Professional Documents
Culture Documents
Killology 2.6.17
Killology 2.6.17
Gary Owen
çeviren: Hira Tekindor
Rachel O’Riordan’a…
ALAN
Gaz kaçağı mı? diye soruyor adam. Gaz kaçağı olsa bana bildirirlerdi. Kimse bana bir şey demedi.
Mark’a bakıyorum, kafamı sallıyorum, Mark hiç oralı bile değil, telefonuyla ilgileniyor.
Önemli değil, diyorum. O zaman bizi içeri almadığınıza dair şurayı imzalar mısınız?
Tamam o zaman “giriş izni verilmedi” diye not düşüyorum - sonra adamın yaka kartındaki isme
bakıyorum, yazdığımın başına ekliyorum “James tarafından giriş izni verilmedi.” Bir sorun olursa
bilelim n’olduğunu. Çünkü gaz kaçakları ara sıra sorun çıkarabiliyor…
Sonra gülümsüyorum.
Peki bir saniye diyor adam. Bir telefon numarası buluyor, arıyor.
Çalıyor.
Çalıyor çalıyor
Çalıyor çalıyor
Sonra
Telesekretere düşüyor.
Kapıcı
Sanki önce biri milyonlar harcayıp bu hem şehir hem nehir manzaralı mükemmel evi yapmış, sonra
da şerefsizin teki gelmiş bu canım evin her bi’ yerine kova kova bok saçmış.
Sen alıyor musun gaz kokusu? diye soruyorum. Kule olmuş pis tabakları işaret ediyorum başımla.
Bu çürüyen yemekler dışında kokan bir şey yok.
Sen bilirsin, diyorum. Gerçi bence zaman kaybı ama. Salondan çıkıp, antreye doğru gidiyorum.
Kapının önüne geliyorum, kapıyı açıyorum - sonra duruyorum. Dışarı çıkmıyorum. Kapı yavaş yavaş
kapanırken ben hala evin içindeyim. Kapı kapanmadan girişin hemen oradaki tuvalete doğru
gidiyorum.
Tam evin kapısının kapanma sesinin üstüne tuvalet kapısını kapatmayı deniyorum sesler üst üste
binsin diye, ama yeterince hızlı olmadığım için yetişemiyorum. Tuvalet kapısını azıcık aralık
bırakmak zorunda kalıyorum bu yüzden.
Salonda Mark’ı duyuyorum, kapıcıyla boş boş bir şeyler konuşuyor. Kafamdan kamyonete gidip
dedektör almak için gerekecek süreyi geçiriyorum, bir kere… evden çıkıp asansöre varmak çok
uzun sürer. Asansörü beklemek uzun sürer. 7 kat aşağı inmek uzun sürer. Asansörden inip sokağa
yürümek uzun sürer. Kamyonete ulaşmak uzun sürer. Cebimden kamyonetin anahtarlarını bulmak
uzun sürer. O sırada telefon çalar. Acil durum var, bir an önce gelmeniz lazım. Hemen telefonu
kaparım, Mark’ı ararım. Mark’ı arıyorum -
Burayı önceden çalışırken ben hep telefonda aslında bir şeyler söylüyordum, ama şu an mesafeden
dolayı sesimin duyulma ihtimali var diye konuşmuyorum. Mark sessiz bir telefona konuşmak
zorunda yani. O kadar kötü oynuyor ki ama. Bir kere aşırı acele ediyor, telefonun diğer ucundaki
insanın o güya konuştuğu yerler için hiç es vermiyor.
Okidoki mi?
Kapıcıyla Mark salondan çıkıp, kapının önüne geliyorlar. Mark, kapıcıya şehir merkezinde acil bir
durum olduğunu, bir an önce oraya gitmesi gerektiğini söylüyor.
Dibimden geçiyorlar resmen. Kapıcıyla aramda aralık tuvalet kapısından başka bir şey yok, bi’
bakacak olsa bu tarafa, kesin görecek beni, her şey bitecek ama
Bakmıyor, evin kapısı açılıyor. 4 tane bip sesi, kapıcı alarmı kuruyor. Kapanan kapının sesini
duyuyorum, sonra da sürgülü kilit sesini dışardan. Sesleri apartmanda yavaş yavaş yok oluyor.
İçerdeyim.
DAVEY
Babam siktir olup gitti.
Babam kendi mi siktir olup gitti yoksa annem mi ona siktir olup gitmesini söyledi, bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var; Annem hep mutsuz, bütün gün, sabahtan akşama kadar benimle uğraşıp
dır dır dır ağzıma sıçıyor.
Eve gelip anneme anlatıyorum günümü, annem kafa sallıyor sadece, gülümsemiyor bile.
Anne, Babam bana kovboy şapkası aldı, Babam bana dondurma aldı.
Öyle mi yaptı? Senin asıl yeni kabana ihtiyacın var, kaban aldı mı baban?
8. doğum günümden birkaç gün sonra, babam geliyor kırmızı (Escort) minibüsüyle.
Sana bir şey göstereceğim, diyor. Minibüsün arka koltuğunda bir kutu var, kutunun içinde Maisie
duruyor. Tabii daha adı Maisie değil.
İyiymiş, diyorum.
Galiba, diyorum.
Ben tekrar köpeğe bakıyorum. Elimi uzatıp, başına dokunuyorum. Köpek dönüyor ve çok yavaşça
ağzıyla elimi yakalıyor, - ısırmıyor.
Kim gezdirecek?
Ben gezdiririm, diyorum. İki üç gün gezdirirsin sonra bana kalacak, diyor annem. Veterineri
n’olacak? Hastalandığında n’olacak?
Lütfen.
Annem-
Ona hiç baba demem. Hiç fırsatım olmaz demeye. Yaşım her ne kadar küçük olsa da ona orada
Baba demem -
Ona baba demem, orada onu babam yaptı - hiç olmadığı kadar.
Sahilde çalışıyorum bu ara, diyor. Gelip bende kalabilirsin. Köpekler deniz kenarında koşmayı
severler. İster misin, Davey? Gelip bende kalmak ister misin?
Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri kesiliyor. Bütün ev nefesini tutmuş benim vereceğim cevabı
bekliyor. Ben
İnsanları asıl etkileyen şey ama, sizin gibi umut vadetmeyen bir salağın nasıl olup da bu milyonlar
kazandıran ürünü yaratmış olması.
İşin basit bir şimşek çakmasından ibaret olmasını isterler çünkü herkese şimşek çakabilir. Eğer bütün
bunlar bir şimşek çakmasından ibaretse ve o şimsek size çaktıysa pekala günün birinde onlara da
çakabilir. Hiçbir çaba sarfetmeden hem de.
Nedir peki? Size en alakasız ve hatta belki yapılabilir dahi gelmeyen bazı küçük detayların yavaş
yavaş zihinde birleşmesidir -
Yani şimşek değil de sanki tozdan yapılma bir gezegen gibi. Ama kayaları ve toz bulutlarını çeken
güç yerçekimi değil, sizsiniz… Yeteneğiniz… Deli gibi çalışmanız.
Öyle Evraka! diye bir şey yok. Yok öyle bir şey.
Pencereden dışarı bakıyor, şarabından bir yudum alıyor, ucuz bir şarap da değil bu arada, ama
yüzünü buruşturup, ilaç içer gibi yutuyor. Başka şarap da var Baba, eğer istersen, diyorum.
Ne diyeceksin, diyorum.
Eve bakıyor tekrar, evi detaylı bir şekilde incelediğini görmemi istiyor, benim bütün yaptıklarım, diyor
-
- yani, sen çok daha iyi yerlere gelebilirdin. Böyle boş beleş bir adam olmasaydın.
Şerefe, diyorum. Ne kadar tatlı bir düşünce. Hem de doğum günümde - ne kadar nazik!
Bütün ailemi salona topluyorum aile selfie’si çekmek için, sonra da niyetim hepsini yavaş yavaş
uğurlamak, birazdan önemli bir işim olduğunu anlasınlar istiyorum.
Daha o zaman sadece bir tane oyunumuz vardı, iyi satıyordu ama neredeyse diğer bütün dövüş
oyunlarından farksızdı.
Evde çektiğim aile fotoğrafını bilgisayara aktarıyorum, babamın kafasını fotoğraftan kesip, oyundaki
bölüm sonu canavarının kafasına yerleştiriyorum.
Doğum günü gecemi tek başıma, sanal ortamda babamı eşek sudan gelinceye kadar döverek
geçiriyorum.
Olabilecek en vahşi yöntemlerle öldürüyorum onu, sonra tekrar hayata döndürüp daha da vahşi
şekillerde tekrar tekrar, defalarca öldürüyorum.
DAVEY
Davey bana iş programı verildi, o programa uymam lazım, yoksa işten atarlar.
Okulda Sevgililer Günü dansı oraya gitmek istiyorum ben, diye sızlanıyorum.
Okulda hoşlandığım bir kız var. Diskoya gittiğimde kıza nasıl davranmam lazım hiçbir fikrim yok
gerçi ama olsun.
Yapma n’olursun, diyor annem, böyle yapma. Bana bunu yapma Davey.
Ben gülüyorum.
Annem kapıda duruyor, otobüsü kaçıracak diye endişeleniyor
Evde ilk defa benim sözüm geçiyor, kontrol bende, annem de sike sike beni dinlemek zorunda ama
-
- bir anda, annemin ifadesi değişiyor elini çantasına sokup, madem öyle, diyor
Ben hiçbir yere gidemiyorum. Okul gezilerinde de ben hep evde oturuyorum çünkü okul gezileri
ekstra 5 pound.
Oradan ardiyenin üstüne zıplayıp, aşağı kaysam, çöplerin olduğu yere doğru
İşte dışarıdayım. Neyim var neyim yok hepsini bir torbaya koyarım
Ama
- ben de duruyorum.
Gidemiyorum.
Sıkıştım
Çıkamıyorum
Ben buyum.
Kımıldayamıyorum da, sıkıştım kaldım işte, boynum, omuzlarım hep uyuştu ama
Korunmuş hissediyorum.
Sonra, aslında düşününce, camdan eğer alt komşunun ardiyesine zıplasaydım yere çakılabilirdim
Betona yapışabilirdim.
Gece tuvalete gitmek için yataktan kalıyorum, Maisie bu sefer izin veriyor kalkmama
Koridora çıkıyorum
Duruyorum.
Odası
Atmaya da kıyamıyor
Yere fırlatabilirim.
Bi başınasın.
PAUL
Bilgisayarın başında bütün gece oturup, babamı korkunç şekillerde öldürmek bir şeyi fark etmemi
sağladı.
Bütün sanat eserlerinin temel ilkesi şudur: “içimi şişirme, sadete gel.” Ama bizim o çok satan biricik
oyunumuzun sorunu neydi, işte bir türlü sadete gelemiyordu.
Bizim oyunculara tek sağladığımız şey bir kaç değişik yumruk ve tekme hareketiydi ama aslında
insanlar boyun kırmak, boğaz kesmek, ve şakır şakır kan akıtmak istiyordu.
Dövüş, kavga üzerine bir oyun değil, öldürmek üzerine bir oyun.
DAVEY
12 yaşına geldiğimde artık eve kilitlenmiyordum. Dışarı gönderilip duruyordum.
Senin işin gücün yok mu, git arkadaşlarınla oyna, kafamı şişirdin sabahtan beri.
Diğer çocuklar.
Büyük çocuklar.
12 yaşındaysanız eğer, 15 yaşında biri size süper güçleri olan biri gibi gelebilir.
12 yaşındaki kaslarınızı istediğiniz kadar sıkıp direnseniz bile, 15 yaşında biri tek eliyle, sizin iki
elinizi birden yakalayabilir, boşta kalan diğer eliyle de istediği kadar ağzınıza sıçabilir.
15 yaşındaki çocukların süper güçleri olabilir evet, ama onlarda olmayan bir tek şey vardır, o da
vicdandır.
Anneniz hadi çık dışarı oyna, biraz temiz hava al diyerek sizi dışarı gönderirken, aslında sizi süper
Anneniz hadi çık dışarı oyna, biraz temiz hava al diyerek sizi dışarı gönderirken, aslında sizi süper
güçleri olan psikopat çocuklar tarafından yönetilen sokaklara gönderiyordur.
Kısa boylu bir şerefsiz. Boy pos yok belki ama sadistlik diz boyu. İşkence yapabilir, canınızı
yakabilir, sizi küçük düşürebilir, eğer karşılık verecek olursanız da, bana böyle davrandığını
abilerime söyleyeceğim der. Ve işte bu cümle kıyametiniz olur.
Bir gün okulda, spor dersinde, koşu yarışı vardı, Eddie de yarışı kazanacağına karar verdi:
siktiğimin cücesi. Hepimiz yapılması gereken şeyi yaptık tabii; bu piçin yarışı kazanmasına izin
verdik.
Ama bir çocuk vardı, Joseph, öğretmenler çocuğun çok hızlı konuştuğunu tespit edip, ilerde bir atlet
olabileceğine inandılar. Büyüdüğünde eyaletler arası yarışlara katılabileceğini düşündüler. Çocuğu
teşvik ediyorlardı yani. İyi de yapıyorlardı bence.
Ama o kadar çok teşvik ettiler ki, Joseph gaza gelip bu yarışı ne olursa olsun kazanmasına
gerektiğine inandı.
Ve Joseph koşabildiği kadar hızlı koştu, yüzlerce metreyi birkaç saniyede tamamladı. Eddie de o
kısa bacaklarıyla koştu koştu koştu, ama Joseph’den birkaç dakika sonra yarışı anca bitirebildi.
Sınıfın geri kalanı daha başlama çizgisinin oralarda küçük adımlarla koşar gibi yapıyordu. Ne
zaman Eddie’nin yarışı bitirdiğine emin oldular, o zaman koşmaya başladılar.
Ama Eddie delirdi. Öğretmenlerin, Eddie’ye gümüş madalya takarken, mükemmel yarıştığını
söylemesi Eddie’yi daha da delirtti.
Ertesi akşam, Eddie’nin abileri, Joseph’i parkta sıkıştırıp, çocuğun sağ ayağına uzun bir demirle
defalarca geçirdiler. Üç yerinden kırıldı ayağı.
11 yaşında, Joseph.
Bir akşamüstü, eve dönüyorum parkın içinden geçerek, ilerde Eddie Randall ve arkadaşlarının tam
yolumun üstünde bir çöp tenekesini ateşe verdiklerini görüyorum.
Ne var? diyor.
Ani korkularda çok saçma bir şey oluyor: göt iyice büzüşüp kilitleniyor, ama sik kaslarınız bi anda
bırakıveriyor kendini, sizin de altınıza işememek kendinizi için iyice sıkmanız gerekiyor.
Kulaklığımı çıkarırken derin nefesler alıp, ben de ona Ne var? diyorum.
Komik olduğunu mu sanıyorsun? Benim dediğimi tekrar ediyorsun? Taşak mı geçiyorsun benimle?
Hayır, diyorum.
Haklı.
Sonra
Yere yapışıyor, elini burnuna götürüyor, parmakları arasından kanlar akıyor. Bana bakıyor yattığı
yerden, inanamıyor.
Eddie’nin arkadaşları gülmekten geberiyorlar. Herkes ister çünkü böyle küçük artist piçlerin
havasının söndüğünü görmeyi. Özellikle de onunla arkadaş olmak zorunda kalan bu zavallı götler.
Eğer abilerini gönderirsen, aynen böyle olur işte, hayatımızın sonuna kadar, ne zaman seni
görsem, aynen böyle olur. Beni her gördüğünde, işte böyle canın yanar. Ben her zaman senden
daha büyük olacağım, ben her zaman senin canını yakabileceğim, ve hiç ama hiçbir zaman
durmayacağım, diyorum.
Kulaklığımı takıyorum.
O gece saat 4’e kadar uyumuyorum, annem sabah 7’de uyandırıyor beni, yarrağı yiyeceğim
okulda.
Sonra pazartesi.
Eddie okulda - ama tek kelime etmiyor. Bana doğru bakmıyor bile. Salı da aynı şekilde. Bu
konunun kapandığını, artık Eddie’nin herhangi bir şekilde bana bir şey yapmayacağını düşünürken -
Salı gecesi.
Konuşmalar duyuyorum.
Merdiven çıtırtısı.
Kımıldamıyorum.
Hadi çık.
Neyin var, diyor annem. Başım ağrıyor, diyorum. Çünkü her an gerçekten ağrıyabilir.
Haklısın, diyorum. Salağım ben işte böyle. Biliyorsun ne kadar salak olduğumu. Bir de zaten
ödevim var.
Anne beni dışarı gönderme, eğer gönderirsen bu piçler beni öldürecekler - demiyorum.
Çünkü annene söyleyemezsin sokakların ruh hastası kaynadığını, her akşam eve sağ salim
dönmenin tamamen şans eseri olduğunu.
Ne peki?
PAUL
Hakkını yemeyeyim, babam bana bir yığın şey sağladı, çok önceden.
Hatırlıyorum, küçükken ben, babam her zaman bana senin yapamayacağın şey yok Paulie, derdi.
Ne istersen yapabilirsin.
Bir keresinde, 7 yaşında mıydım ne… Bir dağ evine gitmiştik tatile, herkes uyuduktan sonra babam
beni uyandırmıştı, sessizce kulübeden çıkmıştık mataralarımız ve el fenerleriyle, ormana gitmiştik,
porsuk görürüz belki diye, ya da baykuş, ya da kurt, ya da işte herhangi bir şey.
Bir tepenin üstüne çıktık. Bana dedi ki, gökyüzü sence nasıl, Paulie? Ben de dedim ki - havada.
Evet, dedi, doğru ama okulda size ne öğrettiler gökyüzüyle ilgili, gece gökyüzüyle ilgili. Ben - büyük,
dedim. Evet doğru, büyük, dedi babam - başka? Ne diyor öğretmenler okulda gökyüzüyle ilgili?
Ben gerilmeye başlamıştım çünkü halihazırda iki yanlış cevap verdim, yine beklediği cevabı
veremezsem sinirlenecek diye o kadar korktum ki, korkumdan sadece, bilmiyorum Babacığım, çok
çok özür dilerim, bilmiyorum dedim.
Babam fenerini kapadı. Gece çöküverdi üstümüze. Gece, gökyüzünün karanlık olduğunu söylerler,
dedi babam. Peki gerçekten karanlık mı?
Yukarı baktım. Ay yoktu, hiçbir şey yoktu. Evet Babacığım, dedim, kapkaranlık.
- yıldızlar belirmeye başladı gözlerimin önünde. Önce birkaç tane en parlak olanları, ama bakmaya
devam ettikçe daha çok yıldız, daha çok yıldız, her yerdeydiler. Elmas parçaları gibi.
Doğru değil tabii ya, dedi babam. Karanlık olduğunu söylerler ama işin aslı karanlıktan daha çok
aydınlık vardır. Daha da müthiş bir şey söyleyeyim mi?
Aslında karanlık diye bir şey yok bile. Hepsi aydınlık. Her yerde yıldızlar var, her tarafta,
gökyüzünün her bir noktasında. Neden karanlık görünüyorlar biliyor musun, çünkü yıldızlar çok
uzaktalar, ışık da zamansızlıktan henüz bizi bulamadı. Ama bulacak. Ve bir gün gökyüzü hep
aydınlık olacak, baktığın her yer ışık olacak.
Bu dedikleri ne anlama geliyor hiçbir fikrim yoktu. Ama kulağa müthiş geliyordu.
Sımsıkı sarıldı sonra bana… elini hatırlıyorum, benim elimi kavramıştı, yamaçtan aşağı inmiştik el
ele. Tökezlerdim ama hiç düşmedim çünkü ayağım bir dala filan takılsa beni havaya kaldırır,
yolumuza devam ederdik.
Gittiğim inanılmaz pahalı özel okulumda ne zaman canım sıkılsa, dersten öylece çıkar, okuldan
giderdim. Bi arkadaşın evine gidip saatlerce Kirpi Sonic oynardım. (ya da Bi arkadaşın evine gidip
saatlerce bilgisayar oyunu oynardım.)
Öğretmenler “okumazsan ne olacağını sanıyorsun, okumazsan neler olur biliyor musun” gibi şeyler
dediklerinde ben sadece gülerdim.
DAVEY
Eddie ve arkadaşları dışarıda toplanmış. Eddie tam bizim kapının dışında duruyor. Gülüyor. Biraz
olsun insana benziyor gülümsemesiyle.
Bir an için aldanıyorum. Benden özür dileyip, arkadaş olmak isteyeceğini düşünüyorum. Böyle belalı
çocuklara aslında boyun eğmeyip kafa tutmak lazım ama daha önce Eddie’ye benden başka kimse
kafa tutmadığı için, en sonunda aklının başına geldiğini, düşünüp taşındığını, ve değişmeye karar
verdiğini hatta benim ona bu yaptığı piçliklerden, adiliklerden nasıl kurtulacağını öğretmemi
isteyeceğini düşünüyorum.
Maisie parka doğru koşmak istiyor, o kadar sert zorluyor ki neredeyse tasması elimden kayacak.
Pes ediyorum, Maisie’nin beni bir basamak indirmesine izin veriyorum, sonra bir basamak daha,
bir basamak daha, sonra yürümeye başlıyorum, kendi rızammış gibi. Yanımda Eddie, arkamda
abileri, yürüyorum.
Annemin yüzünde bir ifade var; sanki her an aklına bir şey gelecekmiş de bir türlü gelmiyor gibi.
Ben anneme bakıyorum, hadi anne geçir ayağına terliğini çık evden gel tut beni, sen gelirsen bir
şey yapamazlar bana, hala beni kurtaracak zamanın var diye düşünürken
Bunu diyip
Bir tanesi bir eliyle çirkin ötesi bir pit bull tutuyor.
En büyük abi, kimse onu adıyla çağırmaz bu arada, herkes ona “Lanet” der, elinde uzun, ağır, pas
kırmızısı, kan kırmızısı demir bi çubukla bekliyor.
Yine götümün büzüştüğünü ama sik kaslarımın gevşediğini hissediyorum, ağzım kuruyor
Tamam, tamam, demek istiyorum, yapmayın n’olur durun, ben bunu kaldıramam, yapamam bunu
demek istiyorum
Ve -
Diyorum.
Ben ağlıyorum.
Bir saniyeliğine, sesim titremeden, bir şey yok kızım, iyiyiz, her şey yolunda, diyorum.
Bir saniyeliğine, kendim oluyorum, çünkü olmak zorundayım, Maisie’yi rahatlatmam lazım.
Öyle bir gülümseme yerleşiyor ki yüzüne, asla uyanmadığım bir kabus gibi.
İşte -
Eee?, diyor.
Sonra da -
Tamam, diyorum.
PAUL
Yani Killology sadece ama sadece öldürmeyle ilgili. Diyelim birini öldüreceksiniz, tabancayla
kalbinden vurdunuz, kısa ve acısız - yine puan kazanırsınız. Ama diyelim karnından vurdunuz, acı
çeke çeke ölüyor yavaş yavaş - o zaman 100 puan! Ya da mesela kafasına bir torba geçirip, bi
çekiçle parmaklarına, ayak parmaklarına vuruyorsunuz diyelim, havasızlıktan boğulurken bir
yandan da kan topluyor bütün parmakları mesela - hah bu 1000 puan. Bi de üstüne bölüm sonu
zafer dansınız için yeni hareketler kazanıyorsunuz.
İnsanlar hep soruyorlar; bu kadar manyak, bu kadar eğlenceli ölüm çeşitleri nereden aklına geliyor.
Hepsini biz bulmuyoruz tabii. Bir topluluğumuz var. Hatta Killology 2’de oyunculara oyunda
değişiklik yapma imkanı da sunduk. Pek çok yeni içerik tamamen oyunumuzu oynayan insanlar
tarafından geliştirildi bizzat. Birçok insanın Killology’nin imzası saydığı “altın duş” mini oyunu bir
oyuncumuz fikri mesela.
Aranızda bilmeyenler varsa anlatayım - yavaş, acılı bir ölüm anı yaratıyorsunuz önce. Diyelim bir
kıyma makinesi var, makineye önce kurbanınızın ayaklarını sokuyorsunuz. Bu altın duş mini
oyununu başlatmak için de kumandanızı böyle sik hizanızda tutmak gerekiyor. Ekranda bir çiş
çubuğu beliriyor, sizin çişiniz bu, siz de bu çişi kurbanınızın suratına denk getirmeye çalışıyorsunuz.
Tabii bu sırada kurban deli gibi acı çektiği için kıvranıyor, ama bir yandan da sizin çişinizden
kaçmaya çalıştığı için daha çok acı çekiyor, oyunun amacı da çişi olabildiğince uzun süre kurbanın
yüzüne isabet ettirmek ama en yüksek puan için ağzıyla gözlerine isabet ettirmek gerekiyor.
Dahice, korkunç ve kara mizahın son noktası. Oyuncularımızın en sevdiği üçlü. Bombay’lı bir çocuk
buldu bu mini oyunu. Her Killology satışından yüzde 0.0025 alıyor şimdi. Bütün kardeşlerini
okutuyor o parayla.
DAVEY
Maisie direnmiyor daha fazla. Öylece yatıyor yerde kımıldamadan, ağlıyor, bu sırada pitt bull
Maisie’nin sol arka bacağını koparmaya çalışıyor.
Evet, diyorum.
Sonra kendi köpeğinin başına gidiyor, demir çubukla bir iki dokunuyor köpeğine.
Bana bakıyor.
Şimdi yapılacak en merhametli hareket, bu iti öldürmek olur, diyor “Lanet” abi.
Yapamam, diyorum.
“Lanet” abi çöküyor Maisie’nin yanına. Bıçak çıkarıyor. Boynunun üstündeki deriyi çekiyor.
Gereğinden fazla sert çekiyor. Deriyi kesiyor bıçakla. Omurgasına sokuyor bıçağı.
Maisie ağlamıyor artık.
Bi sokak köpeği geldi, Maisie’ye saldırdı, öldürdü diyince, annem hemen polisi arıyor.
Polis gelip ne olduğunu soruyor. Bi sokak köpeği geldi, Maisie’ye saldırdı, öldürdü, diyorum.
Gözetmenlerden biri Bayan Stroud (bu bay bayan bana çok kıl geliyor çeviri oyunlarda) yanıma
geliyor, iyi misin Davey, diyor?
İyiyim, diyorum.
Dün gece olanları duydum, diyor, çok üzgün olduğunu tahmin edebiliyorum.
Çünkü Bayan Stroud melek gibi bir kadın. Hiç korkmuyorum çünkü ondan. Hiç.
PAUL
Babama parasını nasıl kazandığını sorsanız, “sanayi”, der.
Sanayi denilen şey varken tabii bir zamanlar. 70’ler filan mıydı? “Sanayi” Hatırladınız mı?
İşin aslı, babam bi ofiste çalışmıştı. Bi petrol rafinerisi ofisinde. Yani mavi yakasının tek nedeni
tamamen bi moda tercihiydi, başka bi şey değil.
Rafineride, bütün bu petrol arıtma işlemini yapan devasa reaktörler vardı. Arada bir de bu
makinelerin temizlenmesi gerekiyordu. Temizlemek için de bu makinelerin içine girmek
gerekiyordu. Bütün o kimyasallar, o duman, bütün o leş şeylerin içine. Aklı başında hiçbir işçi kabul
etmiyordu bu görevi, çünkü aynı zamanda çok da tehlikeli bir işti.
Bu yüzden bir tane geri zekalı aldılar işe. O zaman böyle derlerdi bu işi yapana, şimdi daha nazik
şeyler diyorlar.
Bu geri zekalıya paspas, kova filan verip, dımdızlak gönderiyorlar makinanın içine.
Bir yıl, temizlik sonrası, bu tatlı, zararsız, sevecen geri zekalı makinanın içinden bi çıkıyor ama bi
bakıyorlar resmen ciğerleri de burnundan çıkmış.
Daha önce başkasına da olmuştu böyle, olan şeyler yani, önümüzdeki bahar temizliği için hop yeni
bir geri zekalı bulurlar.
Şirket sahipleri de babama bu işlerin hep böyle yürüdüğünü, eğer işi bulandıracak olursa kıçına
tekmeyi yiyeceğini söylüyorlar.
Babam işleri bulandırmayı seçiyor. Çünkü onun için, yapılması gereken bu.
Bir ay sonra, babamı işten attılar. Sendika başkanı olarak yaptığı şeyler yüzünden değilmiş, yani
güya, ama söylenen sebep bu; şirket küçülme kararı almış, babamın pozisyonuna da artık gerek
kalmamış.
Babam da bu gereksizliğini, kendi şirketini kurmak için kullanıyor, kimyasal reaktörleri temizleme
şirketi kuruyor. Ama tabii zavallı adamları, ellerine sadece paspas ve kova tutuşturup göndermiyor
makinelere, yanlarına bi de solunum cihazı ve koruyucu giysi temin ediyor.
Pahalı ama aleyhine dava açılıp eşek yüküyle para kaybetmekten daha makul. Bu yüzden artık
hiçbir şirket işleri ucuza getirmeyi seçmiyor. Hepsi paraya kıyıp, işi olması gerektiği gibi yapıyor.
Babam sayesinde.
Kendi yarattığı bu iş sayesinde milyoner oluyor. Gittim babama sordum - Baba, nereden aklına
geldi bu sanayi gündelikçisi? O adamın ailesine gidip şirkete karşı dava açmasına yardım ettiğin
zaman mı aklına geldi bütün bunlar?
Yoksa daha önce miydi bundan?
Babam gülümseyip - bak oğlum, ben dünyayı daha iyi bir yer haline getirdiğim için zengin oldum,
işçiler için daha güvenli bir çalışma ortamı yarattığım için. Bütün mesele bu, diyor.
Sonra hatırlıyorum.
Daire kapısınını tam dışında, apartmanda bi ses duyuyorum. Biri ıslık çalıyor.
ALAN
Merhaba.
PAUL
Siktir.
ALAN
Gazı kontrol etmeye geldim.
PAUL
İçeri nasıl girdin?
ALAN
Gaz kaçağı var dendi. Telefon ettiniz.
PAUL
Kimseye telefon etmedim ben.
ALAN
Zaten biz de gaz kaçağı bulamadık.
PAUL
O elindekiyle (ingiliz anahtarı) n’apıcaksın?
ALAN
Göstereyim.
İlk darbe onu direkt bayıltır sandım. Ama - ayakta kaldı - yalpaladı -
PAUL
Bence siz gaz şirketinden gelmedi…
ALAN
Ve bayıldı.
PAUL
Kendime geliyorum - bağlanmışım.
Ben bağlıyım o da bir bilgisayarın başında kambur oturuyor - iki işaret parmağıyla bir şeyler yazıyor
- yandan görüyorum, kaşları çatık, bir şeye konsantre olmuş, o sırada hatırlıyorum -
ALAN
Derin bir nefes sesi duyuyorum. Sonra fısıltıyla söylenen bir “hassiktir”. Ona doğru bakıyorum.
PAUL
Onu nereden tanıdığımı hatırlıyorum. Sonra da başımın ne kadar büyük bir belada olduğunu
anlıyorum.
DAVEY
12 yaşında, o dünyanın en tatlı öğretmeninin kafasına sandalye geçirdiğim zamanlarımı görseydiniz
eğer, sonraki 3 yıl boyunca yaşadıklarımı kolaylıkla hayal edebilirdiniz. 15 yaşındayım, çift yönlü
yolda, altımda 7 yaşındakilerin bindiği aptal bisikletle ilerliyorum. Çift yönlü yolda bisiklete binmek
normalde yasak ama tabii 7 yaşındaki bi çocuktan bisiklet çalmak da yasak. Çok da sikimde.
Sonra arkamda bir motor sesi; bakıyorum, kocaman bi minibüs zıplaya zıplaya geliyor. Beni
görünce diğer şerite geçiyor. Aceleleri olmalı. Ben de
Sonra… hala onların tam önündeyim - acaba en yavaş ne kadar gidebilirim ve dengemi
koruyabilirim testi yapmaya karar veriyorum.
Arkamdaki minibüs bu sefer de diğer tarafıma gelip beni geçmeye çalışıyor. Ama hiç şansı yok. Yine
önlerine kırıyorum, farları arkamdan bi vurmuş kendi kocaman gölgemi görüyorum asfaltın üstünde.
Ben yine onların önüne kırıyorum, bi sağ, bi sola, hiçbir şekilde beni geçmelerine izin vermiyorum.
Arkamı dönüyorum.
- ve farlar sönüyor.
Tanımıyorum onları, tanımam da gerekmiyor zaten. Ama orospu çocuğu oldukları her hallerinden
belli.
Ön koltukta oturan, yayılmış koltuğa, elinde içki şişesi, ayaklarını uzatmış ön cama doğru.
Arayı birkaç metre açıyorum ama minibüs motorunu çalıştırıyor, o da hızla arkamdan geliyor, ben
bütün gücümle pedal çeviriyorum, yine arayı açıyorum biraz, biraz daha hızlanabilirsem aslında
ilerde sokaklar var, park etmiş arabalar var, onların arasına girip saklanabilirim, derken
Sonra bir anda çok sert, çok hızlı bir şekilde yere çakılıyorum. Yüzüm bir çukura giriyor. Ağzım kum
dolu, asfalt da bozuk, her taraf küçük küçük taş içinde, belediyemiz sağ olsun.
Ağzımdaki kumu tüküreyim derken, iki-üç tane de diş tükürüyorum, kırılmışlar, biraz önceki kafayı
yola çakma eylemim sağ olsun.
Minibüs, yerdeki bisikletin üstüne çıkıyor. Arka teker zaten gitmişti. Jantta plastik elmaslar takılı,
sokak lambalarının altında onlar parıldıyor. Çok şirin. Gerçekten.
Minibüs bana doğru hızla geliyor. 7 yaş bisikleti çatırtılar ve çığlıklar eşliğinde minibüsün altında yok
oluyor.
Sinir sistemim kapatıp açıyor kendini, sağ ayağımdan bana 10.000 yeni mesaj var, mesajların
tamamı da şunun çeşitleri: siktir, hassiktir, hay sikiyim, çok acıyor laaan.
Bacağımı asfalttan kaldırıyorum, kalçam kalkıyor, diz de tamam ama tam ayağa kalkacakken
baldırım… bırakıveriyor kendini ve topuğumun üstüne düşüyorum yine, o sırada biraz daha fazla
süpergüç geliştiriyorum ve bacağımın acısını kusmuğa dönüştürüyorum, asfalta doğru ağzımdan
püskürtüyorum, sonra yerde kıvrılıp ağlamaya başlayacakken
Yolun kenarındaki kaldırıma kadar emekleyip, bir yandan da kırılan ayağımı çekmem lazım.
Dünya, değil, diyor. Ama eğer yaşamak istiyorsan başka seçimin yok.
O kadar.
Gözlerimi açıyorum.
Bu zamana kadar dünya hakkında öğrendiğim her şey bana bu gecenin hayatımın en kötü gecesi
olacağını söylüyor.
Yoldan çekiyorlar beni. Minibüsün arkasına koyuyorlar. Bi tane bebek koltuğu var, başımı ona
yaslıyorum, köpek çizimleri/resimleri var üstünde.
Benimle eğleniyorlar.
Öyle bi eğleniyorlar ki, dakikalar ömür boyu geliyor; daha birkaç saat oynayacaklar benimle belli ki,
dayanmam lazım.
Ben de diyorum ki -
ALAN
Cenazeye geç kalıyorum, en arka sıraya sıvışıveriyorum.
Aslında cenazeden sonraki servise katılmayacaktım ama katıldım çünkü yapacak daha iyi bir şeyim
yoktu.
Tabureden kayarak kalktı, insanları ite kaka geçti yanlarından, geldi kollarını omuzlarımın üstüne
atarak sarıldı.
Eve gitmek istemediğini söyledi, benim de benim eve kadar yürüyecek halim yoktu.
Barda oturduk.
Saatlerce içtik.
Ve Davey bizim başımıza gelen bir şey oldu. (Davey bizim içimizden çıkan bir şey oldu. Davey
bizim kaderimiz oldu - sonuncu daha güzel galiba)
Sırt üstü uyanıp yanıma bakıyorum, Carole yanımda, kollarım onun etrafında, sıcak ağırlığı
üstümde, onun da kolları benim etrafımda.
Gözlerimi yarım açtığımda Carole’ın saçları eskisi gibi, kına kızılı. Ve sigara kokuyorlar. Oda da,
Davey’i yaptığımız oda. Sonra -
İşte.
İşte.
Carole yanımda.
Kollarımdan kurtuluyor,
Carole duruyor.
Yapamazsın.
DAVEY
Annemin odasının görüntüsü, aralık kapıdan.
Özür dilerim.
ALAN
Birkaç nazik insan bi akşam Carole’ın kapısını çaldılar.
Onu dinlediler.
Fark ettim ki -
Fark ettim ki -
DAVEY
Uyanıyorum, bi bakıyorum Maisie ayak ucumda kıvrılmış yatıyor.
ALAN
Tanrım…
DAVEY
Tam uyanmamış olsam da bunun doğru olamayacağını biliyorum.
ALAN
Ohhhh (çok şükür)…
DAVEY
Çünkü Maisie öldü, ve hiçbir zaman onun yaşadığı zamanlara geri dönemeyeceğim.
Nefesini hissediyorum.
Kafamın içindeki ses uzanıp Maisie’yi sevmemem gerektiğini söylüyor çünkü eğer seversem
tamamen yok olacak, ama
Aşağı bakıyorum.
Baya şeker bir kız giriyor içeri, maviler içinde. Bana diyor ki, tekrar hoş geldin yaşayanların arasına.
Ağrın var mı?
PAUL
PAUL
Babamın 60. doğum günü için bütün ailemi toplayıp Mısır’a götürüyorum. Çöllere gidip, Piramitleri
göreceğiz.
Babamın Piramitleri hep görmek istediğini biliyordum, bunun için parası da vardı aslında ama hiçbir
zaman o parasını kayda değer şeyler için harcamadı.
Çölün ortasında, üst üste dizilmiş o… taşlara bakıyoruz ve babam, düşünsenize bi, diyor.
Bu şeyleri inşa ettirmek için emir veriyorsun, yaptırıyorsun, sonra ölüp gidiyorsun ama onlar sen
öldükten 1000’lerce yıl sonra bile dimdik ayaktalar.
Diyorum ki: yeni bi oyun değil. Halihazırda olan bi online oyunun farklı bir versiyonu.
Demek öyle.
Ben deliriyorum.
Sen zengin bi adamın çocuğu olarak geldin bu dünyaya. Bu büyük bir başarıydı zaten. Bu başarı
sana sunuldu.
Eve dönüyoruz jiple. Araba takla atıyor. Benim bileğim kırılıyor ama iyiyim.
Kaburgalarında çatlak var, köprücük kemiği çatlak, kalça kemiği, kolları kırık.
Doktora soruyorum, nerede vardır yeterli ekipmanlar, nereye götürebiliriz, doktor da diyor ki: eve.
20 dakika sonra ofis beni geri arıyor. Telefonu kapattıktan sonra oradan birileriyle konuşmuşlar,
babamı bir şekilde eve götürmenin yolunu bulmuşlar. Uçak eğer daha alçaktan uçarsa basınç için
sorun olmazmış ama bu durumda çok daha fazla yakıt harcaması gerekiyormuş. Bildiğimiz yolcu
uçakları bunu yapmayacağına göre kendi uçağımızı kiralamaktan başka çare yok. Uçak kiralamak
için bok gibi para lazım.
Haftalardır hastanede, bu iyileşme süreci de çok sancılı, babam da berbat bir hasta ama en
azından iyiye gidiyor.
Gazeteciler ısrarla röportaj yapmak istiyorlar, önce baya bi geri çeviriyor ama sonra kabul ediyor.
Seni kurtarmak için başka bi çare yoktu, diyorum. Bu rakam seni hayatta tuttu.
Bir insanın hayatı için bu kadar para harcamak inanılır gibi değil, diyor babam.
Ne yapsaydım, diyorum, bıraksamıydım seni oralarda?
Bizim zamanımızda, diyor, dayanışma diye bir şey vardı. Sen dayanışma ne demek biliyor musun?
Bilmiyorsundur.
Dayanışma, birlik olmak demek. Biz ayrılmadan, en karanlık günlerde bile birbirimizin yanında
olurduk, el ele.
Ama sen bu akıl almaz parayı beni kurtarmak için harcadığın zaman
ALAN
Bir topluluk buldum.
Tamamen farklı farklı tanımadığın insanlardan oluşuyor, hayatının en karanlık anılarını anlatıyorsun
Hayatından - herhangi birini kaybetmiş herkes için çeşit çeşit forum sayfası var.
Ailesini kaybedenler,
Sevgililerini kaybedenler,
Çocuklarını kaybedenler.
Sonra da soruyorlar, bütün bu karanlık şeylerin bir etkisi olmuş olabilir mi?
Özellikle de savaşta askerlerin kullandığı tüfeklerle ilgili. Şu eski usul tüfekler hani, doldurmalı,
barutu koyuyorsun, sonra üstüne mermiyi yerleştiriyorsun.
Savaştan sonra toprağın altında bir sürü tüfek bulunmuş. Hepsi de dolu tüfekler. Mermiler teker
teker konmuş tüfeklere ama hiç biri ateşlenmemiş.
Askerler silahlarını doldurup, omuzlarına dayarlarmış, ateş edecek gibi yaparlarmış - ama
etmezlermiş. Savaşın bütün o karmaşası ve gürültüsüyle kimse gerçekten ateş etmediklerini
anlamazmış.
Çünkü bir insanın canını almaya karşı içgüdüsel bir tepki vardır.
Bu içgüdü kalbimizdedir.
PAUL
Evet, Killology tartışmaya açık bir oyun. Zaten sınırları ortadan kaldırdığınız hangi olay tartışmaya
açık değil ki? Kölelere özgürlük? Neee, ekonomi çöker. Ama ekonomi çökmedi. Kadınlara oy hakkı?
Ama o zaman kadınlar - sadece kadınlara oy verir! Ama işte, gördük ki vermiyorlar. Gayler
evlensin? - Allah çarpar! Hem göt sikiyoruz hem evliyiz ama kimse kimseye çarpmadı henüz.
İnsanları bıraksak, kendi kazandıkları parayla satın aldıkları bir bilgisayar oyununu doya doya
İnsanları bıraksak, kendi kazandıkları parayla satın aldıkları bir bilgisayar oyununu doya doya
oynasalar mı şu kısa ömürlerinde?
Dün-ya-da olmaz.
Eğer bu hiçbir şeyi anlamaya çalışmayıp her şeye karşı çıkan insanlarda, Killology’i oynayacak mide
ve o ince zeka olsaydı, oyunun sadece bir oyun olmadığını, aynı zamanda bir ahlak dersi olduğunu
görürlerdi. Seçimlerinizden, hareketlerinizden doğan sonuçlarla yüzleştiriyor çünkü sizi bu oyun.
Birçok oyunda, birini vurursunuz, ölür, sonra da gidip başkasını vurursunuz. Killology’de,
kurbanınıza işkence yaparken, size yalvaracaklar, özür dileyecekler, onlar deli gibi kan
kaybederken siz de gerçek acıyı izleyeceksiniz.
İzlemek zorundasınız. Çünkü eğer ekrandan kafanızı çevirirseniz sensörler bunu fark ediyor, puan
kaybediyorsunuz.
ALAN
Ordular hakkında sayfalarca yazmış. Erkeklerin nasıl askere dönüştüğünü yazmış. Askerlerin bu can
almaya karşı oluşan içgüdüsel tepkiyi yenmek için nasıl teknikler geliştirdiklerini yazmış.
Şimdi, her yeni savaşla birlikte, gitgide daha çok asker birbirini öldürmeye çalışıyor.
Pratik yaparak.
Öyle tarlalarda samandan yapılma hedeflere ateş etmektense, artık dumanlar ve patlamalar
arasında bir binadan diğer binaya koşuyorlar, çığlık çığlığa, diğer askerler üstlerine gerçekten ateş
ederken.
PAUL
İnsanlar gelip, ama Paul, Bay Thompson, Paulie
Ben de diyorum ki -
Bu bir oyun.
Ve eğer oyun ve gerçek arasındaki farkı bilmiyorsanız, zırdelinin önde gidenisiniz zaten. Topluma
karşı da tehlike teşkil eden şey bizim oynumuz değil, sizin zırdelinin önde gideni olmanız.
ALAN
Bütün sayfaları print ettim. Bütün kaynaklara baktım.
Cevaplarla ilgili.
Mark adı.
Planın ne?
PAUL
Ama zaman zaman Kanada ya da Yeni Zelanda gibi korkak bir ülkeden semirmiş bir devlet
memuru çıkar, kadın, oyunumuzu ülkelerinde yasaklayacağını açıklar, ben de aynen böyle derim -
Buyur yasakla.
Çünkü bunun gibi böyle yakında iflas edecek hükümetlerden gelen bir yasakla, normalde bize
milyonlarca dolara mal olacak bir reklam kampanyasını bedavaya getirdik demektir.
Bu sırada o korumaya çalıştığın bütün çocuklar oyunu illegal yollarla indirecek, ne bize ödeyecekler,
ne de size vergi ödeyecekler. Aferin sana devlet memuru hanımefendi. Mükemmelsin.
ALAN
Uyandın mı?
Bayıldın. Bayılıp duruyorsun.
PAUL
Bırakın gideyim.
ALAN
Tabii bırakacağım.
PAUL
Bırakacak mısınız?
ALAN
Tabii.
Ama önce konuşmamız lazım.
PAUL
Para filan istiyorsa -
ALAN
Para değil mesele.
PAUL
Yani para verebilirim ama para verirsem küstahlık da yapmak istem - -
ALAN
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
PAUL
Hatırlardım, normalde, elbette, ama -
Hatırlardım, normalde, elbette, ama -
- şu an biraz panik yaşıy -
ALAN
Hiç böyle olsun istemezdim.
Sana mail gönderdik.
PAUL
Çok fazla mail geliyor.
ALAN
Tabii.
PAUL
Sizin mailinizi okumadıysam özür dilerim.
ALAN
Okudun.
PAUL
Öyle mi?
ALAN
Okuduğunu söyledin.
Cevabında.
PAUL
Aa, evet…
ALAN
Oğlumu başına gelenler için
Çok ama çok üzgün olduğunu söyledin
Konuyu etraflıca incelediğini
Ve samimiyetle hiçbir şekilde
Sorumlu hissetmediğini yazdın.
PAUL
Tamam.
ALAN
Haklısın da.
Tabii haklısın.
Senin değil, ona bunu yapanların
Sorumlu hissetmeleri lazım.
Bunu yapanların.
PAUL
Polis yakaladı eminim hepsini.
ALAN
Evet evet.
PAUL
Çok şükür. Yani o da bir şey.
ALAN
Ama işte…
PAUL
Ne?
ALAN
Onların suçu tamam kabul.
Ama işte - senin de suçun.
Bu yüzden buradayım bu akşam.
PAUL
İntikam almak için.
ALAN
Seni durdurmak için.
PAUL
Durdurmak için mi?
Oyunlar yapmamı mı?
ALAN
İğrenç oyunlar yapmanı.
PAUL
Sevimli oyunlar mı yapayım?
ALAN
Yapabilir misin? Yapmak zorunda olsan yani?
PAUL
Kirpi Sonic milyonlar sattı.
Süper Mario Kardeşler - iki tane İtalyan tesisatçı, iğrenç hiçbir şey yok.
ALAN
Yani yapabilirsin?
PAUL
Ama bu sefer iğrenç oyunları başkaları yapar.
ALAN
Başkalarını boşver.
İkimiz konuşuyoruz.
PAUL
Tamam.
ALAN
Tamam mı?
PAUL
Tamam iğrenç oyunlar yapmayacağım.
ALAN
Yapmayacaksın.
PAUL
Tamam, tamam anlaştık.
ALAN düşünür.
ALAN
Ama işte.
Şimdi öyle diyorsun, yani, değil mi?
PAUL
Evet.
ALAN
Ellerin bağlı, çaresizsin, elbette ne duymak
İstiyorsam onu söyleyeceksin.
Nasıl güveneyim ki sana?
Şu durumun baktığımızda.
PAUL
N’apalım durum bu. Ukalalık yapmak istemem ama sizin yüzünüzden bu durumdayım.
ALAN
Evet, doğru.
PAUL
Beni çözebilirsiniz, evden çıkabilirsiniz, aşağı inip binayı terk edebilirsiniz, ben de yarın, mailinize
tekrar bakarım, tekrar bir düşünürüm.
ALAN
Yok sanmıyorum böyle yapacağımı.
PAUL
Ben de öyle tahmin etmiştim.
ALAN
Sana kaç kere mail attık, bir sürü yazı, doküman ne varsa gönderdik, hiçbir şey değişmedi. Şimdi
de - bütün bu söylediklerimin fikrini değiştirdiğine inanmamı mı bekliyorsun?
PAUL
Söyledikleriniz fikrimi değiştirmiyor, söyleme biçiminiz değiştiriyor.
ALAN
Evet.
PAUL
Evime giriyorsunuz
Kafama geçiriyorsunuz, ellerimi bağlıyorsunuz, bütün bunlar
Söylediklerinize başka bir ağırlık ekliyor haliyle.
ALAN
Hı-hı.
PAUL
Bakın çok kötü şeyler yaşamışsınız
Anlayabiliyorum.
Bütün bu yaşananlara bakınca, yani
Oğlunuzun başına gelenlerle hiçbir alakam olmadığını
Düşünüyorum.
Ama size bakınca
- Hiç riske de girmek istemiyorum.
Bütün sorumluluk bendeymiş gibi hissediyorum.
Anlatabiliyor muyum?
Fark bu yani, şimdi.
Sizsiniz.
Gözlerinize bakıyor olmak.
Erkek erkeğe.
Sizin bu -
Size yemin ederim, bu benim hayatımın dönüm noktası.
Birbirlerine bakarlar.
PAUL
Tamam, tamam. Korku, kan, dehşet kullandık çünkü kolay olan buydu, gerçekten iyi olmaktansa
aşırı olmak her zaman daha kolaydır, tembelceydi, salakçaydı, zararlıydı, daha da yapmayacağız
artık. Tamam mı? Bundan sonra, zor olanı yapacağız. Sadece güzel oyunlar yapacağız. Çünkü seni
bu noktaya getiren her ne ise, onun bi parçası olmak istemiyorum.
ALAN
Tamam, peki.
PAUL
İnanıyor musun söylediklerime?
ALAN
Samimi olduğunu düşünüyorum.
PAUL
Yemin ederim çok samimiyim.
ALAN
Samimi olduğunu düşünüyorum… şu an.
Ama. İşte mesele.
ALAN malzeme çantasından bir şeyler çıkarmaya başlar. Hepsini PAUL’ün önüne dizer.
ALAN
Bu aletler, oyununu oynayan insanların 9. bölümü geçmesi için toplaması
Ve kullanması gereken aletler.
En yüksek puanla bitirmek istiyorlarsa tabii bölümü.
PAUL
Eve girdiğimde.
Eve zorla girildiğini anladım. Alarmı kapatırken acil durum şifresini girdim.
Alarm şirketine tehlikede olduğumu bildirdim yani
Birazdan polis gelecek yani, her an gelebilirler -
ALAN
Ben eve zorla girmedim ki. Buyur edildim.
PAUL
Hayatının sonuna kadar hapishanelerde çürürsün.
Bi düşün.
Bundan kurtulabileceğini mi sanıyorsun?
ALAN
Yoo sanmıyorum.
PAUL
Sanmıyorsun.
ALAN
Sence ben salak mıyım, Paul?
PAUL
Hayır.
ALAN
Sence ben deli miyim?
PAUL
Çok net.
ALAN düşünür.
ALAN
Haklı.
Oyundan bir sahneyi canlandırıyorlar birebir oğlumun üstünde, bunun kimin fikri olduğunu da
görebiliyorsunuz videoda.
Zaten gerçek olan bir şeyin daha da gerçek olmasını istemiyorum, dedim.
O çocuklar
Eğer yine bana doğru bakacak olsalar ben hemen kafamı çevirirdim çünkü mahkemenin daha ilk
günü
Oğlumun çığlık çığlığa bağırdığı videoyu izlerken, bu çocukların güldüğünü görseydim eğer, bu
benim sonum olurdu bu.
Eğer oğlum bütün bunları yaşayıp yine de hayatta kalsaydı, yine izlemez miydim videoyu?
Eğer hayatta kalsaydı, ben de videoyu izlemeseydim, onu yalnız bırakmış olmaz mıydım, o bu
süreci atlatmaya çalışırken.
İkimiz.
Hadi bakalım.
PAUL
Hayır.
ALAN
Seyret dedim. İzle amın oğlu.
PAUL
İzlemezsem n’aparsın?
ALAN bir şey demez.
PAUL
Bunları ben yapmadım. İzlemeyeceğim.
ALAN
İzle. Lütfen.
PAUL
Hayır.
Videodan, metal sesleri gelmektedir. Yalvaran ses çığlığa dönüşür, diğer çocuklar
ülüyorlar, kuşku ve korku içinde küfür ediyorlar, metalin metale çarpma sesleri
g
devam derken.
e
ALAN mesela 20-30 saniye oğlunun işkence gördüğü videoyu izler, PAUL’e bakmıyordur
hiç.
ALAN
Evet.
PAUL
Bana yapacaksın…
ALAN
Evet.
PAUL yalvarıyordur.
ALAN çekici de alır keskiyle beraber tutar.
Golfçüler gibi 1-2 deneme vuruşu yapar. Çekiç keskiye her değdiğinde metalin metale
eğme sesi çıkar.
d
Ama ALAN
(ARA)
DAVEY
Hastanede geçen birkaç hafta sonra Jill diye bir kadın yürütme işkencesi yaptırıyor bana.
Aynen öyle, diyor Jill, sadistim. Ya bu işi yapacaktım ya da seri katil olacaktım, seri katiller doğum
izni alamıyorlar ama. Ben de fizioterapiyi seçtim.
Zamanla yürüme desteğiyle yürüyebilmeye başlıyorum. Hastaneyi keşfe çıkıyorum. Benim kattan
çıkıyorum - asansöre kadar bile yürüyebiliyorum
Kısa süre sonra bu yürüme desteğiyle rahatlıkla yürüyebilmeye başlıyorum, bunu gören fiziosadist
Jill, desteği hemen alıyor elimden, iki tane koltuk değneği veriyor. Şimdi de bunlarla yürümeyi
öğrenmem lazım, en baştan, tekrardan, ne zaman yerleri silseler - ki hastane burası, dakika başı
yerler siliniyor, değnekler zeminde kayıyor götümün üstüne yapışıveriyorum, her seferinde. Götüm
bu acıyı kaldırabiliyor - ama bacaklarım kaldıramıyor.
Bir süre trip atıyorum sonra yatağıma oturuyorum. Fizio-sadist Jill, muazzam, diyor. Hiçbir yere
kımıldama şimdi. Sana biraz daha acı vermek istediğim zaman seni bulmak kolay olsun…
Koltuk değneklerimi alıyorum, bu sefer o sarı “Islak Zemin” levhalarının yanından onlara hak
ettikleri saygıyı göstererek geçiyorum, hastaneyi keşfe çıkıyorum.
Toplamda 12 kat var binada. Neredeyse hiçbir katın ismini aklımda tutamıyorum, zaten
söyleyemiyorum bile. ACİL var mesela, onu biliyorum televizyondan. Radyoloji var, beni ilk oraya
söyleyemiyorum bile. ACİL var mesela, onu biliyorum televizyondan. Radyoloji var, beni ilk oraya
götürüp bacağım kaç parçaya bölünmüş ona baktılar. Yoğun bakım var, 11. katta kadın hastalıkları
ve doğum kliniği var - yıllar boyu gizemini koruyacak alanlar.
Bodrum katına iniyorum sessizce, hastaların girmesi yasak buraya. Sessizce dediğime bakmayın -
koltuk değnekleriyle kimse sessiz değildir. Bir yerden bir yere gitmek için o kadar efor harcıyorum
ki, insanlar beni nerede görseler, orada olmak için iyi bir nedenim olmalı diye düşünüp hiç
sorgulamıyorlar. Loş koridorlardan geçiyorum, mutfaklara geliyorum, depolara, jeneratör odası -
Doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, temizlikçiler, sağlık bakımı ekibi, beslenme uzmanları, hepsi
telaş içinde oradan oraya koşturuyor, hepsi farklı farklı şeyler yapıyorlar -
Acılarımızı durdurmak.
Benim gibi yollardan kazıdıkları, aslında ölmesi gereken pisliklere bile iyilik yapıyorlar.
Ve beni iyileştirdiler.
Benim fizio-sadist Jill’e son tedavimizde ona, seni sonsuza kadar hatırlayacağım pis orospu,
diyorum.
O da bana, ben odadan çıkar çımaz, daha kapı arkamdan kapanmadan seni unutmuş olacağım,
diyor.
Hocam gülümsüyor bir yandan bu gülümsemesini kahkahaya çevirmek için yüzümde görmesi
gereken o küçücük ifadeyi arıyor.
Bulamıyor.
Şaka yapıyorsun evladım, değil mi? diye soruyor.
Hayır hocam, diyorum, şaka yapmıyorum. Doktor olmak istiyorum, insanları iyileştirmek için.
Odasında bilgisayarın başına oturuyoruz. Şöyle yazıyor ekranda “Doktor olmak kolay bir seçim
değildir. Yıllarca süren bir eğitim ve çalışma gerektirir. Doktor olmak için öğrenmenilmesi gereken
şeyler öğrendiğinde, aynı zamanda kendinizle ilgili de birçok şeyi öğrenirsiniz.”
Siteye tekrar bakıyoruz. Hocam diyor ki, bak Davey, bu sınavlara girebilecek not ortalaman yok
normalde. Ama eğer ciddiysen, bir ayrıcalık tanıyabiliriz.
Bana bakıp diyor ki: bir şey diyeyim mi Davey, sende hep bir şey vardı, hissetmiştim, bir gün
bambaşka biri olacak bu çocuk derdim. Her şeye rağmen.
Her neyse Eylül’de tekrar başlıyorum okula. Aşırı zor. Bütün o fizik, kimya dersleri, biyoloji, şey gibi
- bi oyun oynarken hangi tuşun ne yaptığını bilmezsin bütün tuşlara karışık karışık basarsın ya.
Onun gibi aynı. Bir şey yazıyorum ama bunları yazarken ne demek istediğimi bile bilmiyorum.
Dönem sonunda hocam, en fazla bir hafta kalır sonra kesin ortalıktan yok olur diyordum, ama
harika bir şey yapıyorsun Davey, diyor. Hiç pes etmedin. Bir kere bile. Gurur duy kendinle.
Biliyorum Davey, diyor. Ama sanırım artık kaydettiğin ilerlemeye de bakmalıyız. Her ne kadar
şartları zorlasan da, yine de notların iyi değil. Bu sınavları verebileceğini sanmıyorum.
Hep pes etmemek üzerine konuştuk seninle ama bazı durumlarda pes etmek yapılması en doğru
şey.
Biraz durumu toparladığım zamanlardı, bir arkadaşımın evinde boş bir odası varmış, oraya
taşındım, bak bu son şansın, beni yüzüstü bırakma, dedi.
Her gün kütüphaneye gidiyorum, bilgisayardan iş ilanlarına bakıyorum. İlanlardaki pek çok işin ne
anlama geldiğini bile bilmiyorum ama bir anda - hastanede bir iş arandığını görüyorum.
Hasta bakıcı arıyorlar.
Tekerlekli sandalye ve sedye itmek bütün görev. Sınava mınava girmeye gerek de yok. Bu
pozisyon için daha doğru bir seçim olamam.
İşe alacak kadın soruyor, neden bu işle ilgilendiniz biraz anlatır mısınız? Anlatacak o kadar çok
şeyim var ki. Daha önce bu soruyu sorduğu insanların, neden tekerlekli sandalye ittirmek
istiyorsunuz sorusuna verecek uzun cevapları olmadığını anlıyorum, kadının elindeki kalemi
bırakıp, kafasını önündeki kağıttan kaldırmasıyla.
Neden bu işi istediğimi uzun uzun anlattıktan sonra kadın bir süre sessizliğini koruyor.
Böylece hasta bakıcı oluyorum. Her gün hastaneye gidiyorum. Çalışma saatlerim var. Üniformam
var. Görevlerim var. Maaşım var.
Ben de işimi iyi yapıyorum. Çünkü birçok hasta bakıcı mesleklerinden nefret ediyormuş gibi
davranıyor.
Ama sonra biraz başımı derde sokuyorum çünkü hastalarla çok fazla sohbet ediyorum, her an
yanlarında su var mı diye kontrol ediyorum, bu kadar çok ilgilendiğim için her hastayla, hiçbir yere
olmam gereken saatte yetişemiyorum.
Hastalarla bu kadar ilgilenmen çok güzel bir şey Davey ama asıl yapman gereken şeyleri
yapmıyorsan hiçbir anlamı yok burada çalışmanın, diyor.
Hayır, hayır, diyorum, hata etmediniz, daha az sohbet ederim, söz veriyorum, lütfen, lütfen -
Yok yok beni yanlış anladın, diyor doktor. Yani acaba sana başka bir iş mi verseydik diye
düşünüyorum, hastalarla daha çok vakit geçirebileceğin, onlarla daha çok ilgilenebileceğin, eğer
daha çok hoşlanıyorsan bundan.
Health care assistant’lığı işi varmış. Hastalara yemek yediriyorsun, giydiriyorsun, yıkıyorsun,
tuvalete götürüyorsun. İşi kapıyorum.
Artık gerçekten ekibin bir parçasıyım. Tansiyon da ölçüyorum, kıç da siliyorum. Evet, maalesef
kıçların silinmeye ihtiyacı var. Ben de kendi kıçımı silemiyor olsam, başkasının benim için silmesini
isterdim haliyle.
Azimle çalışıyorum, birkaç sertifika alıyorum yani artık bana daha çok sorumluluk yükleyebilirler.
Ve bir Perşembe akşamı, doktorlarla acaba part-time mı çalışsam, bir yandan da hemşirelik
sınavlarına hazırlanırım diye konuşurken -
Bir hasta getiriyorlar sedyeyle, leş gibi kokuyor, kıvrılmış sedyenin üstünde.
Babam.
ALAN
Aşağı bakıyorum.
Karın yağlarına.
İğrenç.
Ve mükemmel.
Sevgi herşeydir.
PAUL
Yere çöküyor.
Bir süreliğine ben de yerde öylece yatıyorum çünkü bütün ipler onun elinde gibi hissediyorum.
Ağlıyor sadece.
Ellerim serbest.
Hala yatıyorum yerde -
O da hala ağlıyor.
Her ne kadar yüzlerce binlerce saat olabilecek en vahşi oyunları oynamış olsam da
Gerçek hayatta kimseye vurmadım. Sanki hiçbir bağ yokmuş gibi; bir şeyi yapar gibi yapmakla,
gerçekten yapmak arasında.
Bana saldırdı.
Sadece birkaç santim uzağımda, onun evime soktuğu bir alet duruyor.
Yiyormuş.
Kafası karışıyor.
Ama beni tam şimdi ve burada kim görürse görsün, bu göt herifin kafasına geçirme hakkım
olduğunu düşünür.
Yere düşüyor.
ALAN
O iğrenç, mükemmel göbeği mahvedemezdim.
Çünkü bir şeyi bi kere mahvettin mi, artık o mahvolmuş bir şeydir.
Mahvolmamış haline.
PAUL
- İşemeye gidiyorum.
Bu sırada beni öldürmeye çalışan adam salonumun ortasında kanlar içinde yerde yatıyor.
ALAN
Mahkemede söylemek istediğim bir şey olup olmadığını soruyorlar.
İnanıyorum buna.
Umuyorum bugünden itibaren, bütün film yönetmenleri ya da bilgisayar oyunu yapımcıları yani
sözde sanatçılar bir iki dakika durup düşünürler
Çünkü gücü olan insanlar bizim hayatlarımıza böyle leş, (böyle pis) şeyler saldığında zengin
oluyorlar.
Aynı haberi yapıp duracaklar, tek dertleri tıklanma sayısı olduğu için.
- Sadece ama sadece bir kişinin dikkatini çeksem bile bana yeter.
- bu hareketi başlatmak.
PAUL
PAUL
Mahkeme salonundan çıkarken babama mesaj atıp, kararı bildiriyorum.
DAVEY
Üç şeker mi hala?
Baba? Çayına üç şeker mi atıyorsun hala?
ALAN
Hala mı? Ben çaya hiç şeker atmam.
DAVEY
Çok iyi hatıtlıyorum / çayı 3 şe -
ALAN
Şu köpek vardı? Neydi adı?
DAVEY
Maisie.
ALAN
Maisie. İyi bakıyor musun ona?
DAVEY
Elimden geleni yaptım.
ALAN
Afferin. Şımartıyor musun onu?
DAVEY
Köpek nasıl şımartılır?
ALAN
Yatağında uyumasına izin veriyor musun?
DAVEY
Evet.
ALAN
Şımartıyorsun.
İyi de yapıyorsun. Uzun yaşamıyorlar.
DAVEY
Evinde yangın çıkmış. Ağzında sigarayla uyuya kalmış.
ALAN
Bana sigara bulabilir misin?
DAVEY
İhtiyacın olan son şey.
ALAN
Senin götlük yapman.
Her neyse, iyi mi durumum?
DAVEY
Ne diyorlar sana?
ALAN
Her kafadan bir ses çıkıyor. Hiçbirine güvenmiyorum.
DAVEY
Çok fazla duman soluduğunu biliyorsun en azından.
ALAN
Oluyor öyle, yanıyorsan eğer, oluyor.
DAVEY
İşte bu yüzden nefes almakta güçlük çekiyorsun.
Ama bunun altında başka bir şey yatıyor galiba, tetikleyen başka bir şey…
Otobüse filan yetişmeye çalışırken nefessiz kalıyor musun?
ALAN
70’lerden beri otobüse yetişmeye çalışmıyorum.
DAVEY
Merdiven çıkarken.
ALAN
Giriş katında oturuyorum.
DAVEY
Amfizemden bahsetti mi doktorlar?
ALAN
Bahsetmiş olabilirler.
DAVEY
Baba, ciğerlerin göçüyor demek bu. Ciddi bir şey.
ALAN
Ne kadar sürer?
DAVEY
Ne?
ALAN
Ne kadar sürer iyileşmem?
DAVEY
Ne dediler sana?
ALAN
Haftalar mı sürer? 1 ay mı? Nedir?
DAVEY
Sana ne dediler?
ALAN
Ben sana soruyorum.
DAVEY
Raporunda.
Yaşam biçimini değiştirmene bağlı olduğu yazıyor. Böyle söylenmiş sana.
ALAN
Tamam.
DAVEY
Bu ne demek biliyor musun?
Biliyor musun?
Baba?
ALAN
Kalkmama yardım et oğlum. Burada sigara içmek yasaktır diye tahmin ediyorum.
(Es.)
Rahatladım biraz.
DAVEY
Rahatladın mı? Nasıl rahatladın?
ALAN
Kafayı yemek istemiyorum, yani, anladın mı? Delirmek. Süzülüp gitmek istemiyorum.
PAUL
Amerika’ya yerleştikten, her şeyi düzene oturttuktan 1-2 yıl sonra babamı da yanıma taşımaya
karar veriyorum. Bana yakın olsun diye.
Olabildiğince özen göstererek durumu anlatmaya çalışıyorum ama Alzheimer’ı epey ilerledi.
Başına ne geliyor, niye geliyor pek bir fikri yok artık.
Koltuğuna.
Amerika’da paramın yettiği en iyi klinikte tedaviye başlıyor. Kliniğin bir demans araştırma fonu var.
Oraya yüklü miktarda bağış yapıyorum. Babamı kurtarsınlar diye değil - tabii - diğer insanlar
çekmesin bu acıları diye.
Artık yemek yemiyor. Klinik, eğer yemek yemezse uzun süre yaşamaz diyor. Biraz araştırma
yapıyorum ve midesine bir tüp yerleştirerek suni yollarla yemek yedirebileceğimizi öğreniyorum.
Doktorun çok hoşuna gitmiyor bu fikir. Bu aşamada babanızın hayatını uzatmak sizce onun için
daha mı iyi, diye soruyor. İşleri doğanın akışına bırakmak daha iyi olmaz mı babanız için…
Ben babamı yanımda istiyorum. Onu yanımda istiyorum ve bunun için ne yapılması gerekiyorsa,
bedeli ne olursa olsa yapın. Araştırma fonunuz için yaptığım bağışları da gider başka bir klinik
bulur, oraya yaparım olmadı.
DAVEY
Taburcu olunca gelip bende kalabilirsin.
ALAN
Çok naziksin ama yük olmayayım.
DAVEY
Nereye gideceksin?
Dikkat etmen lazım sağlığına.
ALAN
Öyle diyorlar evet. İyi olurum ben merak etme.
DAVEY
Olmazsın.
ALAN
Artık seni dizimde hoplatamıyorum belki ama ben hala senin babanım.
Karşı gelme bana, rica edeceğim.
DAVEY
ALAN
Hadi görüşürüz, oğlum.
DAVEY
Sandalyeden kaldırıyorum, koltuk değneklerini veriyorum.
Otobüs durağına doğru yürüyor.
Ama yolun yarısında duruyor. Duvara yaslanıyor; ordaki bankın kenarına tutunuyor, yavaşça banka
oturuyor.
Hastanenin kapısı açılıyor tekrar. Buz gibi rüzgar göğsümü yakıyor. Kim bilir babama n’apıyordur.
Yanına gidiyorum.
Bakmıyor.
Otobüsü kaçıracaksın.
Bakmıyor.
Baba?
Bakmıyor.
Pes ediyor.
PAUL
Babamla 1 saat boyunca oturuyorum. Orada olduğumun bile farkında değil.
DAVEY
Buraya ilk taşındığımda tek kişilik boktan bir yatak vardı sadece.
Şimdi ilk kez bir işe yaradı yatak. Kanepeyi yatak odama sürükledim, boktan tek kişilik yatağı
salon-mutfağa götürdüm, salonla mutfak iç içe, Babamı da o yatağa yatırdım. Televizyonun
karşısında yatıyor şimdi. Ben de mutfakta yemek filan yaparken sohbet ediyorum onunla.
Oksijen tüpleri aldım, solunum cihazlarını hep kontrol ettim çalışıyor mu diye.
Şöyle büyük bir konuşma filan yaparız sanmıştım hep. Bir kaç kadeh bir şey içerken mesela.
Fırında makarna ama daha sosunu yapmamıştım, çedar peyniri rendeleyip üstüne, fırına
koymuştum.
Çok bir şey yemiyordu bu aralar ama ben ne zaman bir şey yesem tadına bakmak istiyordu.
Yok.
Kirli sakalları, gözlerinin etrafındaki kırışıklar, burnundaki damarlar - hepsi var, hiç olmadıkları
kadar varlar hem de.
Yine.
ALAN
Beni kapattıkları bu hastanede bir papaz var, diyor ki
Önünde uzun yılların var burada.
Sevindim bunu duyduğuma, diyor. İnsanların bel bağladığı bir tek onlar değil ama.
ALAN
Ama bir sorun var. Anılar tükeniyor.
Ama en sonunda
Aşınıyorlar.
DAVEY
Bu piç herif için bana yaptıklarından çok ama çok daha fazlasını yaptım ben onun için.
PAUL
Babam ölünce -
Bilmiyorum.
Şaşkına dönüyorum.
Bütün kitaplar, ona zaman tanı, her şeyi bir anda bekleme, filan diyor
Ama sonra
Bi - 6 ay sonra filan
Kapamış.
Ne?
N’olmuş yani?
Getirebilir -
Sarılıyor
Yanında kalacakmış,
Bi de eğer koşuyorsa.
Benim evim.
Tamam.
ALAN
Ama Davey’i bir kere yaptım.
İşte.
İşte.
Başlıyor
Yanımda Carole.
DAVEY
15 yaşındayım. Eve dönüyorum.
7 yaşındakilerin bindiği salak bisikletle çarpıyor bana. Kurdeleler takmış, küçük bayraklar
Baba benim yaşımın iki katından biraz daha fazladır. Saçları yağlı, gri eşofman altında siyah
ayakkabı.
Kız da benim yaşımın yarısı gibi. Bisikleti yeni olabilir ama üstündeki, pantolonu, ayakkabıları yeni
değil.
Biliyor musun, diyorum. Benim hiç böyle güzel bir bisikletim olmadı.
ALAN
Her gece, yaşasa nasıl bir adam olurdu, bunun hayalini kuruyorum
DAVEY
Bu adil mi şimdi?
Dayanamıyorum.
Yıldızlara bakıyorum
Çok uzaktalar.
(aslında “Ulaşılamazlar” diyor ama oyunun son cümlesinin “ulaşılamazlar” olması kulağıma iyi
gelmedi. sen karar ver)
SON.