Ampiristler haklıdır: gerçekleştirdiğimiz şey doğal
ereklerdir. Fakat belki de davranış başka boyutlara da sahiptir. Bilinçdışında gerçekleşen davranış için de erekler olabilir mi?
1.1 Doğal Erekler ve Sonsuz Görevler
Bir yanda, insan doğal erekleri gerçekleştirir, ancak
aynı zamanda, bu insanın erdemiyle kendinde bir şey üretmez mi? Bu gerçekleştirme doğal erekleri dönüştürür. Bir tören ya da bir ritüelin işlevi nedir? Bu işlev doğal bir erekten ayrıdır. Aile gibi bir sosyal grubu, kendi törensel yanıyla ele alın. Aile tuhaf bir şekilde edimde bulunur. Doğadan gelen belirlenimleri tarihin olaylarını yaratmak için çarpıtır: yerken, severken, uyurken ve ölürken. Ailenin işlevi yiyeceğin, cinselliğin, uykunun ve ölümün paylaşımıdır. Ölüm doğanın bir belirlenimidir. Aile onu, bellekte biriktirerek tarihsel bir olay kılar. Bu ritüel etkinliği tören olarak adlandırılmalıdır. Benzer şekilde cinsellik de tinsel bir olaya1dönüşür, örneğin rıza biçiminde. Doğa, tören aracılığıyla tarih düzeyine yükseltilir. Bu aynı zamanda, insanların dönüşmesi ve doğal ereklerin dolaylı araçlarla gerçekleşmesidir.
Bu yüzden insan davranışının üç kutbu vardır: doğal
erekler, dönüştürülmüş olan doğal ereklerdir, ancak doğal erekler, törenin dışında, kendinde de bulunurlar. Bu insanların onları gerçekleştirme biçimidir. Fakat insanların doğal erekleri gerçekleştirmemesi, onların var olmadıkları anlamına gelmez. Kendilerini gerçekleştirmeye yanaşmazlar, çünkü doğal erekleri kültürel ereklere dönüştürmek onları sonsuz kılar. Bu kelimesi kelimesine alınmalıdır. Sevdiklerimizin ölümü bizim için tüketilemez bir görevdir. Kendimizi ondan uzak tutsak, çok da sorun yok. Artık sonsuz olmaz. “Seni arzuluyorum” yerine “seni seviyorum” demek sonsuz bir görevi teklif etmek demektir. Bu yüzden bu teklif kendisini gerçekleşecek bir şey olarak sunmaz. Öyleyse ne içindir? İnsanlar bu görevlerin yalnızca düşünüldüğünü ya da hissedildiğini söyleyecektir. Öyleyse, mitoloji muhayyel ise, bunun nedeni sonsuz görevlerin gerçekleştirilemez olmasıdır. Mitoloji bize, bizden gerçekleştirilmelerinden başka bir şeyi isteyen sonsuz görevlerin bu durumunu sunar.
Tanrılar zamanlarını, sadece kendilerine tahsis
edilmiş bir içeceği içerek geçirirler. Bunun anlamını, bir simgeyi yaşamayı denerken buluruz. Ölümsüz tanrılar zamanlarını içerek geçirir. Başlangıçta, tanrı olmak için mücadele eden iki insan üstü grup vardır. Mücadelede mevzubahis olan şey, ölümsüz kılan içkidir. Tanrılar ölümsüzse, içtikleri içindir. Bu doğal ereğin, yani içmenin, sonsuz bir göreve dönüşmesidir. Eğer tanrılar içmeyi bırakırlarsa, artık ölümsüz olmayacaklardır. Sonsuz görevlerin hizmet ettiği amaç, yalnızca onların insanları, artık basitçe doğrudan olmayan bir şekilde doğal erekleri gerçekleştirmelerine izin vermesidir. Bu kinizmin felsefe karşıtı olmasının nedenidir. Kinik kendi sözü nazarında dikkate alınmalıdır. Tuzağı mümkün kılan ne? Kiniğin gördüğü sapma. Şu kesin ki, kinik doğal ereklerin sonsuz ereklere dönüşmesini reddeder. Fakat doğal erekler, henüz aklın erekleri değildir. Onlar değerler, hissedilen ya da yaşanan hissiyatlardır. Öyleyse akıl diyecek neyimiz var? Eğer, kendi taraflarında, doğal erekler kendilerini gerçekleştirmeye sunuyorlarsa, bu defa gerçekleştirilmeyi talep edenler sonsuz görevler olacaktır. Onlar aklın uygun ereği haline gelecektir. Bu, düşünce kendini, kendini gerçekleştirmeye adadığında olan şeydir.
Öyleyse artık dört terimimiz var: Dolaysız araçlar,
Doğal erekler, Hissedilen kültürel erekler ve Aklın kültürel erekleri. Öyleyse sonsuz gerçekleş(tir)me görevi nedir?
1.2 İstenç, Değer, Temel
Kant ve Hegel, istenç, özgürlük istenci olduğunda
kendisini temaşa eder ya da mutlağa yükseltir der. Bu özgürlük istencinde, sonsuz görevin gerçekleşmesine dayanan akıllı varlığın etkinliği vardır. Hegel için bu gerçekleşme tarihte ortaya çıkar. Temellendiren, öyleyse, sonsuz bir görevi koyan ve amaçlayandır. Onu nasıl amaçlar ve hangi düzen içinde? Temellendirmek, doğayı tarih ve tin2seviyesine yükseltmektir. Bize değerleri teklif eden herkes bir temele başvurur. Öyleyse temellendirme sorunu ne zaman felsefi hale gelir? Temellendiren bize, bu dünyanın kendinde gerçekleştirilecek bir şey olarak sonsuz görevleri teklif ettiği andan itibaren. Temel mefhumu şimdiden daha açık hale geldi. İlk olarak, insan kendisini hisseden bir varlık olarak deneyimler ve ikinci olarak, akıllı bir varlık olarak. O ya da bu şekilde, zemin kendisinin farkına varır. Artık mesele değerler düzeyinde temellendirme değil, temellendirmenin ne olduğunu incelemektir. Temelin kendisi temellendirilmelidir.
Temelin dört karakteristiğinden, temellendirenin
tekanlamlı karakterini alıkoyabiliriz. Bu pek de, bir temele başvuran tek kişiymiş gibi temellendiren biri değildir. Kelimesi kelimesine alırsak, temellendirme bir temele başvurmaktır. Örneğin: Musa bir temellendiricidir, çünkü o bir dini, onun temellenmiş olduğunu iddia ederek getirir. Bir temele başvuran bu tuhaf kişinin hangisi olduğu sorulacaktır. “İyi temellendirilmiş” ve “kötü temellendirilmiş” ifadeleri nereden geliyor? Yeni bir soruşturma başlar: Ne zaman bir temele başvururuz? Kişi artık birinin etkinliğini kendisiyle bir fail olarak ilişkilendirmediği zaman.
Fakat ne zaman başka bir şeyi yardıma çağırırız?
Gördüğümüz üzere o, onların eylemlerinde (karakterlerinde) ortak bir konu (subject) bularak mitolojiden felsefeye geçmektir. Bu ortak kök sonsuz görevdir. İnsan davranışında dört karakteristiğin bulunduğunu gördük:
1. İnsan doğal ereklerin peşinde koşar.
2. O kendi ereklerinin dolaylı olarak peşinde koşar.
Araçlardan yararlanır. 3. Böyle bir sapmayı mümkün kılan nedir? Bu, aynı zamanda ve başka yerde doğanın ereklerinin hayal gücüne yansımasıdır. Doğanın erekleri kökensel insani değerlere ya da ereklere dönüşürler. Bu kesinlikle kendilerini sonsuz ancak kendilerinde gerçekleştirilemeyen görevler olarak sunanlardır. Başa gelmelidirler. Bir tür eylemi belirlerler: tören ve ritüel. Onlar doğanın ereklerinin dolaylı gerçekleşmesine izin verenlerdir. İnsan zaten bir temellendiricidir. Şu soruya cevap verelim: ne için temellendirmek?
4. İnsanın bu kökensel erekleri henüz aklın erekleri
değildir. Yüce erek olarak akıl kendisini yalnızca, sonsuz görevlerin kendisinin gerçekleştirilecek şeyler haline gelmesi ölçüsünde sunar.
Değerler aşırı derecede belirsiz bir karaktere
sahiptir. Onlar daima, sanki onlarda bir tür mistikleştirme varmış gibi görülürler (değerler felsefesi ile karşılaştırın). Değer mefhumu Nietzsche tarafından Güç İstenci‘nde yaratılmıştır. Nietzsche için hiçbir hakikat yoktur, yalnızca değerlendirmeler vardır. Her şeyin değer olduğunu olumlamak, yıkılması gereken bir mistikleştirme sunmaktır. İşte Nietzsche’nin polemiği. Tersine, değer filozofları bu mistikleştirmeyi kabul etmezler. Fakat mesele daima aynıdır. Artık ne hakkında konuştuğumuzu bile bilmeyiz.
Kinizm yanlıştır, çünkü doğanın ereklerine sıkışıp
kalmamızı ister, halbuki değerler, doğanın ereklerinin dolaylı bir belirleniminin kurallarıdır. Doğru olan şey değerlerin yalnızca araçlar olmasıdır. Fakat aklın mahkemesine sunulduklarında, değerler akıllı varlığın erekleri haline gelir.
İnsanı gerçekleştirmenin hiçbir anlamı yoktur.
Öyleyse bu dönüşüm nasıl işler? Değer olarak sonsuz görev istencin bir içeriğiydi. Basit bir arzudan başka bir şeyle ilgiliydi. Sevmek, tüm istediklerimizin ilkidir. Değerler düzeyinde, istenç kendisine dışsal ve heteronom bir içeriğe sahipti (Kant). “İçmek istiyorum”, “içmeyi arzuluyorum”dan başka bir şeydir. Fakat öyleyse istenç hâlâ istencin içeriğine dışsaldır. Dönüşüm basittir. Bu gerçekleştirilecek değerler kendi tikel figürlerini üstlenirler, çünkü istenç otonom hâle gelir. O kendinden başka hiçbir şeyi istemeyen bir istençtir. Kendi içeriğinden başka hiçbir şeyi istemeyen bir istenç. Otonomi evrensellik olarak sunulur. Bu tam da Kant’ın otonom istencidir. O özgürlüğün (evrensel özgürlüğün) istencidir. Kantçı ahlak (Pratik Aklın Kritiği) istenç hiçbir şeyi değil ama özgürlüğü istediğinde, bir istenç özgürlüğü olduğunu söylemeye dayanır.
Değerlerin çeşitliliği, onların dönüştürülmüş doğal
erekler olmasından geliyordu. Fakat istenç kendi içeriğini belirlediğinde, artık bir değerler çeşitliliği yoktur. Temeller artık değerler olarak sunulan sonsuz görevler değildir. Temel artık kavramsal olur. Mitolojiden felsefeye geçeriz.
1Ya da: zihnin olayına.
2Ya da: zihin.
Fransızca‘da s. 1-8. İngilizce‘de s. 13-
21. Sözlükçe.
LİSANS
Seminer Deleuze’deki tüm içerikler, Creative
Commons Atıf-Gayri Ticari 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır. Ticari olmayan amaçlarla ve kaynak göstermek koşuluyla herkes tarafından kullanılabilir
Bir temelin ya da gerekçenin özsel varlığını kuran
şey” (Heidegger)
2.1 Talepler ve Haklar
Heidegger temelin temelini aramak ister. Arayışın
gerekçenin (reason) gerekçesinde duracağını düşünür. “Özgürlük temelin temeli, gerekçenin gerekçesidir”.1 Şunu gördük ki temellendirmek bir temele başvurmak, halihazırda temellenmiş gibi bir soru sorumaktır. Öyleyse, bir temele başvuran nedir? Kim birinin eyleminin temellendirilmesine ihtiyaç duyar? O talepte bulunandır. Talepte bulunmak bir hakkın erdemiyle bir şeyi talep etmektir. Belki de bu hak icat edilir, buna dair bu hakkın temellenmemiş olduğu söylenecektir. Bir kızın eli ya da iktidar üzerinde hak iddia ederiz ve belki de aynı anda ikisi üzerinde (Odysseus ile karşılaştırın).
Burada “hak” ne anlama gelir? Her talep bir hakkı
önceden varsayar. Ruh hallerimiz yüzünden hırçın olabiliriz. Bu gençliktir. Yaşlandıkça, hırçınlık kendisini bir hak adına eğitir. Bu infialdir. Hırçınlık bir hakka başvurur. Aç olmanın iki biçimi var. Kendinde o, kendisini aciliyet deneyimindeki mesele olarak sunan bir ihtiyaç durumudur. Açlığımızı doyurmanın yolunu ararız. Her şey bir kuvvet ilişkisidir. Fakat aciliyet durumu belli bir zamanı, belli bir belirlenmiş ve sınırlı zamanı muhafaza etme ihtiyacını içerir. Diğer aç olma biçimi: bir insan aç olduğunda, doğada yenilecek bir şey aramak yerine, talep eder. Burada bir olgu ve kuvvet ilişkisi var. Fakat temellenmiş olan talep değil midir?
Temel bu yüzden, bize hakkı verecek ya da
vermeyecek olandır. O kendisini üçüncü olarak sunar. Temel ya da üçüncü temel. Talep etmek bir şey üzerinde hak iddia etmektir. Talep ederken, birinin hakkını veren ya da doğrulayan şeyden evvel ortaya çıkma iddiasında bulunulur. Talep etmek sınanmaya teslim olmayı kabul etmektir. Temel üçüncüdür, zira o ne talip ne de onun talep ettiği şeydir, ancak talep edileni talibe ulaştıracak olan mercidir. Kendinde nesne asla bir talebin konusu olamaz. Talep ve iddia nesneye daima dışarıdan gelir. Örnek: bir kızın elini talep ederken neye başvurabilir? Hakem olarak üçüncü olan, temel olan babayı kullanırız. Fakat baba şunu söyleyebilir: bir sınamadan geç, ejderhayı öldür. Temellendiren öyleyse sınamadır. Temelle karşılaşmak tehlikesiz olmaz. Taliplerin ne Penelopesi vardır ne de kudreti.
Baba aynı zamanda kızının bileceğini söyleyebilir.
Öyleyse hâlâ bir üçüncü vardır. Kızın deneyimlediği sevgi onun varlığının kendisine benzemez, sevgi varlığını talebe teslim etmesini sağlayan ilkedir. Daima bir üçüncü vardır ve arayıp bulunması gerekir, zira kendisi bir üçüncü olarak sunan şey temeldir.
Fakat o, üçüncü olarak varıldığı için mi üçüncüdür?
Kesinlikle hayır. Hatta o birincidir. Ama o, gölgede, bilinçdışında işlediği için üçüncüdür. O ilktir. Başlangıçta ne varsa, eh o üçüncü olacaktır. Bilinçdışının keşfi, kuşkusuz bu yüzden zorunlu olacaktır.
Fakat niçin talepte bulunulur? Zira tehlikesiz
değildir, belli bir amaca hizmet ettiği için olsa gerektir. Kuşkusuz bu şey bana yeni bir biçimde verilir. Dahası, bir hakka başvurmak vakit kaybetmektir. Bu kayıp telafi edilmelidir. Fakat sapmada, talep ettiğimiz şeyi görüşten yitirme riskine girmez miyiz? Neden filozoflar temelin bir üçüncü olduğunu söylüyorlar? Daha felsefi bir tanım: temel, iddiada ya da talepte ve onun aracılığıyla, [talep edilen] şeyi bu talebe versin diye çağrılan mercidir.
Soru: Beni, şeyi neyin talebe karşılık vereceği
ilgilendirdiği için, eş zamanlı olarak şeyin kendisini ve bizzat kendimi görüşten kaybetme riskine girmeyecek miyim?
2.2. Hume’dan Kant’a: Transandantal Fikrinin
Oluşumu
Kant’ın kendi tarzında şöyle bir konumu vardı: temel
sorunu talep sorunuyla ilişkili olarak konulmuştu. Bu Kant’ın gizemli bir mefhumudur: transandantal. Bunu anlamak için tarihsel olarak, bir ampirist dahi olsa Kant’ın çok şey borçlu olduğu Hume’dan yola çıkmalıyız.2 Kant temel sorununun başka türlü konulması gerektiğinin farkına varacaktır. (Hume bunu görmemiş, fakat onun sayesinde Kant devam etmiştir). Hume yeni bir şey getirmiştir: öznelliğin yapısının analizi. Aslında, “özne” kelimesi Hume tarafından nadiren kullanılır. Belki bu tesadüf değildir. Hegel de öznelliği “özne” kelimesini kullanmaksızın analiz eder. Heidegger’de bile durum aynıdır, ki daha bile ileri gidip “özne” kelimesinin kullanılmaması gerektiğini söyler. Onu, bulduğumuz özsel yapıyla tasarlamalıyız. Burada bir özne tanımladığımızda, artık ondan bahsetmenin gereği yoktur. Heidegger [ve] Hegel bize, öznenin kendi kendine geliştiğini söyler. Hegel onu diyalektik olarak analiz eder. Kendi kendine gelişmek, kendi kendini dönüştürmektir vb. Öz, dolayımdır. Heidegger, öznelliğin özünün aşkınlık olduğunu söyler, [ancak] yeni bir anlamda: [aşkınlık] hep aşkın olduğu söylenmiş bazı şeylerin durumu olarak kullanılmıştır, Heidegger ile birlikte aşkınlık, kendi kendini aşma hareketidir. kendini aşan şeyin hareketinin varlık tarzıdır. Hume şunu merak eder: bilmek nedir? O bize, bilmenin verili olanın ötesine geçmek olduğunu söyler. Bilgi öteye geçme olarak tanımlanır. Üç yazarın benzerliği. Bilmek öteye geçmektir, zira verilen şeyden fazlasını söylemektir. Yarın güneşin doğacağını söylerim. Bu doğru olduğu varsayılan bir yargıdır. Öyle görünüyor ki bu yargı, verili olmayan bir şeyin olumlanmasını içermektedir. Örneğin “daima” ve “yarın” verili olmayan şeylerdir. Benim için verili olan şey güneşin çok kereler doğmuş olmasıdır ve ben, geçmişte güneşin doğmayı bırakmadığını bilirim. [Yine de], güneşin daima doğmuş olduğunu değil, yarın doğacağını söylüyorum. (Aynısı 100⁰C’de kaynayan su için de geçerlidir). Hume temel sorununu öngörmüştür. “Hangi hakla” (quid juris) sorusu ortaya konur. İnsan Doğası Üzerine İnceleme‘de Hume şunu söyler: Olguyu görmezden gelmiyorum, onun karşısında kuşkucu değilim. Yarın güneşin doğacağı söylenebilmelidir. Hume buna iknadır. Ama onun sorunu, bu gerekçenin nereden geldiğidir. Bu, tümevarımın temeli sorunudur. Hume, suyun 100 derecede kaynadığını söylemenin insan doğasında yattığından emindir. Fakat bunu hangi hakla söyleriz? Hangi hakla geçmişten geleceğe çıkarım yaparız? Eğer yargıda bulunacaksam verili olanın ötesine gitmeliyim, ancak, insanın verili olanın ötesine gitmesini açıklayacak olan şey verili olan değildir.
Hume olağanüstü bir sorunla karşı karşıya kaldı. O
sorunu şöyle ortaya koyar: bilmek, öteye geçmektir (ki biz buna bir talep, bir iddia dedik). Fakat bu nereden gelir? Bu, bilgiyi neyin temellendirdiğini sormaktır. Ve Hume’a göre bu, yalnız öznel bir ilke olabilir. Bizim temeli bulmamızı sağlayan nesne değil, öznedir. Öteye geçen, temel sorununu çağıran öznedir. Bilgiyi temellendiren şey bu yüzden nesne tarafında görülemez. Hume’un cevabı olağanüstü hayal kırıklığına uğratıcı görünebilir. Bu onun, sorunu olağanüstü bir şekilde ortaya koyan dehasından ileri gelir. Bu cevap, insan doğasının ilkesinin var olan şeyin ötesine geçmesine izin verdiğidir. İlke, alışkanlıktır. Hume ne demek istiyor? Bu ilke, insanın alışkanlıklar edinme olanağıdır. Ona göre, alışkanlık benzer vakaların tekrarını içerir ve bunu sağlayan deneyimdir (“Güneşin bin defa doğduğunu gördüm”). Deneyim, benzer vakaların tekrarını verir. Tekrar, nesnenin kendisinde hiçbir şey değiştirmez. Her vaka mantıksal olarak birbirinden bağımsızdır. Bu durum insan doğasının buna yönelik tertip edilmesini gerektirir. İşte Hume’da aklın/gerekçenin ve alışkanlığın garip özdeşliği. Hume sorunu genel terimlerle ortaya koymuş, ancak ona cevap vermemiştir. Bu ilke ona psikolojik görünür. Bu anlamda, Humesuz, temelin meşruiyetini muhafaza edecek Kant olmazdı.
Kant sorunu sonuna kadar götürür ve bu psikolojik
yorumun ötesine geçer. Kant için, temel öznel bir ilke olmalıdır, ancak o psikolojik olamaz. O transandantal bir öznellik olacaktır. Kant kendisinin fark ettiği bir şeyden bahseder: ortada bu ilginç gerçek var. Özne yalnız verili olanın ötesine geçmez, ancak aynı zamanda verili olan bu öteye geçmeye bağlı kalır. Şu doğrudur ki, su insanın yargısına bağlı kalır ve gerçekten yüz derecede kaynar. [Yine de], verili olan kısmen bu öteye geçmeye düşmandır. Kant Hume’un bunu açıklayamadığı sonucuna varır. Açıklayamamasının tek nedeni, bunun insan doğamızın bir ilkesi olduğu sonucuna varmış olmasıdır. Kant bize, insan doğasının verili doğanın ötesine geçtiğini ve dahası bu doğanın bu öteye geçmeye bağlı kaldığını söyler. Doğanın insan doğasına sunulması nasıl açıklanacak? Hume bunu düşünmüştür ve şöyle der: “bunun nedeni Doğanın ilkeleri ile insan doğası arasında bir uyum olmasıdır”. Bu uyum konusunda epey ihtiyatlıdır. Eğer, belki de burada Tanrıyı yardıma çağırsaydık, böyle olmayacaktı, der. Fakat Hume nadiren Tanrıyı yardıma çağırır. Tanrıyı neden yararına yardıma çağırır. Tanrıya ihtiyaç duymuştur. Şöyle diyebiliriz: bu uyumun var olmasında bu kadar beklenmedik olan nedir? Ama bu noktada, insan doğasının ilkeleri ile Doğanınkilerin birbirine uygun olduğunu söyleyemeyiz, zira ilki, kesinlikle kendisi aracığıyla insan doğasının ötesine geçtiğim ilkelerdir. Doğanın insan doğasına boyun eğmesi gerekecektir.
Hume’un bu yanıtı tutarlıydı, ancak zar zor bilgi
veriyor ve Tanrı fikrine saldıran bir yazardan gelen rahatsız edici bir yanıt olarak kalıyordu. Öyleyse Kant’ın tezi ne olacak? Onun için seçim şansı yoktur. Kendisi (Doğa) tarafından verilenin, bu andan itibaren insan doğasının boyun eğdiğiyle aynı türden ilkelere boyun eğmesi zorunludur ve aksi olamaz. Güneşin yarın doğacağını söylediğimde, verili olduğu kadarıyla güneşin, güneşe dair bilincimin bağlı olduğuyla aynı türden ilkelere boyun eğiyor olması gerekir. Temel bu yüzden psikolojik olamaz. Artık, Kant’a göre ilke verili olanın bilme yetisine boyun eğdiği ilke olmalıdır. Bilme yetisini temellendiren, onu mümkün kılan ilke aynı zamanda da verili olanın aynı bilişsel zorunluluğa boyun eğmesini sağlamalıdır. İlke bu yüzden artık psikolojik olamaz, çünkü o, yalnızca bilginin ilkesi olduğu ölçüde psikolojiktir. İşte Kant’ın paradoksu: temel özneldir, ancak artık seninle ya da benimle ilgili değildir. Özne doğa değildir. Kant’ın transandantal özne dediği şey, kendini ampirik ya da psikolojik özneden ayıran bu öznedir. Çünkü, özne verili olanın kendisini benim gerçekleştirdiğim öteye geçmeye sunmasını açıklamayı mümkün kılacaktır. Bilmeyi mümkün kılan şey, verili olanın bu aynı bilme yetisine sunulmasını mümkün kılmalıdır. Kantçı tarzda, bu bize neyi verir? Saf Aklın Kritiği‘nde, yalnızca ilk baskıda, çok açık olduğu ve okuru yanlışa sürükleyebileceği için ikincisinden çıkarılan yerde nihayet onu buluruz. Bu üç sentez üzerine metindir (2. Kısım). Çokluğun sentezinin üç yanı vardır.
Bu üç yan: görüde kavrama sentezi, hayal gücünde
yeniden üretim sentezi ve kavramda tanıma sentezidir.
Eğer verili olan bilme yetisini mümkün kılanla aynı
türden ilkelere boyun eğmeseydi: “ampirik hayal gücümüz (yani süreç yoluyla bilme yetimiz, bir kurala göre bir temsilden diğerine geçme yetimiz) kendi yeteneklerine uyacak hiçbir şeye sahip olmaz ve böylece zihnin derinlerinde tıpkı kimsenin bilmediği ölü bir yeti gibi gömülü kalmaya devam ederdi”.3
2.3 Saf Aklın Kritiği’nde Temelin Karakteristikleri
Kant’ın üç büyük eseri şunlar: Saf Aklın
Kritiği (bilginin temeli); Pratik Aklın Kritiği (ahlak); Yargı Gücünün Kritiği (yaşam ve sanat eseri). İlk kitap düzeyinde, transandantal öznellik mantıksal bir iddia olarak kalır. Kant bize bilginin bir olgu olduğunu söyler. Matematik ile fiziğin var olması bir olgudur. Bilme yetisinin başarısı bir olgudur. Kant’ın ortaya koyduğu soru şudur: hangi koşulda bilme mümkündür?
Ama olanaklılık koşulları nelerdir? Quad juris (hangi
hakla)? Bu tamamen özgün bir konumdur. Zira bildiğimiz bir olgudur, nesnelerin bilme yetisini yönetenlerle aynı türden ilkelere boyun eğdiği fikrinden kaçamayız. Transandantal öznellik fikri olgu durumundan çıkarsanmalıdır. Transandantal öznelliğin vazgeçilmez olması, [ona?] kendinde bir varlık vermez. (Diğer iki kitap transandantal öznelliğin zenginliğini ayrıntılandırır). Kant’ta, temelin üç karakteristiği vardır: koşullama, yerleştirme ve sınırlama.
1. Temel bir koşuldur. Koşul mümkün kılan şeydir.
Bu yüzden tuhaf bir mefhumdur, zira bilme yetisini ilgilendirir. Bilmeyi mümkün kılan bir ilke vardır. Klasik olanaklılık sorunu tamamıyla anlam değiştirir. Olanaklılık, olanaklılık koşuludur. Klasik filozoflar için, mümkün olan çelişkisiz olandır: kare çember imkânsızdır. Ne onu “içermiyorsa” (şöyle okunur: çelişki içermiyorsa), o mümkündür. Binlerce şey çelişik olmasalar da gerçek değildir. Mümkünlük bu yüzden mantıksal bir mefhumdu ve çelişki içermediği kadarıyla varlık olarak [tanımlanıyordu]. Çelişik olmamak tam da mümkün olanın varlığını kuruyordu. Varoluş sorunu mümkün olandan gerçek olana geçiş olarak ortaya konuyordu. Tanrının anlama yetisinde mümkün olan her şeyin sistemi vardır ve iradenin edimiyle Tanrı belli mümkünleri gerçek kılar (Malebrace, Leibniz ile karşılaştırın). Mümkün olan, varlığın kendisinin imkânı oluyor. Varlığın kendisini koşulluyor. Artık, Kant için mümkün olan ile gerçek olan arasında kuşku götürmez bir süreksizlik vardır. Yüz derece fikri, daima mümkün olarak fikirdir. Fikir nesneyi var olmaya muktedir olarak koyar. Bir şeyin fikri, daima var olmaya muktedir bir şeydir ve var olma fikre hiçbir şey eklemez. Var olma daima fikre dışsaldır: mümkün olandan gerçek olana hiçbir geçiş yoktur. Varoluş bir kavramda verilmez; o [varoluş] ona [kavrama] mekân ve zamanda verilir. Bunlar var olma ortamlarıdır. Kant varoluştaki varlığın olanaklılık koşullarını inceler. Tam anlamıyla var olan şeye dair bir mantık türüyle ilgilenir. Temel kuşkusuz mümkün kılan ilkedir. Ve burada, Kant’ın transandantal mantığı, yani çelişik olmayanın çalışmasını, formel mantığın karşısına çıkarmasının nedenine sahip oluyoruz. Çelişki hiçliktir. Fakat çelişki içermeyenin mantıksal olarak düşünülmesi yerine, Kant olanaklılık koşullarına dayanan bir temel yapacaktır. Temel bir şeyi, başka bir şeyin bu aynı bilme yetisine zorunlu olarak verilmesini sağlayarak mümkün kılar. Temel bir şeyi, başka bir şeyin onu mümkün kılan şeye verilmesini zorunlu kılarak temellendirir. O üçüncüdür. Kant, deneyimin koşulunun aynı zamanda deneyim nesnelerinin koşulu olduğunu söyler. Kantçı fenomen hiç de görünüş değildir. Kant sıklıkla görünüş ile varlığın bir uzlaştırılması olarak yorumlanır. Bu hiçbir şey anlamamaktır, çünkü Kant görünüş/varlık ayrımının ötesine geçmek ister. Fenomen varlığı4saklayacak olan görünüş değildir, fakat belirdiği kadarıyla varlıktır. “Numen” saf düşüncedir ve kendisini görünüş olarak fenomenden gerçeklik olarak değil, fakat beliren varlık ve saf düşünce olan varlık olarak ayırır. Temel, mümkün kılarak temellendirir. Varlığı bilme yetisine vererek mümkün kılar ve bu kendini karşıtlıkta gösterir..
2. Temel yerleştirir. Temel geliştirir. Bir verili olanda,
bir ortamda5temellendiren şeyi koyar. Bilme kesinlikle ortamdadır ve neredeyse bilinenin ortamındadır. Artık, o fenomeni bilir. Bilmenin mümkün kılınmasında, temel bilgiyi fenomenin kaynağına konumlandırır. O, fenomenin bilinmesi olacaktır. Yalnızca fenomenal bilgi vardır. Numen, yani saf düşünce varlığı, bilginin nesnesi değildir. Temellenen şey: bilme, bilmeyle özsel olarak ilişkili olan şey tarafından tam olarak tanımlanmış bir ortamda konumlandırılır. İşte hayret verici bir formül: “bilmek deneyimle başlar, fakat ondan türemez”.6 Kant, ampiristler ile rasyonalistlerin ötesine geçer ya da ötesine geçmiş gibi davranır. İlki için, bilinç yalnızca deneyimle başlar. Kant onlarla hemfikirdir: deneyimden önce, güneş kili sertleştirecek mi yoksa eritecek mi bilemem.7 Fakat ampiristler, bilginin deneyimden türemediğini unutmuşlardır. Deneyimde temellendiren şey deneyimde bildiğimiz şey değildir. Bilmeyi mümkün kılan şey deneyimde verilmez. Bu, bu koşulların transandantal olmasının nedenidir. Ben herhangi bir nesneyi a prioribilmem. Bilmek için deneyimi beklemek zorundayım. Yine de, nesne hakkındaki bir şeyi a prioribilirim: onun mekân ve zamanda olacağını ve belirli koşulları yerine getireceğini, aynı zamanda bilmenin koşullarını ve bilmenin nesnesinin koşullarını. Yani, her nesnenin nedenselliğe boyun eğeceğini, onun bir ve çok olacağını. Fakat koşullar nelerdir? Bir, çok ve nedensellik kategorilerdir. Kant bir kategoriler tablosu yapar. On iki tane kategorisi vardır (mekân ve zaman kategori değildir). Bunlar, her mümkün nesneye atfedilen yüklemler ya da niteliklerdir. Herhangi bir nesneyi a priori bilmem, ancak herhangi bir nesnenin, o nesne ne olursa olsun, zorunlu olarak uyacağı tüm koşullarıa priori bilirim. Temel bilgiye, fenomenin bilgisine imkân tanımalıdır.
3. Temel sınırlandırır. Bilgiye bir sınır dayatır. Bir
şeyi deneyim olmaksızın a priori iddia edersem, böylece bilginin sınırlarının ötesine geçerim. Öyleyse ne zaman böyle bir iddiada bulunulur? Metafizik yaptığımda. Kategorilerin, fenomenler için koşullar olmalarının yerine, bir kendinde nesne hakkında bilgi verdiklerini düşündüğümde. Metafizik, her bir nesnenin nedenselliğe uyduğunu söylemek yerine, nedensellik ilkesinin deneyimden bağımsız bir şeyi bilinir kıldığını düşünür: ruh, dünya ya da Tanrı. İşte Saf Aklın Kritiği‘nin ünlü temaları: metafiziğin bir eleştirisi, onu (bilim insanları gibi) bilimle değiştirmek istediği için değil, onu transandantal mantıkla değiştirmek istediği için. Felsefeyi, bilimin imkânları üzerine bir düşünme yoluyla bilim olarak yeniden yerleştirmek. Bilim fikri bilimsel değildir. Yalnızca felsefi bir analiz bu fikri, bilginin temelini haklı çıkarabilir, tam da ona onun gidemeyeceği şeyin ötesinde temeller vererek.
Bilme yetisinin düşmanı sadece hata değildir. O
içten gelen bir eğilim, Kant’a göre kendi sınırlarının ötesine geçmeye dair bir yanılsama tarafından tehdit edilir. Son kısımda, öyleyse, Kant bize, dünya ve benzerleri hakkındaki sorularımızın yanlış sorunlar olduğunu göstermeye çalışır.
2.4 Kant’tan Sonra Heidegger
Bu üç anlam aynı zamanda, bu anlamda Kant’a
başvururken yanılmayan bir yazarda bulunur: Heidegger (Kant ve metafizik üzerine kitabıyla kıyaslayın). Heidegger için, dünya insan varoluşunun yapısıdır. Dünya mefhumu artık insanın var olma tarzından ayrılamaz. Bu [tarz] aşkınlık ya da aşmadır. “Aşkınlık” kelimesi artık dünyanın dışında ya da üzerinde bir varlığı işaret etmez, bir edimi işaret eder. İnsan varoluşu aşkın olarak var olur. Heidegger aştığımız şey ile kendisine doğru aştığımız şeyi ayırt eder. Aşkınlık öznelliğin özüdür ve hatta o bu kelimeyi [yani özü] aşkınlıkla değiştirir. Aştığımız şey? İnsan bedene vb. sahip olduğu kadarıyla, diğer var olan şeyler arasında var olan bir şeydir. Fakat insan, aşmanın gücü sayesinde, diğerleri gibi var olan bir şey değildir. Ve aşılan şey, var olan şeyin kendisi, yaratılmış olan şeydir.
Nereye doğru aşılır? Dünyaya doğru. Ama bu “-e
doğru” aşkınlık ediminden bağımsız olarak var olmaz. Aşılan şey kuşkusuz yaratılmış [şeylerin] tümüdür, fakat kendisine doğru aştığımız şey öznelliğin yapısı [olarak] dünyadır. Burada Heidegger’in temel ayrımını buluruz: var olan şey ve var olan şeyin Varlığı. Kant dışında tüm filozoflar, Varlığa olan bir şey olarak muamele etmişlerdir. Heidegger onlara serzenişte bulunur, o Varlığa var olan bir şey olarak muamele etmenin metafiziğe özsel olduğunu ve metafiziğin tarihinin Varlığın unutuluşunun tarihi olduğunu söyleyerek gidebileceği kadar ileri gider. Var olan şeyin Varlığı herhangi bir varoluşa indirgenemez, Tanrınınkine bile. Beliren şey Varlığın kendisidir, o kendisinde böylesi her bir belirişin kendini temellenmiş bulduğu şeydir. İnsanın ayrıcalığı kesinlikle var olan şeyi aşmak ve kendisini Varlıkla ilişkiye yerleştirmektir. İnsan Varlığın çobanıdır. Yine de, insan var olan şeylerin ortasındadır.
Heidegger’in ustası Husserl’di. Onunla, bilinç
mefhumu yeni bir anlam kazanır. Artık içsellik olarak tanımlanmaz. Husserl için, bilinç aşma olarak tanımlanır: “her bilinç, bir şeyin bilincidir”. 8 Bu yönelimsellik mefhumudur. Husserl bilinç fikrini, öznellik fikrini yeniden icat edecek ölçüde koruyabilmiş miydi? Heidegger haksız mıydı? Her durumda, Heidegger’in dünyayı düşünmesi bu yeni Husserlci öznellik kavrayışına dayanır. Üçlü temel mefhumu [böylece] açık hale gelir:
1. Aşma yoluyla, insan varoluşu dünyaya neden olur.
Aşma dünyayı kurar.
2. İnsan gerçekliğini bir kurulum olarak al. İnsan,
dünyayı gerçekleştirmesiyle aynı zamanda dünyadadır. Onun tam ortasındadır. Dahası, var olan şeye yatırım yapılır, çünkü “var olan şeyi aşmak için, kişi yine de onun tonuna uyumlanmalıdır”.9
3. Temellendirme güdülenmeyi gösterir. Heidegger
tüm güdülenmenin kendi kökünü aşkınlıkta bulduğu temasını geliştirir. Var olan şeyin, bir aşma edimini varsaymasına dair bir soru ortaya koyar.
4. İşte aşkınlık ile özgürlük arasındaki özdeşlik.
Özgürlük temelin kendisini temellendiren şeydir. Özgürlük temellendirmenin özgürlüğüdür. O 10 gerekçenin gerekçesidir.
Kantçı tez ile Heidegger’inki arasındaki fark nedir?
Benzerliği gördük. Fark özgündür. Kant’ın Heidegger üzerindeki etkisi aşikârdır ve yine de tonda bir değişiklik var. Kantçılığa dair bir yanlış yorumlama yapılmasın diye var. Kant’ın “fenomenleri”, açık ki var olan şeylerdir. O beliren şeydir ve görünüş değildir. Şimdi, niçin Kant fenomen ile numeni karşı karşıya getiriyor? Çünkü Kant, var olan şey ile var olan şeyin Varlığına dair hiçbir kafa karışıklığına sahip olmayan ilk kişidir. İki öznelliğin ilişkisi nasıl düşünülecek? Heidegger ile birlikte, transandantal empirik öznelliğin kendisinin bir yapısı haline gelir. Yalnızca bu özsel yapı haline gelir. Transandantal, aşkınlığa, aşmaya indirgenir. Belki de transandantal öznellik bu yüzden önemini yitirir. Kant’ta bilmeyi mümkün kılıyordu, zira o duyulur nesneleri insanın bilme yetisine sunuyordu. Fakat transandantal özne, fenomeni bu öteye geçme işlemine zorunlu olarak sunmasında aşkınlığı mümkün kılan şeydir. Transandantal özne aşkınlığın kendisinin, kendisine içkin olduğu şeydir. Heidegger ile birlikte aksine, aşkınlık ile transandantal arasındaki ayrım ortadan kalkar. Heidegger ile birlikte onlar, temellendiren şeyin artık temellenenden ayırt edilemeyeceği noktaya kadar özdeşleştirilirler. İşte tüm temelin özgürlük olmasının kökü.
2.5 İkinci Bölümün Sonucu
Temelin hangi [anlamda] üçüncü olduğunu
göstermeye çalıştık. Temellenen şeyin, temelle yalnızca bir ilişkiye girmediğini söylüyorduk. Temel bir şeyi, ona başka bir şey vererek temellendirir. Tüm sorun bu başka şeyin doğasının ne olduğunu bilmektir. Filozoflar arasında öyle görünüyor ki, bir kez temel bulunduğunda, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Kant matematiği ve bilimi temellendirir ve bize yine de bunların birer olgu olduğunu söyler. Onlar temellendikten sonra da aynı kalırlar. Yine de, temel temellendirdiği şeyin mevcut olmasına izin veriyorsa, hangi amaca hizmet ettiğini merak edebiliriz. Aksine, eğer temellendirme bir şeyi değiştiriyorsa, o zaman meseleyi anlarız.
Her temel beklenmedik bir sürprize götürmüyor mu?
Temel beklemediğimiz bir şeye götürmüyor mu? Belki de yalnızca ilk bakışta şeyler Kant’ta aynı kalıyordur. Alquié’nin Descartes üzerine kitabına bakın.11 Ona göre Descartes’ın tüm bir evrimi vardır. Descartes yavaş yavaş matematiksel yöntemin bilgiyi temellendirmeye yetmediğini, hakikaten metafizik bir temelin gerektiğini fark etmiştir. Fakat, der Alquié, bu onu bilim hakkında yarattığı fikri tümüyle ters çevirmeye götürür. Temel arayışı, bu yüzden bizi beklediğimizden başka bir şeye götürür. Biz buna sürpriz ya da ayartma diyebiliriz.
Yine de niçin filozofların bize, temel hiçbir şeyi
değiştirmese bile onu aramamız gerektiğine dair bir izlenim verdikleri sorulmalıdır. Kant’la ilgili sorun. Fakat tam da onunla birlikte, bir ayrım vardır: temellendirmenin işleyişi, bu işleyişte meydana gelen değişimden ayrılır. Temellendirmenin, temellenen şeyin kendisine dair, doğası gereği Kant ile Heidegger’in ona dair fark ettikleri karakteristikleri gerçekten taşıdığını söylemiş olmak, değişimi, “temellendirme nedir?” sorusunu yanıtlamaya izin verecek değişikliği ifade etmeye götürür.
1Bakınız: “Neden ilkesi de, temelin özüyle öz
olmayanın karışmasına izin verir […]. Aşmada serpilen temel özgürlüğün kendisine geri döner veköken olarak özgürlüğün kendisi ‘temel’ haline gelir. Özgürlük temelin temelidir.” Heidegger, Pathmarks, s. 134.
2En bilinen eserleri İnsan Doğası Üzerine Bir
İnceleme ve İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma‘dır.
3Kant, Saf Aklın Kritiği, A100. Bu pasaj, ünlü zincifre
örneğinden hemen önceki pasajdır.
4“L’être” burada bütüncül bir anlama (Varlık)
gelmez, fakat daha ziyade “var olan şey”, yani bir şey anlamına gelir.
5Ya da: arada, ortada.
6Kant, Saf Aklın Kritiği, A1.
7Kant, Saf Aklın Kritiği, A766/B794.
8Deleuze Husserl’in Kartezyen Meditasyonlar‘ının
14’üncüsünü yorumluyor: “dünya yönelimsel olarak bilincin bu evrensel temel hususiyetinden başka bir şeyi işaret etmez: bir şeyin bilinci olmak; bircogito olarak, kendi içinde kendicogitatumuna dayanmak”.
9Bakınız: “Dasein, kendini bulduğunda, varlıklara
aitliğinde, onlar tarafından öyle bir soğrulur ki,onlar tarafından derinlemesine akortlanır/uyumlanır. Aşkınlık, dünyanın, böyle üstün gelen varlıkların aynı zamanda, gösterdikleri/yansıttıkları şeyi istila edip akortladıkları/uyumlulaştırdıkları bir şekilde gösterimi/yansıtılmasıdır.” Heidegger, Pathmarks, s. 128.
10Ya da: Gerekçenin gerekçesi (T.ç.n.).
11Ferdinand Alquié (1906-1985). Kendi Descartçılığı
ile Martial Gueroult’nun Spinozacılığı arasındaki on yıllarca süren polemiği ile ünlü Fransız filozof. Alquié Deleuze’ün ükinci doktora tezi olan Spinoza: İfade Problemi‘ni yönetmiştir. Seminer zamanında Alquié, başlıklarında Descartes’ın adını taşıyan üç kitap ve Descartes’ın temel referans noktası olduğu çok daha fazla kitap yayınlamıştı. Bu da Deleuze’ün referans verdiği kitabın hangisi olduğunu belirsiz kılıyor.