir. Yakınlık, yalıhlmışlığın, soğukluğun, yabancılığın kar­
şıhdır; mesafelilikten çok yakın oluşla, tekdüzelikten çok coşkunlukla,
bölünmeden çok bütünlükle nitelenir. Yakınlık paylaşmakhr, inanmakhr,
güvenmektir. Yakınlık gereksinmesi kişinin bir sırdaşı olması isteğinin
ağır basmaya başladığı ergenlik döneminde kendini gösterir, yaşıt
grubunun ve dostlukların parçalanmasıyla ve karşı cinsten bir eşe eğilim
duyulmasıyla güç kazanır. Gençliğin iç çahşmalan yakın birinin varlığını
gerektirir; genç, kişiliğinin derinliklerini tanımayı başardıkça duyduğu
yoğun heyecanı paylaşma isteğini duyar. Mitchell'a göre yakınlık, gençlik
yıllarının doyurulması en güç gereksinmesidir, mesajları bulanıkhr, genç

62 ÇoCUKLU�UN VE ERG E N L İ � İ N TAR İ H İ


yakın ilişki ile neyi amaçladığını açık olarak bilemez. Yine de, yetişkin ol­
gunluğunun ilk basamağına gencin yakınlık deneyimleriyle ulaşılır.
Yakınlık duygusunun kolayca karıştırılabileceği duyguların başında
cinsel heyecan gelir. Cinsel gelişim gencin bedenini cinsel eşin varlığını
gerektiren duyumlarla doldurur. Böylece psikolojik kaynaşmaya duyulan
gereksinme cinsel dürtüyle birleşir, fiziksel yakınlık duygusal yakınlığı bes­
ler. Yakınlık duygusu dokunma, okşama, kucaklama gibi bedensel temas­
larla dile gelir. Yakınlık fiziksel anlatımı gerektirir, böylece duygular kesin­
lik kazanır. Dokunmak başka birinin varlığını onaylar, yakınlığa duyulan
özlemi giderir. "Sevmek dokunmaktır" (Morris 1977) sözü boşuna değil!
Erikson'a göre yakınlığın temel öğeleri açıklık, paylaşma, karşılıklı
güven, kendini adama ve kendinden vazgeçmedir. Roscoe ve arkadaşları
(1987) 277 üniversite öğrencisi üzerinde yaptıkları araştırmada gençlerin
yakın ilişkiyi nasıl algıladıklarını sormuşlardır. Yakın ilişkinin öğeleri olarak
en çok belirtilen özellikler şunlardır: paylaşma (% 45,8) , fiziksel-cinsel et­
kileşim (% 42,2), güven (% 42,2), açıklık (% 41,8) ve sevgi (% 30,9). Erkek­
ler daha çok fiziksel-cinsel etkileşimi, kızlar ise açıklığı vurgulamışlardır
(ancak bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı değil). Bu bulgular Erikson'un
kuramını doğrulamaktadır. Bununla birlikte üç önemli noktada
günümüzün gençleri Erikson'un yıllar önce geliştirdiği görüşlerden uzak­
laşmaktadır. Erikson'un aksine gençler fiziksel-cinsel etkileşimi (% 42,2)
ayırt edici bir öğe saymakta, kendinden vazgeçmeyi (% 6,6) ve kendini
adamayı (% 7,7) daha az belirtmektedirler. Bu farklılığın nedenleri olarak,
son yirmi beş yılda cinsellik alanında ortaya çıkan çarpıcı özgürlük ve top­
lumsal yapının insanları kendini başkasına adamaya artık yöneltmemesi
sayılmaktadır. Daha geç evlenmek, çocuk yapmayı ertelemek, çocuk is­
tememek, boşanmak gibi davranışlar bu değişimin somut göstergeleridir.
Conte ve arkadaşlarının (1983) 128 üniversite öğrencisi üzerinde
yaptığı araştırma, üniversitede geçirilen yılların yakınlık düzeyini önemli
ölçüde etkilediğini göstermektedir. Üniversitenin ilk iki yılı daha çok keş­
fetmek ve denemekle geçmektedir; son iki yılda ise öğrenciler artık kişisel
ve mesleki seçenekleri daha iyi tanımakta ve gerçek yaşama geçmeye
hazırlanmaktadırlar. İşte bu yıllar sürekli sevgi ilişkilerinin geliştirilmesi

ANI LARDAKİ AŞKLAR


ıçın daha elverişlidir. Bu sonuçlar da Erikson'un psikososyal gelişim
kuramını doğrular niteliktedir. Driscoll ve arkadaşlarına (1972) göre, bir
aşk ilişkisinde anababa müdahalesi eşler arasındaki romantik duyguları
yoğunlaştırmaktadır.
Anababa müdahalesi ile aşk arasındaki bu ilişki eski zamanlarda ve
kültürlerde çoktan keşfedilmişti. Örneğin, eski Roma mitolojisinde
"Pyramus ve Thisbe" söylencesi anababanın karşı çıkışının aşkı yoğunlaştır­
ması üzerine kuruludur. Romantik aşk tarihini gözden geçiren ünlü
yapıtında deRougemont, engeller ya da büyük güçlükler ile aşlon şiddeti
arasındaki değişmez ilişkiyi vurgulamaktadır. Driscoll ve arkadaşları görgül
bir araştırmada iki ana varsayım ileri sürdüler: Aşk duygulan güven ve
kabul ile zaman içinde güçlenen bir ilişki gösterir; aşk ilişkisine anababa
müdahalesi eşler arasındaki romantik duygulan yoğunlaştım. Yazarlar bu
varsayımlarını iki kuramsal temele dayandırır: engellenme-pekiştirme
kuramı ve grubun dış baskıya tepkisi kuramı. Engellenme amaca yönelik
davranışı güçlendirir ve amaçlanan nesnenin istenirliğini artım. Dış müda­
hale, istenen ilişkinin sürmesine engel olduğu için bu ilişkinin istenirliğini
artım. Öte yandan, gruba karşı çıkmak ya da grubun etkiliklerini ve amaç­
larını sınırlamak da grubun dayanışmasını artırmaktadır. Bu dinamikler
geniş gruplar için olduğu gibi ikili ilişkilerde de geçerlidir. Aşk da bir kişil­
erarası çekim ya da kaynaşma biçimidir. Aşk ilişkisine anababa müdahalesi
çiftin duygularını yaşama özgürlüğüne yönelik bir tehdit olduğu için, bu
tehdide karşı davranışsal bir direncin oluşması kaçınılmazdır. Ancak, Dris­
coll ve arkadaşlarının "Romeo-Jülyet etkisi" adını verdikleri olguda çok il­
ginç bir nokta daha söz konusudur. Anababa müdahalesi ikili arasındaki aşk
duygularını artırdığı gibi güvenin azalmasına ve eleştirelliğin artmasına da
yol açabilmektedir. Anababa müdahalesinde ilişkinin istilcrannı ve karşılık­
lı doyumları zayıflatan bir gizilgüç de vardır. İkili arasında güvenin azalması
anababa müdahalesinin onları birbirine bağımlı kılmasından kaynaklanır.
İşte, Romeo ve Jülyet örneğindeki paradoks!
Değişik kültürlerde aşkın farklı yaşanıp yaşanmadığını kültür­
lerarası psikoloji araştırmaları ortaya koymaktadır. Philbrick ve Opolot
(1980) Uganda'da, Philbrick ve Vandewiele (1983) Senegal'de, Stones

ÇOCU KLu<".;uN VE ERG E N Lİ<".; İ N TARİ H İ


(1986) Güney Afri.ka'da beyazlarla, Philbrick ve Stones (1988) Güney Af­
rika'da siyahlarla aşk konusunu araştırmışlardır. Sırayla özetleyeceğim
bütün bu araştırmalarda hep aynı veri toplama aracı kullanılmıştır.
Amerika'da B. E. Munro ve G. R. Adams (1978) tarafından geliştirilen bu
araç "Munro-Adams Aşk Tutum Ölçeği" adını taşır. Psikometrik özellik­
lerinin çok gelişkin olduğu söylenen bu araç, üç alt ölçek içerir: aşkın bir
kişinin yaşamı üzerinde büyük bir etkisi olduğu ve bütün engelleri aşacağı
inancını belirten "romantik güç"; aşkın yaşamın özünü oluşturduğu ve er­
kekle kadın arasındaki ilişkinin en yüksek hedefi olduğu inancını dile
getiren "romantik idealizm"; aşkın ağırbaşlı, sakin ve istikrar sağlayıcı bir
etkisi olduğu, ciddiyetle düşünülmesini ve saygı gösterilmesini gerektir­
diği inancına dayanan "evlilik aşkı".
Munro ve Adams'ın aracında romantik gücü ölçen bazı test mad­
deleri şöyledir: "Gerçek aşk asla ölmez, bütün engelleri aşar"; "Güçlü aşk,
bütün sorunların ve engellerin üstesinden gelir"; "Sevdiğiniz kişiyle birlik­
te olmak, geleceğe ilişkin bütün kaygılan siler götürür." Romantik güç kav­
ramının dilimizdeki karşılığı "Aşk her şeye kadirdir" olmalı. Romantik ide­
alizm ise şu tür test maddeleriyle saptanır: "Aşk bir erkekle bir kadın
arasındaki en yüksek amaçtır"; "Aşk iş ya da meslek başarısından daha
önemlidir"; "Aşk bir ilişkideki en önemli şeydir"; "Aşk yaşamın özüdür";
"Aşk insanı iyilik yapmaya sevk eder"; "Aşk içinde yaşamak dünyadaki
diğer yaşam yollarının hepsinden daha zevklidir." Bu testin kültürümüz­
deki karşılığı da "Aşk imiş her ne var ise alemde" olsa gerek. Evlilik aşkını
ya da diğer adıyla akılcı aşkı belirleyen maddeler de şöyledir: " Bir insana
duyulan erotik ve romantik duygular, uzun ve istikrarlı bir aşk ilişkisinin
işaretleri olmaktan uzaktır"; "Sevdiğiniz biriyle huzurlu ve yatışmış ol­
manız, romantik ve kışkırtılmış olmanızdan daha önemlidir"; "Evlenme
karan ciddi bir düşünmeden kaynaklanmalı, aşk duygusundan değil"; "İyi
bir evlilik için iyi arkadaşlık romantik aşktan daha önemlidir"; "Romantik
aşk geçicidir, çabuk ortadan kalkar; evliliklerinin çoğu romantik aşktan çok,
karşılıklı paylaşma ve anlaşma duygusu gerektirir."
Munro-Adams'ın "aşk tutum ölçeği" (MALAS), Amerika Birleşik
Devletleri'nde egemen olan "Amerikan usulü aşk"ı ortaya çıkarmak için

ANI LARDAKİ AŞKLAR


geliştirilmiştir. Bir kültürde yaygın olan bir tutumu saptamak elbette
büyük bir iddia ve zor bir iştir; ancak kullanılacak ölçme aracı da gökten in­
mez, o kültürün içinden çıkarılır. Nitekim Munro ve Adams, test mad­
delerini popüler romantik edebiyatı tarayarak saptamışlardır. Evrensel "aşk
üslupları" sınıflamasının sahibi Kanadalı John Alan Lee de (1980), ölçme
aracını dünya edebiyatının ünlü aşk romanlarını inceleyerek oluşturmuş­
tu. Şöyle diyordu yazar: "Yüzyıllara yayılan aşk türlerini sınırlamakta bana
edebiyat yardım etti. Araştırmama, düş ürünü olan ve olmayan yüzlerce
yapıttan aşk konusunda yaklaşık 4000 ifade toplayarak başladım. Bu yapıt­
lara Platon ve İncil, Doris Lessing ve D. H . Lawrence, romantik Lord Byron
ve alaycı La Rochefoucauld dahildir."
Afrika'daki aşk tutumlarını araştıran yazarlar amaçlarının "Afrika
usulü aşk"ı ortaya çıkarmak olduğunu, bunun için de "kültürlerarası kar­
şılaştırmalar için ideal" bir araç olan MALAS'ı seçtiklerini belirtirler.
Philbrick ve Opolot (1980), Uganda'nın başkenti Kampala'daki
üniversiteden 25 erkek ve 25 kız öğrenciyi araştırmaya almışlardır; çeşitli
kabile gruplarını temsil eden deneklerin yaş ortalaması 19'dur. Bulgulara
göre, Ugandalı gençler romantik güce ve idealizme Amerikalılar ölçüsün­
de, aşk evliliğine ise onlardan daha az inanmaktadırlar. Vandewiele ve
Philbrick (1983), "Afrika usulü aşk" konusunda çok az şey bilindiğini,
yukarıdaki türden bulguların diğer Afrika kültürlerinde sınanması gerek­
tiğini düşünerek Senegal'de araştırma yapmışlardır. Başkent Dakar'da 79
erkek, 58 kız lise öğrencisi seçilmiştir; deneklerin yaşlan 18 ile 21 arasında
değişmektedir ve içlerinden 36'sı evlidir. Bulgular Amerika ve Uganda bul­
gularıyla karşılaştırılmıştır: "Bu karşılaştırma, Amerika'da evlilik aşkının
romantik aşka baskın olduğunu, Uganda'da bunun tersinin ortaya çık­
tığını, Senegal'de ise ikisinin hemen hemen eşdeğerde olduğunu göster­
mektedir." Yazarlara göre, sürekli sorgulanan toplumsal bir kurum olduğu
halde Amerika'da evliliğin baskın gelmesi, tekeşli evlilik sisteminin kurul­
masında aşkın bir araç olarak görülmesinden kaynaklanıyor olabilir. Top­
lumda başka bir ölçütün yokluğu, aşkı güçlü ve sürekli kişilerarası ilişkinin
temeli yapmaktadır. Oysa Uganda'da evlilik aşkı başarılı bir evlilik
yaşamının anahtarı olarak görülmemektedir; eş seçiminin dayandığı başka

66 ÇOCUKLU�UN VE ERG E N L İ � İ N TAR İ H İ


yığınla etken vardır Uganda'da (kabile ya da klan kimliği, ailenin ya da
klanın çıkarları, hatta genetik ve biyolojik görüşler). Evlilik aşkının gerçek­
çi olarak değerlendirilmesine karşılık, romantik aşk da Ugandalı gençlere
çok çekici gelmektedir. Uganda'nın İngiliz Uluslar Topluluğu'na üyeliği,
ülkede Pakistanlı ve Hintli göçmenlerin çokluğu romantik eğilimin yayıl­
masına neden olmuştur. Uganda halkı Batılı romantik idealizm biçimleriy­
le, popüler edebiyat ve sinema, özellikle aşın derecede romantik "Hint
filmleri" aracılığıyla karşılaşmaktadır.
Stones (1986), Amerika ve Uganda bulgularını bu kez Güney Af­
rika bulgularıyla karşılaştım. Yazar Güney Afrika'nın, ırk ayrımcısı politi­
ka nedeniyle güçlü depremler yaşamış bir toplum olmaktan öte, Afrika
sahrasının altındaki en Batılılaşmış ve gelişmiş ulus olduğunu da belirtir.
Yaş ortalaması 20 olan 375 siyah ve beyaz üniversite öğrencisi örnekleme
eşit olarak alınmıştır. Bulgulara göre, romantik idealizmin en yüksek ol­
duğu ülke Amerika'dır, onu çok yakından Uganda izler, Güney Afrika'da
ise en düşüktür. Batı değer sistemini vurgulayan Amerikan kültürü için bu
sonuç şaşırtıcı değildir. Asıl şaşırtıcı olan, Güney Afrika ortalamasının çok
düşük olması, üstelik beyazlarla siyahlar arasında hiç fark olmamasıdır,
hem de ayrımcı politikaya karşın. Yazara göre Güney Afrika'da romantiz­
min bunca zayıf olması, var olan sosyopolitik kargaşanın idealizme pek yer
bırakmamasıyla açıklanabilir. Araştırmacı, evlilik aşkı konusunda da ben­
zer sonuçlar bulmuştur: Ortalamalar Amerika'da en yüksektir, onu Ugan­
da izler, en düşüle ortalamalar yine Güney Afrika' dadır (ancak bu kez siyah­
ların puanlan beyazlarınkinden biraz yüksektir). Uganda'da gençler bas­
kıcı cinsel geleneklerden diğer Afrikalılarla aynı ölçüde etkilenmediği için
bulguların Amerika'dakine yakın olduğunu düşünen araştırmacı, Güney
Afrika bulgusunun bölgenin özel sosyopolitik konumundan kaynaklan­
dığını belirtmektedir. Böylece siyasal koşulların bir toplumdaki aşk yaşan­
tısını bile etkilediğini görüyoruz.
Philbrick ve Stones (1988), MALAS'ı Güney Afrika' da 92 beyaz lise
öğrencisine uygulamış. 45 erkek ve 47 kız öğrenciden oluşan ömeklemde
yaş ortalaması erkekler için 17, kızlar için 16. Orta sınıf çocuklarının top­
lam puanlan da, altölçek puanlan da daha yüksek çıkmış. Romantik güç en

AN I LARDAKİ AŞKLAR
çok benimsenen inanç (erkeklerde biraz daha fazla); ikinci olarak erkekler
romantik idealizmi, lazlar ise evlilik aşkını benimsiyorlar; üçüncü sırada
erkekler için evlilik aşla, kızlar içinse romantik idealizm geliyor. Araştır­
macılara göre, beyaz Güney Afrikalı erkek ergenler romantizmin gücünü
ve idealizmi kızlardan daha fazla onaylıyorlar.
Yine Philbrick ve Stones (1988) tarafından bu kez Güney Afrikalı
siyahlar üzerinde yapılmış bir araştırma daha söz konusudur. Örnekleme
74 lise öğrencisi (ortalama 20 yaşında 3 6 erkek ve 19 yaşında 38 kız) ile
69 üniversite öğrencisi (yaş ortalaması 21 olan 32 erkek ve 37 kız) alınmış­
tır. En yüksek toplam ortalama puanı erkek üniversite öğrencileri, en
düşüğünü de erkek lise öğrencileri almıştır. Liseli ve üniversiteli kızlar
benzer toplam ortalama puanları almışlardır. Romantik güç altölçeğinde
üniversite ve lise öğrencilerinin ortalama puanları birbirine çok yakındır.
Romantik idealizmde üniversiteli erkeklerin puanları liseli erkeklerinkin­
den daha yüksekken, üniversiteli ve liseli kızlar arasında fark yoktur. Ev­
lilik aşkını en çok üniversiteli erkekler benimsemektedir, onları liseli er­
kekler izler, arkadan gelen her iki öğrenim düzeyinin kızları arasında ise
fark yoktur. Sonuç olarak, erkeklerin liseden üniversiteye doğru artan bir
biçimde genel aşk tutumunu benimsediği, aynı artışın kızlarda görül­
mediği söylenebilir. Erkekler özellikle romantizmin gücüne gitgide daha
fazla inanıyorlar. Romantik idealizmde ise erkeklerdeki artışa karşılık kız­
larda düşüş var. Evlilik aşkında da erkeklerde artış varken, kızlarda artış
görülmüyor.
Özetle söylersek, aşk konusuyla sadece edebiyatta, dinde, felsefede
değil, bilimde de ilgilenildiğini biliyoruz; ancak bu sonuncusu görece yeni­
dir. Byer ve Shainber (1994), bilimde aşkın davranışsa!, psikanalitik,
hümanist ve sosyolojik açılardan ele alındığını belirtmektedir. Öğrenme
kuramcılarının desteklediği davranışsa} yaklaşıma göre aşk öğrenilmiş bir
tepkidir ve deneyimin ürünüdür; dolayısıyla sevme yeteneği birlikte doğ­
duğumuz değil, öğrenmemiz gereken bir şeydir. Sevilen kişiye yaklaşırız,
çünkü onun bizi ödüllendireceğini öğrenmişizdir. Cinsel aşkta da beden­
sel haz bir tür ödüldür. Psikanalitik yaklaşıma göre cinsellik insan için en
temel güdüleyici güçtür; aşk da cinsel isteğin anlatımından, cinsel gerilim-

68 ÇOCU KLU�UN VE ERG E N Lİ � İ N TAR İ H İ


in giderilmesi çabasından ibarettir. Konuyu daha geniş bir sosyokültürel
çerçevede ele alan yeni psikanalizciler aşkı kişisel değil kişilerarası bağlam­
da değerlendirir ve kişinin hem kendini gerçekleştirmesi, hem de sevilen
kişinin kendini gerçekleştirmesine destek olma çabası olarak görürler;
dolayısıyla aşk ilişkisi almak kadar vermeye de dayanır. İnsancı (hümanist)
psikoloji duygulara çok önem verir, aşkı da duygusal doyum açısından
değerlendirir; bu açıdan aşk, cinsel ve diğer gereksinmelerin ötesinde daha
geniş bir bağlamda ele alınır. Bu aşk anlayışı sevilen kişiyle ya da aileyle
sınırlı kalmaz, bütün insanlığı kapsayacak biçimde genişler.
Günümüzde araştırmacılar aşkta genellikle iki tür ayırt ederler.
"Tutkulu aşk", sevgi. cinsellik, kaygı, özveri, kıskançlık gibi bütün duy­
guların yoğun ve aşırı olarak yaşandığı bir aşk türüdür. "Arkadaşça aşk"ta
ise duygular daha az yoğundur ve daha derin bir bağlanma hissedilir. As­
lında aşk bu iki uç arasında değişik derecelerde yaşanır. Çoğu aşk ilişkisi
tutkulu aşk olarak başlar, arkadaşça aşk olarak gelişir. Birinci evrede
sevilen kişi idealize edilir, sevilen kişiye ait her şey cinsel olarak da
uyarıcıdır. İkinci evrede ortak deneyimler, anlayışlar, alışkanlıklar söz
konusudur; cinsel yaşam yine etkindir ama diğerindeki kadar yoğun değil­
dir. Bu arada cinselliğin bir aşk ilişkisini güçlendirecek pek çok olanak sağ­
ladığını da gözden kaçırmamak gerekir. Ancak, genellikle ergenlerin cinsel
etkinliklerinde görüldüğü gibi, cinselliğin başka duygusal gereksinmelerle
karıştırıldığı da olmaktadır. Bu nedenle aşkın güven, bakım, bilgi. saygı,
sorumluluk (Fromm 1983) gibi temel özellikleri sevme yeteneğinin bir­
birini tamamlayan ve vazgeçilmez öğeleridir. Öte yandan; bağlanma, onay­
lanma ve güvenlik gereksinmesi ile özgürlük, risk alma ve serüvene atılma
gereksinmesi arasındaki kaçınılmaz çelişki, evrensel bir sorun olarak mut­
lululuğun da aşkın da temelindeki yerini sürdürmektedir (Marar 2004).

A N I LARDAKİ AŞKLAR
İKİNCİ BÖLÜM
AŞKIN VE Cİ NSELLİGİN TARİ H İ
İKİNCİ BÖLÜM
AŞKIN VE CİNSELLİGİN TARİHİ

şk ve cinselliğin günümüzdeki görünümlerini açıklamak için tarihe

A başvurduğumuzda bütün çağlara ilişkin kesin bilgilerimiz bulun­


mamaktadır. Çok eski dönemler için ancak etnolojinin ve arkeoloji­
nin yardımıyla yorumlayabildiğimiz kalıntılar vardır. Yazının bulunmasın­
dan itibaren durum biraz değişir. Yasa metinleri (Mezopotamya, Hititler)
evliliği düzenleyen kuralları, kutsal metinler (Mısır, İran, Hint) cinsel yaşa­
ma ilişkin dinsel ve ahlaki görüşleri, felsefi yazılar (Yunan) aşkın ve cinsel­
liğin evrendeki yerine ilişkin düşünceleri iletir bize. Günümüze daha yakın
uygarlıklarda yazılı kaynaklar artar: adli belgeler (cinsel suçlar, boşanma
davaları vb) , şiir ve özellikle romantik edebiyat. Ancak bütün bu kaynakla­
n ihtiyatla değerlendirmek zorundayız; çünkü metinler yaşamın kendisi

değildir. Çok katı yasalar çok özgür bir cinsellikle bir arada var olabilmek­
tedir. ( Roma ve Bizans örneği). Tarihsel yaklaşım diğer bütün yaklaşımla­
rın bireşimi olmak zorundadır; çünkü özellikle cinsellik konusunda tarih­
te değişmezlikten söz edilemez. Sözgelimi, bazı toplumlar evliliği kurum
olarak bilmezler, bazıları tekeşliliği, bazıları da çokeşliliği tanımışlardır.
Cinsel eylemle çoğalma arasındaki bağ pek çok toplumda bilinmeden kal­
mıştır. Eşcinsellik toplumlara ve çağlara göre yasaklanmış, serbest bırakıl­
mış, idealize edilmiş ya da önemsiz sayılmıştır. Bazı dinler cinselliği katı
bir biçimde denetim altında tutmuş ve sınırlamışken, bazıları ise yüceltmiş
ve kutsamıştır. Bakirelik bazı toplumlarca tinsel bir değer sayılmış, bazıla­
rınca bir tabu olarak görülmüş, bazılarınca da üzerinde hiç durulmamıştır.
Ensestin serbest olduğu çağlar ve toplumlar bile vardır.

BATI' DA AŞK I N VE CİNSELLİGİN TARİ H İ


Batı'da cinsellikle ilgili gelişmelerin tarihinde dinin önemli bir yeri
olduğu görülmektedir. Antik Yunan ve Roma çağında büyük bir cinsel öz­
gürlüğün var olduğu, buna karşılık Hıristiyanlıktan itibaren cinselliğin sı­
nırlandığı ve kurallara bağlandığı bilinir; aslında dönüm noktasının Hıristi-

AN I LARDAKİ AŞKLAR 73
yanlıktan önce, ı.ve 2. yüzyıllardaki Geç Roma çağında gerçekleştiği belirtil­
mektedir. Le Gofra (1977) göre, Hıristiyanlığın getirdiği ilk yenilik beden ile
günah arasında kurulan ilişkidir. Hıristiyanlığın ortaya koyduğu "yeni cin­
sel ahlak" tarih içinde ortaya çıktı ve zinanın, şehvetin, bedensel günahların,
yadsınan zevkin, övülen bekaretin tanımlanmasıyla gelişti. İlginç olan nok­
ta, bu olumsuz gelişmeden evliliğin de payını almasıdır. Le Gofrun dediği
gibi, yeni cinsel ahlakın en büyük kurbanı evlilik olmuştur: "Çünkü, ne ka­
dar az kötü olursa olsun, cinsel eyleme eşlik eden şehvetle, günahla damga­
lanmıştır." (165). Evliliğin suçlanmasındaki temel amaç aslında cinselliği ev­
lilik içinde de denetim altında tutmaktır. Bu denetim mekanizması dindar
çiftlerin cinsel ilişkiye girebileceği günlerin takvimini oluşturmaya kadar
varmıştır. Le Goff bütün ortaçağı etkileyen iki inancın ortaya çıktığını belir­
tir. Birinci inanca göre, günahkar cinsellik önce cüzzam, daha sonra veba bi­
çiminde bedenin yüzeyinde ortaya çıkıyordu. "Beden temel günahı kuşak­
tan kuşağa geçirdiğine göre, çocuklar da anababalarının suçunun bedelini
öderler" (168). İkincisinde ise yoksulların, köylülerin, cahillerin dünyasında
aşın cinselliğin, sefıhliğin, yozlaşmışlığın egemen olduğuna ilişkin bir ön­
yargı vardı. Aslında bu ikinci inancın da ortaçağ toplumunda toprak köleli­
ğini meşrulaştırmak için uydurulduğu son derece açıktır. Sonuçta Hıristi­
yanlık evlilik içinde bile cinselliği nereye koyacağına karar vermekte güçlük
çekmiş, sonunda evlilikte cinselliği kutsamış, ama bir arınmayı da zorunlu
görmüştür. Le Goff, "Bu yeni cinsel ahlak, Batı'yı yüzyıllarca etkisi altına al­
dı. Bu ahlak, ancak tutkulu aşkın cinsel ilişkilere ve evliliğe girmesiyle bizim
dönemimizde yavaş yavaş değişmeye başladı" (169) der.
Batı' da -Doğu' da olduğu gibi- cinsel öğüt kitaplarına bolca rastlan­
maktadır. Genellikle hekimler tarafından kaleme alınan bu kitaplarda Hip­
pokrates, Aristoteles ve Galenos geleneğinin etkileri görülür. Corbin (1977)
bu tıp kitaplarının temelde sperm yönetimini öğreten el kitapları olduğu­
nu belirtir; asıl kaygı sperm kaybıdır: "Erkeklerin kendilerini denetlemesi­
nin yol açacağı yararlar -ya da aksi takdirde zararlar- konusundaki tartış­
malar, mastürbasyon ve evlilik öncesi ilişkilere karşı açılan haçlı seferleri,
'evlilik kaçamaklarına' indirilen afarozlar, hep bundan kaynaklanmakta­
dır." (214) . Corbin'e göre, "Hem Fransız doktorları, hem de Victoria çağı

74 AŞKIN VE (İNSELLİ�İN TAR İ H İ


İngiliz doktorları, sperm konusunda tasarruflu davranmanın gerekliliğini
sık sık vurgularlar." (213). Üremenin sürmesi için spermin doğru bir bi­
çimde yönetilmesi gerektiğini kabul eden bu yaklaşım, erkeğe birtakım gö­
revler yüklüyordu: "Böylece erkeğin üç görevi oluyordu: Spemtlerini koru­
malı, güçlü bir dölleme sağlamalı, bu arada da eşinin aşın bir cinsel zevk
duymasını engellemeliydi. Aksi takdirde, normal kadında uyuklayan, an­
cak nemfomanlann ve isteriklerin varlığını kanıtladıkları o 'dölyatağındaki
heyecanlan', o karanlıktaki gücü kışkırtabilirlerdi." (219). Corbin, sperm
yönetimi saplantısının zirveye ulaştığı çağda Victoria ahlakının da kadının
zevk almasını resmen yasaklatarak zafere ulaştığını belirtmektedir. Böyle­
ce 19. yüzyılda hem erkeğin sperm yönetimi. hem de kadının orgazm yö­
netimi toplumca garantiye alınmış oluyordu.
Başlarda da gördüğümüz gibi. mastürbasyon konusundaki yasakla­
rın tarihi daha da eskiye gitmektedir. Guerrand (1977), Batı'da bireysel cin­
sel uygulamaların "bilimsel" olarak yasaklanması çağının, Dr. Tissot'un
l76o'ta basılan, l905'e kadar yeni baskıları yapılan kitabıyla başladığını be­
lirtir: "O zamana kadar onanizm, kuşkusuz ölümcül, ama itiraf sayesinde
üstesinden gelinebilecek bir günahtı yalnızca; ancak artık son derece ciddi
bir hastalık konumuna geçiyordu; üstelik, bütün bunlar, bilimsel söylemin,
artık modası geçmiş kabul edilen dinsel söylemi aştığı iddia edilen bir dö­
nemde oluyordu." (278).
Guerrand, spermin boşa harcanmasının bedeni zayıf düşürüp has­
talıklara yol açacağı türünden, daha antikçağda ileri sürülen yanlış fikirlerin
18. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı'na kadar egemen olacak bir tıp edebiyatı
oluşturduğunu vurgular. Eski din ve ahlak kitaplarında betimlenen "seks
düşkünü ahlaksız" -ya da dilimizdeki karşılığıyla "şehvet kurbanı"- portre­
si bu kez doktorların eliyle inanırlık kazanıyordu. Guerrand, Aydınlanma
çağında ortaya çıkan mastürbasyon düşmanlığının, butjuvazinin "üremeye
yönelik olmayan her türlü cinselliğe karşı" verdiği savaşıma denk düştüğü­
nü, ekonomideki istemlerine de uyduğunu belirtir: İçgüdülerin denetimden
çıkması ile şirketin iflası arasında kurulan koşutluk derin korkulara yol aç­
maktadır. Mastürbasyona karşı savaşımda din adamları kadar laik öğret­
menlerin de rol aldığını görmek -butjuvazi içinde yükselme istekleri nede-

AN I LARDAKİ AŞKLAR 75
niyle- şaşırtıcı gelmiyor. Şaşırtıcı olmayan bir başka nokta da, aynı sert tav­
rın loz çoaıklar karşısında da gösterilmiş olmasıdır. Zaten lozlar bütün gü­
nahların kaynağı olan korkunç bir organa (klitoris) sahip olmakla daha baş­
tan suçluydular; üstelik bu organ üreme için gerekli de değildi. Böylece 19.
yüzyılda kadınlan aşın şehvetten korumak için en ünlü hp otoritelerinin bi­
le "klitoridektomin işlemine kolayca başvurabildiği görülüyor; hplo mastür­
basyon yapan erkek çoaıklann üretra kanalının dağlanması gibi.
İki dünya savaşı arasında laik değerlere bağlı eğitimciler psikanali­
zin de etkisiyle arhk cinsel eğitimi savunuyorlardı. Katolik kilisesi ise tek
başına kalmışh, ama direnmeyi de sürdürüyordu. Gerçi 19. yüzyıldakinden
farklı olarak felaket tabloları çizmiyorlardı; ama iradenin yok olması, kalbin
yıpranması, belleğin zayıflaması gibi savlan işlemekten de geri kalmıyor­
lardı. 6o'lı yıllarda bile, cinsel olgunlaşmayı engellediği savıyla, mastürbas­
yona karşı uyanlarda bulunuluyordu. Ormezzano (1987), günümüzde de
mastürbasyon karşısında kaygılı bir tutumun olduğunu vurgulamaktadır:
" Eğitimcilerin yapıtlarında mastürbasyon konusunda daima kaygılı bir
yaklaşıma rastlanmaktadır. Kuşkusuz, bu yazarlar mastürbasyonun patolo­
jik olmadığını, ergenin kendini suçlu hissetmesi gerekmediğini yineliyor­
lar, fakat hepsi de psikolojik düzeyde birtakım sınırlayıcı öğütler ekliyorlar.
Yazılarında 'fakat', 'eğer', 'bununla birlikte' diye başlayan bir paragraf mut­
laka vardır." (377).
Bah'da cinselliğin tarihi gibi aşlon tarihi de çokboyutlu, çokyönlü­
dür. Aşlon evliliğin temeli olarak ortaya çıkması, ancak 20. yüzyılın başla­
rında olmuştur. Antikçağdan 13. yüzyıla kadar iki kişi arasındaki tek "sem­
pati" biçimi, iki erkeği yalonlaşhran dostluktu. Bah'da cinslerarası aşk, 12.
yüzyıl ile 13. yüzyıl arasında keşfedilmiştir. Ancak, aşk gene de evliliğin dı­
şında ortaya çıloyordu, çünkü kadını kocasına değil, aşığına bağlıyordu.
Duby'nin (1991) dediği gibi: "Evlilik her halükarda o sıralar aşk olarak ta­
nımlanan şeyin yeri değildir. Çünkü kocanın ve karının birbirlerine ateşli
ve çok arzulu bir şekilde ahlmalan yasaklanmışhr." (52). Daha sonra, en
azından asiller sınıfında, eşler saray aşlonın güzelliklerini tanıdılar.
Aşlon tarihsel gelişimi konusunda en önemli saptama, Bah'daki ro­
mantik aşlon kaynağının Doğu'da, özellikle Arap dünyasında olmasıdır.

AŞK I N VE CiNSE LLİG i N TARİHİ


Bu etkilenme Haçlı seferleri ve Endülüs uygarlığı aracılığıyla olmuştur.
Zeldin (1998), uAvrupa'da yaklaşık on asırlık bir süre boyunca Arap aşkı­
nın iki temel bileşeni yankı buldu: Kadırılann yüceltilmesi ve aşık ruhların
tek bir ruh halinde kaynaşmasın (90) demektedir. Bu aşk arılayışının uç
noktasında yer alan "saray aşkı" (arnour courtois) kavramı, Arap aşk şiiriy­
le şövalye ahlakının sentezinin sonucuydu. Aslında bir tür oyun olan saray
aşkı (şövalyenin, efendisinin kansına aşık olması) , 12. yüzyılda şövalye ide­
olojisinin kilise kültürüne karşı direnmesinin yollarından biriydi (bkz.
Duby 1991, 1992; özellikle Tannahill 2003).
Başka alanlarda olduğu gibi, cinsellik alanında da modem çağın
başlangıcını belirleyen Rönesans (İtalya'da 15. yüzyıl, Fransa ve İngiltere'de
16. yüzyıl) yeni görüşler getirmiştir: namus değerine ilişkin ortaçağ anlayı­
şına karşı çıkılması (Rabelais); ahlak kurallarının göreliliğinin bilincine va­
rılması (Montaigne); Hıristiyan ahlakını tümüyle reddeden bir çeşit ateiz­
min ortaya çıkması (Vanini). 17. yüzyıl. hem asiller sınıfının gücünün do­
ruk noktasına eriştiği, hem de rakip bir sınıfın yani burjuvazinin ortaya çık­
tığı çağdır. Bu yüzyıl, "aşkın kara çağı"dır, çünkü özellikle Hıristiyanlığın
etkisiyle cinslerarası aşkta burjuva değerlerinin doğduğuna tanık olur. Na­
mus ve onur, bir günahtan başka bir şey olmayan aşka karşı koymayı bu­
yurur. Madame de la Fayette'in bugün bile okul kitaplarında "17. yüzyıl ro­
manının başyapıtı" diye övülen Cleves Prensesi adlı romanı önemli bir dö­
nemeçtir. Roman, aşkın evliliğin dışında tutulması gerektiği ve kadının gö­
revinin çocuk yapmak ve yetiştirmek olduğu yönündeki tutucu düşünceyi
hazırlar. Gene de kadının kurtuluşu lehinde yükselen sesler eksik değildir
(Moliere, Kadınlar Okulu) . 18. yüzyılda Aydınlanma"cılann etkisiyle ahlak
u

dinsel temellerinden koparılır, laik bir cinsellik kuramı geliştirilir (Diderot,


Ansiklopedı). Erotik romarılar ve gravürler yaygınlaşır, büyük kentlerde
serbest aşk moda olur. Öte yandan bir tepki de oluşmaya başlar. J . J. Rous­
seau aile bağlarını övmektedir. Bütün bu dönem boyunca kadın, hukuksal
olarak erkeğe bağımlı kalır.
19. yüzyılda romantik hareketle birlikte aşk uyeniden" ortaya çıkar.
Bağlılık duygusal bir temel kazanır: Sevilen varlığın yerine kimse kona­
maz! Romantik aşk ilke olarak "tek"tir, "yazgı"dır. Romantik edebiyatın

AN I LARDAKİ AŞKLAR 77
(1820-1840 dolayları) idealize ettiği ve yücelttiği aşk duygusu cinsellikten
anndınlmışhr. ı88o'lere doğru "Victoria ahlakı" cinsellik konusunda tam
bir sessizliği egemen kılar, günlük yaşamda ve eğitimde cinselliği yok say­
mayı buyurur. Kadın, cinsel gereksinmeleri olmayan bir varlıktır. Bu çağ­
da genellikle aşkın evlilikle ilgili sayılmaması, burjuvazinin henüz evliliği
aşkla güvence alhna almaya gereksinme duymamasındandır; yasa ve gele­
neğin dış baskısı buna yetmektedir. Fakat çağın ekonomik yapısındaki iç
çelişkilerin gelişmesi bunu zorunlu kılmaya başlar. Aşkın yüceltilmesi ya­
sal çiftin sürekliliğini güvence alhna almak için zorunludur. Bunun için de
genç kızlara annelik ve eşlik görevlerini öğretmek gereklidir. Evli eşler ara­
sında derin bir birlik olmalıdır. Ancak, 19. yüzyıl yönetici sınıfla halk yığın­
larını kesinlikle birbirinden ayırmışhr. Çağın baskıcı ahlak anlayışı, burju­
va sınıfının cinsel davranışında tam bir ikiyüzlülüğe yol açar; her şey ser­
besttir, yeter ki kimse görmesin ve bilmesin. Buna karşılık yoksul halk yı­
ğınlarında evlilik, ekonomik nedenlerle pek yaygınlaşmadığı için cinsellik­
le içli dışlı olmak açıkça serbest olmuştur.
Bu çelişkiler 20. yüzyıl cinselliğinin öğelerini doğuracak zemini ha­
zırlar: psikanalizin ortaya çıkması (1905), kadın özgürlüğü hareketi (1903),
eşcinselliğin yeniden doğuşu (Wilde, Proust, Gide). Birinci Dünya Savaşı
Avrupa'da burjuva toplumunun çerçevelerini kırar, böylece ona bağlı cin­
sel ahlak da çöker. 192o'ler, gün ışığına çıkmak isteyen cinselliğin patlama
yıllandır; hatta 1914'den önce bile serbest birleşmeyi, evlilik öncesi ilişkiyi,
cinsel eğitimi savunanlar görülmüştür. Fakat asıl 1918'den sonra devrimci
nitelikteki bütün bu kavramlar ikiyüzlü Victoria ahlakını yıkarak kendini
kabul ettirmiştir. 1930-1940 yıllarının büyük bunalımı ve İkinci Dünya Sa­
vaşı bu evrimi değiştirememiş, üstelik 192o'lerin ürünlerini toplamayı hız­
landırmışhr. (Aşkın Bah'daki tarihsel gelişimi için özellikle Simonnet'e
[2004] bakılabilir.)
Aşkın ve cinselliğin tarihsel gelişim sürecini Bah ve Doğu uygar­
lıkları çerçevesinde karşılaşhrmak ilginç olacaktır. Doğu'yu sadece harem
yaşamı ya da eşcinsellik kültürü açısından görmek yerine, toplumsal, kül­
türel, hatta siyasal ilişkiler açısından değerlendirmek değişik sonuçlar ve­
recektir. Önce, özellikle Müslüman Ortadoğu'da aşk ve cinselliğin Hıris-

AŞKIN VE CİNSELLİ�İN TARİ H İ


tiyan Batı'dakinden çok farklı anlaşıldığını ve yaşandığını görmek gerekir.
İslam dünyasında genel olarak cinselliğe olumlu bakıldığı gibi, kadının
cinsel doyumuna da hak tanınır; ancak kadının cinsel gücü konusunda
ikircikli bir tutumun olduğu da hemen dikkati çeker. Erkek hem kadının
cinsel potansiyelini kabul etmekte, hem de bundan kaygı duymaktadır.
Kadının cinsel iktidarı -baştan çıkarma, büyüleme, kendine bağlama, yö­
netme gücü- karşısında duyduğu kaygı ve korku, erkeği kendini koruya­
cak önlemler almaya yöneltmiştir. Bu önlemlerin başında hiç kuşkusuz
kadının örtünmesini istemek gelir. (Birkaç yıl önce yazın bir üniversite­
nin girişinde görevli polis memuru "tehdit edici ölçüde çıplak" olduğunu
varsaydığı -askılı tişört giymiş- bir kız öğrenciyi uyarmış, sonra da tartak­
lamıştı.) Lindholm (2004) bu ikircikli yaklaşımı, Müslüman toplumlarda
kadın cinselliğinin, eril toplumsal düzenin hem temeli (baba soyunu sür­
dürmek) , hem de potansiyel yıkıcısı (aşk ilişkisi kurarak erkeğin onurunu,
rasgele cinsel ilişkiye girerek soyunu tehlikeye atmak) olarak görülmesine
bağlar: "Ataerkil sistemin hem kaynağı hem de temel meydan okuyucula­
rı olarak kadınlar, hep kendilerine karşı konulması gerekenlerdir, özellik­
le cinsellikleri açısından." (413).
Lindholm'a göre, Doğu ile Batı arasındaki farklılık sadece cinsel­
likte değil aşktadır da. Geleneksel Ortadoğu toplumlarında aşkın en yüce
yaşantı sayılması bir paradoks oluşturur; romantik aşk idealleştirilmekte
ve evlilikten ayn tutulmaktadır. Aşk ile evliliğin karşı karşıya koyulması
Anadolu'da yapılan ünlü aşk tanımında da geçerlidir: "Oğlan kızı ister, ve­
rirlerse evlilik olur, vermezlerse aşk!" Öte yandan, evliliğin dışında tutu­
lan romantik aşk cinsel bir boyut da içermemektedir; cinsellik erkeğin ik­
tidarının anlatımıdır, oysa aşıkların eşit olması gerekir. Batı'da evliliği ve
cinselliği birleştiren romantik aşk Doğu'da bu ikisinden de çözülür. Tür­
kiye'de de yaygın olarak bilinen İran kökenli Leyla ve Mecnun söylence­
sinde aşıkların ancak ölümde birleştikleri görülür. Böylece, geleneksel Or­
tadoğu toplumlarında evliliğin de cinselliğin de bireysel romantizmin dı­
şında toplumsal bir düzenleme olarak yaşandığı düşünülebilir. (Bu da bi­
ze, bu toplumlarda töre ve aşk cinayetlerinin yaygınlığını açıklamakta bir­
çok ipucu verebilir) .

A N I LARDAKİ AŞKLAR 79
Altman (2003 ) , cinselliğin sürekli gözetim ve denetim altında tutu­
lan bir alan olduğunu kesin bir dille doğrulamaktadır: "Toplumlar dinsel
ve kültürel yasaklar, törenler ve kurallarla; hukuk, bilim ve sağlık politika­
larıyla; devlet kısıtlamaları ve teşvikleriyle ve Gayla Rubin'in 'biyolojik/top­
lumsal cinsiyet sistemi' adını verdiği günlük yaşamın bir parçasını oluştu­
ran geniş bir günlük pratikler yelpazesiyle cinselliği düzenler." (14) . Alt­
man'a göre, hemen hemen bütün "geleneksel" toplumlar erkeklerle kadın­
lan birbirlerinden ayn dünyalarda yaşamaya zorlarlar; evliliği ve cinselliği
ayrıntılı bir biçimde düzenlerler. Buna karşılık toplumlar "modernleştikçe"
cinsiyete dayalı keskin ayrımların azaldığı, aşka dayalı evlilik ideolojisinin
ortaya çıktığı görülür. Bu gelişim konusunda Altman şu uyarıyı yapmaktan
da geri kalmaz: "Bütün bu değişimlere rağmen, en 'modem' toplumlarda
bile, daha eski zamanlardan devralınan, çoğunlukla dinsel ve kültürel ide­
olojilerin dayattığı cinsellik ve cinsiyete ilişkin belli bazı fikirler bugün de
varlığını sürdürmektedir." (15).

YöNTEMBİLİM SORUNLARI
Duby (1992), profesyonel tarihçilerin son yirmi otuz yıldır daha ön­
ce ihmal edilen yeni bir alana girdiklerini belirtmektedir; bu alan aşkın ve
cinselliğin tarihidir. Duby'ye göre bu gecikme hiç de şaşırtıcı değildir; çün­
kü bu çalışmanın olabilmesi için bu alanda belirli bir dönüşümün de olma­
sı gereklidir: " Pek çok kişinin ağzını hayretten açık bırakan bir hızla, göz­
lerimizin önünde, yüzyıllardır cinsiyetler arasındaki ilişkileri düzenlemek
için kurulmuş olan tüm çatılar çöküverdi. Yasaklar ortadan kalktı. Beden­
ler çıplaklaştı. Bazı sözleri duyunca kızarmamaya alıştık. Eskiden büyük
bir özenle saklanan kimi davranışlar sergilenir oldu, evlilik de yeni biçim­
lere büründü. Bu devrim, kuşaklar boyunca ekonomi ya da kültürde görü­
len tüm değişikliklerden daha temel, daha derindi; yine devrim diye adlan­
dırdığımız diğer sarsıntılar, bunun yanında yüzeysel ve geçici kalıyordu; iş­
te bu devrim, insanoğlunun başlangıcından bu yana kurulmuş düzenleri
ortadan kaldırarak, erkeklerle kadınlar arasındaki rol ve iktidar dağılımını
tepeden tırnağa değiştirdi. Bunca keskin bir kargaşanın, etkilediği olgular­
la insan bilimleri uzmanlarının, özellikle de tarihçilerin ilgisini çekmesine

80 AŞKIN VE CİNSELLİ � İ N TAR İ H İ


şaşmamak gerek. Bu yüzyılın 2o'li yıllarında para piyasasındaki altüst oluş
nasıl konjonktürün incelenmesine dayalı bir ekonomi tarihçiliğinin ortaya
çıkmasına yol açtıysa, aynı şekilde, aşkla ilgili davranışları yöneten sitemin
parçalanıp sarsılması da, yakın bir geçmişte, bu davranışların değişmez ol­
madığını, zamanla farklılaştığını, en azından bugün ne hale geldiklerini
daha iyi anlamak için, geçmişte nasıl olduklarının araştırılmasının işe ya­
rayacağını gösterdi." (8-9).
Türkiye'de cinselliğin tarihini araştırırken önce yöntembilirnle ilgi­
li sorunları ele almak, sonra cinselliğin hangi konular çerçevesinde araştı­
rılacağına karar vermek gerekir. Yöntembilime ilişkin konuların başında
kaynak sorunu gelir. Tarihsel veriler hangi kaynaklardan derlenecektir: ki­
şisel anılar, günlükler ve otobiyografiler; nüfus istatistikleri; görgül araştır­
malar vb. Geçmişe ilişkin istatistiklerin, görgül araştırma bulgularının kıt
olduğu bir toplumda yine en verimli kaynak olarak sayıca az da olsa anı
edebiyatı ürünleri görünmektedir. Edebiyatta aşk ve cinselliğin nasıl ele
alındığına ilişkin çözümlemeler de -tarihsel açıdan yapılması koşuluyla­
önemli bir kaynak oluşturabilir. Ertop'un (1997) Türk edebiyatında cinsel­
likle ilgili en kapsamlı inceleme olan çalışması da yol gösterici olabilir.
Batı'da anı edebiyatının çok zengin bir geçmişinin olması, temelin­
de dinsel uğraşların yer almasından kaynaklanmaktadır. Mitterauer (1993),
gençlik dönemindeki bireyselleşme sürecinde, kökenini dinden alan ve or­
taçağın sanlan ile modem çağın başlarında ortaya çıkan iki yazı biçimi ol­
duğunu belirtiyordu: günlük ve otobiyografi. Kendini ve yaşamını yazmak
ve çözümlemek benlik gelişiminin önemli bir boyutudur. Mitterauer'in de­
diği gibi, günlük ve otobiyografi ileri derecede bir içselleştirmeyi gösteren
benlik belgeleridir. Günlük, dinsel bağlamda kendini gözlemleme, otobi­
yografi de kendini denetleme eyleminden kaynağını almaktadır. Dinsel so­
fuluk akımı (keşişlik) bireyin kendini betimleme biçimi olarak otobiyogra­
fi yazmayı özellikle destekliyordu. Günlükler de yüzyıllar boyunca gençli­
ğin kendi üzerinde düşünme aracı olmuştur; dolayısıyla günlükler ergen­
lik dönemindeki bireyselleşme sürecinin araştırılmasında önemli bir ola­
nak sayılmıştır. Örneğin Charlotte Bühler üç kuşaktan genç kızların gün­
lüklerini karşılaştırmış, bireyselleşme ve kişisel özerklik kazanma süreçle-

ANILARDAKİ AŞKLAR 81
rini saptamıştır. Mitterauer'in de vurguladığı gibi, Avrupa tarihinde genç­
lik, sonuçlan bugünkü gençliği anlamamızı sağlayacak bir kişisel bağım­
sızlık gelişimi dönemi olmuştur. Peki Doğu'da durum nedir? Tanpınar
(1977), Batı'da romanın bile Hıristiyan dünyasında insanın kendini "her an
yoklama, derinleştirme terbiyesinnden doğduğunu; buna karşılık Müslü­
man Doğu'nun "psikolojik tecessüs"ü pek az tanıdığını, dolayısıyla insan
ruhuyla çok az meşgul olduğunu söylemektedir.
Türkiye'de başka birçok alanda olduğu gibi cinselliğin tarihini yaz­
makta da karşılaşılabilecek en önemli sorun, tarihsel kaynakların kıtlığı bir
yana, cinsellik alanında güncel araştırmaların da çok az olmasıdır. Bugü­
nün cinselliğini tanımamızı sağlayacak görgül bulgulardan yoksun olduğu­
muz için geçmişle karşılaştırma yapma, değişimi görme olanağına da yete­
rince sahip olamıyoruz. Cinsel alanda Türkiye' de de olduğu düşünülen de­
ğişimin boyutları hakkında yeterince bilgi sahibi miyiz? Sadece cinsel de­
ğerlerin ve tutumların değişimini değil. cinsel davranışlardaki değişimi de
saptamak zorundayız. Bunun için de önce cinsel olgunlaşma yaşındaki de­
ğişimi belirlemek, sonra ergenlerin açık ve örtülü cinsel davranışlarının
dökümünü çıkarmak, sözel anlatımlarla davranışların ne ölçüde örtüştüğü­
nü soruşturmak, en sonunda da yeni değer ve tutumların neler olduğunu
ortaya koymak gerekmektedir. Bütün bunları eldeki -eğer varsa- tarihsel
verilere bakarak önceki kuşaklarla da karşılaştırmak toplumsal değişimi
görmek açısından kaçınılmaz olacaktır.
Başka bir soru, ergenlerin "cinsel toplumsallaşma"sıyla ilişkilidir:
Önceki kuşağın şimdi çocuklarına aktarmak istediği cinsel tutumlar ve de­
ğerler ergenlerce kabul görüyor mu? Evlilik dışı cinsel ilişki, doğum kont­
rolü, istenmeyen gebelik, erken annelik gibi konulara önceki kuşağın nasıl
tepki gösterdiği konusu kadar, bugünün gençlik kuşağının bu sorunlarla
nasıl baş ettiği de önemlidir. Bekaretin toplumca nasıl değerlendirildiği, er­
genin bilincine nasıl yansıdığı, yarattığı iç çelişkiler, kanıların davranışa
nasıl dönüştüğü gibi konular araştırılmayı beklemektedir. Açıklanan tu­
tumlarla davranışlar arasındaki farklılık ya da çelişki hala geçerli bir sorun­
dur ve araştırma yapmayı güçleştiren önemli bir etkendir. Ergenlerin cin­
sel toplumsallaşmasında kitle iletişim araçlarının rolünü de araştırmak ge-

82 AŞKIN VE (İ NSELLİ � İ N TAR İ H İ


rekir; çünkü bu rol bugün geçmiştekinden çok daha önemlidir. Cinsel de­
ğerleri ve erotik mesajları geçmişte sadece kitaplar, dergiler, filmler, fotoğ­
raflar iletirken, bugün bunlara televizyon ve internet de eklenmiş durum­
dadır (hatta bunlara cep telefonunu da ekleyebiliriz). Bu alanda önemli bir
gelişme de, ulaşılabilirliğin artmış olmasıdır. Doğrudan ve dolaylı erotik
malzeme çocuğun ve ergenin karşısına arhk her yerde ve her zaman çıka­
bilmektedir (bir dondurma reklamında olduğu gibi). Buna karşılık cinsel
eğitim olanağı bu kadar el altında ve kolay erişilir değildir. Yakın zamana
kadar yaşıt grubunun en önemli cinsel eğitim kaynağı olduğu gerçeği. bu­
günün ergenlerinin birbirlerinden daha yalıtılmış ve iletişim araçları karşı­
sında daha yalnız oldukları dikkate alındığında büyük ölçüde değişmiş ya
da değişebilir görünmektedir. Araştırılması gereken önemli bir konu da,
gençlerin cinsel yaşamına toplumun nasıl tepki gösterdiğidir. Bu tepkinin
bilinmesi, hem arada bir çatışmanın olup olmadığını ortaya koyacak, hem
de gençlerin ve anababalarının cinsel eğitiminin içeriğini belirleyecektir.
Cinsel toplumsallaşma konusunda farklı kültürlerde farklı yakla­
şımların egemen olduğu dikkati çekmektedir. Dusek (1987), cinsel tutum­
lar üzerinde kültürel etkileri görebilmek için kültürlerarası araştırmalara
bakmak gerektiğini belirtir. Bazı kültürler cinsel bilgi ve davranış konusun­
da son derece sınırlayıcı olabilmekte, çocuklar arasındaki cinsel oyunları da
yasaklamaktadır. Buna karşılık bazı kültürler de gelecekteki rollere olumlu
katkısını düşünerek cinsel oyunları desteklemektedir. Ancak belirli bir kül­
tür içinde de cinsel tutum ve inançların -özellikle cinsiyet farkı açısından­
büyük bir çeşitlilik gösterdiğini dikkatten kaçırmamak gerekiyor. Gardiner
ve Kosmitzki (2005), bazı kültürlerde cinsel konulardaki iletişimin bile bü­
yük ölçüde tabu olduğunu, dolayısıyla ergenlerin cinselliği keşfetmekte
kendi başlarına kaldıklarını belirtmektedir. Örneğin Guatemala'daki Maya
kültüründe ergenler cinsellik konusunda çok az eğitim ya da bilgi alırlar,
kızlara ayhali hakkında hiçbir şey öğretilmez. Buna karşılık oğlanlar fizik­
sel gelişim hakkında okulda, arkadaşlarından, televizyondan ya da filmler­
den bilgi edinebilmektedir. Evlilikle ilgili geleneksel-dinsel törenler de zo­
runlu bir ritüel olarak yaşanır, cinsel ilişki hakkında bilgi ya da öğüt içer­
mez. Evlilik öncesi cinsel ilişki yasağı da bazı toplumlarda cinsellikle ilgili

A N I LARDAKİ AŞKLAR
katı tabulara bağlanmıştır. Örneğin Çin'de yasal ve ahlaki olarak izin veri­
len tek cinsel davranış evlilik içindeki karşıcinsel ilişkidir, bunun dışında­
ki her türlü ilişki (fuhuş, çokeşlilik, eşcinsellik vb) yasadışı sayılmaktadır.
Esman (1990), Batı kültürü dışındaki yazısız toplumlarda erinlik
gelişimine bağlı bir "cinsel ergenlik"in yaygın olduğunu belirtmektedir.
Ancak bu cinsel ergenlik toplumsal statü ile de bağlantılıdır ve bu toplum­
sal boyut "geçiş törenleri" ile kendini gösterir. Geçiş törenleri çocuk rolün­
den yetişkin rolüne geçmeyi kurumsallaştıran işlemlerdir. Avustralya'nın
totemik toplumlarında bu törenler anneden ayrılmayı ve erkekler dünya­
sında yeniden doğmayı simgeler; ancak bu ayrılma Batı toplumlarına özgü
bağımsızlaşma/özerkleşme anlamına gelmez. Ergeni güçlü ve dayanıklı
kılma adına yapılan kırbaçlama (Amerikan Kızılderililerinde) , yumrukla­
ma, jenital organını sakatlama, yanağını tokatlama (Doğu Avrupalı Yahudi
anneler kız çocukları adet gördüklerinde yaparlar) gibi işlemler aslında ye­
tişkinlerin erinliğe ulaşmış çocuklarına otoritelerini anımsatma -ama aynı
zamanda onlara gıpta etme- simgeleridir. Özarslan (2004) tokatlama gele­
neğinin Türkiye'de de yaygın olduğunu belirtmektedir.
Cinsel olgunluğa girmek cinsel ilişkiye başlamak için biyolojik açı­
dan yeterli olduğu halde, toplumsal açıdan yeterli sayılmaz. Toplumsal ve
kültürel normlar ilk cinsel deneyimleri büyük ölçüde belirler. Gardiner ve
Kosmitzki (2005) birçok kültürde cinsel iffetin (namus) özellikle kadınlar
için norm olduğunu belirtmektedir: "Ataerkil toplumlar ve geleneksel Ka­
tolik ve İslami değerlere dayanan toplumlar çok katı cinsel iffet normları­
na sahiptirler. Bunun sonucu olarak genç kadınların evleninceye kadar çok
az cinsel deneyimleri ve bilgileri vardır ya da hiç yoktur. Kenya' da Masai ya
da Kuzey Amerika'da Hopi Kızılderili toplumları gibi kızlara kendi cinsel­
liklerini az ya da çok özgürce keşfetme iznini veren toplumlarda bir kız ço­
cuğun cinsel olarak etkin olabileceği yaş konusunda yasal ya da normatif
bazı kurallar vardır. Genellikle asgari yaş on üç ya da on dörtten daha dü­
şük değildir. Cinsel iffet normları genç erkekler için ender olarak aynı bi­
çimde uygulanır. Bunun yerine, oğlanlar cinsel davranışı uygulama, cinsel
isteklerini doyurma ya da erkekliklerini ve egemenliklerini ifade etme yö­
nündeki değişik etkinlik türlerine girmeye sık sık teşvik edilirler. Genç er-

AŞK I N VE C İ N SE LLİ � İ N TAR İ H İ


keklerin cinsel deneyimi uzun süreli bir ilişki ya da evlilik için hazırlanma
olarak görülür." (175). Gardiner ve Kosmitzki, bazı kültürlerde topluluk
içindeki evlenmemiş kadınların ya da fahişelerin oğlan çocukların cinsel
konularda eğitilmesi ve deneyim kazanması işlevini üstlendiklerini belirt­
mektedir. (Bu uygulamanın Türk toplumunda da geçerli olduğu anılarda
görülecektir.)
Daha önce de gördüğümüz gibi, ilk dikleşme ya da sertleşme ( erec­
tion) ve boşalmalar (ejaculation) erkek çocukta korku ve kaygı kaynağı ola­
bilmektedir. Sertleşme erkek olmanın simgesi olmakla birlikte henüz de­
netimi güç olduğu için erkek çocukta kaygı da uyandırabilmektedir. İlk bo­
şalmalar uyku sırasında ortaya çıkabilir ya da mastürbasyonla elde edilebi­
lir. Uykuda ortaya çıkan boşalma -özellikle ergen buna hazırlıksız ise- haz
kaynağı olduğu kadar kaygı kaynağı da olabilir.
Erkek yazarların anılarında ilk sertleşme ve boşalmaların öyküleri­
ne çokça yer verilir. ilk kez adet görme cinsel olgunlaşmanın en önemli
simgesi olduğu halde kadın yazarların büyük çoğunluğunun bu gelişmeye
anılarında yer vermedikleri dikkati çekmektedir; bu nedenle de olgunlaşma
yaşındaki değişimleri ve ayhaline gösterilen tepkileri saptamamız olanaklı
olmamaktadır. İlk ayhalinin ortaya çıkması "kadın olmak" anlamına geldi­
ği için buna ilişkin duygular çoğu zaman olumlu olur; ancak, özellikle bu
gelişime hazırlıklı olmayan kız çocuklarda olumsuz duygulara da rastlana­
bilir. Olumsuz tutumların nedeni öncelikle bedensel rahatsızlıklar (kramp­
lar, karın ağrıları vb) olabilir; başka insanların ayhaline ilişkin olumsuz tep­
kileri de kız çocukta olumsuz duygulara yol açabilir. Bazı yörelerde rastla­
nan ilk ayhalini yaşayan kız çocuğunu tokatlamak gibi gelenekler de olum­
suz tutumların geliştirilmesinde önemli bir rol oynayabilir. Elkind (1998)
ayhaline ilişkin tutumların ve algıların zaman içinde değişen değerlerle ve
tutumlarla bağlanhlı olduğunu belirtmektedir. Eski çağlarda ayhali bir "la­
net" olarak betimleniyor ve genç kızların katlanmak zorunda oldukları bir
hastalık gibi gösteriliyordu. (Bugün de birçok kadın bu hali 'hastayım' diye
anlatmaz mı?) Houppert'in (2004), " Son Tabuyla Yüzleşme: Adet Kaha­
ması" altbaşlığını koyduğu incelemesinin Lanet adını taşıması da bu açı­
dan anlamlıdır.

ANI LARDAKİ AŞKLAR


Bütün tarihsel ve güncel bulgular elimizin alhnda olsa bile, bunla­
rı kuramsal bir çerçeveye oturtmamızı sağlayacak temel sorunlara ve kav­
ramlara gereksinmemiz vardır. Cinselliğin tarihi cinsel duyguların tarihi
olarak da (Zeldin 1998) yazılabilir, siyasal ya da toplumsal egemenliğin ta­
rihi olarak da (Foucault 1986). Çıplaklığın ya da örtünmenin (Duerr 1999);
bedenin ve beden bakımının (Vigarello 1996); bekaretin, mastürbasyonun
ya da cinsel birleşmenin (Tannahill 2003); öpüşmenin (Blue 2000); eşcin­
selliğin, fuhuşun ya da pornonun tarihi de (Hyde 1986) yazılabilir; kadın­
lar arasındaki aşkın tarihi de (Faderman 1997). Modern toplumlarda cin­
sellik ve aşk bağlamında mahremiyetin dönüşümü de incelenmiştir (Gid­
dens 1994). Konu sadece kadınlık (Coward 1 993) ya da sadece erkeklik (Se­
gal 1992) açısından da ele alınabilir. Son olarak, ekonomi ve siyaset bağla­
mında küreselleşme ile seks ilişkisine de (Altman 2003) bakılabilir. Geli­
şimsel bakış açısından hepsine yön verecek eksen ya da toparlayıcı kavram
"toplumsal cinsiyet" olabilir mi?
Son yıllarda sosyal bilimlerde sözü en çok edilen kavramlardan bi­
rinin "toplumsal cinsiyet" olduğu söylenebilir. Çocuğun cinsel rol ve kim­
lik gelişimi 196o'lara kadar yalnızca biyolojik cinsiyeti ile açıklanıyor, cins­
ler arasındaki farklılıklarda çevrenin oynadığı role önem verilmiyordu. Bi­
yolojik farklılık bugün de önemini korumakla birlikte, bilişsel, toplumsal,
kültürel etkenler ve bunların birbiriyle etkileşimi artık çok daha önemli sa­
yılmaktadır. Cinsiyet (sex) temelde biyolojik bir kavramdır ve insanlar cin­
sel organlarına göre erkek ya da dişi olarak tanımlanırlar. Buna karşılık top­
lumsal cinsiyet (gendeı'), psikolojik ve kültürel bir kavramdır ve bir insanın
erkek ya da dişi olmaya ilişkin öznel duygularını, toplumun bir davranışı
eril ya da dişil olarak değerlendirmesini dile getirir. Cinsiyet ile toplumsal
cinsiyet arasındaki farkın vurgulanması pek çok araşhrmaya ve kuramsal
çalışmaya yol göstermiştir. Toplumsal cinsiyet kimliği (gender identity),
toplumsal cinsiyet rolü (gender role), cinsiyet rolü kalıpyargısı (sex-role ste­
reotype) gibi pek çok kavram böyle doğmuştur. Toplumsal cinsiyet gelişi­
minin temeli olan cinsiyet tiplemesi (sex typing) biyolojik, bilişsel ve çevre­
sel süreçlerin tümünü dile getirir. Cinsiyet tiplemesi çocuğun kültürün uy­
gun bulduğu cinsiyet rolünü kazanması sürecidir; cinsel kimlik ise bir cin-

86 AŞKIN VE CİNSELLli:IN TAR İ H İ


se mensup olduğuna ilişkin içsel yaşantıdır, özbilinçtir. Cinsiyet tiplemesi
doğumdan hemen sonra, çocuğa ad konulması, odasının süslenmesi,
oyuncaklannın seçilmesiyle başlar. Çocuklar erkekliğe ve dişiliğe ilişkin
görüşü çok erken bir çağda kazanırlar. Orta çocukluk dönemine gelindiğin­
de artık çocuklann yalnızca kendi cinslerinden çocuklarla oyun oynama
eğiliminde olduklan görülür. Cinsel role uygun davranma baskısı özellikle
erkek çocuklar arasında yaygındır. Erkek çocuklann oyunda gösterdikleri
katı cinsiyetçilik örneklerine anılarda da rastlanmaktadır.
Toplumsal cinsiyet olgusunu açıklamak üzere sosyal bilimlerin bir­
çok alanında sayısız kuram ya da görüş geliştirilmiştir. Basow (1992), psi­
kolojide toplumsal cinsiyet gelişimini açıklayan üç geleneksel kuram (psi­
kodinamik kuram, toplumsal öğrenme kuramı, bilişsel gelişim kuramı) ol­
duğunu, yakın zamanlarda bunlara yeni bir kuramın (toplumsal cinsiyete
ilişkin şema kuramı) eklendiğini belirtmektedir. Bütünleştirici bir toplum­
sal cinsiyet kuramı gelişimin bilişsel, duygusal, toplumsal, kültürel bütün
öğelerini dikkate almak zorundadır. Toplumsal cinsiyet biyoloji tarafından
değil insanlarca kurulmakta ve bu kurgu psikolojik, tarihsel, kültürel süreç­
lerle biçimlenmektedir. Bir toplumda erkekliğe ve dişiliğe ilişkin yaygın
inançlar ve kanılar o toplumda egemen olan "toplumsal cinsiyet inanç sis­
temi"ni (gender beliefsystem) oluşturmaktadır. Bir kişinin toplumsal cin­
siyete bağlı inanç sistemi -başka birçok şey yanında- özellikle onun top­
lumsallaşma deneyimlerinden etkilenmektedir.
Sosyal bilimlerde geniş bir kullanım alanı olan toplumsallaşma (so­
cialization) kavramı çok değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Genellikle ka­
bul edilen tanım, "bireyin belirli bir toplumun üyesi olmak üzere o toplu­
mun değerlerini, inançlannı ve davranış biçimlerini benimseme süreci" bi­
çimindedir. Ancak bu klasik tanım, Batılı toplumlar baklandaki varsayım­
lan haksız olarak bütün toplumlar için genelleştirmesi, çocukla toplum
arasındaki etkileşimi gözden kaçırması, çocuğu toplum karşısında edilgin
kılması, çocuğun kendi toplumsallaşmasına etkin katkısını dikkate alma­
ması gibi nedenlerle eleştirilmiştir. Konumuz açısından daha da önemlisi,
bu tür genelleştirilmiş yaklaşımlann cinsler arasındaki farklılığa değinme­
mesidir. Oysa toplumsal cinsiyet araştırmalan iki cinsin toplumsallaşma-

ANILARDAKİ AŞKLAR
sındaki farklılıkları ortaya koymaktadır. Önceki satırlarda gördüğümüz gi­
bi, cinsiyet erkeklik ve kadınlığın biyolojik yönleri, toplumsal cinsiyet ise
bir erkek ya da kadın olmanın davranışsa} ve psikolojik yönlerinin kazanıl­
ması olarak tanımlanır. Bu toplumsallaşma, toplumun kadın ve erkek dav­
ranışına ilişkin beklentilerini, kalıpyargılannı, inanç sistemini dile getiren
kapsamlı bir süreçtir. Toplumsal cinsiyetin oluşumu üzerindeki kültürel
etkiler pek çok araştırmada ele alınmıştır. Bizi ilgilendiren en önemli olgu,
kız ve erkek çocukların birbirinden erken yaşta ayrıldığı bir ortamda böyle
bir yaşam tarzının çocukların toplumsallaşması üzerindeki kaçınılmaz et­
kisidir. Erken toplumsal cinsiyet ayrımının (gender segregation) bunu uy­
gulayan bir toplumda kadın ve erkeğe ilişkin beklentilerde önemli farklılık­
lar yarattığını, buna karşılık iki cinsin bir arada büyüdüğü ve farklı muama­
le görmediği bir çevrede yetişkinlikte iki cins arasında daha büyük bir eşit­
lik oluştuğunu araştırmalardan öğreniyoruz. Başka bir deyişle, çocuklukta
öğrenilen kalıpyargılar toplumsal cinsiyete bağlı davranışların toplumsal­
laşmasını daha o zamandan etkilemektedir. Böylece, kültürel geleneklerin,
kız ve erkek çocuklar arasındaki toplumsal etkileşimlerin yapısını ve içeri­
ğini belirlediği söylenebilir. Bu etkileşimlerin yetişkin rollerine hazırlanan
gençler için daha önemli olduğu açıktır (bkz. Basow 1992; Gardiner ve
Kosmitzki 2005). Özetle, tarihsel ve kültürlerarası araştırmalar, cinselliğin
büyük ölçüde toplumsal olarak kurgulandığını, özellikle ataerkil kültürün
hem cinsel yaşantıyı hem de cinsellik tanımını ve anlayışını biçimlendirdi­
ğini ortaya koymaktadır. Türkiye'de kadın ve erkeklerin toplumsallaşma
yollarının birbirinden erken çağlarda ayrılmasının olumsuz sonuçlan geç­
mişe ilişkin anılarda görülebilmektedir; bu ayrımın günümüzde ne tür ge­
lişimsel sonuçlar yarattığını ortaya koyan görgü} araştırmaların olmaması
önemli bir eksiklik sayılmalıdır.

TüRKİYE'DE CİNSELLİGİN TARİHİ


Osmanlı döneminde çocuk ve ergen cinselliğine ilişkin bilgileri
hangi kaynaklarda bulabileceğimiz sorusu önemlidir. Bu bilgi kaynakları­
nın cinsel davranışların ve duyguların gelişimiyle doğrudan ilgili kaynaklar
olmaktan çok, cinsel edebiyatla ve cinsel eğitimle ilgili dolaylı kaynaklar ol-

88 AŞKIN VE CİNSELLİı:İN TARİ H İ


duğu söylenebilir. Bu tür kaynakların başında, "nasihatname"ler (öğüt ki­
tapları), "bahname"ler (cinsel ilişki rehberleri) ve kadın-erkek aşkının anla­
tıldığı "mesnevi"ler gelmektedir. Bu kaynakların temel işlevinin "ahlak eği­
timi" olduğu söylenebilir. Levend'in (1964) dediği gibi, ümmet çağında ah­
lakın kaynağı dindir, dolayısıyla ahlak kuralları aslında dinin kurallarıdır,
şeriat hükümleri dinsel ahlakın esaslarını da belirlemiştir. Levend'e göre
daha çok Platon ve Aristoteles'ten esinlenen İslam filozoftan bilimleri sı­
nıflarken ahlaka da önemli bir yer vermişlerdir; klasik ahlak kitapları "ilm­
i ahlak" adıyla kaleme alınmıştır. Levend, bu eserlerde ahlakın "nazari" ve
"ameli" olmak üzere ikiye ayrıldığını, nazari bölümde ahlakın kaynağının
araştırıldığını, ameli bölümde insanın toplum içinde yükümlü olduğu gö­
revlerin belirtildiğini söyler: "Dini ahlak, ümmet çağı fikir hayatının teme­
lidir. Çağdaş anlayışla toplumdaki edebi gelişmeleri fikir tarihi içinde izle­
yip incelemek zorunda olan edebiyat tarihçisi için ahlak kitapları, üzerinde
önemle durulacak eserlerdir. Kaldı ki, ümmet çağındaki ahlaki eserlerin
çoğu, sanat anlayışı ve üsluba verilen önem bakımından, geniş anlamıyla
edebi eserlerin sınırları içine de girerler." (90-91). Levend ümmet çağının
ahlak kitaplarını on iki grupta sınıflandırır; bunların içinde bizi en yakın­
dan ilgilendirenler "nasihat-name," "pend-name" olarak adlandırılan öğüt
kitaplarıdır. Bali'nin Bahr-1 naşayıh'ı (15. yüzyıl), Sinan Paşa'nın Nasihat­
name'si (15. yüzyıl) , Abdüllatif bin Durmuş'un Adabü'l menazifi (kadınla­
ra öğütler, 15. yüzyıl). Güvahi'nin Pend-name'si (manzum, 16. yüzyıl) , Keş­
fi'nin Te'dip-name'si (oğluna öğütler, 16. yüzyıl) , Nabi'nin Hayriye'si (oğ­
lu Hayri'ye manzum öğütler, 18. yüzyıl), Mehmet Esat'ın Risale-i ahlak'ı
(çocuklara öğütler, 18. yüzyıl), Hüseyin Kutsi'nin Pend-i mahdüman'ı (19.
yüzyıl) bunlar arasında sayılabilir.
Türk eğitim tarihinde önemli yeri olan öğüt kitapları içinde hüküm­
dar Keykavus'un oğlu Geylan Şah için 1082'de yazdığı Kabusname yaygın
olarak bilinen en eski kaynaktır. Farsça'dan Türkçe'ye çevrilerek Osmanlı
toplumunda yüzyıllar boyunca etkili olan eser, yemek yeme kurallarından
cinsel ilişki usullerine kadar pek çok konuda öğüt içeriyordu. İranlı Şeyh
Sadi'nin 13. yüzyılda kaleme aldığı Gülistan ve Bostan adlı eserler de Os­
manlı okullarında okuma kitabı olarak okutulmuştur. Gülistan'ın daha çok

ANILARDAKİ AŞKLAR
dinsel konulardaki parçalannın seçildiği, buna karşılık "aşk ve gençliğe da­
ir" başlıklı bölümün kitaplara alınmadığı görülmektedir. 16. yüzyılda yaşa­
mış olan Kınalızade Ali'nin 1564'te yazdığı Ahlak-ı Alai adlı kitaba da bir
ahlak eğitimi aracı olarak yüzyıllarca başvurulmuştur. Nabi'nin oğlu için
yazdığı 1701 tarihli Hayriyye de, yoksullan doyurmaktan eşcinsel ilişkiden
kaçınmaya kadar günlük yaşamın bütün alanlanna ilişkin öğütler içermek­
tedir. Osmanlı döneminde en çok okunan eğitim kitabı ise Erzurumlu İb­
rahim Hakkı'nın 1756 tarihli Marifetname'sidir. Amasyalı Hüseyinoğlu
Ali'nin 1453 tarihli Tarik-ul Edep adlı eserinde on yaşını geçen erkek çocuk­
ların odasının anababasının ve kız kardeşinin odasından ayrılması öneril­
mektedir; aynı öneri üç yüzyıl sonra Marifetname'de de karşımıza çıkıyor
(Akyüz 2001). Önemli öğüt kitaplarından biri de, 13. yüzyılda yaşamış İran­
lı şair Feridüddin-i Attar'ın (1958), adı da "Öğüt Kitabı" anlamına gelen
Pendname'si. Attar'ın öğütlerinin başında önce Tanrı nimetlerine şükret­
mek, sonra nefsine hakim olmak, şehvetten uzak durmak gelir: "Şehvetin
elinde esir olan zavallıyı, hür bile olsa köle farzet." (39). Attar'ın, kadınlara
düşkünlüğü de kötü ve tehlikeli saydığı görülür: "Ey kardeş: Dört şeyde teh­
like vardır. Elinden gelirse bunlardan sakın. Sultana yakınlık, kötülerle
dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü. (n). Ey oğul, dört şey hatadan
sayılır. Dinle ki sana baştan anlatayım. Birincisi kadından vefa ummaktır
ki, bu saf insanlar için büyük hatadır. Düşman beslemek nasıl yanlış bir
hareket ise kötü nefsin muradını yerine getirmek de öyledir. Kötülerden
sakınmamak nasıl bir hata ise yaramaz çocuklarla yoldaşlık da bunlardan
beterdir. (33). Ahmak adamın iki nişanı vardır. Çocuklarla yoldaşlık, kadın­
lara düşkünlük. " (38) . Attar'ın kadınlara olduğu gibi çocuklara da pek
olumlu bakmadığı dikkati çekiyor.
Cinsel tutkuya egemen olmanın, "nefis mücadelesi" yapmanın bu
tür öğüt kitaplarının başlıca önerileri içinde yer aldığı görülür. Kabusna­
me'de (tarihsiz), "Ey oğul, aşık olmamaya çalış, eğer ansızın aşık olursan
bari gönlüne uyma ( ... ). Gönül şehvetine uymak akıllı kişilerin işi değildir''
(179) denir; ancak gençler ne yaparlarsa mazurdur denilerek hiç olmazsa
aşkı açıkça yapmamaları gerektiği vurgulanır. Kabusname cinsel ilişkinin
hangisinin yararlı, hangisinin zararlı olduğunu da belirtir: "Şöyle bilmiş ol

AŞKIN VE (İNSELLİ�İN TARİHİ


ey oğul, cima etmek dünyanın lezzetlerinden bir ulu lezzettir, ama onun
lezzetine aldanıp kendini çok verme, ta ki vücudun güçten düşmesin."
(188). Söz konusu kitaba göre cinsel ilişkinin çoğunun zararı olduğu gibi
azının da zararı vardır, en doğrusu ortasıdır; o nedenle de ilkbahar cinsel
ilişki için en uygun zamandır.
Sadi'nin Gwistan'ında (1944) çocuğun ne zaman "baliğ" olduğu
-buluğa erdiği, erinliğe girdiği- sorusu şöyle yanıtlanır: "Kitaplarda yazıl­
dığına göre üç alameti vardır: On beş yaşına varmak, ihtilam olmak, aşağı
tarafta kıl bitmek. Ama hakikatta bir nişanesi vardır: O da haktaalanın rıza­
sını nefsin arzf:ılarına tercih etmektir. Bu sıfatı haiz olmıyanları, hakikat er­
babı baliğ saymazlar!" (184). GiÜistan'ın Osmanlı okullarında sansür edi­
len bölümünde şöyle bir öykü yer alır: "Bir filime sordular ki: 'Bir kimse bir
mehpare ile halvette bulunuyor: Kapılar kapalı, rakipler uykuda, nefis talip,
şehvet galip: Yani temam Arabın 'Hurma yetişmiş, bekçi de menetmiyor'
dediği vaz'iyyet... Böyle bir halde perhizkarlık duygusuna uyarak selamette
kalmak imkanı var mıdır?' Alim şu cevabı verdi: 'Vardır, fakat buna kimse
inanmaz. Yani: Nefsin elinden kurtulabilse de halkın dilinden kurtula­
maz." (151-152). Sadi'nin Bostan'ında (2002) aşk için şöyle denir: "Aşk'ı is­
tiyorsan, aşkın bedelini ödeyecek kadar yürekliysen, kendini beğenmişliği
bırak, nefsini aşağıla, alçakgönüllü ol. Yoksa aşka talip olma. Ondan uzak
dur, rahatına gözet." (166). Burada sözü edilen aşkın tasavvuf geleneğinde­
ki soyut Tanrı aşkı olduğu açıktır. Buna karşılık şair "Kadınlara Dair" baş­
lığı altında çağının anlayışını yansıtan somut sözler eder. "Çarşıya ve paza­
ra yalnız başına bırakma kadını. ( ... ) Yabancıya karşı gözü kapalı olmalı ka­
dının. Evden ancak mezara gitmek üzere çıkmalı." (260-261). Sadi'nin ço­
cuk yetiştirme konusunda da sert önerileri vardır: "Çocuğunu zahmetsiz ve
sıkıntısız büyütürsen, ilerde güçlük çeker. ( ... ) Çocuğunu seviyorsan şı­
martma ve nazlı yetiştirme. ( ... ) Öğretmeninin cefasını çekmeyen çocuğu,
ilerde zor gün bekliyordur." (262-263).
Kınalızade Ali Efendi'nin (tarihsiz) Devlet ve Aile Ahlakı adıyla çev­
rilen kitabında şu öğütler dikkati çeker: " Bir kimsenin önce evlenmesi ge­
reklidir. (Gayesi) Nefsini günah ve kötülük işlemekten korumuş olmasıdır"
(39). "Nevi ve nesli çoğaltmak, alemdeki nizamın bekasına ve insanoğlu-

ANI LARDAKİ AŞKLAR 91


nun silsilesinin devam etmesine yardım ve gayret etmek, her olgun kimse­
ye gereklidir.n (40). Kınalızade Ali, özgür kadınla evlenmenin cariyeyle ev­
lenmekten, bekar kadınla evlenmenin dul kadınla evlenmekten daha üstün
olduğunu, evlenilecek kadının ne çok çirkin ne çok güzel olması gerektiği­
ni savunur. Erkeğin dikkatli olması gerekenler arasında kadına aşın sevgi
göstermemek; önemli işlerde kadına danışmamak; kadını güzel gençleri
görebileceği yerlerden ve aşık-maşuk öykülerinden uzak tutmak sayılır. Ka­
dınlar içki de içmemelidir: "Kadınlar içki içmekten son derece çekinmeli­
dirler. Zira içki hayayı kaldırır ve şehveti kamçılar. Ayrıca isteyene boyun
eğme meylini verir." (50). Kınalızade Ali, kız çocukların eğitimi hakkında,
iffeti, erkekten sakınmayı ve korunmayı, erinlik çağına gelince hemen ev­
lendirilme gereğini savunur. Kınalızade'yi inceleyen Öztürk (1990), onun
Osmanlıların yetiştirdiği son filozoflardan biri, eserinin de Türkçe yazılmış
ahlak kitaplarının ilki olduğunu, ancak çocuk eğitimiyle ilgili görüşlerinin
büyük ölçüde Nasireddin Tusi'den etkilendiğini belirtmektedir. Böylece,
Nasireddin Tusi'nin "kızlar yazmaktan ve okumaktan men edilmelidir" de­
diğini, diğer bilginlerin de "yazmaktan men edilmeli ama okumaktan men
edilmemeli" diye düşündüğünü, Kınalızade'nin ise "İslami ölçüler içinde"
kalmak koşuluyla kız çocukların da okumasına ve yazmasına olanak tanı­
dığını öğreniyoruz.
Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın (1991) ünlü eseri 18. yüzyılda insan­
lara nasıl bir cinsel yaşam önerildiğini ortaya koymaktadır. Marifetname,
cinsel ilişkinin cinsel eşin (kadının) rızasıyla ve isteğiyle yapılması gerekti­
ğini söyleyerek çağdaş bir tavır ortaya koyar; buna karşılık, ilişki için uygun
zamanlan bir takvime bağlayarak tam bir ortaçağ yaklaşımı örneği verir. Ya­
zar, "Bu hükümlerin hepsi eserleri, alametleri, izleriyle isbat edilmiş ve de­
neyle anlaşılmıştırn (166) demeyi de ihmal etmez. "Cima zamanlarını, ço­
cuğun şekil ve halini bildirirn (165-166) başlığıyla verilen 33 maddeden ba­
zı örnekler: Hilal (yeni ay) ayının ilk günü cima yapılırsa çocuk güzel olur /
Gündüzün öğleden evvel cima yapılırsa çocuk hakim ve kerim olur / Salı
gecesi cima yapılırsa çocuk cömert ve merhametli olur / Pazar gecesi cima
yapılırsa doğacak çocuk yol kesici olur / Gündüz öğleden sonra cima yapı­
lırsa doğan çocuk şaşı gözlü olur / Kurban bayramı gecesi cima yapılırsa

92 AŞKIN VE CiNSELLİ�İN TAR İ H İ


doğan çocuk alh veya dört parmaklı olur / Cima ayakta yapılırsa doğan ço­
cuk uykuda yatağına işer / Cima anlarında konuşulursa çocuk dilsiz olur /
Cima anında kadının rahmine bakılırsa çocuk kör olur / Cima anında ka­
dını öperse çocuk sağır olur / Cima meyve ağacının alhnda yapılırsa çocuk
zalim olur / Cima bir kimsenin karşısında yapılırsa çocuk hırsız olur / Ci­
ma yolculuğa çıkılacak gece yapılırsa çocuk müsrif olur vb.
18. yüzyılda yaşamış olan Sünbülzade Vehbi'nin Lütfiyye-i Vehbi
adlı kitabı da öğüt türünün en ünlü örneklerindendir. Sakaoğlu (1997),
"Gazali' den (ö. m ı) başlayarak İslam düşünür, aydın ve ozanlarının 'Eyyü­
he'l-veled' veya 'Ey Oğul!' başlıkları ile işledikleri, çocuk ve genç eğitimleri­
ne yönelik eserlerin Osmanlı kültürü kapsamındaki son örneklerinden
olan Lütfıyye öylesine rağbet görmüştür ki, yazma, basma nüshaları 19. yy
sonuna kadar sürekli çoğalhlmışhr" (73) demektedir. Parla (1993), ilginç
bir yorumla, 19. yüzyıldaki öğüt kitaplarının bolluğunu baba otoritesinin
yokluğuna bağlamaktadır: "(Tanzimat düşünürleri için) Babanın yoklu­
ğunda tek tutamak kuvvetli bir ahlak anlayışı gibi görünüyordu. Belki de bu
yüzden 19. yüzyılda çok sayıda 'oğula nasihat' ya da 'çocuk terbiyesi' kitap­
larına rastlarız." (29). Sakaoğlu, genellikle dinsel eğitimin dışında kalan
alanlara ilişkin öğütler verdiğini belirttiği Lutfıyye'deki görüşleri iki grupta
toplar: kültüre ve beceri eğitimine ilişkin öneriler; ahlaka ve yaşama ilişkin
öneriler. Lutfıyye'nin yaşamı sevmeye, yaşamdan zevk almaya, mutlu ol­
maya yönelik istek ve eğilimleri çocukluk yaşlarında köreltmeyi amaçlayan
öğüt ve uyarılarla dolu olduğu ilk bakışta anlaşımaktadır. Vehbi, Müslü­
man çocuklar için haram, günah, suç olan bilgi ve davranışları sıralamak­
tan geri kalmaz. Vehbi'nin, oğluna evlilikle ilgili öğütler verirken "Mutlaka
bakire al" deyişi dikkati çeker. Sakaoğlu'nun sonul değerlendirmesi şöyle­
dir: "Lıi.tfiyye-i Vehbi, yazıldığı çağın çocuklarını yaşama bağlayacak, mut­
lu kılacak birçok etkinliği günah, suç, ayıp ve gereksiz kilitleri alhna alma­
yı; çocukları edilgen, suskun, gülücüksüz, korkak ve kaderci olmaya yön­
lendirmeyi amaçlamış gözüküyor. Unutmamalı ki Vehbi, döneminin mu­
taassıp zümresinden de değildi." (95).
Öğüt kitaplarına Cumhuriyet döneminde de -az da olsa- rastlan­
maktadır. Kazım Karabekir (1882-1948), ilk kez 192o'de yayınladığı Çocuk-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 93
}ara Öğütlerim (1995) adlı kitabı için, "Bu öğütler alemi İslamın en ince ve
tahribkar hastalıklarını herkesin anlayacağı bir lisanla teşrih etmiş ve teda­
vi usullerini de göstermiştir" (12) der. Demirhan (1939) Öğütlerim adlı ki­
tabını geleneğe uyarak oğlu için kaleme almıştır. Daha modem görünmek
için La Rochefoucauld, La Fontaine, Shakespeare, Schiller gibi batılı yazar­
lardan alıntılar yapılan kitapta günlük yaşamın bütün alanlarına yönelik
öğütlere yer verilmektedir. Büyüklere itaat, küçüklere şefkat, fakirlere mu­
avenet, nefse hakimiyet, namus, şeref, haysiyet, mahviyet, mülayemet, me­
tanet, mesuliyet, tevekkül gibi kavramlar öğütlerin felsefi özünü oluştur­
maktadır. Cinsellik konusundaki temel öğüt ise yüzyıllardır değişmeyen
öğüttür: "Oğlum, iki şeyden çok kork: Hiddet ve şehvet. ( ... ) Esiri şehvet de­
ğil, emiri şehvet ol! ( ... ) Müteehhil aile kadınlarile kat'iyyen gayri meşru
münasebetlerde bulunma: Bu büyük bir alçaklıktır. ( ... ) Genç kızların iffe­
tini koru; asla ve asla bir genç kızın iffetine dokunma. Bir genç kızın en bü­
yük hazinesi iffetidir. Bu iffete dokunursan o genç kızı soldurur ve öldü­
rürsün. (... ) Fuhuştan, haramdan daima ihtiraz et." (96-97).
"Bahname"ler (hah Arapça cinsel istek, şehvet; name Farsça kitapçık
anlamında) cinsel sorunlarla ilgili bilgileri içeren eserlerdir. Uzel'in (2002)
açıkladığına göre; "Kaleme alınan Arapça, Farsça veya Türkçe bahnameler­
de dini veya tıbbi bakımdan cima (cinsel birleşme) adabına yer verilmiş, ka­
dın-erkek ilişkileri etraflı olarak incelenmiş, bu konuda yollar ve yöntemler
gösterilmiş, her türlü yetersizlik ve rahatsızlıklara iyi gelen çeşitli ilaçların
hazırlanması anlatılmış, tenasül hastalıkları, hamileliğin teşhisi, önlenmesi
vb gibi konular yanında, güzeller ve güzellikler de belirlenmişti" (191). Uzel.
Nasireddin Tusi'nin Farsça ve Yusuf el-Tifaşi'nin Arapça bahnamelerinin
Türkçe'ye birçok kez çevrildiğini ve Osmanlılarda yaygın olarak kullanıldığı­
nı belirtmektedir. Bu eserlerde "cimaa kuvvet verir", "şehveti ziyade eder"
ifadeleriyle birtakım tıbbi önerilerde bulunulmaktadır. Uzel, Osmanlı-Türk
hekimlerinin de bu alanda telif eser yazmak için denemeler yaptıklarını ek­
ler. Uzel'in, Mustafa Ebulfeyz tarafından 18. yüzyılda Türkçe'ye çevrilen
Tıihfe-i Müteehhilin (Evlilere Armağan) adlı kitaba ilişkin incelemesinden,
kadın güzelliğine ilişkin şu bilgileri ediniyoruz: Dili, dudakları, yanakları,
kalçaları kırmızı olmalı; yüzü, başı. topuklan, kalçaları yuvarlak olmalı; du-

94 AŞKI N VE (İNSELLİ � İ N TAR İ H İ


daklann inceliği şehvet azlığının, ağzın küçüklüğü organın darlığının, dili­
nin aşın kırmızılığı organın az ıslak oluşunun belirtisidir. Eserde kadınlık
organının sınıflaması da yapılmış, sekiz tür organ belirlenmiştir. "Daha
sonra yaşların lbni Sina'ya göre klasik sınıflandırması yapılmakta; yaşlara
göre cima istekleri de yorumlanmaktadır. Yazar ilk mensturasyon yaşını ıo
olarak kabul etmektedir. Cima yapılabilecek süre 26 yıl (10-36 yaş)dır."
(200). Eserde kadııılar cinsel doyuma ulaşma hızı açısından çabuk, orta,
ağır olarak sınıflanmış; boşalmanın erkekle aynı anda olmasının sevgiyi ar­
tıracağı; kadın organının erkeklik organıyla uyumunun önemli olduğu vur­
gulanmıştır. Uzel, sonuç olarak bu tür eserler hakkında şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: "Görüldüğü gibi Türk hekim yazarları 15. yüzyıldan beri bah­
namelerle ilgilenmekte, ya klasik bahnameleri Türkçe'ye çevirmekte, ya da
kendileri telif eser yazmaya teşebbüs etmektedirler. Yapılan incelemeler, bu
tercümelerin aslına tam uymadığını, çevirenin kişisel eklentiler yaptığını;
veya aslından çıkarmalar yapıldığını gösteriyor. Edinilen diğer bir kanı da ta­
nıtılan Tiıhfe-İ Müteehhilin'in kozmetoloji [vücut bakımı) ağırlıklı bir cinsel
eğitim eseri olduğu, 'pomografık' ögeler için yazılmadığıdır." (205). Levend
de (1964) "hikaye ve temsillerle süslü ahlaki eserler" grubuna giren eserler
için şu açıklamayı yapıyordu: "Ümmet çağı edebiyatı ürürıleri arasında, çe­
şitli konulan kapsayan bölümlerden toplanmış birçok eserler vardır. Bu gi­
bi eserlerde yer alan bahislerin çoğu ahlakidir. Her bahsin sonuna hale uy­
gun hikayeler ve temsiller eklenir. (... ) Bazılarında yer alan hikayeler arasın­
da, ahlakı inciten açık saçık olaıılanna da rastlanır. Ancak eser ahlaki karak­
ter taşıdığı ve o çağlarda bu gibi hikayeler 'müstehcen' sayılmadığı için, ah­
laki niteliğini kaybetmez." (no). Burada en ilginç saptama, tıpkı Karagöz'de
olduğu gibi, geçmişte halkın bu tür anlatılan müstehcen ya da pomografık
saymaması, bu nitelemeyi daha sonra araştırmacıların ya da kamuoyunu
oluşturanların yapmasıdır.
Eskiden sünnet düğünlerinde sık sık Karagöz oynatılırdı. Konumuz
açısından önemli olan, Karagöz'ün içerdiği cinsel öğelerdir. Metin And
(1969), Karagöz'ün gelişim tarihinde iki önemli niteliğin dikkati çektiğini
söylemektedir: toplumsal-siyasal eleştirisi ve açık saçıklığı. And, "Evet, doğ­
rudur; Karagöz'ün birçok yanı olduğu gibi utanmaz bir yanı da vardı" der ve

A N I LARDAKİ AŞKLAR 95
bunu, "sımsıkı kapanık bir toplumda, baslanın yaratbğı lamıltısızlık içinde,
bu yoldan bir kaçamak aranması" (129) ile açıklar. Karagöz'ün açık saçıklı­
ğını yerli araştırmacıların görmezden geldiğini (orılar bunu Nasrettin Hoca
konusunda da yaparlar), buna karşılık yabancı gözlemcilerin bu özelliğin
üzerinde ısrarla durduklarını belirtir ve G. A. Olivier (1800), Ch. White
(1845), G. de Nerval (1861), Ch. Rolland (1854), Th. Gauthier (1856), E. de
Amicis (1885) gibi yazarların adlarını verir. And, "Bir tanık, Karagöz'de hiç
sansür olmadığına, phallus'lu Karagöz'ü nasıl olup da çocuklarla kadınların
seyrettiğine şaşıyor" (136) der. En önemlisi de şu örnek: "Hele Karagöz'ü
uzun uzun anlatan bir başka yabancı, gördüğü açık saçık bir Karagöz göste­
risinde, oraya iki laz çocuğu ile gelmiş yaşlı bir Türk'e, böyle utanmasız sah­
neleri niye çocuklara seyrettirdiğini soruyor ve şu cevabı alıyor: 'Öğrensin­
ler; ergeç bunları tanıyacaklar; onları bilgisizlik içinde bırakmaktansa öğret­
mek için iyidir."' (136). Bu tanık Wanda, yıl 1884. And, Karagöz'ü bir halk
tiyatrosu gibi görmek isteyen yerli araştırmacıların "phallus'un (erkeğin cin­
sel organı) Karagöz'ün ayrılmaz bir öğesi olduğunu" kabule yanaşmadıkla­
rını; oysa "Phallus(un) bolluk törenlerinin bir kalıntısı olarak halle tiyatrola­
rının en ayrılmaz bir özelliği" (138) olduğunu belirtmektedir.
Halk, cinselliği sadece Karagöz oyunlarında değil seyirlik köy oyun­
larında da yansıtır. Örneğin, Çağımlar'ın (2003) saptadığı gibi, Sivas yöre­
sinden derlenen köy seyirlik oyunlarında, "Oyunlar konu balamından çe­
şitlilik gösterse de içlerinde yer alan ortak tema cinsellik olarak kendini
göstermektedir. Bazen de oyunların temel konusu cinsellik olabilmekte­
dir." (198). Çağımlar'ın incelemesinde "madımak tezek oyunu", "aşık oyu­
nu", "çepiç teke oyunu", "değirmen döndürme oyunu" gibileri erotik oyun­
lar kategorisinde ele alınmaktadır. Araştırmacı, aşık oyunu için, "Çocuk
oyunu şeklinde oynanmasına rağmen büyükler tarafından oynandığı için
dili son derece açık saçıktır" (199) demektedir. Çağımlar'a göre, "oyunlar­
da cinsellik, kimi zaman kelime oyunları ile verilirken, çoğu zaman cinsel
birleşmenin taklidi şeklinde de kendini göstermektedir. İnsan hayatında
ne varsa, oyunlarda da bunlar vardır." (204).
Aşkın ve cinselliğin hangi tarihsel-toplumsal çağda ve ortamda ya­
şandığı da son derece önemlidir. İçinde yaşanan çağ ve toplumsal koşullar

AŞKIN VE CİNSELLİ� İ N TAR İ H İ


aşkın ve cinselliğin hem içeriğini hem de biçimini belirlemektedir. Os­
manlı toplumu bu açıdan incelendiğinde göze çarpan ilk özelliğin kadını
kapalı ve örtülü tutması olduğu görülür. Osmanlı toplumunda kadının ne­
rede ve nasıl yaşayacağı kadar, nasıl giyineceği ve süsleneceği de belirlen­
miş ve sınırlanmıştır. Osmanlılarda kadının giyim kuşamının bir devlet
politikası olduğu bu konuda konulan yasaklardan anlaşılmaktadır. Koçu
(1969), "açık saçık gezme yasağı" başlığıyla bu yasağı açıklar: "Türk Müs­
lüman kadının örtü altında yaşadığı yüzyıllarda kadınların sokaklarda açık
saçık denilebilecek şekilde aşın süslü ve erkekleri tahrik edecek nümayişli
kılıkla dolaşmamaları hakkında bir yasak ilan etmek zarureti, ilk defa ola­
rak 18. yüzyıl ortalarına doğru Üçüncü Sultan Ahmed devrinde sadnazam
Damad Nevşehirli İbrahim Paşa zamanında İstanbul kadınlan için duyu­
rulmuştur." (8). Lale Devri'nin güçlü vezirinin İstanbul kadısına, yeniçeri
ağasına, bostancıbaşı ağaya ilettiği fermanda, "İstanbul memleketimizin
yüzsuyu, ulema, sulaha ve üdeba beldesidir; halkının da günlük kılık kıya­
fetinin şeriat emrine uygun olması devlet namusu gereğindendir" denme­
si dikkati çeker. Söz konusu fermanda bazı yaramaz kadınların aşın süs­
lendiğinden, yeni biçiınlerde giysiler giydiğinden şikayet edilerek önlem
alınması istenmektedir: "Bundan böyle kadınlar bir kanşdan ziyade büyük
yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkmayacaklar­
dır. Feracelerde süs olarak bir parmakdan enli şerid kullanılmayacakdır.
Bu yasaklan dinlemeyecek olan kadınların sokakda yakalarının kesileceği
ve esvablannın yırtılacağı ilan olunsun." (8). 1725 tarihli ferman, yasağın
izlenmesini mahalle imaınlanndan istiyor, yasağı uygulamayan terzilerin,
şeritçilerin ve kadınların hemen cezalandınlacağını belirtir. 175ı'de benzer
bir ferman daha yayınlanır. Sultan Abdülhamid'in 1889'da gazetelerde ilan
edilen fermanı da şöyledir: "Resmi: Şimdiye kadar yapılan tenbihlere ayla­
n olarak bu aralık Müslüman kadınlarından bazılarının İslam edep ve na­
musuna aykırı açık saçık gezmekde oldukları görülmektedir. Bu halin ön­
lenmesi için zabıtaya şiddetli emirler verilmiştir." (9). Koçu, devlet yasakla­
rıyla konunun önüne geçilemediğini belirtme gereğini duymaktadır: "Ya­
sakların yanı sıra açık saçık hanımlar tehzil yollu şarkılar ile de dile düş­
müşlerdir, aşağıdaki kıt'a 1915-1918 arasında çıkmış bir şarkıdandır: Yan-

ANILARDAKİ AŞKLAR 97
dan yırtmaç çarşaflar/ Görünüyor tombul bacaklar/ Kapanın şeytan postal­
lar/ Bayılıyor sizi gören esnaflar... " (9). Kadın giyim kuşamıyla ilgili daha
fazla bilgi için Turan'ın (1990) Türk kültür tarihi çalışmasından yararlanı­
labilir. Eski Türk toplumunda cinsiyet kültürü (evlilik, aile, aşk, cinsellik
vb) konusunda Türköne'nin (1995) çalışmasına bakılabilir. Kadın ve cinsel­
lik sorunlarını Osmanlı aydınlarının da ele aldığını biliyoruz. Sözgelimi,
son Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyesi olan Celal Nuri'nin (1870-1939), ka­
dınlığı, cinsellikten örtünme-kaçınma sorununa kadar birçok konuda ince­
lediği Kadınlarımız (1915/1993) adlı bir kitabı vardır.
Türk toplumunun tarihinde iki olgunun çocuğun cinsel toplumsal­
laşmasında önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bunlardan biri kız çocuk­
ların belirli bir yaştan itibaren örtünmesi, diğeri de kız ve erkek çocukların
yollarının belirli bir yaştan itibaren ayrılmasıdır. Birbirine alttan alta son
derece bağlı bu iki uygulamanın, kaynağını toplumda egemen olan inanç
sisteminden aldığı açıktır. Osmanlı toplumunda kız çocukların belirli bir
yaştan itibaren çarşaf giymeleri konusunda ciddi bir toplumsal baskı oldu­
ğunu Zeynep Hanım (Ellison 2001) 1 907 tarihli mektubunda din eğitimi
hocasının sözleriyle anlatır: "Bir gün geldiğinde, dersten sonra bana 'Ney­
yir, sen on iki yaşına geldin, artık çarşafa girmelisin' dedi. 'Artık başın ve
yüzün açık dolaşamazsın; çarşafa girmelisin. Annen, senin artık büyük bir
kız olduğunu fark etmemiş, bunu söylemek bana düşüyor. Ben sana Allah
sevgisini öğretiyorum, sen benim manevi kızımsın; onun için seni, bun­
dan sonra çarşafsız gezmenin tehlikelerine uyarmalıyım." (65). Örtünme
konusundaki bu baskı toplumun belirli kesimlerinde bugün de yaygınlaşa­
rak sürmektedir; buna karşılık, örtünmeye Osmanlı döneminde bile tepki
ve başkaldırı olduğu birçok örnekte görülmektedir. 1902 doğumlu Selma
Ekrem (1998), ablasının peçe ve çarşaf giymesine gösterdiği tepkiye anne­
sinin yanıtını anımsar: '"Anne, ablam neden çarşaf giydi? Hiç ama hiç sev­
medim! 'Ablan büyüdü kızım' diye cevap verdi annem, 'artık yüzünü her­
kese gösteremez."' Selma Ekrem, "Sen de yakında çarşafa gireceksin" di­
yen küçük teyzesine, "Ben çarşaf giymek istemiyorum, yüzümü kapatmak
istemiyorum" diye bağırdığında teyzesinin verdiği yanıt önemlidir: "Her
Türk kızı çarşaf giymek zorundadır, yüzünü ve saçını erkeğe göstermek

A�K I N VE (İNSELLİ�İN TARİ H İ


günahtır." (169). 1904 doğumlu Süreyya Ağaoğlu (1975), örtünmesini iste­
yen hocasına tepki gösterir: "Ulıim-u Diniye hocamız, Emin Efendi adında
sofu bir adamdı. Bana: -'Başını ört, yoksa sana nikahım düşer' demişti.
-'Hoca efendi, bu dünyada bir sen bir de ben kalsak bile sana varmam' ce­
vabını verdim." (12). Ağaoğlu o dönemde kadına nasıl bakıldığını da ekli­
yor: "Yine aynı hoca bize Münakehatve Mutarekat mevzuu olarak evlilik ve
ayrılığı da öğretirdi. Kadına da bir 'mülk-i muta' derdi. İşte bizim devrimiz­
de kadın bir maldı. Ama bizler tabii bunu kabıil etmiyorduk." (12-13). Ağa­
oğlu 1921'de liseyi bitirdiğini, o zamanlar kadınlara kapalı olan hukuk fa­
kültesine gitmek istediğini, kadınlar erkeklerle birlikte okuyamadığı için
birkaç kız arkadaşıyla birlikte fakülte açtırdıklarını, bazı hocaların onların
yüzüne bakmadan gözleri kapalı ders anlattığını, hocalardan birinin kendi­
sine çarşaf giymesi gerektiğini hatırlattığını, önce çarşaf giydiğini ama ilk
fırsatta çıkarıp manto giymeye başladığını, cenazelerde kadınların bulun­
masının günah sayıldığı o dönemde bir hocalarının cenazesine katıldıkla­
rını anlatır. 1914 doğumlu Muazzez İlmiye Çığ (2004) aynı yıllardaki baş­
kaldınyı şöyle açıklar: "( ... ) daha 1918 yılında İstanbul Kız Öğretmen Oku­
lu'nda kızlar, okuldan atılmaları pahasına 'Başımızı örtmeyeceğiz' diye
başkaldırmışlardı. Onların bu davranışları sonucu, daha ne kıyafet kanunu
ne de laiklik sözü varken kız okullarında başlar açılmıştı." (2).
Türk toplumunda çocukluk ve ergenlik tarihi açısından belki de en
önemli göstergenin iki cinsin belirli bir yaştan itibaren birbirinden ayrıl­
ması/ayn rutulması olduğu söylenebilir. Bu bilinçli ayn hıtma işlemi özel­
likle okul yaşamı için geçerlidir. Daha oyun çağında birbirinden ayrılmaya
başlanan çocuklar okul çağında özellikle ayn rutulmaya çalışılırlar. Oyun,
hamam, okul örneklerinde olduğu gibi bu ayırma Osmanlı döneminde da­
ha katı olmakla birlikte, Cumhuriyet döneminde de tamamen bitmiş değil­
dir. 1874-1956 yıllan arasında yaşamış olan Selim Sırn Tarcan'ın (1946)
anılarından, Osmanlı okullarında hem öğrencilerin, hem de öğretmenlerin
bu ayırıma tabi rutulduğunu öğreniyoruz. Tarcan, 1910 yılında Osmanlı
okulları beden eğitim müfettişliğine atandığında şu tepkiyi gösterir: "'Fa­
kat efendim, neyi teftiş edeceğim? Galatasaray'dan başka hiçbir sultanide
jimnastik dersi yok! Hele kız mekteplerinde bu dersin adı bile bilinmiyor!'

ANILARDAKİ AŞKLAR 99
dedim. Emrullah Efendi şu cevabı verdi: 'Azizim, sen hem müfettiş, hem
de müessis olacaksın. Erkek muallim mektebinde ıslahat yapbk. Programı­
na haftada iki defa beden terbiyesi dersi koyduk. Orada sen ders verip mu­
allim yetiştireceksin. Kız mektepleri için de sonra düşünürüz'.n (47). Tar­
can, öğretmen okulu öğrencilerine jimnastik dersi vermeye başladıktan
sonra, "Sıra, jimnastiğin kız mekteplerine sokulmasına gelmiştin der: "Ca­
ğaloğlu'ndaki muallim mektebine yeni bir jimnastik salonu yaphrmışhm.
Burada, ilkokul öğretmenlerinden yüz kadar bayana haftada bir gün ders
vermeyi düşündüm. Fikrimi, Maarif Nazın Emrullah Efendiye söyledim.
Nazır keyfiyeti şeyhülislam efendiye açmış, o da: 'İlmiye mensubiyni, bu
bid'ati iyi karşılamaz! Yaşı otuzla sayılan genç bir erkek muallimin, çarşaf­
lı hanımlara ders vermesi caiz olamaz! Mümkünse bu işten vazgeçin!' de­
miş. Emrullah Efendi ise, 'Dersleri bizzat teftiş edeceği, ahlaka uygun ol­
mayan bir nokta görürse sarfınazar eyliyeceği' cevabını vermiş." (48). Tar­
can, "hocaların muhalefetini bertaraf etmenin çaresi"nin "medreselere
jimnastiği sokmak" olduğunu düşünmektedir. Şeyhülislam, "Medreseler
böyle yeniliklere müsait değildirn dese de, Tarcan yaşlan 20 ile 30 arasın­
da kırk kadar sarıklı hocayı -başlarını açmak istemiyorlar- derse başlatma­
yı başarır. Aklı kız öğretmen okullarında ve kız liselerinde kalan Tarcan bir
gün bu dersleri teftiş etme olanağını bulur, ama genç olmasının sorun ya­
ratmasından korkmaktadır. "Gariptir, Meşrutiyetin ilanı tarihi olan ı908'e
kadar kız mekteplerinde elli yaşından küçük muallim kullanılmıyordu ve
bu yaş kaydi mekteplerin talimatnamelerine bile geçmişti!n (50). Tarcan,
okulu ziyaretinde, kız öğrencilerin "başörtülerini iyice sıkmaları, müfetti­
şin yüzüne bakmamaları, bilhassa gülmemeleri" için müdire hanımın ön­
lem aldığını fark eder; kızların siyah yeldirme ve başörtüsü ile jimnastik
dersi yaphğını görür. Kendi deyişiyle bir karikatüre dönüşen jimnastik der­
si Tarcan'ı düşkınklığına uğratmışhr: "Mektebin iç kapısında Müdire Ha­
nımdan, dış kapısında da Müdür Efendiden ayrıldım. n (52). Bu çift kapı sis­
temi de ayrımcılık açısından anlamlıdır. Şanlıurfa'dan bir gazete haberi bu
tür uygulamaların günümüzde de sürdürülmek istendiğini gösteriyor:
"Endüstri Meslek Lisesi'ne giriş çıkışta kız ve erkek öğrenciler ayn kapıla­
n kullanıyor. Okulun ön kapısını kız öğrenciler, arka kapısını da erkek öğ-

100 AŞKIN VE CİNSELLİ l! İ N TAR İ H İ


renciler kullanıyor. Okula aynı anda gelen kız ve erkek öğrenciler, okul ka­
pısında ayrılarak kendilerine özel kapılara yöneliyor. Okul yöneticileri iki
ayn kapı uygulamasının kız öğrencilerin erkek öğrenciler tarafından rahat­
sız edilmemesi için uygulandığını söyledi." (Radikal 2004).
Bütün bu anlahlanlar Osmanlı dönemi okullarında iki cinsin birbi­
rinden nasıl kah çizgilerle ayrıldığını, bu aynının öğrenciler arasında oldu­
ğu kadar öğretmenler arasında da uygulandığını göstermektedir. Bu uygu­
lamanın Cumhuriyet döneminin bazı okullarında da sürdüğünü görmek
şaşırhcı olmakla birlikte beklenmedik değildir. Güneş-Ayata ve Acar (2003)
araştırma yaptıkları imam hatip lisesinde aynı tabloyu bütün aynnhlarıyla
bulmuştur: erkek öğretmenlerin kadın öğretmenlerle ve kız öğrencilerle
görüşmesinin uygun sayılmaması, kız ve erkek öğrencilerin ayn mekanlar­
da öğrenim görmesinin yeğlenmesi vb. Muhalif bir öğretmenin sözleri bu
tutumu özetler: "Bu okulda her şey günah sayılır; beden eğitimi derslerine
kahlmaktan, karma sınıflara, oradan gerektiği gibi örtünmemeye dek her
şey... " (109). Bir yıl sonra bir gazete yazısı aynı tabloyu betimlemektedir:
"Karma eğitim veren ( ... ) Anadolu İ H L'nin iki bahçesi var. Birini kız, diğe­
rini erkek öğrenciler kullanıyor. Beden derslerinin yanı sıra öğrenciler ders
aralarında da ayn ayn dolaşıyorlar." ( Gündem 2004). Bu tutumun gerisin­
deki asıl kaygı, dinin gerektiği gibi öğretilmesi ve uygulanmasından çok,
cinselliğin denetim alhnda tutulmasıdır. Öne çıkarılan gerekçeler ise Os­
manlıdan beri değişmeyen kalıpyargılardır: kadınla erkeğin doğasının ("fıt­
rat'') farklı olduğu, ateşle barutun yan yana tutulamayacağı, gençlerin bile
bile ateşe ahlamayacağı, disiplinin şart olduğu, aksi halde gençlerin ken­
dini dine veremeyeceği vb. Dolayısıyla, toplumsal ve kültürel denetimin
cinselliğin denetim alhnda tutulması yoluyla yürütülmek istendiği anlaşıl­
maktadır. Bu denetimin özellikle kız çocuklar üzerinden uygulanmak is­
tendiği de açıkhr. Bir gazete haberi bunun çarpıcı örneğini vermektedir:
Her gün evinin yakınındaki ilköğretim okuluna gidip öğrencilere im­
renerek bakan on yaşındaki Arzu, dedesinin, "Erkeklerle yan yana oturul­
maz" demesi yüzünden okula başlayamamaktadır (Aktaş 2004). İki cinsin
yan yana olmasını istemeyen tutum son olarak bir belediyenin toplumsal
denetim anlayışında da kendini gösterdi: "Samsun Büyükşehir Belediyesi

A N I LARDAKİ AŞKLAR 101


zabıta ekipleri, sahilde oturan öğrencileri 'uygun' davranmaları konusunda
uyarıyor, karşı çıkanı ailesine söylemekle tehdit ediyor." (Çakır 2004). Bu
arada, Altman'ın (2003), "Hemen her toplumda, cinselliğin düzenlen­
mesinde en önemli etken din olmuştur" (ı8) uyarısını da unutmamak
gerekmektedir. Nitekim, denizde tesettür giysileriyle boğulmakta olan
Kuran kursu öğrencisi beş genç kızın kurtarılmasına kurs hocalarının
günah diyerek -kızlara dokunmak ve Allah'ın işine karışmak- engel ol­
maları (Cerrahoğlu 2004) bunun tipile bir örneği sayılabilir. (Aynca bura­
da sadece cinselliğin değil dinin de hala. nasıl yanlış yorumlandığı açıkça
görülmektedir.)

TÜRK EDEBİYATINDA AŞK


Türk edebiyatında -anılar dışında- çocuk ve gençlik cinselliğinin ve
aşklarının nasıl ele alındığına ilişkin bir çalışma olup olmadığını bil­
miyorum (olmaması olasılığı yüksek) . Ancak genel olarak aşkı ve cinselliği
inceleyen edebiyat çalışmaları mevcut. Bir örnek olarak halk edebiyatında
Karacaoğlan incelemelerini ele alabiliriz. Karagöz oyunlarında olduğu gibi
Karacaoğlan şiirinde de cinselliğe açık bir biçimde yer verildiğini biliyoruz.
Başgöz (1999), gerek divan şiirinde, gerek aşık geleneğinde hem kadının,
hem de aşkın ve cinselliğin soyut olarak betimlendiğini belirtir: "Kadına
eşitlik tanımayan, onu bir seks aracı sayan bizim toplumumuzda ve başka
Ortadoğu toplumlarının edebiyatında kadına duyulan gerçek sevgiyi bul­
mak zordur. Bir kadını sevip ona gerçekten bağlanmak küçültücü bir şey
sayılır. Bu nedenle sevgi kolayca soyutlaşır; kalıcı sevgi sadece hayallenir,
hayalde yaşar. Genç aşık da, gene aynı nedenle biraz ana, biraz sevgili ve
biraz da Tanrı hayali olan ve kendisine düşte görünen güzeli hiç unutmaz;
ömrü boyunca onun türküsünü söyler. Doğanın da, gerçek insan iliş­
kilerinin de dışında yaşayan bu güzeller, divan şiirimizdeki sevgililerin
kopyalarıdır. Aşık şiirimize oradan inmişlerdir." (41-42). Başgöz, Karacaoğ­
lan'ın şiirinin bu soyut ve cansız nitelemelerin dışında kaldığını, kadını ve
aşkı bütün doğallığı içinde betimlediğini saptar. Başgöz'e göre, sevgilinin
söylence olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünmesi cinsel isteği de birlikte
getirir, cinsellik sevginin ayrılmaz bir parçası olur. Başka bir yenilik de,

102 AŞK I N VE CiNSELLİ/'.;İN TAR İ H İ


Karacaoğlan'ın yarattığı gelenekte, kadınların erkekten ürkmemesi, isteğe
karşı koymaması, göğsünü erkeğe açmaktan çekinmemesidir. Başgöz,
"Karac'oğlan geleneğindeki bu etli, canlı ve gerçek kadın anlayışının sosyal
bir temeli olacak. Nedir bu?" diye sorar. Sorunun yanıtı Türkmen yaşam
biçiminde saklıdır. Günlük yaşamın bütün yükünü taşıyan kadınların ve
genç kızların aynı ölçüde yetki ve söz sahibi olmaları onları karşı cinsle iliş­
kilerinde de açık ve rahat yapmıştır: " Kasabada korkunç bir tabu olan seks
konusunda bu kadınlar şaşılacak kadar rahattı. Çadır, kadını dört duvar
arasına kapatıp erkekten ayırmak için kötü bir barınaktır. Konar göçerlerde
kadının yaptığı işlerin hemen hepsi çadır dışında yapılan işler. Bütün gün
dışarda görülen kadın veya kız peçenin veya dört duvarın arkasında hayal­
lenemiyor. Soyutun toplum temeli böylece ortadan kalkıyor. Müslüman
mistikliğinden gelen Tanrı-güzel soyutlamasını ise bu aşiretler daha
tanımıyor. Karac'oğlan'ın 'sabahtan uğradım ben bir güzele' demesine ve
bunu sık tekrar etmesine bunun için inanabiliriz. Bize Müslüman mistik­
liğiyle beraber İran'dan gelen kadın soyutlaması geleneği, ancak, konmuş,
oturmuş toplum düzeninde, erkekle kadın arasına ev işi, dışarı işi diye
ayırım girince, kendine uygun toprağı bulmuş ve yeşermiştir. Destanda, is­
ter ana olsun, ister sevgili olsun, kadın nasıl erkekle omuz omuza döğüşüy­
or, bu sebepten soyut bir varlık olmaktan çıkıyorsa, Karac'oğlan geleneğin­
de de erkekle omuz omuza, hatta ondan daha çok iş hayatında yer alıyor;
bu nedenle şiire gerçek bir varlık olarak girebiliyor." (50). Türkmen kadın­
larına bu rahatlığı sağlayan göçebe topluluğunun yapısı yanında, Karacaoğ­
lan geleneğine öncülük eden mani söyleme alışkanlığı da bu şiirdeki rahat­
lığı açıklar. Manilerdeki toplumsal yergi, konar göçer toplumuna, dolayısıy­
la Karacaoğlan şiirine yansımıyor; ama manilerin kalıba sığmayan rahatlığı
ile Karacaoğlan geleneği arasında bir yakınlık vardır: "İkisi de yerleşik
düzenden gelen ideolojilerin -ki buna din de dahil- ve bu düzene bağlı
sosyal kurumların dışında. Duygularını yukardan gelen edebiyat kural­
larına uyarak sınırlamayan halk adamı, kadına da, dine de, doğaya da
Karac'oğlan'ın baktığı gibi bakıyor. İki akım da güzeli soyutlamaktan
kaçınıyor. İki akım da Tanrı'yı her zaman çevresinde duymuyor, ancak in­
sanın başı sıkıştıkça Tanrı'yı anıyor. İkisi de dini insan duygularını baskı

A N I LARDAKİ AŞKLAR 103


altında tutan bir kuvvet olarak görmüyor; Tanrı'yı insan duygularını an­
layan bir yücelik olarak düşünüyor." (53).
Türk edebiyatı tarihinde öykü ve romanın gelişmesini incelemek de
konuya ışık tutabilir. Tanpınar (1977), "şark hikayesi"nin belirli bir va.ka an­
layışında kaldığını, onun ötesine geçip insana erişemediğini belirtiyordu:
"Aşkta, ihtirasta, çok iptidai hadlerin içinde kaldılar. İnsanı şartlanyle
beraber almağı bilmedikleri için ferdin cahili idiler." (59). Dış dünyaya
kapalı, iç dünyanın "trajik duygusu"na da sahip olmayan bu edebiyat, insanı
ancak çok sınırlı ve yapay bir biçimde ele alabiliyordu. Tanpınar'a göre bir
tek Fuzuli, Leyla ve Mecnun'da bu geleneğin dışına çıkabilmiştir: "Onda
bütün psikolojik kımıldanış vardır. Bilhassa Leyla'nın ölümünden sonraki
kısımda, ferdiyetin başlangıcı olan isyana bile tesadüf edilir. Fa.kat onun ver­
diği örnek devam etmez." (60). Tanpınar, bu durgunluğu ortaçağ insan­
larının yaşamın baskılarına karşı "dine veya hulyaya" kaçarak kendilerini
savunmalarıyla açıklar: "Şark masalı uzun ve lezzetli bir kaçıştır. Hayatın
imkanlarını tükettiği her yerde harikuladenin altın kapılan açılır." Bir avun­
ma öyküsü olan Binbir Gece de bu nedenle dünyanın en keyifli romanıdır,
ama kaçmakla kahraman oluşmayacağını unutmamak koşuluyla.
Tanpınar (2001), eski edebiyatta egemen olan hayal ve simgelerin,
aşk tarzının, sevgili tipinin şairin yaşam koşullarıyla ilgili olduğu kadar top­
lumsal düzenle de ilgili olduğuna dikkati çeker: "Eski şiirimizde aşk. sosyal
rejimin ferdi hayata aksi olan bir kulluktur." (6). Tanpınar, ıo. yüzyılda En­
dülüs yoluyla Avrupa edebiyatına geçen "saraylı aşkı" ile Osmanlı ve İran
şiirinde görülen aşk tarzı arasında bir koşutluk kurar: Tanpınar'a göre Batı
dillerinde saraylı aşkından kalan "kur yapma" deyişinin Türkçe'deki kar­
şılığı bu "kulluk" sözcüğüdür. Hükümdar ile sevgili arasında kurulan ben­
zerlik bu kulluk ilişkisini çok iyi gösterir. Tanpınar, eski şiirin her zaman
saray çevresinde oluşmasını, yukarıdan aşağıya doğru düzenlenmiş bir dün­
ya düzeni içermesini şairin bağlı olduğu toplumsal sistemle açıklar. Bu top­
lumsal sistemde kadının olmaması bu edebiyatı belirleyen en önemli etken­
dir. Tanpınar'a göre, "Bir aristokrasi zümresine dayanmayan ve merasimde
kadınsız olan şark sarayı daha ziyade maiyyettir. Bu hal, merasimi doğuran,
besleyen, zevki hayata hakim kılan eğlencenin fakir kalmasıyla neticelenir."

104 AŞKIN VE CİNSELLİ�İ N TAR İ H İ


(n). Tanpınar, "insanın reel hayata inanarak sahip olmaması"nı, Doğu'nun
Müslüman toplumlarında ortaçağ öyküsünden romana geçemeyişin önem­
li nedenlerinden biri sayar. Bir başka neden de, "kadın ve erkek münasebet­
lerinin yokluğu"dur. Tanzimat'tan sonraki ilk romanların bocalayışı da
bunun örneğini oluşturur. Tanpınar (1977), " Bu ilk romanlarımızı okurken,
muharrirlerinin her akşam sofralarında kan, anne, kızkardeş olarak gördük­
leri şeklinde bile kadını tanımadıklarına hükmedeceğimiz geliyor. Eser­
lerindeki kadınlar o kadar hakiki hüviyetten mahrumdurlar" (62) der. Ona
göre, örneğin Namık Kemal'de kadın tam anlamıyla bir "zihni icat"br, bir
simgedir, bir kurgudur. İlerde anılan okurken kimi yazarların aslında
yaşamın içinde de bu soyut kadın saplanbsından, kadına yabancı kalmış ol­
maktan yakındıklarını göreceğiz.
Osmanlı-Türk romanının yeterince incelenmediğini belirten
Timur (1991), Osmanlı döneminde romanın uluslararası kapitalistleşme
sürecinin başat olduğu, ama yerel kültürel çizgiler de taşıyan bir ortamda
yeşermeye başladığını söyler. Timur, 19. yüzyıl Osmanlı toplumundaki
dönüşümün modernleşme ya da çağdaşlaşma sayılamayacağını, sınırlı
girişimlere izin veren bu yarı sömürgeleşme süreci içinde Osmanlı-Türk
romanının da yeni bir insan tipi -özerk birey- yaratamadığını vur­
gulamaktadır. Osmanlı toplumunda Tanzimat'la hızlanan değişim
sürecinde kadın-erkek ilişkilerinde ortaya çıkan değişiklikler yeni bir aşk
anlayışı getirmesi açısından özellikle önemlidir: " Klasik Osmanlı
geleneğinde aşk sözcüğü, karşı cinse duyulan tutkulu bir eğilimi değil,
Tann'ya karşı hissedilen sınırsız bir sevgiyi ifade ediyordu. Bu anlamdaki
aşk, yazınsal planda İran etkisiyle Osmanlılara geçmiş mistik (tasavvufi)
bir aşktı ve 1859'da Şinasi'nin Batı şiirinden ilk çevirilerine kadar Osman­
lı şiirine egemen olmuştur. Bedeni aşk ise küçümsenmemekle beraber
yazın konusu olmamış, ayrıca eşcinsel ilişkilerle birarada yaşanmıştır."
(19). Timur'a göre Osmanlıların Batı'dan yaphklan ilk çevirilerin roman­
tik aşk edebiyatının örneklerine öncelik vermesi Osmanlı zihniyetindeki
evrimin de belirtisidir: "Bu eserler, Osmanlıların aşk konusunda gerek
kendi ülkelerinde, gerekse artık ilgiyle izledikleri Avrupa'da ne aradık­
larını göstermektedirler. İlk Osmanlı yazarları da Bah'da romantizmin

ANILA RDAKİ AŞKLAR 105


kurucuları gibi tutkulu fakat temiz ve lekesiz bir aşkı yüceltiyorlardı. As­
lında Avrupa gerçeklerine de, Osmanlı gerçeklerine de uymayan bu
romantik aşk, bir ölçüde, bu kültürlerin geride bıraktıkları 'mistik aşk'ın
laikleşmiş şekliydi. Bu haliyle gerçekçi bir roman anlayışına geçiş süreci­
ni de kolaylaştırmıştır." (21). Ancak, Parla'nın da (1993) belirttiği gibi,
Tanzimat edebiyatı aşkta ruh ve beden bütünlüğünü oluşturamamıştır:
"Tanzimat romanında ruh ve beden yalnızca birbirinden ayn varlıklar
değil, birbirine karşıt varlıklardır. Bedensel olan her duyuya kuşkuyla
bakılır. Shakespeare çevirilerinde duyularla beslenen imgelerin tümü san­
sür edilmiş ve yerlerine düşünsel imgeler konmuştur. Tüm romanlarda
aşk, şehevilik ve sevgi diye ikiye ayrılır; kadın kahramanlar da erkeklere
olan bağlılıklarını ruhani bir sevgi mi yoksa duyusal bir şehvet mi ol­
duğuna göre melek ya da şeytan olarak sınıflandırılır." (19).
Timur, haklı olarak, 187o'lerde Osmanlı gerçekliği içinde romantiz­
min nasıl yapılabileceğini, maddi ve kültürel koşulların buna yeterli olup
olmadığını, alaturkalıktan tam olarak kurtulamamış bir aşk anlayışının
romantizme ayak uydurup uyduramayacağını sormaktadır. Timur'a göre,
Osmanlı toplumunda yaygın olan görücü usulüyle evlenmenin romantik
bir yanı yoktu, dolayısıyla bu evlilik romancılara konu oluşturamazdı;
cariyelerle evlenme ise aşk ve maceraya olanak vermesi açısından roman­
cıların ilgisini çekmişti. ilk Osmanlı romanlarında kölelik Batı'nın etkisiy­
le hem eleştirilmiş, hem de Batı'da olduğu varsayılan "ahlaki çöküntü"ye
karşı savunulmuştur. Timur, köleliği işleyen yazarların bu konuyu bütün
gerçekliğiyle ele almaktan uzak olduğu kanısındadır. (Osmanlı ve erken
Cumhuriyet döneminin evlatlık ya da besleme kızlan için de aynı şey söy­
lenebilir.) Tanzimat edebiyatında önemli bir yer tutan batılı kadının,
romanda en çok "mürebbiye" tipiyle çizildiği görülür; ancak bu tipleme de
-yazarların Batı'yı algılayışlarındaki yanlışlıklar nedeniyle- yapay kalmış­
tır. Timur'un konumuz açısından asıl önemli saptaması gayrimüslim
kadınlar konusundadır: "XIX. yüzyıl sonlarında batılı kadınlar, Osmanlı
hayatının her an rastlanan bir parçası değildirler. Bu yüzden aşk ve şehvet
konularında onların yerini sık sık Osmanlı gayrimüslim kadınlar alır. Bun­
lar Osmanlı romanına örnek bir aşk öznesi olmaktan ziyade, Batı'nın ah-

106 AŞK I N VE ( İ N S ELLİ� İ N TAR İ H İ


laki çöküntüsünün uzantısı, şehvet objeleri olarak sokulmuşlardır. İstisnai
durumlarda -Ahmet Mithat Efendi'nin Henüz Onyedi Yaşında'sında ol­
duğu gibi- genç bir Rum kızı ile genç bir Müslüman arasında temiz bir aşk
doğunca da bunu dini engeller önler." (31). Timur, Osmanlı toplumunda
gayrimüslim kadınların Müslüman kadınlardan çok daha serbest davran­
dıklarını, erkeklerle ilişkileri daha özgür yaşayabildiklerini, bunun da Os­
manlı romanında abartılarak verildiğini belirtir. Gerek Osmanlı gerek
Cumhuriyet döneminde İstanbullu Müslüman erkeklerin ilk aşklarını
çoğu zaman gayrimüslim kadınlarla yaşadıkları gerçeğini gençlik anılarını
okurken de görürüz. Başka bir deyişle, aslında roman yaşamdan çok da
uzağa düşmemektedir; ancak Osmanlı romancılarının toplumsal
değişimin eleştirisini yalnızca Batı taklitçiliği ve ahlaki yozlaşma bağlamın­
da yapmaları önemli bir sınırlılık ve yapaylık yaratır. Timur bunu roman­
cının kendi deneyimsizliğiyle açıklamaktadır: "Osmanlı romancılarının
yanlış bir Batılılaşmayı yermek için yarattıkları tiplerin sığlığı ve inandırıcı
olmaktan uzaklığı, kendilerinin Batı tecrübelerinin yetersizliği sonucud­
ur." ( 39). Batı'da sanat bilim ve felsefeyle birlikte gelişirken Osmanlıda ay­
nı bütüncül gelişmeyi görememekteyiz. Timur'un "romancının formas­
yonu" dediği bu sorunun günümüzde büyük ölçüde aşıldığı düşünülebilir;
ama sınırlı konular içinde dönüp duran Türk edebiyatı araştırmaları için
aynı şeyi söylemek zor görünüyor. Bu kısırdöngüyü aşabilen tek girişimin
feminist yazarların toplumsal cinsiyet bağlamındaki çalışmaları olduğu
söylenebilir (bkz. Kandiyoti 1997; Irzık ve Parla 2004).

ANILARDAKİ AŞKLAR
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÇOCUKLUKTA AŞK VE CİNSELLİK
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÇOCUKLUKTA AŞK VE CİNSELLİK
eçmişe baktığımızda -yaşanması ve anlatılması olanaksızlaştığı

G için- çocukluk aşklarına rastlamak güçleşiyor. Bunun temel nedeni,


yakın zamanlara kadar iki cinsin çocukluk çağında bile bir araya gel­
mesinin, birlikte büyümesinin neredeyse olanaksızlığı. Osmanlı toplumu
evlilik dışında bir arada olmasını istemediği iki cinsi daha çocukken buna
alıştırıyordu adeta; dahası, bu aynın Cumhuriyet yıllarında da sürdürüldü.
20. yüzyılın başlarında Selanik'te doğan Reşat D. Tesal (1998) ilko­
kulda iki cinsin birbirinden nasıl uzak tutulduğunu anımsıyor: "Okulun,
bize bitişik ve bir orta kapı ile irtibatlı, kızlar kısmı da vardı. Zaman zaman
bizim müdür bu kapının aralığından, kızlar kısmının müdiresi ile iş konu­
şurdu. Bizim ise aklımız hep kız öğrencilerdeydi! Teneffüsten sınıfa, der­
se dönüşü sabırsızlıkla beklerdik. Çünkü kızlar da aynı zamanda teneffüs
yaparlar ve sonra, yine bizim gibi bahçede sıra olup düzenli bir biçimde ve
sınıf sırası gözeterek dershanelerine dönerlerdi. En yüksek sınıf olduğu­
muz için, önce biz yukarı çıkardık. Ve, kız tarafı daha tamamen yukarı çık­
madan, onları sıra halinde görebilmek için itişe kakışa merdivenleri dörder
beşer atlayarak sınıfa ulaşır ve pencereye üşüşürdük. Yetişebildiğimiz kız
öğrenci sıralarına türlü işaretler yaparak, hafiften sesler, ıslıklarla hemşire­
ciklerin dikkatini çekmeye uğraşırdık. Onların içinde de bu oyunun farkın­
da olanlar, ilgi duyanlar yok değildi. O taraftan, ufak da olsa, gelen her kar­
şılık hareketi bizler için bayram sayılırdı!" (45).
Geçmişte iki cinsin daha çocukluk çağında birbirinden ayrı tutul­
duğunu gösteren birçok örnek söz konusudur. Karşı cinsten çocuklar ge­
rek sokakta gerekse okulda birbirleriyle arkadaşlık edememektedir. 1932
doğumlu Altan Öymen (2002), "Yaşları çok küçük de olsa, kız çocuklar er­
kek çocuklarla sokakta konuşmazdı" (ı6) diyor ve sınıfta da kızlarla arka­
daşlık edemediklerini ekliyor: "Fakat kızlarla uzun boylu arkadaşlık yap­
mak adetten değildi. ( ...) yoksa, Leyla'dan Tülin'e, Gülseren'den Engin'e
kadar birçoğunu hatırlıyorum. Hele bazısını hatırlamamak zaten müm-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 111


kün değil. Erkek arkadaşlar aramızda konuşur, 'Hangisi daha güzel?' di­
ye iddialaşırdık. Birbirimize 'O benimki, sen ona bakmayacaksın' diye
uyanlarda bulunurduk. Hatta bazen o yüzden kavga ederdik. Sanırım, ço­
ğu defa bu sahiplenmelerimizden, sahiplendiğimiz kızların haberi olmaz­
dı." (145). 1941 doğumlu Özer Baysaling de (1998), "İlkokula gidinceye ka­
dar evcilik oynadığımız bu komşu kızlan ile, okula başladıktan sonra san­
ki aramızda aşılması imkansız bir manevi duvar oluşurdu" (30) diyor. Da­
ha sonraki ilişki de kesinlikle platonik olmalıdır: " Komşu kızlarında, o ila­
hi platonik aşkın dayanılmaz heyecanını duyar, bir bakışta, sabahlara dek
ne hayaller kurardık. Hayallerimizde bile, ulaşılmaz güzellikler, en temiz
duygular onlar içindi. Düşlerimizde de olsa onları kirletemezdik. Çünkü
o şekilde yetiştirilmiştik." (30).
1929 Nallıhan doğumlu Adalet Ağaoğlu (Andaç 2000) kentte ve ka­
sabada kız-erkek ayrımının farklı olduğunu söylüyor: "Kasabada kız çocuk,
erkek çocuk ayrımı yoktur. Sokakta, birlikte bütün erkek kardeşlerimle oy­
nardık. Kente geldiğimizde annem beni erkek kardeşlerimden ayrı, sokağa
bırakmamaya başladı." (36). Ağaoğlu Ankara'da yapılmayan bir şeyin Nal­
lıhan'da yapılıp yapılmayacağı tartışmasına tanık oluyor: "Buluğ yaşından
sonra Adalet'in başını örtecek miyiz? ( ... ). Başını örtecek miyiz Nallıhan'a
gidince, örtmeyecek miyiz?" (37).
Sadece iki cinsin çocukluğundan itibaren birbirinden ayrı tutulma­
sı değil, anababanın da birbirinden uzak durarak, birbirine açık bir biçim­
de sevgi göstermeyerek çocuklar için model oluşturmaması söz konusu­
dur. 1935 doğumlu Türkan Saylan (Saçlıoğlu 2004), cinselliği ve sevgiyi
gizleyen aile yapısı, bedensel sevgi kopukluğu olarak adlandırdığı olguyu
şöyle açıklıyor: "Sanırım en büyük etken o. Biz çocukluğumuzda annemin
ve babamın birbirine sarıldıklarını, dudaktan öpüştüklerini, hele aynı ya­
takta yattıklarını hiç görmedik. Annem ha bire hamile kalıp doğum yapı­
yordu ama ayrı odalarda yahyorlardı. Sabahlan evden uğurlarken annem
babamı yanaklarından öperdi, babam da annemi alnından öperdi, o kadar.
Yıllar ve yıllar boyunca, hele ilk yıllarda, art arda beş çocuk ortaya çıkarken,
bizler anne ve babamızı yatakta yan yana yatar ya da otururken ya da dudak
dudağa öpüşürken hiç ama hiç görmedik. Yine de birbirlerini çok sevdikle-

II2 ÇOCUKLU KTA AŞK VE Cİ N S E LL İ K


rini, çok da kıskandıklarını, kontrol edemedikleri tepkisel davranışlarından
algılıyorduk. Babam gerçekten çok kıskançtı güzel kansı söz konusu oldu­
ğunda, onu kolay elde etmemişti ne de olsa! insanlar çocuk yapmak için ev­
lenir ve cinsel ilişki yalnızca çocuk yapmak için kurulur diye düşünüyor­
duk, sanının bize üstü kapalı da olsa böyle öğretmişlerdi. Çocuklar olunca
da analık babalık başlardı. ( ...) Cinselliği ve sevgiyi gizleyen aile yapısı, ile­
ride çocukların sağlıklı bir beraberlik kurmasını da güçleştiriyor. Örneğin,
Anadolu'da çok daha kötüsü bugün bile vardır. Evli çiftler kayınpeder, ka­
yınvalidelerin yanında konuşamazlar; erkek, çocuğunu kucağına alıp seve­
mez... Babam bizi geceleri uyurken severdi ve annem bunu bize, 'Babanız
sizi çok seviyor, ama gece siz uyurken gözleriyle seviyor,' derdi, doğru olan
buymuş gibi." (117-118).
iki cinsin erken yaşlarda bile birbirinden kesin olarak ayrı tutul­
duğu bir ortamda cinslerin birbirini nasıl tanıyacakları sorusu en önem­
li sorudur. Bu koşullarda birbirini tanımanın tek yolu gözlem yapmaktır.
Cinsel gözlem genellikle cinsel deneyimden önce, bazen de birlikte ya­
şanmaktadır.

BEDENİ TANIMA
Anadolu'da çocukların cinsellik konusunda -özellikle geçmişte­
neredeyse doğal bir eğitim gördükleri söylenebilir. Erdentuğ (1975), " Köy­
lü, şehirliye nisbetle bu konuda çok daha gerçek ve tabii görünmektedir"
der: " Hal'de ancak büluğa erdikten sonra kız ve erkek çocukların odaları ay­
rılmaktadır. Fakat fakir ailelerde kız ve erkek çocuklar evleninceye kadar
bir arada yatarlar. Çocuklar cinsiyet hakkında her şeyi bilmektedirler. Çün­
kü çok odalı evlerde bile, köylülerin deyimi ile, 'analar çocuklarına tutkun'
ve aynca bilgisiz olduklarından çocuklarını geceleri yanlarından ayırma­
maktadır. Hal'de terbiye konusunda cidden dikkate değer ve üzerinde
önemle durulacak bir cihet, hayati ve cinsel konuların çocuklar önünde
açıkça konuşulmasıdır. Köy halkının bu husustaki düşüncesi şudur: Bu
hususta yapılacak açık konuşmalar çocuklar için faydalıdır." (80). Kırsal ya­
şam koşullarında çocukların cinselliği doğadan, birbirlerinden, çevreden
gözlem yoluyla öğrendikleri doğrudur ve anılara da yansımışbr. 1933 Elbis-

AN 1 LARDAKİ AŞKLAR 113


tan doğumlu Tahsin Yücel (Özkan 2001), "Örneğin cinselliğin bile bizim
için gizli bir yanı yoktu" diyor: "Her şeyi görüyorduk. İnsanlar ortalıkta se­
vişmiyordu kuşkusuz. Ama hayvanları görüyorduk. İneğin kamına elimizi
koyup buzağının içeride kımıldayışını dinliyorduk. Doğumunda bulunu­
yorduk. Bağlı oldukları yerde, yemlerini yemeyi bırakıp cinsel ilişki düşle­
ri kuran atlan, eşekleri görüyorduk. Bundan sonra, insanların cinsel ilişki­
lerini göz önüne getirmek zor değildi. Kuşkusuz, büyüklerin kendi arala­
rındaki konuşmalarından da bir şeyler çıkarırdık." (20-21). Mina Urgan
(1999), Anadolu'da insanların "daha az tutucu" olduklarını belirtmektedir.
Kentte çocukların cinselliğe, karşı cinse, hatta kendi bedenlerine
gösterdiği ilgi, duyduğu merak özellikle okullarda her zaman engellenmiş
ve cezalandınlmışhr. 1949 doğumlu Selim Heri (2002), ilkokulda birkaç
erkek çocuğun "tuvalette birbirlerinin pipilerine bakmalarının" nasıl olay
haline getirildiğini anımsıyor: "Başöğretmen Kemal Bey tuvalete geliyor,
kıyamet kopuyor. Bu kadar masumca, o yaşta her çocuğun yaptığı bir şeye
hemen bir ahlak sıfah konduruluyor; veliler ... ama varlıklıca veliler okula
çağrılıyor." (38). Genç öğrencilerin aşk ilişkilerine okulun şiddetle karşı
çıkması ve müdahale etmesi örneği Fakir Baykurt'un (1999) köy enstitüsü
anılarında da var.
1926 Mersin doğumlu Ahf Yılmaz (1991) ilk cinsel gözlemini oku­
löncesi dönemde yapmış: "Gene o günlerde, sevişmenin ayıp ismiyle yapı­
lan bir şeyler duymuşuz, ama hiçbir şey bilmiyoruz. Arkadaşlarımın bu işin
nasıl yapıldığını öğrendiklerini fark ediyorum. Benden habersiz uygulama­
ya geçmişler. Böbürlenerek gösteriyorlar. Önce pantolonlar iniyor. Küçücük
çükler çıkıyor ortaya. Sonra çüklerini tutup, birbirlerine sürtmeye başlıyor­
lar, meğer (sevişme) buymuş. Yaş ortalaması herhalde 5-6." (24).
Geçmişte hamam ortamı hem erkek çocukların karşı cinsin bedeni­
ni tanımasını sağlıyor, hem de cinsler arasındaki yol ayrımını gösteriyordu.
Anılarda sözü en çok edilen yaşanh, erkek çocukların belirli bir yaştan son­
ra kadınlar hamamından dışlanmasıdır. 1876 doğumlu Kazım Nami Duru
(1938) erinlik çağının eşiğinde olan erkek çocukların, "Hanım, kocanı da be­
raber getireydin! Bu ne rezalet!" (151) itirazıyla hamama alınmadığını belir­
tiyor. 1904 doğumlu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (1993) sekiz yaşına kadar

ÇOCUKLUKTA AŞK VE C İ N S E LLİK


annesiyle, bu yaştan sonra babasıyla hamama gittiğini söylüyor. 1915 4o;1
ğumlu Aziz Nesin (1969), "Bari bunun babasını da getir ... diye alay e�c;:;r��,t'.
kabaca oğlanları hamama solanazlardı" (75) diyor. 1926 doğumlu Aµf, ;Y,�,,
maz (1995) kadınlar hamamından kovulduğunu anımsıyor: "Annem ,' � �.em,
kadınlar hamamına götürdüğünü, kadın çığlıklarıyla, 'Hanım bari babas.ı)rn ıı,
.
da getireydin' feryatlarıyla karşılaşıp beni cansiperane savunması�a ,f�-ı
men, kapı dışarı edildiğimi hatırlıyorum." (14). 1927 doğumlu Ali R N�Y _. , , , ;. .)
zi'yi (1983) anneannesi altı yaşına kadar hamama götürmüş. Aziz Nesin, Ç,H?ı
lak kadın bedenini ilk kez hamamda görmüş: "Yalnız bir kere gittiğİݵ �f,�,
dınlar hamamında kadınların çoğu peştamalsız, çırılçıplaktı, birbirlenn.df�.
sakınmıyorlardı. Ben çoaık tecessüs ve merakıyla o çıplak kadınlara, herJı�ı
de çok dikkatle bakmış olacağım ki, annem beni bir daha kadınlar hamcİ;tpf�
na götürmedi." (76). 1908 doğumlu İrfan Orga (1996), "Eskiden babC1ı<J.O�.
nem beni de hamama götürürdü, ama ben beş yaşıma bastıktan sonra diğ�r
büyüklerim 'gelişmiş' bir çocuğun çıplak kadınlarla dolu bir ortama sq:t<W�
masını eleştirmeye başladılar" (19) diyor; ancak babaanne beş yaşın h�:�� , �
için uygun olduğunu düşünerek onu yanında götürmeyi sürdürüyor; g�n.�
de kadınların tepkisi ilginç: "Çıplak vücutlarını beş yaşındaki bir erfe3.iı �
görmesi kadınlarda dehşet yarattı. Garip şekillerde kıvrılıyorlar, ko1la;o.yl;t
:' ' : 1 : 1 ı .J �

oralarını buralarını örtüyorlar ve bu arada erkeklik uzvum hakkında ç;,- ,IW,ı


. .. ı t· ' ·
yorumlar yaparak kıkırdıyorlardı. (27). n
. •;' 1 ; r. i
İstanbul'da erkek çocukların kadın vücudunu "kısmen" gör�pı��"1
cekleri olanaklardan biri de deniz hamamlarıydı. Ali H. Neyzi (2003), "Ço­
cukluğumda Kalamış Koyu'nda her yaz 'deniz hamamları' kurulurdı(; 9,�.
yor. Neyzi, deniz üzerinde kurulan bu hamamlarda kadınlara aynlan �bö�
' , i l! lı;•
lümde alınan önlemleri açıklıyor: " Hanımlara mahsus olan bölümde. ,so.� l
J.) : . ı·,
yunma odaları dörtgen biçiminde ve içine dönük olarak yapılmıştı. Y�,ni SQ-
yunma odaları içe dönük olduğundan hanımların dışardan izlenm� sip�
olanak verilmemişti. Aynca hanımlar bölümü çepeçevre kalın ve deni��]�;.[
dar inen çullar ile muhafaza altına alınmıştı. ( ... ) Ben de yaramazlık ,ol�l;l�
diye bir kere kalın çulun altından hanımlara ayrılan bölüme dalmış v� ,ep �f:
patırtı kopmasına neden olmuştum. Sonunda hamam yöneticileri l>µ ,ç:µ,
• J f' -· � :

lun da altına dikenli teller çekerek ne giriş ne de çıkışa izin veren bir öajı;:�
• l 'r , J . ı

AN I LARDAKİ AŞKLAR
me başvurmuştu. Sağ bacağımdaki iz o telden kalmadır." (75). Deniz ha­
mamlarının tarihinin epeyce eskilere gittiği, 1881 doğumlu M. R. Mima­
roğlu'nun anılarında da yer almasından anlaşılıyor. Mimaroğlu da hama­
mın kadınlar bölümünden "haram" bir zevk çalmaya kalkışan gençlerden­
dir: "Yazın bazı akşamlar, Küçük Moda'ya bahçeli birahaneye giderdik. Bu­
ranın bahçesi denize karşı ferahlı bir yerdi. Sağ tarafı erkekler ve solu ka­
dınlar deniz banyosuydu. Kadınlarınkinin yolu bu bahçeden geçerdi, er­
keklerinkine gitmek için dışardan dolaşmak lazımdı. Bir müddet çalınan
müziğe dalar, kalır, hazan da konuşmalar açardık, kimi vakit de bir, iki bar­
dak bira içerek biraz cesaretlenir, yaramazca işlere girişirdik: Bu bahçenin
bir ucundaki kadınlar deniz banyosuna gidip gelenlerin verdiği haz ve hız­
la cür'etlenerek, hemen fırlar, bahçeden çıkar ve erkeklerin deniz banyo­
sunda soluğu alırdık, tabii olarak hemen de suya dalardık. Bu haşarılıklar­
da yoldaşım, kendisinden böyle şeyler hiç de umulmıyan sessiz ve halim
arkadaşım (H) 'di. o balık gibi yüzerdi. Bana da ondan cesaret gelerek, bir
dalışta, tahtalarla çevrilmiş olan yüzme havuzunun dışına çıktık mı, bu se­
fer de soluğu kadınlar banyosunun önlerinde alırdık. Uzaklardan gözleyen
polisin, düdüğü çalınır çalınmaz hanımlarla aynı deniz parçası içinde bu­
lunmaktan mütevellit keyif kaçar ve biz de oralardan uzaklaşırdık. Bu, o za­
manın, çalmak gibi yasak bir hareketiydi. Bu haramı, bize hırsızlama yap­
hrırlar ve haramı harama kathrırlardı.. O vakit bize çok neş'e veren bu tat­
lı şey, çeşnilik olacak miktarlardan bize azdı. .. " (26).
Kadın bedenini denizde tanımak yolunu seçenlerden biri de 1928
doğumlu Refik Erduran (1987): "On yaşıma yaklaşırken mahalle arkadaş­
larımla birlikte bota ya da küçük bir sandala biner, iskelenin alhna girer,
kadın yolcuların anatomilerini tahta aralıklarından ve çok acayip bir açı­
dan incelemeye çalışırdık. O yüzden ciddi dayak yememize ramak kaldı
birkaç kez." (24). Kadınlar hamamını gözetlemek de erkek çocuklar için
kadın bedenini tanıma yollarından biri. 1927 doğumlu Yusuf Ziya Baha­
dınlı (1995) Pazarören Köy Enstitüsü'nü ziyarete gelen kadınlan hamam­
da yıkanırlarken bir arkadaşıyla çahdan gözetliyor: "Enstitünün elektrik
üreten motoru zaman zaman bozuluyordu. Lüks lambalan hazırda bekle­
tiliyor, elektrikler kesildiğinde gereken yerlere asılıyordu. Llmbalann ha-

116 ÇOCUKLU KTA AŞK VE CİNSELLiK


zırlama işini bir arkadaşımla üstümüze aldık. Kullandığımız yapının çatı­
sından kadınlar hamamı gözetlenebiliyordu. ( ...) Ve o gün geldi, hazırla­
dığımız merdiveni duvara dayadık, bacaklarımız titriyordu. Önce sen çık
diyordu arkadaşım, hayır sen çık diyordum. Yüreğimiz ata ata çatıya çık­
tık sonunda. Tavanda aralıklar vardı; yüzüstü uzandık, buharın aralanma­
sını bekledik, sonra her şey ortaya çıktı: Yirmiye yakın kadın vardı, ama
hayret, Ankaralı konuk kadının bacaklarını göremiyordum, bunlar çıplak­
tılar üstelik! Göğüsleri diri diriydi kiminin, kalçaları biçimli. Neden duy­
gularımda bir kabarma olmuyordu, beklediğim neydi, ne arıyordum? Sı­
kılmaya başladım, korkuyordum da!" (77-78).
Küçük çocuklar ilk cinsel gözlemlerini/deneyimlerini bazen kendi­
lerinden daha büyük biriyle yaşayabilmektedir. Genç kızların küçük erkek
çocukları cinsel istekleri için kullanmalarının çarpıcı bir örneğini 1951 Çar­
şamba doğumlu Ferhan Şensoy'un (2001 ) yaşamında buluyoruz. Küçük
Ferhan Şensoy, hizmetçi Şerife'nin odasında lazımlığa çişini yapıyor: "la­
zımlığı dökmeye gidiyor, elinde bir ıslak bezle geliyor. Oram ıslak bezle si­
linecek. Şerife bir güzel siliyor oramı. Siyah kadife gözleriyle orama bakı­
yor. Ben de bakıyorum. Islak bezi bir yana bırakıp terli, sıcak avucuna alı­
yor oramı, sıkıyor. Şerife'nin eli benim oramın hoşuna gidiyor. Beni kuca­
ğına oturtup oramla oynuyor. Küçük şeyim Şerife'nin avucunda büyür gi­
bi oluyor, dikleşiyor, şaşıyorum bu işe. Çişim yok, şimdi işedim, peki niye
sertleşiyor bu meret? Oramın büyümesi hoşuma gidiyor. Şerife'nin de çok
hoşuna gidiyor, siyah kadife gözlerinde görüyorum bunu, elimi tutuyor,
kendi donunun içine sokuyor. Şerife'nin çükü yok, orasında saç var. Me­
raklanıyorum, donunu sıyırıp orasına bakıyorum. Saç var orada, benim
oramda saç falan yok. Aslında Şerife'nin orası da yok, dudak gibi bir şey,
dokunuyorum, nemli, ıslak gibi. Orasını ellemek hoşuma gidiyor. O da
memnun, daha bir sıkıyor terli avucunda benim oramı. Oynarken parma­
ğım Şerife'nin orasına giriyor, öyle bir delile var orada. Kızın yanakları kıp­
kırmızı oluyor, inler gibi bir ses çıkanyor, gözleri kayıyor. -Yapma! diyor.
( ...) Bir daha hiç böyle bir şey oynamıyoruz Şerife'yle. Bu olayı hiç kimseye
anlatmıyorum." (151-152). 1951 doğumlu Nedim Gürsel de (2004) kaduı be­
denini kendinden sekiz-on yaş büyük -öğretmen okulu öğrencisi- bir genç

ANI LARDAKI AşKLAR


IÖ.�da·tanımış: "Derken, bir elimle çükümü ötekiyle Feriha'nın bacaklarını
s'ıWzlamaya, kendimce ona masaj yapmaya başladım. Annem hariç ilk kez
bir (kadına dokunuyordum. Terli gövdesini, uzun saçlarını, göğüslerini
ıı�uiı ·süre okşadım. Ses çıkarmadı. Sonra aşağıya, külotuna doğru kaydır­
dı'rn 'sağ elimi ve parmağımı içine soktum. İrkildi birden, yan dönüp uyur
gibi yapmaya devam etti. Korkuyla uzaklaşhm yanından. Kendi yatağıma
gfrip:kıvnldım, çüküme de el sürmedim bir daha. Demek ki, Feriha'nın al­
b 'da okuldaki kızların alh gibi çatlakh." (167-168).

DOi.AYLI CİNSELLİK
- , ı ı · : ; Cinselliğin, doğrudan yaşanmasının engellendiği durumlarda do­

faylrolarak yaşandığı bilinmektedir. Bu bağlamda çocuk oyunlarında cinsel


ö�elerin olup olmadığı sorusu da -bugüne kadar hiç ele alınmadı- araşh­
rıfabilir. Bazı oyunların yapısında, bazılarının da uygulamasında cinsel
motifler olduğu görülmektedir. Bugün arhk bilinmeyen ve oynanmayan
�bahk kaçh" oyunu yapısal olarak cinselliği çağnşhnr (zaten balık başlı ba­
Şiha cinsel bir simge); gece oynanan "saklambaç" oyunu ise uygulamada
dtısel ' davranışlar içerebilmektedir. Geçmişte özellikle "kadın meclisle­
ri�tıde oynanan oyunların erotik öğeler içerdiği yapılan tanımlamalardan
cittlaşilmaktadır. Sermet Muhtar Alus (2001), "el ve beden marifetleri" baş­
hğıyla� anlathğı, genç kızların oynadığı bu tür bazı oyunlara yaşlı kadınla­
tını, ·�Edep yahu!.. Ar, haya, izan kalmadı mı? .. " diye tepki gösterdiklerini
�yor. "Balık kaçh" oyununda, yere halka biçiminde oturan kadınların
etMclerinin alhndan, burulup balık biçimine sokulmuş bir bez parçası do­
l!t$tl.'.Ffİır; kimde olduğunu bulmak için o kişinin üzerine hamle etmek ge­
rekrnİ'!ktedir. Alus, belirli bir yaştaki erkek çocukların bu oyuna alınmak is­
�ediğini belirtiyor: "Bu oyuna kalkışılır kalkışılmaz kocakarıların göz­
letiT'd&i dönmede: Sesi çatallaşmış, dudak üstünde ayva tüyleri belirmiş
ô�r arada var mı, yok mu? Bu gibiler mevcutsa derakap (hemen) ma­
ni''Olt�ları, kıyametin son gününü koparışları hazırdı." (43). 1887-1952 ta­
riblt!ritıde yaşamış olan Sermet Muhtar Alus'un 1939 tarihli bu yazısının
�. n}'üzyılın başlarını anlathğı düşünülebilir. Ayfer Tunç (2001) ise
1971>1�ri anlatıyor: "Saklambaç evrensel bir çocuk oyunuydu, hala oynanı-

ii8 ÇOCUKLUKTA AŞK VE CiNSELLİK


yor. 'Önüm arkam, sağım solum sobe' tekerlemesi de yılların geçmesiyle
unutulacak bir oyun tekerlemesi değil. Yaz akşamlarında mahallenin genç­
lerinin de saklambaç oyununa katıldıkları ve birbirlerinden hoşlanan genç
kızlarla delikanlıların saklambaç oynuyoruz diye gizli köşelere kapandıkla­
rı ve duvar arkalarında, bodrumlarda elbette saklambaç oynamadıkları bili­
nir, bu yüzden tutucu şehirlerde, özellikle genç kızların bu tür oyunlara ka­
tılmamaları için anneler tarafından büyük dikkat sarf edilirdi." (41-42).
1866 doğumlu Halit Ziya Uşaklıgil (1987) on yaşlarındayken "yıkık
bodrum"da oynadığı "pandomima oyunlan"nda erotik öğeler olduğunu sez­
diriyor: "Sonra tahtadan yapılmış tüfeklerimiz tabancalarımız, üstüne yal­
dızlı kağıtlar sarılmış kılıçlarımız vardı. Biz korkunç haydutlar olurduk, ev­
ler basardık, kız kaçırırdık. Korkunç patırtılar arasında palyaço Paskal'dan
örneklenerek kimi zaman uşak, kimi zaman seyis rolünü üstlenenin çığlık­
ları arasında Cemal İkbal'i, ben Nadire'yi kaçırır, sanki mağaramıza çekilir­
dik. Mağaramız, bodrumun kuytu bir köşesiydi. Burada ikbal Cemal'e düş­
man düşman bakarken, Nadire yan baygın, benim dizime başını kordu.
Kurtuluşu kendisine bu korkuyu verene sığınmakta arayarak, sokuldukça
sokulurdu. O zaman sanırım benden büyükçe, saz benizli, ince siyah kaşlı,
dolgunca vücutlu, tatlı bir kız olan Nadire -kendisini takma bir adla gizliyo­
rum; bugün belki yaşıyordur ve belki bu satırları görerek o çarpıntı dakika­
larını anımsayacaktır- bana daha sıkı sokulurdu." (67).
Çocukların oyun ve oyuncakları "toplumsal cinsiyet" konusunda da
çok önemli ipuçları vermektedir. Erkek çocukların erkek, kız çocukların kız
oyunları oynaması -bu ayrım çok eskiden yapılmıştır- adeta bir zorunluluk­
tur ve buna karşı çıkan çocuklar şiddetle engellenir. Gene de, özellikle kimi
kız çocukların bu aynına eskiden beri karşı çıktığı görülür. 1910 doğumlu
Zehra Kosova (1996) evcilik oynamak yerine mile, aşık gibi oyunlar oynamak
ister. 1912 doğumlu Müzehher Va-Nu (tarihsiz) erkek çocuk oyunları oyna­
mayı yeğler. 1916 doğumlu Mina Urgan (1998) her zaman "tehlikeli" oyun­
lardan hoşlanır. 1920 doğumlu Güzin Dino (1991) sokakta tramvayların, oto­
mobillerin arasında köşe kapmaca, taraçada saklambaç, bahçede futbol, arka­
daki viranede çelik çomak oynar, "tek kız oyuncu olarak". Güzin Dino (Sun­
gur 2001) "erkek çocuğu" gibi olduğunu da söylüyor: "Biraz mahalle çocuğu

ANILARDAKİ AŞKLAR
tarzı ve erkek çocuğu gibi bir çorukluk geçirdim. Bir keresinde teyzem anne­
me kızmıştı. 'Bu kız oğlan çocuğuna benziyor' deyip bana kendi elleriyle kı­
yafetler dikmişti, sonra da karşıma geçip 'ha şimdi kıza benzedin' demişti.
Çelik çomak oyunları oynarken genç kızlığımı geç idrak ettim. Aşk meşk iş­
leri aklıma bile gelmezdi.n 1925 doğumlu Nezihe Meriç (2000) ablasının "di­
abolon oyununu kapı önünde oynamasına nasıl karşı çıkıldığını anlatır. 1933
doğumlu Gülten Akın (Kansu 2002), "O zaman kızlara pek izin verilmezdi,
ama ben çelik çomak oynardım oğlanlarlan (34) diyor. Bu konuda en tipik ör­
nekleri bebekle oynamayı reddeden kız çoruklar vermektedir. 1902 doğum­
lu Selma Ekrem (1998) oyuncak bebekleri hiçbir zaman sevmemiş. Mina Ur­
gan oyuncak bebekle hiç oynamamış, bebek hediye getirdilerse hemen par­
çalamış. 1916 doğumlu İsmet Kür de (1995) bebekle hiç oynamamış, çok gü­
zel bir taş bebeğe bile aldırmamış. 1926 doğumlu Necla F. Ertel (Köktürk
2001) "kız olduğu içinn alınan bebeklerle ilgilenmeyip erkek çocukların
oyunlarına yönelmiş.
Toplumsal cinsiyet konusunda en iyi bilgi kaynaklarından birinin
çocukların oyunları olduğunu belirtmiştim. Evcilik oyunu gibi cinsel tema­
lı oyunlar özellikle önemlidir. Evcilik oyununda çocukların cinsiyeti kadar
yaşı da önem kazanır. Evcilik oyunu hem cinsel rollerin nasıl dağıtıldığını,
hem de cinsler arasındaki sınırlan gösterir. Belirli bir yaştan itibaren karşı
cinsten çocukların evcilik oynamasına da, oyun içinde cinsel temaların bu­
lunmasına da iyi gözle bakılmamaktadır. Cinsiyetçi oyun yasaklarının ol­
dukça eskilere gittiği, 1908 doğwnlu İrfan Orga'nın verdiği örnekten anla­
şılıyor: "Bir gün bizim yemek odasında Yasemin ile evcilik oynamaktaydık.
Oyun herkesin bildiği oyun. Yasemin ile ben 'kan koca' olmuştuk. Ben iş­
ten dönüyor ve onu ateşli bir şekilde öpüyordum. Tam bu sırada kaba eti­
me inen bir şamarla neye uğradığımı şaşırdım. İnci bizi yakalamış, anne­
me haber vermeye gitmişti. Annem duyunca hırsından kıpkırmızı oldu ve
beni odama kilitledi. Ağlıyan Yasemin'i evine götürdü. Öğrendiğime göre,
iki anne uzun uzun konuşup dertleşmişler, üstelik akşam eve gelen koca­
larına da bu 'utanç verici' olayı anlatmışlar. Sonuç olarak Yasemin'le be­
nim beraber oynamamız bundan böyle yasaklandı." (61). İki cinsin birlikte
oynamasının sadece kentlerde değil köylerde de hoş karşılanmadığı görü-

120 ÇOCUKLUKTA AşK VE CiNSELLiK


lüyor. Muallim Vahit (1934), Anadolu'da kız ve erkek çocukların oyunları­
nın belirli bir yaştan itibaren ayrıldığım belirtiyor. 1941 Kastamonu do­
ğumlu Nail Tan (1990), "Köyümüzde kız çocukların erkek çocuklarla bir
arada oynadıklarım hemen hemen hiç görmedim" (17) diyor. Burada asıl
engellemenin kız çocuklara yönelik olduğunu belirtmek gerek. Kız çocuk­
ların oğlanlarla evcilik ya da bebek oynaması yalnızca yetişkinlerce değil,
bazen yaşıtları olan erkek çocuklarca da engellenir. 1915 Konya doğumlu
Sami Gürtürk (1991), "Bir gün orada, yuva kurduk, ana-babacılık oynuyor­
duk. Bir teyze gelip bizi azarladı. Yaptığımızın ayıp olduğunu söyledi. Bu
yüzden o tür oyunları da yasakladım kızlara" (24) diye anlatıyor. 1951 do­
ğumlu Nedim Gürsel de (2004), teyzesinin kendisinden birkaç yaş büyük
kızlarıyla keçi damında "iğnecilik" oynarken yakalanmaktan ve cezalandı­
rılmaktan korktuklarım söylüyor: "Gizlice içeriye süzülür, karanlıkta birbi­
rimizin kıçını çimdiklerdik. ( ... ) Çimdiklemekten çok çimdiklenmekten
hoşlandığım için, iğneci rolünü hep onların oynamasını istiyordum. Tır­
naklan da pek uzun, üstelik ojeliydi. kaba etleriyse yumuşak. Damın karan­
lığında bile öyle güzel. sütbeyaz." (168). Gürsel, çocukluktan çıkıp ergenli­
ğe adım attığında da başka kızlarla daha ileriye götürdüğü "yasak oyunlar"
oynadığım belirtiyor.
Erkek çocuğun sünnetinde de cinselliği çağrıştıran öğeler söz konu­
sudur: her şeyden önce, sünnet işleminin cinsel organ üzerinde gerçekleş­
tirilmesi, sünnetin erkek çocuğun artık yetişkinliğe geçişi olarak görülme­
si, sünnet işleminin kadınlar tarafından da izlenmesi ve ödüllendirilmesi
vb. Atıf Yılmaz (2002) sünnetinin gecikmesinin sıkıntısını yaşamış: " Sanı­
nın on bir on iki yaşlarındaydım, kendimden büyük komşu kızlarım kuy­
tuda yakalayıp öpüp sıkıştırırken birdenbire karşıma çıkan sünnet olayı, ba­
na göre bütün cazibemi ve itibarımı iki paralık etmişti." (13). Çetin Altan
(1992) sünnetten önce evdeki evlatlık kızlarla iddiaya girmiş: "Bağırmaya­
cağım, diye efelenelim. Ama bağırmamak elde değildi.n (60). Filiz Ali
(1997) erkek çocuğun sünnet olmasının kız çocuğun gözündeki anlamını
soruşturuyor: "Bizim komşu Saniye Hanımın oğlu da sünnet olunca bu
sünnet konusu iyice canımı sıkmaya başlamıştı. Oğlanların pipisi olduğu­
nu biliyordum da neden kesildiğini ve neden pipisi kesildi diye düğün der-

ANILARDAKI AŞKLAR 121


nek yapıldığını, bir de üstelik kendilerine kol saati, dolmakalem ve hatta bi­
siklet gibi pahalı armağanlar alındığını hiç mi hiç anlamıyordum." (104) .
Malik Aksel (1977) Bursa'daki eski sünnet geleneklerinde kendini gösteren
cinsel öğeleri vurguluyor: "Asıl düğünde ilgi çeken sünnet çocuğu değil de
oyun oynayan kızlardır. ( ... ) Bir inanışa göre ilk gece çocuğun uyumaması
gereklidir. Onun için böylece çocuk uyutulmuyor, eğlendiriliyor. Oyuncu
kız bu çocuğa bütün dişilik hünerlerini gösterir ( ...) " (366). Anadolu' da yay­
gın olan bir sünnet geleneğini de Raif Kaplanoğlu (2001) belirtiyor: "Kesim
sırasında, çocukların anneleri, çocukların canı acımasın diye oklavayı iki el­
le sürekli çevirirler." (88). Oklavanın erkeklik organını (fallus) temsil ettiği
çok açıktır. Öte yandan, yeni doğmuş bebeği emzirmeden önce lohusanın
memelerini "bakire" bir kızın yıkaması, bebeğe bir bakirenin diktiği göm­
leğin giydirilmesi, sünnet olacak çocuğun eline sadece tek nikah geçirmiş
bir kadının kına yakması gibi örnekleri de örtülü erotik anlamlan açısın­
dan incelemek gerekir.

ÇOCUKLUK AŞKIA.RI
Anılarında çocukluk aşkını "İlk Aşk" ara başlığıyla veren Aziz Ne­
sin (1969), "Tohum halinde bile olsa, ilk aşkı bu kıza duydum" (322) diyor.
Ancak Aziz Nesin, bu ilk aşkıyla ilgili bilgiler vermekten çok, anımsanan
duygular ve kişiler üzerine çözümlemeler yapmayı yeğliyor: "Anılarımızda­
ki duygular, ansıdıklanmız başkaları değil, gerçekte başkalarında yansımış
olan kendimiziz; eski günleri ansıyorsak, yine kendimizi ansıyoruz demek­
tir. Çocukluğumuzun sevileri bile, yine kendimizi sevmemizden başka ne­
dir? .. " (323). Mutlu bir çocukluk yaşamadığını belirten Aziz Nesin gene de
kısa süreli, parçapürçük mutlulukları olduğunu söylüyor: "Bu mutlulukla­
rın en güzeli Feride'yle olan arkadaşlığımızdı. Onunla ayrılmaz gibi olmuş­
tuk. Hemen bütün gün birlikteydik. Bu yakınlıkta, elbette cinsel bir duygu
da vardı, ama bu en küçük belirtisiyle bile dışa vurulamamış, davranış ve
söze geçmemiş, kendimizden bile gizlediğimiz bir duyguydu. Daha çok,
uyanmamış, çocuksu bir cinsel duyguydu ve biz bu tohum duyguyu çevre­
liyen sisli, buğulu bir dünyada dolanıyorduk. Doğrusu ben, cinsel konular­
da hemen hiçbir şey bilmiyordum. Ama bir merak da vardı içimizde ... "

122 ÇOCUKLUKTA AŞK VE CiNSELLiK


(331). El ele kır gezintileriyle, denize birlikte çırılçıplak girişlerle gelişen bu
aşk bir yaz serüveni olarak çabucak sona erer.
1889 doğumlu Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun (1986) ille aşkı an­
nesinin arkadaşı olan genç bir kadındır; bu kadına babasının da aşık olma­
sı bu çocukluk aşkını daha da anlamlı kılıyor: "Onun bizim evimize niçin
sık sık geldiğini, bizde oturduğu müddetçe beni dizinin dibinden niçin hiç
ayırmadığını; uzun, ince parmaklı eliyle başımı okşayarak bana her vakit
'minimini kocacığım' dediğini de bilecektim ve içimden babama karşı ta ge­
rilerden gelme bir kıskançlık duyacaktım. Zira, o ihtişamlı, o dilber prenses
benim ille cananım, ille aşkımdı. Onu ben, annemi, ninemi sevdiğim gibi de­
ğil, büsbütün başka bir his, büsbütün başka bir hayranlıkla adeta bir puta ta­
parcasına seviyordum. İri süzgün bakışlı gözlerinden, duru esmer tenin­
den, pırlantalar, zümrütler, yakutlarla pırıl pırıl pırıldayan ince, uzun par­
maklarının uçlarına kadar yalnız vücudunun her teferruatına birer mucize
gibi kendimden geçerek, bakmakla kalmıyor; giydiği fıstanların enseden
kallak, gerdandan açık Medicis yakalarından tutun da İkinci Anpir etekleri­
nin kıvrımlarına, dalgalanışlarına kadar giyim ve kuşamının en ince husu­
siyetlerini de hayran hayran seyrediyordum . O bizde bulunduğu müddetçe
artık ne oyun, ne oyuncak, ne yemek ne içmek. .. hep ayaklarını koyduğu pu­
fun kenarında gözlerim ona dikilmiş talimli bir Fino köpeği gibi büzülüp
otururdum. Prenses arada bir, davudi sesinin en sıcak, en yumuşak perde­
leriyle etekleri kadar uzun bir kahkaha salıverir: 'A dostlar, bu çocuk insana
adeta bir erkek gibi bakıyor.' derdi. Ben bu sözün manasını pek iyi anlaya­
mamakla beraber utanıp başımı önüme eğerdim ve onun kalkıp gideceği sa­
ate kadar öyle kalırdım. Nihayet, akşama doğru, güzel Prenses saçlarımın
arasında, avuçlarımın içinde, yanaklarımın üstünde ve salondan bahçe kapı­
sına kadar bütün evin havasında saatlerce uçup gitmesini bilmeyen bir pud­
ra ve lavanta kokusu bırakarak kalkıp giderdi.n (73-74).
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun bir çocukluk aşkı daha olmuştur:
Manisa'da kiraz yaylalarına çıktıklarında tanıdığı oyuncakçı Aşık Meh­
met'in kızı Hatice: "Hatice, uzun lepiska saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli ve
dişleri sedef taneleri gibi hoş ve güzel bir kızdı. Yaşı on üçle on beş arasın­
daydı sanırım. Bütün günümüzü, kiraz ağaçlan altında bir yaşta iki oğlan

ANILARDAKİ AŞKLAR 123


çocuğu gibi türlü masum yaramazlıklarla geçirdiğimiz halde, yan karanlık­
ta yan yana yathğımız zaman aramızda tuhaf bir hal hasıl olurdu. O, bana
küçük bir anne muamelesi yapmağa, ben ise ona karşı bir büyük adam şef­
kati duymağa başlardım. Onu, kollanın arasına alıp öpmek, okşamak ister­
dim. Fakat bir türlü cesaret edemezdim; tatlı bir ıstırab içinde kıvranır du­
rurdum. Saatlerce gözüme uyku girmezdi ve nihayet uyuyup kalınca onu
düşümde görürdüm. Nasıl görürdüm? Şimdi pek iyi hatırlamıyorum. Ha­
tırladığım bir şey varsa sabahleyin gözümü açtığım zaman kendimi çok de­
fa ona sokulmuş ve güneşin ille ışıklarını onun saçlarında seyre dalmış bul­
mamdır." (119-120).
Karaosmanoğlu'nun gerek "güzel Prenses"e, gerek Hatice'ye olan
aşkındaki bedensel, cinsel öğeler dikkati çekecek kadar belirgindir. Daha
küçük yaşta yaşanan birinci deneyimde babaya duyulan kıskançlığın da ol­
ması akla hemen Oedipus karmaşasını getirir. Baba, genç kadına olan aş­
kını çağın eğilimine uygun olarak "birkaç aşk mektubu müsveddesi" ve şi­
ir denemesiyle yatıştırmıştır: "Hiç şüphesiz, babam da bu kokulan kokla­
mıştı; bu kahkahaları işitmişti; o uzun eteklerin hışıl hışıl dalgalanışlarını
görmüştü. O Medicis yakasının yarıya kadar açık bıraktığı gerdanı seyret­
mişti; kendini o süzgün bakışların en süzgününe kaptırmıştı ve işte bütün
bu güzelliklerin, bu zerafetlerin, bu tatlılıklann füsunuyla haşır neşir ola­
rak, kimbilir ne kadar inceleşmiş, ne kadar rakikleşmiş ve nasıl bir hayal ve
heyecan bölgesine yükselmiş ki, hislerini ifade için hergün kullandığı dili
kafi bulmayarak şairin tanrısal lehçesine başvurmuştu." (73). Karaosma­
noğlu'nun ikinci çocukluk aşkında -cinsel bir boyutu olmakla birlikte­
tam anlamıyla idyllic bir yön vardır. Fransızca idylle sözcüğü konusunu
kırsal yaşamdan alan kısa aşk şiiri anlamına gelir; bu aşkın en önemli özel­
liği temiz, iffetli, sevecen olmasıdır (l'amour tendre). Karaosmanoğlu'nun
betimlemesinde de bu açıkça görülür: "Belki ben, yalnız ·bunun içindir ki,
iki üç kiraz mevsimi yaylada geçirdiğim birkaç günü çocukluğumun en tat­
lı günlerinden sayıyorum. Evet, o ıssız dağın, o bakımsız kiraz bahçeleri­
nin, o tekin olmayan pınarların perisi belki bu güzel kızdı. Belki o dağı be­
nim gözümde şenlendiren, o bahçeleri cennetleştiren, pınarları korkusuz
ve munis kılan H atice'nin pırıl pırıl gülüşleri, pırıl pırıl bakışlarıydı. Nite-

124 ÇOCUKLU KTA AŞK VE CiNSELLiK


kim, o vakit böyle bir büyüye kapılmış olacaktım ki, büyüklerin 'Baktım ak
mı, kara mı?' yahut 'kara mı ak mı?' haykırmağa gittikleri Yankıkaya'ya kaç
defa korkmadan tek başıma gidip içimden evvela 'Hatice benim .. .' derdim,
sonra avazım çıktığı kadar 'Olacak mı? Olmayacak mı?' diye bağırırdım.
Kaya kah 'Olacak' kah 'Olmayacak' cevabını verirdi. Bazen Hatice arkam­
dan koşup yetişir 'Ne olacak? Ne olmayacak?' diye beni sorguya çekerdi. O
zaman, tuhaf bir utanca düşüp şaşırır, başımı önüme eğerdim. Heyhat;
Hatice hiç kimsenin olmadı. Bir korkunç kaza, bir müthiş felaket onu alıp
götürdü ve bu felakete de babası sebep oldu." (120).
1897 İstanbul doğumlu Hasan Ali Yücel (1990) çocukluk aşkını,
"Dil çocuk olabilir, gönülün yaşı yoktur" diyerek anlatıyor. "Mektebe gitti­
ğim günler, yolda, sınıfta hep aklımda Hayriye vardı. Ne Laleli'deki Yolge­
çen Mektebi'nde, ne de Topkapı'daki Taşmektep'te arkadaşlık ettiğim arka­
daşlarımdan hiçbiri, bana bu kadar yakın, bu kadar kendini aratıcı olmamış­
tı. Amme cüzünün sahifelerinde onun siyah gözlerini, kurumaya başlanuş
kırmızı gül rengindeki dudaklarını görüyordum. İyi bir yemek, güzel bir ye­
miş olsun, bir kolayını bulup ona tattırmadan bir türlü içim rahat etmiyor­
du. İçim rahat etmiyor da ne demek? Hiçbir iyi şey onsuz boğazımdan geç­
mez olmuştu. Her zaman iki örgü yapıp iki omuzundan bıraktığı kol gibi
kalın, gür saçlarını okşayan ellerim, o zamana kadar bilmediğim uyuşturu­
cu bir hisle titriyordu. Hayriye de bundan öyle hazzediyordu ki, kendini be­
nim masum oyunlarıma büsbütün bırakır, küçük yaşlarda karıştırdığım
oyuncaklar gibi elimin altında mukavemetsiz bir teslimiyetle sakin ve mem­
nun, daha neler yapacağımı beklerdi." (78). Yücel'in daha sonra ilgilendiği
bir kız daha vardır: "Bu sırada karşıki ahşap evin kapısı açıldı. İçeriden biz­
den biraz büyük bir kız çıktı. Bana doğru yürümeye başladı. Yanıma yakla­
şan her adımını attıkça yüreğim ağzıma geliyordu. Bembeyaz, çıplak ayakla­
rında takunyalar vardı. Boynunu yana bükerek, gözleriyle yerlere bakarak,
bol, basma entarisinin içinde narin, yosma vücudunu sağa sola kırarak ba­
na: -Küçük bey, sen de uçurtma uçurtmaya mı geldin? diye sordu. Ben da­
ha cevap vermeden yere bakan gözlerini birden kaldırdı, ta gözlerimin içine
san, kedi gözleriyle bakıp demez mi: -A, küçük bey, senin ne güzel yeşil ye­
şil gözlerin var? Bir utanayım, bir sıkılayım!.. Gümüşsuyu'ndaki bizim Hay-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 125


riye kız hiç böyle şeyler söylemezdi. Bendeki bir şeyin böyle açıktan açığa be­
ğenildiğini duymanın lezzeti, hazzı içinde eriyor gibi idim.n (101-102).
1909 doğumlu Samet Ağaoğlu (2003), "yaşam maceramda ilk aş­
kımdın dediği ve hiç unutmadığı aşkını çocukluğunda yaşamış: " Sevimbi­
ke hayabmın ilk kız arkadaşı. Evlerimizin bahçeleri arasındaki kapı, iki ai­
le kadınlan şu veya bu dargınlıkla kapamadıkça açık dururdu. Sabahlan bü­
yük çocuklar okullarına gidip ev halkı da işlerine dalınca Sevimbike'yle bu­
luşurduk. Şimdi yüzünün biçimini, gözlerinin rengini, sesini hemen he­
men hiç hatırlamıyorum. Hafızamda kalan, teninin beyazlığı ile saçlarının
kokusu. Bu kokuyu canımın sıkıldığı, ruhumun karardığı zamanlar hep
duyanın. Nasıl olduğunu anlatması güç. Diyebileceğim şu: Bu koku benim
için bir yandan arzunun, bir yandan aşkın ilk işareti. Kokladığım her kadı­
nın saçlarında, şiddeti değişik olmakla beraber onu duydum.n (25). 1912 İs­
tanbul doğumlu Adnan Ergeneli (1993) dokuz yaşında yaşadığı aşkı anlatı­
yor: "Tam karşımızda da Celal Bey diye birisi otururdu. Celal Bey'in ben­
den küçük Bedia adında bir kızı vardı. O kızı çok beğeniyordum. Galiba o
da benden hoşlanıyordu ve kız yedi, ben dokuz yaşında, adeta birbirimize
aşık olmuştuk. O yaştaki çocuklarda meydana gelen böyle karşılıklı sempa­
ti duygusunun nasıl oluştuğuna şimdi hayret ediyorum. Ben gayet temiz
giyinir, saçımı tarar, dışarıya çıkardım, o da balkona çıkıp beni seyreder,
birbirimize bakışırdık." (122).
Çocukluk aşkından söz eden ender kadın yazarlardan biri 1916 İs­
tanbul doğumlu Mina Urgan (1998). Urgan, "Bir kız çocuğu değil, bir er­
kek çocuğuydum" diyor: "Ne var ki, on iki yaşından önce de kız çocuğuy­
dum aslında. Çünkü dokuz yaşındayken, kırkında bir adama fena halde
aşık olmuştum. Bizler gibi, yazlan Büyükada Yat Klubü'nde oturan, saçla­
rı kırlaşmış, koyu mavi gözlü, çok yakışıklı bir Yahudiydi. Çevresinde da­
ireler çizerek dolanır, ona uzaktan bakıp dururdum. Adam da beni pek se­
verdi. Yaklaşıp kucağına almak isteyince, suçluluk duygulan içinde ağlaya­
rak kaçardım yanından. Öyle bir bunalım içindeydim, öyle derin aşk acıla­
rı çekiyordum ki, durumun farkına varan Şefıka, sonralan bana söylediği­
ne göre, o yaz, her zaman olduğundan daha önce Şişli'deki apartmana ge­
ri dönmemizi ayarlamıştı." (141-142).

126 ÇOCUKLU KTA AŞK VE CİNSELLİK


Küçük çocukların yaşça büyük genç kızlara ya da kadınlara aşık ol­
masının örneklerini 1917 doğuınlu Cahit Kayra da (1995) veriyor: "Ben Ha­
sanpaşa'daki anaokuluna, şimdiki deyiınle yuvaya giderdim. Okulu benim
ebem olan hanımın kızı, genç bir Habeş hanım yönetirdi. Belki ille sevgi­
lim. Genellikle erkek çocuklar küçük yaşta öğretmenlerine bilinçsizce ama
çok haklı bir sevgi ile bağlanıyor. Bu sevginin içinde yalnız karışık bir seks
duygusunun değil, bilinmeyen bir dünyadan korkmanın ve güvenilecek bir
insana bağlanmanın haklı duygulan da olmalı." (26-27). Cahit Kayra ikin­
ci çocukluk aşkını ablasının arkadaşına duymuş: "Bu sıralarda ikinci ve gi­
zeınli aşkımı yaşadım. Yakacık'a yazlığa çıktığımızda gördüğüm Hikmet
Hanım. Mediha'nın arkadaşıydı. Bana sonradan anlabldığına göre verem­
di ve birkaç yıl sonra dünyadan ayrılacaktı." (32) . Kayra'nın dikkatini çeken
başka bir genç kız daha var: "Bir de uzak akrabadan Lutuf adındaki genç kı­
zın çok güzel yüzü gözlerimin önüne geliyor. Alımlı ve o zamanın değer­
lerine göre biraz başına buyruk, söz dinlemeyen bir kız. O yıllarda daha
plajlar açılmamıştı sanırım. Ama yine de Lutufun denize yüzmeye gittiği
söylenirdi." (32). Nedim Gürsel (2004) arkadaşının annesine aşık olmuş:
"Komşumuz Uncu Bekir Bey'in oğlu, en yakın arkadaşım Ömer'in annesi­
ne de o yaz aşık oldum. Kızıl saçlı, ince uzun, akça pakça bir kadındı. Ak­
hisar'da gördüğüm diğer kadınlardan çok farklıydı." (169).
1926'da İstanbul'da doğan, çocukluğunun bir bölümü Edime'de ge­
çen Çetin Altan (1992) üç çocukluk aşkından söz ediyor: "Bunlardan biri
Zübeyde'ydi. Zübeyde on sekizinde, hafifçe boyanmaya başlamış bir aile
dostunun kızıydı. O eve geldiği zamanlar, gıkım çıkmadan yanına sokulur,
kucağına oturur ve gitmesini hiç istemezdim.'' (19). Yirmi beş- otuz yıl son­
ra Zübeyde bir gün eve gelir ve kendisini tanıyamadığı için ona sitem eder:
"-Ah ah vefasız, sen üç buçuk yaşındayken, ben senin ilk aşkındım, demiş­
ti." Çetin Altan'ın yorumu öneınli: "Bir genç kız on sekizinde, bir çocuk sev­
gisinin aşka dönüştüğünü öyle bir anlar ki ... " (19). Çetin Altan ikinci çocuk­
luk aşkını Mürşide ile yaşıyor: "Onun yaşı sekiz yahut ondu. Bir komşumu­
zun kızıydı." (19). Altan, ikide bir küsen, sonra barışan Mürşide'nin davra­
nışını şöyle yoruınluyor: " Kedi yavrularının yumakla oynayarak fare yakala­
ma talimi yapmaları gibi, kız çocukları da galiba daha o yaşlarda, güçlerinin

A N I LARDAKİ AŞK LAR 127


yettiği erkek çocuklarıyla kendilerini bilemeye kalkıyorlardı." (20). Çetin Al­
tan, "Üçüncü aşkım düpedüz seksüeldi" diyor: "Evde aylığı üç liraya çalışan
ve bana bakmakla da yükümlü olan albn dişli Fatma, evde kimsenin olma­
dığı bir sırada beni oturağa oturturken, rahat bir dişilikle bana ilk seksoloji
dersimi vermiş ve anatomik olarak da, neremin ne işe yarayacağını elinin
usta dokunuşlarıyla göstermişti. Bütün vücudumdan bir zevk ve lezzet
elektriği geçmişti." (20). Altan daha sonra hep Fatma ile baş başa kalmaya
çalıştığını, ailesi evden çıktığında Fatma'nın karşısında çırılçıplak soyundu­
ğunu ve kendini onun okşamalarına bırakbğını, buna karşılık Fatma'nın so­
yunmayı kabul etmediğini anlabyor. Çetin Altan, insan yaşamının, idyllic,
"flörtümsü" ve "cinsel okşamalı" olarak adlandırdığı bu üç aşk tutkusunun
çemberi üzerinde geliştiğini söylüyor.
1926 doğumlu Halit Kıvanç da (Engin 2003) ilk aşkını ilkokulda ya­
şamış: "Şimdi, ilk aşk ilkokulda ... Hatta geçenlerde eski fotografları karış­
tırırken baktım, ilkokulda, bir kenarda bir kız, kısa saçlı... Kızın ismi Le­
man'dı gibime geliyor. Çünkü annemin adı Leman olduğu için sempati
duymuştum sanki kıza. İlk beğendiğim kız oydu. İlkokul 5. sınıfta ... Uza­
ğından bakıp 'Ay ne hoş kız' demiş olduğumu hala bile hatırlıyorum. Bü­
tün aşkım da bu kadardı işte!" (65). Geçmişte ilk aşklar genellikle "plato­
nik" olmaktadır; habersizce ilgilenmek, uzaktan sevmek biçiminde. Daha
büyük yaşlarda bile bu platonik özelliğin sürdüğü görülür. Halit Kıvanç an­
latıyor: " İlk aşk olarak mahallede bir iki kızla yan yana gelip konuştuk; bir
ikisiyle sinemaya falan gittik. ( Ve orada el ele tutuştunuz ..) Tam değil. Me­
.

sela filmin ilk yansında elini bile tutmadım. 'Aaaa bak hemen... Ne kadar
açgözlü' demesin diye. Yani böyle platonik dönemler oldu. Bir de tanıştığı­
mız bir ailenin genç bir kızı vardı. Onu çok beğenirdim. 'İşte benim evle­
neceğim kız bu' diyordum. Kızla bir kere bir yerden bir yere böyle on daki­
ka yürüdük. Yolda imalı üç beş laf söyledik, hepsi buydu." (67).
1926'da İstanbul'da doğan Şirin Devrim'i (2003) heyecanlandıran
ilk erkek bir Levanten: "Taksim Bahçesi'nde birlikte oynadığım Sarika ve
Nadia Burla'nın yanı sıra bir de Badetti adında Levanten bir arkadaşım var­
dı. Her karşılaştığımızda kıpkırmızı kesilmesinden, benden hoşlandığı an­
laşılıyordu; benim yanaklarıma da bir anda al basması, herhalde onun duy-

128 ÇOCUKLUKTA AŞK VE CİNSELLİK


gulanna yeterli cevap sayılırdı. Ezeli ebedi aşkım olan Suat dayımı saymaz­
sak, Badetti yüreğimi pır pır ettiren ilk erkekti." (22). Devrim'in on yaşın­
da yaşadığı bu ille aşkından kalan en önemli anının ondan kaptığı kızamık
hastalığı olduğu anlaşılıyor.
1931 İstanbul doğumlu Talat Halman (Birgül 2003) çocukluk aşkı­
nı ilkokulda akrabası olan yaşıtı bir kızla yaşamış. Bu ilk aşk on sekiz yaşı­
na kadar sürmüş: "O da benden hoşlanırdı. Ben de ona çok, çok sevgi du­
yardım. Onurıki gerçek bir aşk mıydı bilmiyorum. Ama çok yakın, çok ilgi­
liydi. Özellikle ben koleji bitirdikten sonra, Amerika'ya gitmeden hemen
önce çok yakın temasımız oldu. Ondan önce mektuplaşırdık. Çok güzel
mektuplar yazardı." (95).
Anı kitabında "Çocukluk Aşklarım" başlıklı bir bölüme yer veren
tek yazar 1932 Mersin doğumlu Uğur Ersoy (1997). Ersoy, çocukluk aşkla­
rının aşk sayılıp sayılmayacağını tarhşıyor önce: "Çocukluk aşkları genelde
daha kısa olur, çocuklar daha kolay unuturlar. Bunu yadırgamamak gerek.
Ben sona eren aşkları kınlan kemiğe benzetirim. Çocuklarda kemik çok kı­
sa sürede kaynar." (26). Ersoy, çocukların genellikle kendilerinden yaşça
büyük olanlara aşık oldukları kanısında; kendisinin ilk aşkı da böyle olmuş:
"İlk aşık olduğumda sanının altı yaşındaydım. Aşık olduğum kadın, ben­
den en az otuz yaş büyüktü. Sevgilim, annemin arkadaşı ve polis müdürü­
nün eşiydi. Adını anımsamıyorum. Sarışın, mavi gözlü, alımlı bir hatundu.
Bu hanım bize geldiğinde, ben odanın kapısını aralar, büyük bir hayranlık­
la onu saatlerce seyrederdim, bıkmadan usanmadan. Bunu gören annem
kızar, yaptığımın ayıp olduğunu söyleyerek beni azarlardı. Ama hiçbir güç
beni o kadını seyretmekten alıkoyamazdı. Zaman zaman kapıyı biraz fazla
araladığım olurdu. Annem karşıdan beni görür, kapıyı kapatmamı işaret
ederdi. Ben bu durumda gemi azıya alıp, bir elimi kalbimin üstüne koyar,
gözlerimi yumarak adeta, 'Ne yapayım, ben bu kadına vuruldum.' demek
isterdim.'' (27). Bu ilk aşk, polis müdürü kocanın yan şaka yan ciddi kor­
kutmasıyla son buluyor. Ersoy ikinci aşkını altı yıl sonra yaşıyor: "İkinci
kez aşık olduğumda sanının 12 yaşındaydım, yıl 1944. Tarsus Amerikan
Koleji'ndeki ilk yılım, hazırlık sınıfındayım. ( ... ). Bir Pazar günü Tüccar
Klübü'nde Greta ile karşılaştım. Sanının bir çocuk programı vardı. Greta,

ANI LARDAKI AŞKLAR 129


Gazipaşa İlkokulu'nda son sınıf öğrencisiydi. Beyaz tenli, dalgalı saçlı, an­
lamlı ela gözlü, güzel bir kızdı. Bakışları inanılmaz derecede etkiliydi. Bir­
den içimde birşeylerin kaynadığını hissettim. Greta tehlikeli de.değildi, ya­
ni ilk aşkım gibi evli değildi! Aynı anda bizim Acar, Greta'nın arkadaşı Fe­
ride'ye, Galip de adını anımsamadığım bir kıza vurulmuş. Pazartesi günü
okula döndüğümüzde tek konumuz vardı, kızlar. Ben mutluluktan uçuyor­
dum, çünkü Greta'nın bana pek anlamlı baktığı kanısındaydım. Ben bunu
söylerim de onlar hiç geri kalır mı? Meğer onlara da kızlan pek anlamlı
bakmışlar! O dönemde bırakın çocuk aşkında, büyüklerin aşkında bile bir
bakış, hele anlamlı bakış çok önemliydi. Sevdiğini pencereden şöyle bir
görmeye razıydı zavallı deli.kanlılar. Hele kız ona gülümsemişse, dünyalar
onun olurdu." (29-30). Ersoy'un mektup aracılığıyla gelişmesi beklenen bu
ikinci aşkı da anlayışsız bir okul müdürünün onur kıncı müdahalesiyle so­
na eriyor. Üçüncü aşk ortaokul sıralarında: "Üçüncü aşkım bir Musevi kı­
zıydı, Viktorya. Viktorya, siyah saçlı, beyaz tenli, uzun boylu, güzel bir kız­
dı. Viktorya ile nasıl tanıştık, tam olarak anımsamıyorum. Sanırım bizim
evin önündeki arsada birlikte futbol oynadığımız ağabeyi aracılığı ile tanış­
mıştım. Ben o sıralarda ortaokul üçüncü sınıftaydım. Viktorya oldukça ser­
best davranan bir kızdı. Sık sık bizim eve gelirdi. Annem de onu çok sem­
patik buluyordu. Bize geldiğinde onu odama alırdım. O yıllarda bu genel­
de çok yadırganacak bir davranıştı. Aileler bir kızın tek başına eve gelip
oğullan ile odaya kapanmasına kesinlikle izin vermezlerdi. Ama annem
bunu doğal karşılıyordu. ( ... ) Annem bize pasta ile birlikte limonata veya
çay getirirdi. Genelde beş dakika oturur, sonra bizi yalnız bırakırdı. Viktor­
ya'ya bayılıyordum. O da benden hoşlanıyordu. Nedense bir korku girmiş­
ti içime, ona bir türlü duygularımı açamıyordum. Reddedilmekten ödüm
patlıyordu. Zamanla onun bana biraz açılmasını bekliyordum! Belki de o
çocuk aklımla ilişkinin bu düzeyde sürmesi bana daha romantik geliyor­
du." (33-34). Ersoy'un bu aşkı da sevdiği kızı ağabeyine kaptırmasıyla bek­
lenmedik bir biçimde son buluyor. Ersoy'un bu üç çocukluk aşkının dışın­
da, bir de onu beğenen bir genç kıza ilişkin öyküsü var: "Madam Şaşati.'nin
kızı Madlen esmer güzeliydi. Ben en çok onu severdim ama bu genç kızın
bana, 'Uğur Efendi, sen beni alacaksin?' diye takılmalarından çok utanır-

ÇOCUKLU KTA AŞK VE (İNSELLİK


dım. Sanının o zamanlar dört beş yaşlarındaydım. Laf aramızda, bu güzel
kızın bana yaptığı evlenme teklifinden gurur duyar, mutlu olurdum.
Küçücük yaşıma rağmen Madlen bana pek çekici gelirdi!" (53).
1935 İstanbul doğumlu Tülay Gennan (1996) ilk aşkını Ankara'da
başladığı ilkokulda yaşamış: "Okula başlayalı üç hafta olmuş. Dün akşam
yemekte, annem söyledi. Öyleyse, tam üç haftadır, her gece rüyamda Ok­
tay Sinanoğlu'nu görüyorum. Oktay Sinanoğlu bizim sınıfta, ı-B'de. ( ... )
Sınıfta herkes Oktay'ı sevdiğimi anladı. Oktay'dan başka!.." (17). 193fte İs­
tanbul'da doğan Türkan Saylan (Saçlıoğlu 2004) ilk aşkını mahallede
yaşamış: "Yedi yaşındaydım daha. Mahallede kıvır kıvır saçlı, Gündüz adın­
da bir çocuk vardı. Sanırım, çaktırmadan ona aşıktım." (40). 1941 İstanbul
doğumlu Emre Kongar da (2002) aşkı ilkokulda tanıyor: "Balipaşa il­
kokulu'nda aşk: Öğretmenin kızı Serpil, aynı sınıfta. Herkes, birbirlerine
aşık olduklarını söylüyor. Oysa yapılan, yalnızca omuza atılmış kollar bir­
birine dolanmış olarak okul bahçesinde gezinmek ve konuşmak. (Peki ya
Vahdetttin'in köşkündeki Nüket? Acaba daha önce mi, daha sonra mı?
Bilemiyor ki. Anılar okulda olduğu ve üçüncü sınıfta başka okula gittiği
için, bu olayın yılı ve yaşı belli. Köşkteki ise belli değil.)" (57).
1938 İstanbul doğumlu Mehmet Güleryüz'ün (Sönmezay 2004) il­
kokuldan önce de, ilkokulda da aşkları olmuş: "Aynı yıl Yurdagül'e aşık ol­
dum. Beş kuruşluk küçül< bir defter aldım. 'Sevgili Yurdagül, Senin acı
sözlerin beni mecnuna çevirdi .. .' diye tam şiire başlamışken ablama
yakalandım. Çok utandım ve ondan sonra ömür boyu hiç şiir yazmadım.
(46). Beş-altı yaşlarımdan bir anı var. Çok utandığım için hatırlıyorum.
Büyill<babarnlar Bostancı'da, Çamlık denen yerde tek katlı ahşap bir evi
yazlık olarak tutmuşlar. Herkes akşam yemeğindeyken, şimşirlerin arasın­
da, labirent gibi bir bahçede dolaşıyorum. Benim yaşlarımda bir kız
çocuğuyla rastlaşıyoruz. Kendimi prens olarak hayal ettiğim için ona şun­
ları söyleyiveriyorum: 'Eğer buralarda yalın ayak başı kabak bir çocuk
görürsen bana haber ver! Seni korurum!' Söyler söylemez çok mahçup
oluyorum. ilkokulda da sevgilim var; Filiz bizim sınıfımızda, doktor gen­
eralin kızı. Ben yatılıyım, Filiz gündüzlü. Biz terk edilmiş çocuklarız, onlar
özen gösterilen çocuklar. Evlerinden toplanıp tek atlı arabalarla okula

AN 1 LAROAKİ AŞKLAR 131


getiriliyorlar. Filiz çok güzel; san düz saçları var. Hem de sınıf birincisi.
Güzel bir ilkbahar günü, Göztepe Çimenzar'a geziye gidiyoruz. Arkadaş­
lar, tren köprüsünün karşısındaki beyaz köşkte oturduğunu söylüyorlar.
Müthiş bir burukluk hissediyorum. Onunla konuşma cesaretini tamamen
kaybediyorum. Ama yine de hayallerimde hep Filiz var. n (61).
1949 İstanbul doğumlu Selim İleri (2002), "İlkokulda iki defa aşık
oldumn diyor: "İlki, Terez'di, babası İtalyan, annesi Musevi. Terez'in ille
yanına oturmak isterdim. ( ... ) Onu göremediğim zamanlar derin bir acı
duyuyordum. Her an onu düşünürdüm.n İleri, bu aşkın "sessizce" bit­
tiğini, beşinci sınıfta Sema adlı bir kıza aşık olduğunu söylüyor: "Terez'in
bana az buçuk zaafı vardı, ama Sema hem var hem yok gibi davranıyor, bu
da beni çıldırtıyordu. ( ... ) Sema'ya aşkımı ilan etmiştim. ' Hayır, hayır! Böy­
le bir şey olamaz!' Adeta şuh bir edayla beni bırakıp gitmişti." (37-38).
İlk aşklarını ilkokul yıllarında yaşayan anı yazarlarından biri de
Müjdat Gezen (2003). 1943 İstanbul doğumlu Müjdat Gezen çocukluk
aşklarını dokuz, on iki, on dört yaşlarında yaşamış: " İlk aşkım ilkokulda,
benim yaşımda bir kızdı: Serap. Esmer güzeli, boyu benden beş santim
uzun, alımlı, tatlı bir dokuz yaş güzeli. Onun alımsızı nasıl olur acaba?
Serap'la hiç konuşmadık. Başka sınıftaydı, ama aşkımdı. Sonra ben
büyüdüm ve manav çıraklığı yapmaya başladım yaz tatillerinde. ( ... ) . Dük­
kanın tam karşı sokağında sarışın bir kız vardı. Deliririm sarışınlara. On
iki yaşındayım, nasıl delirmem. Delikanlı sayılırız ne de olsa. Kızı devam­
lı keserim uzaktan. ( ... ) . Bir gün Saraçhane Parkı'nda oturuyoruz arkadaş­
larla. İlk kez blucinli iki kız gördüm. Biri esmer, biri sarışın. Sarışın olanı
gene benimki tabii. Ama aradan iki yıl geçmiş, bende de bıyıklar terlemeye
başlamış yani. En çirkin yaşlardayım. Sarı olanının adı Meral. İlk harbi
sevgilim. Yani elini tutabildiğim. O kadar. Zaten ne kadar olacaktı ki? ( ...) .
Mavi gözlü, inanılmaz derecede güzel bir kız var karşı kaldırımdaki 18
numarada. Bayılıyorum. İsmi Neşe. Dayımın oğlu Mehmet'in bisikletini
aldım, düştüm Neşe'nin peşine. Yanaşhm yanına. 'Merhaba,' dedim.
'Merhaba,' dedi. Laf yok arkadaş. Sonra ne demem gerekiyor?n (31-34).
Gezen yine ilkokulda "en büyük aşkının dediği Kadriye Öğretmen'i an­
lahyor: "1953 ya da 54 yılı. Öğretmenimiz hastalandı. Yerine vekil öğret-

132 ÇOCUKLUKTA AŞK VE CİNSELLİK


men geldi. Yirmili yaşlarda Kadriye Öğretmen. San saçlı, açık tenli çok
güzel bir genç kız. Ona aşık oldum. Okuldan çıktıktan sonra peşine takılıp
evini öğrendim. Altay'daki çeşmenin tam karşısındaki evin giriş kahnda
oturuyor. Her akşam okul çıkışı, Kadriye Öğretmen önde, ben arkada
yürüyoruz. O eve giriyor, ben çeşmenin taşına oturuyorum. Bazen bak­
kala çıkıyor. Benim en mutlu anlarım bunlar. Onu okul dışında önlüksüz
görüyorum." (46).
1 943 doğumlu Deniz Kavukçuoğlu (2002) iki çocukluk aşkı
yaşamış. Biri, on bir yaşındayken lstanbul'da Yeşilköy Pansiyonlu 11-
kokulu'nda: uonu çok beğeniyor, başka oğlanlarla oynarken gördüğümde
kıskanıyordum. Ama duygularımı ona belli edecek, gösterecek hiçbir şey
yapmamıştım. Hiç yakınlaşmamıştım... Yakınlaşamamıştım ... " (135).
Kavukçuoğlu ikinci çocukluk aşkını on üç yaşında Almanya'da yaşıyor.
Burada hem erinlik çağının başlarındaki bir erkek çocuğun bedeniyle ilgili
kaygılarına, hem de karşı cinse ilk kez bedensel olarak yaklaşmasına tanık
oluyoruz. uSüreyya iki yıl geride kalmışh... Ben de iki yaş büyümüştüm ...
On üç yaşındaydım arhk... Ama o eski sıkınhlanmı, çekingenliğimi, ürkek­
liğimi hala atamamışhm üzerimden... Beni böyle çekingen ürkek kılan
beğenilmemek, karşılık bulamamak, geri çevrilmek korkusu muydu? Evde
yalnız kaldığım zamanlar aynanın karşısına geçiyor, boyumu, yüzümü,
saçlarımı inceliyordum. Çirkin bir çocuk sayılmazdım, fakat çok sıskay­
dım. Boyum uzadıkça bacaklarım, kollanın, tüm bedenim daha da in­
celiyordu. Alh yıldır taşıdığım gözlük ise başlı başına bir sorundu!
Numarası arthkça, camlan kalınlaşıyor, gözlerimi küçültüyor, kalın, koyu
renk çerçevesiyle yüzümün neredeyse yansını kaplıyordu. Saçlarımla da
bir türlü baş edemiyordum. Sabahlan elimde fırçayla ne kadar uğraşsam
da istediğim şekli veremiyordum saçlarıma. Kızlar neremi, neyimi
beğeneceklerdi benim? Ama Heidi beğenmişti... Beğeniyordu... Bana
bakarken, gözlerinde yakaladığım o sıcaklığın bir anlamı olmalıydı. .. Bize
çağırdığımda hiç duraksamadan, 'Evet!' demişti. Beni dansa kaldırmış,
kolumu beline dolamışh. Elimi tutarken, nasıl da ter boşanmışh avuç­
larımdan ... Ama bırakmamışh elimi... Dans sırasında, 'Oturalım .. .' diyen
de ben olmuştum. Walter'le dans etmesi benim beceriksizliğim yüzünden-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 133


di... Ona değil, dans etmesini bilmediğim için kendime kızmalıydım... Ay­
rılırken küçük bir öpücük kondurmuştu yanağıma." (136).
Kavukçuoğlu'nun Heidi ile olan aşkı gitgide güçleniyor ve artık her­
kesçe biliniyor: " Kendimizi hiç kimseden saklamıyorduk. Evlerine
dilediğim zaman gidebiliyordum. Bayan Müller, kızının bir 'sevgilisi' ol­
masından, 'hem de bir Türk sevgilisi' olmasından çok mutluydu." (138-139).
Sevgiliyle ilk öpüşme bir park gezisinde gerçekleşiyor. "Karşılıklı duruyor­
duk. Bedenlerimiz birbirine değiyor; Heidi'nin saçlarının telleri yüzümü
okşuyordu. Hep aklımdan geçirdiğim, söylemek istediğim, ama bir türlü
söyleyemediğim sözleri o anda da söyleyemezsem, bir daha hiç söyleyemez­
dim... 'Heidi, biliyorsun .. .' diye başlamışbm. Yosun yeşili gözlerini açmış,
hiç kıpırdamadan ne söyleyeceğimi beklemişti. 'Biliyorsun, seni çok seviyo­
rum .. .' Bir anda yüzü pembeleşmiş, gözlerini kapatmış, başını göğsüme
dayamıştı. 'Ben de seni seviyorum.. .' Bir süre öylece kalmıştık. Başını göğ­
sümden kaldırmadan, 'Bunu eğer sen söylemeseydin, ben söyleyecektim'
demişti, 'ama neden bu kadar bekledin?' Bir 'sitem' mi gizliydi bu soruda?
'Nasıl söylenir, bilmiyordum.. .' diye yanıtlamışbm. ' Sen benim ilk sevgilim­
sin Heidi, ben daha önce hiçbir kızı sevmedim... Hiçbir kıza 'Seni seviyo­
rum' demedim .. .' Başını yavaşça geri çekmiş, 'Beni öp öyleyse' demişti,
'dudaklarımı öp .. .' Öpmüştüm. Bir rüyadaydım sanki... " (141).

ÇOCUKLUKTA AŞK VE CİNSELLİK


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ERGENLİ KTE AŞK VE CİNSELLİK
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK

u bölümde ergenlik dönemindeki aşk ve cinselliğe ilişkin anılar; psi­

B koseksüel gelişmeler, karşı cinsle arkadaşlık, ilk aşk, ilk cinsel ilişki­
ler şeklinde gruplanarak aktarılacak. Bu arada, ergenlik anılarının
çoaıkluk anılarından daha zengin olduğu hemen dikkati çekiyor.

ERGENLİK DEGİŞİMLERİ
Ergenlik dönemindeki cinsel gelişimi incelerken, önce bedendeki
değişimleri ve bunun yarathğı huzursuzluğu ele almak gerekir. Anılarda,
erkek çocuklarda cinsel organın sertleşmesinin, gece boşalmalarının ve
mastürbasyon eğiliminin sıkıntı kaynağı olduğu anlatılmaktadır. Aynı bi­
çimde sıkıntılı olduğu halde, kız çocukların ilk ayhalinden çok az söz
edilmiştir.
Güneş Karabuda (1999) erinlik gelişmelerinden şöyle söz ediyor:
"Geçen birkaç yıl içinde büyüyor, gelişiyoruz. On beş, on altı yaşlarında, ka­
lınlaşan sesimiz, çıkmaya başlayan sakalımızla, delikanlılığın eşiğindeyiz.
Dünyaya artık çocuk değil, erkek gözüyle bakmaya başlıyoruz. Sokakta ya­
nımızdan geçen kızlara dönüp bakmak, hatta bazen işi ileriye götürüp çak­
tırmadan onlara dokunmak hoşumuza gidiyor!" (29).
Aziz Nesin (1976) erinlik döneminin duygularını, iç dünyasını çok
güzel betimliyor: "Başkalarıyla ilişkimde belli etmezdim ama, o yaşımday­
ken kendi kendime kalınca çok romantik bir çocuktum. Hiç yoktan neden­
lerle ya da nedensiz olarak öyle derin, içli duygulara kapılırdım ki, 'medita­
tion' dedikleri işte bu olacak! Böyle zamanlarımda, 'Bu anı hiç unutamaya­
yım' derdim. Oysa, o an, unutulmayacak bir an değil, herhangi olağan bir
andı. Böyle aşın duygululuk içindeki bir anımda 'Bu anı hiç unutmayayım'
dediğim yerin dekoru şimdi de gözümün önündedir. ( ... ) Oysa orası ne bel­
lekte kalacak, ne de unutulmayacak bir yerdi. Niçin böyle olduğumu bile­
miyorum, belki o yaşın duygululuğu, gereksiz içliliğiydi. Ertesi yıllar böyle
duygulara hiç kapılmadım." (239-240).

ANILARDAKİ AŞKLAR 137


1923 doğumlu İlhan Başgöz (Pultar ve Cengiz 2003) ortaokulda ya­
şadığı ergenlik gelişmelerinden ve bunun psikolojik sonuçlanndan söz edi­
yor: "Ortaokulun ikinci sınıfında sınıfta kaldım. Sebebi de, işte yeni geliş­
me çağı, hayaller kurardım, böyle ... genç kızlarla ... efendim kaçınlmışlar,
eşkıyalann elinden ben kurtarmışım, kahraman olmuşwn. Otururdwn
-evde o vakit lamba vardı, elektrik yoktu- lambayı koyar otururum, kitabı
önüme açanın, aklım başka yerlerde... o yüzden sınıfta kaldım." (25-26).
1926 doğumlu Bozkurt Güvenç de (2004) ergenlik yıllannın kolay geçme­
diğini söylüyor: "O yılın bahannda, babamın kitap sandığından ünlü res­
sam ve heykelhraşlann resimli ansiklopedisini okumaya, çıplak (nu) tablo­
lan seyrederken daha önce yaşamadığım bazı ilgiler duymaya başlamışhm.
Babam oğullanyla yapması beklenen konuşmayı kısa kesti: ' Erkek oluyor­
sun, acele etıne. Bedeninle oynama' dedi. Acele etsem de etınesem de, an­
siklopedi sayfalarını çevirip beğendiklerimi izlerken hayaller kurmaktan
başka seçeneğim yoktu. ( ... ) Yüzümü kaplayan sivilcelerle çocuksu görün­
tümü, ince titrek sesimi kaybetıneye başlamışhm. Çamaşınmdaki lekeler­
den utanıyor, kirlilerimi nereye saklayacağımı bilemiyordum. Ergenlik yıl­
lanm böyle başladı, kolay da geçmedi, hani..." (65-66).
Aziz Nesin (1976) "Ergenlik" altbaşlığı ile erinlik döneminin ilk
"düş azması"nı ya da "gece boşalması"nı anlahyor: "Rüyada olmalıyım, bel-
ki de uyumadan görüyorum bu rüyayı ... İşte o uykuyla uyanıklık sınınndan
bir gidip bir geliyorum. Yavaş, yavaş... yorganın ucunu kaldınyorum. Öyle
yavaşcacık ki... O uyanmasın diye. Bir uyanır da çıplak bacaklannı seyretti­
ğimi görürse, kapar bacaklannı, hem de ben çok utanınm. Kim bu yatakta­
ki kız? Önemli değil. Yorganın ucunu azar azar araladıkça yatağın içine ay­
dınlık doluyor. Kızın iki çıplak bacağı baldırlannın yukarılanna kadar, cap­
canlı, pespembe parlıyor. Daha sonra... Külotunu da görüyorum. Bir ılık eri­
me, gevşeyiş; hani kayık salıncağı yukardan aşağı inerken duyulan, hani
uçak hava boşluğunda bir süre düşerken duyulan o iç bayılhcı duygu gibi,
bir boşalma. Kendimde gizli bişey olduğunun bilincindeyim; öylesine gizli
ki, hiç kimselere söylenemez, anlahlamaz, ama yine de herkesin bildiği, her­
kese olan bişey bu... Bunun, böyle olduğunu bu konuda bana hiçbişey anla­
hlmamışken yine de biliyordum. Güzel rüyalar, haydi uyu... " (92-93). 1915

ERG ENLİ KTE AŞK VE CİNSELLİK


doğumlu Nizamettin Özbek (1982), erkek çocuklara özgü bu olgudan "düş
azmanı" diye söz ediyor: "Sabahleyin, palazlanmış kimi erkek çocuklann,
belirli saatte yataktan kalkmamalan, giderek direnmelerinden, bunların
düşlerinde şeytan tarafından aldatıldıklan anlaşılarak kendilerine boy abdes­
ti için su ısıtılırdı. Çoğu çoaı.k da, şeytanın oyununa geldiklerini ablalanna,
ya da annelerine duyurmaktan sıkılarak, kışın bile soğuk su ile yıkanırlardı.
Düş azmanı (ihtilam) olup da yıkanmamak çok günahdı. O kadar ki bundan
yer gök titrerdi. Düşte şeytanın oyununa gelmek, en somut, en inandına bir
büyüme belirtisi olduğundan, dahaca bu oyuna gelmemiş kimi çocuklar, ya­
taktan kalkmıyarak yalancıktan düş azmanı pozu keserlerdi." (57-58).
Özer Baysaling (1998) ergenlik döneminin cinsel sıkıntılannı; "En
olmadık zamanlarda ve yerlerde uyanan ve etrafa belli etmemek için utanç
ve suçlulukla 'Allahım şu bir inse' diyecek kadar insanı zorlıyan cinsellik.
İnsanı saatlerce uyutmayan, uyurken rüyada oluşan, yahut karanlık köşe­
lerde kendi kendine dindirilmeye çalışılan kahrolasıca cinsellik" (31) sözle­
riyle anlatıyor. Kız çocuklarda habersizce gelen ilk ayhalinin ne tür sıkıntı­
lar yaratacağını ise Tülay German (1996) ortaya koyuyor: "Üst kattaki tuva­
lete girdim. İbriği elime aldım. ( ...) Ellerim kan içinde. Kalbim duruyor gi­
bi oldu. Odama döndüm. Kapıyı kilitledim. Bir an öyle kalakaldım. Ne ya­
pacağımı bilemiyorum. Şaşkın şaşkın bakıyorum etrafıma. Masanın üs­
tünde bir kolonya şişesi ilişti gözüme. Çabucak alıp, döktüm elime kolon­
yalan. Nerem kesildi acaba? Yatağa bakıyorum... Kan yok yatakta." (28).
Gebe olmak, hasta olmak gibi olasılıklar gelir Tülay German'ın aklına; ağ­
lamaya başlar. Olup bitenleri anlattığı annesinin kızacağından korkar: "Ni­
ye kızayım yavrum? Bilakis, çok sevindim. Artık kocaman bir hanım oldu
benim küçücük kızım. Korkacak, üzülecek, ağlayacak bir şey yok. Ama ner­
den batınına gelsin ... On yaşında bir çocuğun ... Yoksa daha evvel anlatır­
dım... " (30). Beden gelişimi Türkan Saylan (2000) için de sıkıntılar yaratır:
" Benimse öyle seksi bir halim yoktu, göğüslerim ilk belirdiği günlerden be­
ri, onlan saklamak için kollanmı önümde kavuşturarak yürüdüğümden
neredeyse kamburum çıkmıştı." (120).
Çetin Altan (1992), cinsel uyanış çağının heyecanlı yaşantılan ola­
rak, uzaktan akraba bir kız çocuğunun beyaz bacağını kasığına kadar gör-

ANI LARDAKİ AŞKLAR 139


mesini; bisiklete binmeyi öğrettiği komşu kızının kolunu, belini, kalçasını
sıkıca tutmasını anımsıyor. Altan, on dört yaşını bitirirken yaşadığı aşk ara­
yışını da; "hiçbir ayrım süzgecini çalıştıramayacak kadar yalnızlık boğul­
masına uğradığımdan; buluğ yaşının volkanik duygusallığı beni alabildiği­
ne körleştiriyor ve en ufak bir ilgi gösterisine tüm yaşamımı toptan bastı­
racak kadar; iç benliğimi, dizginsiz atılımların tuzaklarına hazırlıyordu"
(108) diye anlatıyor.
1925 İzmir doğumlu Attila ilhan (İleri 2002) kızlarla ortaokul
üçüncü sınıfta ilgilenmeye başladığını söylüyor: "O sene ortaokul üçüncü
sınıfa geçtim. Artık büyüdüğümü hissediyordum ve kızlarla çok ilgiliydim.
Çok genç bir kız var, lstanbul'dan gelmiş, bizim evin karşısındaki eve mi­
safir gelmiş. ( ... ) Süslü de bir kız, boylu poslu, havalı... Benimle çok belir­
gin bir şekilde ilgileniyor. Ama ben o kadar sıkılganım ki, kesinlikle hiçbir
şey yapamıyorum." (38).
1928 doğumlu Refik Erduran (1987) çocukluk yaşlarında avcılığa
merak sarmıştır: "Ama ilerleyen ve buluğ çağına yaklaşan yaş bambaşka
meraklar da getiriyordu. Komşu evlerdeki ailelerden birinin benden hayli
büyük, tombul, güleryüzlü bir kızı vardı. Ablaca bir ilgi gösterirdi bana.
Birkaç kez onlara kuş götürdüğümde tatlı tatlı teşekkür etmiş, limonata
vermiş, yaşantımla ilgili sorular sormuştu. O kadarı yetmişti aramızda özel
bir ilişki kurulduğuna inanmama. Kendi kafamda kıza sahip çıkmaya ka­
rar verivermiştim." (26). Erduran kendine bir de rakip çıktığını anlattığı bu
olay sırasında on üç yaşındadır.
Ergenlik döneminde kızlar oğlanlardan daha hızlı geliştikleri için,
ergen kızlar kendi yaşıtlarına değil. kendilerinden biraz daha büyük genç­
lere ilgi duymaktadırlar. Gülriz Sururi (1983) bunu anlatıyor: "Oğlanlara
başka bir gözle bakıp yakışıklı, yakışıklı değil diye ikiye ayırıyorum farkın­
da olmadan. Yaşıtlarım olan oğlanlara çocuk muamelesi yapıyorum. Onlar­
la cinsiyet farkı yok aramızda sanki. Bir çocuk oturuyor benimle aynı sıra­
da. Her halde 16 yaşlarında olmalı, belki de daha fazla. Arada bir gülüyor
bana. Ben de ona." (97-97).
1938 doğumlu Mehmet Güleryüz (Sönmezay 2004) kadın bedeni­
ni, ayhalinin (regl) ne olduğunu merak ediyor: "Yaza doğru kaçışlar, belki

ERG E N L İ KTE AŞK VE (İNSELLİK


de cinselliğin en keyifli zamanlan olan ergenlik döneminin heyecanlarıyla
buluşuyordu. Şiirselliğin yanında tensel düşünceler ... İlk erotik dergiler o
yıllarda çıktı. Adı Seksoloji olan derginin yönetmeni Prof. Aykut Kazancı­
gil ile sonralan tanıştım. Meğer, dergiyi çıkardığı zamanlar o da Galatasa­
ray'da öğrenciymiş. Yazılarda seksten bahisle daha ziyade şematik açıkla­
malar veriliyor ve 'bkz. şekil a' gibi notlar düşülerek anatomik bilgiler üze­
rinde duruluyordu. Bu katlan bile bize müthiş heyecan veriyordu. Kötü çi­
zimlerle yapılmış Venüs tepeleri vb. Arada bir, okul arkadaşlarıyla Moda
Plajı'na kaçıp, plajın tahta kabinlerinden yan bölmeyi gözetlemeye kalkar­
dık. Şansımız her zaman yaver gitmez, yakalanırdık. (74). En önemli me­
seleler, cinsellikle ilgiliydi. Kadınlara karşı aşın ilgi duyuyor, onları göz­
lemliyordum. Mümkün mertebe görmek, anlamak istiyordum. En merak
ettiğim şeylerden biri regl meselesiydi. Bunu soracağım hemen hemen
kimse yoktu ve kime danışmam gerektiğini de bilemiyordum. Kuzinime
soruyordum; benden birkaç yaş daha küçük olduğu için ondan da cevap
alamıyordum. İki kadının yaşadığı evde bunu hatırlatan durumlarla karşı­
laşıyordum; bulantılar, ağrılar... Bir türlü çözemiyordum. Hem utanıyor,
hem de merak ediyordum. O yıllarda regl dönemi kafamda kadınlarla ilgi­
li karmaşık bir şey olarak kaldı." (82).
1943 doğumlu Deniz Kavukçuoğlu (2002) on bir yaşındayken "be­
karet"in ne olduğunu merak ediyor, bunu mahalledeki kızlardan öğrenme­
ye karar veriyor. On üç yaşında, kara kuru bir kız olan Gül zaten oyun ar­
kadaşı: "Bir keresinde bizi, yanımızdaki iki katlı ahşap evin üst katında kur­
şun boru sökerken yakalamıştı. 'Beni öperseniz kimseye söylemem!' deyip,
dudaklarını sırayla önce Orhan'a, sonra apartmanlarındaki Alman komşu­
larının oğlu Horst'a, en sonra da bana uzatıp öptürmüştü. Öpülürken göz­
lerini kapatmış, ellerini memelerinin üzerinde gezdirmişti. Böyle bir şey
ilk kez başımıza geliyordu. Hem şaşırmış, hem de heyecanlanmıştık."
(296). Sonra Gül'ü terk edilmiş ahşap eve götüren Kavukçuoğlu eteklerini
toplayıp oturan kızdan gözlerini alamaz: "Beyaz donu görünüyordu. Ben
de altıma bir başka kasa çekip karşısına geçtim. Konuşmuyorduk. Gözüm
kızın donundaydı. Merak ettiğim 'şey' oradaydı... O beyaz donun içindey­
di... Ama nasıl söyleyecektim bunu ona? .. Cesaretimi topladım, 'Donunu

AN ILARDAKİ AŞKLAR
çıkarsana!..' dedim. Şaşkınlıkla yüzüme bakb: 'Galiba oynatbn sen!..' Bunu
söylerken ayağa fırlamıştı. (297). Bu merakın karşılığı, yanakta patlayan
n

sert bir tokattır.


Kavukçuoğlu ilk kez on üç yaşında cinsel boşalımın hazzını yaşıyor,
Almanya'da gençlik aşkı Heidi ile: "Güzel bir tatil geçirmiştik birlikte... Ki­
mi geceler uyumayıp, seslerin kesilmesini, evdekilerin uykuya dalmalarını
bekliyordum. Sonra sessizce yatağımda dizlerimin üzerine çöküp, ellerini,
kollarını, yüzünü, saçlarını okşayarak, öperek Heidi'yi uyandırıyordum. . .

O, gözlerini açıp beni yanında görünce çok mutlu oluyordu. Sessizce öpü­
şüyorduk... Evdekileri uyandırmaktan çekindiğimizden, kısa dudak doku­
nuşlarıyla sınırlı oluyordu öpüşmelerimiz... Öpüşürken organımın sertleş­
tiğini, damarlarının nabız gibi attığını duyumsuyordum ... Testislerim top­
lanıyor, küçülüp sızlıyorlardı... Heidi'yi okşarken, öperken, minicik meme
uçlarını emerken tanıştığım bu 'ilk'ler bana büyük heyecan veriyordu...
Böyle gecelerden birinde, karnımın altındaki sızıların dayanılmaz olduğu
bir anda artık dayanamamış, dudaklarımı Heidi'nin dudaklarından ayır­
madan, kanepeye çıkmıştım... Heidi, şaşırmış, ürkmüş, ama yatağına gir­
meme karşı koymamıştı ... Külotumu çıkartıp da, organım Heidi'nin ateş
gibi yanan çıplak tenine değince, bedenim bir yay gibi gerilmişti. Yaşadı­
ğım bu anın çok uzun sürmesini istemiş, ama başaramamıştım. Kamının
altına boşalırken dünyam dönmüştü sanki. Sonsuz bir boşluğa yuvarlanır
gibi olmuştum... Çok zevk almıştım. Ama ilk kez tattığım bu zevkin 'nor­
mal' olup olmadığını bilemediğimden çok da korkmuştum... " (172-173).
Galatasaray Llsesi'nde öğrenci olan 1933 doğumlu Güneş Karabuda
(1999) rüyalarını süsleyen bir genç kızdan söz ediyor: "Müdür muavinimiz
İzzet Hamit Bey, ailesiyle arka bahçede bir evde otururdu. İzzet Hamit
Bey'in güzel bir kızı vardı. Kızın Beyoğlu'na çıkabilmesi için, tüm okulu aş­
ması gerekirdi. Teneffüs sırasında onun ön bahçeyi ikiye ayıran ağaçlı yol­
dan geçmesi, hangi gün olursa olsun olay sayılırdı! Kızcağız herhalde on
sekiz, on dokuz yaşlarındaydı, bizlerse on altı civan... Kız ağır adımlarla sü­
züle süzüle, salına salına öyle ritmik bir şekilde yürürdü ki, dolgun kalça­
ları, ahenkli küçük dalgalar gibi çalkalanırdı. Koca bahçede bağıra çağıra
oynayan tüm öğrenciler, kızı görünce hipnoza uğramış gibi anında durur,

ERG E N Lİ KTE A�K VE CİNSELLİK


bahçede yalnız, kızın, topuk sesleri yankılar yapardı! Müdür muavininin kı­
zını, okulda rüyasında görmeyen yoktu! Loş koridor köşelerinde herkes kı­
zı nasıl gördüğünü kendi 'orijinal versiyon'una dayanarak anlatırdı. Bir ola­
yın yüzlerce değişik türde yaşanabileceğini hiç düşünmemiştim! Azı plato­
nik, çoğu erotik rüyalardı bunlar... " (30).
Ergenlik çağında erkek çocuklar için gerek karşı cinsi tanımada, ge­
rek ilk cinsel heyecanlarını yaşamada genç kadınlar önemli bir rol oyna­
maktadır. Ergenlik çağının başlarında, ilkokulun sonlarıyla ortaokul yılla­
rında erkek çocukların cinsel ilgi gösterdiği kişilerin başında kadın öğret­
menler gelir. Çetin Altan (1992) ilkokulda bu ilgiyi "gelişmiş oğlan çoaık­
lannın bacaklarına bayıldığı" (34) genç öğretmen Hikmet Hocanım'da so­
mutlaştırıyor. Ortaokul yıllarını, eski deyişle "buluğ çağı"nı, "sevdalanma
çağı", "kamışa su yürüme çağı" olarak niteleyen Arif Keskiner (2003) orta­
okul ikinci sınıftayken bir kadın öğretmenle nasıl ilgilendiklerini anlatıyor
(yazar 1938 doğumlu olduğuna göre yıl 1952 olmalı; yer Osmaniye): "Orta­
okul ikinci sınıfta, elişi ve resim derslerine güzel bir kadın öğretmen gelir­
di. Sarışındı ve yüzü çilliydi. Ama çilleri sanki onu daha seksi gösteriyordu.
Ben onu filmlerde gördüğüm Luisa Nor, Paula Morelli ya da Dansöz Na­
na'ya benzetirdim. Her gördüğümde içimin yağı erirdi. O yıllar, biz yaşta­
ki çocukların hayal kurma yıllandır. Kendini 'artist' sanma yıllan. Saçlara
limon sürme, kızlara kendini beğendirme yıllan. Öğretmenimiz utangaç
ama yumuşak kalpli genç bir kadındı. Bekardı. Onun da beğenilmeye ihti­
yacı var diye düşünürdük. Bazen bahçeden gül koparır öğretmene götürür­
dük. İleri geri laf çakıştırırdık. Kimi zaman bizi azarlar, kimi zaman yüzü
kızarırdı. Bundan çeşitli anlamlar çıkarırdık. Elişi dersleri okul bahçesinin
bir köşesinde, açık havada yapılırdı. Ve genellikle de iki ders üst üste olur­
du. Kimimiz marangoz tezgahlarında, masa üstlerinde, kimimiz yerde otu­
rarak iş yapardık. Tabii yerde oturanlar hınzırlığına yerde çalışırlardı. On­
lar birbirini bilirdi. Öğretmen birimizin işini kontrol ederken, öbürleri ho­
canın bacaklarını görebilmek için, zulasından aynasını çıkarır, eteğinin al­
tına tutardı. Öğretmenin beyaz bacaklarını birkaç dakika seyretmek bile
baştan çıkarmaya yeterdi. Bazan, ben bakacağım, sen bakacaksın yüzün­
den birbirimizle dalaştığımız bile olurdu. Böyle zamanlarda, öğretmen ar-

ANILARDAKİ AŞKLAR 143


kasını döndüğünde bizleri görürdü ama bu itiş kakışın neden olduğunu
anlayamazdı ya da anlamazlıktan gelirdi. Ne de olsa o da, genç, güzel. be­
kar bir kadındı. Tabii zaman içinde bu durum, ayna tutan bir elin, hocanın
bacağına çarpmasıyla anlaşıldı. O zaman hocamız bir kenara oturarak bi­
zim çalışmalarımızı uzaktan kontrolle yetindi. Kimseyle yüz göz olmadı."
(123-124). Keskiner kadın öğretmenin bacaklarını görmekte ısrarlı olduğu
için yeni yollar bulmakta gecikmiyor: " Ben herkesten fazla mı düşkündüm
ne. İşin peşini bırakmadım. İki katlı okulumuzun uzun merdiveni vardı.
Merdiven yukarı dik çıkarken tam ortasından yana döner ve üst kata ulaşır­
dı. Onun nöbetçi olduğu günler, yemeğe gitmez okulda onu izlerdim. Ne
zaman üst kata çıkacak olsa bunu hisseder, ondan önce çıkar, merdivenin
kıvrıldığı yerde, onun ayak seslerini beklerdim. Heyecanla. Tam merdive­
nin sahanlığına geldiğinde, merdivenden iniyormuş gibi yapıp sahanlığın
köşesindeki merdiven basamaklarına yatar, arkadan bacaklarını seyreder­
dim. O gün benim için bayram olurdu. " (124).
1941 İstanbul doğumlu Özer Baysaling de (1998) ortaokulda kimi
haylaz arkadaşlarının kadın öğretmenleri taciz ettiğini anımsıyor: "Sınıfı­
mızda mütevazi semtimizin aile çocuklarıyla çok iyi bir arkadaşlık içindey­
dik. Aramızdan yükselip önemli işler yapan değerli arkadaşlar çıktı. Fakat
daha sonra okumayıp, ayrılan veya kovulan haylaz çocuklar da vardı. Son­
radan bunların, bitirim, kumarbaz, hatta katil olduklarını bile duyduk.
Bunlar da kötüyü temsil ediyorlardı. Kötülüklerin verdiği cesaretle, kadın
hocalar ders verirken, çaktırmadan yere yatıp bacaklarını dikizlerlerdi. Hat­
ta birkaç kere, kadın hocaların arkadan üstlerini bile kirlettikleri olmuştu.
Hoca otururken eteğini düzelttiği sırada eline bulaşan sümüksü sıvıdan
duyduğu tiksinti ve nefreti biz de utanç olarak içimizde yaşamıştık. Yapanı
zaten biliyorlardı. Günü gelince de bir sebeple onları okuldan atıyorlardı.
Ben ise bu tür davranışlardan nefret ederdim." (33"34)· Kadın öğretmeni
gözleyerek mastürbasyon yapma örneği Selim İleri'nin (Şenköken 2002)
Galatasaray Lisesi anılarında da var: "Madam Bemard orta birde bizim Sci­
ence Naturelle hocamız. Sınıfın kabadayılarından 1. ona bakıp bakıp otuz
bir çekiyor." (51). 1929 doğumlu Orhan Suda (2004), başka liselerde dikiş
tutturamayan öğrencilerin kapağı attığı "serkeş öğrencileriyle ünlü" Kasta-

ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK


monu Llsesi'nde kadın öğrebnenleri taciz eden yaşı geçkin bir öğrenciden
söz ediyor: usınıfımızın en azılısı topal Hasan. 23 yaşında. Gözüne kestir­
diği kadın öğrebnene derste laf abnaktan çekinmiyor. Penisini dikleştirip
tak tak vuruyor sıraya. Kadıncağız alı al, moru mor fırlıyor sınıftan. Öğren­
ciler gülüşüyor. Büyük bir marifet yapmışcasına sınhyor topal Hasan."
(52). Buna karşılık, lisede öğrencisiyle aşk yaşayan kadın öğrebnen örneği
de var (Şensoy 2001).
1926 doğumlu iki yazarın da mastürbasyon anısı var. Çetin Altan
(1992) lisede nasıl mastürbasyon yaphklannı anlahyor: "Bir de Coşkun var­
dı. O bizden daha büyükçe gibiydi. En bilmiş geçinen oydu. Boş zamanla­
rında bol bol kız iğfal ettiği için cebinde hep pamukla dolaşhğı söylenirdi.
Bu işlerde çoktan ustalaşmış olduğunun havalarıyla da, bizim anlathklan­
mızı ya küçümseyerek ya önem vermez görünerek dinlerdi. Bizden daha
önde olduğu tek eylem ise mastürbasyondu. Bizi de kışkırhp Onan'ın ta­
rihsel uğraşına, Uğur'u da, beni de alışhrmıştı." (53). Bozkurt Güvenç
(2004), arkadaşının babasının mastürbasyon konusundaki uyarısını ve ta­
kılmalarını anımsıyor. "Semih'in babası da aşın mastürbasyona karşı uya­
rır: 'Her defasında ülkemiz değerli bir evladını kaybediyor' dermiş. Se­
mih'in bir boşalması çamaşır ipine asılı kalınca, 'Bu da galiba cambaz ola­
cakh' demiş, Vali Bey'imiz." (66).
1932 İstanbul doğumlu Fehmi Özgök (1995) on üç-on dört yaşların­
da öğrendiği mastürbasyonu anlatıyor. Dedesi onu dinsel konularda eğit­
meye çalışırken, yanında çalışhğı usta da (Tabutçu Andon) onu cinsel ko­
nularda uyarmaya çalışıyor: "Cinsel boşalımın nasıl bir zevk olduğunu Sel­
çuk'tan görmüş öğrenmiştim. ilk denemeden sonra hemen hemen her
gün boşalıyordum. Selçuk da öyle. Her gün cenabet geziyorduk. Sonra An­
don sanki bizi suçüstü yakalamış gibi korkubnuştu. 'Sizin henüz daha ili­
ğiniz ne kemiğiniz ne? Verem olursunuz vre!' demişti." (91). Bütün uyan­
lara karşın Özgök yaşının gereğini yaşamaktan geri kalmıyor: "Andon'un
bizi korkubnası faydalı olmuştu. Nefsimize pek uymak istemiyorduk. Ne
var ki, tam karşımızdaki apartmanın balkonuna genç bir Rum kansı sık sık
çıkıyor, aşağıya, gelen geçene bakıyordu. Karının bacaklarını donuna kadar
görüyorduk. Ah pembe bacaklarla baldıra gel de dayan! Şehvetten titriyor,

A N I LARDAKİ AŞKLAR 145


başka bir şey düşünemiyor, sıra ile ayakyoluna girip boşalıyorduk." (92).
Nedim Gürsel (2004), ilkokul son sınıftayken boşalmadan mastürbasyon
yaptığını anlatıyor: "Gece yatakhanede yorganı başıma çekip... Hayır ağla­
mazdım. Erkeklik organımı okşardım geç saate dek. Uykuya dalmadan ön­
ce kasıklarımdan yukarıya doğru akan bir ılık duyguyla ürperirdim. He­
men her gece okşardım erkekliğimi. Gövdem gerilir, bir hoş olurdum. Bo­
şalmazdım ama. Boşalamazdım." (71). Gürsel, aynı yıl yatılı okulda ilk kez
boşaldığını anımsıyor: "O gece erkekliğimi okşarken sertleştiğini, ılık duy­
gunun, o tarifi mümkün olmayan hoşluğun önce hayalarımda, giderek or­
ganımın ucunda yoğunlaştığını fark ettim. Sabah san bir leke vardı çarşaf­
ta. Benden büyük çocukların deyimiyle 'hamamcı' olmuştum, babamın
'rahmetli' olmasından birkaç gün önce. Yıl 1962, aylardan mayıstı. İlkyaz
gelmiş, ağaçlar çiçeğe durmuştu." (71).
Okulda mastürbasyon yapanlardan biri de 1938 doğumlu Mehmet
Gülersoy (Sönmezay 2004): "O ara arkadaşlardan, kendi kendine tatmini
öğrendik. İlk deneme, bir sürü tavsiyeler: Sabundu, kavundu... Büyük kor­
kular: İlk defa bedenimden bir şey çıkacak. .. Doğum korkusu gibi yaşadığı­
mı hatırlıyorum. Gözümü karartıp ilk denemeyi başardıktan sonra, o çok
merak ettiğim büyülü dünyayla tanıştım. Buna benzer bir duyguyu köy or­
tamında tattığımı hatırlıyorum. Üvey dayım, Küçük Çekmece'nin ilerisin­
deki bir alayda yüzbaşıydı. Atlarla bizi yan yoldan almışlardı. Arabalar gel­
mişti. Kış başı olmalı; yollar çamurluydu. Ata binmek buna benzer bir his
yaratmıştı. Yepyeni bir ufuk açılmıştı karşımda. Korkunun yerini, önüne
geçilmez haz duygusu ve imgeler almıştı. Buna, eve gelip giden kadınların
aldırmazlığı, kendilerini rahatça ortaya koyuşları eklendi. Onları kafamda
taşıyordum. İlk başarı beni çok sevindirmişti: 'Yaşasın! Baba oldum!' diye
düşünmüştüm. Baba olma gücüne sahiptim artık. Bir süre sonra cinselli­
ğin keşfiyle ilgili haylazlıklar başladı. Kenan, büyükbabasından kalma
191o'lu, 2o'li yıllarda çekilmiş renkli sepya erotik fotoğraflar bulmuş evde;
rötuşla kadınların üzerine ten rengi mayolar giydirilmiş. Dört kafadar en
arka sırada fotoğraflara bakıp mastürbasyon yaparken enselendik. Sınıflar
camlı bölmelerle birbirinden ayrıldığı için, bizim arkamızda yan sınıfın öğ­
retmen kürsüsünün bulunduğunu akıl edememişiz. Dünya umurumuzda

ERGENLİKTE AŞK VE (İN SELLİK


değil ki! Tabii feci bir skandal çıkb. Aileler ayn ayn çağınldı, fotoğraflar
gösterildi; Kenan'ın getirdiği anlaşıldı." (70-71).
Cinsel eğitimden söz eden anı yazarları da var. Aziz Nesin (1976)
"Cinsel Eğitim" altbaşlığı altında kendi kuşağının cinsel eğitimden yok­
sun büyüdüğünü söylüyor: "Bütün kuşaktaşlanm gibi cinsel eğitimden
yoksun yetiştim. Bizler, ne sinema ne kitaplar yoluyla dolaylı, ne doğru­
dan hiçbir cinsel eğitim görmedik. Babam, arkadaşları arasında bile cin­
sel konularda şaka yapmayan, ağırbaşlı bir adamdı." (49). Aziz Nesin ba­
basının kendisine cinsel eğitim olarak söylediği ilk ve son sözün, erkekle­
rin cinsel ilişkide aşırıya kaçmamaları, aksi halde inme ineceği konusun­
da olduğunu belirtiyor: "Babam bana bunları yolda giderken, kelimeleri
seçerek, rahatlıkla ve hiç önemsizmiş, doğal bir konuşmaymış gibi anlat­
mıştı. Oysa o zamanlar bir babanın oğluna bunları söylemesi hiç de doğal
sayılmazdı. Babamın dolaylı öğüdü çok hoşuma gitmişti. Demek artık ben
de böyle konuların konuşulabileceği bir yaşa gelmiştim. On iki yaşınday­
dım. Babam, artık beni bir delikanlı sayıyordu ki, bana bu konulan açıyor­
du. Ama yine de babamla bu konuda konuşamadım, salt onu dinledim,
yanında sessizce yürüyerek... " (50).
Nesin, geçmişte mastürbasyon karşısındaki toplumsal tutumları da
değerlendiriyor: "Öğrencilik dönemimde İstanbul'un renkli kişilerinden
Doktor Lokman Hekim vardı. Yaşlı bir hekimdi. Gazetelerde sağlık bilgile­
ri yazar, halkın kolay anlayacağı biçimde sağlık broşürleri yayınlardı. (233).
İşte bu Dr. Lokman Hekim'in halk için yazdığı sağlık broşürlerinden biri
sık sık gazetelerde, özellikle Cumhuriyet gazetesinde 'Otuz bir çekmenin
zararları' diye ilan edilirdi. Türkçesini söylemenin kabalık olduğunu sa­
nanlar, kibarlaşmak için otuz bir çekmeye ya da abaza çekmeye bugün
'mastürbasyon' dedikleri gibi eskiden de ' İstimna bil-yed' derlerdi." (234).
Aziz Nesin ortaokul sıralarında mastürbasyonun verem yaptığı kanısının
yaygın olduğunu -bir de canlı örnek vererek- belirtiyor: "Bunun ne oldu­
ğunu, nasıl yapıldığını bilmiyordum, ama çok sık duyuyordum. Yapılma­
ması gereken, sağlığa çok zararlı bişey olduğu kulaktan kulağa söylenir du­
rurdu. Ama bir yıl sonra, bütün öğrencilik döneminde kimi öğretmenleri­
miz ve eğitmenlerimiz, subaylarımız, otuz bir çekmenin zararlarını bize

A N I LARDAKİ AŞKLAR 147


aşın abartarak anlatacaklardı; o denli aşın ki, her oğlan çocuğu bunu doğal
olarak yapıyor, yaptıktan sonra büyük günah işlediği yada öleceği, aptal ola­
cağı gibi korku psikozuna giriyordu." (234). Yazar aynı konuda şunları da
ekliyor: "Kimi sınıf arkadaşlarım, aşın mastürbasyon yaptıkları için, kafa­
larının ders almadığını, çok çalıştıklarını halde öğrenemediklerini söyler,
bu alışkanlıklarından yakınırlardı. Eğitilmemiz de bu doğrultudaydı. Mas­
türbasyon alışkanlığı en büyük felaket diye anlatılıyordu." (447-448).
Cinsel eğitimden söz edenlerden biri de Özer Baysaling (1998).
Baysaling cinsel konulan babasını getirdiği bir kitaptan öğreniyor: "Cin­
sellik konusu, o devirdeki gençlerin tüm yaşamını kapsıyan, fakat konu­
şulması bile ayıp olan bir tabuydu. Onun için de herşey gizli yapılırdı.
Kimseye sorulamazdı. Yalan yanlış arkadaşlar arasındaki bilgilerle dağar­
cığımızı genişletmeye çalışırdık. Ben belki bu yönden şanslıydım. Babam
biz küçükken bir gün elinde 'Tenasül Hayatımız' yazan ... bir kitapla eve
geldi. 'Çocuklar, bu kitapta nasıl doğduğunuz, bazı organlarınız yazılı, öğ­
renmek istediğinizde okuyun' dedi. Buna rağmen gizli gizli okurduk. "
(31). Selim İleri'nin (Şenköken 2002) babası d a ona cinsel eğitim verme
girişiminde bulunmuş: " Hatırladığım bir gün var, babamın bana cinsel
yaşamı anlattığı. Buluğ çağına çoktan ermiştim, on yaşımda. Babamsa,
doğal olarak, on iki yaşımı beklemişti. Beni Yıldız Parkı'na götürdü, mev­
sim ilkyaz, bitkiler, polenler, rüzgar falan. Cinsel yaşamı, üremeyi anlatı­
yor. Ben çoktan öğrenmiştim. " (28).
Ergenlik döneminde cinsel eğitimin gerekli olduğunu gösteren ör­
neklerden biri de Tülay German'ın anılarında: "Sevil geçen hafta Taksim
Belediye Gazinosu'nda düğünü olan ablasını anlattı bana. Düğünden son­
ra, ablasıyla kocası otele gitmişler. Hem de Pera Palas'a. Çok korkunç şey­
ler olmuş otelde. Adam ablasına feci bir şey yapmış. Çok canını acıtmış.
Ablası da sabahı güç edip eve gelmiş ağlaya ağlaya. Sonra, Sevil bir şey da­
ha söyledi. Çok şaşırdım. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Adamlar evlendikle­
ri zaman, kızlara hep o kötü şeyi yaparlarmış. Hala hastaymış ablası, yatı­
yormuş. Korkunç şeyler bu anlattıkları Sevil'in. Eğer doğruysa, ben evlen­
diğim gece, herhalde o acıya dayanamaz ölürüm. " (44). On üç yaşındaki
Tülay German o gece uyuyamaz, hep korkarak uyanır. Sabah erkenden

ERG E N L İ KTE AŞK VE C İ N S E L L İ K


Sevil'i uyandırıp sorar: "-Evlenen her erkek bu şeyi yapmak zorunda mı­
dır? dedim. -Tabii! Aptal mısın? Evlenmek demek, o demek, dedi. Tekrar
yatağıma girdim. Ağlamamak için kendimi güç tutuyorum. Bütün haya­
tım değişti, mahvoldum. Kararımı verdim. Hayatım boyunca evlenmeye­
ceğim." (45). Cinsel eğitimin gereği Türkan Saylan'ın (Saçlıoğlu 2004)
anılarında da vurgulanıyor: "Bir gün, on dört-on beş yaşlarında sokakta
yürürken, arkadan bir adam gelip pat diye beni alnımdan öptü. Ben eve
koştum panik içinde, babam fırladı, adamı yakaladılar, karakola götürdü­
ler, ben alkollerle alnımı, yüzümü sildim telaş içinde. Cinsel eğitimsizlik,
ayıplar, korkular insanın tüm yaşamını etkiliyor. O kadar bilgisizdik ki.
Örneğin, on dört-on beş yaşlarında regl olduktan sonra babam beni kuca­
ğına oturtup severken, ya babamdan hamile kalırsam diye korkardım. Ar­
tık kim nasıl yanlış şeyler söylediyse, tuvalet tahtasına oturmaktan korkar­
dım. Bütün bu yanlış bilgileri ve etkileri ancak üniversiteye girdikten son­
ra yavaş yavaş silebildim." (ıı2).
Aziz Nesin'den (ı9oo'lerin başlan) German'a ve Saylan'a (3o'lu yıl­
lar), oradan Baysaling'e ve İleri'ye (4o'lı yıllar) bütün kuşakların değindiği
sorun aynı: Cinsel eğitim gereksinmesi.

KARŞI CİNSLE ARKADAŞLIK


Ergenlik döneminde karşı cinsi tanımanın yolu öncelikle arkadaş­
lıktan geçer. Ancak karşı cinsten biriyle arkadaşlık kurmak, hem psikolojik
güçlükler, hem de toplumsal engeller nedeniyle çoğu zaman sanıldığından
daha zor olmuştur. Dahası, yetişkinlerin koyduğu engellere gençler bir an­
lam verememiştir. 1923 doğumlu Yıldız Sertel'in (1990) anısı buna iyi bir
örnek: "Teneffüslerde, ablalar ve ağabeyler ayn bahçelerde top oynarlardı.
Ablaların voleybolunu seyretmeye bayılırdım. Erkeklerin bahçesine geç­
mek ise, bize yasaktı. Bunu hiç anlamıyorduk, çünkü derslerde beraberdik,
okuldan çıkınca hep beraber oluyorduk. Bir yığın güzel dostluk ve arkadaş­
lık kuruluyor, kimse bunu yadırgamıyordu. Gel gelelim, Madam Sinan kuş
uçurmazdı. İlle de teneffüslerde kızlar ve erkekler ayn olmalıydı." (20).
Karşı cinsler arasında ilişki kurulmasını istemeyen ve bunu çeşitli
yollarla engelleyen geleneksel yaklaşımın en önemli gerekçesi genellikle

ANI LARDAKİ AŞKLAR 1 49


"ateşle barutun bir arada olamayacağı" sloganıyla dile getirilir. Ayfer Tunç
(2001) bu zihniyetin 7o'li yılardaki görünümünü şöyle betimliyor: "Aynı
cinsler arasındaki arkadaşlıklar desteklenir, takdir edilirken, karşı cinsler
arasındaki arkadaşlıklara hoşgörü gösterilmez, bu 'masum' arkadaşlıkların
her zaman şirazesinden çıkabileceği endişesi anne-babaların uykusunu ka­
çırırdı. Küçük şehirlerde toplumsal hayatın kuralları kadınlan ve erkekleri
ayıran, onların bir arada olmalarını tehlikeli bulan bir anlayış üzerine ku­
ruluydu. Okullarda kız-erkek karışık okusalar, bazı aileler kızlarının erkek
arkadaşlarıyla yan yana oturmalarını kabullenseler bile, aslında temel olan
ateşle barutun yan yana gelmemesi gerektiği ana fikriydi. Ama ateşle barut
birbirini mutlaka çeker ve büyük patlamalar kaçınılmaz olarak yaşanırdı.
Beklenen, sosyal hayatta sanki kadın veya erkek değilmiş gibi davranmak
ve bir aşk ilişkisini ancak ailelerin onayından geçirdikten, hatta buna res­
mi bir sıfat taktıktan sonra yürütmek ve mutlaka evlilikle sonuçlandırmak­
tı." (208). Tunç, geleneksel yaşam tarzının sürdüğü mahallelerde kızlarla
erkeklerin arkadaş olmalarının daha kolay olduğunu, çünkü kendini ma­
hallenin namusundan sorumlu sayan kişilerin bu ilişkileri gözetim altında
tuttuğunu belirtiyor: "Gerçi bütün bu fahri görevliler ve gözetleyenler ma­
halle arkadaşları arasında aşkların filiz vermesine engel olamazdı. Daha
masumca, daha dikkatli bir şekilde yaşanan bu aşklar bir süre sonra ya ses­
siz sedasız biter, ya deşifre olurdu. Deşifre olması halinde aileler iki genci
birbirlerine uygun buluyorlarsa, arkadaşlık evlenme ile sonuçlanırdı. Uy­
gun bulmuyorlarsa, suçlamalar, sertleşmeler yaşanabilirdi. Eğitimli ailele­
rin çoğunlukta olduğu mahallelerde anne-babalar kızlarının 'bacaklarını
kırmaya kalkan' namus bekçilerine söz hakkı vermezler, bu tür mahalleler­
de daha çağdaş arkadaşlıklar, hatta aşklar yaşanırdı. Orta sınıfa mensup,
eğitimli babalar gerekirse kendi kızlarının bacaklarını kendileri kırmayı
tercih ederlerdi." (209). Tunç, ilk aşkların en çok yaşa:n4ığı yerlerin okullar
olduğunu söylüyor: " Defterlerin arasına mektup koymalar, en yakın arka­
daşa fısıldamalar, beraberce okulu kırmalar, sınavlarda kopya vermeler bu
tür aşkların en temel tezahürleriydi." (209).
Mahalledeki sıkı denetimi aşmanın yollarından biri de yazın gidilen
yazlıklar ve kamplardır. 4o'lı yıllarda ergenlerin karşı cinsle buralarda na-

E RG E N Lİ KTE AŞK VE CİNSELLİK


sıl arkadaşlık kurulduğuna ilişkin eğlenceli bir örneği Gülriz Sururi (1983)
anlatıyor:
" Bir gün üç beş kız, denizden çıkmış yokuşun başında yolumu­
zu kesen mısırcıdan aldığımız mısırları yiyerek dönüyoruz evleri­
mize. Birden, büyük plajdan çıkmış oğlanlar takılıyor arkamıza. Laf
atmaya başlıyorlar. Aramızda en büyük kız Nilgün. Henüz 14 yaşla­
rında. En çok ona bir şeyler söylüyorlar. Biz daha hızlı yürümeye
başlıyoruz, biraz sonra yürümemiz koşuşmaya dönüşüyor.
' Hay Allahım' diyor Nilgün, 'şimdi ağlayacağım. Bizim sokağa
geldik, öldürürler beni dayaktan peşimizdeki oğlanları görürlerse
bizimkiler.'
Dönüyor çocuklara:
' Bizim sokağa geldik artık, peşimizi bırakın lütfen.'
Ben de dönüyorum arkama, irili ufaklı yedi-sekiz oğlan, gülü­
şüp duruyorlar. Bir konuşmadır başlıyor kızlarla oğlanlar arasında.
Başı sonu belli olmayan. Aklımda kalan tek şey, nedense herkesin
çok sizli bizli konuşması.
'İsminizi öğrenebilir miyim?'
'Ne münasebet, bir kere tanışmıyoruz ki biz.'
'Eh tanışsak isminizi sormazdık, ben de tanışalım diye sordum
zaten.'
' Ben sizinle tanışmak istiyor muyum bakalım?'
'Ama çoktan beri konuştuğumuza göre tanıştık sayılır.'
' Hiç de değil.'
'Hadi lütfen söyleyin isminizi.'
'Hayır söylemeyeceğim işte.'
'Ama ben istesem öğrenirim!'
' Hiç bile, öğrenemezsiniz benim ismimi.'
'Nesine bahse girersiniz?'
'Hiçbir şeyine.'
'İşte bakın gördünüz mü? Siz de biliyorsunuz öğreneceği mi,
bahse girmekten korkuyorsunuz. Hadi nazlanmayın artık.'
'Hayır söylemeyeceğim işte.'

ANILARDAKİ AŞKLAR
Bu diyalog, Nilgün'le sarışın 15-16 yaşında güzelce bir oğlan arasın­
da geçiyor. Bizler de tenis maçı seyreder gibi başlarımızı bir o yana bir öte­
kine çevirerek merakla izliyoruz onları." (95-96).
On ilci yaşındaki Gülriz Sururi az önceki karşılaşmada oğlanların
kendisiyle neden ilgilenmediğini düşünüyor: " Koşa koşa giriyoruz bizim
evin sokağına. Köşede sırıtıp duruyorlar oğlanlar hala. Eve girer girmez so­
luğu aynada alıyorum. Bana niye laf atmadılar sanki? Çok mu çirkindim?
Ne ismimi soran oldu, ne bir şey. Zeynep'e de bakmadılar oğlanlar hiç.
Ama doğrusu Nilgün gerçekten çok güzel. Üstelik bizden iki yaş büyük.
Hem benim saçlarım pırasa gibi dümdüz. Ah keşke kıvırcık olsaydı Nilgün
gibi. Denizden çıkınca bile bukle bukle dururdu." (97).
1923 Sivas doğumlu İlhan Başgöz (Pultar ve Cengiz 2003) karşı
cinsle aralarında nasıl bir "duvar" olduğunu ve bu engellenmenin sonuçla­
rını anlatıyor: "Okumaya başladığım ortaokul, benim girdiğim yıldan üç
dört yıl evvel karma olmuştu. Okul ilk başta bir kız okulu imiş; sonra da kar­
ma okul olmuş. Biz kızlar erkekler birarada otururduk ve ona rağmen ara­
mızda bir şey vardı. .. Duvar... Yani kızlarla rahat rahat konuşamazdık, uta­
nırdık... Sokakta onlarla rahat rahat yürüyemezdik. Yalnız, bu karma eğiti­
min getirdiği enteresan bir gelişme oldu. Karma eğitimden evvel, ben Hafız
Recep Okulu'ndayken, ders biter bitmez bütün çocuklar hadii kız mektebi­
nin önüne koşardık. Başlardık onlara laf atmaya. Türküler söylerdik, bizi
çok çeken türküler: Kız Muallim ovalara yayılır/ Hafız Recep hayran olur ba­
yılır, gibi. Biz laf atardık yani. Ama karma olunca bu bitti. Okul karma olup
da bizler kızlarla aynı sınıfta oturunca, onların da bizim gibi insan olduğu­
nu görünce, bu laf atma fasılları bitti. Ama hala arada bir şey vardı böyle ...
duvar." (25) . Başgöz'ün kendisi de öğretmen olan babasının kızlarını okul­
dan alması, halkın karma sistemi sindirmesinin ve benimsemesinin ne ka­
dar güç olduğunu gösteriyor: "Bu arada, okul karına olunca babam orada
okuyan iki bacımı okuldan aldı. Erkeklerle okutmadı." (25). Altan Öymen
(2004), karma öğretimin 4o'lı yıllarda bile dirençle karşılaştığını belirtiyor:
"Kız-erkek, ayn liselerde okuyoruz. İlkokulda birlikteyken ortaokulda ayrıl­
mışız. Yeniden aynı sınıflara girebilmemiz ancak üniversitede olacak. Bu,
eski öğretim sisteminden kalan bir uygulama. Değiştirilmesi ve eski dille

ERGEN LİKTE AŞK VE CİNSELLİK


'muhtelit' (karına) okullara geçilmesi için birtalam adımlar atılmış. Mesela
Köy Enstitüleri'nde bu, büyük ölçüde başarılmış. Bazı illerde de yeterli okul
yokluğundan zorunlu olarak o yola gidilmiş. Yavaş yavaş anlaşılmaya başla­
mış karına eğitimin çok daha normal olduğu... Yaygınlaştırılması süreci
başlatılmış. Örneğin Bahçelievler'de Örsan'ın başlayacağı ortaokulda arhk
karına öğretim uygulanıyor. Fakat kız-erkek ayn öğretimin savunucuları
-sayılan azalsa da- ha.Ia var: 'Lise yaşlan nazile yaşlardır. Ateşle barut bir
arada olmamalı' 'nakarat'ını devam ettiriyorlar." (16).
Cinsler arasına örülen duvarın bir örneğini de 1930 doğumlu Gül­
riz Sururi (1983) anlatıyor. On dört yaşlarında olan Sururi plajda kendisine
bakıldığının farkındadır: "Gençlerin gözleri üzerimde. Denize girerken çı­
karken hep bakıyorlar. Bu çok olağan geliyor arhk bana. Çabucak alışıyo­
rum erkeklerin bakışlarına. Hoşlanıyorum aynca." Ama genç kız önemli
bir uyarıyla karşılaşır: "( ... ) oğlanlar sana bakabilir, ama sen onlara bakma-
malısın hiçbir zaman. ( ... ) Çünkü sen kızsın. Kızlar bakmaz." (128-129).
Kızların yapamayacağı şeylerden biri de oğlanlarla görüşmek, özellikle si­
nemaya gitmektir: '"Her şey sinemalarda oluyor arhk' diyor sertçe Türkan
hanım." (126).
İki cinsin birlikte olmasını, bir arada yaşamasını engellemek için
bazen toplumsal ve siyasal mekanizmalar da araya giriyor. 1928 doğumlu
Ali Yüce (1999), 195o'lerin başlarında Düziçi Köy Enstitüsü'nde öğrenci
iken kız arkadaşlarının yüzünü dersten derse, bir de milli oyunlarda gör­
düklerini, buna karşın gazetelerin "Kız ve erkek öğrenciler bir yatakta yatı­
yor!" diye yazdıklarını söylüyor. Dönemin halkının ve basınının gençlerin
bir arada oluşunu sindiremeyişi çarpıcı boyutlara ulaşıyor: "Başka okullar­
da çok doğal sayılan eylemlerin bir benzeri Enstitü'de yapılmaya görsün.
Yer yerinden oynardı. Başka okullarda bir öğrencinin kız arkadaşına sevi
mektubu yazması sadece bir disiplin olayı idi. Disiplin kurulu tutanak def­
terinden dışarı çıkmazdı. Bunun bir benzeri Enstitüler'de oldu mu, kazma
sapı gibi harflerle gazetelerin birinci sayfalarına manşet olurdu. ' ... Köy
Enstitüsü'ndeki Hayasızca Olaya Müfettiş .. .': ' ... Köy Enstitüsü'nde, öğren­
cilerin fuhuş yaparken görülmeleri, çevrede üzüntü ve tilcsinti ile karşılan­
mıştır. Namus, haya ve milliyet duygusundan yoksun olan bu kızıl gafılle-

ANI LARDAKİ AŞKLAR 153


re dur! demenin zamanı gelmiştir! Memlekette bu kızıl tehlikeye daha ne
kadar göz yumulacaktır?"' (245). Ali Yüce, "19 Mayıs spor gösterilerini Ada­
na'da yapardık. Kız arkadaşlarımızı götürmezdik Adana'ya, dedikoduları
önlemek için" (246) diyor. Yazar, Adana'da gördüğü rahatlığa gıpta ettiği­
ni, bu arada karşı cinse ilgisini de belli ediyor: "Adana stadyumunda iri gö­
ğüslü, şen-şakrak kızların erkek arkadaşlarıyla yan yana sıralandıklarını gö­
rürdük. Fıkır fıkır gülüp şakalaşırlardı arkadaşlarıyla. Mermer heykeller gi­
bi kızların yanından geçerken içimiz bir hoş olur, delikanlı gönlümüz ür­
pertiler geçirirdi." (274).
Büyük kentlerde varlıklı genç erkekler için kadınlara yaklaşmanın
bir yolu da araba sahibi olmak. 1933 doğumlu Sakıp Sabancı da (2004)
Adana'nın şanslı gençlerinden: "O yıllarda otomobil sahibi olmak, büyük
bir ayrıcalık. En yakın iki arkadaşım, Allah'ın Oğlu Mustafa ve Kemal Öz­
gür'le Adana sokaklarında devamlı gidip geliyoruz. Otomobil sayısı az, ara­
bası olan hemen göze çarpıyor. Gençlerde otomobil alanların ilk yaptıkları
şey de, güzel kızların bulunduğu yerlerden geçmek. Bizim mahalleye yakın
bir evde hakimin güzel kızı ve onun bir arkadaşı var. Biz otomobille de­
vamlı evlerinin önünden geçiyoruz. O günlerin şartlarında kızlarla yakın
arkadaşlık etmek, beraber dolaşmak imkanı yoktu. Hatırladığıma göre, oto­
mobilime yalnız binen ilk genç kız, o zamanlar Ziraat Bankası Şubesinde
çalışan bir hanım oldu. Onu arabama aldım, beraber Karataş'a gittik, ye­
mek yedik. Sonra getirip evine bıraktım." (132).
Karşı cinsle tanışmak bile sorunken flört etmek iyice sorun oluştur­
maktadır. 1914'te Bursa'da doğan Muazzez İlmiye Çığ (Öztürk 2002) , öğ­
retmen okulunda öğrenciyken kendisinin flörtü olmadığını söylüyor:
"Ama flörtü olan kızlar vardı. İstanbul' dan gelenler vardı, onlar biraz daha
açıktı tabii, daha serbesttiler. Onlara 'aşıklar grubu' derdik. Hepsinin flör­
tü vardı, ama benim yoktu. Zaten ben o kızlara çok şaşırıyordum. Bu yaş­
ta, kendi yaşlarındaki ne olacağı belirsiz kimselerle konuşulur mu, diyor­
dum. Yani ben o zamanlar, birisiyle konuşuluyorsa muhakkak onunla ev­
lenilecek diye düşünürdüm." (26). 1935 doğumlu Türkan Saylan (Saçlıoğ­
lu 2004) karşı cinsle arkadaşlık için evlenmenin şart olduğu düşüncesini
anababanın yanlış eğitimine bağlıyor: "Ama, işte onların beni yetiştiriş bi-

154 ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


çimi de benim serbest bir flört ilişkisi yaşamamı engelliyordu. Bir erkekle
yakınlaşhysan evlenmen gerekir, düşüncesindeydim. Bütün bu yanlış ko­
şullanmalar insanın yanlış adımlar atmasına neden oluyor." (114). Aşk ile
evlilik arasındaki ilişki o kadar güçlüdür ki, evlilik dışındaki bir aşkın şaka­
sı bile dehşet uyandırabilir. 1904 doğumlu Süreyya Ağaoğlu (1975) böyle
bir şaka yaphğında yirmi beş-yirmi alh yaşlarındadır: "Babam bizlerle yine
arkadaş gibi konuşuyordu. Bir gün bana: 'Sende bir eksiklik görüyorum.
Kimseyi sevmiyor musun? İnsanın tam olması için aşık olması gerekir' de­
di. O sıralarda 14 yaşlarında olan Gültekin: 'Babacığım ben aşığım' deyin­
ce babam: ' Şimdi kovalarım seni' diyerek şakadan üstüne yürüdü. Ben de
muziplik olarak: 'İnsan sevdiği kimse ile evlenmeye mecbur mu ki?' deyin­
ce babam hayretle bana bir bakış bakh ki! Halam hemen ahlıp: 'Aman Sü­
reyya, baban hakikat sanıp yüreğine inecek' dedi." (64).
1938 doğumlu Mehmet Güleryüz (Sönmezay 2004), İstanbul'da
gittiği liselerde karşı cinsle ilişki kurmanın güçlüklerini, evlenme düşün­
cesinin önceliğini anlatıyor: "Saint Benoit'ya başladığım günlerde aşık ol­
dum. Vapurda karşımda bir kız oturuyordu. Eve geldim ki aklım onda kal­
mış. Ertesi gün aynı vapurda yine rastlaştık. O da Saint Benoit'ya gidiyor­
muş; kızlar kısmında. ( ... ) Kızlar karşı binada. Sınıflarına buzlu cam takıl­
mış. Karşılaşmayalım diye sabahları onlardan yarım saat önce giriyor, ak­
şam yarım saat önce çıkıyorduk. Kızları bekleme şansımız oluyordu. Dört
buçuk vapuruna biniyor, hiç konuşmadan göz göze evlerimize dönüyor­
duk. Çok büyük bir aşk acısı duyuyordum. İki yıl kadar bu böyle sürdü.
Adını bir yıl sonra öğrenebildim. Bir yıl sonra da soyadım ve telefonunu
buldum. Aradım. Telefonu o açtı. Elim ayağım birbirine karışh, hiçbir şey
söyleyemedim, kekeledim ve kapattım. Bir daha açtım, yine bir şeyler ge­
veledim. Kız ' Sizi polise şikayet edeceğim!' dedi. Öyle mahçup oldum ki
hemen kapattım. Bir daha da hiçbir zaman ne aradım, ne sordum. Ama
tabii ertesi gün bakışmalar devam etti. Deli bir sevgiydi ... " (80). Güleryüz,
"6o'lı yıllar yaklaşırken lise aşkları nasıl yaşanırdı?" sorusunu şöyle yanıt­
lıyor: "Arkadaş partilerine katılmaya başladım. Haydarpaşa Lisesi'nden
arkadaşım Fuat'ın evine gidip geliyordum. Babası binbaşıydı ve askerlik
hocamızdı. Annesi de İstanbullu bir hanım. Bir gün, onların evinin karşı-

ANI LARDAKİ AŞKLAR 155


sındaki pencerede bir kız gördüm. Tutuldum. O da bana ... Hemen her
hafta sonu okul arkadaşlarımın evinde partiler yapılıyordu. Birinde tanış­
tırıldık. Derken karşılıklı heyecan ... İş ciddileşmeye başladı. Her hafta so­
nu başka bir partide buluşuyorduk. Saint Joseph'ten arkadaşım Celal Ül­
ken -sonra Tatbiki'ye gitmişti- Feneryolu'nda eski bir köşkün tenis kor­
tuna gidiyordu. Fuat ile ona katıldık. Delikanlı yaşlar; bütün bir gün gü­
neşin alnında tenis oynadıktan sonra tramvayda korkunç bir mide bulan­
tısı, baş ağrısı, ateş ... Fuat'ın evine canımı zor attım; başıma güneş geç­
miş. Ateşler içinde kıvranırken karşı evdeki kızı sayıklıyormuşum. İyile­
şince annem neler olup bittiğini sordu. 'Vallahi, ben evleneceğim' dedim,
'gayet ciddiyim. Durum zannettiğin gibi değil. Muhteşem bir kız, çok iyi
bir aile; benim de artık zamanım geldi. ' Annem dehşete kapıldı." (94-95).
Türkan Saylan da yirmi iki yaşında aşık olduğu genci evlenmek için ana­
babasıyla tanıştırmak isteyince şaşırdıklarını, "bir hevestir geçer" diye dü­
şündüklerini söylüyordu.
Karşı cinsle ilişki kurmanın güç olduğu ve engellendiği çağlarda
gençlerin ilginç yöntemler geliştirdiği de görülmektedir. Örneğin, 1917 do­
ğumlu Cahit Kayra (1995) liseli gençlerin bir haberleşme tekniğinden söz
ediyor: "Okulu bitirme ve bakalorya sınavları sırasında geceleri okulda kal­
dığım günlerde çocuklar (tabii büyük çocuklar) nasıl başladığını bilmedi­
ğim bir icat çıkarmışlardı. Geceleri yatakhanenin ışıklarını söndürüp yaka­
rak karşı kıyıdaki Kandilli Kız Lisesi'ndeki kızlarla ayrıntılı içeriği olmayan
ama çok anlamlı bir diyalog kuruyorlardı. Bu diyaloğun bizden sonraki sı­
nıflarda da sürdürülen bir gelenek olduğunu sanıyorum. (52).n

Aziz Nesin (1996) Kuleli'de öğrenciyken arkadaşlarıyla birlikte


Amerikan Kız Koleji'nin iki öğrencisiyle buluşur: "O günden sonra o iki
kızla bir daha hiç görüşmedik! Hiç! Hatta bu konuyu Nihat'la aramızda bi­
le konuşmadık. Peki niçin? İşte bu önemli. Çünkü biz, o iki kızı Nihat'ın
ablası aracılığıyla tanımıştık. E, n'olacak yani. Bugünün kuşağının bunu
anlama olanağı yoktur. Bu, anlatılamaz bir duygudur. O zamanlar her şey
ayıptı. İçinden geçirdiklerini dışa vurmanın hepsi ayıptı. Peki, o ilci kız gü­
zel miydi? Biz öyle koşulda ve öyle bir yaştaydık ki, hangi kızı görsek bize
dünya güzeli gelirdi." (129).

ERGENLİKTE AŞK VE (İNSELLİK


Aziz Nesin (1976), karşı cinsler arasındaki mesafeliliğin sonuçları­
nı ilginç bir biçimde yorumluyor. Kuleli Askeri Lisesi'nde ortaokulda öğ­
renciyken sık sık gittikleri tiyatroda karşılaştığı bir genç kız vardır: ( ... ) adı
"

Şaziment olmalıydı. Haftalarca hep birbirimize bakıştık. Bi kez bile O'nun­


la konuşamadım. Bende o yürek nerde! O yaşımda, daha sonraki epey yıl­
larda da, bana göre kızlar, insan değil, asıl insan olan erkekler için, insanın
dişisi biçiminde yaratılmış, ayn bir tür yaratıklardı, onları görsem bile on­
lar yine de melek gibi, huri gibi soyuttular, varlık değil, kavramdılar. ( ... )
Şaziment'i iki kez de Samatya'da, Nallıkapı'daki sinema-tiyatro salonunda
görmüştüm. Hep uzaktan bakmıştım O'na. Yalnız ben böyle değildim, ya­
şıtlarımın çoğu da benim gibiydi. Kızlara öylesine yabancıydık ki, onları in­
san gibi değil, başka bişey olarak görüyorduk. Hatta kızkardeşleri olanlar
içinde bile böyle olanlar vardı. Kadını salt dişi olarak görünce ister istemez
ona yabancılaşıyor, ondan uzaklaşıyorduk. " (467). Türkan Saylan da (Saçlı­
oğlu 2004) hayal dünyasında yaşamanın sonuçlarını irdeliyor: "Şimdi dü­
şünüyorum da, öylesine bir hayal dünyasında yetişmişiz ki, kendi kendimi­
ze aşık olma modelleri geliştiriyorduk. Genç kızlığımızda kaç defa yaşadık
bu tür oyunları. Birini görüp aşık oluyoruz. Daha doğrusu kendimizi aşık
hissediyoruz, mektup arkadaşları ile daha yüzlerini görmeden aşklar yaşı­
yoruz, adresine gönderemediğimiz aşk mektuplan yazıyoruz. Bir oyun gi­
bi, kendimizi aşık ediyoruz. " (113).
Karşı cinsle arkadaşlık kurmanın cinsellik alanında yaratabileceği
gerçek ya da düşsel tehlikelerden korunmanın yollarından biri de cinselli­
ği tamamen yok saymak, dışta tutmak, görmezden gelmektir. 1924 do­
ğumlu Orhan Oğuz (2004) cinsellikten uzak bir liseli gençlik tablosu çizi­
yor: "Okulumuz karmaydı. Kız arkadaşlarımızla çok iyi, medeni, edep ve
terbiye dairesinde ilişkilerimiz vardı. Bu ilişkiler uzun yıllar devam etti."
(41). 1925 doğumlu Nezihe Meriç (2004) lisedeyken "ciddi" olduklarını be­
lirtiyor: "Biz 'ciddi' kızlardık. Erkek arkadaşlarımızla sıra kavgası yapsak
da, kopye versek, şakalaşsak, onları kızdırsak da öyle flört mlört geçmezdi
aklımızdan." (170). 1935 doğumlu Türkan Saylan (Saçlıoğlu 2004) geçmiş
yıllarda üniversiteli gençlerin yaşadığı bir "kardeşlik"ten söz ediyor: "Bizle­
rin döneminde harçlar, yurtlar çok pahalı değildi, devletin bursu kıt kana-

AN ILARDAKİ AŞKLAR 157


at yetiyordu. Markalar öncelik kazanmamıştı, diskotek yerine bir çay parti­
siyle, bir piknikle, gramofon müziğiyle dans etmekle yetiniyor, kendimizi
mutlu sayıyorduk. Pikniklerde kiraladığımız bir fotoğraf makinesiyle hari­
ka fotoğraflar çekiyorduk. Öğrenme ve yararlı olma beklentilerimiz ise en
üst düzeydeydi, bilgiyi neredeyse emiyorduk. Öğrendiklerimizi birbirimiz­
le paylaşmak en keyifli anlanmızdı. Müthiş bir dayanışma içindeydik. Biz
kızlar, erkek arkadaşlarımızın korumasında güvencedeydik. Bize yer ayır­
dıklarında, kitaplarımızı taşıdıklarında, sinemada iyi koltuğu verdiklerin­
de, karanlıkta yanımızda yürüdüklerinde seviniyorduk. Bütün bunlar ken­
diliğinden oluyordu. Hepimizin içinde cinsellik fırtınaları olup duruyordu
kuşkusuz, ama bunları kendi kendimize bile açık etmeden bastırmayı öğ­
renmiştik, sanının. Eminim, erkeklerin çoğu, belki de birlikte geneleve gi­
derlerdi. Bize cinsellikle ilgili tek söz etmez, tek imada bulunmazlardı. He­
pimiz romantik sulugözlerdik. Filmlerde, romanlarda ağlardık ve çok dü­
rüsttük. Bu bir durum saptaması, bugünün değerleriyle bakıldığında alkış­
lanacak bir şey de olmayabilir, ama yaşanmış gerçek bir dünyanın kesiti.
Bu kuşak işte böyle bir 'kardeşlik' yaşadı." (89).
Türkan Saylan, karşı cinsle "cinselliksiz" diye nitelediği bu arkadaş­
lığı kuşağının bütün üyelerinin yaşadığını belirtiyor: "Lise yıllarında mektup
aşklarıyla idare ettiği için Türkan Kız aslında, kucaklamak istediği yaşama
karşı çok ürkekti. İnsanlar onu bir cinsel varlık olarak algılayacaklar diye ödü
patlıyordu. Buna karşın kelimenin tam anlamıyla bir romantikti. Okuduğu
kitaptan bir satır, bir şiir; karşılaştığı bir hasta onu ağlatabiliyordu. Düşün­
celere dalıyor, kendini, etrafını, her şeyi sorguluyordu. Sevmek, aşık olmak,
belki de cinselliği yaşamak istiyordu aklınca, belli sınırlar içinde. Fırtınalar
kopuyordu beyninde, yüreğinde ama bir türlü bedeninde bir ciddi kıpırtı
duymuyor, belki de buna izin vermiyor, önyargılan ve çocukluğundan getir­
diği baskılarla bunu engelliyordu. Çevresinde pek çok yaşıtı vardı, hepsini
birden çok ama çok seviyordu. Onlar da onu seviyorlardı. Ama hiçbiriyle te­
ke tek kalmak, flört etmek, buna izin vermek istemiyor, daha doğrusu yapa­
mıyordu. Çevresindeki kızlar ve erkekler de aynı durumdaydılar. Şakalaşı­
yor, itişip kakışıyor, birbirleriyle alay ediyor, isimler takıyor, hatta içgüdüsel
şekilde, sıralarda otururken, yürürken, elden ele bir şey alırken birbirlerine

ERG E N L İ KTE AŞK VE C İ N SELLİK


değiyor, gizli gizli bir şeyler duyumsuyor, belki yüzler hafifçe kızarıyor ama
her şey hiçbir şey olmamış gibi sürüyordu. Yemeğe, derslere, laboratuarla­
ra, ara sıra sinemaya, her yere grup halinde, gırgır-şamata gidiliyordu. En
çok zaman yollarda geçiyordu. Dersler hep ayn ayn yerlerdeydi. Yürüyor­
duk, Beyazıt'ın o güzel bahçelerinde, meydanında, arka sokaklarında, Süley­
maniye'de, caminin içinde, dışında, çoğu kez bir koca grupla Eminönü'ne
kadar yürüyorduk. Beni vapura uğurluyorlar, bazen vapur iskelesinden kar­
şılıyorlardı.'' (107-108). Ancak, o yılların mesafeli olmaya zorlayan koşulla­
rında bile daha yakın olmayı başaran gençler olduğu da anlaşılıyor. İşte, üni­
versiteli gençlerin "ilk günah"ları: "Merkez binanın bahçesindeki görkemli
kule uzun yıllar bizim için gizemli ve ürktüğümüz bir yer olarak kaldı. Çev­
resini dolaşır, tepesindeki hava durumunu veren renkli ışıklarıyla ilgilenir,
ama içine girmeye cesaret edemezdik. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir
gün arkadaşlarla gıcırdayan tahta merdivenleri tırmandığımızda, hiç de kor­
kulacak bir yer olmadığını anladık. Gençler merdivenleri çıkmaya başladılar
mı, tepedeki bekçi kulak kesiliyor, ayak sesleri yavaşlarsa, çıkanların yakın
birlikteliğini önlemek üzere, 'İlerleyelim, ilerleyelim baylar,' deyiveriyordu.
Yine de, tepeden gelen uyarılara karşın, gençlerin karanlık merdivenlerde el
ele tutuşarak ilk günahlarını (!) işleyebilmeleri için çok uygun bir mekan ol­
duğunu ve Beyazıt'ta eğitim görmüş herkesin en az bir kez bu kuleye bir anı
yatırdığını söyleyebilirim. (81) .
n

Geçmişte üniversite yıllarında bile karşı cinse yaklaşmanın tek yolu


"okulu bitirince evlenmeyi düşünmek"tir. 1922 doğumlu Bahattin Baysal
(ıoo4) 4o'lı yıllarda İstanbul'da üniversite gençliğinin sıkıntısını anlatıyor:
"O yıllarda kızlarla arkadaşlık kurmak kolay değildi. Yüksek Öğretmen
Okulu'nda sürekli arkadaşlık yapan çiftler, okulu bitirince evlenmeyi düşü­
nen gençlerdi. Çoğu, aynı şehirde çalışma olanağı bulabilmek için sürekli
sıkıntılara katlanır, sonunda evlenirlerdi. O yıllarda genellikle platonik aşk­
lar sürüp giderdi. Birbirleri ile hiç konuşmayan genç erkek ve kızların ha­
yallerindeki sevgilileri!" (14). Altan Öymen (2004), 4o'lı yıllarda evlenme
kararının bile iki cinsin yakınlaşmasına yetmediğini belirtiyor.
Karşı cinsle yakınlaşma yollarının zaman içinde değiştiği görül­
mektedir. Ayfer Tunç (2001), 7o'li yılların "arkadaşlık teklif etme" yılları

AN I LARDAKİ AŞKLAR 159


olduğunu söylüyor: "Bu, karşı cinsler arasında bir gönül ilişkisi talebinin
dile getirilmesi demektir. Ortaokul, lise öğrencileri arasındaki aşklar ken­
diliğinden gelişmez, genellikle bir aracı vasıtasıyla arkadaşlık teklif edilir­
di. Küçük şehirlerde teklif yapan erkek kabul veya reddeden kız olurken,
büyük şehirlerde kızlar da erkeklere arkadaşlık teklif edebiliyorlardı. Bir
genç erkek arkadaşlık teklif etmek istediği kıza, bir arkadaşıyla haber gön­
derirdi. Bu tür gönül meselelerinde aracılık yapmaktan hoşlanan, çöpça­
tan ruhlu, pek de alımlı olmayan kızlar kendilerini bu mevkide bulurlar ve
bundan şikayetçi görünmezlerdi. Arkadaşlık teklif edilecek olan kıza gi­
derler, 'Filanca sana arkadaşlık teklif ediyor' derlerdi. Bir seferde 'evet' di­
yen kız, teklif eden oğlanın gözünden düşerdi. Bazı kızlar da gönülden de­
medikleri 'hayır'ın tadını kaçırırlar, fazla naz aşık usandırırdı. ideal olanı
üçüncüde 'evet' demekti. (210). Tunç, arkadaşlık önerisinin ardından
n

başlayan ilişkide taraflara verilen adın her on yılda bir değiştiğini saptıyor:
"Arkadaşlık teklifi kabul edilip, bir ilişki başlayınca oğlanın adı kız için ko­
nuştuğu çocuk olurdu. 7o'li yıllarda küçük şehirlerde gönül ilişkisi yaşa­
yan tarafların adı konuştuğu çocuk/konuştuğu kız idi. Böyle denmesinde
şaşılacak bir şey yoktu, çünkü aşk konuşmakla sınırlıydı. 8o'li yıllarda çık­
tığı çocuk/çıktığı kız oldu. 9o'lı yıllara gelindiğinde erkek arkadaş, kız ar­
kadaş oldu. Sınırlar aşılmış, dünyayla kültürel bütünleşmenin de adımla­
rı atılmış, bazı kesimlerde sevgiliye boy friend/girl friend denmeye baş­
lanmıştı. 2ooo'li yıllara yaklaşırken sevgili kelimesi otuz yıl öncesindeki
o tehlikeli ve ürpertici tanımını kaybetti. Evlenmeden birlikte yaşayan
gençlere rastlamak olağan hale geldi." (210-211). " Konuştuğu çocuk", "çık­
tığı çocuk", "erkek arkadaş", "sevgili" biçimindeki değişimin sadece dilde
olmadığı, tam tersine, ilişkilerin özündeki değişimin dile yansımasının
sonucu olduğu görülebilmektedir.
Altan Öymen (2004), 4o'lı yılların sonlarında Ankara'da lise öğren­
cisiyken gençlerin ilişkisini "konuşmak"la sınırlayan "ateşle barut" zihni­
yetinin egemen olduğunu söylüyor: "Mahallemiz bu 'ateşle barut' tezinin
savunucularına göre, çok daha çağdaş bir havada. Kızlarla mahalle arkadaş­
lığı edilebiliyor. Ama bunun hayli kesin bir sının var: ' Lise son'da da olsa­
lar liseyi bitirip 18 yaşını da aşsalar, onlarla 'konuşmak' esas. Zaten o ko-

160 ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


nuda kullanılan deyim de öyle. Dilimize 'flört' lafı daha girmemiş. Veya
yaygınlaşmamış. 'Çıkmak' gibi, 'birliktelik' gibi laflar da yok. Erkekle kızın
'yakın arkadaş'lığını anlatmak için 'konuşmak' deniliyor. 'Ahmet'le Ayşe
konuşuyor' ... ' Mehmet'le Fatma konuşurken yakalanmışlar' gibi... Deyim,
çoğu defa gerçeğin ta kendisi... Bu çeşit 'konuşma'lar romantik olabilir,
içinde aşk, sevgi gibi unsurlar bulunabilir, bunlar -ortalıkta kimse yoksa­
belirli yakınlaşmalara yol açabilir... Ama işte o kadar... İki taraf, evlenmeye
karar vermiş olsalar bile bilinen sının aşamazlar." (16-17). ôymen'e göre
bunun nedeni kızın "adının çıkması", "damgalanması" olasılığıdır: "Yani,
biz 'damat adayı' değildik ama, bizim 'konuşabileceğimiz' çağdaki kızlar
'gelin adayı' sayılırlardı. Dolayısıyla etraflarında, ailelerin oluşturduğu
'Aman, adı çıkmasın' kaygısının sonucu olan bir denetim çemberi vardı.
Sadece genç kız ailelerinin değil erkek ailelerinin de... Onlar da kendileri­
ni, komşu kızlarını 'korumak'la görevli sayarlardı." (17). Öymen buna ör­
nek olarak kız arkadaşıyla kendi evlerinin bahçesinde konuşmasını annesi­
nin engellemesini veriyor.
Şirin Devrim (2003), 194o'lann sonralarında Amerika' da üniversi­
te öğrencisi olduğu sıralarda, gençlerin "çıkma" (date) geleneğinden söz
ederken, geceleri öğrenci yurduna dönen genç kız ve oğlanların kapı önün­
de öpüşüp koklaşmalanndan nasıl utanç duyduğunu anlahyor: "Türkiye'de
insanlar öyle uluorta öpüşmezler, öpüşmeyi mahrem sayarlardı. Bir kız,
akşam yemeğine veya gezmeye gittiği herhangi biriyle öpüşmez; ancak
sözlüsünü ya da nişanlısını öperdi. Erkekler de rahatça öpüşen kızlara pek
iyi gözle bakmazlardı. Çok eskilere gitmeye gerek yok; 1956 yılında Türk
kocamla takside öpüştüğümüz zaman, şoför dönüp, ' Benim arabam kerha­
ne değil. İnin aşağı!' diye kovalamışh bizi. Devirler nasıl da değişiyor! Bu­
gün aynı Türkler, üstsüz güneşlenen turistleri içlerine sindirdikleri gibi,
kendileri de sevgilileriyle dans etmek için diskoları sabaha kadar dolduru­
yorlar, parklarda herkesin gözü önünde sarmaş dolaş öpüşüyorlar. Cenaze­
lere bile yalnız başlan değil, son moda göbekleri açık geliyorlar." (62).
Anket, hahra, artist defterlerinin Türk gençlerinin psikososyal ta­
rihinde önemli bir yeri ve işlevi vardır. "Anket defterleri" eskiden karşı
cinsle ilişki kurmanın yollarından biriydi. Ne zaman başladığını bilinme-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 161


yen bu iletişim yönteminin yakın yıllara kadar geldiği söylenebilir. 1915
doğumlu Aziz Nesin (1976) bu modadan söz ediyor: "Anket ve hahra def­
teri modası çok salgındı. Bu defterler, çok süslü, çok lüks, çok da pahalı
olurdu. Kimi deri, kimisi kalın fantezi kağıt, kimisi de kadife ciltliydi. Yap­
raklarının dış kenarları yaldızlıydı. Cildin üstünde de yaldızla 'Hatıra Def­
teri' ya da 'Anket Defteri' diye basılı olurdu. ( ... ) Bu defterler, kız-erkek ar­
kadaşlığının kurulması için en iyi yoldu. Hahra defterlerine, defter sahi­
binin ilerde anımsaması için, arkadaşları anmalık yazılar yazarlardı. Def­
terin sahibi olan öğrenci, sevdiği, beğendiği arkadaşlarına hahra defterini
verip, kendisine olan duygularını yazmalarını isterlerdi. Anket defterleri­
ne, defter bölüm bölüm ayrılarak, her bölümün başına sorular yazılırdı.
Her anket defterinde on, on beş, yirmi soru olurdu. Bu sorular çini mü­
rekkebiyle, çok güzel yazıyla yazılırdı. ( ... ) Anket defterleri, kız okullarıyla
erkek okulları arasında gidip gelirdi. Kız öğrenciler anket defterlerine da­
ha da düşkündürler. Kız öğrencilerin öyle anket defterleri vardı ki, erkek
okullarında elden ele dolaşırdı. Bizim arkadaşlarımız da, yaphkları anket
defterlerini kız okullarındaki kız öğrencilere gönderirlerdi. Bizim okulu­
muza daha çok Kandilli Kız Lisesi'nin ortaokulundan kız öğrencilerin an­
ket defterleri gelirdi." (474). Aziz Nesin, anket defterlerini daha çok resim
ve yazı becerisi olan çocukların -bu arada kendisinin- yanıtladığını söylü­
yor: "Anketleri cevaplandırmak için bu defterleri en çok bana verirlerdi.
Kendi anket defterlerine de resim yapmamı, anket yazıları yazmamı, öz­
gün sorular bulmamı isterlerdi. Kız öğrencilerin anket defterlerini karış­
hrmak, anket sorularına başkalarının verdikleri cevapları okumak hoşu­
ma giderdi. Soruları da, cevaplan da çok çocukça, biraz da aptalca bulur,
ama yine ilgiyle okurdum. Bu ilgi daha çok kızlar dünyasına girmek, o
dünyanın kapısını gizlice aralamak isteğimden geliyor olmalıydı." (475).
Aziz Nesin anket defterlerini yanıtlamanın bir işlevi daha olduğundan söz
ediyor: "Bu benim yaphğım bir bakıma yazılı Sirano dö Berjerak'lıkh. Baş­
ka bir erkek öğrencinin ağzından, tanımadığım o erkek öğrencinin kız ar­
kadaşına yazılar yazıyordum. Bir anlamda, tanımadığım kızlara bu yazıla­
n yazarken kendimi o kızın arkadaşı olan erkek öğrencinin yerine koyu­
yordum; ankete cevap vermiş olduğu sanılan sınıf arkadaşımla özdeşleşi-

162 ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


yordum." (477). Aziz Nesin, "Hiç kız arkadaşım olmadığı için gerçekler­
den iyice soyutlayıp erişilmez, dokunulmaz, huriler, melekler gibi yücelt­
tiğim bir kız kavramı yaratmıştım" diye ekliyor. Yazarın anket defteri ko­
nusuna ergenliğin diğer konularından çok daha fazla yer verdiği dikkati
çekiyor; aynca bunları yaşadığı yıllarda on dört-on beş yaşlarında olduğu­
na göre bu modanın 193o'larda geçerli olduğu ortaya çıkıyor. Aziz Nesin
(1996) anılar dizisinin üçüncü kitabında da anket defterinden uzun uzun
söz ediyor, özgün bir defter sayfasının fotokopisini veriyor, aynca okulda
yakalanan defterlerin başına gelenleri açıklıyor: "Anket defterlerinden
parçalar aktardığım öğrencinin bu defteri saklamak için neler çektiğini
düşünüyorum. Bu defter yakalanmış olsaydı, hiç kuşkusuz çok ağır ceza­
ya çarpılır, belki de okuldan kovulurdu. Birkaç ayda bir arama-tarama ya­
pılırdı. Ne ararlardı, aradıkları neydi? Roman, şiir kitabı, dersdışı kitaplar,
anılar, anket defterleri ve bunlara benzer basılı yazılı her şey... " (68). Bu
sıkı düzenin sadece askeri okullara özgü olmadığını, bütün okullarda ve
yakın zamanlara kadar geçerli olduğunu belirtmek gerek.
Geçmişte gençler arasındaki iletişimde önemli bir yeri olan araçlar­
dan birinin de "anket defterleri" olduğu söylenebilir. Aziz Nesin (1996), an­
ket defterlerinin erkek ve kız öğrenciler arasında "yazılı flört" işlevi gördü­
ğünü söylüyordu. Ayfer Tunç bu işlevi daha da genişletiyor: "Anket defter­
leri gençlerin birbirlerini tanımalarına, eğilimlerini, zevklerini, kişilik özel­
liklerini öğrenmelerine yarardı. Bunu da genellikle genç kızlar hazırlardı.
Erkek çocuklar anket defteri hazırlamaktan hoşlanmasalar da, doldurmaya
bayılırlardı. Soğuk ve mesafeli bir ifadeyle hazırlanmış, 'ağır takılmış' soru­
ların yer aldığı bu defterlerde bazı kızlar rekor kırarlar, birbirini tekrar etme­
yen iki yüze yakın soru bulurlardı. Soruların bazıları yaratıcı, bazıları had­
dinden fazla klişe olur, ilginç sorularla dolu anket defterleri dilden dile ve el­
den ele dolaşırdı." (189). Ayfer Tunç anket defterlerindeki kişisel bölümün
karşı cinsin beğenilen özelliklerini saptamaya yaradığını belirtiyor. Böylece
"en sevilen göz rengi"nin bütün anket defterlerinde sorulduğunu öğreniyo­
ruz: "Sonrası gelirdi: Esmerlerden mi sarışınlardan mı hoşlanırsınız, giyim­
de tercihiniz spor mu, klasik mi, bir erkekte/kadında en nefret ettiğiniz huy
nedir, bir kadında/erkekte ne ararsınız gibi sorularla karşı cinsin istenen ve

AN I LARDAKİ AŞKLAR
istenmeyen özellikleri tespit edilirdi. Bu bölüme sevdiğiniz kadın/erkek yaş
gününüzde size ne alırsa hoşunuza gider, hangi takımı tutuyorsunuz, uğur­
lu rakamınız, burcunuz, burcunuzun özelliklerini gösteriyor musunuz, boş
zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz gibi sorular da girer, ardından 'haya­
ta ve aşka dair' sorulara sıra gelirdi." (190) . Aşkla ilgili sorular önemlidir:
Yıldırım aşk var mıdır, aşk kalıcı mıdır, ölümsüz aşka inanır mısınız vb.
Aziz Nesin'in anket defterlerinden aşk konusunda aktardığı sorular da ben­
zer sorulardır, yalnız dilleri oldukça farklı ve sanki biraz daha romantiktir:
"Izdırap aşkın hazinesidir, diyorlar... Doğru mudur?" " Kadınlar mı, erkek­
ler mi hercailiğe meyillidir?" "Kadın kalbini nasıl tasavvur edersiniz?" "Ka­
dın kalbi nasıl teshir edilir?" "İzzet-i nefis aşka galip midir?" "Kadınlar mı
erkekler mi bedayie meyyaldir?" (64-65) vb.
"Hatıra defterleri"nin 7o'li yıllarda da var olduğunu biliyoruz. Ayfer
Tunç (2001 ) genellikle kızların, zaman zaman da erkek çocukların hatıra
defteri tuttuğunu belirtiyor: "Hatıra defterleri 6o'lı, 5o'li, hatta daha eski yıl­
lardan beri sürdürülen bir gelenekti. Hemen her genç kızın, hatta ilkokul
çağındaki kız çocukların birer hatıra defteri vardı. Az sayıda da olsa roman­
tik ve duygulu erkek çocuklar da hatıra defteri tutarlardı. Ama genellikle bu
defterlere kızlar itibar ederlerdi. Hatıra defterleri mümkün olduğunca süs­
lü hazırlanır, kapağında ' Hatıra Defteri' ibaresi bulunur, kırtasiyecilerde on­
larca çeşidi satılırdı. Yapraklan uçuk pembe, mavi, yavruağzı olur, büyük ço­
ğunluğunun sayfaları kalplerle, çiçeklerle süslenirdi. Yuva kurmak konu­
sunda kararlı olan kızlar, sayfalarına bebek resimleri de çizilmiş olanlarını
tercih ederlerdi." (86). Aziz Nesin gibi Ayfer Tunç da hatıra defterlerinin fi.
ziksel özelliklerinden söz ediyor: "Hatıra defterleri özeldi, standart olamaz­
dı. Kızlar dükkan dükkan dolaşıp, en sıra dışı, en romantik, en iyi süslenmiş
defteri ararlardı. En ilginç olanı kilitli hatıra defterleriydi. Kapağında genel­
likle romantik bir manzara resmi veya büyükçe bir kalp, çiçek -genellikle
gonca gül- bulunurdu. Olur olmaz şahıslar tarafından açılıp okunmasını
önlemek üzere, tenekeden yapılmış, minicik kilitleri ve anahtarları vardı. Ki­
litli defterler hatıradan çok günlük tutmak için kullanılır, ancak kızlarının
kendilerine ait özel hayatları olamayacağına inanan anneler bu kilitli defter­
leri pek hoş karşılamazlardı. 7o'lerde birçok genç kız, kilitli günlük veya ha-

E R G E N Lİ KTE AŞK VE C İ N S E L L İ K
tıra defterlerini annelerinden kaçırmak; anneler de bir yolunu bulup bu def­
terleri okumak ve kızlarının kime aşık olduğunu, 'ne kadar ileri gittiğini' öğ­
renmeye çalışmak için uğraştılar." (186). Ayfer Tunç hatıra defterlerinin
kendine özgü bir düzeni olduğunu belirtiyor. Daha da önemlisi bu defterle­
rin "gizli aşk"lan iletmesi: "Öğretmenlere ayrılan sayfalarda bir hiyerarşi ve
gönül bağı sezilirdi. Gizli bir aşk beslenen yakışıklı tarihçiye sayfalarda ön­
celik tanınır, sayfasına özel muamele gösterilir, defterin kendi süsü yeterli
bulunmaz ve defter sahibi tarafından gizli aşkının ipuçlarını gösteren birta­
kım simgeler, işaretler konurdu. ( ... ) Hatıra defterlerinin bir işlevi de gizli
aşkları ifşa etmekti. Defterin sahibi kıza ilgi duyan oğlan çok ince kelimeler­
le duygularını ifade edebilir, kalemi kuvvetliyse kıza aşık olduğunu çok us­
taca belli edebilirdi. Defter sahibi kız kütse bunu anlamaz ya da oğlana ilgi
duymuyorsa anlamazlıktan gelirdi. Ama defteri okuyan diğer kızlar derhal
bu gizli aşkı sezerler ve konu kulaktan kulağa aktarılır, aşk ifşa olur, kız oğ­
lana ilgi duymuyorsa olay çıkarır, çocuğu herkesin içinde rezil eder, o sayfa­
yı yırtıp atar veya benzer olaylar yaşanırdı." (187).
3o'lu ya da 7o'li yılların "hatıra defterleri"nin gençlik psikologları ve
sosyologlarınca incelenmemiş olması bugün büyül< bir kayıp olarak görüle­
bilir. Dönemin gençliğinin karşı cinsle ilişkileri ve aşkları nasıl yaşadığını
bu defterler üzerinde yapılacak çözümlemeler çok iyi ortaya koyabilirdi.
Aziz Nesin de, elimizde bu defterlerden bir koleksiyon bulunsaydı, "toplum­
sal tarihimiz açısından bir hazineye sahip olurduk gibi geliyor bana" (65) di­
yor. Nitekim, 7o'li yılların davranış özelliklerini Ayfer Tunç'un aktardıkla­
rından öğrenebiliyoruz: "7o'lerin ilk yansında ve öncesinde gençlikte 'top­
lumcu-gerçekçi' eğilimler yaygın olmadığı ve gençliğin temel meselesi aşk
ve romantizm olduğu için şiirler genellikle basmakalıp aşk şiirleri olur, ay­
nı şiire bir yığın defterde rastlanırdı. Aşk üzerine veciz sözler yazmak da
dönemin adetiydi. ( ... ) 7o'lerin sonlarına doğru yazdırılan hatıra defterle­
rinde toplumcu-gerçekçi bir yaklaşım görülmeye başlandı. Nazım Hik­
met'in ya da Ahmet Arifin şiirleriyle noktalanan yazılarda, aşktan meşkten
söz edilmekten vazgeçildi, toplumcu dilekler ağırlık kazandı. Bu dönemin
hatıra defterlerinde 'halkımızın kurtuluşu için savaşmalıyız', 'topluma ya­
rarlı olmanı dilerim' gibi cümleler arttı. Toplumcu-gerçekçi dileklerle be-

AN I LARDAKİ AŞKLAR 165


zenmiş hatıra defterleri kuş ve çiçek resimleriyle süslü değildiler. Sade ve
ağırdılar. Kalemler kuvvetlenmiş, yazılan yazılar uzamıştı." (188).
Aziz Nesin'in gözlemleri arasında bulunmayan bir defter türü daha
var: "Artist defterleri." Ayfer Tunç bu defterlerin idolleri peşinde olan genç­
liğin uğraşı olduğunu saptıyor: "Kendine dünya kurmak ve bu dünyayı kü­
çük ayrıntılarla süslemek istiyordu. Artist defterleri bu idollerin tespit edil­
mesine yarıyor, defter sahibinin gençlik heyecanlarını belgeliyordu." (191-
192). Tunç, genç kızların yerli ya da yabancı müzik izlemelerine göre bu
defterlerin de faklılaştığını belirtiyor: "Gözü Batı'da olan kızlar özellikle
Hey dergisinden, diğer gazete ve dergilerden kestikleri resimleri defterleri­
ne yapıştırırlardı. Bunlar çizgisiz, beyaz, basit okul defterleriydi. Resimle­
rin yapıştırıldığı sayfalardaki boşluklarda hayran olunan ünlü yıldızlara da­
ir bilgiler yer alır, sağdan soldan öğrenilen bu bilgiler defterlere geçirilirdi.
Bilgilerin arasında mutlaka kafiyeli ve ölçülü basmakalıp aşk şiirleri bulu­
nurdu. Bazı 'ağır felsefi' cümleler de geleceğe bakan gençlerin dünya görü­
şünü özetlerdi." (192). Tunç'a göre "gözü Batı' da olan" bu genç kızlara kar­
şılık bir de "beşten çıkmış" yoksul çevre kızlan vardı. "Onların defterlerin­
de yerli artistler ve şarkıcılar bulunur, yazdıkları şiirler daha klişe olur, za­
ten çoğunlukla bir an önce evlenecek çağa gelmelerini bekleyen anneleri
bu defterleri yakaladıkları zaman sobaya atarlardı." (192-193). Türkan Say­
lan (2000) yabancı bir film yıldızına aşık olmuş: "Ortaokul biterken, ben
de pek çok kız gibi Tyrone Power'e aşıktım, ona yazmayı, imzalı fotoğrafı­
nı istemeyi düşünüyordum. Bir gün bakkal Emin Efendi'nin çuvalları ara­
sında, yabancı müşterilerince kesekağıdı yapması için verilen bir magazin­
de tam sayfa resmini görmeyeyim mi? Halime bakın ki, bakkala 'Amca bu
derginin şu sayfasını bana verir misin?' diyemiyorum, utangaçlığımdan!"
(118-119) . Saylan bu utangaçlığı şöyle açıklıyor: "Hep aynı korku; 'kızların
erkeklerle ilgilenmeleri ayıptır."' (119).

İLK AŞKLAR
Gençlerin ilk aşklarını yaşamalarında tarihsel bir değişim söz konu­
sudur. 19oo'lerin başlarında aşkların her zaman evliliğe yönelik olduğu,
karşı cinsle ilişki kurma yolunun mektuplaşmak, duygularını dile getirme

166 ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİ K


aracının da şiir yazmak olduğu görülüyor. Sokakta gördüğü genç kızı evi­
ne kadar izlemek oldukça eski bir yöntem olmakla birlikte, buluşmak, ran­
devulaşmak, çıkmak daha yakın yılların ilişki kurma yollarıdır. Şiir ve mek­
tup yazmak büyük ölçüde tarihe karışmıştır. Türkü yakmak, mani söyle­
mek ise daha çok kırsal kesimin geleneğidir.
Dönemin aşk anlayışını göstermesi açısından 1870 doğumlu İbnü­
lemin Mahmud Kemal İnal'ın Taha Toros'a (1992) anlattıklarını aktarmak­
ta yarar var: " Pek zaif doğmuşum. Çok asabi ve erkence müteessir olmam
ve ince kalpli yaratılışını dolayısıyla, ailem beni itina ile büyütmüş ... Küçük
yaşta din, ahlak, felsefe, edebiyat, siyaset ve tarih ile ilgili konulara merak
sardım. 13-14 yaşındayken şiir söylemeye heves ettim. Şair olabilmek için,
aşık olma gereğini anladım. Esasen gayet hassas, aşk ve şevke fazla meyil­
li olduğumdan, aşk ve meşke yönelmekten ürktüm. Çünkü aşık olmak is­
terken, maşuk olmak tehlikesi zuhur edebilirdi!" (34). Aşkı acı çekmekle
özdeşleştiren klasik yaklaşım bundan daha güzel açıklanamaz!
Geçmişte aşk ile şiir ve mektup arasında adeta zorunlu bir ilişki ol­
duğunu gösteren örneklerden biri de 1880 doğumlu Yaşar Nezihe'ye (To­
ros 1992) ait: "Yıl l896'ydı. Babam sokağımızda devriye gezen bir çavuşu
gösterdi ve 'Şu çavuşu gördün mü? Adı, Hilmi Çavuş'tur. Ben, seni ona ve­
receğim' dedi. Çok heyecanlanmıştım. Bir tutkudur yüreğimi sıkıştırıyor­
du. Her gün sokağa çıkıyor, Hilmi Çavuş'un karakolunun önünden geçi­
yordum. Birkaç defa göz göze geldik ve gözlerimizle seviştik! O dönemde
bir genç kız, bir erkekle sokakta konuşamazdı. Bir gün, Hilmi Çavuş'tan
bohçacı kadın vasıtasıyle, küçük bir mektup aldım. Bu, bir aşk kitabından
aktarılmış, eski tarz bir mektuptu. ilk satın 'Gonca dehamın, muhabbetlu
sultanım' diye başlıyordu. Bu mektubu, evimizde saklayacak yer bulama­
dımdı. Evlendiğim kocalanmdan, hatta başkalarından, yedi çamaşır sepeti
dolusu şairane mektuplar almıştım ama, bu Hilmi Çavuş'tan aldığım ilk
mektubun kalbimdeki yeri başka idi!" (129-130).
19ıo'da Kavala'da doğan, ergenlik çağı Tokat'ta ve Erbaa'da geçen
Zehra Kosova (1996) mektuplu aşk ilişkisini şöyle anlatıyor: "İşe gidip gelir­
ken tesadüf mü bilmem ama bir gençle devamlı karşılaşıyoruz. Ben umur­
samıyorum. Bir gün yanıma yaklaşarak bana seslendi ve elime bir zarf tu-

AN I LARDAKİ AŞKLAR
tuşturuverdi. Ardından da yıldınm gibi uzaklaşb. Şaşırdım kaldım, acaba bu
ne diye düşünmeden paltomun cebine koydum. O gün çok sıkı çalışbm,
mektubu okuma fırsabm olmadı. Ayrıca babamla birlikte çalışbğım için pek
cesaret edip, bakamamışbm. Akşam olunca karşımızda oturan arkadaşım
Esma'ya koştum ve cebimden mektubu çıkardım, okumaya koyulduk: 'Zeh­
ra Hanım sizi gördüğüm günden beri unutmak kabil değil. Sizinle arkadaş
olmak istiyorum, kabul buyurun rica ederim. Nizam! (21-22) İlkbahar da
gelmişti. Bir gün işe erkenden gidiyordum, karşıma yine mektubu veren
genç çıkıverdi. Birden çok heyecanlanmışbm, selamlaştıktan sonra bana
mektubu ve arkadaş olup olamayacağımızı sordu. Bunun mümkün olmadı­
ğını, şu anda bir gören olursa kötü olacağını, benim hep babamla birlikte işe
gittiğimi söyledim. Ama oğlan herhalde sırılsıklam aşıkb ki, bunlara karşı
çıkmadı. -Olsun, ben sizinle karşıdan karşıya, konuşmadan arkadaşlık et­
meye razıyım, demez mi? Doğrusu ben de çocuktan hoşlanıyordum, ama
böyle sokak aralannda konuşmamızın yakışık almayacağını söyleyerek ayrıl­
dım. Hem üzülmüş, hem de şaşınnışbm. Bu ne biçim bir çocuktu... Neyse
yürüyerek işe geldim, kapıyı açarak içeri girdim, babam daha sonra geldi.
Çalışmaya başladık. Böyle günler geçiyordu. Bir gün Nizam yine Sucuklu
Mahallesi'nde karşıma çıkb, onu görünce yüreğimde bir sevinç duyar gibi
oldum. Aşk dedikleri bu muydu acaba?" (26-27).
Mehmet Güleryüz (Sönmezay 2004), babası ile annesinin 192o'le­
rin sonlannda başlayan, şiirli, mektuplu, ama aynı zamanda olaylı aşklan­
nı anlatıyor: "Saraçhane'de, Bursalı Tahir Bey Sokak'ta komşularmış. Aile­
ler iyi görüşüyormuş. O sıralar ağababam Anadolu'da, Arabistan'da Hicaz
Demiryolu'nda teftişte. Aileler arasında dayanışma var. Babamın küçüğü
Hayrettin amcam, annemin yaşıtı. Halam Güzel Sanatlar Akademisi'ne gi­
diyor. Beraber dikiş dikiliyor. Annem ortaokul birinci sınıfındayken babam
ona duyduğu aşkı ilan etmiş; platonik bir aşk. Annem ailenin en küçüğü;
herkes şımartmış. Çok da güzel bir kız. Ama henüz dünyadan haberi yok;
sevgiyi, aşkı daha bilmiyor. Babamsa çok romantik bir genç; şiirler yazıp
okul çıkışı önüne çıkıyor. Annemi okuldan almaya büyükler gitmeye başla­
mış ve ailelerin arası biraz gerginleşmiş. Bir gün babaannem, anneanne­
me gelip demiş ki: 'Çocuğum aşkından ölecek, acıyın. Hem hasta.' Tarih

168 ERGENLİ KTE AŞK VE C İ NSELLİK


1928. Nişanlanmalarına karar verilmiş. Annem reddetmiş. Keman dersine
de başlamış o sıralar. Babam ısrar etmiş. En sonunda annem: 'Tamam ama
bir şartla, demiş, beni hiç görmeyecek, ben de onu görmeyeceğim!' Babam
önce kabul etmiş, ama olmadık yerlerde karşısına çıkmış, mektuplar gön­
dermiş. Annemin hayatı tam bir kabusa dönüşmüş. ( ... ) Muzaffer dayım
bahriyeli; denizaltıcı. Kız kardeşine çok düşkün; baba-kız gibiler. Annem,
babamı büyük ağabeyine şikayet etmiş. Dayım babamı dövmeye kalkmış,
tutmuşlar. Gemiden her gelişte olay çıkıyormuş. Şeref dayım; daha yumu­
şak, daha esnek. Teyzem ise babamın ailesini beğeniyor. Böylelikle altı-ye­
di sene süren bir nişanlılık yaşamışlar. Birçok kez annem tamamen reddet­
miş; her seferinde barışmışlar. Nihayet 1936'da evlenmişler." (28).
Çocukluk ve gençlik aşklarından söz eden en eski kaynak, M. R.
Mimaroğlu'nun (1946) "Çocukluk ve Gençlik Hatıralarım" altbaşlığını ta­
şıyan kitabıdır. 1881 doğumlu Mimaroğlu, cinselliğin de karıştığı ilk ço­
cukluk aşkını anlatmaya başlarken, "Şu çocukluk zamanımın ufak tefek
sevgi hislerinden bahse mahal yok. Yalnız, unutulmaz bir hatıram vardır
ki bana, sevgi denilen şeyi anlatan ve öğreten budur" diyor. Mimaroğ­
lu'nun ilk aşkı, "kırk yaşına kadar tam dört koca değiştirmiş, o yaştan son­
ra da solup gitmiş" genç bir kadındır: " Uzaktan hısımımız da olan ve pek
genç dul kalmış bulunan güzel (İ), bize misafirdi, Kadıköyündeki evimiz­
deydik. Bir buçuk ay kadar süren bu misafirlik, görünüşte benimle alaka­
sızdı. Bu gönüller avcısı kız, ablamın misafiri demekti. Fakat nedense gö­
zü bende gibiydi. Belki benimki de onda olduğundan... Ailece bir Taşde­
len Suyu gezintisi yapmıştık. tık haşhaşa kalmamız orada oldu. Ormanın
içinde, nasılsa bir müddet, kayboluverdik ve ilk kucaklaşmamız, tabiatın
güzelliği ve açık havanın tesiri altında bizi epeyce sarhoş etti. Bu temas
tam olmasa da yaramazlık yoluna az kalsın giriyordu.... Bu kayboluştan
tekdirlere uğramadık değil. Anneciğim: -Bu ne çocukluk? Kim bilir bu or­
manda vahşi hayvanlar da vardır belki, diyordu. O ise: -Ben çocuk mu­
yum teyze, hiç derinlere gider miyiz? Anneciğim daha ziyade beni koru­
yordu ve -Reşat çocuktur... diyordu. O: -Öyle mi? Ama ne çocuk.. sözün­
deki mananın derinliği içinde gözleri gözlerime dalarak beni manyatize
ediyordu. Ben çoktan büyülenmiştim.... Bir müddet gözgöze geldikçe, ara-

A N I LARDAKİ AŞKLAR
mızda küçük kıvılcımlar halinde belirmeğe başlıyan ve gitgide şimşekle­
şen incizap, bir fırsatlı gecede evde de beni onun kollan arasına atıvermiş­
ti. (İ)'nin yatak odası benimkinin altındaydı. Bir güzellik heykeli gibi vü­
cut tenasübüne malik olan bu eşsiz güzelin, bende uyandırdığı temaşa
hissini tatmin etmek, onu doya doya seyreylemek için, yatağımın altında­
ki döşeme kısmında bir delik açmıştım ... Bir çocukluk muzipliği, belki da­
ha ziyade cinsi temayülün ince bir buluşu ve yaklaştırıcı addettiği bir hi­
lesi, hasılı ne derseniz deyiniz, bir gece bu delikten onu kolonya yağmu­
runa tuttum. Zavallı, epey de ıslandı, kızdı söylendi, ellerini tavana doğru
kaldırarak, ah yaramaz ah... dedi. İşte, ertesi günü beliren fırsattan istifa­
de ederek, bana onun kollarını açan asıl büyü bu olmuştu zannederim."
(15). Mimaroğlu, kendisinin aşk öncüsü, öğreteni, başlatanı (Fransızca
"initiatrice" sözcüğünü kullanıyor) olarak nitelediği (İ) 'yi aşk perisinin bir
an görünüp kaybolan aracısı olarak görüyor: "Bu yaman kız, bu benim aşk
inisiyatris'im, bir ay kadar, aşkın bütün manevi ve sonunda biraz da mad­
di zevklerini ve heyecanlarını bana tattırmıştı. Aşk perisinin bu tecellisi az
sürdü, (İ) bana az zaman yar oldu. Başkalarına yar olmak için bu aşk ku­
şu, bizim kafesten uçtu, gitti." (r6).
M. R. Mimaroğlu gençliğinde yaşadığı aşkları anlatırken arada ken­
di ruh halini de betimliyor; ergenlik psikolojisi açısından önemli olan bu be­
timlemeleri aktarmakta yarar var. Mimaroğlu lise üçüncü sınıfta Fransızca
dergi ve kitaplar okuyabildiğini belirtiyor ve kafasının alamayacağı kadar
"güç ve karışık şeyler" okuyor olmaktan yakınıyor: "Görülüyor ya, şu müta­
laa halitası içinde bocalayan halimi ve zavallı kafamı bir düşününüz " (22).
...

Yazar sevgi konusundaki düşüncelerini de şöyle açıklıyor: "Aleme karışma­


nın ilk merhalesi olan mektepte, gençlik hazan makul, sağlam ve temiz his­
lerle ferahlık ve neş'e duyuyor, hazan da selim olmaktan uzakça kalan ve so­
nunda nahoş tesir bırakan eğlimlere doğru kayıyor. Kendimi, şöyle seri ve
ihatalı bir düşünürsem, idrakimin rüştiye mektebinin son sınıflarına doğru
artmağa başladığını bulup çıkarıyorum. Ben de, sağlam ve sağlam olmıyan
düşünceler arasında bocalamalar yaptım, başkalarına karşı kayıtsızlıklar
gösterdim ve bencil oldum .. Nihayet, hararetli vefakarlıkta, dostseverlikte,
hatta benzerimi çok sevmekte ve ona karşı şefkatli ilgide karar kıldım.... Öz-

ERGEN Lİ KTE AŞK VE CİNSELLİK


veri arkadaşlık hayatı, sevgi, sözde durma ve hareketlerde samimilik ve ha­
raret. .. bunları başkalarından, hiç olmazsa arkadaş dediklerimden bekliyen
ben, onlarda bunu bulamayınca, tecrübesiz ve insanları anlamamış, henüz
anlıyamamış gençliğim, ne kadar üzülürdü ve adeta ye'se düşerdi .. Ah .. in­
..

sanlar .. gençlikten hatta çocukluktan başlıyarak böyle hassas olsalar ne olur­


du? Fertlerinden ve ailelerinden nihayet kemale kavuşan bir cemiyet... İde­
al bir cemiyet..." (22-23). Mimaroğlu yakın arkadaşlarını sevgi gördüğü ve
göremediği arkadaşlar olarak ikiye ayırıyor; birincileri çok güçlü duygularla
sevdiğini ve zevkle anımsadığını, ikincileri de yine zevkle ama aynı zaman­
da acıyla anımsadığını belirtiyor. Yazar, yaşının gereği olarak bedeniyle de
ilgili ve gururlu: "Hayatım bana en ziyade gülmüş olduğu yıllar 1897-1898
yıllandır. Babam sağdı, cebimde bolca harçlık para bulunuyordu ve yaşayı­
şım refahlıydı. Hayatın üstüııkörü de olsa, mahiyetini kavramış ve ondan
zevk almak yolunu doğrultmuştum. Tabiat bana, çokluğun beğenebileceği
bir çehre bahşetmişti. Sağlam ve sporlarda oldukça pekişmiş bir vücut da
buna katılırsa ben, bahtiyar bir gençtim demekti. Arkadaşlar arasında, genç
kızlara karşı rekabetler de eksik değildi, beğenilmek tasası, aramızda -en az
bende olmak üzere- oldukça hüküm sürüyordu. Bir arkadaşım benimle
-samur kaşlım, diye latifeleşirdi ve ... -Sen güzel bir çocuksun, tatlı mavi
gözlerin, tam kavisli kaşların, gölge yapan kirpiklerin ve tenasüplü vücudun
var ama, şu cüceler gibi kısacık boyun olmasaydı. .. [derdi]. Bu söze ben de
arkadaşlarım da hep gülüşürdük. Bilmemki tehzil edilecek kadar bir insan
minyatürü mü idim? .. Yolumun üzerinde, yaşım ve sevimlice oluşum beni,
daima aşinalık gösteren kızlarla karşılaştırırdı. Kimisini geçer ve kimisine
karşılık gösterirdim." (24). Yazar on dört yaş dolaylarında hissetmeye başla­
dığı cinsel sevgiyi de sıkıntıları ve hazlarıyla anımsıyor: "Fıtratımdaki şiddet­
li ve ateşli sevmek hissi, cinsi sevgi itibariyle de üzerimde, içten beni ezen
sıkıntılara yol açmıştı. Biribiri arkası sıra bir çok hafif, ağırca ve ufak, büyük­
çe ve devamlıca, devamsız sevgiler ve tabiatiyle üzüntüler, elemler gördüm,
geçirdim. Pek erken başlıyan ve önceleri hafif tezahürler yapan cinsi tema­
yüllerim, ondört yaşlarımda, uygun düşen bir tesadüfle yol bularak, kısaca
anlatmış olduğum ilk macerayı bana yaşatmış ve kısa fakat, hoş bir zaman
geçirtmişti. ( 23) .
n

AN I LARDAKİ AŞKLAR
Mimaroğlu, 1898 yılında on yedi yaşında iken yaşadığı aşk için,
"Hayatımın başlıca aşkı ve romanı olan maceramı, bu yaz başlamış saya­
nın" diyor: " Bu güzel yavru, komşularımızdan (A. İ.) Beyin kızı güzel
(R)'dı. Anneciği küçük iken ölmüş ve öksüz büyümüş, üvey anne elinde
epeyi kahır çekmiş bir kızdı, köşk komşularımız bunu hep biliyorlardı .. Bu
kızın biraz serbest hareketleri vardı. Bunu herkes hoş göremiyordu, fakat,
bunlar hep masum hareketlerdi, buna inanmıştım sonralan .. Onun parlak
beyaz ipekli bir maşlahı vardı, bazı akşam üstleri, eteklerini rüzgara kaptı­
rarak, uçarak şen ve billur sesli gülüşleriyle ve şıih tavırlarıyla onun, önü­
müzden bir geçişi olurdu. Onun bu halleri, arkadaşımın pek hoşuna git­
mezdi ve derdi: -Bu öksüz ve güzel kız, bende bir iyi tesir yaparken şu hal­
leri beni ondan soğutuyor." ( 20) . Bu söz, o dönemde kadını kadın gibi de­
ğil melek gibi görme eğiliminin anlatımı sayılabilir. Mimaroğlu, mehtaplı
gecelerde arkadaşlarıyla birlikte çıktıkları tepenin üzerinden Marmara'nın
yıldızlı sularını seyrederken gazel okuyup şarkı söylediğini anlatıyor. Söy­
lediği şarkılar, "Reng-i ruhsarına gülgün dediler/ Sana leyla, bana mecnun
dediler" ya da "Malı çehre, peri rı1 tende canım/ Nigarım, dilberim, rıih-i
revanım" gibi dönemin aşk şarkıları. Yazar bu şarkıları okurken arkadaşı­
nın "vecde" geldiğini, R'nin de "hazin bir tebessüm" gösterdiğini söylüyor.
Çağın aşk anlayışı, "aşk demek gözyaşı ve ıztırap demekmiş" sözlerinde or­
taya çıkıyor: "Anlamağa başlıyordum ki, (R), aşkıma kendini bu sahneler­
de kaptırmış ve benimle fazla meşgul olmağa başlamıştı... Bense henüz
gönlü bin sevgili havai bir delikanlıydım... Arkadaşımın haline bakar ve acı­
nırdım. Fuzuli'den alınmış parçalarla taksimler yaptığım zamanlar ben
okurken o sessiz sessiz ağlardı. Onun bu haliyle kendiminkini mukayese
ederdim. Benimki içimden taşan şevkli ve sesli bir neş'e tezahürü idi.
Onunki, sakin, sakit ve hüzünlü... Meğer bu hal, ilerde bana da mukadder­
miş, bunun için de sempati'nin aşk olması lazım'mış .. Aşk demek, zaten
az-çok gözyaşı ve ıztırap demekmiş, ondan şikayet'te gerekmezmiş. Teşek­
ki olsa da şiirle memzuç ve zarif olmalıymış .. Bir ehli dil olan arkadaşım
böyle derdi ve böyleydi de .. " (21). Mimaroğlu on yedi yaşında aşık olduğu
'R' ile yirmi iki yaşında tekrar karşılaşıyor: "Bu eski aşkım, beni bir anda
yeniden sarhoş ettikten sonra, hemen bir anda da ellerini omuzlanma ata-

ERG E N L İ KTE AŞK VE (İNSELLİ K


rak, dudaklarımı, dudakları içine alıvermişti. Ben bu ateşe bir pervane gibi
hemen düştüm ve ona teslim oldum. Akşamın, yan karanlık yan aydınlık­
ları ve silik gölgeleri içinde, işlemek zayıflığına düşmek üzere bulundu­
ğum günahtan da korkarak gözlerimi kapadım ve canlanan bir arzuyla bu
sıcak göğsün üstünde, karşılık busemi ben de onun canına sundum." (ı8).
Ancak 1903 yılının ilkbaharında gerçekleşen bu ayaküstü buluşma çok kı­
sa sürer; çünkü genç kadın eşini kaybetmiş bir duldur, genç erkek de yeni
evli bir koca.
Geçmişte gençler arasında karşı cinsle ilişkilerin nasıl olduğu, aşk­
tan ve cinsellikten ne anlaşıldığı anılar aracılığıyla öğrenilebilmektedir.
1901 İstanbul doğumlu Halide Nusret Zorlutuna (1986), "O tarihlerde ka­
dın-erkek arkadaşlığı yeni başlamıştı. Pek samimi, pek temiz, pek candan
bir arkadaşlığımız vardı" (132) diyor. Zorlutuna'nın sözünü ettiği arkadaş­
lık henüz bir "edebiyat çevresi" arkadaşlığı; arkadaşlar da genç şairler, ya­
zarlar: "Toplantılarımızda son yazdığımız şiirleri okur ve karşılıklı birbiri­
mizi överdik. ( ... ) Erkeklerle kızlar arasında daima bir mesafe vardı; bize
çok hıirmet ederler, hiçbir zaman laubalileşmezlerdi." (133). Zorlutuna
böyle bir çevre içinde doğabilecek aşklar da olduğunu belirtiyor, ama bu
aşkların tamamen romantik olduğu ve gizli kaldığı anlaşılıyor: "İçimizde
belki kız arkadaşlarından birine aşık olmuş olanlar da vardı, ama bunu giz­
lemeyi çok iyi bilirlerdi. Mesela Vala Nureddin, çok seneler sonra bir arka­
daş topluluğunda gülerek anlatmıştı: O ilk gençlik yaşlarında bir arkadaşı­
na tutulmuş. Birkaç gece sabahlara kadar onun evinin etrafında -Kabe ta­
vaf eder gibi- dönüp dolaşmış. Kız, bir hayli vurdumduymaz bir şey olacak
ki, bu aşkı hiç anlamamış. Vala da az bir zaman sonra kendini bu tutkudan
kurtarıp gene normal arkadaşlık münasebetlerine dönmüş. O vurdumduy­
maz kız da meğer ben değil miymişim? Doğrusu, o zaman bu birkaç gün­
lük 'Büyük Aşk'ın farkına hiç varmamıştım. " (133).
Zorlutuna kendi başından geçen aşkları anlattığında 20. yüzyılın
başlarında Osmanlı toplumunda aşktan ne anlaşıldığı da bir ölçüde ortaya
çıkar. Zorlutuna'nın anlattığı -kendi deyişiyle- "olaylar"ın hepsinin görü­
cü usulüyle kız istemekten ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Mektuplaşma­
nın tek ilişki kurma yolu olduğu bu ilişkilerde gençler birbirlerini doğru

AN I LARDAKİ AŞKLAR 173


dürüst görmemektedir, anababalar her zaman işin içindedir ve evlenmek
vazgeçilmez hedeftir. Zorlutuna'nın anlatbğı birinci öykü şöyle: "Bu mek­
tubun hikayesi biraz hazin, daha ziyade komiktir: Mektup; cepheden he­
nüz dönmüş, daha doğrusu tebdil-i hava için gönderilmiş bir genç üsteğ­
menden geliyordu. Mektupta adı, sanı yazılıydı. Beni, Göztepe istasyonun­
da görmüş, sırhmda maşlah, başımda sımsıkı örtü, trenden inmiş, merdi­
venleri çıkmış, deniz tarafındaki caddeye sapmışım ve onun farkında bile
olmaksızın yürümeye başlamışım. Halbuki O ... O, -ne hikmettir anlaşıl­
maz!- bana ilk görüşte vuruluvermiş! Birkaç vesileyle okurlarıma söylemi­
şimdir; ben öyle ahım şahım güzel bir kız değildim, hele insanları ilk gö­
rüşte kendime aşık edecek gibi çarpıcı, gösterişli bir güzelliğim yoktu. Ama
bizim devrin romantik gençlerinde; 'Bir görüşte vurulmak' moda idi gali­
ba. Her neyse... Bu genç subay da evimi, kimliğimi öğrenip 'Dest-i izdiva­
cıma talip olmak', yani 'Evlenme teklifinde bulunmak' için beni takip et­
meye başlamış; bir de ne görsün? .. Ben kendi evlerine girmemiş miyim?
Yani sizin anlayacağınız bu tebdil-i havalı üsteğmen bizim Göztepe'de
oturduğumuz köşkün sahibi -muhterem bir insan olan- İhsan Efendi'nin
oğlu imiş .. " (109-110).
Zorlutuna'nın anlathğı ikinci "aşk öyküsü"nde uzaktan ilişki kur­
ma, mektup gönderme, şiir yazma, evlenmeyi isteme ve hüzünlü son var:
"Evet efendim, bu da bir aşk hikayesi ama, birinci kadar hafif değil. Ko­
mik tarafı, eğlenceli tarafı da yok. Ağır başlı ve acıklı bir hikayedir bu.
Kahramanı da pek genç, asil Anadolu çocuğu. Doğu'daki tarihi vilayetleri­
mizin birinden, soylu köklü bir aileye mensup bir çocuk ki, İstanbul' da li­
se -o zamanki tabiriyle Sultani- tahsili görmekte iken bir çok emsali gibi,
mektep sıralarından toplanıp acele bir eğitimden sonra Çanakkale'ye sevk
edilmiş. Çanakkale'nin münevver Türk çocuklarını yutmakla doymayan
aç toprakları nasılsa bu aslan yapılı, duygulu, kültürlü çocuğu yutmağa kı­
yamamıştı. Bu genç adam, kızlan istasyonda görüp onlara bir bakışta vu­
rulan takımından değildi... Benim yazılarımı 'Talebe Defteri' yarışmasına
girip birinciliği kazandığım günden beri okuyordu. Bana yazdığına göre,
cephede bile edebi dergiler okuyordu. Hatta son zamanlarda benim bir şi­
irime cevap mahiyetinde bir manzume yazmıştı. Gerçekten de böyle bir

174 ERG E N Lİ KTE AŞK VE CİNSELLİK


manzume benim ilgimi çekmişti, fakat altındaki imzayı hiç tanımadığım
için buna hiçbir mana verememiştim. Kısa bir müddet sonra bu gencecik
yedek subay -o zamanki deyişle ihtiyat zabiti- şimdi maalesef adını unut­
muş olduğum dergiden, adresimi öğrenip bana bir mektup göndermişti."
(112-113) . Annesi, ısrarlara dayanamayıp, "Kızımın yaşı küçüktür, tahsile
devam ediyor, bu yıllar evlenmesi katiyen imkansızdır" dediği Halide
Nusret'i vermeyi sonunda kabul ediyor: " 'M .. .' Bey'le birkaç ay nişanlı
kaldık. O zamanlar malum kaç göç vardı; nişanlılar birbirleriyle konuşup
görüşemez, beraber gezip tozamazlardı. Gerçi o zaman da, -hatta nişanlı
olmadan da- buluşup görüşenler vardı ama bizim aileye göre değildi böy­
le şeyler. Biz bol bol mektuplaşıyorduk. Nişanlım, bazen, annemi ziyaret
için, evimize geliyordu. Annemin bu ziyaretleri istemesinin tek sebebi;
onu konuşturup anlamak; görgüsü, bilgisi hakkında bir fikir edinmekti.
Yani çocukcağız, farkında olarak veya olmayarak, imtihan verip duruyor­
du. Bu arada da biz yine, odadan odaya, mektuplaşıyorduk. Postacımız da
minicik kardeşim İsmet'ti." (118-119). Zorlutuna, "Deniz Kıyısında İlk ve
Son Buluşma" başlığı altında döneme özgü "roman gibi" hüzünlü bir öy­
kü anlatıyor: "Nihayet annem düğün için gidip memleketten annesini ba­
basını getirmesi hususunda 'M .. .' Bey'i ikna etti; ' M . .' Bey de gitmeden
önce benimle bir kerecik görüşmek için beni, benden fazla da Hatice Ha­
nım'ı kandırdı ve Cadde Bostanı'nın o zamanlar pek tenha olan kıyıların­
da bir akşam üstü üçümüz buluştuk: 'M . .', ben, Hatice Hanım! O gün ab­
lamın -amcam kızının- son moda tayyörlerini giymiştim. Tayyör ama, ta­
bii, üstünde çarşaf pelerini ve peçe. Ayaklarımda dizlerime kadar -çarşa­
fımın örneği- gri botlar. Pek şıktım. Ablamların köşkü sahile yakındı. Ta­
rifi imkansız korkular, çarpıntılar, kararsızlıklar içinde, ikide bir geri dön­
meğe niyetlenerek, gideceğimiz yere vardık. Nişanlım gelmiş, bekliyordu.
Halbuki ben, içimden, gelmemiş olmasını temenni ediyordum. Gelme­
miş olsaydı hemen dönüp kaçacaktım. Bir daha da böyle 'delice' işlere
kalkmayacaktım. Fakat olan olmuştu 'M .. .' de büyük bir heyecan içinde,
şaşkın ve mutlu, bizi karşıladı. Teşekkür ediyor, bir şeyler söylüyordu. Ha­
tice Hanım deniz kıyısına doğru yürüyüp sözde bizi yalnız bıraktı. Ben bir
kayanın üstüne iliştim, 'M .. .' de dizlerimin dibine, kumlara oturdu. Güzel

AN I LARDAKİ AŞKLAR 175


gri botlarımı öptü. Soylu Anadolu çocuğu, tir tir titreyerek bir şeyler söy­
lüyordu. Ben kulaklarımın uğultusundan yüreğimin çırpıntısından duya­
mıyor, anlamıyordum. Bir ara başını dizime dayadı ve galiba ağladı. O ara­
lık içimden geçirdim: 'Tıpkı romanlardaki gibi!', sonra elimi başına değ­
direrek: -Gidelim arhk, dedim, ortalık kararacak nerdeyse. Size hayırlı
yolculuklar dilerim. Hemen kalktı, beni ellerimden tutarak kayadan indir­
di. Evvela ellerimi, sonra da çarşafım ve peçenin üstünden alnımı öptü.
Ayrıldık. O gitti... Memleketine gitti. Bir daha kendisini görmedim. Yal­
nız, memleketinin Kurtuluş Savaşı'nda büyük yararlıklar, olağanüstü kah­
ramanlıklar gösterdiğini haber aldım. Hiç de hakkım olmadığı halde, giz­
li gizli onunla iftihar ettim." (119-120). Zorlutuna, "Bu ufacık gönül hika­
yesinin sonu gerçekten acıdır, acıklıdır" diyerek bitiriyor öyküyü: M . Kur­
tuluş Savaşı'nda başına saplanan kurşun yüzünden Bakırköy hastanesin­
de on sekiz yıl yatıp ölür, fotoğrafını sakladığı nişanlısından haber sorarak
(ancak nişan çoktan bozulmuştur ve Zorlutuna bu acıklı sonu yıllar sonra
iki çocuk annesiyken öğrenir). Zorlutuna son bir "aşk"tan daha söz edi­
yor. Evlenme önerisiyle son bulan bu aşk da mektuplaşmayla gelişmiştir:
"Şairdi, doğru, iyi huylu, temiz yürekli bir çocuktu. Arkadaş olarak bulun­
maz bir insandı. Bana güzel, çok güzel mektuplar yazıyordu. Zaten ben,
mektuptan yana pek şanslıyımdır. Bazen: ' Keşke o mektupların hepsini
saklasaydım da şimdi bir kitap halinde yayınlasaydım, bugünkü gençlerin
gözleri güzel mektup görseydi! ' diye düşünürdüm, bildiğim kadarı ile
gençler ne öyle mektuplar yazabiliyor, ne öyle mektuplar alabiliyor. Zaval­
lı çocuklar! .." (122). Çağlar geçtikçe anlayışların da nasıl değiştiğini bu son
alıntı açıkça gösteriyor. 20. yüzyılın başlarından bakınca acınası görünen
bugünün gençliği de, büyük olasılıkla, geçmişin bu "roman gibi", "film gi­
bi" aşklarına burun kıvıracaktır.
Sevgili için şiir yazma geleneğinin en ünlü örneği herhalde Nazım
Hikmet'tir (1902-1963). Çocukluk ve gençlik arkadaşı olan Vala Nureddin
(1969), şairin ilk sevgilisinin Sabiha Hanım olduğunu, on altı-on yedi yaş­
larındayken onun resimlerini çizip durduğunu, onun için şiir yazdığını
söylüyor. "Ona dair yazdığı 'Gözleri Siyah Kadın', gençlik devrimizde çok
kimsenin aklındaydı:

ERG E N Lİ KTE AŞK VE C İ N S ELLİK


Gözleri siyah kadın, o kadar güzelsin ki
Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben:
Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim
Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim.
Gözleri siyah kadın, o kadar güzelsin ki ... " (38).

Vala Nureddin, Nazım'ın, on yedi yaşında aşık olduğu Azize için


yazdığı şiirde dinsel azizelerin motiflerini işlediğini, platonik aşkın en üst
düzeylerine ulaştığını belirtiyor.
Kırsal yörelerde karşı cinsle ilişkilerin ve aşkın nasıl yaşandığını ve
ne anlama geldiğini 1947 doğumlu Arif Sağ'ın (Kalkan 2004) anılarından
öğreniyoruz. Sağ, bugünden bakınca adına aşk demenin zor olduğu ilk aş­
kını köyde yaşamış: " Bir kız vardı işte. Onların tarlaları, eniştemin tarlala­
rının yanındaydı. Ben eniştemlere yardıma giderdim. Akşam olunca o tar­
lalardan köye dönüş vardır mesela, acayip bir şeydir. Kuzu sesi, inek sesi,
at sesi, insan sesi, hepsi birbirine karışır. Olağanüstü bir şeydir. Dediğim
gibi, o zaman sesim inceydi, en yüksek perdeden 'Kız senin derdinle der­
beder oldum' türküsünü söyledim, duysun diye. Duydu, o da bana bakına­
ya başladı. Uzun müddet sürdü o bakışma, türkü yakına... " (45). Sağ, bu ilk
ilişkinin ruh halini açıklarken, ergenin aile dışından birine yönelerek ilk
duygusal bağımsızlaşma eğilimlerinin örneğini de veriyor. "(Nesini beğe­
niyorsunuz mesela. Ya da niye o da, başkası değil.� Onu bile hatırlayamı­
yorum. Yani niye o, onu bile bilmiyorsun. Birbirimize Kerem ile Aslı gibi
aşığız gibi geliyor bana. Ben öyle düşünüyorum. Konuştuğumuz, buluştu­
ğumuz filan yok, o nedenle de ben kendi kafamdaki kurguyu yaşıyorum.
Öyle olduğunu bilmiyorum, öyle bir yaklaşım yok, sadece kafamda kurdu­
ğum o benim. Burada mesele, eşleşme duygusu bence. Karşıtını bulmak
diye düşünüyorum. Seninle ilgilenen, annenin, babanın, kardeşlerinin dı­
şında seninle ilgilenen birilerini bulmak." (45). Sağ, köyden kente geldiğin­
de yaşadığı çelişkiyi de açıklıyor: "Köyden yeni gelmişim, 15-16 yaşlarında
bir genç, hiç hayatımda kız eli tutmamışım. Köyde birinden hoşlanmak,
flört etmek filan yoktur, ayıptır... Geldim burada çok güzel kızlar, iyi giyim-

AN 1 LARDAKİ AŞKLAR
li çocuklar... Birdenbire kendimi garip hissetmeye başladım. Ne oluyoruz,
buraya niye geldim diye düşünmeye başladım. Kaçmak, gitmek istiyorum,
kendimi oraya ait hissetmiyorum ... " (39). Sağ, Erzincan'da öğrenciyken iki
sevgilisi olduğunu söylüyor, usevgili dediysek, bugün sizin anladığınız an­
lamda değil" diyerek: "Her şey çok masum. Ne yapıyoruz, işte bakışıyoruz,
gülüşüyoruz, o kadar. O dönemde en güzeli o. Elini tutsan öldürürler seni,
öyle şey olur mu?" (46). Sağ, köyde okuldan çıktığında bahçelere gidip ora­
da saz çalıp "aşık olma hayali" kurduğunu, aşık olmanın da "Kerem gibi ol­
mak, Karacaoğlan gibi olmak" anlamına geldiğini belirtiyor. Sağ'ın bu tür
aşka ilişkin açıklaması da şöyle: "Kerem gibi olmak. Karşındaki maşukanın
sana ağlaması, kavuşamaması ... işte böyle dramatik bir şey çizerdim. Ken­
di kafama göre aşık olmayı öyle anlıyorum ben. Çünkü okuduğumuz kitap­
larda, dinlediğimiz öykülerde aşk böyle tarif ediliyordu. Kavuşup mutlu
olan yok. Zaten kavuşup mutlu oldun mu, onu aşk saymıyorlar. Ayrıca ya­
şadığımız çevredeki o feodal baskı insanı öyle bir yasaklarla çevreliyor ki,
zaten başka türlü bir şey düşünemiyorsun." (46-47). Sağ'ın, "Tam gelişme
sürecinde insani özelliklerini frenlettiriyorlar" demesi ve bunu sadece cin­
selliğin değil -aile içinde gösterilmesi engellenen- sevginin yaşanmasına
da genelleştirmesi önemli.
1915 doğumlu Aziz Nesin (1996) "ilk aşk"ını Kuleli Askeri Lise­
si'nde öğrenciyken yaşar. Durakta tramvay beklerken gördüğü bir genç kı­
za tutulur ("Bundan güzel olamaz bir kız, dünya güzeli"), onu uzaktaki
evine kadar izler, sonra Kandilli Kız Lisesi öğrencisi olduğunu öğrenir:
"Okula döndüğümde çoktan gece olmuştu. Ancak pazar akşamı Nihat'la
okulda buluşabildik. Ona hemen aşık olduğumu söyledim. Tramvay bek­
lerken gördüğüm bir kıza vurulmuştum. Kim olduğunu bilmiyordum.
Adı neydi? Büyük bir mıknatısın çekiciliğine kapılmış küçük bir demir
parçası gibi arkasından sürüklenerek gitmiştim. Mıknatısın, demir parça­
sından haberi bile olmamıştı, haberi olmamasını özellikle istemiştim. ( ... )
Peki, bundan sonra ne yapacaktım. Can arkadaşım Nihat'a bir sevgilim (!)
olduğunu söylemiştim. Ama başka hiç kimseye söyleyemezdim. Bu bir
gizdi. ( ... ) Hatta bu öyle bir aşktı ki, sevdiğim kıza bile kendisini sevdiği­
mi söyleyemiyordum. Bu, işte böyle bir gizdi." (158). Aziz Nesin bu aşk

ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


anlayışının Doğu'ya özgü ve kırsal aile yapısına bağlı bir yaklaşım olduğu­
nu düşünüyor: "Bizim halk şairlerimizin, saz şairlerimizin uğruna deli di­
vane oldukları o masalsı aşkları hep benimkine benzer. Aşk destanları,
masalları hep böyledir. Ortak izlek aşağı yukarı şöyledir: Şair rüyasında
bir dünya güzeli görür, hemen ona aşık olur. Uyandığı zaman, rüyasında
görüp aşık olduğu kızı aramaya başlar. Onun için, yaşamak sevdiği güze­
li hep aramaktır." (159-160). Kandilli Kız Lisesi öğrencisi olan Türkan Say­
lan (2000) askeri lise öğrencilerine "kargan dendiğini anlahyor: " Kuleli
Askeri Lisesi öğrencileri, sık sık kaçıp bizim okulun yüksek duvarlarının
arkasından başlarını uzatır, kızlan seyrederlerdi, eskiler onlara 'karga'
adını takmışlardı. Çoğu kızın bir karga arkadaşı olur, buluşur, evlenme
düşleri kurarlardı. Benim böyle bir ilişkim olmadı, ama deniz kenarına
gelen ve Turhan kardeşimin laf atmasıyla tanışhğımız, konuşmaktan çok,
sayfalarca mektup ve şiir yazan, ara sıra da intihara girişen, Kuleli'yi biti­
remeden ayrılan bir mektup arkadaşım oldu." (123).
Aziz Nesin lise öğrenciliği çağında Türkiye'de kendi yaşıtları ara­
sında karşı cinsle ilişki kurmanın üç türü ya da üç ergen grubu olduğunu
belirliyor: "Kadını insan olarak değil, ruh gibi, peri gibi, melek gibi insa­
nüstü, insanötesi bir varlık olarak görenler. Aile bağlan, komşuluk ilişkile­
ri ve toplumsal ilişkileri nedeniyle flört aşamasını yaşamakta olanlar. Bu
gruptaki kız ve erkek arasında sevi mektuplan alınıp verilirdi. Bir de kadı­
nı daha o yaşta cinsellikte dişi olarak tanımış olanlar vardı." (172). Aziz Ne­
sin, arkadaşlarının akıl vermesiyle "Rüya Kızn adını taktığı sevgilisine aşk
mektubu yazmaya karar verir. (Böylece birinci gruptan ikinci gruba geç­
mek istediği de anlaşılıyor.) O zamana kadar arkadaşları adına birçok başa­
rılı aşk mektubu yazmış olan Aziz Nesin kendisi için aşk mektubu yazma­
ya kalkışhğında "lıigat paralayan", bilgiçlik taslayan uzun bir metin kaleme
alır. Mektup güçlükle genç kıza veriliyor; ama bir hafta sonra alınan yanıt
olumsuzdur. İlk görüşte başlayan "aşk" ilk mektuba alınan yanıtla sona
erer. Arkadaşları için aşk mektubu yazanlardan biri de Türkan Saylan'dır
(2000): "Arkadaşlarımın aşk mektuplarını yazmak da görevlerim arasın­
daydı; bazılarına olgun bir kadının ağzından 'Ciddi niyetiniz varsa yazma­
yı sürdürün, yoksa oyalamayın!' diye yazdığımı anımsıyorum, evliliğin adı-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 179


nı 'ciddi niyet' koymuştuk böylece... Sanının büyüklerimizin sürekli uyarı­
sının etkisiyle... " (122).
1925 doğumlu Attila İlhan (İleri 2002) ilk aşkı Vacide'yi İzmir'de li­
seye yazıldığı yıl keşfeder; genç kız da öğretmen okuluna gitmektedir. Bu
ilişki de dönemin geleneğine uygun olarak şiirli-mektuplu bir ilişkidir:
"Ben okula erken gidiyorum. Yoldan geçerken de Vacide'ye bakıyorum,
tam evlerinin önünden geçerken. Pencere bazen açık, bazen kapının par­
maklıkları arasından görüyorum: Bir aynanın önünde saçlarını tarıyor! Bu
sahne vapurda aklıma geliyor, büsbütün etkileniyorum. Uzun saçlı, kalkık
burunlu, hoş bir kızdı. Ona şiirler yazıyorum... " (39). Sonunda İlhan, Vaci­
de'ye mektup yazmaya karar veriyor: "Mektubu yazdım, katladım güzelce.
Bir sabah, bir sonbahar sabahı, evin önünden geçerken, baktım orada mı
diye, orada, pencere de açık, mektubu içeri attım ve ... ( ... ) Kaçtım." (40). İl­
han o günü korku ve kaygılarla geçirir, umutsuzluğa kapılır: "Ertesi gün ev­
den çıktım, tam iki adım attım ki, tak!, mektup düştü. Müthiş bir heyecan­
la gittim. Alırken baktım: Vacide ortalarda yok. O da kaçmış ... Ben mektup­
ta çok aşıkane laflar yazmamıştım. Bir çeşit arkadaşlık mektubuydu. Vaci­
de de bana çok düzgün bir cevap yazmış. Böylece aramızda bir mektup ar­
kadaşlığı başladı. İşin aslı bu. Çünkü aşk demek gülünç kaçar: Buluşmuyo­
ruz, konuşmuyoruz, sadece yazışıyoruz. Ben ona edebiyatlar döktürüyo­
rum, sayfalarca yazıyorum. O da muntazaman bu mektuplan alıyor ve er­
tesi gün de bana cevap veriyor." (40).
1926 doğumlu Atıf Yılmaz (1991) ilk aşklarını ortaokul yıllarında
yaşamış: "Ben de bir yüzbaşının güzel baldızına aşık olmuştum. Ağaçlara
tırmanıp dut, kiraz toplardım onun için." (19). Yılmaz, babasının aşık oldu­
ğu kadının kızına aşık oluyor. "Kız farkından mıydı, değil miydi hatırlamı­
yorum. Ona da ben aşık oluyorum." (20). Yılmaz fiziksel teması lise yılla­
rında tatmış: "Öğretmen okulu mezunu bir kızdan ders almaya başlamış,
dersleri unutup, kıza aşık olmuştum. Ders almam için ayrılmış akraba evi­
nin odasında, ders yerine öpüşüp sevişmeye başlamıştık." (36). 1926 do­
ğumlu Bozkurt Güvenç'in (2004) ortaokul ve lisede yaşadığı ilk aşklar ise
romantik ve platonik: "Radyodaki romantik tangoları dinlerken, cebimde
biraz harçlık da varsa mahallenin simitçi fırınına koşardım, güzel Sema-

180 ERG E N L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


hat'ı görmek için. Benden bir iki yaş küçük olmalıydı; ama onu gördüğüm­
de kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpan sesini duyardı, sanki. Oku­
la mı gitmiyordu, yoksa beni mi bekliyordu, bilmiyorum. Adından başka
hiçbir özelliğini öğrenemedim. Ya kaybedersem, korkusuyla sormaya da
cesaret edemedim. (82). Ben evciydim, hafta sonları Ihlamur'daki evimize
çıkardım. Rahmetli ressam arkadaşım Nejat Devrim ile Beşiktaş'a doğru
birlikte yürür, varlıktan, yokluktan; beğendiğimiz dersleri, bir de karşı kal­
dırımda yürüyen pembe mantolu esmer kızı, konuşurduk. Sanatçı ruhlu
Nejat, usulca 'seninki' derdi, yorum yapmadan. Karşıyaka'daki Semahat'ın
hiç olmazsa adını bilirdim. Pembe mantolu esmerin adını bile öğreneme­
den yılı bitirdik." (84).
1927 Giresun doğumlu Fethi Naci'nin (1999) "ilk aşk"ı da kuşağının
diğer üyelerinin yaşadıklarına benziyor: ansızın karşılaşma, göz göze gelme,
heyecanlanma, kızarma, gülümseme, arkasından gitme, evini gözleme;
ama ilişki kurmak için hiçbir şey yapmama... "Ben 15 yaşımı bitirmiştim,
onlar da benden bir iki yaş küçük olmalılar... (O'nun benden iki yaş küçük
olduğunu sonradan öğrendim). İçlerinden biriyle (O'nunla) bir an bakışları­
mız buluştu; o anda ben de bir şeylerin değiştiğini, hiç duymadığım bir duy­
guyu yaşadığımı hissettim. (...) O da durmuş, bana bakıyordu. Arkadaşları
gülerek bir şeyler söylediler; o da, biraz kızararak, onlarla birlikte gülmeye
başladı. ( ...) Sonunda gene Gazi Caddesi'nde gördüm: Cadde üzerindeki bir
evin cumbasında oturuyor, caddeden gelip geçenleri seyrediyordu. Ev, sırtı­
nızı denize dönünce sokağın solundaydı; ben, sağ kaldırımdan yürüyor­
dum. Göz göze gelebilelim diye o kadar yavaş yürüyordum ki, göz göze gel­
meyi öylesine yürekten istiyordwn ki sonunda isteğim gerçekleşti: Beni gör­
dü. Gülümseyerek baktık birbirimize. Çakılmış kalmıştım kaldırıma. Onu
görüyordwn, ona bakıyordum, o da bana bakıyordu, bana gülümsüyordu...
Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi..." (23-24).
Ortaokulda erkek çocukların kadın öğretmenlere aşık olması çok
rastlanan -hatta beklenen- bir durumdur. 1929 doğumlu Orhan Suda
(2004) , hem öğretmenine hem de komşu kızına tutulmuş: "Ortaokul
üçüncü sınıfta 129 numaralı küçük Orhan'ım. Türkçe öğretmenimiz Müj­
gan Hanım ders kitabımızdaki seçme yazılan bana okutuyor daima; Müj-

AN I LARDAKİ AŞKLAR 181


gan öğretmen hepimizi büyüleyen bir ses tonuyla ders anlahrken gözleri­
mi ondan ayıramıyorum. Dalgalı gür san saçları, pembe beyaz teni beni
bir başka aleme götürüyor. Göz göze geldiğimizde tatlı bir ürperti kaplı­
yor vücudumu. Her fırsattan yararlanıyorum ona yakın olabilmek için.
Komşumuz Nezihe Hanım'ın küçük kızında da gözüm var, ama hep Müj­
gan öğretmeni sayıklıyorum. Okuduğum hikayeler, romanlar hakkında
görüşlerini almak bahanesiyle, okul çıkışı Müjgan öğretmenin yanında
Samanpazarı'na kadar yürürken bazen saçlarımı okşadığında dünyalar
benim oluyor. Uçar gibi varıyorum eve. İçim sevinçlerle doluyor. Bir an
önce büyümek istiyorum." (30).
1936 İstanbul doğumlu Hilmi Yavuz (2001) geçmişte tramvayların
gençlik aşklarında yeri olduğunu, kendisinin de ilk aşkını tramvayda yaşa­
dığını söylüyor: "Tramvayların benim ilkgençlik yıllarımın aşklarındaki ye­
ri de yadsınamaz. Şundan dolayı: Lise son sınıftayken, 1953 yılıdır ve ben
on yedisini sürmekte olan bir yeni yetmeyimdir, yahlılıktan bıkmış ve ev­
dekilerin de olurunu alarak gündüzlü ('nehari') olmuştum. Bu, elbette her
sabah Fatih tramvay durağından hareket eden okul tramvaylanndan biriy­
le yolculuk etmeye başlamam demekti. ( ... ) Fatih'ten Cağaloğlu'ndaki İs­
tanbul Kız Lisesi'ne ya da Fındıklı'daki Atatürk Lisesi'ne giden kız öğren­
cilerle tanışmıyorduk, ama tanıyorduk birbirimizi... tık kez aşık olduğum
kızı da tramvayda görmüştüm önce. İstanbul Kız Llsesi'ne gidiyordu." Ya­
vuz, "O yıllarda genç bir kızla bir erkeğin bugün olduğu gibi kolayca ilişki
kurabilmesi söz konusu bile değildi elbet" diyor. Yavuz'a göre o yıllarda bir
genç kızla ilişki kurmanın yolu şu: "Ya, tramvayda bakışlarımla ya da tram­
vaydan indikten sonra evinin bulunduğu sokağa kadar izleyerek onunla il­
gilendiğimi belli etmekten öte yapılacak bir şey yoktu! Ya da, bütün cesare­
timi toplayarak yanına yaklaşmak ve elbette utana sıkıla 'birlikte yürümeyi'
önermek gibi bir olasılık ('asılma' olasılığı) da yok değildi, ama bu birçok
bakımdan kolay kolay göze alınamıyordu. Bir kere, hakarete uğrayıp kovul­
mak ya da oturduğu mahallenin delikanlılannca eşek sudan gelinceye ka­
dar dövülmek söz konusuydu. Ben tabansız ve ürkek bir aşık olduğum için,
kızın yanına yaklaşamadım bir türlü. 'Ben sana hayran, sen cama hrman!'
ilişkisi bağlamında sürdü gitti bu tek yanlı aşk." (24-25).

182 ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK


1939 doğumlu Mehmet Aksoy (Engin 2002) Gaziantep öğretmen
okulunda -lise düzeyinde- öğrenciyken aynı sınıftaki bir kız öğrenciyle
birbirlerini sevdiklerini söylüyor: "Bir müddet sonra şiirleşmeye başladık.
( ... ) Yani o, akşam yazdığı şiirleri benim defterimin arasına koyuyor veri­
yor, ben de ona. Önümde oturuyor. Defterini alıyorum, içine şiir koyup ve­
riyorum. Böyle bir sene şiirleştik." (45). Aksoy Antakya'da lise son sınıf öğ­
rencisiyken okul dışından bir kıza da sinemada görüp aşık olur: "İşte biz­
de adettir. Yani adet dediğim Antakya'da öyle yapılır. Kızın arkasından gi­
dersin, evini öğrenirsin falan. Ben şimdi ardısıra gidiyorum." (55).
1 941 doğumlu Emre Kongar (2002) Şişli Terakki Lisesi'nde "tam
gaz" bir gençlik yaşıyor: "Kızlar var okulda. Güzel kızlar. Zengin kızlar. Ya­
tılı kızlar. Gündüzlü kızlar. Çok ilginç bir gelişim oluyor yaşamında. On
üç-on dört yaşına dek duygusal deneyimler okulda, fiziksel deneyimler,
yazları Vahidettin'in köşkünde yaşanıyor. (Neden acaba? Okulun yakın ve
ciddi denetiminden dolayı mı?) sonra, birden lise yıllarında ikisi birleşiyor.
Fizik ve duygu aynı kişi üzerinde odaklaşıyor. Bir süre için ancak. Ama,
sonsuz sanılan, hiç bitmeyecek sanılan birkaç yıllık bir süre. Az kalsın, tah­
silin durmasına yol açacak trajik, trajikomik ve dramatik olaylarla dolu bir
süre. 'Tam gaz' yaşanan dolu, dopdolu gençlik (daha doğrusu, 'çocukluk')
yıllan." (46-47). Yazlan arkadaşlarıyla birlikteyken "Esmer güzelini kim
tavlayacak", bir başka kızı "ilk kim öpecek" diye iddiaya girişmek ergenlik
cinselliğinin alıştırma oyunları.
Geçmişte aşkların "platonik" olması bir tür zorunluluk gibi görünü­
yor. Ayfer Tunç (2001) "Tek taraflı yaşanan 'platonik' aşklara çok sık rastla­
nırdı" diyor: "Yaygın olması doğaldı, çünkü 7o'ler de daha eskiden olduğu
gibi, aşkın bastırıldığı, katı kurallar dahilinde yaşanmasının uygun görüldü­
ğü yıllardı. Platonik aşklar yaşandığı sırada bilinmez, uzun yıllar sonra itiraf
edilirdi. Genellikle kızlar platonik aşka tutulurlardı. Hükümet tabibine aşık
olan kız bunu kimselere söyleyemez, tabip tayin olup gider, ama kız ardın­
dan onu sevmeye devam eder, yıllar geçtikten sonra, içinde taşıdığı bu sım
açıklayıverirdi. Duyulur, öğrenilir ama kız ölesiye aşık olduğu halde 'yanlış'
yapmamış olduğu için mahkıim edilmezdi." (213). Platonik aşkı Türkan
Saylan (2000) kendi yaşantısından örnekliyor: "O yıllarda, yıldızlı gecelerde,

A N I LARDAKİ AŞKLAR
bahçenin bir köşesindeki duvarlara sırtüstü yatıp gökte geleceğimi arar du­
rurdum, okuduğum kitaplardaki öykülerle özdeşleşip gözyaşlarına boğuldu­
ğumu da anımsıyorum. İlk yıllarda Kerime Nadir'in acıklı aşk öyküleri, sa­
nının pek çok genç kız gibi beni ve arkadaşlarımı da derinden etkilemişti.
Bir havuzun soğuk sularına atlayıp verem olmak, sonra da ölmek, hem de
kan kusarak ölmek ne çok çekici gelirdi, bizim yaştakilere. Bir de Jane Ey­
re'den etkilenişimiz vardı, çirkince genç kız ve yaşlıca erkeğin romantik aş­
kı, rüyalarımızı süslerdi. Sanının 'romantik' sözcüğü 'platonik' sözcüğü, o
dönemlerde tam yerini buluyordu. Savaşta ölen sevgilisine, ömür boyu sa­
dık kalan kadınlar, birbirlerine hiç kavuşamayan sevgililer, aşkı uğruna inti­
har edenler... Bütürı okuduğumuz ve filmlerde izlediğimiz aşkların kendi
yaşantılarımızda da gerçekleşmesini gizli gizli beklediğimize eminim. Kız­
ların abartılı aşk öyküleri, bunlara sahip olmayanları pek üzerdi ve benim gi­
bi birçoğumuz da, tanışmadığımız ama göz göze geldiğimizi varsaydığımız,
ya da yalnızca yazdıklarıyla tanıdığımız gençlere aşık olduğumuzu sanıp
kendimize, kavuşamama, reddedilme, aldatılma öyküleri yaratır, bunları
gerçekmişçesine, gözyaşları içinde yaşardık. Kurduğumuz düşlerde ileri gi­
dince, gerçekmişçesine utandığımız bile olurdu." (121).
Günümüze yaklaştıkça gençlerin ilk aşkları platonik olmaktan çıkıp
cinsel eylemle de bütünleşmeye başlamaktadırr. İlk aşkını on dokuz yaşın­
da bir üniversiteli olarak liseli bir kız arkadaşıyla yaşayan Orhan Pamuk
(2003) bunun örneğini verir. Pamuk, 1952 İstanbul doğumlu.

İLK SEKS DENEYİMİ


Geçmişte gençlerin ilk cinsel ilişkilerini yaşama olanaklarının ol­
dukça sınırlı olduğu bilinmektedir; bu olanakların sadece genç erkekler
için söz konusu olduğu da açıktır. Gerek İstanbul'da gerek taşrada gençle­
re cinsel ilişki olanağı veren en "meşru" ortam, genelevdir. İstanbul'da
Müslüman gençleri cinsellikle tanıştıran bir olanak da gayrimüslim çevre­
lerdir. İlk cinsel deneyim bazen daha yaşlı bir kadının girişimiyle yaşanır;
bazen de evdeki yardımcı kadınlar deneyim kazanmaya yardımcı olur. Ör­
nekleri az da olsa cinselliği kendi yaşıtlarından öğrenmek, hatta onlarla
cinsel ilişki kurmak da söz konusu olabilir.

ERGENLİ KTE AŞK VE (İNSELLİK


1917 İstanbul doğumlu Cahit Kayra (1995) lise yaşamının getirdiği
yenilikler olarak karma sınıfta okumayı ve bazı arkadaşlarının geneleve git­
mesini gösteriyor: "Liseye geçince yaşam modelinde birçok şeyler değişti.
Önce laz-erkek karışık bir sınıfımız oldu. Yeşil gözlü Sabiha, daha sonra
Necmi Olcay'la evlenecek olan Güher, Çallı'nın kızı Belma, Kenan'ın eş ada­
yı Naciye, zengin lazı Yaşar ön sıralarda otururlardı. 8. sınıftan gelen çocuk­
lar da bir ölçüde değişmişlerdi. Bunların bazıları biz küçüklerden beş-on yaş
daha büyüktüler. Şimdi hangilerinin hayatta olduklarını bilmediğim uzun
boylu Ferruh, kırmızı saçlı, çil yüzlü futbolcu Füruzan, Karayağız Ragıp, Az­
mi, Laz Enver hem bizden yaşlı hem de cüsseli gençlerdi. Kendilerine göre
ve bizim bilmediğimiz alanlarda, sözgelişi genelevler konusunda deneyim­
leri de vardı." (49). 1921 doğumlu Afif Yesari (1987) ünlü Abanoz Sokağı'nı
anlatıyor: "Genelevlerinin bulunduğu çok ünlü bir sokaktı 'Abanoz Sokağı' ..
İlk gençlik yıllarımızın anılarıyla dopdoludur, şimdi birer işyeri olan, işyer­
lerine dönüştürülen o evlerin odaları!.. Ve o kadınlar.. Sevecen, iyimserdi ço­
ğu .. Çoğunu hala anımsarım tüm canlılığı ile." (27).
1931 doğumlu Talat Halman (Birgül 2003), "İlk cinsel ilişkilerimiz
orda başladı" (93) derken Beyoğlu'nu kasteder. Beyoğlu'ndaki pavyonlar,
genelev ve randevuevleri İstanbul gençlerinin ilk cinsel deneyim merkezle­
ridir. Eski Beyoğlu'nun kendine özgü bir burjuva kültürü olduğu bilinir.
1926 doğumlu Halit Kıvanç (Engin 2003) bunu anlatıyor: "Beyoğlu'na çık­
mak için temiz pak giyimli olmak lazımdı, tıraş olmuş, kravat takmış ... Çok
ilginç bir şey söyleyeceğim: Her gencin hayatında vardır. Belki yabancı ül­
kelerdekiler 'hayır' der ama ben onlarda da olduğunu zannediyorum. Be­
yoğlu'nda malum sokaklar, malum evler vardır. Benim tanıdığım birçok
arkadaşım o evlere giderken dahi tıraş olup kravat takıp gitmişlerdir." (68).
Halit Kıvanç, "kadına gereken değer verilmediği için" Beyoğlu'nda gençle­
rin gittiği yerlere çok az gitmiş: " İstanbullu bir genç belirli bir yaşta . (o za­
..

manki ünlü sokağa, Abanoz'a gider.) Ve orada genelev eğitimi görür. Ben
bu eğitimi çok görenlerden biri değilim. ( ... ) sonradan oralara girip çıkma­
ya başladığımız zamanlarda da beni itti. Genelevden ayn biliyorsunuz bir
de randevuevleri vardı. Randevuevine de en az giden bir gençtim. Orası da
beni çok itmişti. Hele pavyon ... " (96).

AN 1 LARDAKİ AŞKLAR 185


1932 doğumlu Fehmi Özgök'ün (1995) on yedi yaşındayken yanın­
da çalışhğı marangozun dükkanı Beyoğlu'nda Abanoz Sokağı'ndadır:
"Abanoz Sokağı'nda daha önce ben de dolaşmış, kapılardaki o küçük pen­
cerelerden içerdeki çıplak kadınlara bakmışhm. Fakat içeriye girmeye cesa­
ret edememiştim. Henüz daha bıyıklarım yeni terlemiş, yeni yeni tüylen­
miştim. Bir kadınla yatmayı hayal ederken bile şehvetten titriyordum."
(105). Özgök, genelevdeki kadınlara duyduğu acımaya karşın ilk cinsel iliş­
kisini de onlardan biriyle yaşar; ancak seviştiği kadın da orgazm olmuş ve
ona unutamadığı bir ders vermiştir: "'Bir daha lütfen bana gelme. Çünkü,
sana bir daha böyle davranamam. Başka genelev kadınlarından da böylesi
davranış bekleme.' ( ... ) Nevin, bana öylesine bir ders vermiş oldu ki, hep o
ortak zevki arayacaktım arhk." (120). Geneleve bitişik dükkanda marangoz
çırağı olan Özgök aslında evlerden uzak durmaya çalışmış. ayağı kırılan bir
karyolayı onarmak için çağrıldığında evlerin birine girmiştir. Özgök ilk iliş­
kinin şaşkınlığını ve korkusunu anlahrken, girişimin kadından geldiği de
anlaşılıyor.
1938 doğumlu Mehmet Güleryüz (Sönmezay 2004) cinsel merak­
larını ve genelev serüvenini bir arada yaşıyor: "Saint Benoit'da olduğum yıl­
larda şimdi kullanılan yollar henüz açılmamışh ve Galata bugünkü duru­
munda değildi. Arnavut taşlan döşenmiş dar ara sokaklardan Saint Beno­
it'ya gidiyordum. Kötü kokardı, her yerden sular akardı. Tavukçuların ve
döküm atölyelerinin arasında genelevler vardı. Genelevler, daha sonra bir
araya toplandı, önlerine duvar çekildi, kapıları oldu; mahalle oldular. Ta­
vukçunun yanında bir dükkan; kapısındaki mangalda ısınmaya çalışan,
orasını burasını açıp gösteren kadınlar. Elinde okul çantası, on iki-on üç
yaşlarında oğlan çocukları için cazip görüntüler. İlk heyecanlar; hem baka­
mıyorsun, hem kafanda o görüntüleri taşıyorsun. On dört yaşı civarında en
yakın dostum kuzenim Ahmet; benden alh ay büyük. Gözünde dekolman
olduğu anlaşılınca, o sıralar New York'ta, Birleşmiş Milletler'de görevli
olan Hayrettin amcamın yanına, ameliyata gönderdiler. Döndüğünde, ba­
şında Statson şapka, sırhnda Mike Hammer tarzı pardösü vardı. Kemal Ta­
hir'in yazdığı Mike Hammer romanları, bir de Nazi Almanya'sında mü­
kemmel ırkı yaratmak için kurulan kampı anlatan insan Harası adlı erotik

186 ERGENLİ KTE AŞK VE CİNSELLİK


roman ekmek, su gibi satıyordu o sıralar; bir lira verip alıyor, birlikte bu ki­
taplara gömülüyorduk. Bütün sırlarımızı paylaşıyorduk Ahmet ile. Amcam
felç geçirince onlar büyükbabamın evinde oturmaya başladı. Amcam has­
tanedeyken yemekleri bizde, evde yapılıyor, Ahmet ile yemekleri götürü­
yorduk. Ağababamın evindeki çatı katını mekan tutmuştuk. Her şeyi me­
rak ediyor, cinsellikle ilgili girişimlerde bulunuyorduk. Biraz ötedeki evler­
de yaşayan kadınlarla işaretleşiyor, sonra da buluşuyorduk. Bizi görünce,
adam olmadığımızı anlayıp atlatıyorlardı." (82-83).
Mehmet Güleryüz 5o 'li yılların genelev kültürünü anlatırken 3o'lu
yılların porno kültürünü de açıklıyor: " Herkes yazlıktayken, ders çalışaca­
ğız bahanesiyle Ahmetlerin Cağaloğlu'ndaki boş evine gidiyorduk. Amcam
fotoğrafa, sinemaya çok meraklı; makineleri var. Şarlo'ları çıkarıp seyret­
meye başladık. Elimize bir grup film daha geçti. Siyah-beyaz konulu yaban­
cı sessiz filmler; kadın barda kocasını arıyor, birilerine soruyor; o sırada ko­
cası barın arkasında. Derken aşağıdan başka bir hanım çıkıyor; bara giren
kadını davet ediyor. .. Sıkıldık. Tam filmden vazgeçecekken, başka tür
Micky filmlerinin içine düştüğümüzü anladık. 3o'lu yıllarda çekilmiş por­
noları büyük bir açlıkla seyrediyoruz ama utancımızdan birbirimizin yüzü­
ne de bakamıyoruz. Başka filmler ararken, Ahmet'in o zamana kadar hiç
açmadığı bir dolap bulduk; içinde el yazması, sonradan renklendirilmiş es­
ki Türkçe erotik kitaplar, fotoğraf albümleri, pomolar, nü'ler... O dönem İs­
tanbul'da bilinen iyi-kötü film yıldızı kim varsa o albümlerde. Bildiğimizi
sandığımız her şey alt üst oldu; hiç bilmediğimiz büyükler dünyasının içi­
ne giriverdik. Derken, 'Geneleve nasıl gidilir, ne yaparız?' gibi sorular ka­
famızı kurcalamaya başladı. Sonunda, bir arkadaşın yardımıyla geneleve
gitmeyi başardık. Yeşilçam'ın arkasında bulunan Abanoz Sokak'ta genelev­
ler var. O zaman Abanoz sözü, utanılacak kadar ayıp bir söz gibiydi. Oraya
kadar gelince birden sokağı döndük. Karşılıklı otuz ev. Karaköy'deki gibi
vitrinli değil; ya açık camlardan içeriye bakılıyor veya kapıda küçük bir göz
deliği bıralolmış. Millet üst üste oradan bakıp kadınlardan birini gözüne
kestiriyor. İçeri bakan fazla oyalanırsa, arkadakiler ' Halftime' diye sesleni­
yor. Uzun süre bakıp suratı değişenler içeriden azarlanıyorlar. Bir ara bu­
raya dadandık. Ücretler, zamanına göre üç lira ile beş lira, beş lira ile on li-

ANILARDAKİ AŞKLAR
ra arasında değişiyor. Gidiyoruz ama ilk zamanlar ne yaptığımızı bile tam
anlayamıyoruz. Heyecandan kulak duymuyor, göz görmüyor, ne yaptığını
bilmiyorsun. Bir tarafta müthiş bir utanma var, bir tarafta vicdan azabı, di­
ğer tarafta da heyecan dorukta... Paldır küldür girip çıkıyorduk." (84-85).
1941 doğumlu Özer Baysaling de (1998) Beyoğlu'ndaki genelevleri
erken yaşta tanımış: " Kerhaneyle ilk tanışmam 14 yaşında oldu. Spora baş­
ladığım için iri olduğumdan büyük gösteriyordum. Arkadaşlarımın da ço­
ğu benden birkaç yaş büyüktü. Bir gün hep beraber Beyoğlu Ağacami'nin
arkasındaki 'Abanoz' sokağı denilen yere götürdüler. Koca adamlar, kapı­
lardaki ufacık deliklerden, kendilerinden geçercesine bakmaya çalışıyorlar­
dı. ( ... ) Çok utanmıştım. Sonra birkaç arkadaş içeri girip çıktı. Sanki Ame­
rika kıtasını keşfetmiş veya meydan savaşını kazanmış muzaffer bir ku­
mandan gibi gururlanarak, içeride olanları ballandıra ballandıra anlattılar.
O gün kafam iyice karışmıştı. Bir yandan, içeri girmesem bile oraya gitti­
ğim için utanç ve suçluluk duygusu duyuyor, diğer yandan da o iş nasıl ya­
pılıyor, diye fena halde aklım kurcalanıyor ve vücudumu ateşler basıyordu.
Suçluluk, utanç, acıma ve şehvet." (31-32).
Beyoğlu'ndaki genelev sokağını bir İstanbullu olarak küçük yaşla­
rından beri bilenlerden biri de 1943 doğumlu Deniz Kavukçuoğlu (2002):
"Mahalledeki ahiler anlatır bizler de dinlerdik. Birçok ahimiz o sokakta
'milli' olmuştu. 'Milli olmak', ilk kez bir kadınla yatmak anlamına gelirdi.
Ergenlik çağını arkasında bırakmış bir delikanlının bir an önce bu dene­
yimden geçmesi gerekirdi. Yoksa arkadaşları tarafından alaya alınır, arka­
sından söylenmedik laf bırakılmazdı. ' Bekaret' denen şey kızlar için o yıl­
larda vazgeçilemez bir 'iffet ve namus' simgesi olduğundan, sürekli bir kız
arkadaşı olan gençler bile ancak genelevlerde 'milli' olabilirlerdi." (205).
Kavukçuoğlu İstanbul'da değil Edime'deki genelevde ilk cinsel ilişkisini ya­
şıyor: "Beni 'milli' yapacak olan kadına durumumu anlatmış olmalıydılar ...
Adının 'Defne' olduğunu söyleyen kadın önce kombinezonunu, sütyenini,
külotunu çıkarmış, sonra da beni soymuştu. Hastasına bakan bir hemşire
gibi şefkatliydi... Saçımı, kollarımı okşuyor, bana heyecanlanmamamı söy­
lüyordu... Odanın aşın sıcaklığı, kadının yumuşak sesi ve benim sarhoşlu­
ğum bir araya gelince üzerime bir uyuşukluk çökmüştü. Yatağa uzanır

188 ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK


uzanmaz uyuyacağımdan korkan kadın hemen 'iş'e girişmişti ... Ben de ya­
n uykulu bir durumda ve kaşla göz arasında 'milli' oluvermiştim." (205).
Kavukçuoğlu daha sonra Beyoğlu'ndaki Abanoz Sokağı'nı betimliyor. Bu
arada, 5o'li yıllarda sokaktaki evlerin sahiplerinin çoğunun Ermeni olduğu­
nu; burada eskiyen kadınların Galata'daki Zürafa Sokağı'na, oradan da
Anadolu'daki "kerhane"lere geçtiğini öğreniyoruz. 1951 doğumlu Nedim
Gürsel de (2004) genelev kültürüyle ilgili bir ayrıntıyı veriyor: "Genelev gi­
rişinde de satıldığı için çocuk macununa 'padişah macunu', şamaliye 'ker­
hane tatlısı' denildiğini öğrenecektim sonradan. Ama çok sonradan, İstan­
bul'da Zürafa Sokağı'ndaki kadınlara dadandığım günlerde." (179).
Ankara'daki "genelev" ve "özel ev" kültürünü de 1932 doğumlu Al­
tan Öymen (2004) arılatıyor: "Çare, o merala gidermenin yolunu, profesyo­
nel yerlerde aramaktı. Onlar da belliydi. Biri, herkesin eşit veya eşite yalan
muamele gördüğü 'genelev'lerdi. Eski deyimle 'umumhane'ler... Adlan gibi
'umum'a (herkese) açık evler... Ötekiler de şehrin belirli semtlerine gizlen­
miş olan 'özel ev'ler... Birinciler, o zaman Ankara'nın Bentderesi semtinde
tahtadan duvarla çevrili bir yerde toplanmıştı. Belediyece saptanan fiyatları
fazla değildi. O zamanın parasıyla 2 liranın biraz üzerindeydi: Sanının, 235
kuruştu ya da 265 kuruştu. Fakat oraya girmenin bir güçlüğü vardı: Tahta
duvardan içeriye açılan kapının başında güvenlik görevlileri beklerdi. Gelen­
lere hüviyet sorardı. 18 yaşından aşağı olanlar içeri alınmazdı. Gerçi bunu
aşmam yollan vardı. Ama biraz daha masraf gerektirirdi. 'Özel ev'lere gelin­
ce... Onların telefon numaralan ve adresleri gizliydi: Tabii, 'genel'lere göre
çok lükstüler ve çok daha pahalıydılar. Oraları, bir süre sonra akrabadan bir
'ağabey'in katkısıyla öğrenecektim. Benim artık büyüdüğümü göz önünde
tutarak, 'hayatın o yanlan'nı da bilmem gerektiği görüşündeydi. Tabii bun­
dan bizim evdekilerin haberi olmayacaktı. Bir gün geldi, dediğim yerleri
gezdirdi. Ziyaret usullerini, geleneklerini öğretti. Benzeri tecrübeleri, ma­
halledeki bazı arkadaşlarım da geçirmişti. Ama oralardaki para karşılığı 'ser­
vis' -ilginç de olsa- hiçbirimizin içine sinmiyordu. Her birimiz soruna baş­
ka bir çare arayıp bulmaya çalışıyorduk." (27-28).
İstanbul'da genç erkeklerin ilk cinsel deneyimlerini yaşama yolla­
rından biri de gayrimüslim kadınlarla ilişki kurmaktır. İstanbullu anı ya-

A N I LARDAKİ AŞKLAR
zarlarının çoğu, Rum azınlığın ne kadar rahat ve eğlenmesini bilen bir top­
luluk olduğunu özellikle belirtmiştir. Sözgelimi, Rasim Örsan (1989) eski
Bakırköy'ü anlattığı anı kitabında bu insanlardan sevgiyle söz ediyor: " Er­
meniler kadınıyla, erkeğiyle kültürlü, lisan bilir, kibar insanlardır. Rumlar
da içlerinden neşe fışkıran, taverna müziği ile şarkı söyleyen, sirtaki dansı
oynayan sıcak kanlı ademlerdir. Hele Rum kızlarının işvelerine doyum ol­
maz." (52). M. R. Mimaroğlu (1946) , Rum komşularıyla kaynaşan Türkle­
rin eğlence açısından daha şanslı olduklarını söylüyor: "Fikir Tepesi deni­
len yerse başka çeşnisi olan bir eğlence yeri sayılırdı. Orada en ziyade pa­
zar günleri cünbüş olurdu, orası daha ziyade Hıristiyanların teferrüç yeriy­
di. Hele Rumlar, Ermenilere nazaran sadık tebea sayılan bu millet halkı
çok keyifli vakit geçirirlerdi. Burada madamlar ve matmazellerle dans et­
mek, yeni yeni yayılan fonoğraf makinelerini kurarak, adeta kır balosu eğ­
lencesi yapmak mıltad ve mubahtı... Fikir Tepesi teferrücüne alışkın olan
Türkler, Rum komşulariyle fazlaca kaynaşanlardı ki bunlar, eğlence bakı­
mından daha karlı idiler. Bu aleme de bir yaz, az çok karıştımdı." (27). Mi­
na Urgan da (1998) Rumların neşesini vurguluyor: "Eski İstanbul'un çeki­
ciliğinin büyük bir kısmı, ikisi de artık ortadan yok olan, iki etnik gruptan,
Rumlardan ve Beyaz Ruslardan kaynaklanıyordu. Rumlar, kendilerinde
çok bol olan yaşama sevincini. sanki boca ediyorlardı İstanbul'un üstüne.
Biz Türklerin başlıca kusuru doğuştan hüzünlü olmamızdır bence, onlar
ise doğuştan neşelidirler. Türk sarhoş olunca, ya ağlar ya kavga çıkarır.
Rum ise, sarhoş olunca, oynayıp şarkı söyler. Çocukluğumun Büyükada'sı,
mandolin ve gitar sesleriyle, o güzel Rum ezgileriyle sabahlara kadar çın­
lardı yaz geceleri." (154) . Emine Esenbel de (Öndeş 2004), adalardaki Rum­
ların arkadaşlıklarının ve "ateşli aşkları"nın onlar için bir yaşam biçimi ol­
duğunu belirtiyor. Dolayısıyla, kimi Müslüman gençlerin ilk cinsel dene­
yimlerini Rum kadınlarla yaşamaları hiç de şaşırtıcı değil.
l909'da Gaziantep'te doğan Mitat Enç (1979) ortaöğrenimini ve
üniversite yıllarının bir bölümünü İstanbul'da yaşar. Enç, 1929'da hukuk
fakültesinin birinci sınıfındayken kaldığı otelde daha önce oturduğu pansi­
yonu anımsıyor: "Tuhaf, kendine öz bir güzelliği vardı, bu eski perişan otel
odasının. Kış sömestiri tatilinden dönünce Celal'le birlikte oturduğumuz

ERGEN L İ KTE AŞK VE CİNSELLİK


Kumkapı'daki Mme. Makrina Pansiyonunun geniş, cumbalı odasını başka­
sının tuttuğunu öğrenmiştik. Ama kabahat bizimdi. On altı lira oda kirası
cebimize kalsın diye giderken şubat aylığını ödememiştik. Oysa her şeyi ile
ne kadar hoştu orası. Makrina'nın dul kızı her gün temizliği yapar, Fran­
sızca dergilerimizden seçtiği iştiha gıdıklıyan kadın, kız resimlerini konso­
lün üstündeki aynanın önüne dayardı. Kim bilir belki de bu uyaranlarla
gözlerimizi karartıp bıyıklı, ablak suratına tutulacağımızı umardı. Oysa iki
yanımız ve karşıdaki Rum evlerinin pencerelerinden salkım salkım kız ve
kadın günün her saatinde cıvıldaşıp dururdu." (n).
Geçmişte ilk cinsel aşkı genç Rum güzelleriyle yaşayanlardan biri M.
R. Mimaroğlu'dur (1946). Mimaroğlu on altı yaşında yaşadığı böyle bir iliş­
kinin o çağda ancak kendi çevresinin dışında yaşanabileceğinin farkında:
"1897 yılı yazında beni saran sevgilerden birini geçirdim. Hemen bir yaz
mevsimi süren bu maceradan sonra, onun uçup gitmesi, gelip beni bulma­
sı ve sarması gibi pek çabuk olmuştu. Bu aşkımın perisi, bir Sırp-Rum gü­
zeliydi, adıyla sanıyla: Güzel (M). Babası bir iş atölyesinde ustabaşıydı, erkek
kardeşi de Alman mektebi talebesinden vapur arkadaşım (G) .. Mütevazı bir
aile kızı olan bu narin çiçeği, bu temiz yavruyu, bir Fikirtepesi gezintisi ak­
şam dönüşünde rastgelerek tanıştıran da ağabeyi (G) olmuştu. O güzel yaz
ve güz mevsimlerinde, bu hava da başımda beş ay kadar esti. Bir gün Fikir­
tepesinde onu uzaktan seyrettim. Güzel yüzünü ve hele güzel o genç kız gü­
zelliğinin üstüne kurulduğu o nurani sütunları temaşa eyliyerek mest ol­
dum. Daha sonra da onunla dans ederek kucak kucağa kendimden geçtim
ve nihayet evinin, odasının mahremi oldum. Ne yazık ki sonra, bu sıcak aşk
kucağı da bana kapandı. (M)'ı evlendirdiler... Beni düğüne bile davet ettiler!..
Sevgilim de pek sade ve kolay aşinalıkmış gibi, beş aylık ruh-ruha ve kucak­
kucağa olan aşkımızı bir adiyö ile silkti ve geçti.... Bu kadar kolay birleşme
ve yalnız onun tarafından bu derece kolay ayrılmaya başkası için anlatsalar­
dı inanmazdım. Bizim kendi alemimiz dışındaki bu çeşit aşk telakkisini bu
suretle erken öğrenmiş oluyordum. Ben zavallı, bir müddet melal içinde ya­
şadım. Çaresiz, sonra da yine kendi alemime daldım." (17).
1913 doğumlu Nüzhet İslimyeli (1999) İstanbul'da yedek subay
okuluna giderken kaldığı Musevi ailenin pansiyonunda cinsel aşkla tanışı-

AN I LARDAKİ AŞKLAR
yor: "Yakacık ve Pendik yakın çevremizdi. Adalar hemen karşımızdaydı, ki­
mi zaman oraya da geçerdik. Bu arada Kadıköy'de bir pansiyon da tutmuş­
tum. Evin cici bir kızı vardı Raşel adında. Musevi adlarından en yakındığım
addı bu. Bu yüzden kendisine Jeli derdim ... O da sevmişti bu adı. 14 yaşla­
rında var yoktu. Ama çok bilmiş bir yumurcaktı. İtalyan Lisesi'ne gidiyor­
du. İtalyan asıllı arkadaşları da vardı. Bunların kimileri ile beni tanıştırmış­
tı. Ben bu fırsatı iyi değerlendirmiş, İtalyanca öğrenmeye başlamıştım. Bu
girişimim bu yumurcakla arkadaşlığımızı pekiştirmişti. Bir mevsim içinde,
okullarda 8 yıl içinde öğrenmeye çalıştığım Almancam yaya kalmıştı bu yu­
murcakların bana öğrettikleri İtalyanca karşısında. Özellikle dolunaylı ge­
celerde Kalamış ve Kurbağalıdere mekanımız olurdu. Ay da pek anlayışlı
davranırdı böyle gecelerde... Hemen bir bulut arasına gizleniverir, bizi
utandırmazdı. Dahası, meydanı da bize bırakırdı." (44). İslimyeli, Musevi
genç kızı kendisinden daha atılgan ve becerikli buluyor: "Mevsimin sıcak
günlerinden biriydi. Altta bodrum katındaydık. Jeli'yle ikimiz de hafif giy­
siliydik. Kanepede otururken afacan kolumu almış boynuna dolamıştı.
Tam karşımızda da dedesi oturuyordu. Kulağına eğilip hafıfce: -Deden, de­
miştim. Başını omzuma dayayıp, -Görmez, demişti. Öyle ya görmesindi...
Ne vardı bizi görecek!.. Akşam üzerine doğru dışarı çıkmıştım. Ertesi gün
pazardı. Gerine gerine uyuyabilirdim. Gecenin tek rakamlı saatlerine dek
gönlümce eğlenmiş, sonra pansiyonun yolunu tutmuştum. Zili çalmak
üzere tam elimi uzatmıştım ki kapı birden açılıvermişti. Karşımda kombi­
nezonuyla Jeli'yi bulmuştum, Tabii gürültü çıkarıp başkalarını uyandırır
mıydık hiç. Planlarım alt üst olmuştu. Uyumak benim için haramdı artık.
Ben kendimi yaramaz ve becerikli biri sanırdım. Oysa bu bir lokma çocu­
ğa tutsak olmuştum. Ama Jeli'ye tutsak olmanın dayanılmaz bir yanı var­
dı. Beraberliğimiz süresince bundan hiç yakınmadım." (44-45).
Osmanlı devletinde ve erken Cumhuriyet yıllarında İstanbul ko­
naklarında ev işlerine yardımcı olan personelin içinde evlatlık kızlar
önemli bir yer tutar. Eve küçük yaşta alınan ve evin çocuklarıyla birlikte
büyüyen bu kız çocukların önemli bir işlevinin daha olduğu anılardan an­
laşılmaktadır. 1927 doğumlu Ali H. Neyzi (1983) bu değişik işlevi ayrıntı­
lı biçimde açıklıyor: " Evlatlıkların başka bir özelliği de, köşk yaşamına bir

ERGENLİKTE AŞK VE (İNSELLİK


canlılık katmaları idi. Hele köşkde yaşayanlar arasında üç veya dört çocuk
olunca, bu değişik anlamlara da yol açıyordu. Biz çocuklar da evden dışa­
rı pek çıkarılmazdık. Okula yollandığımızda bile yatılı okula giderdik. O
zamanlar kız-erkek karışık okullar da yoktu. Sonuç olarak 'küçük bey'lerin
seks ile ilişkileri ve bu konuda eğitimleri, kendiliğinden, evdeki evlatlıkla­
ra kalıyordu. Hiç unutmam, oldukça küçük yaşta idim. Annem evlatlıklar­
dan birinin yaptığı bir işe kızmış anneanneme şikayet ediyordu. Feride
hanım, hiç istifini bozmadan ' Kızım, sen bu evlatlıkları elden çıkaralım
diyorsun, ama unutma ki üç tane aslan gibi oğlan çocuğun var, sonra
oğullarınla nasıl başa çıkarsın' dedi. Ben o zaman, bu cevabı, daha çok üst
başımızın temizliği gibi güncel işleri kimin yürüteceğini hatırlatan bir de­
yim olarak almıştım. Çok sonra anladım ki, tecrübeli ve gün görmüş Fe­
ride hanım, bizim seks eğitimimizin de bu kızlarla gelişeceğini bal gibi bi­
liyor ve köşkün yönetiminden sorumlu kişi olarak bunu doğal bir görev gi­
bi karşılıyordu." (72-73).
Ali H. Neyzi (2003) aynı anıyı başka bir kitabında da yineliyor: "An­
nem şikayet ediyordu: 'Bu evlatlık kızlar, hiçbirinin eğitimi bile yok. Oysa
oğullarım sürekli onlarla oynuyor. Acaba yabancı uyruklu, eğitimli bir mü­
rebbiye tutsak daha faydalı olmaz mı?' Anneannem güldü: 'Kızım, yaban­
cı mürebbiye ağırlığınca maaş ister. Bu kızlar ise karın tokluğuna çalışırlar.
Ayrıca belki sen farkında değilsin ama senin oğlanlar boy atmaya başladı­
lar bile. Eğer benim bu evlatlık kızlar bahçede olmasa sen oğlanlarının bi­
rini bile evde tutamazdın, hepsi sokaklarda dolanır dururdu.' ( ... ) Ne yalan
söyleyeyim, anneannemin o gün ne demek istediğini anlamam için beş yaş
daha büyümem gerekti. " (88-89). Yazar konaktaki evlatlık kızlarla ilişkile­
rini birer birer anımsıyor: "Zehra abla hakkında en unutamadığım anı, üst
kattaki çinko kaplı hamamda biz oğlan çocukların beraberce yıkanmamıza
nezaret edişi idi. Ben pek küçüktüm ve ne olduğunu pek anlıyamıyordum.
Sıcak sular, gözüme kaçan sabun köpükleri arasında çırpınır dururdum.
Bizleri yıkamak görevi yüzünden ıslanan kombinezonu ile aramıza katılan
Zehra Abla ile ağabeylerim arasında yıkanma dışında ilişkilerin de geliş­
mekte olduğunu neden sonra anladım. Evvelce de anlatmağa çalıştığım gi­
bi bunlar köşk yaşamının doğal birer bölümü idi.'' (74).

A N I LARDAKİ AŞKLAR 193


Ali H. Neyzi köşke 6-7 yaşlarında gelen bir evlatlıktan söz ediyor:
"Bütün yaşamı ve eğitimi köşkte geçtiğinden aşın terbiyeli ve çekingendi.
Yaşı yaşıma yakın olduğu için onunla dalaşmak bana düşmüştü. Fazla yaş­
lı olmamasına karşın oldukça kuvvetli idi ve ileri gitmeme bütün gücü ile
uğraşarak kolayca mani olurdu. Aslında o yaşlarda dalaşmak ile seksi bir­
birinden ayırmak pek kolay olmasa gerek." (74-75). Köşke son gelen evlat­
lık kızın adı Şerife: "Bu deli fişek genç kız da, bu arada bana epeyce seks
dersi vermek olanağını bulduydu." (76). Şerife daha sonra kasabın çırağı
ile kaçar, sonra da yüzüstü bırakılıp kötü yollara düşer. Ali H. Neyzi evlat­
lık sisteminin başka ailelerin evlerinde de sürüp gittiğini belirtiyor. "1995
yılında bir arkadaşımın evine, Doğu illerimizden böyle bir kızın geldiğini
görüp şaşırmışhm." (77).
İlk cinsel deneyimi evlatlık kızlarla yaşama geleneğinin bir örneği­
ni de Çetin Altan (1992) lisedeki arkadaşından veriyor: "Liseyi bitirir bitir­
mez ölüp giden Uğur, evdeki evlatlık kızın orasını görmüştü. Kız bundan
çekinmemiş, evde kimse yokken daha da cömert davranmıştı. Uğur, kızın
yere oturup bacaklarını iki yana açarak her şeyini görmesi için kendisine
nasıl cömert davrandığını, yüzünü kaplayan bir heyecan dalgası içinde an­
lahyor; ben de onun alhnda kalmamak için Fatma'yı anlatıyordum." (52).
Ali H . Neyzi (2003), denize açıkta girdiklerinde kadınların ıslak mayoları­
nı değiştirmeleri için erkek çocukların büyük bir havluyu uçlarından tuta­
rak bir tür perde yaphklarını anlahyor: "Büyüklere pek cesaret edemezdik
ama o gün evlatlık kızlardan biri de gelmiş ise tam kızcağız mayosunu çı­
karmışken perde-havluyu indirince kızcağız çığlıklar atmaya başlardı." (73-
74) . Melda Kaptana (2003) ise evlatlık kızların özellikle erkek çocuğu olan
evlere "cinsel ilişkinin kolay sağlanması veya sağlıklı olması için" alındığı­
nı kabul etmiyor: "Bizde, aksine, büyükannemin evde delikanlılar var diye
genç kız evlatlık alınmasını istemediğini çok iyi hahrlıyorum. (36).
n

Ergenlik çağının başlarında, erinlik (buluğ) döneminde erkek ço­


cukların ilk cinsel deneyimleri bazen kendilerinden daha yaşlı kadınlarla
olabilmektedir. Orta yaşlı bir kadının çocuk denebilecek -bazen gerçekten
çocuk- yaşta bir erkeği baştan çıkarmasının örnekleri edebiyatta vardır.
(Bir örnek vermek gerekirse En Tatlı Yaz romanı anımsanabilir.) İlk cinsel

194 ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK


deneyimini yaşça büyük bir kadının girişimiyle -hatta zorlamasıyla- yaşa­
ma örneği 1939 Antakya doğumlu Mehmet Aksoy'un (Engin 2002) yaşa­
mında vardır. Aksoy, İstanbul'dan Tarsus'a gelen, akrabası da olan otuz
beş yaşındaki bir kadının hiçbir cinsel deneyimi olmayan on beş yaşındaki
delikanlının nasıl "ırzına geçtiğini" anlatıyor: "Bir gün... Daha doğrusu bir
gece, ben amcamın oğluyla bize verilen odada yatıyorum. Bahçeden geçilip
girilen bir oda bu. Uyuyoruz. Amcamın oğlu ve ben. Geceyansı artık bir
sezgi mi, bir soluk mu bilemiyorum, uyandım. Baktım kadın benim üstü­
me eğilmiş, elini ağzına götürmüş 'sus' işareti yapıyor. Bir eliyle de beni
yataktan kaldırmaya çalışıyor. Amcamın oğlu uyanacak diye ödüm kopu­
yor. Mecburen dışarı çıktık. ( ... ) Tuttu beni duvara dayadı. Üstüme eğildi,
öpmeye başladı. Ben o kadar korkuyorum ki... " (38). Aksoy, bu ilk ilişkinin
kendisini nasıl utandırdığını, çok kötü etkilediğini, karabasan olarak ıüya­
lanna girdiğini belirtiyor.
Cinsel aşkı ilk kez yaşça büyük kadınlar aracılığıyla tanımanın deği­
şik bir örneğini de Aziz Nesin (1996) aktarıyor: "Yaşlı babası oldukça genç,
kendi yaşına göre genç bir kadınla evlenmişti. Refik, okul tatilinde bir ge­
ce, üvey annesi çıplak vücuduyla oynarken uyanmıştı. Ondan sonra da bu
hep böyle sürmüştü. Refik'in okuldan eve geldiği, babasının eve gelmediği
zamanlarda da bu hep böyleydi. Refik anlatırken ağlıyordu, yaptığından
çok utanıyordu. Üvey annesi, yaşamında dişiliğini tanıdığı ilk kadındı."
(160). 1929 doğumlu Orhan Suda (2004), cinsel yaşamı erken başlamış bir
lise arkadaşından söz ediyor: "Yakışıklı, bıçkın bir delikanlı Gürbüz. Kızla­
rın, kadınların gözdesi. Akşamlan Gar Gazinosu'ndan çıkmıyor. Yabancı
sanatçılarla ahbap oluyor. Dansözlerle dans ediyor." (44). Bu liseli gencin
kendisinden büyük bir tiyatro oyuncusunun sevgilisi olduğunu öğreniyo­
ruz: "Kadın adamakıllı tutkun Gürbüz'e. Yolladığı aşk mektuplan bizim
adrese geliyor, Gürbüz'ün ailesi durumdan şüphelenmesin diye. Aman Al­
lahım ne mektuplar onlar. (Kadın) Gürbüz'ün erkekliğine doyamadığını,
onu canı gibi sevdiğini anlatıyor sayfalar dolusu." (44-45).
3o'lu yıllarda Anadolu'nun bazı yörelerinde erkek çocukların kadın
bedenini tanıması ve seks yapmayı öğrenmesi için uygulanan ilginç bir ge­
lenek vardır: eğreti gelinler. Kozalı'nın (2004) aynı adlı romanında açıkla-

A N I LARDAKİ AŞK LA R 195


nan geleneğe göre, on altı yaşındaki bir gencin evlilik yaşamını öğrenmesi,
erkekliğini yaşaması için eve orta yaşlarda bir kadın "eğreti gelin" olarak
alınır. Eğreti gelin olmanın birtakım kuralları vardır: Aşık olmayacak, gebe
kalmayacak, görevi bittiği zaman gidecek, evde birkaç genç varsa diğerleri­
ne göz koymayacak vb. Eğreti gelinlerin cinsel yönden başka kadınlardan
daha etkin, özgür ve yaratıcı oldukları varsayılmaktadır. Genellikle zengin
evlerine alınan eğreti gelinlerin sayılan azaldıkça değerleri de artar. Bir eğ­
reti gelinin bu görevi yaşamı boyunca birden fazla gençle yaptığı anlaşılı­
yor. Eğreti gelin geleneğinin zengin psikanalitik simgeler ve anlamlar içer­
diği de düşünülebilir. Cinsel teknikleri yaşça daha büyük kadınlardan öğ­
renme uygulaması -gelenek biçiminde olmasa bile- başka toplumlarda da
var. Dr. Gülören Onlüoğlu (1968), İstanbul'da orta yaşlarda bir kadının bu
cinsel eğitmenlik görevini para karşılığında yaptığını yıllar önce anlatmış­
tı. Psikanalizci Dr. Vamık Volkan da (2004:61) böyle bir örneği Ameri­
ka'dan veriyor: "Kendisinden yaşlı bir kadın para karşılığında, ona sertliği­
ni nasıl koruyacağını, nasıl iyi bir aşık olacağını öğretmişti."
Cinsel ilişkiyi ve kadın bedenini aynı yaşta ama deneyimi de olan
arkadaşlarından öğrenmek de olanaklıdır; bunun örneğini askeri lise öğ­
rencisi Aziz Nesin (1996) veriyor: "Avni, cinsel anlamda kadını çok önce­
den tanımıştı. Cinsel ilişkiyi ve kadının cinsel organını ayrıntılarına dek be­
nim gibi bir bilgisize anlatmaktan zevk alırdı. Köy kökenliydi. Daha köy­
deyken başladığı cinsel ilişkileri İstanbul genelevlerinde sürdürüyor ve bu
serüvenlerini zevkle, iştahla anlatıyordu." (161).
Aziz Nesin (1976), Davutpaşa Ortaokulu'nda öğrenciyken sınıf ar­
kadaşları içinde eşcinsel eğilimleri olanları fark ettiğini söylüyor: "İlk ola­
rak o okuldaki sınıfta, üstü kapalı, gizli de olsa kimi arkadaşlarımızda bir­
birlerine sapık eğilim belirtileri gördüm. Daha önceleri, söz dışında, böyle
bişey bilmiyordum. Bizi, bu sapık eğilimden koruyacak hiçbir önlem de
düşünülmüyordu. Pek azımızda olan bu sapık eğilim, çok kapalı ancak
duygusal düzeydeydi." (238). Aziz Nesin, Çengelköy Askeri Ortaokulu'nda
da eşcinsel ilişki örneklerine bizzat tanık oluyor. (Bunları yazıp yazmama
konusunu uzun uzun düşünüyor ve tartışıyor.) Nesin, "Bize o yaşta ve da­
ha sonraları cinsel eğitim mi veriliyordu? Bütün cinsel konular, ayıbın ar-

ERGENLİKTE AŞK VE CİNSELLİK


kasında gizliydi" (274) diyerek sorunu özetliyor. Öte yandan Cahit Kayra
(1995), Ankara'daki üniversite öğrenciliği sırasında tanık olduğu eşcinsel­
lik olaylarından söz ediyor: "Bazı öğrenciler arasında nereye kadar gittiğini
bilmediğimiz erkek erkeğe ilişkiler. Hemen belirtmeliyim; bizden önceki
sınıfta dört, bizim sınıfımızda bir tek kız öğrenci vardı. Bunun bu olay için­
de bir yeri olması gerek. Şimdiki kuşaklar bizden daha hoşgörülü olabilir­
ler. Zaman içinde cinsel ahlak değerleri değişiyor. Ama biz öyle düşünmü­
yorduk. Mülkiye Ankara'da o çok eskilerin Enderun Mektebi niteliğine dö­
nüşüyor dedik ve Müdür Mehmet Emin Erişirgil'e çıkıp şikayet ettik; bu ço­
cukların okuldan çıkarılmasını istedik. Erişirgil isteğimizi benimsemedi.
Öte yandan gerek bizim sınıfımızda, gerekse birinci sınıfta önemli sayıda
bulunan Afganlı öğrenciler arasında homoseksüellik olayının da dikkat çe­
kecek kadar olduğunu o zamanlarda anladık. Erişirgil insan ilişkileri bakı­
mından bizden daha az tutucu ve anlayışlı olmalıydı." (61). İkisi de bu yüz­
yılın başlarında doğmuş bu iki yazarın eşcinselliğe bakış açılarında önem­
li bir değerlendirme farklılığı seziliyor.

ANILARDAKİ AŞKLAR 197


Ç
SONUÇ
ocukluk toplumsal-kültürel bir kavramdır ve tarih içinde gelişmiş­
tir. Çocukluğun cinsel tarihi alanında cinsel istismar, çocuk mas­
türbasyonu, çocuk bedeninin duyarlılığı gibi konular hem davra­
nışlar hem de tutumlar açısından incelenebilir. Burada temel kav­
ram "çocukluğun masumluğu" kavramıdır. Çocuğun masum olduğunu
ileri süren görüş onu cinsellik dışı kılmaktadır. Çocuğun cinsellikten
uzak bir varlık olduğunu savunan görüş ne kadar yanlışsa, onu cinsel nes­
ne yapan ve istismara açık tutan yaklaşım da o kadar yanlıştır. (İki anı ya­
zarının -Çetin Altan ve Aziz Nesin- çocukluk ve ergenlik aşklarının geli­
şim evrelerini belirlemiş olması ilginç bir bulgu sayılabilir.)
Çocukluk gibi ergenliğin de kültürel bir yaratım olduğu savunul­
maktadır; böyle olduğu için de ergenliğe ilişkin görüşler zaman içinde deği­
şim göstermiştir. Ergenlik anlayışıyla ilgili en önemli değişim, ergenliği ka­
çınılmaz bir fırtına ve stres dönemi olarak görmekten, ergenlerin çoğunun
psikolojik bir çalkantı ve karışıklık yaşamadığını kabul etmeye doğru olmuş­
tur. 20. yüzyılın ortalarına kadar gelen birinci anlayış. ergenin yeteneklerini
küçümsüyordu; 6o'larda başlayan cinsel devrimle birlikte ergenlerin daha
deneyimli ve güçlü olduğu, daha az sorun yaşadığı görüşü benimsendi.
Cinsel olgurılaşma yaşının gitgide aşağı inmesinin -20. yüzyılda
19. yüzyıldakinden ortalama dört yıl daha erken- gençleri cinsel açıdan git­
gide daha etkin kıldığı biliniyor; ancak cinsel olgunlaşma birçok toplumda
cinsel yaşamın da aynı anda başladığı anlamına gelmemektedir. Buna kar­
şılık, özellikle genç kızların geçmişe oranla daha özgürleştiği, kitle iletişim
araçlarının da topluma daha fazla cinsel uyaran pompaladığı açıktır. Genel
bir değerlendirme, gençlerin cinsel yaşamı konusunda göreceli bir özgür­
leşme olduğu yönündedir. Daha özel bir gelişme, geçmişte yalnızca erkek­
lere özgü olduğu kabul edilen cinsel özgürlüğü şimdi kadınların da paylaş­
masıdır. Asıl önemli gelişme ise, toplumsal baskıdan ve suçluluk duygu­
sundan kurtulmuş bir cinselliğin gitgide daha fazla yaşanabilmesidir. Öte
yandan, bütün bu gelişmeler karşısında toplumların ikircikli -ya da ikiyüz­
lü- tutumlarını korudukları da dikkati çekmektedir. Bu açıdan, çocuk ve er-

SONUÇ
gen cinselliğinin en önemli özelliği hala toplumun sürekli denetimi altın­
da tutulmasıdır; bu denetim birtakım yaptırımlarla da güçlendirilmiştir.
İnsanlık tarihinde belli başlı iki cinsel devrim yaşandığı birçok batı­
lı yazar tarafından belirtilmektedir. 18. yüzyılın sonlarında gençlerin eş se­
çiminde başkalarının dayatmasını değil kendi duygularını dikkate almaya
başlamaları birinci devrimi oluşturuyordu. 20. yüzyılın ortalarında gençle­
rin aşkın cinsel boyutunu özgürce yaşamaya başlamaları da ikinci devrimi
getirdi. Ancak, Shorter'ın da belirttiği gibi, bütün sorun bu "cinsel devrim"
kavramı üzerinde odaklanmaktadır. Çünkü çoğu insan da cinsellik alanın­
da hiçbir şeyin tam anlamıyla değişmediği kanısındadır. Gerçekten bir cin­
sel devrim olup olmadığını saptamanın yolu kolay bulunabilecek gibi gö­
rünmemektedir. Kesin olan bir şey varsa o da, gençlerin, içinde yaşadıkla­
rı ailenin ve toplumun cinselliklerini yaşama konusunda onlara dayattığı
denetimden gitgide kurtulma ve özgürleşme eğilimini göstermeleridir. Ge­
leneksel toplumda sadece yararcı -kendi soyunu sürdürmek gibi özde cin­
sel olmayan, uzun vadeli- amaçlara yönelik cinselliğin, çağdaş toplumda
kendi içinde bir değer ve amaç taşıyan bir olgu haline gelmesi en önemli
değişim sayılabilir. Birinci cinsel devrimle birlikte yakınlık kurma eğilimi
büyük bir ilerleme gösterdi, erkeği ve kadını ayrı ayn yerlere koyan engel­
ler aşıldı; böylece cinsellik duygusal yakınlığın bir uzantısı oldu. Dolayısıy­
la ikinci cinsel devrim romantizmi öldürmedi; aksine, "aşk" fikri modern
toplumda cinsel etkinliğin zorunlu bir yoldaşı oldu. Bunun anlamı cinsel
eşler için yakın ilişkilerin aynı zamanda bir "iç arayış"a dönüşmesidir. Öz­
gür olma isteği eşleri geçmişte toplumsal kurumlara bağlayan bütün bağ­
lan kopardı; cinsel coşku aracılığıyla kendini geliştirmek gençler arasında­
ki bağın en önemli öğesi oldu. Bugün gelinen noktanın, cinsel devrimin
bir "zorunluluk" haline getirdiği ve duygudan uzaklaştırdığı cinselliği sev­
giyle yeniden barıştırmak olduğu söylenmektedir.
·

Toplumun cinselliği her zaman denetim altında tutma eğilimi ile


toplumların zaman zaman cinsel devrim de yaşadığı görüşlerinin birbiriy­
le uyuşmayacağı açıktır. Denetimin zayıfladığı ve çöktüğü dönemlerde mi
değişimlerin ortaya çıktığı, yoksa değişim kapasitesinin ve potansiyelinin
mi devrimleri yarattığı sanılabilir. Türk toplumunda son iki yüzyılda yaşa-

A N I LARDAKİ AŞKLAR 199


nan değişim sürecinin Batı'da sözü edilen iki cinsel devrimi getirip getir­
mediğini de sormak gerekir. Türkiye'nin modernleşme girişimini ha.la tam
anlamıyla gerçekleştiremediğini düşünenler için zihniyette ve davranışta
köklü bir değişimden söz edilemeyeceği ortadadır. Peki o halde olan nedir?
Türkiye'de hem edebiyat tarihinin hem anı edebiyatının incelenme­
si Türk toplumunda kadın-erkek ilişkilerinin 19. yüzyıldan bu yana değiş­
mekte olduğunu göstermektedir. Bu değişimde en önemli eksen kadın im­
gesidir; değişim, soyut ve cinselliksiz kadından somut kadına doğru ol­
muştur. Soyut kadın imgesi sadece edebiyatta değil yaşamda da söz konu­
sudur. Bu gerçek dışı kadın imgesini yaratan koşulların başında, kız ve er­
kek çocukların küçük yaştan itibaren birbirinden ayn tutulması, daha son­
ra kızların örtünmek ve erkekten kaçmak zorunda bırakılması gelmektedir.
Ayn ayn toplumsallaşmak zorunda kalan iki cins birbirini hiçbir biçimde
tanıyamamakta, dolayısıyla birbirleri hakkında gerçek dışı imgeler geliştir­
mek zorunda kalmaktadır. Özellikle erkek anı yazarlarının gençliklerinde
cinselliksiz, meleksi, dokunulmaz bir kadın imgesi yaratmalarının teme­
linde bu yalıtılmışlığın ve mesafeliliğin olduğu açıktır. Kadınlar için de du­
rum farklı değildir; kadın anı yazarlarının geliştirdiği tehlikeli, incitebile­
cek, yaralayabilecek erkek imgesi de gerçek dışıdır ve toplumsal yalıtılmış­
lığın ürünüdür.
Yüzyıllar boyunca birbirinden uzak, birbirini tanımadan yaşamış iki
cinsin birbirine ilişkin olumsuz kalıpyargılar oluşturmaları da kaçınılmaz­
dır ve bunların bir çırpıda aşılamayacağı ortadadır. Bu nedenle de kadın-er­
kek ilişkilerinde birtakım küçük dönüşümler yaşamadan büyük değişimle­
rin yaşanmasını beklemek doğru olmaz. Türkiye'de Batı' da sözü edilen kök­
lü devrimlerin henüz yaşanmadığını, yaşananların yüzeysel birtakım deği­
şimler olduğunu söylemek daha doğru olur. Batı'daki cinsel devrimleri sa­
nayi ve iletişim atılımlarının hazırladığı dikkate alınırsa Türkiye'de değişi­
min neden yavaş ve bazen de yapay olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Anıların canlı tanıklığına dayanılarak yapılabilecek makro bir sos­
yolojik değerlendirme şimdilik böyle. Yine makro düzeyde yapılabilecek
psikolojik değerlendirmeye gelince... Gelişim psikolojisinde çalkantılı ve
sorunlu bir ergenlik anlayışından huzurlu ve güçlü bir ergenlik anlayışına

200 SONUÇ
gelindiğini daha önce görmüştük. Buradaki değişim sadece bir yaklaşım
değişimi değildir, tam tersine, ergen gerçekliği değiştiği için bakış açısı da
değişmiştir; başka bir deyişle, bilim yaşamı izlemiştir. Bah'da toplumla ça­
hşmaya girmeyen, ciddi kuşak çahşması yaşamayan, derin iç fırhnalar da
duymayan -belki kapitalist ve postmodem toplumun bütün kurallarını be­
nimsemiş de denilebilecek- bir gençlik, arhk cinselliği de daha sakin bi­
çimde yaşayabilmektedir. (Bununla birlikte, cinsel sorunların değiştiği
ama kısmen hafiflediği de söylenebilir.) Türkiye'de ise iki yüzyıllık bir ça­
badan sonra karşı cinsin ve cinselliğin yeni yeni keşfedilmesinin kaçınıl­
maz sorunları bireysel ve toplumsal düzeyde bütün ağırlığıyla yaşanmakta­
dır. Kadını bedeniyle ve cinselliğiyle birdenbire karşılarında bulan erkekle­
rin korkulan ve bocalamaları, baş edemedikleri yerde eski bir çözüme -ör­
tünmeye ve şiddete- sığınmaları pek çok örnekte kendini göstermektedir.
Henüz çıplaklıkla bile yüzleşemeyen bir toplumda köklü cinsel değişim­
den söz edilemeyeceği açıkhr. 8o'li yıllarda başlayan göreceli serbestleşme
ekonomik bir bağımsızlık temeline -hem toplumsal hem bireysel olarak­
dayanmadığı için cinsel alanda yaşananların da henüz "otantik" olmadığı,
genellikle güdümlü, taklit, özenti olduğu söylenebilir.
Modem Türkiye'de çocukların ve gençlerin cinselliğinin özellikle eği­
tim sistemi içinde denetlendiğini ve engellendiğini anılar göstermektedir.
(Burada okul, toplumun denetim mekanizması işlevini görmektedir.) Okul­
larda sistemli bir cinsel eğitim verilmediği gibi, cinsellik hakkında zihinlerde
olumsuz imgeler, kanılar, inançlar yaratabilecek bir uygulamanın ("negatif
eğitim") olduğu da görülmektedir. Her türlü doğal merakın, ufak tefek giri­
şimlerin bile sert bir biçimde engellenmesi, şiddetle cezalandırılması -afişe
edilmesi de cabası- çok sık rastlanabilen uygulamalardır. Bu örnekler yetiş­
kin oluncaya kadar toplumun hiç kimseye herhangi bir cinsel eylemde bu­
lunma hakkını tanımayacağını göstermektedir. (O zaman, neden bu kadar
çok cinsel uyarana izin verildiğini sorma hakkı da doğmaktadır.) Anılar, hem
bu önlemlerin hiçbir işe yaramadığına, hem de nasıl yaralayıcı ve iz bırakıcı
olduğuna tanıktır. Ailenin ve okulun "normal olma kaygısı"nı giderecek ka­
dar bile ergenlere yardımcı olmadığı dikkati çekmektedir. (O zaman, asıl ken­
dilerinin neden bu kadar çok kaygı duyduklarını sormak gerekiyor.)

ANILARDAKİ AŞKLAR 201


Ancak bütün bu çözümlemelerin çok genel bir bakışın ürünü oldu­
ğunu, aynnhlı görgü} araşhrma ve yorumlara gereksinmemiz olduğunu
belirtmek zorundayım.
Anıların bize telkin ettiği, ipuçlarını verdiği araşhrma konulan ne­
ler olabilir? Her şeyden önce, Türkiye'de aşkın ve cinselliğin tarihini yaz­
maya katkıda bulunacak konuların tarihi gelir. Bu bağlamda çıplaklığın,
hamamın (deniz hamamı dahil) , plajın, genelevin, cinsel boyutuyla çocuk
oyunlarının, erotik yönüyle sünnetin, evlatlık kurumunun, doğrudan ve
dolayla cinsel eğitimin, pornografinin, erinlik geleneklerinin (geçiş tören­
leri) , mastürbasyonun, karşı cinsle arkadaşlığın, flörtün, mektuplaşmanın
(aşk mektuplarının), anı defterinin (anket defteri. artist defteri dahil), aşk
şiirinin, platonik aşkın, görücü usulü dahil evlenme geleneklerinin ve da­
ha onlarca yan konunun tarihini yapmak gerekir. Bütün bu konulara iliş­
kin bilgiler Türkiye' de kadın-erkek ilişkilerinin tarihsel dönemlerinin belir­
lenmesini de sağlayacakhr. Osmanlı-Türk toplumunun tarihinde bu ilişki­
lerin -özellikle kentlerde- mutlak bir aynının olduğu dönemden, ilişkinin
kısmen kurulabildiği, gitgide serbestleştiği dönemlere doğru -bir anlamda
bahlılaşmaya koşut olarak- geliştiği görülmektedir. Ancak bu gelişimin
düz bir çizgi üzerinde olmayacağı, dolayısıyla saptanan dönemlerin de ke­
sin sınırlar içermeyeceği açıkhr. İlişkilerde köklü ya da hızlı değişimlerin,
kırılma noktalarının, hatta geri dönüşlerin nerede, ne zaman ve hangi ko­
şullarda olduğunu belirlemek de bu açıdan önemlidir.
Çağdaş Türkiye'de aşkın tarihinin sadece mektuplarla, şiirlerle, şar­
kılarla uzaktan yaşandığı dönemden, önce birbirini kaçamak görme, sonra
buluşma ama sadece konuşma, daha sonra fiziksel yakınlık, en sonunda da
cinsel yakınlık dönemlerine doğru geliştiği görülmektedir. Aslında bu Ba­
tı'da da aşağı yukarı böyle olmuştur. Belki en önemli fark modernleşme
sürecinin yaşanmasında ortaya çıkmaktadır. Bah'da sanayileşmenin iliş­
kileri hızla özgürleştirebilmesinin temelinde o toplumlarda kadınlarla er­
keklerin tarih boyunca da büyük ölçüde birlikte yaşaması vardır (bunun Tür­
kiye'deki örneği gayrimüslim topluluklar). Türkiye'de hem sanayileşmenin
gecikmesi ve yavaşlığı, hem de iki cinsi günlük yaşamda birbirinden uzak
tutan anlayış ilişkilerin özgürleşmesini de yavaşlatmış ve geciktirmiştir.

202 SONUÇ
Türk toplumunda cinselliğin ve aşkın geçirdiği gelişimi belir­
lemede belli başlı kuramsal dayanağın toplumsal cinsiyet olması gerek­
tiğini daha önce de belirtmiştim. lki cinsin arasına geniş bir mesafenin ve
kalın duvarların konulduğu uzun bir tarihsel geçmişin günümüzde
yaşananları etkilememesi olanaksızdır; hele bugün de o geçmişi özleyen ve
geri getirmeye çalışan toplumsal-siyasal bir hareketin olduğu dikkate
alınırsa ... Oysa kültür tarihi bize, geçmişte "kaçgöç"ün olmadığı, giyin­
menin de "tesettür"e dönüşmediği dönemler yaşadığımızı göstermektedir.
Osmanlı yönetiminin kadın giyimi konusundaki bütün baskılarına karşın
yine aynı dönemde -bahlılaşmanın da etkisiyle- kısmi bir yenileşme ve
değişim olmuş, Cumhuriyet dönemi de bu gelişimi tamamlamıştı.
Günümüzde "türban" olarak adlandırılan örtünme aracının kadını erkek­
ten -ve diğer kadınlardan- ayırmakla kalmayıp karşı cinsle ilişkinin çer­
çevesi konusunda mesajlar da içeren bir simge olduğu açıktır. İki cinsin
birbirini "olduğu gibi" görmesini engelleyen her türlü -duygusal, zihinsel,
toplumsal, siyasal, vb- "örtü"nün kaldırılması gerektiği söylenebilir.
Bugün kadını örtünmeye, kız öğrenciyi okula başka kapıdan girmeye, er­
kek öğrenciyi kız arkadaşlarını uzaktan seyretmeye zorlayan yaklaşımın aş­
kın ve cinselliğin yaşanmasını nasıl etkilediğini mutlaka araşhrmamız
gerekmektedir. Anılar, karşı cinsle ilişkinin evlilikle sınırlı olduğu ya da ev­
lenmeyi amaçlaması koşuluyla olanaklı olduğu, başka tür ilişkiye -ne
kadar "masum" olursa olsun- iyi gözle bakılmadığı, izin verilmediği
dönemlerin yakın zamanlara kadar geldiğini göstermektedir. Dolayısıyla,
iki cinsin ayrı kulvarlarda toplumsallaşmasının sonuçlarını (erkek ve kadın
imgeleri, kadına ve erkeğe ilişkin kalıpyargılar, aşk ve seks anlayışları vb)
görgül olarak araştırmak kaçınılmaz olmaktadır.
Kuşkusuz, cinsiyet ayırımcısı politikalar yalnızca bizim top­
lumumuza özgü değildir; ama bunu gelişimi tersine çevirecek biçimde
gütmeye kalkışmak bize özgü gibi görünüyor. Bu olumsuz yaklaşımın
kuşaklar boyunca bireyin gelişiminde ve toplumun ilerlemesinde yarattığı
yıkımın boyutlarını hala tam olarak bilmiyoruz. (Anılan okumak bunu kes­
tirmemizi kolaylaştırıyor.) Araşhrmalara gerek olduğunu ısrarla vur­
gulamamın nedeni bu!

AN I LARDA K İ AŞKLAR 203


KAYNAKÇA

ABBE PREVOST (1938), Manan Lesko, (çev. M. Uraz), lstanbul, Sühulet Kitabevi.
ACAOCLU, Samet (2003), Hayat Bir Macera! Çocukluk ve Gençlik Hatıraları, lstanbul, Kitap Yayınevi.
ACAOCW, Süreyya (1975). Bir Ömür Böyle Geçti, lstanbul, ishak Basımevi.
AKSEL, Malik (1977). lstanbul'un Ortası, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınlan.
AKTAŞ. Pınar (2004). "Okumalıyım ben baba!", Milliyet, 30 Nisan.
AKYÜZ, Yahya (2001), Başlangıçtan 2001'e Türk Eğitimi Tarihi, lstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıbm.
ALAIN FOURNIER, H. (1981), Adsız Ülke, (çev. Ö. ince), lstanbul, Can Yayınlan.
ALI, Filiz (1997), Filiz Hiç Üzülmesin, ikinci baskı, lstanbul, Sel Yayıncılık.
ALTAN, Çetin (1992), Kavak Yelleri ve Kasırgalar, lstanbul, AFA Yayınlan.
ALTINKAYNAK, Hikmet (2003), Ünlüler de Çocuktu, lstanbul, Can Yayınları.
ALTMAN, Dennis (2003). Küresel Seks, (çev. S. Çağlayan), lstanbul, Kitap Yayınevi.
ALUS, Serme! Muhtar (2001), Eski Günlerde, (yay. haz. F. Ilıkan), lstanbul, iletişim Yayınları.
AND. Metin (1969). Geleneksel Türk Tiyatrosu, Kukla, Karagöz, Ortaoyunu, Ankara, Bilgi Yayınevi.
AN DAÇ, Feridun (2000), Adalet Ağaoğlu Kitabı, "Sen Türkiye'nin En Güzel Kazasısın" lstanbul,
Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları.
Anne Frank'ın Hatıra Defteri (1958), lstanbul, insel Kitabevi, (2. basım Adam Yayınlan 1985).
ARIES, Philippe (1973), L'Enfimt et la Vie Familiale Sous l'Ancien Regime, Paris, Editions du Seuil.
ARNETT, J. J. (2001), Adolescence and Emerging Adulthood, New Jersey, Prentice Hali ine.
AUSTRIAN, S. G. (2002), Developmental Theories Through the Life Cyde, New York,
Columbia University Press.
BAHADINLI, Yusuf Ziya (1995), Öyle Bir Aşk. 2. baskı, lstanbul, Say Yayınlan.
BASOW, S. A. (1992), Gender Stereotypes and Roles, 3. baskı, Kalifomiya, Brooks /Cale Pub. Comp.
BAŞGÖZ, ilhan (1999), Karac'oğlan /, lstanbul, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi.
BAYKURT, Fakir (1999). Koy Enstitülü Delikanlı, lstanbul, Papirüs Yayınlan.
BAYSAL, Bahattin (2004), Üniversitelerde Altmış Yıl. Bilimle Geçen Bir Yaşam, lstanbul, ALFA Yayınlan.
BAYSALING, Özer (1998), Bir Yaşam Üzerine Sentezler, lstanbul, Tiglat Matbaacılık A. Ş.
BERNE, Erle (1986), insanca Sevgi ve Cinsellik, (çev. E. Kapkın), lstanbul, Yaprak Yayınlan.
BiRGÜL, Calıide (2003). Aklın Yolu Bindir, Talat Halman Kitabı, lstanbul,
Türkiye iş Bankası Kültür Yayınlan.
BLUE, Adriane (2000), Öpüşme-Metafizikten Erotiğe, (çev. 1. Sağlamer), lstanbul, Aynntı Yayınlan.
BOSQUET, Alain (1982), Bir Sürgün Ana, (çev. Ö. ince), lstanbul, Tekin Yayınevi.
BROWN, J .A.C. (1983), Freud and Post-Freudians, Londra, Penguin Books.
BURGESS, Anthony (1973). Otomatik Portakal, (çev. A. Üstel), Ankara, Bilgi Yayınevi.
BYER, C.O. ve L. W. Shainberg (1994), Dimensions of Human Sexuality, Boston, Massachusetts,
McGraw-Hill.
CASSOLA, Carlo (1973), Genç Kız, (çev. A. Oskulu), 3. baskı, lstanbul, e Yayınlan.
CELAL NURi (1993), Kadınlarımız, (yay. haz. Ö. Ozankaya), Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı.

204 KAYNAKÇA
CERRAHOCLU, N. (2004), "AB Denizinde Tesettürlü Ölüm", Cumhuriyet, 2 Ağustos.
CL\RKE, John (2004), "Sexuality", D. Wyse (yay.), Childhood Studies, An Introduction içinde, Oxford,
Blackwel Publishing.
CLOUTIER, Richard (1997), "Ergenlik psikolojisinde kuramlar", (çev. B. Onur), Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c. 27, sayı 2, s. 875-904.
CONTE, L ve ark. (1983), "Factors affecting reported level oflove in college students", Psychological Reports. 53.
CORBIN, Alain (1977), "Genç evlilerin küçük lncil'i", G. Duby (yay.), Batı'da Aşk ve Cinsellik içinde,
s. 210-223.
COWARD, Rosalind (1993), Kadınlık Arzulan, "Günümüzde Kadın Cinselliği", (çev. A. Türker), 3. baskı,
lstanbul, Aynntı Yayınlan.
ÇACIML\R, Zekiye (2003), "Sivas Yöresi Köy Seyirlik Oyunlannda Halk Bilimsel Öğeler ve Cinsellik",
Folklor/Edebiyat, c. IX, sayı XXXV, s. 195-204.
ÇAKIR. Şenol (2004), "'Ahlak Zabıtası' Avda", Radikal, 23 Eylül, s. 4.
ÇETiN, Füsun Çuhadaroğlu ve ark. (2004). " Ergen ve Ruhsal Sorunlan, Durum Saptama Araştırması",
Ankara, Türkiye Bilimler Akademisi Raporlan.
ÇIC, Muazzez ilmiye (2004). "AIHM'nin türban karan", Cumhuriyet, 24 Ağustos, s. 2.
DEBESSE, Maurice (1983). "Ergenlik Psikolojisinde Akımlar", (çev. B. Onur), A. 0. Eğitim Bilimleri
Fakültesi Dergisi, c. 16, sayı l, s. 27-36.
deMAUSE, Lloyd (1974). The History ofChildhood, Londra, Souvenir Press.
DEMiRHAN, Pertev (1939), Oğlum Ömer /Jhan'a Öğütlerim, lstanbul, Matbaai Ebüzziya.
DEVRiM, Şirin (2003), Şirin, (çev. S. Selvi), lstanbul, Doğan Kitap.
DINO, Güzin (1991), Gel Zaman Git Zaman, lstanbul, Can Yayınlan.
DION, K. L. ve K. K. Dion (1973), "Correlates of romantic love", foumal of Consulting and Clinical
Psychology, 41.
DION, K. L. ve K. K. Dion (1975), "Self-esteem and romantic love", foumal ofPersonality, 43.
DOWNS, A.C. ve L. S. Hillje (1993). "Historical and theoretical perspectives on adolescents sexuality",
Gullotta, Adams ve Montemayor (yay.), Adolescent Sexuality, An Overview içinde, Newbury Park,
Sage Publications.
DRISCOLL, R. ve ark. (1972), "Parental interference and romantic love, The Romeo and Juliet effect",
foumal of Personality and Social Psychology, 24, ı.

du GARD, Roger Martin (1982), Thibault'lar, (çev. A. Cemgil), lstanbul, Cem Yayınevi.
DUBY, Georges (1991), Erkek Ortaçağ, Aşka Dair ve Diğer Denemeler, (çev. M. A. Kılıçbay), lstanbul,
Aynntı Yaymevi.
DUBY, Georges (1992), Batı 'da Aşk ve Cinsellik, (çev. A. Gür), lstanbul , iletişim Yayınlan.
DUBY, Georges (1992), "Kadın, Aşk ve Şövalye", G. Duby (yay.), Batı'da Aşk ve Cinsellik içinde, s. 185-197.
DUERR, Hans Peter (1999), Çıplaklık ve Utanç, Uygarlaşma Sürecinin Mit, (çev. T. Onur), Ankara,
Dost Kitabevi.
DUHAMEL, Georges (1945), Gençlik Hu/yalan, (çev. C. Bater), lstanbul, Ahmet Halit Kitabevi.
DURU, Kazım Nami (1938), Kemalist Rejimde Öğretim ve Eğitim, lstanbul, Kanaat Kitabevi.
DUSEK, jerome B. (1987), Adolescent Deve/opment and Behavior, Englewood Cliffs,
Prentice-Hall Intemational, ine.

ANILAROAKİ AŞKLAR 205


ELIAS, James E. (1987), Günümüzde Ergenler ve Cinsellik, B. Onur (yay.), Ergenlik Psikolojisi içinde
(çev. B. Onur), Ankara, Hacettepe Taş Kitapçılık, s. 381-387.
ELKIND, David (1967), "Egocentrism in adolescence", Child Development, 38 (4), 1025.
ELKIND, David (1998), Ali Grown Up and No Place to Go, Reading, Massachusetts, Addison Wesley.
ELLISON, Grace (yay.) (2001), Zeynep Hanım, Özgürlük Peşinde Bir Osmanlı Kadını,
(çev. N. Fincanao�u), lstanbul, Büke Yayırılan.
ENÇ, Mitat (1979), Bitmeyen Gece, Ankara, Tekışık Matbaası.
ENGiN, Aydın (2002), Heykel Oburu, ·Mehmet Aksoy Kitabı," lstanbul, Türkiye iş Barıkası
Kültür Yayırılan.
ENGiN, Aydın (2003), Bir Koltukta Kaç Karpuz, • Halit Kıvanç Kitabı", lstanbul, Türkiye iş Bankası
Kültür Yayırılan.
ERDURAN, Refik (1987), Gülerek-Gençlik Anılan, lstanbul, Cem Yayınevi.
ERGEN ELi. Adnan (1993), Çocukluğumun Savaş Yıllan Anılan, lstanbul, iletişim Yayınlan.
ERSOY, U� (1997), Bir Zamanlar Mersin 'de, lstanbul, Evrim Yayınevi.
ERTOP, Konur (1977), Türk Edebiyatında Seks, lstanbul, Seçme Kitaplar Yayınevi.
ERZURUMLU IBRAHIM HAKKI (1991), Marifetııame, c. 1-2-3-4 (sadeleştiren T. Ulusoy) , Hasankale,
Baskı Tüz Ofset.
ESMAN, A. H.(1990), Adolescence and Cıılture, New York, Columbia University Press.
FADERMAN, Llllian (1997), Erkek Aşkının Ötesinde, (çev. Z. Kılıç), lstanbul, Göçebe Yayınlan.
FENICHEL, Otto (1974), Nevrozların Psikanalitik Teorisi, (çev. S. Tuncer), lzmir, Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi.
FERIDÜDDIN-1 ATTAR (1958), Pendname, Ögüt Kitabı, (çev. M. N. Gençosman), lstanbul, Maarif
Vekaleti, Maarif Basımevi.
FOUCAULT, Michel (1986; 1988), Cinselliğin Tarihi, (çev. H. Tufan), 2 cilt, lstanbul, Afa Yayınlan.
GARDIN ER, H. W. ve C. Kosmitzki (2005), Uves Across Cııltures, Cross-Cııltural Human Development,
3. baskı, Boston, Pearson Education, ine.
GARY, Romain (1991), Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı, (çev. A.Er), lstanbul, Can Yayınlan.
GERMAN, Tülay (1996), Erdemli Yıllar, Ankara, Bilgi Yayınevi.
GEZEN, Müjdat (2003), Galiba Ben Sanatçıyım, 9. baskı, lstanbul, Can Yayırılan.
GIDDENS, A. (1994), Mahremiyetin Dönüşümü, (çev. 1. Şahin), lstanbul, Ayrıntı Yayınlan.
GLAESER, Emst (1970), 1902 Doğumlular (çev. ö. Ünalan), Ankara, Toplum Yayınlan.
GÖKDOCAN, Figen (1988), "Ortaöğretime Devam Eden Ergenlerde Beden imajından Hoşnut Olma
Düzeyi", yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
GUASCH, Gerard-Philippe (1987), " Bedensel Değişimler ve Yabancılık Duygusu", B. Onur (yay.), Er­
genlik Psikolojisi içinde (çev. B. Onur), Ankara, Hacettepe Taş Kitapçılık, s. 140-155.
GUASCH, Gerard-Philippe (1987), " Ergenlikte Eşcinsellik", B. Onur (yay.), Ergenlik Psikolojisi içinde,
(çev. B. Onur), Ankara, Hacettepe Taş Kitapçılık, s. 369-375.
GUERRAND, Roger-Henri (1977), "Mastürbasyona Lanet!", G. Duby (yay.), Batı'da Aşk ve Cinsellik
içinde, s. 277-287.
GÜNDEM, Mehmet (2004), "imam Hatiplerin Dünü, Bugünü, Yarını", (3), Milliyet, 4 Mayıs.
GÜNEŞ-AYATA, A. ve F. Acar (2003), "Disiplin, Başarı ve istikrar, Türk Ortaöğretiminde Toplumsal

206 KAYNAKÇA
Cinsiyet ve Sınıfın Yeniden Üretimi", D. Kandiyoti ve A. Saktanber (yay.), Kültür Fragmanları için­
de, s. 100-123, lstanbul, Metis Yayınlan.
GÜRSEL, Nedim (2004), Sağsalim Kavuşsak, lstanbul, Doğan Kitap.
"Harem-selamlık olcul!" (OHA), (2004), Radikal, 30 Nisan.
HARMANCI, Hacı (1998), 5 Yaşında Aşk, lstanbul, Kara Yayın.
HENDRIK, C. ve S. Hendrick (1986), "A theory and method of love", foumal ofPersonality and Social
Psychology, c. 50, no 2.
HESSE, Herman (1968), Gençlik Bunalımları, (çev. A. Arpad), lstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi.
HESSE, Herman (1983), Gençlik Güzel Şey, (çev. B. Necatigil, K.Şipal), lstanbul, Cem Yayınlan.
HEYWOOD, Colin (2003), Baba Bana Top At! Batı'da Çocuklugun Tarihi, (çev. E. Hoşsucu), lstanbul,
Kitap Yayınevi.
HIPPLE, T.W., J.H. Yarbrough, J.S. Kaplan (1984), "Twenty adolescents novels (and more) that coun­
selors should know about", The School Counselor, Kasım.
HORHEY, Karen (1969), La Psychologie de la Femme, (lng. çev. G. Rintzler), Paris, Payot.
HOUPPERT, Karen (2004), Lanet. Son Tabuyla Yüzleşme, Adet Kanaması, (çev. E. Metin, N. Alcan),
lstanbul, Ayrıntı Yayınlan.
HYDE, H. Montgomery (1986), Pornografinin Tarihi, (çev. F. Çiçekoğlu), lstanbul, Kalem Yayınahk.
!KOR, Roger (1976), Suçsuzlar Kapısı, (çev. S. Tuğrul), lstanbul, Milliyet Yayınlan.
IRZIK, Sibel ve J. Parla (2004). (der), Kadınlar Dile Düşünce, Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. İstanbul,
iletişim Yayınlan.
iLERi. Selim (2002), Anılar; lssız ve Yağmurlu, 2. baskı (Söyleşi, H. Şenköken), lstanbul. Doğan Kitap.
iLERi. Selim (2002), Nam-ı Diğer Kaptan, · Attila llhan 'ı Dinledim". lstanbul, Türkiye iş Bankası
Kültür Yayınlan.
ILYASOCLU MERCiMEK AHMED (tarihsiz), Kabusname, (yay. haz. A. Özkınınlı), lstanbul.
Tercüman 1001 Temel Eser.
ISLIMYELI, Nüzhet (1999), Yaşam ôyküm, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınlan.
JACOBSON, Edith (2004), Kendilik ve Nesne Dünyası, (çev. S. Yazgan), lstanbul, Metis Yayınlan.
KALKAN, Şenay (2004), MuhalifBağlama,"ArifSağ Kitabı", lstanbul, Türkiye iş Bankası Kültür Yayınlan.
KANDIYOTI, Deniz (1997), Cariyeler, Baalar, Yurttaşlar, (çev. A. Bora ve ark.), lstanbul, Metis Yayınlan.
KANSU, Işık (2002), Çocukluğa Yolculuk, Ankara, Bilgi Yayınevi.
KAPLANOCLU, Raif (2001), Orhangazi Folkloru, Bursa, Avrasya Etnografya Vakfı Yayınlan.
KAPTANA, Melda (2003), Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
KARABUDA, Güneş (1999), indim Zaman Bahçesine, ikinci baskı, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
KARAOSMANOCLU, Yakup Kadri (1986), Anamın Kitabı, 5. baskı, lstanbul, iletişim Yayınlan.
KAVUKÇUOCLU, Deniz (2002), Alageyik Sokağı Bir Uman mıydı? lstanbul, Doğan Kitapçılık.
KAYRA, Cahit (1995), 1938 Kuşağı. Olaylar, insanlar, Anılar, lstanbul, Cem Yayınevi.
KEPHART, W. M. (1972), The Family, Society, and the lndividual, Boston, Houghton Wiffiin.
KESKINER, Arif (2003), Yine mi Çiçek, lstanbul, Can Yayınları.
KINALIZADE ALI EFENDi (tarihsiz), Devlet ve Aile Ahlakı, (yay.haz. A. Kahraman), lstanbul,
Tercüman 1001 Temel Eser.
KOÇU, Reşat Ekrem (1969), lst;ınbul Ansiklopedisi, lstanbul, lstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kol. Şii.

A N I LARDAKİ AŞKLAR
KONGAR, Emre (2002), Yaşamın Anlamı, 9. baskı, lstanbul, Remzi Kitabevi.
KOOPS, Willem (2004), "lmaging childhood in European history and developmental psychology",
European foumal ofDevelopmental Psychology, c. ı, sayı ı, s. 1-18.
KOSOVA, Zehra (1996), Ben işçiyim, (yay. haz. Z. T. Anadol), lstanbul, iletişim Yayınlan.
KOZALI, Şükran (2004), E#Teti Gelinler, Ankara, Bilgi Yayınevi.
KÖKTÜRK, Erol (2001), Minnacık Bir Dev, lstanbul, Metis Yayınlan.
KRISH, A. (der.) (1971), Aşkın Anatomisi, (çev. M. Harmancı), lstanbul, Milliyet Yayınlan.
KÜR, ismet (1995), Yansı Roman, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
LAFOLLETTE, Hugh (1997), Kişisel ilişkiler, (çev. F. Lekesizalın), lstanbul, Aynntı Yayınlan.
LAUSTER, Peter (1986), Aşk, Bir Olgu olarak Aşkın Psikolojisi, (çev. N. Yıldıran), lstanbul,
Doruk Yayımcılık.
LE GOFF, Jacques (1977), "Zevkin Yadsınması", G. Duby (yay.), Batı'da Aşk ve Cinsellik içinde, s. 156-172.
LEE, J.A. (1980), "The styles of loving", Psychology Today, Ekim.
LEVEND, Agah Sım (1964), "Ümmet Çağında Ahlak Kitaplanmız". Türk Dili Araştımıalan Yıllığı
Belleten, 1963, sayı 234. s. 89-115.
LINDHOLM, Charles (2004), lslami Ortadoğu, (çev. B. Şafak), Ankara, imge Kitabevi.
MARAR, Ziyad (2004). Mutluluk Paradoksu, Özgürlük ve Onaylanma, (çev. Serpil Çağlayan), lstanbul,
Kitap Yayınevi.
MERiÇ, Nezihe (2000), " Renklerden Yeşil", Bursa 'da Yaşam, Temmuz, s. 23-26.
MERiÇ, Nezihe (2004), Çavlanın içinde Sessizce, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
MiLLER, B. C., C. R. Christopherson ve P. K. King (1993), "Seırual behavior in adolescence", Gullotta,
Adams ve Montemayor (yay.), Adolescent Sexuality içinde, Newbury Park, Sage Publications.
MIMAROGLU, M. R. (1946), Gördüklerim ve Geçirdiklerim'den, Çocukluk ve Gençlik Hatıralarım,
Ankara, T.C. Ziraat Bankası Matbaası.
MITCHELL, J. J. (1976), "Adolescent intimacy", Adolescence, XI, 46.
MITTERAUER, Michael (1993), A History ofYouth, Oxford, Blackwell Publishers.
MORRIS, Desmond (1977), Sevmek Dokunmaktır, (çev. E. Darıca), lstanbul, Sander Yayınlan.
MUALLiM VAHiT (1934), "Bolu'da Çocuk Oyunları I", Halk Bilgisi Haberleri, 3(34), s. 293-296.
"Bolu'da Çocuk Oyunlan il", Halk Bilgisi Haberleri, 3(36), s. 336-339.
MUNRO, B. ve G. A. Adams (1978), "Love American style, A test of role structure theory on changes
in attitudes toward love", Human Relations, 31, 3.
MUNRO, B. ve G. R. Adams (1978), "Correlates of romantic love revisited", foumal of Psychology, 98.
MUSSEN, P.H. ve ark. (1990), Child Development and Personality, 7. baskı, New York,
Harper Collins Publishers.
NESiN, Aziz (1969). Böyle Gelmiş Böyle Gitmez. 2. baskı, lstanbul, Düşün Yayınevi.
NESiN, Aziz (1976), Böyle Gelmiş Böyle Gitmez z, Yokuşun Başı. lstanbul, Tekin Yayınevi.
NESiN, Aziz (1996), Böyle Gelmiş Böyle Gitmez J. Yokuş Yukan, lstanbul, Adam Yayınlan.
NEYZI. Ali H. (1983), Hüseyin Paşa Çıkmazı No 4, lstanbul, Karacan Yayınlan.
NEYZI, Ali H. (2003), Uıra Feneri, Çakıp Sönen Anılar, lstanbul, Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları.
OGUZ, Orhan (2004), 80 Yıl. Cumhuriyet'e Yaşıt bir Hayat, lstanbul, Doğan Kitapçılık.
ORGA, irfan (1996), Bir Türk Ailesinin öyküsü 3. baskı, (çev. A. Bayraktaroğlu), lstanbul, Ana Yayıncılık.

208 KAYNAKÇA
ORMEZZANO, Jean (1987), "Ergenlikte Mastürbasyon", B. Onur (yay.), Ergenlik Psikolojisi içinde
(çev. B. Onur), Ankara, Hacettepe Taş Kitapçılık, s. 377-380.
ORTEGA Y GASSET, Jose (1995), Sevgi Üstüne, (çev. Y. Salman), lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
ÖNDEŞ, Osman (2004), Bin Renle Bir Ömür, Sefire Emine Esenbel'in Anılan, lstanbul,
Remzi Kitabevi.
ÖRSAN, Rasin (1989), Kaybolan Bakırköy, lstanbul, Afa Matbaacılık.
ÖYMEN, Altan (2002), Bir Dönem Bir Çocuk, lst.anbul, Doğan Kitap.
ÖYMEN, Altan (2004), Değişim Yıllan, lstanbul, Doğan Kitap.
ÖZARSLAN, Ayla Dikmen (2004), Kınnızı Kar. Toplumsal ve Kültürel Açıdan Ayhali, lst.anbul,
Bağlam Yayınlan.
ÖZBEK, Nizamettin (1982), Erzincandan Kemahtan, 2. baskı, Ankara. Emel Matbaacılık.
ÖZGÖK, Fehmi (1995), Paşa Olacak Benim Oglum, Ankara, Evrim Sanat.
ÖZKAN, Kaan (2001), Görünmez Adam," Tahsin Yücel Kitabı", lst.anbul, Türkiye iş Bankası
Kültür Yayınlan.
ÖZTÜRK, Hüseyin (1990), Kınalız:Jde Ali Çelebi'de Aile, Ankara, Aile Ar. Kurumu Başkanlığı Yayınlan.
ÖZTÜRK, Serhat (2002), Çivi Çiviyi Söker, •Muazzez ilmiye Çığ Kitabı", lstanbul, Türkiye iş Bankası
Kültür Yayınlan.
PAMUK, Orhan (2003), lstanbul-Hatıralar ve Şehir, lst.anbul, Yapı Kredi Yayınları.
PARDECK, J.A. ve Pardeck, J .T. (1985), "Bibliotherapy using a neo-Freudian approch for children of
divorsed parents", The School Counse/or, Mart.
PARLA, Jale (1993), Babalar ve Oğullar-Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, 2. baskı, lstanbul,
iletişim Yayınlan.
PHILBRICK, J. L. ve M. Vandewiele (1983), "Attitudes of Senegalese students toward love",
Psychological Reports, 52.
PHILBRICK, J. L. ve Ch. R. Stones (1988), "Love attitudes in black South Africa, A comparison of
school and university students", The psychological Record, 34.
PHILBRICK, J. L. ve Ch. R. Stones (1988), "Love attirudes of white South African Adolescents",
Psychological Reports, 62.
PHILBRICK, J. L. ve J. A. Opolot (1980), "Love style, Comparison of African and American attitudes",
Psychological Reports, 46.
POLLOCK, LA. (1993), Forgetten Children, 5. baskı, Cambridge, Cambridge University Press.
POSTMAN, Neil (1995), Çocukluğun Yokoluşu, (çev. K. inal), Ankara, imge Kitabevi.
PULTAR, G. ve S. A. Cengiz (2003), Kardeşliğe Bin Selam, ilhan Başgöz ile Söyleşi, lstanbul, Tetragon
iletişim Hizmetleri.
RADIGUET, Raymond (1965), içimizdeki Şeytan, (çev. O. Akbal), lstanbul, Varlık Yayınlan.
RAUCHER, Herman (1972), En Tatlı Yaz, (çev. A. Üstel), Arıkara, Bilgi Yayınevi.
REEVY, William R. (1987), "Ergenlikte Cinsel Davranışlar", B. Onur (yay.) Ergenlik Psikolojisi içinde
(çev. A. Dönmez), Ankara, Hacettepe Taş Kitapçılık, s. nn68
REICH, Wilhelm (1974), Cinsel Devrim, (çev. B. Onaran), lstanbul, Paye) Yayınevi.
REYMOND-RIVIER, B. (1979), "Ergenlikte Dostluk ve Aşk", (çev. B. Onur), Eğitim Fakültesi Dergisi,
12 (1-4), 15-26.

ANILARDAKİ AŞKLAR 209


REYMOND-RIVIER, B. (1979), "Gençlik Bunalımı", (çev. B. Onur), Ulusal Kültür, yıl 2, sayı 5, s. 194-205.
REYNA, ishak (1997), ilk Aşk'ın On ôyküsü, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
ROSCOE, B. ve ark. (1987), "Adolescents' views ofintimacy", Adolescence, 87.
ROTH, Philip (1999), Portnoy'un Feryadı, (çev. Ö. Ankan), lstanbul, Aynnb Yayınları.
RUBlN, Z. (1973), Uking and Loving, New York, Holt, Rinehart, Winston.
SABANCI, Sa.lap (2004), Bıraktığım Yerden Hayatım, lstanbul, Doğan Kitap.
SAÇLIOCLU, M. Z. (2004), Güneş Umuttan Şimdi Doğar, "Türkan Saylan Kitabı", lstanbul,
Türkiye iş Bankası Kültür Yayınlan.
SAGAN, Françoise (1956), Günaydın Hüzün, (çev. L. Yazıaoğlu), lstanbul, Sel Yayınlan.
SAKAOCLU, Necdet (1997), "Lütfiyye-i Vehbi'de (18. yy) Çocuk Eğitimiyle ilgili Görüşler", B. Onur
(yay. haz.), Çocuk Kültürü ı, Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, s. 71-96, Ankara,
Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araşbrma ve Uygulama Merkezi Yayınları.
SALINGER, J.D. (1967), Gönül-Çelen, (çev. A. Benk), lstanbul, Cem Yayınevi.
SAND, George (1971), Hayatım, (çev. T. Güreli), lstanbul, Milliyet Yayınlan.
SAYMAZ, lsmail (2004), "Liseli Olmak Zor Zenaat (2)", Radikal, ıo Mayıs.
SEGAL, Lynne (1992), Ağır Çekim, Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, (çev. V. Ersoy), lstanbul,
Aynntı Yayınlan.
SELMA EKREM (1998), Peçeye isyan, Namık Kemal"in Torununun Anılan, (çev. G. ç. Güven), İstanbul,
Anahtar Kitaplar Yayınevi.
SERTEL, Yıldız (1990). Ardımdaki Yıllar. İstanbul, Milliyet Yayınları.
SHAHAR, Shulamith (1992), Childhood in the Middle Ages. Londra, Routledge.
SHORTER, Edward (1977), Naissance de la Famille Modeme, (lng. çev. S. Qudruppani), Paris,
J;ditions du Seuil.
SIMONNET, D. (yay.), (2004), Aşkın En Güzel Tarihi, (çev. S. Özen), İstanbul, Türkiye iş Bankası
Kültür Yayınlan.
SÖNM EZAY, Ayşegül (2004). Güldüğüme Bakma, "Mehmet Güleryüz Kitabı", İstanbul, Türkiye iş
Bankası Kültür Yayınları.
STEINBERG, R. J. (1987). "Liking versus loving, A comparative evaluation of theories". Psychologycal
Bu/Jetin, 102, s. 34r.
STEINBERG, R. J. ve M. L. Barnes (yay.). (1988), The Psychology of Love, New Haven,
Yale University Press.
STONES, Ch. R. (1986), Love styles revisited, A cross-national comparison with particular reference to
South Africa, Human Relations, 39. 4.
SUDA, Orhan (2004), Bir Ömrün Kıyılarında, lstanbul, Alkım Yayınevi.
SUNGUR, Nermin (2001), "Elli Yıllık Hengame", Cumhuriyet Dergi, sayı 779, s. 5.
SURURI, Gülriz (1983), Kıldan ince Kılıçtan Keskince, 2. baskı, İstanbul, Altın Kitaplar.
ŞENSOY, Ferhan (2001), K;JJemimin Sapını Gülle Donattım, İstanbul, Ortaoyuncular Yayınlan.
ŞIRAZLI ŞEYH SADi (1944), Gülistan Tercümesi-Gülsuyu, (çev. H. Eroğlu), Niğde, Vilayet Matbaası.
ŞIRAZLI ŞEYH SADi (2002), Bostan, (yay. haz. S. Yalsızuçanlar), lstanbul, Timaş Yayınlan.
TAN, Nail (1990), "Çocukluğumun Oyunlan", Milli Eğitim, Ocak, 93, 12-17.
TANNAHILL, Reay (2003), Tarihte Cinsellik, (çev. S. Gül), Ankara, Dost Kitabevi.

210 KAYNAKÇA
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler, (haz. Z. Kerman), 2. baskı, lstanbul,
Dergah Yayınlan.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (2001), 19uncu Asır Türk Edebiyaıı Tarihi, 9. baskı, lstanbul,
ÇaAJayan Kitabevi.
TESAL, Reşat D. (1998), Selanik'ten lstanbııl'a, lstanbul, iletişim Yayınlan.
TiMUÇiN, Afşar (2003), Aşkın Diyalektiği, lstanbul, Bulut Yayınlan.
TIMUR, Taner (1991), Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, lstanbul, AFA Yayınlan.
TOLSTOY, Lev. (1985), Çocukluk Delikanlılık Gençlik, (çev. S. Raşa), lstanbul, Oda Yayınlan.
TOROS, Taha (1992), Mazi Cenneti, lstanbul, iletişim Yayınlan.
TUNÇ, Ayfer (2001), Bir Maniniz Yoksa Annem/er Size Gelecek, 70 '/i Yıllarda Hayallmız, lstanbul,
Yapı Kredi Yayınlan.
TURAN, Şerafettin (1990), Türk Kültür Tarihi, Ankara, Bilgi Yayınevi.
URGAN, Mina (1998), Bir Dinozorun Anılan, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
URGAN, Mina (1999), Bir Dinozorun Gezileri, lstanbul, Yapı Kredi Yayınlan.
UŞAKLIGIL, Halid Ziya (1987), Kırk Yıl, (haz. Ş. Kutlu), lstanbul, inkılap Kitabevi.
UZEL, !iter (2002), "Türkçe Bahnameler Hakkında Bir inceleme", Kebikeç, sayı 13. s. 191-205.
ÜNLÜOCLU, Gülören (1968), Özel Görüşme, 14 Şubat
VALA NUREDDiN (1969), Bu Dünyadan Nazım Geçti, 2. baskı, lstanbul, Remzi Kitabevi.
VA-Nü, Müzehher (tarihsiz), Bir Dönemin Tanıklığı, lstanbul, Cem Yayınevi.
VASCONCELOS, J. M. de (1977), Güneşi Uyandıralım, (çev. A. Emeç), lstanbul, Hürriyet Yayınları.
VELIDEDEOCLU, Hıfzı Veldet (1993), Anıların izinde, lstanbul, Remzi Kitabevi.
VIGARELLO, Georges (1996), Temiz ve Kirli, Orta.çağdan Günümüze Vücut Bakımının Tarihi, (çev.
Z. llkgelen), lstanbul, Kabakı Yayınevi.
VlTTORlNI, E. (1982), Kırmızı Karanfil, (Çev. 1. Çalışlar), lstanbul, Can Yayınlan.
VOLKAN, Vamık D. (2004), Kusursuz Kadının Peşinde, (çev. M. B. Büyükal), lstanbul, Okuyanus.
WALSTER, E. (1978), Interpersonal Attraction, Reading, MA, Addison-Wesley.
YARDIM, Mehmet Nuri (1998), Edebiyatçllanmızın Çocukluk Hallralan, 3. baskı, lstanbul,
Timaş Yayınlan.
YARDIM, Mehmet Nuri (2004), Yazar Olacak Çocuklar, lstanbul, Selis Kitaplar.
YESARi, Afif (1987), lstanbııl Hallrası, lstanbul, Türkiye Turing Otomobil Kurumu.
YILMAZ, Abf (1991), Hayallerim, Aşlam ve Ben, lstanbul, Simavi Yayınlan.
YILMAZ, Abf (2002), Bir Sinemacının Anılan, lstanbul, Doğan Kitap.
YÜCE, Ali (1999), Şeytanistan, 3. baskı, Ankara, Güldiken Yayınlan.
YÜCEL, Hasan Ali (1990), Geçtiğim Günlerden, lstanbul, iletişim Yayınlan.
ZELDIN, Theodore (1998), insanlığın Mahrem Tarihi, (çev. E. Özsayar), lstanbul, Aynntı Yayınlan.
ZIMBARDO, P. G. (1979), Psychology and life, 10. baskı, lllinois, Scott, Foresınan and Comp.
ZORLUTUNA, Halide Nusret (1986), Bir Devrin Romanı, 2. baskı, Ankara, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınlan.

ANI LARDAKİ AŞKLAR 211


Birgül, C. 129, 185
ÖZEL An DİZİNİ Blue, A. 86
Bosquet, A. 38
Ab Abbe Prevost 36 Boticelli, S. eli M. 31
Acar, F. ıoı, 130 Burgeııs 39
Adams, G. R. 65, 66 Byer, C.O. 47, 68
Ağaoğlu, A. 112
Ağaoğlu, S (amel). 126 Caravaggio, M.A. 31 Ca
Cassola, C. 40
Ağaoğlu, S (llreyya). 99, 155
Ahmet Miıhaı Efendi 107 Celal Nuri 98
Alan, G. 120 Cengiz, S.A. 138, 152
Alısel. M. 122 Cerrahoğlu, N. 102
Aksoy, M. 183, 195 Chaıeaubriand, F. R. 37
Aktaş, P. ıoı Clarke, J. 18, 27
Akyüz, Y. 90 Cloutier, R. 19-22
Alain-Foumier, H. 41 Colette, S. G. 37
Alcott, L. M. 24 Constanı, A. de. 37
Ali (Kınalızade) 90, 91 Conle, L 63
Altan, Ç. 121, 127, 128, 139. 140, 143, 145, 194, 198 Corbin, A. 74, 75
Albnkaynak, H. 8 Comeille, P. 36
Albrıan, D. 33, 58, 80, 86, 102 Coward, R. 86
Alus, S. M. 11t
Arnicis, E. de. 96 ÇaAımlar, Z. 96 Ça
And, M. 95- 96 Çakır. ş. 102
Andersen, H.C. 95, 96 Çaykovski, P. 31
Aries, Ph. 13, 14 ,15 Çetin, F.Ç. 54· 55
Aristoıeles 20, 74, 89 Çığ. M.İ. 99· 154
Amett, J. J. 19 Çok, F. ıo
Artar, M. ıo
Austrian, S.G. 24, 51 da Vinci, L 3 ı da
de Sales, F. 58
Ba Bahadınlı, Y. Z. 116 Debesse, M. 19, 23
Balzac, H . de. 37 deMause, L 9 , 14-16
Basow, S. A. 87, 88 Demirhan, P. 94
Başgöz, 1. 102, 103, 138, 152 Diderot, D. 77
Baykurt, F. 114 Dino, G. 119
Baysal, B. 159 Dion, K.L. 60, 61
Baysaling, ö. 112, 139. 144, 148, 149. 188 Dion, K.K. 60, 61
Beaumarchais, P. A. 37 Downs, A.C. 26
Beethoven, L von. 31 DriscoU, R. 64
Beme, E. 56 Duby, G. 9. 76, 77, 80

212 ÖZEL Ao DİZİNİ


Duerr, H. P. 16, 17, 86 Gauthier, Th. 96
Durmuş (A. bin) 89 Gazali (imam) 93
Duru, K. N. 114 Gennan, T. 131, 139, 148, 149
Dusek, J.B. 29, 83 Gezen, M. 132
Giddens, A. 86
Ek Ekrem, Selma 98, 120 Gide, A. 78
Elias, J. E. 28 Glaeser, E. 39, 40
Ellıind, D. 23-25, 49, 50, 52, 60, 85 Gökdoğan, F. 28, 55
Ellison, G. 98 Gökçeoğlu 28
Emrullah Efendi ıoo Green, J. 37
Engin, A. 28, 183, 185, 195 Guasch, G. Ph. 35· 49· 53
Erdentuğ, N. 113 Guerrand, R.-H. 75
Erduran, R. 116, 140 Güleryüz, M. 131, 140, 155. 168, 186, 187
Ergeneli, A. 126 Gündem, M. 101
Erikson, E.H. 7, 21, 33. 62-64 Güneş, K. 137· 142
Ersoy, U. 129, 130 Güneş-Ayala, A. 101
Ertel, N.F. 120 Güney, N. ıo
Ertop, K. 81 Gürsel, N. 117, 121, 127, 127, 146, 189
Esenbel, E. 190 Gürtürk, S. 121
Esman, A. H. 30, 84 Güvahi 89
Güvenç, B. 138, 145, 180
Fa Faderman, L 86
Payette, M. de la. 77 Hail, St. 19, 20, 26 Ha
Fenichel, O. 46, 53 Halley, E. 31
Feriduddin-i Attar 90 Halman, T. 129, 185
Fethi Naci 181 Harmana, H. 8
Filiz Ali 121 Hendriclc, C. 57
Flaubert, G. 28 Hendriclc, S. 57
Follette, La. 56 Hesse, H. 40, 41
Foucault, M. 9. 86 Hillje, LS. 26
Frank, A. 35· 39 Hipple, T.W. 45
French, M. 41 Homey, K. 43
Freud, A. 21, 33 Houppert, K. 33, 85
Freud, S. 15, 18, 20, 33, 45, 46, 54, 59 Hüseyin Kutsi. 89
Fromm, E. 56, 58, 60, 62, 69 Hyde, H. M. 86
Fuzuli 172
Irzık, S. 107 lr
Ca Gard, R. M. du, 23 Ikor, R. 35. 44
Gardiner, H. W. 83-85, 88
Gary, R. 38 ibrahim Hakkı (Erzurumlu) 90, 92 lb
Gasset, O. Y. 56 ibrahim Paşa (Nevşehirli) 97

AN I LARDAKİ AŞKLAR 213


beri, s. 114, 132, 140, 144, 148, 149 . 180 Mehmet Esat 89
ilhan, A. 139. 180 Meriç, N. 120, 157
inal, M. K. 167 Michelangelo, B. 31
lskender (Büyük) 31 Miller, B. C. 48
lslimyeli, N. 191, 192 Mimaroğlu, M. R. 116, 169-172, 190, 191
Miıchell, J.J. 62
Ja Jacobson, E. 34 Miıterauer, M. 28, 81, 82
Moliere, J.-B. P. 36, 77
Ka Kalkan, ş. 177 Montıigne, M. E. de. 77
Kandiyoti, D. 107 Montgomery, J. 24
Kansu, 1. 8, 120 Morris, D. 63
Kaplanoğlu, R. 122 Munro, B. E. 7, 65, 66
Kaptana, M. 194 Mussen, P.H. 29
Karabelıir, K. 93 Musset, A de. 37
Karacaoğlan 102, 103, 178
Karaosınanoğlu, Y. K. 123, 124 N�bi 89 Na
Kosova, Z. 119, 167 Nazım Hikmet 165, 176
Kavukçuoğlu, D. 133. 134, 141, 188, 189 Nerval, G. de. 96
Kayra, c. 127, 156. 185. 197 Nesin, A. 115, 122, 137, 138, 147, 149, 156, 157.
Kazanagil, A. 141 162-166, 178. 179, 195, 196, 198
Kephart, W. M. 58, 59. 62 Newton, 1. 31
Keskiner, A. 143 . 144 Neyzi, A. H. 115, 192, 193, 194
Keş6 89
Keykavus (Hükümdar) 89 Olivier, G. A. 96 Ol
Keynes, J.M. 31 Opolot, J. A. 64, 66
Kıvanç, H. 128, 185 Orga. 1. 115, 120
Koçu, R.E. 97 Ormezzano, J. 52, 76
Kongar, E. 131, 183
Kosmiızki, c. 83-85, 88 Öndeş, O. 190 Ön
Kozalı, Ş. 195 Öymen, A. m, 152, 159-161, 189
Krich, A. 56 Özarslan, A.D. 84
Kür, I. 120 Özbek, N. 139
Özg6k, F. 145, 186
La lauster, P. 56 Öztürk, H. 92
lautreamont, 1. D. 37 öztürk, s. 154
ı.e Goff, J. n 74
Levend, A.S. 89, 95 Pardeck, J. A. 44 Pa
Lindholm, Ch. 79 Parla, J. 93, 106, 107
Philbrick, J. L 64-68
Ma Marar, Z. 69 Piaget. J. 22
Maslow, A. 60 Platon 56, 59, 66, 89

214 ÖZEL Ao DİZİN İ


Pollock, LA. 7, 14 Stendhal, H.B. 37, 59
Postman, N. 14 Stones, Ch.R. 64, 65, 67, 68
Proust, M. 31, 78 Suda, O. 144· 181, 195
Pullar, G. 138, 152 Sullivan, H.S. 58, 62
Sungıu, N. n9
Ra Rabelais, F. 7 7 Sururi, G. 140, 151-153
Racine, J. 36
Radiguet, R. 37, 38 Şenköken, H. 144, 148 Şe
Raucher, H. 40 Şensoy, F. n7, 145
Reevy, W.R. 50
Reik, Th. 59 Tan, N. 121 Ta
Reyrnond-Rivier 22, 23, 41 Tannahill, R. 31, 32, 77, 86
Reyna, İ. 8 Tanpınar, A.H. 82, 104, 105
Rimbaud, A. 37 Tarcan, S.S. 99, lOo
Roger, 1. 35, 44 Tesal, R. D. m
Rolland, Ch. 96 Timuçin, A. 56
Roscoe, B. 63 Timur, T. 105-107
Roth, P. 52 Tolstoy, L. 39
Rousseau, J. J. 15, 1 9 , 26 , 36, 37 . 77 Toros, T. 167
Rubin, G. 80 Tunç, A. ıı8, 150, 160, 163-166, 183
Rubin, Z. 57. 58 Turan, Ş. 98
Tusi (Nasreddin) 92
Sa Sabancı, S. 154 Türköne, M. 98
Saçlıoğlu, M.Z. n2, 131, 149. 154, 157
Sadi (Şeyh) 89, 91 Urgan, M. n4, n9, 120, 126, 190 Ur
Sağ, A. 177, 178 Uşaklıgil, H. Z. n9
Salinger, J.D. 24 Uzel, 1. 94. 95
Sand , G. 37
Onlüoğlu, G. 196 On
Saylan, T. ıı2, 131, 139· 149· 154· 156-158, 166,
179 · 183 Vahit (Muallim) 121 Va
Schopenhauer, A. 56, 59 Vanini, G.C.L. 77
Schubert, F. 31 Va-Nıi, M. ıı9
Segal, L. 86 Vasconselos, J.M. de, 41
Sertel, Y. 149 Vehbi (Sünbülzade) 93
Sezar (Jül) 31 Velidedeoğlu, H. V. 114
Shahar, Sh. 14 Vigarello, G. 86
Shainberg, L. W. 47 Vittorini, E. 44
Sheakespeare, W. 36 Volkan, V. 9. 196
Simonnet, D. 78
Sinan Paşa 89 Walster, E. 57, 60 Wa
Sönmezay, A. 131, 140, 146. 155· 168, 186 White, Ch. 96

AN I LARDAKİ AŞKLAR 215


Wilde, 0. 78
Wittgenstein, L 31

Ya Yardım, M.N. 8
yaşar Nezihe 167
Yavuz, H. 182
Yıbnaz, A. 114, 115, 121, 180
Ytlce, A. 153, 154
Yücel, H. A. 125
Yücel, T. 114

Ze Zeldin, Th. 30·33, 57, 77, 86


Zeynep Hanım 98
Zorlutuna, H. N. 173-176

KitapYAYIN EVi
LI M 1 T E T Ş İ R KETİ
iAD E S İZ K İ TA P

216 ÖZEL Ao DİZİ N İ

You might also like