Professional Documents
Culture Documents
Tarik Tufan'In Hayati, Sanati Ve Eserleri: (Yüksek Lisans Tezi)
Tarik Tufan'In Hayati, Sanati Ve Eserleri: (Yüksek Lisans Tezi)
Hakan YAŞA
Kütahya – 2022
129
T.C.
KÜTAHYA DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ
LİSANSÜSTÜ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Danışman:
Prof. Dr. Şahmurat ARIK
Hazırlayan:
Hakan YAŞA
Kütahya – 2022
130
Kabul ve Onay
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul
edilmiştir.
İmza
Tez Jürisi
Kabul Red
Onay
21/06/2022
Hakan YAŞA
132
Özgeçmiş
Hakan YAŞA ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Elazığ’da tamamladı. Lisans
öğrenimini yaptığı Yozgat Bozok Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyat Bölümünden 2015 yılında mezun oldu. Aynı yıl Adalet Bakanlığı bünyesinde
memur olarak göreve başladı.
ÖZET
YAŞA, Hakan
Yüksek Lisans Tezi, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şahmurat ARIK
Haziran, 2022, 133 sayfa
Tarık Tufan 5 Haziran 1973 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Liseyi Kabataş
Erkek Lisesinde okudu. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu.
Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü Sosyoloji ve
Antropoloji Ana Bilim Dalı, Ortadoğu Sosyolojisi bölümünden Irak’ta Türkmen Azınlık
ve Kerküklü Göçmenler adlı çalışmasıyla 2001 yılında yüksek lisans eğitimini
tamamladı. Birçok gazete ve dergide yazıları yayınlanan yazar, televizyon kanallarında
edebiyat sohbeti üzerine programlar sundu. Marmara Fm adlı radyoda Düş Vakitleri,
Ülke Tv isimli kanalda Meksika Sınırı, 24 Tv isimli kanalda Kafa Dengi adlı
programlarda yer aldı. 2008 yılında Mahşer, 2009 yılında Ertelenmiş Hayatlar adlı
dizilerin senaristliğini yaptı. 2009 yılında Al Jazeera Documentary isimli kanalda Arafta
Bir Sultan: Abdülhamid, 2010 yılında Mimar Sinan 8 Ülke 8 Yönetmen adlı belgeselleri
hazırladı. Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristlerinden olan Tarık
Tufan, 2009 yılında Uzak İhtimal filmiyle İstanbul Film Festivali'nde en iyi senaryo
ödülünü, 2013 yılında Yozgat Blues filmiyle Altın Koza Festivali'nde en iyi senaryo
ödülünü kazandı. Bazı romanları Arnavutça, Boşnakça, Azerbaycan Türkçesi, Arapça ve
Bulgarca dillerine çevrildi. İstanbul'da yaşayan yazar, çeşitli dergilerde yazmakta,
edebiyat ve senaryo çalışmalarına devam etmektedir.
Edebiyat alanında on adet kitabı bulunan Tarık Tufan; roman dışında hikâye,
deneme, şiir gibi türlerde de eserler vermiştir. Türk edebiyatının genç kuşak
yazarlarındandır. İlk kitabı olan Kekeme Çocuklar Korosu'nu 2000 yılında yayımladı.
Sonrasında sırasıyla Kraliçenin Pireleri (2002), Ve Sen Kuş Olur Gidersin (2004), Hayal
Meyal (2007), Bir Adam Girdi Şehre Koşarak (2010), Şanzelize Düğün Salonu (2015),
Beni Onlara Verme(2017), Düşerken (2018), Kaybolan (2020) ve Geç Kalan (2021) adlı
kitapları yazdı.
Tarık Tufan kitaplarında genellikle günlük yaşamı, kimlik sorunlarını ve insanın
varoluşunu naif bir anlatım üslubu kullanarak kaleme almıştır.
Bu çalışmayla Tarık Tufan’ın hayatı, sanatı ve eserlerinin incelemesi yapılacak
olup; yazarın romanları detaylı bir şekilde ele alınarak teknik ve materyal unsurlar
açısından değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Edebiyat, Hikâye, Materyal, Roman, Şiir, Tarık Tufan, Teknik
vi
ABSTRACT
YAŞA, Hakan
Master Thesis, Deparment of Turkish Language and Literature
Thesis Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Şahmurat ARIK
June, 2022, 133 pages
Tarık Tufan was born on June 5, 1973 in Istanbul. He graduated from Kabataş
High School for Boys. He graduated from the Philosophy Department of Istanbul
University.
He completed his master's degree at Marmara University, Institute of Middle
East and Islamic Countries, Department of Sociology and Anthropology, Department of
Middle East Sociology with his study titled Turkmen Minority in Iraq and Immigrants
from Kirkuk. The author, whose articles were published in many newspapers and
magazines, presented programs on literary conversation on television channels. He took
part in the programs called Dream Vakitleri on Marmara Fm, Mexican Border on Ülke
TV, and Kafa Dengi on 24 TV. He wrote the screenplay of the TV series Mahşer in 2008
and Postponed Lives in 2009. In 2009, he prepared the documentaries A Sultan in
Purgatory: Abdulhamid and in 2010 Mimar Sinan 8 Countries 8 Directors on the channel
Al Jazeera Documentary. Tarık Tufan, who is one of the screenwriters of the films "Zar
Ihtimal" and "Yozgat Blues", won the best screenplay award at the Istanbul Film Festival
in 2009 with the film "Light Ihtimal" and the best screenplay award at the Golden Boll
Festival in 2013 with the film Yozgat Blues. Some of his novels have been translated into
Albanian, Bosnian, Azerbaijani Turkish, Arabic and Bulgarian. The writer, who lives in
Istanbul, writes for various magazines and continues to work on literature and
screenplays.
Tarık Tufan, who has ten books in the field of literature; Apart from the novel,
he also produced works in genres such as stories, essays and poetry. He is one of the
young generation writers of Turkish literature. He published his first book, Stuttering
Children's Chorus, in 2000. Afterwards, the Queen's Fleas (2002), And You Become a
Bird and You Go (2004), Indistinct (2007), A Man Entered the City Running (2010),
Champs-Elysées Wedding Hall (2015), Don't Give Me To Them (2017), While Falling
(2018) He wrote the books Lost (2020) and Late (2021)
In his books, Tarık Tufan generally wrote about daily life, identity problems and
human existence using a naive style of expression.
With this study, Tarık Tufan's life, art and works will be examined; The novels
of the author will be discussed in detail and evaluated in terms of technical and material
elements.
Keywords: Literature, Materiel, Novel, Story, Poetry, Tarık Tufan, Technical
vii
ÖNSÖZ
Bu süreçte verdiği değerli bilgiler ve göstermiş olduğu yol ile beni sürekli
destekleyen danışman hocam Prof. Dr. Şahmurat ARIK’a, çalışmamın başından sonuna
kadar destek olan eşime teşekkürlerimi sunarım.
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET................................................................................................................................ v
ABSTRACT .................................................................................................................... vi
ÖNSÖZ ........................................................................................................................... vii
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................viii
GİRİŞ ............................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
TARIK TUFAN’IN HAYATI VE SANATI
İKİNCİ BÖLÜM
TARIK TUFAN’IN ESERLERİ
TEZ METNİ
1
GİRİŞ
Özellikle radyo, televizyon, beyaz perde ve kitaplarda iyi bir edebiyatın peşinde
olan, netice itibariyle hep hikâye anlatan adam olarak anılmak istenen Tarık Tufan’ın
romanları materyal ve teknik unsurlar ışığında, detaylı bir şekilde ele alınmıştır.
2
BİRİNCİ BÖLÜM
TARIK TUFAN’IN HAYATI VE SANATI
3
Tarık Tufan 5 Haziran 1973 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Liseyi Kabataş
Erkek Lisesinde okudu. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu.
Sanat anlayışı, insan duyarlılığını geliştirme özelliğiyle anlam kazanan bir duyuş
alanıdır. Kurmaca eserlerin bu niteliğini sağlayan estetikle konuyu uyumlu bir biçimde
birleştirmektir. Yazar, eserlerinde kurmaca olaylara fazlaca yer vermektedir. Roman
sanatı, toplumsal bir sorunu yaşayan, ondan etkilenen insanı, birey olarak var edebilmeyi
gerektirir. Sanatçının toplumsal sorunlara edebi eserlerde yer vermesinin ölçüsü, bunlara
duyarlılığıyla veya söz konusu sorunları, anlatılmaya değer bulup bulmamasıyla ilişkili
olarak değişkenlik gösterir. Tarık Tufan’ın eserlerinde toplumsal sorunlara büyük ölçüde
yer verdiği görülür. Bu durum, yazarın toplumsal sorunları gündeminin dışında
tutmadığını, olayları anlatılmaya değer bulduğunu gösterir.
Yazarın sanatına etki eden en temel unsur yaşamın kendisidir. Yazar, sanatında
hayatın iyi-kötü yanlarını, farklı yaşam koşullarına sahip fakat benzer sorunlarla
mücadele eden insanları, gündelik hayattaki olayları işlerken kimi zaman da yalnızlığı,
aşkı, çaresizliği anlatarak eserlerinde insanın iç dünyasına doğru bir yolculuk
gerçekleştirir.
4
İKİNCİ BÖLÜM
TARIK TUFAN’IN ESERLERİ
6
Kitap ilk olarak 2000 yılında okurlarıyla buluşur. Yazar bu eserde anlatılması
gerektiğine inandığı konuları kaleme alır. Bir manada inandığı değerleri işler. Kendi
ifadesiyle “anlatmam gerektiğine inandığım şeyler vardı ve yazarak anlattım” (Tufan,
2000) der. Kekeme Çocuklar Korosu hayatın içinde kekeleyerek konuşan çocukların
hikâyelerini anlatır. Hadiseler birbirinden ayrı gibi görünse de genel itibariyle olaylar bir
radyo istasyonunda geçer. Yazar uzun süre radyoculuk programı yapmıştır. Bu romanda
da başından geçen olaylara, bireysel ve toplumsal konulara duyarsız kalmamış ve bu
konuları Kekeme Çocuklar Korusu ile bir araya getirme fırsatı bulmuştur.
içerisinde yer alır. Kişiyi beraberinde getirir. Öyleyse bunların birlikteliği söz konusudur”
(Aktaş, 2013, s. 41).
Roman bir radyo istasyonunda geçen olayların tamamını kapsar. Vakalar her ne
kadar o gece anlatılmışsa da anlatıcı geriye dönüş tekniğine sıklıkla başvurarak geçmişte
yaşanmış olaylara yer vermiştir. Yazar burada bazen kendisine telefonla bağlanıp sohbet
etmek isteyen kişilerle olan diyaloglarını anlatırken, bazen de bireysel ve toplumsal
manada rahatsızlık duyulan konulara yer vermiştir. Olay örgüsü genel anlamda
anlatıcının hayatına dair yaşanmışlıklar çerçevesinde döner.
Okullar yaz tatiline girmişti. İlkokul üçüncü sınıfı bitirmiştim o yıl. Metinle
beraber çıktık mahalleden. Gedik Paşa’da çalıştığı iş yerinin karşısında bir yerde iş
bulmuştu bana (Tufan, 2000).
Çiko usta: Metin’in iri göbekli ustasıdır. Kırmızı suratlı, şişko bir karakterdir.
Saya atölyesinin sahibidir.
Metin’in iri göbekli ustası Çiko; bir arkadaşına gönderdi beni. İlk işe başladım
böylece (A.g.e.).
Akşam paydostan sonra Beyazıt’tan Fatih’e dönerken otobüse bilet yerine kâğıt
atmak fikrini Metin’in ağabeyi Murat’tan öğrendim (A.g.e.).
Ferruh ve Feridun adında iki ustamla çalıştım bir yaz boyunca. Rakı içmeyi
oldukça severlerdi ve galiba onlara da yalanlar söylüyordum. Rakılar içilmeye
başlandığında kokunun midemi bulandırdığını söyleyip dışarı kaçıyordum, sonra
Beyazıt’a tur atmaya (A.g.e.).
Bir yaz Alaattin ağabeyin yanında çalışıyordum. Kilotlu çorap atölyesiydi burası
(A.g.e.).
-Ağabey çok suskunsun. Yani konuşmak istemiyor gibi bir halin var. Sürekli fon
giriyorum.
-….
-Kapattı ağabey
-Vermedi ağabey
9
Romanda şahıslar detaylı bir şekilde anlatılmamıştır. Yazarın bazen tek sayfada,
bazen ise tek cümlede değindiği kişilerin fiziksel ve ruhsal yönleri hakkında bilgi
edinmek oldukça kısıtlıdır.
2.1.1.4. Zaman
Zaman mefhumu bu romanda geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi
görür.
“Zaman kavramı romanda kendisine yer verilen olayların geçtiği, olup bittiği,
cereyan ettiği nesnel, vaka ve anlatma zaman dilimlerini karşılayan bir kavramdır” (Çetin,
2009, s. 126).
Esasen zaman kavramı “insan zihnini en fazla meşgul etmiş kavramlardan biri,
belki de en önemlisidir. Bu kavram, sadece felsefenin değil, aynı zamanda, matematik ile
fiziğin, hatta bilimsel gelişmelere paralel olarak diğer birçok disiplinin gündeminde yer
almıştır. Böyle bir niteliğe sahip olan zaman kavramı öteden beri gizemli bir değer olarak
görülmüş ve düşünenler üzerinde hayranlık uyandırmıştır” (Tekin, 2018, s. 114).
Zaman sürekli akıp giden bir süreçtir. Romanlarda sabit kalması düşünülemez.
“Zaman Newton’un sandığı gibi değişmez bir sabit değil, çok geniş bir fenomenler
yelpazesini kapsayan bir kavramlar, olaylar ve ritimler yığınıdır” (T. Hall, 1997, s. 149).
Eserde yer yer vaka zamanının kronolojik sıralaması yapılarak bu ritim yakalanmıştır.
Sabah…
Öğle…
Gece…
2.1.1.5. Mekân
Roman, esas karakteri itibariyle bir terkiptir. Diğer birçok eleman gibi mekân
da, bu terkibi meydana getiren önemli unsurlardan biridir. Önemlidir diyoruz: Çünkü
terkipte ‘asıl unsur’ konumunda bulunan vakanın gerçek veya muhayyel hatta ütopik,
mutlaka bir mekâna ihtiyacı vardır. Mekân unsuru bir tanıtım veya takdim sorununun
ötesinde işlevsel bir özellik taşır. (Aktaş, 1984, s. 43)
Haydar semtinde hayatı bir yazlık sinemada gibi yaşardı insanlar (A.g.e.).
2.1.1.6. Anlatıcı
Romanın bir anlatım unsuru olarak sunulmaya ihtiyacı vardır. Bu işi anlatıcı
yapar. Anlatıcının romanda bulunduğu ya da durduğu yer ise bakış açısını gösterir. Tarık
Tufan’ın romanlarında anlatıcı ve bakış açısı birbirine çok yakın olsalar da mümkün
olduğunca ayrı değerlendirilmeye gayret edilmiştir.
“Temel karakteri itibariyle her şeyi bilme, esasına dayanan bu bakış açısı, yazara
geniş imkânlar sunmaktadır” (Tekin, 2018, s. 54).
Hava sıcak ve dışarıda bir grup insan dolaşıyor. Kalabalık olmalarına rağmen
pek bir gürültü yok. Çoğunluğu yaşlı ve özellikle erkek sayısı biraz daha fazla. Büyük bir
12
bina, dış sıvasında dökülmeler var ve dışarıdan baktığınızda kamu binalarından bir farkı
yok. Eşofmanlar ve pijamalarla dolaşıyor insanlar bahçede. Ağaçlar henüz yeşillenmemiş
tam anlamıyla. Bazıları grup olarak dolaşıyor bazıları ise tek başına. Ortalıkta renksizlik
hâkim. Grilerin ve siyahın, kısmen de lacivert ve kahverenginin ağırlığı var. Kendini
gösterebilecek bir renk yok insanların üzerinde. Kimileri çok ağır davranıyor kimileri ise
çok ani hareketlerde bulunuyor (A.g.e.). ifadelerinde de aynı bakış açısı görülür.
Bir sanat eserinde ya da edebi bir metinde anlatılacak olaydan ziyade, anlatım
yöntemi daha önemlidir. Çünkü yöntem ya da biçim, verilen mesajı okuyucuya ulaştıran
bir vasıtadır. Bu sebepledir ki bir metnin nitelikli olması sağlam bir biçime sahip
olmasından geçer. Biçim, ortaya konulan eserin okuyucu üzerinde daha etkili bir iz
bırakmasını sağlar.
birkaç tabak yemeğin yanında bir sürü ekmek yerlerdi. Çok kişi sığsın diye masanın
etrafında küçük küçük tabureler konurdu bu tip lokantalarda (Tufan, 2000).
Roman, en basit tanımıyla, bir olayı; kişi, çevre, zaman göstererek anlatma
sanatıdır. Betimleme temelde niteliği itibariyle anlatma, somutlaştırma demektir. Bir şeyi
somutlaştırmak demek ise, onun karakteristik çizgilerini, rengini ve ruhunu canlandırmak
demektir. Romancı, somutlaştırma işlemini gerçekleştirirken, tasvir yönteminden geniş
bir şekilde yararlanır. Bugünkü romanda “tasvir” diye niteleyeceğimiz uygulamalar
azalmış olsa da, dünden bugüne uzanan süreçte tasvir, en fazla uygulanan yöntem
olmuştur diyebiliriz. (Tekin, 2018, s. 209)
Meydan Anadolu kokuyor. Bir Anadolu şehrinin gürültüleri var ortalıkta. Eğer
Galata Kulesi’nin hüzünlü yüzü olmasa, Kız Kulesi cilveleşmese denizle, Boğaz’ın kibri
ortalığı sarmasa ve Galata Köprüsü’nün bilge bakışlarını hissetmesek (Tufan, 2000).
14
Galata Kulesi, Kız Kulesi ve Boğaz’a insani özellikler verilerek canlı bir tasvir
ortaya konulmuştur. Özellikle hayal gücü ve gözleme dayalı olan betimleme sanatı,
anlatımı daha kuvvetli ve etkili hale getirir. Başka bir ifadeyle varlıkların belirgin
özelliklerini tanıtıp göz önünde canlandırır.
“Anlatma esasına bağlı eserlerdeki itibari dünya olgusu, kahramanların belli bir
mekâna bağlı olma veya olayların belli bir mekânda yaşanması mecburiyeti, tasvir tarzı
anlatımı çok daha zaruri kılar” (Çetişli, 2004, s. 100).
Saat duruyor, kalem eskiyor. Çirkin bir kıza somurtuyor zaman. Gözlerin
yüzümden düşüyor (Tufan, 2000).
Yalancı bir güneş, sabahı seriyor şehrin tenha sokaklarına. Kalbim kurumuş bir
toprak gibi darmadağın. Korkular düşüyor kalabalığın fısıltılarına. Kırmızı pabuçların
hatırına, fabrikalarda makinelerin ürküten kucağına düşüyor küçük kız çocukları (A.g.e.).
“Geriye dönüş tekniği anlatma zamanı ile ilgili bir problemdir. Öykü anlatıcısı,
olayı içinde bulunduğu şimdiki zamandan alıp karakterin geçmişine ya da olayın
meydana geldiği zamana gider” (Kolcu, 2005, s. 52).
15
Bir gün öğleye doğruydu galiba. Kocaman, top top kumaşları Unkapanı İMÇ
bloklarındaki atölyeye taşıyordum. Havanın yakıcı sıcaklığı oldukça terletiyordu. Koca
top kumaşı sırtlamış zorlukla götürmeye çalışırken birden onunla karşılaştım.
Ortaokuldaydım o sıralar ve tarih öğretmenim Esra Hanım’la yüz yüze geldim (Tufan,
2000).
Romanın iç zamanı genel olarak, olgu ister nedenden sonuca, isterse sonuçtan
nedene şekilde kurulsun, ileriye doğru akar. Bu kronolojik akış sırasında öykünün kimi
yerlerinden geçmişe dönülmek suretiyle ya an içindeki yaşantısıyla sunulan figür(ler)in
ya da yaşanmakta olan olay(lar)ın bütüncül bir anlayışla tanıtımı ve nedenselliği ortaya
konur. (Sazyek, 2021, s. 81-82)
Roman anlatıcısı şimdiki zamanda yaşadığı için eserlerinde şimdiki zaman ağır
basar. Bu etkiyi azaltabilmek için geriye dönüş tekniğini kullanır. Bu teknik ayrıca kişiler
ve olaylar hakkında bilgi verilirken de kullanılır. Anlatıcı bu şekilde karakterlerin,
yerlerin ve olayların geçmişiyle ilgili bilgi vermeyi amaçlar. Bu anlatım tekniği romanın
gerçekliğini ciddi ölçüde etkiler. Yazar olayların altyapısıyla ilgili bilgiler verdiği için
okur gelecekte olabilecek olaylar veya kişilerin şu anki konumlarıyla ilgili de fikir sahibi
olur.
Anneannem nasıl da ciddiye alırdı hayatı. Bir gece ben evde film seyrederken, o
televizyonun yanında tesbih çekiyordu. Sonra birden televizyona sık sık bakıp bir şeyler
fısıldadığını duydum.
Meğer filmde her ölen adamın ardından bu cümleyi tekrar ediyormuş (Tufan,
2000).
Aynı hisleri taşıdığım bir sabahtı. Aynı çaresizlik ve seçememe haliydi o sabah
yaşadığım. Kabataş Erkek Lisesi’ni o yıl bitirmiştim ve hayata neresinden dâhil
olabileceğimi bilmiyordum (A.g.e.).
Evimizin duvarında, küçük odanın giriş kapısının üzerinde asılı bir kartpostalı
hatırlıyorum. Arapça Hu yazıyordu üzerinde. Bu nedir diye sormuştum. Allah yazıyor
demişlerdi. Küçükken Allah’ın yüzünün h harfine benzediğini düşünürdüm. Allah
denildiğinde aklıma h harfi gelirdi (A.g.e.).
16
Bu kavram aslında bir müzik terimi olmakla birlikte roman sanatında sıklıkla
kullanılan bir teknik unsurdur. Romanın çeşitli bölümlerinde konu ve olayların içerik ve
akışına göre tekrarlanan ifade kalıplarıdır. Kekeme Çocuklar Korosunda az da olsa yer
verilen bu teknik unsur romanın devamlılığı açısından kıymetli ve önemlidir.
On iki yaş.
Kente ruhunu kat! Benim dediğim ne varsa ve sonra hayal ettiklerini bile…
Kente ruhunu kat! Aşklarını kat, anı defterinde sakladıklarını ya da aile albümünde
sakladığın fotoğrafları kat kentin fahişe ruhuna (A.g.e.).
17
“Diyaloğun basit ama temel işlevi, gizli olanı ‘aşikâr’ kılmak, soyut olanı
somutlaştırmaktır. Aslında bu nitelik; sanatın, dolayısıyla romanın da niteliğidir. Roman,
esasen eşyayı konuşturma sanatıdır” (Tekin, 2018, s. 266).
-Alo!..
-Merhaba.
18
-Bilmem… Galiba kendimi pek iyi hissetmiyorum. Yani her şey sarpa sarıyor.
Boğulacak gibiyim. Konuşmak istiyorum biriyle. Bu yüzden seni aradım.
-Ağabey çok suskunsun. Yani konuşmak istemiyor gibi bir halin var. Sürekli fon
giriyorum.
-Bazen bir şeyler sayıklıyor gibisin ama anlamadım. Ağabey istersen bırakalım.
Kişinin kendi kendine ya da karşısında başka biri varmış gibi sessiz bir şekilde
konuşmasıdır. Kişi bazen başkasıyla paylaşamadığı bazı şeyleri kendi kendine konuşarak
itiraf etmek ister. Bu durum tek bir insanın çift kişilik diyaloğu şeklinde değerlendirilir.
“İç konuşma daha çok kişinin iç dünyasını, aracısız bir şekilde okuyucuya
sezdirme amacına hizmet eder” (Çetişli, 2014, s. 128).
-Merak etme. Uzun zaman kalmayacağım. Biraz eşlik etmek istedim, o kadar.
-Nasılsın?
-Yiyelim.
-Evet.
-Fena sayılmazdım.
-Nasıl davranıyorum?
-Biraz şey.
-Ne?
-???
-Nasıl hatırlamazsın? Benim hiç aklımdan çıkmayan bir gündür. Sen de unutmuş
olamazsın (A.g.e.).
-Ne dedim ki? Uyuşturucuya da başlamış. Sana acıyan biri olması ne kadar da
güzel değil mi?
Yazarın ikinci eseri olan Kraliçenin Pireleri ilk olarak 2002 yılında okurlarıyla
buluşur. Bu kitapta yazar, günlük yaşam içerisinde dikkatini çeken olayları kaleme alır.
46 başlıktan oluşan eser yazarın duygularına tercüman olmuş, anlatıcı her başlıkta
hayattan bir parçaya yer vermiştir. Okur her bölümde farklı yerlere misafir olur.
Metinlerdeki yalın anlatım ve akıcı üslup okuyucuyu daha da içine çeker. Günlük hayat
içerisinde herkesin görüp geçirdiği ve hatta sıradanlaşmış denilebilecek olaylar yazarın
anlatımıyla etkili bir hal alır.
Yazar bu eserde günlük hayata dair hemen her konuya değinmiştir. Okuyucusu
ile dertleşerek, sohbet ederek, samimi bir üslup içerisinde eserini oluşturmuştur. Roman
2021 yılında Bulgarca ’ya çevrilmiştir.
Karakter bir birey olarak kendisini temsil etmekle birlikte hayatın içinde,
insanların arasında yaşayan bir ferttir. Dolayısıyla bulunduğu romandaki ortamın
algılanış ve aktarılış boyutları da geniş ölçüde onun tarafından belirlenir. Bir başka
deyişle karakterin bakış açısından algılanan, görülen ve görülmeyen yaşantı öğeleri özel
ve öznel bir yoğunluk taşır. (Sazyek, 2021, s. 190)
Eserin tek bir başlık altında toplanmaması, ayrı ayrı 46 başlık halinde devam
etmesi, yazarın günlük hayat içerisindeki olayları anlatması sebebiyle şahıs kadrosu
21
açısından bir bütünlük oluşmamıştır. Bu sebeple eserde şahıs kadrosundan ziyade ayrı
başlıklar altında kaleme alınan konulardaki karakterler derlenmeye çalışılmıştır.
Rene Descartes; karışık saçlı, beyaz ve seyrek sakallı, iyice kızarmış ve yorgun
gözleriyle uzaklara doğru sık sık dalan, tuhaf bir adam (Tufan, 2002).
Kraliçe Christina ise otuz yedi yıl daha soylu alkışların cazibesinde yaşamını
sürdürdü (A.g.e.).
Madam Butterfly filminin final sahnesi… Madam Butterfly görkemli bir vedayla
düşüyor sahnenin ortasına (A.g.e.).
2.2.1.3. Zaman
Kırk altı başlığa ayrılan romanın bazı bölümlerinde içerisinde bulunulan zaman
anlatılırken, bazı bölümlerinde geçmişe dönüş zamanlardan bahsedilir.
“Anlatı, ister geleneksel, ister modern olsun, zamana tâbidir ve oluş sürecini
zamana bağlı olarak idrak eder. Öyledir; çünkü sanat eseri “zamani” bir varlıktır ve sanat
eseri, mutlaka “belli bir zaman bölümü içinde yaratılır” (Tunalı, 1971, s. 63).
2.2.1.4. Mekân
ziyade içerisinde yaşadığı toplum ve çevre ile anlatır. Okuyucu bu şekilde kahramanı
içinde bulunduğu mekân/toplum unsuruyla birlikte değerlendirir.
Vakit biraz ilerlemişti ve sanırım herkesin acelesi vardı. Arabada sekiz kişiydik.
Taksimden kalkıp Bostancı yönüne giden dolmuşlardan biriydi (A.g.e.).
2.2.1.5. Anlatıcı
Anlatıcı her ne kadar romanı tüm hatlarıyla oluşturan kişi olsa da, okuyucu ile
romanı yazan kişi arasında bir ara kişi olmaya çalışır.
Yazar olup biten her şeyden haberdardır. Zaman ve mekân kavramı anlatıcı
tarafından şekillendirilir. Bu şekilde romandaki bakış açısı etkili bir üslupla ortaya
konulmuştur. Tanrısal (ilahi) bakış açısının hâkim olduğu görülür.
Roman sanatı bütünü itibariyle anlatmaya dayalı bir sanattır. Anlatıcı kendi
anlatımını gerçekleştirmek için çeşitli teknikler kullanır. Anlatma tekniği de bu
yöntemlerden biridir.
Anlatma tekniğinde eser ile okuyucu arasına anlatıcı girer. Yani anlatıcı kendi
varlığını araya girerek, yorum ve değerlendirmeler yaparak belli eder. Gösterme
tekniğinde ise olaylar okuyucuya doğrudan sunulur. Anlatıcı kendini belli etmez, arka
planda kalmaya çalışır.
“Anlatma ve gösterme teknikleri roman sanatında iki ana aktarım olarak kabul
edilegelmiştir. Ancak bu iki yöntemin birbirinden ayrılış noktaları üzerinde farklı
görüşlerin bulunduğunu da belirtmek gerekir” (Sazyek, 2021, s. 37).
Kraliçenin Pireleri adlı eserin tümü incelendiğinde genel manada anlatma tekniği
üzerine kurulu olduğu görülür.
24
Adam kaliteli ve sert bir sigara yaktı. Dumanı bile insanı sersemleten cinsten.
Bir metal kutudan çıkardı sigarayı. Galiba daha önce açık tütünden sarılmış
sigaralardandı. Yanında oturan kadın sinirlendiyse de hiçbir şey diyemedi. Hareket ettik,
arabanın içindeki ışıklar kapandı. Birbirimizin yüzünü seçemiyorduk. Arada bir yol
kenarındaki lambalar arabanın içini aydınlatıyordu. Yol olağanın dışında açıktı ve sanki
biraz herkesin dışında, bir tünelin içinde hareket ediyorduk. Sağır edici bir sessizlik
yayıldı ortalığa. Sanki hepimiz şoförün muhtemel bir acısını paylaşıyor, sessiz ama
içtenlikli bir ağıta ortak oluyorduk. Adam sadece yola bakıyor ve sigarasından derin derin
nefesler çekiyordu. Ama yolu değil de başka şeyleri görüyormuşçasına ifadeler
takınıyordu. (A.g.e.).
Çelişkinin tam ortasında, ayağında uzun süredir giydiği Hollanda tipi pantolon,
utancından başı öne eğik, yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Majesteleri bu yolla kendini
tatmin ederken, Descartes üçüncü sınıf bir Yeşilçam dramasının aktörü gibi kesiyordu
(A.g.e.).
Siirt’ten göç edenlerin çoğunluğu oluşturduğu kalabalık bir semt burası. Eski
semtlerin havası hâlâ üzerinde duruyor; kesilmiş raconlar hâlâ yerli yerinde. Eğlenceli
ortamlar kadar kavga gürültü de eksik olmuyor. Eskiden kalma konaklar var az da olsa;
son Osmanlı paşalarından kalma konaklar. Bu konaklarda hayat, anlatıcı ihtiyarların
dilinde merakla dinlenen hikâyelere dönüşüyordu (A.g.e.).
kudretli bir kraliçe tarafından saraya davet edilmesi büyük onur olarak görülüyordu
(A.g.e.).
Mat bir gündü ve biz ne yaparsak yapalım kent üzerimize yağmanın pususunu
kolluyordu.
“Tasvir, hikâyenin ritmini vermeye yarar: Bakışı dış çevreye yöneltmek suretiyle
tasvir, aksiyonun arkasından gevşeme veya kritik bir anda hikâyeyi kestiğinde okuyucuya
sabırsızlık getirir; müzikal anlamda, zaman zaman esere ton ve hareket veren bir uvertür
durumundadır” (Bourneur, 1989, s. 108).
Betimleme; bir eserin muhteva yönünden daha güçlü olmasını sağlar. Eserde
Tarık Tufan sıklıkla betimlemelere yer vermiş ve anlatımı kuvvetli hale getirmiştir.
Rene Descartes; karışık saçlı, beyaz ve seyrek sakallı, iyice kızarmış ve yorgun
gözleriyle uzaklara doğru sık sık dalan, tuhaf bir adam (A.g.e.).
Munzur hararetle olayları anlatır gibi akıyor. Yerinde duramıyor bir türlü.
Oturuyor, kalkıyor, hiddetleniyor, bağırıyor, terliyor. Bir türlü anlatmaktan usanmadığı
eski ve çok acıtan eski bir öyküsü var (A.g.e.).
Ben bir çay bardağına sığınıyorum şimdilerde. Kahvede oturan yaşlı adamın
filtresiz sigarasından yükselen dumana sığınıyorum. Caddenin kenarında bekleşen
amelelerin, dirsekleri aşınmış berbat renkli ceketlerine mesela. Böylesi küçük, böylesi
gözden uzak şeylere sığınıyorum anlayacağın. Savrulan hayatların, kimselerin görmediği
küçük ayrıntılarına. Gösterişsiz yaşam öykülerinin korunaklı yalnızlığına bırakıyorum
kendimi (A.g.e.).
26
Roman, zaman bakımından geçmiş, hâl ve geleceğe açık bir türdür. Roman
sanatında geçerli olan zaman ‘şimdi’dir. Her şey bu ‘şimdi’nin içinde kurgulanır. Ancak
romanı roman yapan, bu değildir. Romancı, gerçek olan anlatıma ‘şimdi’den geçmişe ve
hatta geleceğe uzanır. Dolayısıyla anlatıma bir sahihlik kazandırır. Özellikle ‘geçmiş’
roman için önemli bir zaman dilimidir. ‘Şimdi’ ise bir anlamda geçmişe adanmış
yaşantılar manzumesidir ve ‘şimdi’ görecedir. (Tekin, 2018, s. 244)
Babamın, bir portakalı insan yüzüne benzettiği, çakıya keserek ağız biçimini
verdiği yere bir sigara iliştirdiği zamanları hatırlıyorum. Mum ışığında, elleriyle yaptığı
gölge oyunlarını ve duvardaki kuşlara, atlara bıkıp usanmadan baktığım zamanları.
Bitmek bilmeyen hayretimi hatırlıyorum (Tufan, 2002).
öfkeli bağırışlarla berbere geri döndüğümüz çok oldu bizim. Biraz utanarak, biraz
sıkılarak, çokça öfkeyle berbere geri dönüp “her tarafı üç numara olacakmış” dediğimiz
günler çok oldu (A.g.e.).
Evlerimizin kendine has kokuları vardı; daha girişte misafirlerini karşılayan bir
koku. Yabancıların garipsediği ve bazen iğreti bir bakışla yüzlerini buruşturdukları
kokuları vardı evlerimizin. Yoksulluk kokuyordu evlerimiz. Umutsuzluk kokuyordu.
Geride bıraktığımız köyün kokusu bizimle geliyordu (A.g.e.).
“Bir zaman süresi içinde çeşitli yerlerde olan bir seri olayı genel çizgileriyle
okuyucuya ileten bir tekniktir ve hikâye anlatmanın tabii şeklidir” (Stevick, 1988, s. 113).
Özetleme tekniği öz bir ifadeyle uzun süren bir zamanın kısa bir şekilde
anlatılmasıdır.
Daha çok 19. Yüzyıl eserlerinde kullanılan bu tekniğin modern romanla birlikte
kullanımı azalmıştır.
28
Gün geçtikçe Descartes’in ruhsal acısı arttı. Acısı arttıkça sağlığı bozulmaya
başladı. Saraya geldikten birkaç ay sonra, 2 Şubat 1659’de pnömoniye yakalandı. 11
Şubat 1650’de elli üç yıl, on ay ve on bir gün yaşadıktan sonra öldü (Tufan, 2002).
Descartes’in son anlarında ağzından tek bir cümle döküldü: Ey ruhum gidelim.
Cenazesi kendi parası ile kaldırıldı. Güce tapan soylular, arkasından bir an bile
ağlamadılar. Basit bir tören yapıldı, bir mezarlığa gömüldü. 1666’da kemikleri Fransa’ya
taşındı (A.g.e.).
Biliyorum gideceksin. Bir Eylül ayında ve günün herhangi bir vakti gideceksin.
Gideceksin.
Biliyorum gideceksin.
Mat bir gündü. İnsanın içine sıkıntı veren cinsten. Mat bir gündü ve biz ne
yaparsak yapalım kent üzerimize yağmanın pususunu kolluyordu (A.g.e.).
-Allah!
-Allah!
29
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!
-Allah!... (A.g.e.).
Bu teknik ile roman akıcı bir hale gelir. Kahramanların karşılıklı konuşmalarıyla
romanda daha samimi bir hava oluşur. Karakterler sosyal statülerine göre konuşturulur.
Bu vesile ile anlatının edebi ve düşünsel dokusu daha zengin bir hal alır.
-Düşünüyorum, öyleyse…
-Evet öyleyse?
-Evet.
-Gittin mi?
-……
-Biliyorum (A.g.e.).
-Hayır.
-İstemediğini söyledi.
-Sanırım (A.g.e.).
“İç monologda dikkat çeken özellik zihnin serbestçe ve etkin bir şekilde
çalışmasıdır” (Bowling, 1965).
İnsan her zaman sesli konuşmaz. Bazen iç dünyasında kendine özgü tarzıyla
konuşur. Bu özellik roman ve hikâye yazarlarının dikkatlerini çekmiş, karakterlerin
duygu ve düşüncelerini dışa yansıtmak için eserlerinde bu tekniğe yer verilmiştir.
31
“Bu vesileyle roman sanatı, hatta genel anlamda edebiyat, gerçeği yansıtmada
geniş imkânlar sunan bir yönteme kavuşmuştur. İleride bu yöntem, özellikle Joyce ile
Proust tarafından daha geliştirilecek ve bireyin iç dünyasını hakkıyla yansıtmada önemli
rol oynayacaktır” (Suçkov, 1976, s. 187).
Acaba erkek bu yakada oturuyor da, kızla biraz daha vakit geçirmek için mi karşı
tarafa geçiyordu? Nereden böyle bir hisse kapıldığımı bilmiyorum (A.g.e.).
Yazarın 3. kitabı olan Ve Sen Kuş Olur Gidersin ilk olarak 2004 yılında
yayımlanmıştır. Kısa kısa denemelerden bir araya getirilen kitap 25 bölümden oluşur.
Okur her bölümde hayata dair farklı zorluklara şahitlik eder. Ana kahramanın adı kitapta
geçmemekle birlikte; karakter analizi yapıldığında her okuyanın kendinden bir parça
hissedebileceği şekilde ustaca kaleme alınmıştır.
Kitap adı Cahit Zarifoğlu’nun Ve Sen Kuş Olur Gidersin Bir Trenle adlı
şiirinden esinlenerek verilmiştir. Bu eser 2021 yılında Bulgarca ‘ya çevrilmiştir.
Karakter bir romanın daha canlı ve gerçekçi bir şekilde sunulmasına yardımcı
olur. Metinler genel manada şahıslar etrafında cereyan eder. Bu vakaların olması için
eylemlere ihtiyaç vardır. Eylemler de karakterler üzerinden kendini bulur. Karakterlerin
romanlarda etkili oluşu 19. yüzyılda kendini hissettirmekle birlikte bu dönemden sonra
romanlar karakterler etrafında şekillenmeye başlar.
Nazlı abla… Annemin yakın arkadaşı olan o şuh kadın. Ona sadece kadın
diyebiliriz aslında. Annemin yanındayken ablaydı ama tek başımızayken Nazlı ya da
kadın (Tufan, 2004).
İşte sabahın en keyifli diyaloğu buydu benim için. İstanbul barlarının müdavimi
Nil’e usturuplu bir selam ve karşılığı bekleyiş (A.g.e.).
Adı Suzan. Ben ona Lola diyorum. Lola; bir filmde sevgilisine yardım
edebilmek, hayatını kurtarabilmek için deli gibi koşup duran kız. Oda benim için
koşuyordu. Yorulmadan koşuyordu. Başım her sıkıştığında karşımda buluyordum. Bir
kitapçıda tanıştım onunla (A.g.e.).
İhsan Bey: Başkahramanın oturduğu binanın kapıcısıdır. Romanda iki yerde adı
geçer.
34
Kardeşim ve Lola her hafta geliyordu. Bir kere de apartmandaki kapıcı İhsan
ağabey ziyaretime geldi. Buna da çocuklar gibi sevindim (A.g.e.).
-Aslında sorun benim. Hasan’ın yaptığı pek bir şey yok. Sıkıntım da bu (A.g.e.).
Muzaffer amca insanın ilk gördüğünde kanı ısınacak türde adamlardan biriydi.
Hani herkesin bir yakınına benzetebileceği türden adamlar var ya, onlardan işte (A.g.e.).
2.3.1.4. Zaman
Romanda zaman kavramı o romanın kendine has dünyasını anlamak için önemli
bir argümandır. Roman “Zaman da bir anlam taşıyıcıdır” (Fabian, 1999, s. 9). Zaman
romanın olmazsa olmazıdır. Ancak zaman kavramının anlaşılması ve çözülmesi güçtür.
Uzun yıllar insanların zihinlerini meşgul eden bu kavram, yapılan onca araştırma,
araştırma ve yoruma rağmen beklenildiği şekilde saf bir anlama kavuşmuş değildir.
Ve Sen Kuş Olur Gidersin romanı kesin bir zaman diliminde yazılmamış olup,
gün içerisindeki vakitlere (sabah, öğlen, akşam vb.) değinildiği görülür.
35
Akşam saatlerinde Balat’a inip karşı kıyıların ışıklarını seyretmek kadar beni
rahatlatacak bir şey yoktur bu dünyada (Tufan, 2004).
Bir gece yarısı Kitap’tan okuduğum bir cümle beyin hücrelerimin duvarlarını
paramparça edip, kalbimin en ıssız köşelerini bile büyük bir gürültüyle sarstı; “Allah’a ve
Peygamberine ihanet etmeyin (A.g.e.).
Şimdi hâlâ onun yanında çalışıyorum. Akşamları da Haliç kıyısına inip bir şeyler
yazmaya çalışıyorum (A.g.e.).
19. yüzyıl boyunca birçok cerrah bir hayvan üzerinde operasyon yapmadan önce
alışılmış bir biçimde ses tellerini kestiler (A.g.e.).
2.3.1.5. Mekân
“Arapça ‘kevn’ kökünden türeyen mekân kelimesi yer, mahal, ev, oturulan yer
anlamına gelir” (Develioğlu, 1992, s. 721).
Tanzimat’tan sonra gelişen roman sanatıyla birlikte mekân unsuru önemli hale
gelmeye başlar. Karakterlerin ya da toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik durumlarını
ifade etmede etkili bir yöntem olarak kullanılır. 19. Yüzyıl ile birlikte karakterler,
içerisinde yaşadıkları ya da yaşamayı düşündükleri mekânlara göre belirlenmeye başlar.
Bu durum yazarın kendi romanında daha geniş ufuklara ulaşmasını sağlar.
Mekân kavramıyla anlatıcı romanı hakkında bir takım bilgiler vermeyi amaçlar.
Bu şekilde içerisinde bulunduğu toplumu yansıtmak, olayların gerçekleştiği yerleri
göstermek, roman kahramanlarını daha belirgin hale getirmek ister. Böylece anlatı daha
sağlam temeller üzerine inşa edilmiş olur.
Roman hakkında kabul edilen genel bir söylem vardır; romanın topluma açık
olduğu ve toplumu yansıtan bir tür olduğudur. Bu haliyle mekân, toplumsallaşmadan
uzak olamayacağı için romanın topluma açılmasında onu destekleyici bir unsur olmuştur.
Ve Sen Kuş Olur Gidersin romanında mekân unsurlarına az da olsa yer verildiği
görülür.
Unkapanı ile Balat arasında, Haliç’e bakan eski bir evde kalıyordum (Tufan,
2004).
36
Fatih’te yürüyordum. Gece yarısı sabaha kadar açık olan bakkallardan birine
girip bir şeyler atıştırmak istiyordum (A.g.e.).
2.3.1.6. Anlatıcı
birinin önünden geçerken bir karaltıyla irkildim (A.g.e.). ifadesinde kahraman bakış açısı
görülür.
Evin içini dolaşmaya başladım. İhtiyaç fazlası neler var diye bakınıyordum.
Giysilerimi kolaçan ettim. Kütüphanemdeki kitaplara göz gezdirdim. Kitaplarımı
birilerine dağıtabilirim diye düşündüm (A.g.e.).
Roman, başkahramanın gözünden onun bakış açısıyla devam etse de; ilerleyen
sayfalarda önce kahramanın sevdiği kadın Suzan, ‘Bana Lola Adını Vermiş’ (A.g.e.).
başlıklı yazıyla daha sonra kahramanın kız kardeşi Nazlı, ‘Ah Ağabeyim! Hüzün Bakışlı
Ağabeyim’ (A.g.e.). başlıklı yazıyla kendi bakış açılarından romana dâhil olur.
Daha sonra başkahramanın babası ‘Oğul candan bir parçadır’ (A.g.e.). başlığıyla
kendi penceresinden, ‘Kuşlara Gösterişli Kafesler’ (A.g.e.). başlığıyla kuşlara tahtadan
kuş kafesleri yapan Muzaffer amcanın bakış açısı romana farklı bakış açıları katar.
Eser sade ve gündelik bir dille kaleme alınmıştır. Ancak dilin sade olduğu eserin
basit olacağı kanısına sebep olmamalıdır. Zira eserin geneli oldukça düşündürücü
cümlelerle doludur. En doğal haliyle ifade etmek gerekirse bu roman samimi bir üslup,
yalın bir dil ve derin duyguları içerisinde barındırır.
Biraz ilerde açık bir yer görmek şaşırtıcı olmadı. Önünde iki üç taksinin park
ettiği bakkala kadar yürüdüm. İçeride taksiciler ekmek arasına konmuş bir şeyler
yiyorlardı. Kapıya yaklaşırken elimi cebime attığımda yanımda iyice karnımı doyuracak
kadar para olmadığını fark ettim (Tufan, 2004).
38
Bir anlamda tarif etme sanatıdır. Bu vesile ile kişi, çevre, zaman ve olaylar tasvir
edilir. Tasvir tekniği hem klasik hem de modern romanlarda sıklıkla görülür.
“Tasvir kök itibariyle suretten türetilmiş Arapça bir kelimedir. Kelime anlamı
itibariyle resim, figür, suret demektedir ve yazıyla tarif etme şeklinde tanımlanmaktadır.
Bir başka tasvirle eşyayı görünür hale koyma sanatıdır” (Özön, 1985, s. 113).
Zayıf, ince parmaklı, beyaz bıyıklı, gözlüklü ellili yaşlarda bir adamcağız
(A.g.e.).
Kör bir kanserli hücrenin bütün vücudunda saltanat kurduğu, gözaltları çökmüş
adam susmuştur (A.g.e.).
Bu teknik ile verilecek bilgi adından da anlaşılacağı üzere eserlerde özet halinde
sunulur. Bu şekilde anlatıda gereksiz ayrıntıya inilmeden eser daha sade bir halde
okuyucuya aktarılmış olur. Karakterler tanımlanırken, olaylar, mekânlar ve özellikle
zamanlar ifade edilirken bu tekniğin kullanımıyla eserin daha derli toplu bir hal alınması
sağlanır. Bu şekilde bazı ayrıntılar atlanır, kısaltılır ve önemli görülen olaylar ön plana
çıkartılır.
Aksine her şey daha kötüye gitmeye başladı. Sürekli iş değiştirdiği için, aralarda
çalışmadan geçen bir hayli zaman oluyordu. Yeni bir işe başlayana kadar epeyce bir
zaman işsiz dolaştı (Tufan, 2004).
Bir gece yine kavgaya başladılar, vakit ilerleyince kısık sesli konuşmalar başladı
bu kez. Sabah uyandığımda ikisinin de gece boyunca oturdukları yerde olduklarını ve
uyumadan o saate kadar konuşmuş olduklarını fark ettim (A.g.e.).
Ameliyat günü geldi çattı. Öğleden önce ameliyata girecekti annem (A.g.e.).
Aradan geçen yıllar boyunca onunla yüz yüze gelemeyecek kadar zavallı bir
adamdım ben. Böyle de oldu. Ailemden kaçıp gittikten sonra her gece ağladım. Biliyorum
40
bu bir şeyi değiştirmez ama gerçek bu. Her gece aralıksız burnum sızlayıncaya kadar
ağladım (A.g.e.).
Her şey susmuştur böyle zamanlarda. Yavrularını yedikten sonra bir kenara
kıvrılan kedi susmuştur. … elleri erkeksi, kalın kaşlı kadın da susmuştur. Acının bağıra
çağıra ortalığa tehditler savurduğu sokaklardaki evlerde yaşayan herkes susmuştur
(Tufan, 2004).
-Burdayım!
-Burdayım!
-Burdayım!.. (A.g.e.).
Bir gece yarısı kitaptan okuduğum bir cümle beyin hücrelerimin duvarlarını
paramparça edip, kalbimin en ıssız köşelerini bile büyük bir gürültüyle sarstı; ‘Allah’a ve
Peygamberine ihanet etmeyin!
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat ölüm hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat
hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat hayat (A.g.e.).
Yarın iş bulacağım.
-Ya al dedik. Gerekirse satarsın, birine verirsin, çöpe atarsın, ne bileyim işte bir
şeyler yap.
-Korkma benim.
-Dalmışım o yüzden.
-Ne yapıyorsun?
-İnşaallah
-Pardon, ne dediniz?
-Bak hiç olmazsa bir kere git. Beğenmezsen bir daha gitmezsin.
-Aslında sorun benim. Hasan’ın yaptığı pek bir şey yok. Sıkıntım da bu. Sebebini
somutlaştıramıyorum. Ona da haksızlık etmek istemiyorum.
-Hasan sana çok iyi davranıyor. İyi de bir çocuk. Kötülüğünü filan görmedim.
-Sen kendine sorun arıyorsun bence. Dışarıda bulacağın başka insanlar hayalini
kurduğun insanla örtüşmez.
Söz anlatılmak istendiğinde iki türlü gerçekleşir. İlki sese dönüşerek dışa yansır.
İkincisi ise bir sese dönüşmeyerek insanın iç dünyasında gerçekleşir.
44
İnsan özelliği gereği her zaman sesli konuşmaz, bazen sorunları kendi iç
dünyasında kendine özgü konuşmayla çözmeye çalışır. Romancılar insanın bu
özelliğinden hareketle karakterin iç dünyasında oluşan düşünce ve ifadeleri dışarıya
yansıtmak için iç monolog tekniğini kullanır. Bu şekilde insanın zihninden geçen
düşüncelerde okuyucuya yansıtılmış olur.
Böyle bir anlatımda dil konuşma dilinden çok farklı değildir. Söylenmiş
düşünceler için kullanılan dil, söylenmemiş düşünceler için de kullanılır. Cümle yapısı
konuşma cümlesinin yapısına uyar. Kişinin söylenmemiş düşünceleri dilbilgisi
kurallarına uyan bir düzen içinde araya bir anlatımcı girmeden doğrudan doğruya verilir.
Düşünceler mantık sırasını izler. (Aytür, 1974, s. 61)
Hayır baba!
Sizi anlamıyorum.
Gitme lütfen!
Gitme babacığım. Annem de gitmesin. Bütün bunlar bir kâbus aslında. Gerçek
değil tüm bu yaşananlar.
Yalvarıyorum gitme!
Bir gencin hayat hikâyesini konu alan bu romanda ana karakter olan
başkahramanın adı kitapta geçmemektedir. ‘İnsan sakladıklarıyla insandır’ düsturundan
hareketle, başkahramanın hayatından hikâyeye başlayan anlatıcı, aslında içerisinde
bulunduğu toplumun gizli, saklı kalmış yanlarından bahseder. Hayal ettiği, olmasını ya
da olmamasını istediği şeylere kendi çerçevesinden bakarak cevaplar bulmaya çalışır. Bu
sebeple Hayal Meyal adlı eserinde uzun iç seslere sıklıkla yer verir. İç ses kişilerin dışa
vuramadığı, gizlediği yanlarıdır. Anlatıcı bu durumu eserinde okuyucularına başarılı bir
şekilde sunar.
Hayal Meyal romanının kendine özgü bir olay örgüsü ve kurgusu vardır.
Berna Moran bu durumu “Hayatta olaylar peş peşe sıra ile dizilir, roman ise
olayları, hayattaki sırayı izleyerek anlatmaz; onları kendine özgü düzenler. Kâh
özetleyerek kısaltır, kâh olduğu gibi verir, kâh sıralarını değiştirir vb. bu ham madde
romanda olay örgüsüne dönüşürken…”(Moran, 1981, s. 173) sözleriyle ifade eder.
kendisine sevgi duyan, âşık olan İlknur adındaki bir kızın teklifini kabul etmemesi ve
bunun üzerine başta başkahramanın ailesi olmak üzere mahallelinin kendisi üzerindeki
baskıları etkili olur. Başkahraman ilk dönemlerde bu baskıların etkisiyle İlknur ile
nişanlanır. Nişan süreci başkahramanın beklediği gibi gitmez. Çünkü başkahramana göre
İlknur onu bir sevgili olarak değil, bir baba gibi görmektedir. Bu durum başkahramanı
oldukça rahatsız etmeye başlar. İlknur’un onca yalvarma ve ısrarlarına rağmen
başkahraman nişanı bozar. İlknur bu sürece dayanamayarak kimselere haber vermeden
mahalleyi terk eder. Aile, mahalle ve toplum baskısını üzerinde fazlaca hisseden
başkahraman da bu duruma dayanamayarak doğup büyüdüğü ve sevdiği mahalleyi terk
eder. Bu sıkıntılı süreçlerden sonra başkahraman, kanser hastalığına yakalanır ve bir süre
sonra tekrar mahallesine geri döner. Bu geri dönüş başkahramanın yarım kalmış
hikâyesini, geride bıraktığı insanlarla ve en çokta kendisiyle yüzleşmesine sebep olur.
Kitap bölümlere ayrılmış olup; her bölümden sonra bir şiir paylaşılmıştır. Başkahramanın
mahalleye dönmesinden bir süre sonra İlknur’da mahalleye döner.
Nefes saatçisi Nurettin Efendi romanın içerisinde tabiri caizse insanın nefes
almasını sağlar. Bu karakter zaman dışı bir insan gibidir. Kitaba ayrı bir hava katar.
Nurettin Efendi de herkes kendinden bir parça bulabilir. Başkahraman saatçinin yanına
gidince rahatlar. Onun yanındayken kendini Allah’a daha yakın hissetmektedir.
Kendisine dair sırlarını paylaşır. Nurettin Efendi sır tutabilmenin ötesinde sırlarla dolu
bir karakterdir.
Roman sürpriz bir sonla biter. Âdeta romana adını veren Hayal Meyal gibi.
Başkahraman uzun bir aradan sonra İlknur ile görüşmek ister. İlknur kabul eder, buluşup
görüşürler. Başkahraman tüm pişmanlıklarını anlatır, içini döker. Sonrasında tekrar eve
döndüğünde annesine İlknur ile görüştüğünü söyler. Ancak annesi İlknur’u kafasından
silmesi gerektiğini, onun kaç zaman önce öldüğünü başkahramana söyler. Ayrıca bir
hastalığının olmadığını da annesi kendisine söyler. O zaman kahramanın yaşadığı bunca
acı, sıkıntı, hastalık, İlknur ile görüştüğünü söylemesi, ancak İlknur’un yıllar evvel ölmüş
olması… Bütün bunlar bir Hayal miydi?
bakıma, insan hayatına karışan, ona şekil veren veya onu bozan, mesut veya bedbaht eden
unsurları bir kelime ile ‘gerçek insanı’ incelemektir. Mükemmel bir edebî eser, insanı
bütünüyle veren eserdir” (Kaplan, 1996, s. 9). sözleriyle ifade etmiştir.
Yazar önceki romanlarına göre burada şahıs kadrosunu daha geniş tutar.
O zamana kadar binlerce kez kapımı çaldığı halde içeri girmesine izin
vermediğim anılarım pencereden umutsuzca bana bakıyordu ve nihayet o gece içeri
girmelerine izin verdim (A.g.e.).
Uzun boylu, beyaz tenli, zayıf, arkadan topladığı düz açık kumral saçları, keskin
yüz hatları, çıkık elmacık kemikleri, ışıkta değişen göz renkleri, küçük burnuyla
görenlerin ilk bakışta karar veremeyeceği bir güzelliği vardı İlknur’un (Tufan, 2007).
İlknur, bir hayattan başka bir hayata kaçmak, yazarı bilinmeyen bir isyan
şiirinden, mutedil bir türküye sığınmak istiyordu (A.g.e.).
İlknur’u ilk kez böyle görüyordum. Ona acıdığım doğru ancak bu içsel bir hal
olarak ötelerde bir yerlerde duruyordu (A.g.e.).
sevilip sayılan, dürüst bir adam olarak bilinir. Başkahramanın ailesiyle aile dostlukları
vardır.
Remzi hoca iyice kırlaşmış ve diken diken saçlı, hastalıklı gibi zayıf vücutlu,
kalın bıyıklı, alt dudağının hemen altında kesik izi olan bir adamdı. Sendika uğraşları
oldukça yoğundu. Birkaç gazetede de fotoğraflarının basılmış olması mahallede önemli
yüzlerden biri haline gelmesine neden olmuştu (Tufan, 2007).
Arada bir annemle dertleştiklerini hatırlıyorum. İyi hoş adam ama bir gün sağda
solda öldürüverecekler diye çok korkuyorum. Alıp götürecekler bir daha bulamayacağız
türünden şikâyetler ediyordu (Tufan, 2007).
Babam bana uzun uzun, İlknur’un ne kadar iyi bir kız olduğundan, Remzi
Hoca’nın, Aysel teyzenin sahip oldukları güzel hasletlerden, bildik ailelerin çocuklarının
evliliğinin öneminden, annemin de bunu ne kadar istediğinden bahsetti (Tufan, 2007).
Annem bir sürü şey anlatıyordu geldiğimden beri. Aslında benimle ilgisi
olmayan bir sürü gereksiz olaya girdi çıktı. Fakat anlıyorum ki ucu bir tarafıyla bana
dokunabilecek hiçbir şeyle ilgili tek kelime bile etmiyor (Tufan, 2007).
Uzun yıllar mahallede kaldıktan sonra Mukaddes adında bir kadına âşık olur.
Evlenirler ve evlilikten iki ay gibi kısa bir zaman sonra ani bir kararla mahalleden ayrılıp
İzmit tarafına yerleşirler. Ayrılmalarının sebebini ise Nurettin Efendi’ye eşi Mukaddes
Hanım İzmit’e yerleştikten sonra anlatır. Mukaddes Hanım henüz on beşli yaşlardayken
İmam nikâhı ile başka birine nikâhlandırılır. Nikâhlandığı adam ise Mukaddes Hanım’ın
peşini bırakmaz. İzmit’te de kendilerini bulur. Evde Mukaddes’i rehin alarak öldürür.
Bunun üzerine Nurettin Efendi’de adamdan bıçağı aldığı gibi kalbine saplar. Mukaddes
ve adam ölür. Nurettin Efendi ise sekiz yıl cezaevinde kalır.
Hapisten çıktıktan sonra tekrar mahalleye yerleşir. Kendi halinde iyi bir insandır.
Aradan on yıl geçmiş ve Nurettin Efendi geri dönmüş mahalleye. Bir tek kelime
bile etmeden gelmiş ve şu an bulunduğu küçük dükkânı tutup, saat tamiri yapmaya
başlamış. O gün bugündür saatçiliğe devam ediyor. Mahallelinin zihnini kemirip duran
olayları ise kimseler bilmiyor (A.g.e.).
Vakit nefestir demişti bir keresinde Nurettin Efendi. Neden böyle söylediğini
anlayamamıştım. Vakit varlığın nefesidir. Zamanın eceli geldiğinde var olan her şeyin de
eceli gelir (A.g.e.).
Bir süre bekledim vitrinin önünde. Saatler, saatler, saatler, zamanın karmaşası,
telaşı, yürüyüşü…
Nurettin Efendi’yi ikna ederek İzmit taraflarına taşınırlar. Daha önce imam nikâhı yapılan
kocası tarafından öldürülür.
Görenler dünya güzeli bir kadın olduğunu söylüyorlar ama nasıl denir,
korkutucu bir tarafı varmış. Korkutucu derken bu kadar güzel bir kadının bu kadar sessiz
olması, bu kadar kendi içinde yaşaması, insanların anlam veremediği bir şeymiş.
Mahalleye sonradan taşınmış bir ailenin kızıymış. Annesi anneannesi ve kendisi (Tufan,
2007).
Ev sahibi Latif Bey, büyücek kafalı, saçları iyice dökülmüş, Ayhan Işık bıyıklı,
şişmanca bir adamdı (Tufan, 2007).
Aydın: Bir şirkette satış temsilcisi olarak çalışır. İlknur’u seven ve onunla
evlenmek isteyen kişidir. Mahalleli tarafından içine kapanık biri olarak bilinir ancak bir
firmada satış temsilcisi olarak çalışması başkahramanı şaşırtır. Yirmili yaşlardan sonra
karakter olarak değişmeye başlar. Mahallesinden uzaklaşıp başka adamlarla başka sokak
ve mekânlarda bulunmaya başlar. İlerleyen süreçlerde ise bir cami tuvaletinde kolunda
serum lastiği ve iğne ile ölü olarak bulunur.
Aydın, o kadar içine kapanık bir çocuktu ki satış temsilciliği gibi bir işi nasıl
yapabileceğine akıl sır erdiremiyordum (Tufan, 2007).
Aydın İlknur ile konuşmayı başarmış. İlknur’un daha sonra anlattığına göre uzun
uzun konuşmuş Aydın. Evlenmek istediğini söylemişse de İlknur kendisini pek
tanımadığını söyleyerek çekinceli davranmış (A.g.e.).
Bir gün, bir caminin tuvaletinde kolunda serum lastiği ve iğneyle, ellerine doğru
sızan kanla ölü bulundu Aydın. Tek kişilik fotoğrafta ayakları kıvrılmış, kravatı iyice
gevşemiş, beyaz gömleğinin kolları sıvanmış bir şekilde tuvalette yatmış duruyordu
(A.g.e.).
2.4.1.4. Zaman
Roman sanatı zaman unsuruyla iç içedir. Onu zamanın dışında düşünmek doğru
olmaz. O sebepledir ki roman yazılmaya başladığı an itibariyle zaman kavramındaki
51
O gece evde kalmakla dışarı çıkmak arasında gidip geldim saatler boyunca
(A.g.e.).
Kaçınılmaz olan bir akşamüzeri babamın seninle bir şeyler konuşmamız lazım
deyişinden sonra odaya geçmemizle gerçekleşti (A.g.e.).
Ve bir gece bütün cesaretimi toplayıp sabahın erken saatinde evden çıkıp,
sokağın girişinde beklemeye karar verdim (A.g.e.).
2.4.1.5. Mekân
Arapça ‘kevn’ kökünden türemiş olan mekân kelimesi yer, mahal, ev, oturulan
yer anlamlarına gelir. Bu sözcük ayrıca çevre, ortam, yaşanılan dünya ve kâinat
anlamlarını da içerir. Mekân, insanın ihtiyaçlarını giderdiği, barındığı, maddi kazanç
sağladığı, manevi haz duyduğu vb. yerdir. Bu bakımdan ev, işyeri, ibadet yeri, eğlence ve
alışveriş merkezleri vb. mekânlar arasındadır (Korkmaz ve Şahin, 2017).
52
Mekân roman karakterlerinin tasvir edilmesinde önemli bir rol oynar. Tarık
Tufan, romanlarında bulunduğu çevreyi okuyucusunun dikkatine sunmakla birlikte
roman karakterlerini de anlatır. Karakter-mekân ilişkisi onun romanlarında önemli bir
yere sahiptir.
“Romanda çevre, insanın kaderini etkilerken olayın geçtiği yer, fizikî ve sosyal
bir etken olarak da yerini alır. Böylelikle mekân, bir karakter olarak bazen de karakterin
şekillendiren bir yapı olarak karşımıza çıkar. Modern tarzdaki romanlarda, mekânın
şahıslaşmasını daha sık görürüz” (Narlı, 2002, s. 104).
Eski mahallem dediğim yer, Vefa Stadı’nı geçer geçmez aşağıya doğru uzanan
yokuşun bitiminden sonraki sola kıvrıldığında ilk sokak. Kariye ve Draman arasında bir
yer (A.g.e.).
Yirmi beş yaşındayken işimi bahane ederek şehrin karşı yakasına, Üsküdar’a
taşındım (A.g.e.).
Üstümü başımı son bir kez daha kontrol edip dışarı çıktım. İlknur’la buluşacağım
yere. Gümüşsuyu’ndan aşağıya inerken sağ tarafta kalan bahçeli kafeye (A.g.e.).
2.4.1.6. Anlatıcı
O ana kadar sürekli güçlü olmaya çalışan ben, doktorun ağzından dökülen
birbirinden sert kelimeler yere düşüp paramparça olurken ilgisizce izleyen ben, hangi
coğrafyadan (A.g.e.).
Doktorun odasındaki sedye benzeri, üzerinde yeşil bir çarşaf serili olan yatağa
oturdum. Burnumu çekip durdum bir süre. Her burnumu çekişte biraz daha ağlayabilecek
güç bulduğumu zannediyorum (A.g.e.).
Anlatıcı bazen gözlemci, bazen kahraman bakış açısı kullanarak Hayal Meyali
kaleme alır. Yüksek bir yerden olayların tamamını izler. Genel itibariyle olaylara,
mekânlara ve süreçlere hâkimdir. Bu durum eseri inandırıcılık yönünden daha kuvvetli
yapar.
Bu teknik ile yazar, roman ile okuyucu arasında köprü görevi görür. Bir romanda
ya da anlatıda olay anlatıcı üzerinde yoğunlaşıyorsa; bu anlatıda ağırlıklı olarak anlatma
tekniği kullanılmış olur. Tarık Tufan’ın bu romanında da anlatılan süreçler ve olaylar
anlatıcı üzerinde yoğunlaşır. Çünkü romanda isimsiz bir başkahraman vardır ve olaylar
bu karakter etrafında şekillenir. O sebeple roman genel itibariyle anlatma tekniği üzerine
kuruludur. Bu teknikte anlatıcının mutlak egemenliği hâkimdir.
Gizli saklı ilaçlarımı aldım. Bunu nasıl devam ettirebileceğimi düşündüm bir ara.
Bir çaresini bulurum herhalde deyip, yeni demli çayın şifalı kokusuna bıraktım bütün
benliğimi (A.g.e.).
Tarık Tufan çok dikkatli ve detaycı bir yazar olduğu için romanlarında tasvir
tekniğine sıklıkla başvurur. Hayal Meyal romanını da bu anlayışla kaleme alır ve
betimlemelerden mümkün olduğu kadar faydalanmaya çalışır.
Bir caminin tuvaletinde kolunda serum lastiği ve iğneyle, ellerine doğru sızan
kanla ölü bulundu Aydın. Tek kişilik fotoğrafta ayakları kıvrılmış, kravatı iyice gevşemiş,
beyaz gömleğinin kolları sıvanmış bir şekilde tuvalette yatmış duruyordu (A.g.e.).
Remzi hoca iyice kırlaşmış ve diken diken saçlı, hastalıklı gibi zayıf vücutlu,
kalın bıyıklı, alt dudağının hemen altında kesik izi olan bir adamdı (A.g.e.).
etkili olmasında kullanılan bu yönteme Tarık Tufan’ın diğer romanlarında olduğu gibi
Hayal Meyal romanında da sıklıkla rastlanılır.
Bu teknik ile yapılan geriye dönüşlerde bir saat, bir gün ya da birkaç gün öncesi
gibi kısa zaman dilimleri olabileceği gibi ay, yıl gibi uzun zaman dilimleri de kullanılır.
Hayal Meyal romanında şimdi verilecek örnekte anlatıcı geriye dönüş tekniğini
kullanmakla kalmamış, aynı zamanda Kraliçenin Pireleri adlı önceki romanında
başkahramanın aile içerisinde geçen tartışma ve huzursuzluklarını da bu romanına taşıdığı
görülür. Yazarın bu satırlarından anlaşılacağı üzere Hayal Meyal ile Kraliçenin Pireleri
romanı arasında bir bağlantı vardır.
olarak değil; kısa özetler halinde sunulur. Tarık Tufan bu tekniği Hayal Meyal romanında
çok sık kullanır.
Çünkü aylardır aynaya her baktığımda olanca zavallılığıyla çare dilenen bir
yüzle karşılaşıyorum (Tufan, 2007).
Durumun en kısa özetini kendi kendime tekrar ettim: Otur dört yaşındayım ve
ölüyorum (A.g.e.).
Bir hafta çabuk geçti. Ertesi hafta hastaneye gitmek üzere yola koyuldum
(A.g.e.).
Bunca isteğime rağmen beş ay boyunca kimseye bir şey söylemedim (A.g.e.).
Remzi Hoca da bundan nasibini aldı. Altı ay kadar içeride kaldı (A.g.e.).
Nişanı bozup ayrılmamızın ardından beş ay geçmişti ki İlknur bir sabah evden
çıkıp bir daha da dönmedi (A.g.e.).
Bir ay haber alınamadı. Bir ay sonra eve telefon açtı. Çok kısa bir cümleyle
geçiştirdi ama ortalığı bayram yerine çevirdi (A.g.e.).
Üzgünüm… Gitmeliyim.
-Yalnız ne?
-Kızıp alınmazsanız size bir şey soracağım. Neden hep yalnız başınıza
geliyorsunuz? Yani kimseniz yok mu?
-Biliyor musun bende bazen kendimi yüz yıldır yalnız gibi hissediyorum.
59
-Neden İlknur?
-Elbette.
-Olmuyor anne.
-Bak senin canın bir şeylere sıkılmış. Doğru söyle kavga mı ettiniz İlknur’la?
-Bak ölümü öp doğru söyle, kavga mı ettiniz, Remzi Hoca bir şey mi söyledi?
-Hayır (A.g.e.).
-İlknur! (A.g.e.).
-Acıkmaz mı insan? Bunca yoldan geldin. Eşyaydı bavuldu. Hemen otur hemen.
-Yok… Aradı gelecekmiş ama. Sen yemek yiyene kadar gelir (A.g.e.).
60
-Var baba.
İçimden bir ses şöyle söylüyor. Aslında Remzi Hoca da, Aysel teyze de bir şeyler
biliyordu fakat onlar da üzerini örtüp, nişan bozulunca kaçan kız klişelerine sığındılar
(Tufan, 2007).
Berna Moran bu tekniğin ilk olarak Recaizade Mahmut Ekrem tarafından 1886
yılında ‘Araba Sevdası’ adlı romanında denediğini ifade eder.
Baba öp beni.
61
Var. Kanser tedavisi pahalı bir iş. Bir sürü ilaç masrafı olur. Sigorta epeyce bir
kısmını karşılıyor. Özel sigorta yapıyor şirket. Allah’tan öyle, yoksa her şeyimizle bitirir
bizi (A.g.e.).
Bir güzel kahvaltı etmeye başladık. Tanrım şimdi tam da burada, böyle
oturmuşken, kalbime dolanan huzur çıkıp gitmezden önce, biraz zaman ver bana (A.g.e.).
Evet de.
Bir mum ışığı yansın odamda. İyi yürekli bir peri girsin içeri dans edelim
sabahlara kadar. Güneş gözlerimizden alsın aydınlığını.
Sarıl bana
Bir Adam Girdi Şehre Koşarak adlı eser ilk olarak 2010 yılında okuyucusuyla
buluşur. Tarık Tufan’ın beşinci eseri olan bu çalışma Anna başlığıyla başlar. Bundan
sonraki bölümlerde başlıklara yer vermeyen yazar eserini altmış sekiz bölüme ayırarak
okurlarına sunmayı tercih eder.
“Şehrin uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve “Ey kavmim!” dedi, ‘Bu
elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu
kimselere uyun!” (Yasin Suresi 20-21)
Yazarın eserini bu kadar fazla bölüme ayırması, haliyle konularda bir bütünlük
oluşmasına engel olur. Oldukça geniş bir alana yayılan eserde her bölüm kendi içerisinde
bir takım olaylara yer verir. Bu roman kendi yazıldığı döneme ait olaylardan gündelik
hayata, yazarın ya da bizim başımıza gelebilecek olaylardan genel konulara kadar birçok
alandan bahseder. Aşk, acı ve inanmışlık eserin temel argümanıdır. Akıcı bir üslupla
kaleme alınmış ve kolay okunabilmektedir. Eserde dikkat edilen bir diğer husus dini ve
tasavvufi motiflere sıkça yer verilmesidir.
Özet bir ifadeyle yazar bu eserde hayattan yorulan insanları etkili kurgular
oluşturarak ustalıkla ele almıştır. Bir Adam Girdi Şehre Koşarak; 2014 yılında Boşnakça
‘ya 2015 yılında ise Arnavutça ve Azerbaycan Türkçesine çevrilmiştir.
Eser birbirinden bağımsız bölümlerden meydana geldiği için bir bütünlük teşkil
etmez. Bu bölümler deneme şeklinde birbirini takip eder. Bölümlerin genel mana
itibariyle gündelik ve toplumsal olaylar üzerine kurulu olması eserin şahıs kadrosu
yönünden zayıf kalmasına sebep olmuştur.
Anna, Maria Puder, Raif Efendi, Bachelard, Sartre kitapta adı geçen
kahramanlardır. Bu kahramanlar diğer romanlardaki olaylar zinciri içerisinde yer alan
karakterler gibi değildir. Romanın bazı bölümlerinde yer yer isimleri geçer.
2.5.1.3. Zaman
1600’lerde Cervantes, aynı durumu, yarı akıllı bir asilzadenin bitmek bilmeyen
cesaretiyle anlattı (A.g.e.).
Kışın havanın bu kadar erken saatlerde bu kadar kesif bir karanlığa bürünmesi
insanda bir güvensizlik duygusu oluşturuyor (A.g.e.).
Sabah sekizde işbaşı yaptıktan sonra on buçukta çay paydosu verdiğimiz, öğle
paydosunda herkesin ucuz esnaf lokantalarına ya da sefer taslarına gömüldüğü
zamanlardan kalma müzikler onlar (A.g.e.).
Mayıs gelmiş, içeriye buyur edilmeyi bekleyen bir Tanrı misafiri gibi kapımızda
beklerken bahar… (A.g.e.).
2.5.1.4. Mekân
Bir çay ocağında otursak. Hani o oyunsuz olandan, hani o tabureleri olandan,
hani o Fatih’te Malta’dakine benzer birinde (Tufan, 2010).
Elimi tutmazsan ben on yaşıma düşerim. Gedik Paşa’ya bir kundura atölyesine
düşerim (A.g.e.).
Elimi tutmazsan on yaşıma düşerim. Gedik Paşa’ya Ünal Han’ın ikinci katına.
Akşama yakın saatlerde kundura atölyesine yayılan rakı kokularına, mide ağrılarına
düşerim. Her sabah yürüdüğüm Vezneciler yolunun yorgun akşamüstlerine.
64
2.5.1.5. Anlatıcı
Bazen göz göze geliyorduk ve anlamıyordum ki olup biten her şeyden haberdar
(Tufan, 2010).
Annesi ağlıyor Pavel’in. Aslında ağlamamak geçiyor içinden. Dik durmak, güçlü
görünmek oğlunun yanında. Ana ağlasa, oğul da ağlar. Ama anneler gözyaşlarına söz
geçiremezler işte. Annelerin gözyaşları da, söz dinlemeyen evlatları gibidir. Akıp gider
(A.g.e.).
Çetişli’ye göre bakış açısı; “herhangi bir varlık ve olay karşısında, sahip
olduğumuz dünya görüşü, hayat tecrübesi, kültür, yaş, meslek, cinsiyet, ruh hali ve yere
göre aldığımız algılama, idrak etme ve yargılama tavrıdır” (Çetişli, 2014, s. 105).
65
Yaşlı kadın başı öne eğik bir halde elindeki tespihle sessizce oturuyordu.
Tespihin her bir tanesinde geçmişten kalan bir hüznü tamir etmek ister gibi tevekkülle
susuyordu. Genç kız gülümseyerek odaya girip, elindeki bir bardak açık çayı usulca
kadının yanına bırakıp odadan çıktı (Tufan, 2010).
Yazar mizacı gereği neredeyse tüm eserlerinde betimleme tekniğine yer verir.
Bu eserde de kullanıldığı görülür.
Şişmanca bir kadın yanına duran gözlüklü kızın elini sıkıca tutup vapurun en
arkasına doğru yürüdü. Kızda zekâ geriliği olduğunu fark edince biraz daha üşümeye
başladım. Güleç yüzü hiç değişmiyordu neredeyse. Ellerinde poşetten simit çıkardılar.
Yaklaşık bir aydır masamda mütevazı bir yer işgal ediyor. Her saniyeyi canhıraş
bir gayretle duyurmak için çıkardığı sesiyle (A.g.e.).
“Bir romanda sık sık tekrarlanan söz grubu herhangi bir dize, yine konu veya
kişilerle ilgili olarak tekrarlanan bazı kelimelerde “leitmotiv” olarak kabul edilmektedir”
(Tekin, 2018, s. 263).
Bahtı güzel olsun diye mırıldandı yaşlı kadın. Bu ülkenin merhametli kadınları,
genç ve güzel kızlarını bu duayla sarıp sarmaladılar; Bahtı güzel olsun. …Başka türlüsü
ellerinden gelmiyordu çünkü. Bahtı güzel olsun (A.g.e.).
67
-Bir şey yapmam gerekmez kötülük etmeleri için dedim. İnsanın kötülük
yapmak için sebebe ihtiyacı yoktur.
-Kimi?
-Ali’yi!
-Neden?
O adam bizim şehrimize de gelsin anne. Sen okumaya devam et lütfen. O adam
bizim şehrimize de gelip, hakikat adına ne varsa şahitlik etsin (Tufan, 2010).
68
Şanzelize Düğün Salonu ilk olarak 2015 yılında okuyucusuyla buluşur. Yazar’ın
altıncı eseri olan bu roman otuz altı bölümden oluşur. Bölümlerde başlık adlarına yer
verilmez.
Roman; şeyh bir babanın yirmili yaşlarda olan üniversiteli oğlunun aşka düşmesi
ve bunun neticesinde yoldan çıkma hikâyesini konu alır. İstanbul’da bir dergâha mensup
kişileri merkeze alan eser; tasavvuf anlayışını, ahlakı ve terbiyeyi babasından alan
başkahramanın dış dünyaya açılmasıyla yaşadığı sıkıntıları anlatır. Yazar bu durumu
kitapta şöyle ifade eder:
Derviştim senden önce. Derviş nedir biliyor musun? Bir şeyhe intisap etmiş, bir
dergâha gidip gelen dervişlerden biriydim. Aslında gidip geldiğim yer de babamın
dergâhıydı. Evet, babam bir şeyh. Şeyh Ahmet Niyazi Efendi (Tufan, 2015).
Baki bey, hakikatin yaraladığı adamlardan biridir. Hakikatin bir kere yara açtığı
adama bundan sonra ne tabipler ne de mal, mülk, dünya çare olur. Öyle bir adamdır Baki
Semih; derdi de dermanı da bir olan adamdır (Tufan, 2015).
Sabah, kapının çalınma tarzından Baki Semih’in geldiğini anladığım için kapıyı
açınca hiç şaşırmadım. Ama asıl şaşırtıcı olan Baki Semih’in söyledikleriydi (A.g.e.).
salondan birlikte kaçarlar. Annesinin kendisi için yaptığı fedakârlığa karşı annesinin hem
cinsi olan Nurhan’ı kaçırarak ona olan borcunu ödemek ister.
Bir tek kusuru var Rüstem’in; dinlemektense uzun uzun anlatmayı seviyor.
Otursun yanında ve hiç bıkmadan, yorulmadan saatlerce anlatsın. Seni dinlemek için gelir
yanı başına oturur, sen henüz ilk cümleni kurarsın ve Rüstem oradan lafı alıp kendi
meselesine bağlayıp uzun uzun anlatmaya başlar (A.g.e.).
Nurhan: Şanzelize Düğün Salonunda düğünü olduğu gece damat ile evlenmeyip
o salonda çalışan Rüstem ile kaçan kişidir. Rüstem vasıtasıyla romana dâhil olur. Onun
da kaderi Rüstem’inki gibidir. Ebeveynleri tarafından istemediği bir evliliğe zorlanır.
Yazar bu evlilik üzerinden günümüz toplumuna bir mesaj verir.
Rüstem ve Nurhan ile birlikte ortalık kararana kadar o odada öylece sessizce
oturduk. Akşam olunca Nurhan mutfağa gitti ve bir şeyler hazırlamaya başladı (Tufan,
2015).
Nurhan ne ara becerdiyse artık, kısa bir süre sonra elinde kahve fincanlarıyla
içeriye girdi (A.g.e.).
Rüstem ile Nurhan zaten birkaç parça olan eşyalarını bir çantaya sığdırmışlardı
(A.g.e.).
Edayla üniversiteye girdiğim yıl tanıştık. Annemin öldüğü yıl (Tufan, 2015).
Eda ismim, dedi hafif şaşırarak. Üçüncü kez sormam aptalca olacaktı. Dilimin
ucuna kadar geldi ama vazgeçtim (A.g.e.).
71
Eda benden yeni bir anayasa istese onu bile yazardım. Ama annemin ölümünden
sonra onunla ilgili bir yazı yazmak kafamı karıştırdı. Bir an afalladım. Ne diyeceğimi
bilemedim (A.g.e.).
Pek çok hastalıkla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Ömrünün son yıllarında;
şekeri epeyce yüksekti, tansiyonu fırlıyordu, karaciğerinde sorunlar vardı (Tufan, 2015).
Şeyh Ahmet Niyazi Efendi yani babam, sadece babam değil, belki de daha
önemlisi, belki değil şeksiz şüphesiz daha önemlisi şeyhim, mürşidim, yol göstericim,
kemâlât yoldaşım, bana meselenin zahirini, batınını sahih biçimde açık etti fakat ben buna
rıza gelemedim (A.g.e.).
Mürsel abimin hastaneden çıkınca konuşuruz, önce geçmiş olsun deriz sonra da
ona da durumu güzelce anlatırız, kafa kafaya verir kızın ailesine gideriz, çocuklar ailelerin
ellerini öper, özür diler… (A.g.e.).
Savaş: Eda’nın sevdiği ve birlikte olduğu kişidir. İlk başlarda sevgi süreci olsa
da sonradan Savaş Eda’yı dövmeye, ona eziyet etmeye başlar. Eda ise zamanla
kendisinden uzaklaşır.
Savaş’ı öldürmeye karar verdim. Hiç kuşkum yok. Daha fazla yaşamayı hak
etmiyor (Tufan, 2015).
Bu sefer biraz daha uzun sohbet ettik. Savaş’ta bir tuhaflık vardı. İlk zamanlarda
tanıdığım, âşık olduğum savaş gibiydi (A.g.e.).
2.6.1.3. Zaman
Sabah erken saatlerde İzmir otogarında indim. İlk kez geliyordum (A.g.e.).
Ekim sonu bir Çarşamba gecesi saat on biri yirmi geçiyordu (A.g.e.).
2.6.1.4. Mekân
birçok semti ile birlikte; İzmir, Çorlu, Erzincan, Siirt, Bayburt, Bitlis, Kocaeli, Gaziantep
ve Bursa romanda sözü edilen diğer mekânlardır.
Kurtuluş’ta Erzincanlıların mahallesinde bir evde. Bir buçuk sene kaldım orada
(A.g.e.).
2.6.1.5. Anlatıcı
Uzun uzun sonra iliklerime kadar ürperdiğimi ve hatta korktuğumu, evet apaçık
korktuğumu ilk defa hissettim. Bu adamları öylece karşımda görmek bütün dengemi
altüst etmişti. Keşke söyleyeceklerini hemen oracıkta dinleseydim diye geçti içimden
(Tufan, 2015).
74
Kapıya doğru yürürken içimden geçen onca makul sebeple teselli ararken,
hiçbirinin doğru olmadığını içimin en derinlerinden biliyordum. Kötülüğün ayak
seslerini, metafizik gerilimini, kalp çarpıntısını fark edebiliyorum. Bazı insanlara
bahşedilmiş bir mucize bu. Kötülüğün ayak seslerini tanımak. (A.g.e.).
Bu teknik unsurun roman sanatına bir terim olarak girişi Percy Lubbock ve
Henry James’in etkileriyle başlar. Onlara göre “romancının inandırıcılığı büyük ölçüde
anlatıcı veya kişilerin takındıkları bakış açısına” (Boynukara, 1997, s. 18).
dayanmaktaydı. Romanda kahraman, ilahi ve gözlemci bakış açılarına sıklıkla yer verilir.
Yazarın sevdiği bir teknik olan bu unsur neredeyse eserin tamamına hâkimdir.
Artık Eda ile daha çok vakit geçiriyordum. Kenarında, kıyısında onun olduğu
yeni şeyler oluyordu hayatımda (A.g.e.).
Yaşlı adam evlenebilmek için, yanında oturan hafif şişman ama kendinden yirmi
beş yaş küçük kadına iltifatlar yağdırırken gözlerim yaşardı (Tufan, 2015).
Üzerinde sigara yanıkları olan bordo renkli ikili koltuğa sığabilmek için iki
büklüm uzanmışım (A.g.e.).
75
Sürekli vakit geçirdiği odasında, her zamanki yerinde oturuyordu. Yanında bir
kahve fincanı, her zaman oturduğu koltukta geriye yaslanmış istirahat ediyordu. Yan
tarafındaki pencereden güçlü bir ışık vuruyordu (A.g.e.).
Annemin kalın iplikten mavili siyahlı namaz çoraplarına, iyice solmuş kırmızı
altından yüzüğüne, upuzun zikir tespihine, sardunyalarına, üzeri kırmızı çiçek
desenleriyle kaplı beyaz porselen demliğine, yakın gözlüğüne, kahverengi merserize
hırkasına ağladım (A.g.e.).
Düz kumral saçlı, ince yapılı, kemikli yüzlü bir kız bir süre kapıda dikildi ve
hoca çıkar çıkmaz yüksek sesle aynen böyle sordu (A.g.e.).
İkili koltukta Rüstem ve kız yan yana oturuyorlardı. Kızın gelinliğinin duvağı
arada bir yüzüne doğru kayıyordu ve kız duvağını geriye doğru itiyordu (A.g.e.).
Odadaki tek bir pencerenin önüne konmuş masasının üzerinde eski bir
bilgisayar, üst üste onlarda kitap, kâğıt dosyalar, içi kararmış bir fincan, içinde aile
fotoğrafının olduğu metal bir çerçeve, içinde çeşit çeşit kalemlerin yer aldığı kalemlik,
bir gözlük kabı ve birde parol kutusu duruyordu (A.g.e.).
Biraz sonra zayıf, kısa beyaz saçlı, esmerce bir kadın yanıma yaklaştı (A.g.e.).
Televizyonun hemen karşısında krem renkli ikili koltuk ve bir tane de geriye
yaslanan televizyon izleme koltuğu vardı. Orta sehpanın üzerinde üç tane kumanda, içi
dolu bir kül tablası, içi yarıya kadar dolu bir fincan, iki tane korsan DVD vardı (A.g.e.).
Burası benim evim. İki seneyi geçti bu eve taşınalı, fakat her sabah kısa bir anda
olsa yabancı bir evde uyanmış gibi (Tufan, 2015).
Baki Semih onca yıldan sonra kapıma kadar gelmişse zaten önemli bir şey vardır
ortada (A.g.e.).
Tam yedi gece uzunluğundaki bir geceden sonra güneşsiz, yarım yamalak,
üstünkörü bir sabah oldu (A.g.e.).
O günden sonra tam iki yıl boyunca bu işle idare ettim (A.g.e.).
Yedi gece uzunluğunda bir geceden sonra ertesi gün oldu (A.g.e.).
-Hacı n’aber?
Döndüm. Rüstem’di.
-İyidir. Nereye?
-İyi, görüşürüz.
-Evet
-Nasıl buluyorsun?
-Sende öleceksin.
-Ne zaman
-Boşandım mı dedin?
-Evet
-Neden boşandın?
-Alo
-Efendim? Ha yok evde değilim. Bir arkadaşın yanına geldim de. Sen… Sen iyi
misin?
2.6.2.4. İç Monolog
Romana gerçekçi bir hava katar. Bu sebeple yer yer bu tekniğe başvurulmuştur.
78
Anlat artık Rüstem! Bırak bu uzun martavalları asıl konuya gel. Anlatacaksan
anlat, ağlayacaksan ağla, küfredeceksen küfret. Anlat lan! Annen neden öldürdü babanla
diğer herifi? Baban, anneni o adama mı sattı? Kumar borcuna mı saydı? Ne oldu oğlum?
Adam, annenin sevgilisiydi de bir bokluk mu çıktı? Annen akıl hastasıydı da cinnet
anında ikisini de öldürdü mü? Anlat artık Rüstem (Tufan, 2015).
Beni Onlara Verme 2017 yılında okuyucularıyla buluşur. Tarık Tufan’ın yedinci
eseri olan bu roman kırk bir bölümden oluşur. Her bölüm kendi içerisinde ayrı başlıklar
halinde verilir.
Beni Onlara Verme bir semtin hikâyesidir. Bu yer İstanbul ili Fatih ilçesi sınırları
içerisinde bulunan Haydar semtidir. İnsanın içerisinden çıkamadığı mekânlar ya da
zamanlar vardır. Bu eserinde yazar bir dönemin kavgasını, bu semtin içerisinde sıkışmış
karakterlerin birbirinden ilginç olaylarını anlatır. Yaşanan bu ilginç ve sıra dışı olaylar
okuyucuların hafızaları ve duygularını oldukça etkiler.
Olay örgüsü yalın ve özlü olmalı; içindeki her davranışın, her sözün bir önemi
bulunmalı. Karmaşık olduğu durumlarda bile tüm parçaları, canlı bir varlığın parçaları
gibi birbirine bağlanmalı, içinde ölü hiçbir şey kalmamalı. Olay örgüsü kolay anlaşılır
olabilir; içinde gizem bulunabilir ve bulunmalıdır da ancak okuyucuyu yanıltmaktan
kesinlikle sakınmalıdır. (Forster, 1982, s. 131)
79
Yazarın gerçek hayatına baktığımızda asıl ilginç olan ve merak uyandıran konu,
yazarın çocukluğunun ve gençliğinin bu semtte geçtiğidir. Evet, anlatıcı gerçek hayattan
kopmamış, tabiri caizse gerçek hayatı Beni Onlara Verme romanında hikâyeleştirmiştir.
Yazarın kendi ifadesiyle bütün bu olayları anlatmasının altında yatan bir sebep
var. Hikâyelerin bir yerlerine iliştirdiği yaraları gösterebilmek. Okuyacağımız hikâyelerin
özeti budur. Bir semt var. O semtte yaşayan insanlar ve o semtte olup bitenler.
Küçük fakat kalabalık bir mahallede yaşıyorduk. Altmış metrekarelik bir dairede
bizim üç aile kaldığımızı düşünürsek mahallenin ne derece kalabalık olduğu anlaşılabilir.
İşte o kalabalığın bütün sıradanlığını aşan bir adamdan söz ediyoruz nihayetinde (A.g.e.).
Ya bak sana bir şey diyeceğim. Geçenlerde hangi gündü hatırlamıyorum ama
senin radyo programını dinledim biliyor musun? Hangi radyoydu? Marmara FM (A.g.e.).
Bir yandan üniversitede felsefe okuyor, bir yandan da Beyoğlu’nda bir pasajın
alt katında güneş görmeyen bir dükkânda penye satıyordum (A.g.e.).
Çünkü İMÇ bloklarının iki kat altındaki atölyeye güneş girmiyordu (A.g.e.).
Harun bir arkadaşıyla birlikte tekstil işi yapıyordu. Şişli’de Polat Pasajı’nda ve
Beyoğlu’nda Terkos Pasajı’nda dükkânları vardı. İhraç fazlası tekstil satıyorlardı.
Beyoğlu İş Merkezinde bir yer daha açacaklardı ve başında durmamı istiyorlardı (A.g.e.).
Romandaki kırk bir bölümün her biri kendi içerisinde ayrı ayrı konuları ele alır.
Her bölümdeki kahramanlar, isimler ve karakterler farklılık göstermekle birlikte
başkahramanın adı romanın hiçbir yerinde geçmez.
Fırtına Cemal, Hasan, Ganyancı Bülent, Özlem, Cesur, Zehra, Harun, Mehmet
Ali, Lale, Sevil, Rauf, Dursun, Mecit, Şermin gibi onlarca kahraman yazarın romanındaki
bölümlerde yer alır.
81
Erkan Pala 15 Temmuz şehididir. Yazar bu romanda bir vefa borcu olarak
kendisine de yer vermiştir.
Erkan Pala, 15 Temmuz darbe gecesinde, darbecilere karşı çıkmak için büyük
bir cesaretle direndiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin önünde katillerin kurşunlarıyla
şehit oldu. Geriye dünya güzeli çocuklar ve tertemiz bir isim bıraktı (Tufan, 2017).
2.7.1.3. Zaman
Sabahın erken saatleriydi. Dükkândan içeri girdi. Çok güzeldi (Tufan, 2017).
Bir keresinde akşam saatlerinde evine kadar eşlik eden bir herifi, onların
sokağını döktükten sonra çevirip (A.g.e.).
1990. Eğer birtakım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız
(A.g.e.).
Gece saat iki. Oturmuş laflarken birden kapı çalınmaya başladı (A.g.e.).
2.7.1.4. Mekân
Haydar semtinin her yanı açıktı. İstanbul’un her yerine yakın yolların
ortasındaydı ama yine de girilmiyordu ve çıkılmıyordu (A.g.e.).
Mesela ben Kabataş Erkek Lisesi’ne giderken akşama doğru okulun dönüş
saatinde, Beşiktaş’ta her Allah’ın günü (A.g.e.).
Annesi daha evvel adak olarak adadığı kurban için Fatih’ten Sirkeci’ye, oradan
da vapurla karşıya, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdai Türbesine gitti (A.g.e.).
Bunun anası öldü. Daha küçüktü. Ben bizim Karakoçan’dan bir hanım aldım
(A.g.e.).
Metin, Haydar’da, çıkmaz bir sokakta annesinden kalma, müstakil ahşap bir
binada tek başına yaşıyordu (A.g.e.).
Ben okula gitmek için Unkapanı’ndaki durağa Fil Yokuşu’ndan değil (A.g.e.).
2.7.1.5. Anlatıcı
işlevi diye adlandırılan temel yükümlülüğünün dışında dört işlevi daha vardır. Bunlar,
metnin iç düzenini oluşturmaya yönelik yönetme işlevi, tanıklık işlevi, ideolojik işlev ve
iletişim işlevidir” (Sazyek, 2021, s. 31).
Beni Onlara Verme romanında olaylar yazarın önceki romanlarında olduğu gibi
genellikle yazar anlatıcı bakış açısıyla kaleme alınır.
Düğün esnasında Cesur’la bir kez göz göze geldik. O bakışı hiç unutamam. O
bakış, sen anlamazsın aşk denen şeyi bakışıydı. O bakış, ben bu kızı ne kadar çok
seviyorum biliyor musun bakışıydı. O bakış, ben aslında acıdan geberiyorum ama onun
yanında olabilmek için her şeyi göze aldım bakışıydı. O bakış seven bir adamın bakışıydı
ve neler anlattığını sabaha kadar yazsam bitmez (Tufan, 2017).
“Özellikle modern romanda önemli bir işleve sahip olan bakış açısı en kısa
tanımıyla olay, çevre ve kişilere bakılan optik açıdır” (Aytür, 1974, s. 38).
Bu romanda Kahraman bakış açısının sıklıkla yer aldığı görülür. Zaman zaman
hâkim ve gözlemci bakış açılarına da yer verilir.
Güzel bir kadının yanında yürümenin kendisinden nasıl bedeller istediğini henüz
bilmiyordu ama ne olursa olsun bütün hepsiyle baş edebilecek kadar çok numara bildiği
düşüncesiyle kendisini rahatlatıyordu (Tufan, 2017).
Detaycı bir özelliğe sahip olan yazarın kullandığı bu tekniğe Beni Onlara Verme
romanında sıklıkla rastlanılır.
Kapıyı açtım. Karşımda altmışlı yaşlarında, yüzü kırış kırış, bıyığının uçları
sigara içmekten hafif sararmış, yorgun, çok yorgun gözlerinin beyazı neredeyse mat bir
griye dönmüş ve gözbebeklerinin etrafı iyice kanlanmış, yüzündeki kemikler dışarı
fırlamış, kırçıllı sakalıyla yanakları çökmüş, büyükçe burunlu, dudakları sanki bin yıldır
susuz kaldığı için çatlamış, çizik çizik olmuş, gözaltındaki kara, mor torbalara yerleşmiş.
84
Üzerine giydiği parlak bordo renkli bir gömlek ve kırışmış kahverengi ceketiyle, yorgun
ama çok yorgun bir adam duruyordu (Tufan, 2017).
Atölyenin önünde bekleşiyoruz, arada bir adam çıkıyor işçilerini azarlamış gibi
bir tonda talimatlar veriyor ve tekrar içeriye giriyordu. Kadınlar huzursuz, çünkü hava
soğuk, üşüyorlar ve çuvalların ne zaman dağıtılacağı belli değil (A.g.e.).
Salonun bir köşesinde yüksekçe bir cam masanın üzerindeki cam bardağa
dizilmiş ince doğranmış salatalık ve havuçları yoğurt sosuna batırıp yerken, bir yandan
da davetlileri izleyip açılış saatini bekliyordum (A.g.e.).
Bir gün cami avlusundaki banka oturmuş uzaklara bakıyordum (Tufan, 2017).
1990. Eğer birtakım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya
da… (A.g.e.).
Böyle böyle aradan dile kolay tam beş koca yıl geçti. Beş yıl sonra hiç
beklenmedik bir şey oldu (Tufan, 2017).
Aradan on gün geçti geçmedi, Bülent abinin karısı Özlem abla anneme bir
davetiye verdi (A.g.e.).
Turgut aradan bir sene geçtikten sonra, bu ay parçasını, annem güzel kadınlara
öyle diyor (A.g.e.).
85
Teşekkür ederek yanından ayrıldım. Sonra, iki üç yıl sonra, bir fotoğrafını
gördüm (A.g.e.).
Bir gün Hergele ’de oturmuş dergi üzerine konuşurken, birden bunları kime
yazıyorsun diye sordu. Lan desene sana yazıyorum. Seni tanıdıktan sonra her şeyi seninle
konuşur gibi yazıyorum desene. Sen okuyacaksın diye içimi kanatıyorum, senin
okuduğunu düşündükçe yüzüm bembeyaz oluyor heyecandan, desene. Her yazının başına
oturduğumda bir paket sigara bitiriyorum seni düşünmekten desene (Tufan, 2017).
Ölmek ne Bahar? Ölmek ne? Senin ölmekle ne işin var? Sen güzelsin, güzele
ölüm yakışır mı? Ben seni buradan gittiğin günden beri bekliyorum, ölmek ne demek?
Sen Bahar’sın adının yanına ölüm koyunca oluyor mu, denesene bir kere. Şu fotoğrafta
onca yıldır gülümseyip dururken ölmenin sırası mı? (A.g.e.).
2.8. DÜŞERKEN
Düşerken romanı Tarık Tufan tarafından 2018 yılında kaleme alındı. Yazar’ın
sekizinci eseri olan bu roman yirmi beş bölümden oluşur. Romanda etkili olan en önemli
karakterler İshak ve Jülide’dir. Roman bölümlerinin tamamı yazar anlatıcı, Jülide ve
İshak’ın gözünden okuyucularına sunulur. Bu vesileyle okuyucu her açıdan romana
hâkim olabilmekte ve gerçekleşen olayları hissedebilmektedir.
da dediği gibi insanın en ölümcül yarası, içinde anbean büyüyen gitme hevesidir ifadesi
eserin tamamında kendini hissettirir.
Zaman ilerledikçe İshak bu durumu içine sindiremez. Nurten ile hiçbir zaman
karı-koca gibi yaşayamaz. İlk çocukları olur, adını Hasret koyarlar. Sonra Nurten ikinci
çocukları Korkut’a hamile kalır. Bu süre zarfında Nurten hala Aykut ile görüşür. İshak
bu yaşananları daha fazla kaldıramayarak evden ayrılmak, içerisinde bulunduğu bu
durumdan, mahallesinden kaçmak, bir an önce uzaklaşmak ister.
Bir tesisat arızası sebebiyle üst komşusu Jülide ile tanışır. Jülide ise yalnız
yaşayan, Nişantaşı’ndaki galerilerde tabloları sergilenmeye başlayan, resim sanatı
camiasında dolanan söylentilere göre eserleri ileride kıymetlenme ihtimali yüksek olan
genç ressam kadın kahramandır. Bu iki kahramanın tanışmaları, Jülide’nin evinin
banyosundan İshakların evine su damlaması üzerine Nurten’in, İshak’a üst komşuya
87
gitmesini ve sorunu halletmesini istemesi ile başlar. İshak istemeyerek de olsa Nurten’in
dırdırını çekmek istemediğinden Jülide’nin evine gider. İlk başta çekingen davranan
İshak pek konuşmaz ve Jülide’ye bakmaktan sakınır. Banyodaki su sızıntısını halletmeye
çalışırken sohbet ederler. Jülide’nin kahve teklifini İshak kabul eder ve otururlar. İshak’ın
gözüne Jülide’nin yaptığı tablolardan biri takılır ve tabloyu Jülide’nin yapıp yapmadığını
sorar. Jülide evet der. İshak’ın tabloyu çok beğenmesiyle birlikte Jülide İshak’ın tabloda
ne gördüğünü merak ederek kendisine sorar. İshak’ın tabloya dair yapmış olduğu yorum
Jülide’yi çok şaşırtır ve gözleri dolar. İshak ilerleyen günlerde su sızıntısını kontrol etmek
için tekrar geldiğinde muhabbetleri artar ve Jülide’ye içini açarak buralardan gitmek
istediğini söyler. Jülide ise kendisine beraber gitmeyi teklif eder. İshak bu teklife şaşırsa
da kabul eder ve beraber yola çıkarlar. İshak ailesinden, mahallesinden ayrıldığını
dükkânındaki çırağıyla Nurten’e bir mektup yollayarak haber eder. Nurten bu duruma
çok meraklanır ancak İshak’ın tek düşüncesi her şeyden uzaklaşmaktır. Jülide daha
önceden sevgili olduğu Gökçe adında bir arkadaşının evine gitmeyi İshak’a teklif eder.
Jülide evde kimsenin olmadığını, Gökçe’nin iş gereği yurtdışına gittiğini, ilişkisinin
eskide kalan bir mazi olduğunu ve şu an normal arkadaşı olduğunu İshak’a söyler. O gece
uyurlar, sabah olduğunda İshak Jülide’yi evde bulamaz. Saatlerce bekler ancak Jülide
yoktur. Jülide’yi dışarılarda ararlar ancak bir netice alamazlar. Sonrasında Jülide çıkıp
gelir. İshak, nereye kaybolduğunu sorunca, Jülide gözlerindeki rahatsızlık dolayısıyla
doktora gittiğini söyler.
İshak ertesi gün, Erzincan’da bulunan babasının ölüm haberini alır. Jülide’nin
ısrarıyla babasına son görevini yapmak için birlikte Erzincan’a giderler. Yolda İshak
kendinden bahseder. İshak bebekken annesini kaybeder. Çocukken okumak için
memleketi Erzincan’dan çıkmış, babası onu İstanbul’a götürmüştür. İshak İstanbul’a her
ne kadar gitmek istemese de üvey annesinin varlığı ve babasının bu duruma sessiz kalışı
gitmesine sebep olmuştur. İshak Jülide ile birlikte babası Sefer beyin mezarını ziyaret
eder. Ayrılacakları sırada, tulum peyniri almak için peynir satan bir dükkâna girerler.
Yaşlı bir teyze onları karşılar. Bu teyze İshak’ın annesi Nuran hanımı tanıdığını söyler.
Nuran’a kısaca Nora derler. Bu teyze Nora’yı daha iyi tanıyacak olan kişi olan Muazzez
Hanım’ın ismini verir. İshak ve Jülide Muazzez Hanım’ı bir huzur evinde bulur ve ondan
annesiyle ilgili bilgiler alır. İshak annesini hiç hatırlamadığı için yüzünün nasıl olduğunu,
her fırsatta sormaya, öğrenmeye çalışır. Muazzez Hanım’da bu konuda bir takım bilgiler
verir. Ardından, Jülide İshak’ın artık eşi Nurten’in yanına dönmesi gerektiğini söyler.
88
İshak, bu duruma şaşırsa da ailesinin yanına döner. Sonrasında Jülide ile tekrar buluşurlar
ve Jülide İshak’ın annesinin tasvir edildiği gibi çizdiği tablosunu İshak’a hediye eder.
Roman bu şekilde biter.
Romanda ilginç olan ve göze çapan önemli bir husus vardır. Romanın ilk
başlarında su sızıntısı nedeniyle İshak’ın Jülide’ye gitmesi, Jülide’nin yaptığı tabloya
yorum yapmasıyla, annesi Nuran’ın yaptığı tablo arasında ciddi anlamda benzerlikler
vardır. İshak’ın her iki tabloya da yapmış olduğu yorumlar da benzerlik gösterir.
İshak, eski çağlardan kalmış paslı asma kilidi hiç anahtar görmemiş demir bir
çemberin içinde, orada unutulmuş azılı bir mahkûm gibi sıkışıp kalmıştı ve bunu ailesine
hissettirip onları da üzmemek için ne gerekiyorsa yapıyordu (Tufan, 2018).
İki çocuk babası sıhhi tesisatçı İshak’ın henüz bilinen hiçbir sebep yokken
birdenbire ortadan kaybolmasıydı (A.g.e.).
89
İshak’ın karısı Nurten birkaç defa merakına yenik düşüp pencerenin başında
genç kadının geliş gidişini gözetlemişti (Tufan, 2018).
-Ceyhun kim?
Gökçe: Jülide’nin eski sevgilisidir. Özel bir şirkette çalışmakla birlikte iş icabı
zaman zaman yurt dışına çıkar. İshak ve Jülide kendi mahallelerinden ayrıldıktan sonra
kalmak için uzun bir zaman Gökçe’nin evini kullanırlar.
Gökçeyle çok eskiden sevgiliydik. Bir süre devam etti ama yürütemedik.
Klişenin dibini bulmak pahasına söyleyeyim, arkadaş olarak birbirimizi daha çok
seviyoruz (Tufan, 2018).
90
Gökçe yaptı bu tabloyu. Çok istedim ama vermedi. Ayrılığın anısı olarak
saklamak istediğini söyledi (A.g.e.).
Aykut: İshak ve Nurten’in daha önce çalıştıkları araba ve yedek parça satan iş
yerinin sahibi Namık Amca’nın oğludur. Nurten ile gayri resmi bir ilişki yaşamış bu
ilişkiden Hasret ve Korkut adında iki tane çocuk dünyaya gelmiştir. Bu durumdan İshak
dışında kimsenin haberi olmamıştır.
Nuran (Nora): İshak’ın annesidir. İshak çok küçükken annesinin öldüğünü bilir
ve onu hiç hatırlamaz. Genç yaşta bir hastalık geçirir. Tedavilere rağmen kurtulamaz.
Gerçek adı Nuran olmasına rağmen arkadaşları ve yakın çevresi tarafından kendisine
Nora denilir. Zamansız bırakıp gitmesi İshak’ın hayatında onarılmaz bir yara açar.
Tamam, herkes Nuran diyordu ama bazı yakın arkadaşları yine Nora diyordu.
Valla bizden bir farkı yoktu. Hep iç içeydik. Gerçi sadece Nora değil, diğer Ermeni
komşularımız da öyle. Allah var. Biz nasılsak onlar da öyle. Birbirimizi sever sayardık.
Nora da nasıl cana yakındı. Onun ailesi de, babanın ailesi de rahat vermediler çocuklara.
Ondan hastalandı Nora. Hiçbir şeyi yoktu. Kadının aklını başından aldılar (A.g.e.).
Cenaze çok kalabalıktı maşallah. Ne kadar çok seveni varmış. Cami doldu. Hoca
çok güzel konuştu. Hiç tanımadığım, görmediğim adamlar camide, mezarlıkta yanıma
geldi, Sefer Abi’yi çok severdik, çok düzgün insandı, dediler. Duyan gelmiş mezarlığa.
Ayrılmadılar sağ olsunlar (Tufan, 2018).
Konuşmamıza lüzum yok Zafer. Siz aranızda konuşursunuz sonra. Ben bir şey
istemiyorum. Siz Betül’le İlyas’la aranızda paylaşırsınız ne kaldıysa (Tufan, 2018).
Beş yaşında mıydın neydin. O kadarını bilmiyorum. Nora o ara kalktı. İstanbul’a
geldi. Bomonti’de Muazzezler ’de kalıyordu (Tufan, 2018).
2.8.1.4. Zaman
Bence bugün gitmeyelim. Yarın kahvaltından sonra gideriz. Hem cumartesi daha
rahat olur (A.g.e.).
2.8.1.5. Mekân
Kurtuluş’un Cin Deresi mahallesinde oturanlar için en mühim hadise, iki çocuk
babası sıhhi tesisatçı İshak’ın bilinen hiçbir sebep yokken ortadan kaybolmasıydı (Tufan,
2018).
Okul döneminde iki ayrı yurtta yatılı olarak kalmıştım; ortaokula giderken
sanayi mahallesinde, lisedeyken Çağlayan’da. Babamla birlikte memleketten,
Erzincan’dan İstanbul’a gelmiştik (A.g.e.).
Yeliz, ben ve Ceyhun Teşvikiye’de Hünkâr Lokantasına gidip bir akşam yemeği
yedik (A.g.e.).
2.8.1.6. Anlatıcı
Romanın anlatımında birden fazla anlatıcı türünün yer aldığı görülür. Yirmi beş
bölümden oluşan eser; yazar anlatıcı, Jülide ve İshak’ın gözünden kaleme alınır.
Romandaki bakış açıları oldukça farklı ve güzel işlenmiştir. Yirmi beş bölümün
dokuz bölümü anlatıcının, sekiz bölüm İshak’ın, sekiz bölüm Jülide’nin gözünden
okuyucularına aktarılır.
“Yazar-anlatıcı tanrısal bir güçle romandaki kişiler hakkında her şeyi bilir,
gerekli görürse zihinlere girerek en gizli duygu ve düşünceleri açıklar” (Aytür, 2009, s.
2). İfadesinden hareketle birçok bölüm tanrısal bakış açısıyla kaleme alınmıştır.
Kendi içindeki o tekinsiz sesi bastırabilmek için saçma sapan, gerekli gereksiz
demeden, yerli yersiz diye düşünmeden elinden ne geliyorsa yapıyordu (Tufan, 2018).
93
Miktarın bugünün parasıyla on bir bin lira olduğunu idrak ettikten hemen sonraki
birkaç saniye içinde bu parayla kaç ay geçinebileceğini düşündü (A.g.e.).
Annesinin de rahatsız edecek kadar buyurgan bir sesi vardı. Onu hatırladı
(A.g.e.).
Gözlerini kırpıştırdı. Eskinden daha büyük gözlerim vardı diye düşündü (A.g.e.).
Bir önceki gün gördüğü külotun Jülide’nin üzerinde olduğu düşüncesi bir kez
daha kızarttı İshak’ı. Kafasına üşüşen bu kışkırtıcı görüntüleri savmak için hemen takım
çantasını açıp işine koyuldu (A.g.e.).
İshak görmeyi başarınca kadının yarasını bütün sızısıyla beraber kendi içinde
hissetti; acıdan dişlerini sıktığını, güçlükle nefes aldığını, bütün bunlara rağmen inatla ve
vakur bir şekilde üzerini acısının örttüğünü gördü (A.g.e.).
Arı kovanını andıran kafasının içinde, şifalı birkaç kelime bulma umuduyla el
yordamıyla bakınırken, kanına karışan zehrin acısını her saniye daha çok hissediyordu
(A.g.e.).
Yüzü kızaran, mahcup insanlar iyidir diye içinden geçirdi Jülide (A.g.e.).
94
Tam o esnada kapının önüne bırakılmış yüksek topuklu, üstü ucuz parlak taşlarla
süslü kadın terliğine ayağım takılınca sendeledim (Tufan, 2018).
Evi bizim eve hiç benzemiyordu. Her duvar başka renk boyanmıştı, neredeyse
hiç eşya yoktu, sağda solda duvara yaslı halde birkaç tablo duruyordu (A.g.e.).
Pencerenin önünde küçük bir masa, onun hemen önünde de sırtı ve oturma yeri
kalın sünger ve kahverengi deriyle kaplanmış, eski süsü verilmiş ahşap bir sandalye
duruyordu (A.g.e.).
Diğer masada, bordo renkli takım elbiseli, kır saçlı, dudağının üzerine sonradan
eklenmiş gibi duran simsiyah boyanmış bıyıklı –bıyıkların dibinde beyazlar görünmeye
başlamıştı-, yanakları iyice içine çökmüş, zayıf yüzlü adam iki elini kucağında
birleştirmiş bir vaziyette, neredeyse annesinden azar işiten çocuk gibi, utanç ve endişe
içinde önüne bakıyordu (A.g.e.).
Üç harfin karanlıkta kaldığı ışıklı otelin isminin üzerine kocaman bir kral tacı
yerleştirmişlerdi. Binanın ön yüzü cam cephe ile kaplanmıştı. Çivit maviye boyalı yan
duvarlar çıplak kaldığı için cam kaplama otele tuhaf bir dekor havası veriyordu (A.g.e.).
Saçları düzgünce taranmış, dar gri takım elbiseli, siyah parlak ayakkabılı, kırklı
yaşlarının başında bir adam gülümseyerek yanlarına yaklaştı (A.g.e.).
95
Annem bir zamanlar yılın belli aylarında Hindistan’dan İstanbul’a gelen bir
adamın toplantılarına katılıyordu (Tufan, 2018).
Bin yıl önceydi. Çocuktuk işte. Şimdi sorgusuz sualsiz arkadaşız (A.g.e.).
Ben doğduktan çok kısa bir süre sonra annem vefat etmiş. O zamanlar
İstanbul’daymış evimiz (A.g.e.).
Hasret bir yaşına geldiğinde İshak ile Nurten’in formalite evlilikleri de ikinci
seneye yaklaşmak üzereydi (A.g.e.).
Bir hafta sonu, bir gece geç saatlerde eve geldi. Alışkın olmadığım bir şeydi
(A.g.e.).
-Bana mı seslendiniz?
-Evet.
-Kusura bakmayın, bir anda hatırlayamadım ben. Yanlış da bir şey söylemek
istemedim. Yanlış anlamayın.
-Nurten benim ismim. İki hafta oldu başlayalı. Aykut beyin sekreteriyim.
-Memnun oldum. Bende biliyorum sizi. Namık Bey ve Aykut Bey sizi epeyce
seviyor. Diğerlerinden farklı muamele ediyor.
-Nasıl farklı?
-Ben mezardan sonra İstanbul’a döneceğim. Acil işlerim var. Bırakıp geldim.
-Ne gibi?
-Ölüm kader, miras hak. Kardeşler arasında oturup konuşurduk hazır gelmişken
(A.g.e.).
-Merak etme. Gayet rahat ederiz. Durduk yere kalacak yer aramayalım. Bana
güven diyorum.
-Güveniyorum (A.g.e.).
Gidip de tanımadığın bir tesisatçıyı çağırıp eşek yüküyle para verme diye, işten
yorgun argın çıkmış ve sorunu halletmeye gelmiş. Kibar olsana. Bir bardak su ikram
etsene önce. Adam mecbur değil ki bunu yapmaya. Senin evinin hizmetçisi değil ki böyle
suratsız konuşuyorsun. Hizmetçin bile olsa saygı gösterirsin. Bir şeyi yaptırmak için rica
edersin (Tufan, 2018).
2.9. KAYBOLAN
Bu romanıyla yazar, artık romanını yazmaktan öte kurmaya başlar. Tarık Tufan
ilk romanından bugüne kadar tüm eserlerinde insanı merkeze alır. Bütün hikâyelerinde
hüzün olmasının belki de en önemli sebebi budur. Önceki eserlerinde mekân ve zaman
ön plandayken, bu eserinde arka planda kalır. Esasen bu durum yazarın istediği bir şeydir.
Çok katmanlı üslup, iç içe geçmiş anlatılar ve sağlam kurgu içeriği ile Kaybolan, bir
roman olarak okuyucusunun ilgisini çekmeyi başarır.
Roman; uzun bir nesir anlatı türüdür. Hayat gerçekliğinden kaynağını aldığı
halde kurmaca bir gerçeklik yaratır ve bunu anlatım tekniklerinin yardımıyla organik bir
parça-bütün ilişkisini gerçekleştirecek yapı mükemmelliği içinde dile getirir. Roman
bireyin ya da bireyler topluluğunun kader ve çevre gibi güçlerin etkisi altında bulunduğu
bir dünya ve hayat kesintisini yaratıcı bir biçimde ortaya koyan tasvir, hikâye etme,
konuşma vb. sunuş biçimlerinden örülü bir anlatı dokusudur. (Aytaç, 1999, s. 241)
Kaybolan romanında olay örgüsü Hakan, Yıldız, Sonay, Reha İleri, Mert ve
şahıs kadrosu başlığında ele alınacak diğer karakterler etrafında şekillenir. Bazı bölümler
başkahraman Hakan’ın gözünden kahraman bakış açısıyla işlenirken, çoğunlukla
99
anlatıcının gözünden ilahi (tanrısal) anlatım hâkimdir. Hakan kırklı yaşlarında bir
karakter olup; on altı yıldır bir sigorta şirketinde çalışmaktadır. Eşi Yıldız ile on beş yıldır
evlidir. Hakan’ın çalıştığı sigorta acentesindeki arkadaşları kendisinin kırkıncı yaş
gününü kutlamak için doğum günü pastasıyla kutlama yapacaktır. Buradaki pastanın
üzerine Hakan yerine Arda yazılmış olması başkahramanın iç dünyasındaki sıkıntılarının
gün yüzüne çıkmasına bahane olur. Yazar tarafından kırk yaşının seçilmesi alelade
yapılmış bir olay değildir. Anlatıcı için kırk yaş insanın geçmişini, kendini ve belki de
birçok şeyi sorgulamak için ideal bir yaştır. Yazarın metaforik olarak kırk yaşını ve
doğum gününü kullanmasıyla macera başlar. Hakan’ın teyzesine evlatlık verilmesi ve bu
durumu Hakan’ın yıllar sonra öğrenmesi, Yıldız’ın çocuk yapma isteği, Yıldız’ın babası
Reha İleri’nin çocukluğunda babasından çektiği eziyetlerin akabinde kendi evlatları
Yıldız ve Murat’a karşı olumsuz tutumu, sonrasında Alzheimer hastalığına yakalanması,
Hakan’ın tesadüfen bir kafedeki yazar söyleşisine katılması ve üniversite yıllarında
sevdiği kız olan Sonay ile karşılaşması kronolojik olmasa da kendi içerisinde muazzam
bir bütünlük oluşturur.
Hakan üniversite yıllarında Sonay, Mert ve diğer arkadaşlarıyla bir evde kendi
çaplarında sinema çekimleri yaparken deprem olur. Ev yıkılmadan hemen önce Hakan
kurtulur ve oradan ayrılır. Arkadaşları yıkılan evin altında kalır. Kurtulup
kurtulamadıklarından dahi haber alamaması ve yıllar sonra Sonay ile karşılaşması çok
ilginçtir. Hakan’ın Sonay ile kısa süre de olsa bir birliktelikleri olur ve bu birliktelikten
Sonay hamile kalır. Sonrasında Hakan’ın kendilerini arayıp sormaması üzerine Sonay
karnındaki bebeği aldırır. Sonay, depremden sağ çıktılarını ancak Mert’in tekerlekli
sandalyeye mahkûm olduğunu, kendisinin Mert’e baktığını ve yanında olduğunu Hakan’a
anlatır. Hakan ise yaşanan bu süreçlerden içten içe çok ciddi pişmanlıklar duymaya
başlar. Yıldız ile çocuklarının olmamasını bile kendi iç dünyasında bu olaya bağlar. Reha
İleri’nin sonradan Romanya’ya yerleşen oğlu Murat’ın maddi sıkıntılardan dolayı
Türkiye’ye gelip babasının yaşadığı daireyi satma fikri, bu durumu ablası Yıldız ile
konuştuktan sonra babaları Reha beyin evine gitmeleri, o gece Reha İleri’nin bir kutu ilaç
içerek ölmesi/öldürülmesi metni daha etkileyici kılar. Okurların olayı yaşıyormuş gibi
hissetmesi yazarın kaleminin ne kadar güçlü olduğunu gösterir.
Yıldız’ın tüm çabalarına rağmen Hakan’ın Yıldız ile ciddi anlamda bir sevgi bağı
kuramaması, Hakan Sonay’ı uzun bir aradan sonra görünce, gönlünde Sonay’a karşı farklı
duygular beslemeye başlar. Yıldız’ın Hakan’a karşı yapmış olduğu tüm sevgi adımlarının
100
karşılıksız kalması, Reha İleri’nin vefatından sonra Yıldız’ın kardeşi Murat’ın babalarına
ait Serencebey apartmanındaki evi satma fikrine Yıldız’ın karşı çıkması ve Yıldız’ın o
evde yaşamaya başlaması romanın olay örgüsünü oluşturur. Yıldız da Hakan kadar
yalnız, kaybolmuş, boğulmuş ve kimsesizdir. Yaşadıkları az değildir. Babasının
merhametsiz oluşu, kocasından ilgi görememesi onu daha da yalnızlığa iter.
Birkaç dakika geçtikten sonra Ceren elindeki çikolatalı pastayla iyi ki doğdun
Hakan! diye diye masaya yaklaşmaya başladı (Tufan, 2020).
101
Yıldız: Hakan’ın eşi ve Reha İleri’nin kızıdır. Roman ilerledikçe daha güçlü bir
karakter olur. Çocukluğunda babasından ilgi, şefkat ve merhamet görmez. Otuz sekiz
yaşındadır ve Hakan ile olan evlilikleri on beşinci yılına girmiştir. Hiç çocukları olmamış,
bu özlem ile yanıp tutuşmaktadır. İstanbul’da doğup büyümüştür.
Reha İleri: Yıldız ve Murat’ın babasıdır. Varlıklı bir aileden gelmekte olup;
Albay Sami İleri’nin oğludur. Babasından gördüğü kötü muamele onun da çocuklarına
eziyet etmesine sebep olur. İlerleyen yaşında Alzheimer hastası olur. Bakıcı bir kadın
(Aygül Hanım) ve Yıldız’ın desteğiyle Serencebeydeki apartmanda yaşamına devam
eder. Hafızasında git-gel yaşanmakla birlikte bakıma muhtaç bir durumdadır ve romanın
sonlarına doğru ilginç bir şekilde yaşamını yitirir.
Oğlu Murat’ın, babasına ait olan evi satmak istemesiyle onlara gelmesinin
akabinde babası kendisini fırçalamış ve erkenden odasına çekilmiştir. Sabah
kalktıklarında bakıcıları Aygül Hanım’ın, Reha Beyin odasına girip ilaçlarını vermek
istediğinde, yeni açılmış olan ilaç kutusunun boş olduğunu görür. Bakıcı Reha İleri’nin
öldüğünü anlar. Romanın sonuna doğru Hakan’ın anlattığına göre o gece Reha İleri’nin
odasında, başucunda birinin olduğunu gördüğü, bunun kim olduğunu seçemediğini
okuyucularına anlatması Reha İleri’nin şüpheli bir şekilde öldüğünü ortaya koymaktadır.
102
Kazanan yine sen oldun değil mi? Ne olursa olsun Reha İleri hep kazanır. Buna
izin vermeyeceğim baba! Beni duyuyor musun? Söylediklerimi anlayabiliyor musun?
Buna izin vermeyeceğim. Unutturmayacağım sana. Her gün anlatacağım bize
yaptıklarını. Anneme yaptıklarını, Murat’a yaptıklarını. Sen hiç ailem dedin mi bizim
için? Demedin değil mi? (Tufan, 2020).
İnci Hanım: Reha İleri’nin eşi, Yıldız ve Murat’ın annesidir. Yıldız küçük
yaşlardayken annesi hayatını kaybeder. İnci Hanım, eşi Reha İleri ile Gümüşkaya’daki
devre mülklerinin balkonunda yaşadıkları bir tartışma sonucu balkondan düşerek hayatını
kaybeder. Yıldız annesinin düşmediğini, babasının onu ittiğini bilse de bunu hayatında
hiç kimseye söyleyememiş, bu olay ve öncesinde babasının yaptıkları sebebiyle babasına
bir ömür nefret duymasına sebep olmuştur.
Annesi İnci Hanım, Yıldız henüz on bir yaşındayken, yaşadığı talihsiz bir kaza
sonrasında, uzunca bir müddet komada kalmış ve maalesef kurtarılamayıp vefat etmiş
(Tufan, 2020).
Bu karakterlerden başka romanda Reha İleri’nin babası Albay Sami Bey, vefat
eden ablası Serpil, abisi Süha Bey ve abisinin eşi Ayhan Hanım, Yıldız’ın iş yerinden
eski arkadaşı Yalçın, Yıldız’ın babası Reha Bey’e bakan bakıcı Aygül Hanım, Sonay’ı
deprem enkazından kurtaran ve Sonay’dan yaşça büyük olmasına rağmen kendisine âşık
olup tekrar ayrıldığı Didier, Hakan’ın gerçek babası Zurnacı Muzaffer, yıllarca baba
olarak bildiği teyzesinin eşi Demirci İlyas, Hakan’ın iş yerindeki arkadaşları Ceren,
Yavuz Selim Bey ve Serdar Bey diğer karakterlerdir.
2.9.1.4. Zaman
Zaman unsuru romanda ön planda yer almamakla birlikte sabah, öğle, akşam
kavramlarına az da olsa yer verilir. Zaman unsuru hayali bir dünya olan romana şekil
vermesi açısından önemli ve değerlidir.
Bugün, zayıf, miskin bir sokak köpeğinden bile daha zavallı bir halde, geride
kalmaya direnen ruhumu peşimden sürükleyerek güç bela sokağa çıktım (Tufan, 2020).
Hakan’ın düşündükleri olmadı. Yıldız gece geç saatlerde eve geldi (A.g.e.).
104
2.9.1.5. Mekân
“Bir romanda vakanın meydana geldiği, şahısların içinde yaşadıkları bir yer
vardır. Gerçekte var olan yer isimleri kullanılabileceği gibi uydurma isimlerde
kullanılabilir. Yani bir eserin mekânı hem “gerçek” hem de “kurmaca” olabilir” (Narlı,
2002, s. 95).
Yıldız, babasının yanına uğramak için, aynı anda hem İstanbul’un içine
hapsettiği yalnızlıklarla ünlü tarihi sarayına hem de en kalabalık caddelerinden birine
dokunabilme hünerine sahip Serencebey yokuşundan çıkarken senelerdir her seferinde
olduğu gibi ayakları geri geri gidiyordu (A.g.e.).
Uzun uzun kafa yormam gerektiğinden, Şişli’de, Osmanbey metro çıkışına yakın
Dosto Kitap Kafe’de, saat 19:00’da düzenlenecek ücretsiz söyleşiye katılabilecektim
(A.g.e.).
2.9.1.6. Anlatıcı
Yer yer morluklar ve çürükler gözüne çarptı. İyice yaşlanmış diye içinden
geçirdi (A.g.e.).
Bir şeyler oldu diye geçirdi içinden Yıldız. Muhakkak kötü bir şeyler oldu
(A.g.e.).
Yazmanın geçici bir heves olduğu, Hakan’ın er geç bundan usanıp rutinine
döneceğini düşünüyordu. Düşündüklerini asla dile getirmedi (A.g.e.).
Onun yaptığını ben yağmaya kalksam bir daha asla benimle olmaz diye geçirdi
içinden (A.g.e.).
Tasvir anlayışı Tarık Tufan’ın olmazsa olmazları arasındadır. Detaycı bir yazar
olması, ince detaylara dikkat etmesi, diğer romanlarında olduğu gibi Kaybolan eserinde
de bu tekniği fazlaca kullanmayı tercih etmiştir.
Babası her zamanki gibi, ayağında deri terlikleri, üzerinde uzun kollu, krem
rengi pamuklu sabahlığıyla, el işi oymalı berjerde omuzları dimdik oturmuş, iki kolunu
berjerin koluna düzgünce koymuş, Yıldız’a bakıyordu (Tufan, 2020).
Giriş katının bitiminde ancak bir kişinin sığabileceği daracık bir ahşap
merdivenle inilen alt katında, duvarları kitap rafları ve büyük yazarların siyah beyaz
fotoğraflarıyla kaplı loş mekânda (A.g.e.).
Beş yıldızlı otelin etkinlik salonu sahnesinde, üzerine dar geliyormuş gibi duran
siyah takım elbiseli, parlak kırmızı kalın çerçeveli gözlüklü, sakallı ara ara kırlaşmaya
başlamış, kırklı yaşlarındaki adam (A.g.e.).
İçeride küçük bir masa, masanın üzerinde bir bilgisayar, karşı duvarda bir
kitaplık ve hemen önünde oraya ancak sığabilecek bir misafir koltuğu vardı (A.g.e.).
Kemikleri vücudundan fırlayacak gibi duran zayıf vücutlu, aralıklı çürük dişli,
bıyıklarının önü sararmış, sakalları seyrek çıkmış, saçlarının önleri dökülmüş, gömleğinin
her daim açık duran düğmeleri yüzünden göğsünün üst tarafı boynuna kadar güneşten
kızarmış, konuşurken ağzından tükürükler sıçrayan bir adam (A.g.e.).
Odada her biri Devlet Malzeme Ofisi’nden alınma akağaç bir masa, biri masanın
arkasında diğeri önünde iki sandalye, masanın yanında masayla uyumsuz mavi kaplamalı
bir keson, üç raflı ve dolaplı meşe kitaplık, gri metal bir çöp kovası, bir ayağı kısa sehpa
–dokununca sallanıyordu- vardı (A.g.e.).
Birden kapı açıldı içeriye kısa boylu, tıknaz, belden aşağısı ince, yukarısı
orantısız şekilde şişman, kendinden çizgili gri takım elbiseli bir adam girdi (A.g.e.).
Sıklıkla kullanılan bir teknik olan geriye dönüş Tarık Tufan’ın bu romanında da
çokça karşımıza çıkar.
107
Bir ay evvel yine bakıcının dışarda olduğu bir Pazar günüydü (A.g.e.).
Önceki gece, bunlardan biriydi; konuşmanın bir yerinden sonra Yıldız dışardaki
dünyaya kendini… (A.g.e.).
Doğum günü gecesini hatırladı Hakan. Daha birkaç gün önce olmasına rağmen,
sanki aradan yıllar geçmişti (A.g.e.).
Henüz ilkokula yeni başladığım sıralarda, babamın bir gece bizde kalmasıyla…
(A.g.e.).
Anneannemin yanında yaşamaya başladıktan sonra dört veya beş yıl sonraydı
(A.g.e.).
Tarık Tufan’ın romanlarında olaylar silsilesi birbirini fazlaca takip ettiği için
zaman zaman metinlerde kısaltma yoluna başvurulur. Kaybolan romanında da bir takım
kısaltmalar yapılmıştır. Yazar bu kısaltmaları yaparken metnin ana düşüncesini
engellememiş, önemli bilgileri içerir şekilde bu tekniği kullanmış, tüm bunları yaparken
özenli ve dikkatli olmuştur. Netice itibariyle bu tekniği başarılı bir şekilde kullandığı
görülür.
Yıllar geçtikçe ürün satma becerisiyle, satış ekibine kattığı elemanlarla üzüm
salkımının üstlerine tırmanmaya başlamıştı (Tufan, 2020).
On yılı aşkın zaman geçti, Hakan belli etmemeye çalışsa da yavaş yavaş sıkıldı
(A.g.e.).
O günden bu yana iki yıl geçmiş, Hakan’da hiçbir hastalık belirtisi ortaya
çıkmamıştı (A.g.e.).
Çekimlerin ardından geçen bir buçuk aya yakın zamanda hiç görüşmemiştik
(A.g.e.).
Bir hafta boyunca Yıldız, Hakan’ın o gece neden eve gelmediğini, nerde kiminle
kaldığını anlatmasını beklerken… (A.g.e.).
-Yeni bir haber yok. Unutkanlığı daha da artmış. Beni tanımıyor. Moralim
bozuluyor onu öyle görünce.
-Benim iyi ki çocuğum olmuyor Hakan biliyor musun? İyi bir anne olamazdım
ben. Belki de bunun için çocuğum olmuyor.
-Ne alakası var Yıldız? Nereden çıktı şimdi bu? İyi anne olamazmış.
-Öyle ama.
109
-Nasıl öyle?
2.9.2.5. İç Monolog
Kızgın bir sesle kendi kendime isteğin bu mu? Diye sordum. Kendi sesimi
duymamışım gibi istediğin bu mu? Diye tekrarladım. Sanki başkasıyla konuşuyordum da
ısrarla sorduğum soruya bir türlü cevap alamıyordum. Cevap alamadıkça adam yerine
konuşmadığımı düşünüyor, öfkem daha da çoğalıyordu. Üçüncü seferki, civardaki
apartmanların alt katlarında yaşayan insanların duyabileceği bir bağırışa dönüşmüştü.
Cevap versene, istediğin bu mu? (Tufan, 2020).
Sesini az evvelki boşlukta yitirdiğinden, vücut diliyle peşimden gel, bana sarıl,
bir süre öylece odanın ortasında kalalım, bir şey söylemen gerekmez diye bağırıyordu
(A.g.e.).
Hakan, Yıldız ben artık bu evliliği sürdürmek istemiyorum, kendime yeni bir
hayat kurmaya karar verdim. Çok yoruldum, seni suçlamak derdinde değilim. İkimiz de
yeteri kadar fedakârlık ettik, artık kendim için yaşamak istiyorum diyecekti az daha,
diyemedi. Çok yaklaştı, bir şeyler engel oldu, söyleyemedi (A.g.e.).
Geç Kalan romanı 2021 yılında kaleme alınır. Tarık Tufan’ın onuncu eseri olan
bu roman yirmi dokuz bölümden oluşur. Romanda başkahramanın adı verilmemekle
birlikte; bazı bölümlerde yazar anlatıcı, bazı bölümlerde başkahramanın gözünden
anlatılır. Bir geç kalmışlığın romanı olan bu eserde yazar, klasik bir kurgu romanından
ziyade şiirsel anlatım tarzını benimsemiş ve bunu da içeriğinde fazlaca hissettirmiştir.
Yazar bu eserinde geç kalışı, kaybedişi, yenilgiyi, sızlanışı, üzüntüyü, yalnızlığı, arayış
içerisinde olan bir ruhu fazlasıyla hissettirir. Eserin her bölümü yapbozun birer parçası
gibidir. Parçalar birleştirildiğinde okuyucuda derin izler bırakan bir yapı ortaya çıkmakla
birlikte; arayışları, yitirişleri ve yüzleşmeleri ile baş başa kalan bir insan çıkar.
Yaşadığı evi bir yılbaşı gecesi terk eden annenin arkasında bıraktığı bir çocuğun
kırık kalbi, zamansız ve vedasız ayrılan dostların üzüntüsü, vakitsiz yaşanan hastalıklar,
ölümler, sevdiği kadını hayatın her anında arama çabası içinde olan yalnız bir adamın
arayışları…
Sahile ölü bir at vurdu, ilk gören ben oldum (Tufan, 2021). İfadesiyle başlayan
roman kendi sıkıntılarıyla mücadele eden başkahraman ile okuyucularını buluşturur.
Okur, daha ilk cümlelerden ıstıraplı, kederli bir adamın hayat hikâyesine misafir olacağını
anlar. İlk satırlarda kahramanın bir labirentte olduğu ve buradan çıkmaya çalıştığı hissine
kapılan okuyucu, ilerleyen satırlarda kahramanın terapi odasına konuk olur. Burada
gerçek ve hayal iç içe geçmiş durumdadır. Okur hikâyenin sonuna doğru başkahramanın
travmalarıyla yüzleşmeye, kayıplarını, kaybedişlerini görür. Sonsuz anlam evinin manası,
gar saatinin altındaki bekleyiş, çöpte görünen güvercin, köpeğin çaresizliği,
dermansızlığı, ani bir araba çarpmasıyla sokak ortasında ölen martı ve sinema
salonundaki son ya da başlangıç…
111
Söz ağzımdan çıktığında pişmandım ve artık pişman olmak için çok geçti. Çünkü
Füruzan yok (A.g.e.).
Doğruca Füruzan’ın evinin kapısına gidiyorum ve kapı binlerce yıldır bir kere
bile açılmamış gibi duruyor (A.g.e.).
Kafamı kemirip duran lanetli sesten kurtulabilmek için, bir an evvel Füruzan’ı
görmem ve ona birkaç şey söylemem lazım (A.g.e.).
Bu karakter dışında yazarın romanda değindiği iki isim daha vardır. Bunlar
Füruzan’ın yakın arkadaşı Leyla ve başkahramanın yüksek lisans döneminden arkadaşı
Turan’dır. Bu isimler eserde sadece birer kez geçer.
112
2.10.1.3. Zaman
Belki aynı soruyu o da kendine soruyordu. Vakit gece yarısına geldiğinde bunun
kendisine iyi geldiğini söyledi (Tufan, 2021).
2.10.1.4. Mekân
Pazar günleri arada sırada Gülhane Parkı’na gitmeye devam ettiniz. Bütün
bunları yaparken annenin bir gün geri geleceği umuduyla bekleyip duruyordunuz (A.g.e.).
Nişantaşı’nda Sonsuz Anlam Evi’nde bir konuşma var. İki kişilik kayıt
yaptırdım (A.g.e.).
2.10.1.5. Anlatıcı
Sık sık ilk gördüğün anı hayal ediyorsun. Onu sevmeye sürekli yeniden
başlarcasına, ilk anın her detayını hafızanda döndürüp duruyorsun (Tufan, 2021).
Tuhaf bir mutlulukla doldu için; bir kalbin olduğundan değil, ona gerçekten
dokunabilen birinin varlığından. Hemen arkasından bir sancı gelip geçti içinden (A.g.e.).
Dışarı çıktınız. Güneş açmıştı. Sakın yarım bırakma diye geçirdin içinden.
Yanlış anlamasından endişe ettiğin için sadece içinden geçirdin. Yüzüne baktı. Ona ne
kadar çok inandığını düşündün (A.g.e.).
Yol boyunca insanların ruhları yer değiştirebilir mi diye tuhaf şeyler geçti
aklından (A.g.e.).
İki büklüm kıvranırken, yanıma orta yaşlı bir adam yanaştı, üzerinde kırmızı,
pahalı bir eşofman, gözlerinde pahalı güneş gözlükleri, elinde pahalı cep telefonu, her iki
kulağında pahalı kablosuz kulaklıklar ve ayaklarında pahalı beyaz ayakkabılar vardı
(Tufan, 2021).
Saçları kazınmış, küpeli, daracık gri takım elbiseli, parlak deri ayakkabılı,
şişman adam, kendisini davet eden kadına, yıllardır görmediği…( A.g.e.).
114
Minibüs şoförü, uzattığım parayı alıp para üstü verirken, elindeki telefonla
konuşmayı sürdürdü. Sağ kolunun dirseğiyle korna çalıp, sol diziyle direksiyonu sağa
kırıp yol üstünde elini kaldıran yolcuyu aldı (A.g.e.).
Son günlerde sık sık şehrin en eski tren garına gittiğiniz o günü hatırlıyorsun
(A.g.e.).
Bir gün bilgisayarı açtın önüne koydun. Benimle gel, birlikte o şehirde
dolaşacağız dedin (A.g.e.).
2.10.2.3. Özetleme
Çok uzun zaman evinize geri dönmedi. Ne kadar uzun zaman? Bir yıl mı? Daha
mı az? (Tufan, 2021).
Sabahtan bu yana, kafamın içinde ölü bir atla dolanıyorum; şehir kalabalık, her
yer tıka basa insan dolu (A.g.e.).
Aradan günler geçti, belki birkaç hafta. Bir gün öylesine pencereden dışarı
bakarken yeniden fark ettin böceği (A.g.e.).
115
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu tez çalışması ile birinci bölümde yazarın hayatı ve sanatı anlatılır. Üzerinde
durulan ve derinlemesine incelemesi yapılan asıl konu ikinci bölümde yer alan
romanlarındaki materyal ve teknik unsurlardır. Detaylı bir şekilde değerlendirmesi
yapılan bu unsurların romanlarda sıklıkla kullanıldığı gözlemlenir.
Yazar 2000 yılından şuana kadar Kekeme Çocuklar Korosu (2000), Kraliçenin
Pireleri (2002), Ve Sen Kuş Olur Gidersin (2004), Hayal Meyal (2007), Bir Adam Girdi
Şehre Koşarak (2010), Şanzelize Düğün Salonu (2015), Beni Onlara Verme (2017),
Düşerken (2018), Kaybolan (2020) ve Geç Kalan (2021) olmak üzere on roman yazmıştır.
Romanlarda yer alan karakterler bir metnin daha canlı ve gerçekçi sunulmasına
yardımcı olur. Ayrıca roman sanatının şekillenmesi ve güçlü bir kurgunun oluşması için
şahıs kadrosu oldukça önemlidir. Tarık Tufan’ın romanlarındaki kahramanlar, kendi
düşünce dünyasında şekillendirdiği kurmaca karakterler olmakla birlikte; gerçek hayattan
esinlenerek oluşturduğu kahramanlarında eserlerinde yer aldığı görülür. Yazar hiçbir
romanında başkahramana isim vermez, bundan sakınır. İsimlendirdiği karakterler
başkahraman dışındaki diğer kahramanlardır. Yazarın bütün romanları derinlemesine
incelendiğinde, kişi kadrosunun insanlardan oluştuğu görülür. Ayrıca anlatıcının
karakterlerle adeta özdeşleşerek sıkı bir ilişki içinde olduğu gözlemlenir. Roman
116
karakterlerini hayatın birer parçasıymış gibi okuyucuya yansıtması oldukça başarılır. Bazı
romanlarda anlatıcı başkahraman rolündeyken, bazı romanlarda kahramanlar anlatıcı
rolüne geçer.
Zaman mefhumu bir romanın olmazsa olmazıdır. Bu anlayış sabit halde olmayıp,
kendi içerisinde akıp giden bir durumu ifade eder. Romanlarda zaman, geçmiş ile gelecek
arasında bir köprü vazifesi görür. Yazar romanlarında bazen geçmişe dönük zamandan
bahsederken, bazen gelecek zamandan bahseder. Bazen bu durumun karışık bir hal aldığı
da görülür. Yani zaman kronolojik olarak değil de akronik olarak devam eder. Anlatıcı,
içerisinde bulunduğu anı ya da günü değerlendirirken çoğunlukla sabah, öğlen ve akşam
kavramlarını kullanır. Bu değerlendirmeler romana şekil verilmesi ve içeriğinin
güçlendirilmesi açısından önemlidir. Romanlarda zaman ifade edilirken günün belirli
vakitleri kullanıldığı gibi yıl ve günün belirtilmesi için tarihlerin de kullanıldığı görülür.
görme odaklı hareket etmeyi sağlamıştır. Bu şekilde romanlar daha detaylı bir şekilde ele
alınmıştır.
Bakış açısı romanların olmazsa olmazlarıdır. Bu teknik unsur metinlere etkili bir
hava katmakla birlikte, eserin inandırıcılık yönünü daha kuvvetli bir hale getirir. Yazar
romanlarında genellikle hâkim (ilahi), gözlemci ve kahraman bakış açılarını kullanır.
Okur bu yaklaşım ile metinlerde yer alan kahramanların olaylara kendi iç dünyalarından
nasıl yaklaştıklarını görme fırsatı bulur. Yazar bakış açısı ile olayların içerisinde daha
rahat hareket edebildiği gibi okuyucuya da geniş bir pencereden yorum yapabilme fırsatı
verir. Romanların tamamı incelendiğinde bakış açısının her romanda defalarca
kullanıldığı görülür.
Anlatma tekniği olayların daha doğal bir üslupla okuyucuya sunulmasını sağlar.
Bu şekilde anlatıcı kendini gizleme imkânı bularak okuyucunun olaylar ile baş başa
kalmasına yardımcı olur. Bu tekniğin yazar tarafından romanlarda kullanılması
okuyucunun hemen her şeyi anlatıcının gözüyle görmesini sağladığı gibi metnin daha
güçlü bir hale gelmesini ve okuyucunun dikkatinin anlatıcı üzerinde yoğunlaşmasını da
sağlar. Tüm bunlar genel bir çerçevede değerlendirildiğinde, yazar anlatma tekniği ile
romana müdahale ederek kendi varlığını hissettirdiği gibi metnin okuyucular tarafından
çok yönlü bir şekilde değerlendirilmesine imkân verir.
sağlar. Bu sayede olayların altyapısı daha da güçlendiği gibi okur, romanın içerisinde
bulunduğu zaman, geçmiş ve gelecek zamandaki olayların gidişatı hakkında fikir sahibi
olur. Tarık Tufan’ın her romanında başarı ile kullandığı bu teknik, eserlerini içerik ve
muhteva yönünden daha güçlü bir hale getirir. Onun eserlerinde olaylar şimdiki zaman
diliminde devam ediyor gibi görünse de bu teknik ile geçmişe gidilir. Bu sayede
karakterlerin roman içerisinde bir şeyler hatırlaması sağlandığı gibi bu durum
okuyucunun istifadesine sunulur. Bu şekilde okuyucu romana her açıdan hâkim
olabilmekte ve olay örgüleri içerisinde karakterler ile birlikte seyahat etme imkânı
bulmaktadır.
Leitmotiv tekniği bir metnin muhteviyatında yer alan olayların içerik ve akışına
göre dikkat çekme düşüncesiyle tekrarlanan ifade kalıplarıdır. Özenle ve yerinde
kullanılması halinde metne güçlü bir hava katmasının yanında, pekiştirmeyi sağlamada
da önemli bir rol alır. Yazarın romanlarının değerlendirilmesi yapıldığında bu tekniğin az
da olsa kullanıldığı görülür. Günlük hayatta önemli olmayan bir kelime, yazarın
romanlarında sıklıkla tekrarlamasıyla çok önemli bir ifadeymiş gibi gösterilir. Bu şekilde
o ifade kalıbı tekrarlanarak kendisini hissettirir ve okuyucunun dikkatini kendi üzerine
çeker. Bu durum yazarın romanlarında daha dinamik ve estetik bir yapının oluşmasını
sağlar.
İç monolog tekniği metinlerde yer alan karakterlerin daha iyi tanınmasını sağlar.
Yazarın romanlarında kullandığı bu teknik sayesinde okur, kahramanların zihninden
geçen kendi iç seslerini öğrenerek, düşünceleri hakkında fikir sahibi olur. Bu tekniği
yazar romanlarında defalarca ve ustalıkla denemiş, başarılı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Bu teknik yaklaşım ile anlatıcı aradan çıkar, okuyucu ve kahraman baş başa kalır. Okur
karakterin ruhsal yapısını, iç dünyasını, duygu ve düşüncesini en saf haliyle öğrenmiş
olur.
İlk yazma serüvenine doksanlı yıllarda özel bir radyoda programcılık yaparken
başlayan Tarın Tufan’ı yazmaya yönelten en önemli sebeplerden biri yine radyoculuğu
olur.
Tarık Tufan genç yaşına rağmen oldukça üretken bir yazardır. 2000 yılından
2021 yılına kadar geçen sürece on roman sığdırarak edebiyat alanında etkili olur. Bu
çalışmayla yazarın hayatı ve sanatı hakkında bilgiler verilmiş, bütün romanları roman
sanatı açısından; teknik ve materyal bakımından değerlendirilmiştir.
daha etkin ve yetkin yazarak ilerler. Bu durum yazarın kendisini sürekli geliştirdiğine
işarettir.
Tarık Tufan, derdi olan ve bu sebeple yazan bir romancıdır. Günlük olaylar,
toplumsal vakalar, insani, vicdani ve kültürel olarak değer niteliği taşıdığına inandığı ne
varsa onu korumaya, gözetmeye ve eserlerinde yer vermeye çalışır. Yazar muhafazakârlık
kimliğini koruyarak, evrensel çerçevede bir sanat anlayışı kurma gayesinde olmuştur.
Görünenin arkasındakini keşfetme gayretindedir.
Anna şiiri yazarın çıkış noktalarından en önemlisidir. Şimdiye kadar yazara ait
üç şiir yayınlanmakla birlikte; Anna şiirine bakıldığında çok derin anlamlar içerdiği
görülür. Dini ve inanç yönü ağır olmakla birlikte toplumsal olaylar, değerlerimiz,
kaybedişlerimiz ve hassasiyetlerimiz işlenir.
Tarık Tufan’ın edebiyat kimliğinin oluşmasında Oğuz Atay’ın çok önemli bir
yeri vardır. Şehrin, sokağın insanı kalabilme gayretinde olan yazar; eserlerinde mekân
olarak İstanbul’u merkeze alır. Bu durumun altında birkaç sebep yatar; Kendisinin
İstanbul’da doğup büyümesi en temel gerekçe olmakla birlikte; yazara göre büyük
121
Çalışmanın ikinci bölümü daha kapsamlı bir şekilde ele alınarak yazara ait olan
on romanın tamamı teknik ve materyal unsurlar açısından değerlendirilmiştir. Tespit
edilen bu unsurlar eserde yer alan örnekleriyle açıklanmış, yapılan değerlendirmeler
başkaca kaynaklardan desteklenerek okuyucunun istifadesine sunulmuştur. Bu vesileyle
onlarca kaynak kitap okunmuş, birçok makale incelenmiş, yazara ait birçok söyleşi, köşe
yazısı, deneme taraması ve bunlara dair incelemeler yapılmıştır.
122
EKLER
123
Romanlarımı okuyan ve beni tanıyanlar İstanbul ile ilgili nasıl bir bağ içinde
olduğumu bilir. Her fırsatta anlatmaya çalışıyorum. Benim için İstanbul bir mekân olarak
köklü bir hafızayı, duygu ve düşünüş biçimlerini, insanlık hallerini, hayat tasavvurlarını
temsil eder. Ben İstanbul ile ilgili bir hikâye anlatırken aynı zamanda İstanbul’un
görkemli varoluşuna, büyülü dünyasına dokunmaya çalışıyorum. Bu şekilde İstanbul
125
anlatının bir parçası olmaktan ziyade, roman içinde büyük anlamlar taşımaya başlıyor.
Sonrasında her şeyi İstanbul ile birlikte düşünmeye başlıyorum. Karakterler ve olay
örgüleri mekân olarak İstanbul’un açtığı büyük olanaklar ölçeğinde ilerliyor, dönüşüyor
ve hafızamda yeni ufuklar açılmasına vesile oluyor.
- İstanbul’da, Unkapanı ile Zeyrek arasında kalan eski bir mahallede doğdum.
Şehrin son ahşap evlerini görerek büyüdüm. Her şeyin geç girdiği yoksul bir mahalle
olduğundan hayatı geriden takip etmek durumundaydık. Dışarıdaki dünyayla aramdaki
mesafeyi hikâyelere merak duyarak kapatmaya çalıştım. Gerçekliğin hayatımıza musallat
ettiği boşlukları hayallerimle doldurmaya çabalıyordum. Evimizi gerçek manada çekip
çeviren annemdi. Bir yandan çocuklarının her birinin üniversite eğitimi almasına vesile
oldu bir yandan da evin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için babamın yanında durup, bütün
emeğini ortaya koydu. Zeki ve uyum kabiliyeti yüksek bir kadın. Rum komşularıyla hâl
hatır edebilecek kadar Rumca, Kürt komşularıyla her derdini anlatacak ve dinleyecek
kadar akıcı bir Kürtçe, iyi derecede Arapça ve İstanbul lisanıyla Türkçe konuşuyor.
Üstelik bunları kurumsal eğitim süreçlerinde değil, hayatın kendisinden öğrendi;
komşuluktan, meraktan ve önemli olduğunu düşünmekten. Kibar, fedakâr, zeki bir kadın
olarak etrafındaki hayatlara değer katmaya devam ediyor. Uzun yıllar boyunca
mahallenin çocuklarının eğitiminde, hastaların tedavisinde, evleneceklerin düğün ve
alışverişlerinde emek harcadı.
Zeyrek – Balat arasındaki hatta ortaya konan farklı türlerde sanat eserleriyle karşılaşmak,
benim anlatıya, edebiyata yakınlaşmama vesile oldu.
11. Şuana kadar basılmış on romanınız var. Sizi yazım sürecinde en çok
zorlayan roman hangisi oldu? Ayrıca eserlerinizde karakter seçerken bunlar gerçek
hayattan ne kadar besleniyor?
- Böyle bir kıyas yapmak zor ama yazdığım her romanda bir öncekine göre daha
çok zorlanıyorum diyebilirim. Kendime göre ölçüler koyuyorum ve o çıtaya ulaşabilmek
için çaba harcamam gerekiyor. Üslubumu ve dilimi her defasında daha iyi bir yere
taşıyabilmem gerekiyor. Ben bunun gayreti içerisindeyim. Romanlarımın üzerinde gerçek
hayatın etkisi var. Doğup büyüdüğüm yerler bende önemli izler bırakmıştır. Bu sebeple
karakterleri oluştururken beslendiğim kaynaklardan en önemlisi gerçek hayattır
diyebilirim.
- Bunların hiçbirini birbirinden ayırt etmiyorum; hepsinin ortak bir noktası var.
Anlatmak. Geçmiş dönemlerde radyoda ve televizyonda anlatıyordum, şimdi ise roman
ve senaryo yazarak anlatmaya çalışıyorum. Roman hepsinden bir adım önde gibi gidiyor.
Kendi özüme dönerek ve kendim kalmaya çalışarak romanın dünyasında olmak
istiyorum. Bu özgürleştirici bir duygu.
128
13. Roman yazarken eserden bir beklentiniz ya da bir hedefiniz var mı?
- Şimdiye kadar on romanım yayımlandı. Her romanda yeni bir şeyler denemeye
çalışıyorum. Üslubumu, dilimi mümkün olduğunca geliştirmeye çalışıyorum. Anlatımı
farklılaştırarak, temel konuları daha güzel anlatmanın peşinde oldum. Yirmi yılı aşkın bir
süredir anlatmaya çalıştığım bir dünyam var. Bu hiç değişmedi. Çünkü insan değişmiyor.
Çevremizde bulunan pek çok değişse de hakikat hep aynı. Hayatı ve insanı anlamaya,
anlamlandırmaya çalışırken bir roman yazarı olarak gayretli bir şekilde yeni diller
aramaya çalışıyorum. Dilimi geliştirdiğim ölçüde, dünyam gelişiyor ve genişliyor.
Anlamak istiyorum Böyle bir derdim var. Bu derdimin ilacı da anlatmakta, dilde gizli.
- Buna karar vermek benim için hiçte kolay değil. Romanın yazılma sürecinde
bir karakterle uzun uzun zaman geçiriyorsun ve doğal olarak aranızda güçlü bağlar
oluşuyor. İlle de birini seçmem gerekirse Şanzelize Düğün Salonu’nun isimsiz karakterini
seçmek isterdim. Düşüşlerine rağmen vazgeçmemesi, bir aşka tutunması beni ona
yakınlaştırıyor.
- Her şeyi okumaya çalışıyorum. Eski – yeni, yerli – yabancı, modern – klasik.
Düzenli okuyorum diyebilirim. Elimin altında sürekli olarak kitaplar olmasını
önemsiyorum. Bir süre okumadan geçersem hemen rahatsız olmaya başlıyorum. Kendimi
129
17. Önümüzdeki bir yıl içinde yazar Tarık Tufan’ın hayalleri/ projeleri
(hem sinema hem edebiyat olarak cevaplandıracak olursanız) nelerdir?
KAYNAKÇA
Aktaş, Ş. (1984). Roman sanatı ve roman incelemesine giriş. Ankara: Birlik Yayınları.
-------. (2013). Anlatma esasına bağlı edebî metinlerin tahlili - teori ve uygulama. Ankara:
Kurgan Edebiyat.
Arık, Ş. (2006). Ahmet Midhat Efendinin romanlarında roman sanatı üzerine düşünceler.
İlmi Araştırmalar – Dil, Edebiyat, Tarih İncelemeleri Dergisi, 21, 15-36.
Aytür, Ü. (2009). Henry James ve roman sanatı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Borts, A. (1997). Computes. Avrupa tarihinde zaman ve sayı. (Z. Aksu, Çev.). Ankara:
Dost Kitabevi.
Bowling, E. L. (1965). Bilinç akımı tekniği nedir? (M. Belge, Çev.). İstanbul: Yeni Dergi.
Edward, T. Hall. (1997). Kaç çeşit zaman var?. (11. bs). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Fabian, J. (1999). Zaman ve öteki. (S. Budak, Çev.). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Forster, E. M. (1982). Aspect of the novel, penguin books, (Ü. Aytür, Çev.). İstanbul:
Adam Yayınları.
Harvey, D. (1997). Postmodernliğin durumu, (S. Savran, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
Kaplan, M. (1996). Türk edebiyatı üzerine araştırmalar-3 tip tahlilleri. İstanbul: Dergâh
Yayınları.
-------. (1994). Türk romanına eleştirel bir bakış III. İstanbul: İletişim Yayınları.
Narlı, M. (2002). Orhan Kemal’in romanları üzerine bir inceleme (1. Basım). Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
Pospelov, N.G. (1985). Edebiyat bilimi II. (Y. Onay, Çev.). Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları.
Stevick, P. (1988). Roman sanatı, (S. Kantarcıoğlu, Çev.). Ankara: Gazi Üniversitesi
Yayınları.
Suçkov, B. (1976). Gerçekliğin tarihi. (A. Çalışır, Çev.). İstanbul: Bilim Yayınları.
-------. (2010). Bir adam girdi şehre koşarak. İstanbul: Profil Kitap.
DİZİN