Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 71

KILLOLOGY

Gary Owen
çeviren: Hira Tekindor
Rachel O’Riordan’a…
ALAN
Gaz kaçağı mı? diye soruyor adam. Gaz kaçağı olsa bana bildirirlerdi. Kimse bana bir şey demedi.

Mark’a bakıyorum, kafamı sallıyorum, Mark hiç oralı bile değil, telefonuyla ilgileniyor.

Önemli değil, diyorum. O zaman bizi içeri almadığınıza dair şurayı imzalar mısınız?

Hiçbir şey imzalayamam kardeşim.

Tamam o zaman “giriş izni verilmedi” diye not düşüyorum - sonra adamın yaka kartındaki isme
bakıyorum, yazdığımın başına ekliyorum “James tarafından giriş izni verilmedi.” Bir sorun olursa
bilelim n’olduğunu. Çünkü gaz kaçakları ara sıra sorun çıkarabiliyor…

Sonra gülümsüyorum.

Peki bir saniye diyor adam. Bir telefon numarası buluyor, arıyor.

Çalıyor.

Çalıyor çalıyor

Çalıyor çalıyor

Sonra

Telesekretere düşüyor.

Kapıcı

Kapatıyor telefonu, mesaj bırakmıyor. Ben - gülümsüyorum.

Leş gibi bir daire.

Sanki önce biri milyonlar harcayıp bu hem şehir hem nehir manzaralı mükemmel evi yapmış, sonra
da şerefsizin teki gelmiş bu canım evin her bi’ yerine kova kova bok saçmış.

Havayı kokluyorum, Mark da kokluyor.

Burada gaz kaçağı yok, diyorum.


Kapıcı nasıl yani öyle koklayıp hemen anlayabiliyor musun? diye soruyor.

Sen alıyor musun gaz kokusu? diye soruyorum. Kule olmuş pis tabakları işaret ediyorum başımla.
Bu çürüyen yemekler dışında kokan bir şey yok.

Tam zamanında Mark konuşuyor: dedektörü getirelim de, emin olalım.

Sen bilirsin, diyorum. Gerçi bence zaman kaybı ama. Salondan çıkıp, antreye doğru gidiyorum.

Kapının önüne geliyorum, kapıyı açıyorum - sonra duruyorum. Dışarı çıkmıyorum. Kapı yavaş yavaş
kapanırken ben hala evin içindeyim. Kapı kapanmadan girişin hemen oradaki tuvalete doğru
gidiyorum.

Tam evin kapısının kapanma sesinin üstüne tuvalet kapısını kapatmayı deniyorum sesler üst üste
binsin diye, ama yeterince hızlı olmadığım için yetişemiyorum. Tuvalet kapısını azıcık aralık
bırakmak zorunda kalıyorum bu yüzden.

Salonda Mark’ı duyuyorum, kapıcıyla boş boş bir şeyler konuşuyor. Kafamdan kamyonete gidip
dedektör almak için gerekecek süreyi geçiriyorum, bir kere… evden çıkıp asansöre varmak çok
uzun sürer. Asansörü beklemek uzun sürer. 7 kat aşağı inmek uzun sürer. Asansörden inip sokağa
yürümek uzun sürer. Kamyonete ulaşmak uzun sürer. Cebimden kamyonetin anahtarlarını bulmak
uzun sürer. O sırada telefon çalar. Acil durum var, bir an önce gelmeniz lazım. Hemen telefonu
kaparım, Mark’ı ararım. Mark’ı arıyorum -

- telefonu çalıyor içerden, duyuyorum. Bir kaç metre uzağımda zaten.

Telefonu açıyor: ben bir şey demiyorum.

Burayı önceden çalışırken ben hep telefonda aslında bir şeyler söylüyordum, ama şu an mesafeden
dolayı sesimin duyulma ihtimali var diye konuşmuyorum. Mark sessiz bir telefona konuşmak
zorunda yani. O kadar kötü oynuyor ki ama. Bir kere aşırı acele ediyor, telefonun diğer ucundaki
insanın o güya konuştuğu yerler için hiç es vermiyor.

Aa tamam, diyor Mark, anladım. Tamam, hemen geliyorum, tamamdır, okidoki.

Okidoki mi?

Kapıcıyla Mark salondan çıkıp, kapının önüne geliyorlar. Mark, kapıcıya şehir merkezinde acil bir
durum olduğunu, bir an önce oraya gitmesi gerektiğini söylüyor.

Dibimden geçiyorlar resmen. Kapıcıyla aramda aralık tuvalet kapısından başka bir şey yok, bi’
bakacak olsa bu tarafa, kesin görecek beni, her şey bitecek ama

Bakmıyor, evin kapısı açılıyor. 4 tane bip sesi, kapıcı alarmı kuruyor. Kapanan kapının sesini
duyuyorum, sonra da sürgülü kilit sesini dışardan. Sesleri apartmanda yavaş yavaş yok oluyor.

İçerdeyim.

Şimdi sadece sabırlı olmam lazım. Ve öldüreceğim adamı beklemem lazım.

DAVEY
Babam siktir olup gitti.
Babam kendi mi siktir olup gitti yoksa annem mi ona siktir olup gitmesini söyledi, bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var; Annem hep mutsuz, bütün gün, sabahtan akşama kadar benimle uğraşıp
dır dır dır ağzıma sıçıyor.

Babam geldiği zaman her şey mükemmel.

Plaja iniyoruz. Patates kızartması yiyoruz.

Eve gelip anneme anlatıyorum günümü, annem kafa sallıyor sadece, gülümsemiyor bile.

Anne, Babam bana kovboy şapkası aldı, Babam bana dondurma aldı.

Öyle mi yaptı? Senin asıl yeni kabana ihtiyacın var, kaban aldı mı baban?

Yok almadı. Hiç kaban almadı.

8. doğum günümden birkaç gün sonra, babam geliyor kırmızı (Escort) minibüsüyle.

Ne zaman babamı görsem altında başka araba var.

Sana bir şey göstereceğim, diyor. Minibüsün arka koltuğunda bir kutu var, kutunun içinde Maisie
duruyor. Tabii daha adı Maisie değil.

İyiymiş, diyorum.

Kırma, diyor babam, ama daha çok border collie.

Hı evet, diyorum, sanki bi sikim anlamışım gibi.

Sevdin mi, diye soruyor babam.

Galiba, diyorum.

Şanslı köpekmiş, diyor. Çünkü artık senin.

Ben tekrar köpeğe bakıyorum. Elimi uzatıp, başına dokunuyorum. Köpek dönüyor ve çok yavaşça
ağzıyla elimi yakalıyor, - ısırmıyor.

Benim. Canlı bir şey. Ama bana ait.

Bir de şimdi bunun mu karnını doyuracağız? diyor annem.

Ben birkaç kutu mama getiririm, diyor babam.

Kim gezdirecek?
Ben gezdiririm, diyorum. İki üç gün gezdirirsin sonra bana kalacak, diyor annem. Veterineri
n’olacak? Hastalandığında n’olacak?

Maisie kollarımın arasında, her yerime salyası akıyor.

Tamam geri götürüyorum, diyor babam.

Eğer istediğin buysa, geri götürüyorum.

Annem babama bakıyor. Bana bakıyor.

Maisie kafasını boynumun kavisine yerleştiriyor, işte

O an, tam o an boynumun kavisinin ne işe yaradığını anlıyorum.

Maisie’nin kafasını yerleştirmesi için.

Lütfen anne, diyorum.

Lütfen.

Annem-

Mutfağa gidiyor, pat küt tabak çanak sesleri geliyor.

Ben babama bakıyorum, teşekkür ederim, teşekkür ederim Baba, diyorum.

Ona hiç baba demem. Hiç fırsatım olmaz demeye. Yaşım her ne kadar küçük olsa da ona orada
Baba demem -

Ona baba demem, orada onu babam yaptı - hiç olmadığı kadar.

Sahilde çalışıyorum bu ara, diyor. Gelip bende kalabilirsin. Köpekler deniz kenarında koşmayı
severler. İster misin, Davey? Gelip bende kalmak ister misin?

Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri kesiliyor. Bütün ev nefesini tutmuş benim vereceğim cevabı
bekliyor. Ben

Çok isterim Baba, diyorum. Sende kalmayı çok isterim.

Babam kolunu uzatıp başımı tutuyor arkasından.

Tabii o gün onu son görüşümdü.

​ALAN, DAVEY’e bakar.


Senelerce bir daha onu hiç görmedim.
PAUL
Enteresan bir bilgi vereyim. Bir ürün yarattığınızda ve bu ürün size milyonlar kazandırdığında,
inanılmaz şekilde etkileyici gelmeye başlıyorsunuz bir grup insana, daha önce hiç gelmediğiniz
kadar.

İnsanları asıl etkileyen şey ama, sizin gibi umut vadetmeyen bir salağın nasıl olup da bu milyonlar
kazandıran ürünü yaratmış olması.

Sonra gelip size sorarlar - o sihirli an nasıl gerçekleşti?

Şimşeğin o ilk çaktığı an tam olarak nasıldı?

İşin basit bir şimşek çakmasından ibaret olmasını isterler çünkü herkese şimşek çakabilir. Eğer bütün
bunlar bir şimşek çakmasından ibaretse ve o şimsek size çaktıysa pekala günün birinde onlara da
çakabilir. Hiçbir çaba sarfetmeden hem de.

Ama öyle şimsekle mimşekle olacak iş değildir o.

Nedir peki? Size en alakasız ve hatta belki yapılabilir dahi gelmeyen bazı küçük detayların yavaş
yavaş zihinde birleşmesidir -

Yani şimşek değil de sanki tozdan yapılma bir gezegen gibi. Ama kayaları ve toz bulutlarını çeken
güç yerçekimi değil, sizsiniz… Yeteneğiniz… Deli gibi çalışmanız.

Öyle Evraka! diye bir şey yok. Yok öyle bir şey.

Ama - Killology için vardı.

23. doğum günüm.

Bizimkiler gelecekler evime.

İlk evim. Öyle saray filan değil ama yine de yani

Bir ev. 23 yaşında. Kendi paramla aldığım.

Hiç de öyle uyduruk bir başarı değil bence.

Önce mutfağı gezdiriyorum, sonra salonu gösteriyorum, babam duruyor.

Pencereden dışarı bakıyor, şarabından bir yudum alıyor, ucuz bir şarap da değil bu arada, ama
yüzünü buruşturup, ilaç içer gibi yutuyor. Başka şarap da var Baba, eğer istersen, diyorum.

Hayır, bana ne verildiyse onu içeceğim, diyor.

Sorun değil diyorum, beğenmediysen dök lavaboya.

Bak ne diyeceğim, diyor.

Ne diyeceksin, diyorum.
Eve bakıyor tekrar, evi detaylı bir şekilde incelediğini görmemi istiyor, benim bütün yaptıklarım, diyor
-

- yani, sen çok daha iyi yerlere gelebilirdin. Böyle boş beleş bir adam olmasaydın.

Şerefe, diyorum. Ne kadar tatlı bir düşünce. Hem de doğum günümde - ne kadar nazik!

Bütün ailemi salona topluyorum aile selfie’si çekmek için, sonra da niyetim hepsini yavaş yavaş
uğurlamak, birazdan önemli bir işim olduğunu anlasınlar istiyorum.

Ailemi postalayıp bisikletime atladığım gibi ofise gidiyorum, bilgisayarları açıyorum.

Daha o zaman sadece bir tane oyunumuz vardı, iyi satıyordu ama neredeyse diğer bütün dövüş
oyunlarından farksızdı.

Evde çektiğim aile fotoğrafını bilgisayara aktarıyorum, babamın kafasını fotoğraftan kesip, oyundaki
bölüm sonu canavarının kafasına yerleştiriyorum.

Doğum günü gecemi tek başıma, sanal ortamda babamı eşek sudan gelinceye kadar döverek
geçiriyorum.

Olabilecek en vahşi yöntemlerle öldürüyorum onu, sonra tekrar hayata döndürüp daha da vahşi
şekillerde tekrar tekrar, defalarca öldürüyorum.

İşte tam olarak o gece yüzünden ben - şu an geldiğim noktadayım.

DAVEY
Davey bana iş programı verildi, o programa uymam lazım, yoksa işten atarlar.

Bak çay hazır, yemeği de mikrodalgada 1 dakika ısıtacaksın,

Saat 9’da da yat, tamam mı? diyor annem.

Okulda Sevgililer Günü dansı oraya gitmek istiyorum ben, diye sızlanıyorum.

Okulda hoşlandığım bir kız var. Diskoya gittiğimde kıza nasıl davranmam lazım hiçbir fikrim yok
gerçi ama olsun.

Annemin hiç umurunda değil.

İyi tamam tek başıma giderim o zaman, diyorum.

Gidemezsin, diyor annem, 8 buçuk yaşındasın

Akşam evde olmayacağına göre, beni durduramazsın…

Yapma n’olursun, diyor annem, böyle yapma. Bana bunu yapma Davey.

Ben gülüyorum.
Annem kapıda duruyor, otobüsü kaçıracak diye endişeleniyor

Ama ben sırıtıyorum, sanki dünyanın hakimi benim.

Hadi git sen anne. Acele et. Görüşürüz sonra.

Evde ilk defa benim sözüm geçiyor, kontrol bende, annem de sike sike beni dinlemek zorunda ama
-

- bir anda, annemin ifadesi değişiyor elini çantasına sokup, madem öyle, diyor

Eğer sana güvenemiyorsam, önlemimi almam lazım,

Çantasından anahtarlarını çıkarıyor.

Bizim evin kapısını normal kapattığın zaman zaten kilitleniyor,

Ama kapının ortasında bir kilit daha var, hiç kullanmadığımız.

Beni içeri mi kilitleyeceksin?

Başka çarem mi var, diyor.

Ya yangın çıkarsa, diye soruyorum. Lütfen - lütfen uslu dur, diyor.

Dışarı çıkıyor, kapıyı kapıyor.

Beni içeri kilitliyor.

Hep aynı şey oluyor.

Ben hiçbir yere gidemiyorum. Okul gezilerinde de ben hep evde oturuyorum çünkü okul gezileri
ekstra 5 pound.

Eve çay içmeye hiç arkadaşım gelmiyor çünkü

İki tane fazladan sosise verecek paramız yok -

- Odama koşuyorum, yeter artık.

Bu kadar. Buraya kadar.

Penceremden bakıyorum. Alt katta oturanlar bir tane ardiye yaptırdılar

Arka kapılarının oraya. Pencereden çıksam, çatıya tırmansam

Oradan ardiyenin üstüne zıplayıp, aşağı kaysam, çöplerin olduğu yere doğru
İşte dışarıdayım. Neyim var neyim yok hepsini bir torbaya koyarım

Ama

Pıt pıt pıt pıt merdivenlerden biri çıkıyor.

Pıt pıt pıt pıt koridorda biri var.

Ve Maisie burnuyla ittirerek odamın kapısını açıyor.

Durup, bana bakıyor

Koca siyah gözleriyle.

Ben gitmeye hazırım.

Küçük bi çantayı belime doladım ki iki elim de serbest kalsın

Ama köpek kımıldamadan önümde duruyor -

- ben de duruyorum.

Gidemiyorum.

Sıkıştım

Şu siktiğimin köpeği yüzünden odada sıkıştım kaldım

Çıkamıyorum

Hiçbir şey yapamıyorum

Ağlıyorum yatağa giriyorum

Pantolon mont ayakkabı hiçbirini çıkarmadan yatağa giriyorum

Yorganı çekip saklanmaya çalışıyorum

Deliler gibi ağlıyorum çünkü anlıyorum ki

Artık hep böyle

Ben buyum.

Uyanıyorum, terlemişim çünkü kıyafetlerim üstümde hala, bi de

Maisie de yatağa çıkmış, onu


İtmeye çalışıyorum ama gitmiyor

Daha da sıkıştırıyor beni.

Kıyafetlerimi çıkarıyorum, fırlatıyorum,

Yanıma dönüyorum, dizlerimi çekiyorum, olabildiğince az yer kaplamaya çalışıyorum

Maisie de daire şeklinde kıvrılıyor, dizlerimin

Üstüne yatıyor, bütün ağırlığı yorganın üstünde,

Eğer kımıldarsam önce inler sonra hırlar, bu yüzden

Kımıldayamıyorum da, sıkıştım kaldım işte, boynum, omuzlarım hep uyuştu ama

Bir süre sonra, gece yarısı işler değişiyor. Onun ağırlığıyla

Sıkışmış hissetmiyorum artık ama

Korunmuş hissediyorum.

Sonra, aslında düşününce, camdan eğer alt komşunun ardiyesine zıplasaydım yere çakılabilirdim

Ağırlığımı verdiğimde beni taşımazdı.

Betona yapışabilirdim.

Ölebilirdim ya da en azından birkaç kemiğim kırılırdı

Ama Maisie beni bırakmadı.

Gece tuvalete gitmek için yataktan kalıyorum, Maisie bu sefer izin veriyor kalkmama

Çünkü biliyor geri geleceğimi.

Koridora çıkıyorum

Annem gelmiş, odasında. Kapısı aralık

Duruyorum.

Yorganın altındaki şekli

Benim şeklim gibi. O da yana dönmüş,

Dizlerini çekmiş ama kimse


Yanına kıvrılmamış. Duruyorum.

Bakıyorum. İyice bakıyorum.

Çok komik, küçücük bir kadın

Hayatımı nasıl perişan edebiliyor.

Odası

Gardrobu var yatağının karşısında

5 pounda aldığı küçük televizyon

Boşa giden bir 5 pound çünkü televizyon çalışmıyor

Atmaya da kıyamıyor

Çünkü o 5 poundu verdi bir kere, siktiğimin 5 pound’u

Yatağının yanındaki komodinin üstünde

Saç spreyi var, fincan var, sigara paketi ambalajının

Plastik kırmızı şeridi var,

Bütün gece çalan radyo var, şu şarkı çalıyor

​“Lillibulero” şarkısını mırıldanır.


Annemi tek elimle kaldırıp

Yere fırlatabilirim.

İyice bakıyorum, uzun uzun

- 8 buçuk yaşındayım belki 9 -

Şu haline bak Anne, diye düşünüyorum

Bi başınasın.

Hiç şaşırmadım. Hiç ama hiç şaşırmadım, orospu.

Odama geri dönüyorum, yatağa


Maisie var, bana sarılır o.

Daha da aklımdan çıkmaz o görüntü çünkü beynime kazıdım.

Annemin aralık kapısından gördüğüm

O görüntüsü. Hala görebiliyorum onu.

Gözlerimi kapıyorum. Oradayım yine.

PAUL
Bilgisayarın başında bütün gece oturup, babamı korkunç şekillerde öldürmek bir şeyi fark etmemi
sağladı.

Bütün sanat eserlerinin temel ilkesi şudur: “içimi şişirme, sadete gel.” Ama bizim o çok satan biricik
oyunumuzun sorunu neydi, işte bir türlü sadete gelemiyordu.

Bizim oyunculara tek sağladığımız şey bir kaç değişik yumruk ve tekme hareketiydi ama aslında
insanlar boyun kırmak, boğaz kesmek, ve şakır şakır kan akıtmak istiyordu.

Ve işte o meşhur şimşek çakmasında, o mükemmel anda, aklıma Killology geldi.

Dövüş, kavga üzerine bir oyun değil, öldürmek üzerine bir oyun.

Fikri de babam sayesinde buldum. Bana doğum günü hediyesi oldu.

Teşekkürler Baba. Sevgiler, Oğlun.

DAVEY
12 yaşına geldiğimde artık eve kilitlenmiyordum. Dışarı gönderilip duruyordum.

Çık dışarı oyna. Hadi, sokağa çık.

Senin işin gücün yok mu, git arkadaşlarınla oyna, kafamı şişirdin sabahtan beri.

Hadi dışarı hadi hadi. Kimlerle var sokakta?

Diğer çocuklar.

Büyük çocuklar.

12 yaşındaysanız eğer, 15 yaşında biri size süper güçleri olan biri gibi gelebilir.

12 yaşındaki kaslarınızı istediğiniz kadar sıkıp direnseniz bile, 15 yaşında biri tek eliyle, sizin iki
elinizi birden yakalayabilir, boşta kalan diğer eliyle de istediği kadar ağzınıza sıçabilir.

15 yaşındaki çocukların süper güçleri olabilir evet, ama onlarda olmayan bir tek şey vardır, o da
vicdandır.

Anneniz hadi çık dışarı oyna, biraz temiz hava al diyerek sizi dışarı gönderirken, aslında sizi süper
Anneniz hadi çık dışarı oyna, biraz temiz hava al diyerek sizi dışarı gönderirken, aslında sizi süper
güçleri olan psikopat çocuklar tarafından yönetilen sokaklara gönderiyordur.

Bizim sokağın da baş psikopatı Eddie Randall diye bir çocuktu.

Kısa boylu bir şerefsiz. Boy pos yok belki ama sadistlik diz boyu. İşkence yapabilir, canınızı
yakabilir, sizi küçük düşürebilir, eğer karşılık verecek olursanız da, bana böyle davrandığını
abilerime söyleyeceğim der. Ve işte bu cümle kıyametiniz olur.

Bir gün okulda, spor dersinde, koşu yarışı vardı, Eddie de yarışı kazanacağına karar verdi:
siktiğimin cücesi. Hepimiz yapılması gereken şeyi yaptık tabii; bu piçin yarışı kazanmasına izin
verdik.

Ama bir çocuk vardı, Joseph, öğretmenler çocuğun çok hızlı konuştuğunu tespit edip, ilerde bir atlet
olabileceğine inandılar. Büyüdüğünde eyaletler arası yarışlara katılabileceğini düşündüler. Çocuğu
teşvik ediyorlardı yani. İyi de yapıyorlardı bence.

Ama o kadar çok teşvik ettiler ki, Joseph gaza gelip bu yarışı ne olursa olsun kazanmasına
gerektiğine inandı.

Eddie’nin talimatlarına rağmen.

Ve Joseph koşabildiği kadar hızlı koştu, yüzlerce metreyi birkaç saniyede tamamladı. Eddie de o
kısa bacaklarıyla koştu koştu koştu, ama Joseph’den birkaç dakika sonra yarışı anca bitirebildi.
Sınıfın geri kalanı daha başlama çizgisinin oralarda küçük adımlarla koşar gibi yapıyordu. Ne
zaman Eddie’nin yarışı bitirdiğine emin oldular, o zaman koşmaya başladılar.

Ama Eddie delirdi. Öğretmenlerin, Eddie’ye gümüş madalya takarken, mükemmel yarıştığını
söylemesi Eddie’yi daha da delirtti.

Ertesi akşam, Eddie’nin abileri, Joseph’i parkta sıkıştırıp, çocuğun sağ ayağına uzun bir demirle
defalarca geçirdiler. Üç yerinden kırıldı ayağı.

Eğer birine söylerse, sol ayağına da aynı şeyi yapacaklarını söylemişler.

11 yaşında, Joseph.

Bir daha hiç koşamadı. Ne öğretmenlere söyledi, ne annesine, ne babasına… kimseye.

Eddie herkese söyledi ama. Hepimizin bildiğinden emin olmak istedi.

Bir akşamüstü, eve dönüyorum parkın içinden geçerek, ilerde Eddie Randall ve arkadaşlarının tam
yolumun üstünde bir çöp tenekesini ateşe verdiklerini görüyorum.

Kulaklığımı takıp, başımı öne eğip, hızlıca yanlarından geçmek istiyorum.

Ama Eddie yolumu kesip

Ne var? diyor.

Ani korkularda çok saçma bir şey oluyor: göt iyice büzüşüp kilitleniyor, ama sik kaslarınız bi anda
bırakıveriyor kendini, sizin de altınıza işememek kendinizi için iyice sıkmanız gerekiyor.
Kulaklığımı çıkarırken derin nefesler alıp, ben de ona Ne var? diyorum.

Komik olduğunu mu sanıyorsun? Benim dediğimi tekrar ediyorsun? Taşak mı geçiyorsun benimle?

Hayır, diyorum.

Bir derdin mi var, diyor.

Bir derdim yok, diyorum.

Ne bakıyorsun o zaman? Gördüm, bize bakıyordun. Ateş yakamazsınız mı diyorsun?

Hayır, diyorum. Hiçbir şey demiyorum.

Diyorsun diyorsun, diyor. Görebiliyorum. Bana yavşak/amcık/göt (seç birini) dedin.

Haklı.

Gerçekten yavşak/amcık/göt olduğunu düşünüyorum.

Sonra

Bütün gücümle geçiriyorum suratına.

Yere yapışıyor, elini burnuna götürüyor, parmakları arasından kanlar akıyor. Bana bakıyor yattığı
yerden, inanamıyor.

Eddie’nin arkadaşları gülmekten geberiyorlar. Herkes ister çünkü böyle küçük artist piçlerin
havasının söndüğünü görmeyi. Özellikle de onunla arkadaş olmak zorunda kalan bu zavallı götler.

Eddie hala yerde, gelip tepesinde durup, tükürüyorum suratına

Eğer abilerini gönderirsen, aynen böyle olur işte, hayatımızın sonuna kadar, ne zaman seni
görsem, aynen böyle olur. Beni her gördüğünde, işte böyle canın yanar. Ben her zaman senden
daha büyük olacağım, ben her zaman senin canını yakabileceğim, ve hiç ama hiçbir zaman
durmayacağım, diyorum.

Sonra ağır ağır uzaklaşıyorum yanlarından.

Kulaklığımı takıyorum.

Müziğin sesini açıyorum.

Arkamdan gelmesini bekliyorum.

Sırtıma taş maş bir şey çarpmasını bekliyorum.

Bir şey olsun diye bekliyorum, ama hiçbir şey olmuyor.


Parktan kazasız belasız çıkıyorum, dayak yemeyi geçtim, laf bile yemedim.

O gece saat 4’e kadar uyumuyorum, annem sabah 7’de uyandırıyor beni, yarrağı yiyeceğim
okulda.

Ama Eddie okula gelmemiş.

Ertesi gün yine yok.

Ertesi gün yine yok.

Sonra hafta sonu oluyor.

Sonra pazartesi.

Eddie okulda - ama tek kelime etmiyor. Bana doğru bakmıyor bile. Salı da aynı şekilde. Bu
konunun kapandığını, artık Eddie’nin herhangi bir şekilde bana bir şey yapmayacağını düşünürken -

Salı gecesi.

Tak tak tak, kapı.

Annem açıyor kapıyı.

Konuşmalar duyuyorum.

Merdiven çıtırtısı.

Odamın kapısı açılıyor.

Arkadaşların gelmiş seni görmeye, diyor annem.

Kımıldamıyorum.

Hadi çık.

Çık dışarı oyna.

İyi hissetmiyorum kendimi, diyorum.

Neyin var, diyor annem. Başım ağrıyor, diyorum. Çünkü her an gerçekten ağrıyabilir.

Başın ağrıyorsa televizyon nasıl seyredebiliyorsun, diyor annem.

Haklısın, diyorum. Salağım ben işte böyle. Biliyorsun ne kadar salak olduğumu. Bir de zaten
ödevim var.

Ödevin varsa neden yapmıyorsun, diyor.


Başlamak üzereyim, diyorum.

Maisie’yi gezdirdin mi akşam, diyor.

Cevabını biliyor sorunun, ben cevap vermeye kasmıyorum.

Anne beni dışarı gönderme, eğer gönderirsen bu piçler beni öldürecekler - demiyorum.

Çünkü annene söyleyemezsin sokakların ruh hastası kaynadığını, her akşam eve sağ salim
dönmenin tamamen şans eseri olduğunu.

Çünkü eğer söylersen - annenin bir şey yapması gerekir.

Ne peki?

PAUL
Hakkını yemeyeyim, babam bana bir yığın şey sağladı, çok önceden.

Hatırlıyorum, küçükken ben, babam her zaman bana senin yapamayacağın şey yok Paulie, derdi.
Ne istersen yapabilirsin.

Bir keresinde, 7 yaşında mıydım ne… Bir dağ evine gitmiştik tatile, herkes uyuduktan sonra babam
beni uyandırmıştı, sessizce kulübeden çıkmıştık mataralarımız ve el fenerleriyle, ormana gitmiştik,
porsuk görürüz belki diye, ya da baykuş, ya da kurt, ya da işte herhangi bir şey.

Bir tepenin üstüne çıktık. Bana dedi ki, gökyüzü sence nasıl, Paulie? Ben de dedim ki - havada.
Evet, dedi, doğru ama okulda size ne öğrettiler gökyüzüyle ilgili, gece gökyüzüyle ilgili. Ben - büyük,
dedim. Evet doğru, büyük, dedi babam - başka? Ne diyor öğretmenler okulda gökyüzüyle ilgili?

Ben gerilmeye başlamıştım çünkü halihazırda iki yanlış cevap verdim, yine beklediği cevabı
veremezsem sinirlenecek diye o kadar korktum ki, korkumdan sadece, bilmiyorum Babacığım, çok
çok özür dilerim, bilmiyorum dedim.

Babam fenerini kapadı. Gece çöküverdi üstümüze. Gece, gökyüzünün karanlık olduğunu söylerler,
dedi babam. Peki gerçekten karanlık mı?

Yukarı baktım. Ay yoktu, hiçbir şey yoktu. Evet Babacığım, dedim, kapkaranlık.

Gerçekten öyle mi acaba, dedi. Bakmaya devam et.

Siyah gökyüzüne bakmaya devam ettim. Bir anda -

- yıldızlar belirmeye başladı gözlerimin önünde. Önce birkaç tane en parlak olanları, ama bakmaya
devam ettikçe daha çok yıldız, daha çok yıldız, her yerdeydiler. Elmas parçaları gibi.

Kaç tane yıldız var Paulie, dedi babam.

Bilmiyorum Baba, sayamayacağım kadar, dedim.


Gece, gökyüzünün siyah olduğunu söylerler - ama sence doğru mu?, dedi babam.

Hayır anlamında kafamı salladım.

Doğru değil tabii ya, dedi babam. Karanlık olduğunu söylerler ama işin aslı karanlıktan daha çok
aydınlık vardır. Daha da müthiş bir şey söyleyeyim mi?

Aslında karanlık diye bir şey yok bile. Hepsi aydınlık. Her yerde yıldızlar var, her tarafta,
gökyüzünün her bir noktasında. Neden karanlık görünüyorlar biliyor musun, çünkü yıldızlar çok
uzaktalar, ışık da zamansızlıktan henüz bizi bulamadı. Ama bulacak. Ve bir gün gökyüzü hep
aydınlık olacak, baktığın her yer ışık olacak.

Bu dedikleri ne anlama geliyor hiçbir fikrim yoktu. Ama kulağa müthiş geliyordu.

Babacım, yıldızlara gidebilir miyiz? dedim.

Henüz kimse gitmedi ufaklık, dedi babam.

Ama belki sen gidersin.

Çünkü senin yapamayacağın şey yok. Her zaman inan buna.

Sımsıkı sarıldı sonra bana… elini hatırlıyorum, benim elimi kavramıştı, yamaçtan aşağı inmiştik el
ele. Tökezlerdim ama hiç düşmedim çünkü ayağım bir dala filan takılsa beni havaya kaldırır,
yolumuza devam ederdik.

Hiç unutmadım bunu.

Gittiğim inanılmaz pahalı özel okulumda ne zaman canım sıkılsa, dersten öylece çıkar, okuldan
giderdim. Bi arkadaşın evine gidip saatlerce Kirpi Sonic oynardım. (ya da Bi arkadaşın evine gidip
saatlerce bilgisayar oyunu oynardım.)

Öğretmenler “okumazsan ne olacağını sanıyorsun, okumazsan neler olur biliyor musun” gibi şeyler
dediklerinde ben sadece gülerdim.

Çünkü biliyordum ki benim yapamayacağım bir şey yoktu.

DAVEY
Eddie ve arkadaşları dışarıda toplanmış. Eddie tam bizim kapının dışında duruyor. Gülüyor. Biraz
olsun insana benziyor gülümsemesiyle.

Bir an için aldanıyorum. Benden özür dileyip, arkadaş olmak isteyeceğini düşünüyorum. Böyle belalı
çocuklara aslında boyun eğmeyip kafa tutmak lazım ama daha önce Eddie’ye benden başka kimse
kafa tutmadığı için, en sonunda aklının başına geldiğini, düşünüp taşındığını, ve değişmeye karar
verdiğini hatta benim ona bu yaptığı piçliklerden, adiliklerden nasıl kurtulacağını öğretmemi
isteyeceğini düşünüyorum.

Bu düşüncelerimin saçmalık olduğunu biliyorum. Ama bir an bunları düşünüp, kendimi


rahatlatıyorum. Kapıya gelip Eddie’nin o şeytani gözlerini gördüğüm anda bu rahatlama hissim yok
oluyor.

Çıktım evden. Sokaktayım.


Tabii Eddie’nin abileri de oradalar, sokağın diğer tarafına gizlenmişler.

Maisie parka doğru koşmak istiyor, o kadar sert zorluyor ki neredeyse tasması elimden kayacak.

Tanıştığımıza memnun oldum Davey’nin annesi, diyor Eddie.

Pes ediyorum, Maisie’nin beni bir basamak indirmesine izin veriyorum, sonra bir basamak daha,
bir basamak daha, sonra yürümeye başlıyorum, kendi rızammış gibi. Yanımda Eddie, arkamda
abileri, yürüyorum.

Arkamı dönüp eve bakıyorum, Annem hala kapıda, o da bana bakıyor.

Annemin yüzünde bir ifade var; sanki her an aklına bir şey gelecekmiş de bir türlü gelmiyor gibi.

Ben anneme bakıyorum, hadi anne geçir ayağına terliğini çık evden gel tut beni, sen gelirsen bir
şey yapamazlar bana, hala beni kurtaracak zamanın var diye düşünürken

Çok geç kalma, diye sesleniyor annem kapıdan.

Bunu diyip

Eve girip yok oluyor.

Parkta, Eddie’nin iki abisi daha bekliyor.

Bir tanesi bir eliyle çirkin ötesi bir pit bull tutuyor.

En büyük abi, kimse onu adıyla çağırmaz bu arada, herkes ona “Lanet” der, elinde uzun, ağır, pas
kırmızısı, kan kırmızısı demir bi çubukla bekliyor.

Yine götümün büzüştüğünü ama sik kaslarımın gevşediğini hissediyorum, ağzım kuruyor

Tamam, tamam, demek istiyorum, yapmayın n’olur durun, ben bunu kaldıramam, yapamam bunu
demek istiyorum

Ve -

Diyorum.

Gerçekten diyorum bütün bunları.

Eddie ve abileri gülmeye başlıyorlar.

“Lanet”, biliyoruz, diyor. Onun için çok komik zaten.

Ben ağlıyorum.

“Lanet” hah ağla iyice ağla, rahatlarsın. Biz bekleriz, diyor.


Ben daha çok ağlıyorum, Maisie de ağlamaya başlıyor, başını bacaklarımın arasına sokuyor,
endişeleniyor benim için, ben de elimi Maisie’nin boynuna koyuyorum ve -

Bir saniyeliğine ağlamayı bırakıyorum.

Bir saniyeliğine, sesim titremeden, bir şey yok kızım, iyiyiz, her şey yolunda, diyorum.

Bir saniyeliğine, kendim oluyorum, çünkü olmak zorundayım, Maisie’yi rahatlatmam lazım.

“Lanet” bütün bunları görüyor.

Öyle bir gülümseme yerleşiyor ki yüzüne, asla uyanmadığım bir kabus gibi.

Tamam, diyor. Sıkıntı yok. Sana elimizi sürmeyeceğiz.

Ama bir şekilde halletmemiz de lazım meseleyi.

Nasıl halledeceğiz biliyor musun - senin köpek, benim köpek.

İşte -

Bu yüzden “Lanet” deniyor ona.

Kimsenin hayal edemeyeceği en lanet şeyleri hayal edebildiği için,

Ve bunları yaptığı için.

Eee?, diyor.

Maisie’ye bakıyorum, kapkara gözlerine

Sonra da -

Tamam, diyorum.

PAUL
Yani Killology sadece ama sadece öldürmeyle ilgili. Diyelim birini öldüreceksiniz, tabancayla
kalbinden vurdunuz, kısa ve acısız - yine puan kazanırsınız. Ama diyelim karnından vurdunuz, acı
çeke çeke ölüyor yavaş yavaş - o zaman 100 puan! Ya da mesela kafasına bir torba geçirip, bi
çekiçle parmaklarına, ayak parmaklarına vuruyorsunuz diyelim, havasızlıktan boğulurken bir
yandan da kan topluyor bütün parmakları mesela - hah bu 1000 puan. Bi de üstüne bölüm sonu
zafer dansınız için yeni hareketler kazanıyorsunuz.

İnsanlar hep soruyorlar; bu kadar manyak, bu kadar eğlenceli ölüm çeşitleri nereden aklına geliyor.
Hepsini biz bulmuyoruz tabii. Bir topluluğumuz var. Hatta Killology 2’de oyunculara oyunda
değişiklik yapma imkanı da sunduk. Pek çok yeni içerik tamamen oyunumuzu oynayan insanlar
tarafından geliştirildi bizzat. Birçok insanın Killology’nin imzası saydığı “altın duş” mini oyunu bir
oyuncumuz fikri mesela.
Aranızda bilmeyenler varsa anlatayım - yavaş, acılı bir ölüm anı yaratıyorsunuz önce. Diyelim bir
kıyma makinesi var, makineye önce kurbanınızın ayaklarını sokuyorsunuz. Bu altın duş mini
oyununu başlatmak için de kumandanızı böyle sik hizanızda tutmak gerekiyor. Ekranda bir çiş
çubuğu beliriyor, sizin çişiniz bu, siz de bu çişi kurbanınızın suratına denk getirmeye çalışıyorsunuz.
Tabii bu sırada kurban deli gibi acı çektiği için kıvranıyor, ama bir yandan da sizin çişinizden
kaçmaya çalıştığı için daha çok acı çekiyor, oyunun amacı da çişi olabildiğince uzun süre kurbanın
yüzüne isabet ettirmek ama en yüksek puan için ağzıyla gözlerine isabet ettirmek gerekiyor.

Dahice, korkunç ve kara mizahın son noktası. Oyuncularımızın en sevdiği üçlü. Bombay’lı bir çocuk
buldu bu mini oyunu. Her Killology satışından yüzde 0.0025 alıyor şimdi. Bütün kardeşlerini
okutuyor o parayla.

DAVEY
Maisie direnmiyor daha fazla. Öylece yatıyor yerde kımıldamadan, ağlıyor, bu sırada pitt bull
Maisie’nin sol arka bacağını koparmaya çalışıyor.

“Lanet”, tamamdır bence, diyor, sence?

Evet, diyorum.

Sonra kendi köpeğinin başına gidiyor, demir çubukla bir iki dokunuyor köpeğine.

Köpek, Maisie’yi bırakıyor.

Elimi uzatıyorum - kafasını kaldırıp elimin altına koyuyor başını.

Tek gözü gitmiş ama diğeri açık.

Bana bakıyor.

Ben elimi boynunun arkasına koyduğum an o kapkara gözü, küçücük parlıyor.

Şimdi yapılacak en merhametli hareket, bu iti öldürmek olur, diyor “Lanet” abi.

Yapamam, diyorum.

O zaman ben yaparım, diyor.

Eğer rica edersen.

Rica ederim beş para etmez itimi öldürür müsün, de bana.

Lütfen, diyorum, yapar mısın?

Yok, diyor, aynen benim dediğim gibi söylemen lazım.

Rica ederim beş para etmez itimi öldürür müsün, diyorum.

“Lanet” abi çöküyor Maisie’nin yanına. Bıçak çıkarıyor. Boynunun üstündeki deriyi çekiyor.
Gereğinden fazla sert çekiyor. Deriyi kesiyor bıçakla. Omurgasına sokuyor bıçağı.
Maisie ağlamıyor artık.

Bi sokak köpeği geldi, Maisie’ye saldırdı, öldürdü diyince, annem hemen polisi arıyor.

Polis gelip ne olduğunu soruyor. Bi sokak köpeği geldi, Maisie’ye saldırdı, öldürdü, diyorum.

Not alıp, gidiyorlar.

Annem, emin misin, diyor. Gerçekten böyle mi oldu?

Ben bir şey demiyorum.

Ama herkes biliyor.

Ertesi gün, ilk iki ders, sonra tenefüs.

Tenefüste Eddie Randall yanıma geliyor.

Yine vuracak mısın bana Davey?

Eğer abilerimi gönderirsem, beni her gördüğünde bana vuracağını söylemiştin.

Al işte bak karşındayım.

Bak işte görüyorsun beni.

Şimdi ne yapacaksın bana?

Gözetmenlerden biri Bayan Stroud (bu bay bayan bana çok kıl geliyor çeviri oyunlarda) yanıma
geliyor, iyi misin Davey, diyor?

İyiyim, diyorum.

Beni takip et lütfen, seninle konuşmak istiyorum, diyor.

Dün gece olanları duydum, diyor, çok üzgün olduğunu tahmin edebiliyorum.

Bi tane sandalye alıp kadının kafasına geçiriyorum.

Çünkü Bayan Stroud melek gibi bir kadın. Hiç korkmuyorum çünkü ondan. Hiç.

PAUL
Babama parasını nasıl kazandığını sorsanız, “sanayi”, der.

Sanayi denilen şey varken tabii bir zamanlar. 70’ler filan mıydı? “Sanayi” Hatırladınız mı?

İşin aslı, babam bi ofiste çalışmıştı. Bi petrol rafinerisi ofisinde. Yani mavi yakasının tek nedeni
tamamen bi moda tercihiydi, başka bi şey değil.
Rafineride, bütün bu petrol arıtma işlemini yapan devasa reaktörler vardı. Arada bir de bu
makinelerin temizlenmesi gerekiyordu. Temizlemek için de bu makinelerin içine girmek
gerekiyordu. Bütün o kimyasallar, o duman, bütün o leş şeylerin içine. Aklı başında hiçbir işçi kabul
etmiyordu bu görevi, çünkü aynı zamanda çok da tehlikeli bir işti.

Bu yüzden bir tane geri zekalı aldılar işe. O zaman böyle derlerdi bu işi yapana, şimdi daha nazik
şeyler diyorlar.

Bu geri zekalıya paspas, kova filan verip, dımdızlak gönderiyorlar makinanın içine.

Ne kadar güzel bir şeydi sanayi. Artık olmaması çok üzücü.

Bir yıl, temizlik sonrası, bu tatlı, zararsız, sevecen geri zekalı makinanın içinden bi çıkıyor ama bi
bakıyorlar resmen ciğerleri de burnundan çıkmış.

Daha önce başkasına da olmuştu böyle, olan şeyler yani, önümüzdeki bahar temizliği için hop yeni
bir geri zekalı bulurlar.

Ama o sene, babam sendika başkanı seçiliyor.

Bu zavallı adamın ailesini de şirkete karşı dava açmaya ikna ediyor.

Şirket sahipleri de babama bu işlerin hep böyle yürüdüğünü, eğer işi bulandıracak olursa kıçına
tekmeyi yiyeceğini söylüyorlar.

Babam işleri bulandırmayı seçiyor. Çünkü onun için, yapılması gereken bu.

Aile, şirkete karşı dava açıyor.

Ve binlerce, binlerce… binlerce pound kazanıyorlar.

Bir ay sonra, babamı işten attılar. Sendika başkanı olarak yaptığı şeyler yüzünden değilmiş, yani
güya, ama söylenen sebep bu; şirket küçülme kararı almış, babamın pozisyonuna da artık gerek
kalmamış.

Babam da bu gereksizliğini, kendi şirketini kurmak için kullanıyor, kimyasal reaktörleri temizleme
şirketi kuruyor. Ama tabii zavallı adamları, ellerine sadece paspas ve kova tutuşturup göndermiyor
makinelere, yanlarına bi de solunum cihazı ve koruyucu giysi temin ediyor.

Çok güvenli ama çok pahalı.

Pahalı ama aleyhine dava açılıp eşek yüküyle para kaybetmekten daha makul. Bu yüzden artık
hiçbir şirket işleri ucuza getirmeyi seçmiyor. Hepsi paraya kıyıp, işi olması gerektiği gibi yapıyor.
Babam sayesinde.

Babamın bu temizlik işi, ortalığı silip süpürüyor.

Kendi yarattığı bu iş sayesinde milyoner oluyor. Gittim babama sordum - Baba, nereden aklına
geldi bu sanayi gündelikçisi? O adamın ailesine gidip şirkete karşı dava açmasına yardım ettiğin
zaman mı aklına geldi bütün bunlar?
Yoksa daha önce miydi bundan?

Babam gülümseyip - bak oğlum, ben dünyayı daha iyi bir yer haline getirdiğim için zengin oldum,
işçiler için daha güvenli bir çalışma ortamı yarattığım için. Bütün mesele bu, diyor.

​Babasının gülümsemesi PAUL’ün yüzüne yerleşmiştir. Islık çalmaya başlar.


​(“Whistle While You Work”)
ALAN
Gözlerimi açıyorum, neden tuvalette yerde yattığımı anlamaya çalışıyorum.

Sonra hatırlıyorum.

Daire kapısınını tam dışında, apartmanda bi ses duyuyorum. Biri ıslık çalıyor.

​PAUL ıslık çalmayı bitirir.


Kapı açılıyor. Alarm çalıyor. Dört bip sesi, kodu giriyor. Koridorda adım sesleri. Yeni yıkanmış
halının altındaki parkenin gıcırtısı duyuyorum - hissediyorum. Birkaç santim uzağımda.

Tuvaletin yanından geçip, mutfağa giriyor.

Kettle’ın içine konulan suyun sesini duyuyorum. Ayağa kalkıyorum.

Derin nefes al. Derin nefes al.

Oğlumu düşünüyorum. Tuvalet kapısını itip dümdüz mutfağa dalıyorum.

ALAN
Merhaba.

PAUL
Siktir.

ALAN
Gazı kontrol etmeye geldim.

PAUL
İçeri nasıl girdin?

ALAN
Gaz kaçağı var dendi. Telefon ettiniz.

PAUL
Kimseye telefon etmedim ben.

ALAN
Zaten biz de gaz kaçağı bulamadık.
PAUL
O elindekiyle (ingiliz anahtarı) n’apıcaksın?

ALAN
Göstereyim.
İlk darbe onu direkt bayıltır sandım. Ama - ayakta kaldı - yalpaladı -

PAUL
Bence siz gaz şirketinden gelmedi…

ALAN
Ve bayıldı.

PAUL
Kendime geliyorum - bağlanmışım.
Ben bağlıyım o da bir bilgisayarın başında kambur oturuyor - iki işaret parmağıyla bir şeyler yazıyor
- yandan görüyorum, kaşları çatık, bir şeye konsantre olmuş, o sırada hatırlıyorum -

ALAN
Derin bir nefes sesi duyuyorum. Sonra fısıltıyla söylenen bir “hassiktir”. Ona doğru bakıyorum.

PAUL
Onu nereden tanıdığımı hatırlıyorum. Sonra da başımın ne kadar büyük bir belada olduğunu
anlıyorum.

DAVEY
12 yaşında, o dünyanın en tatlı öğretmeninin kafasına sandalye geçirdiğim zamanlarımı görseydiniz
eğer, sonraki 3 yıl boyunca yaşadıklarımı kolaylıkla hayal edebilirdiniz. 15 yaşındayım, çift yönlü
yolda, altımda 7 yaşındakilerin bindiği aptal bisikletle ilerliyorum. Çift yönlü yolda bisiklete binmek
normalde yasak ama tabii 7 yaşındaki bi çocuktan bisiklet çalmak da yasak. Çok da sikimde.

Sonra arkamda bir motor sesi; bakıyorum, kocaman bi minibüs zıplaya zıplaya geliyor. Beni
görünce diğer şerite geçiyor. Aceleleri olmalı. Ben de

Tam beni sollayacakları sırada önlerine kırıyorum.

Acı fren sesi.

Sonra… hala onların tam önündeyim - acaba en yavaş ne kadar gidebilirim ve dengemi
koruyabilirim testi yapmaya karar veriyorum.

Acaba ne kadar yavaş gidebilirim, ne kadar yavaş gidebilirim…

Diye düşünürken, cevabın - baya baya yavaş olduğunu fark ediyorum.

Arkamdaki minibüs bu sefer de diğer tarafıma gelip beni geçmeye çalışıyor. Ama hiç şansı yok. Yine
önlerine kırıyorum, farları arkamdan bi vurmuş kendi kocaman gölgemi görüyorum asfaltın üstünde.

Minibüs arkamda gazı köklüyor, duyuyorum. Götler.

Ben yine onların önüne kırıyorum, bi sağ, bi sola, hiçbir şekilde beni geçmelerine izin vermiyorum.

Sonunsa minibüs kornaya basıyor.


Çok gereksiz buluyorum bu hareketi.

Ben de duruyorum, olduğum yerde.

Arkamı dönüyorum.

Dümdüz bakıyorum, far ışığına doğru -

- ve farlar sönüyor.

Farlar söndüğünde minibüsün içindekileri görebiliyorum.

Tanımıyorum onları, tanımam da gerekmiyor zaten. Ama orospu çocuğu oldukları her hallerinden
belli.

Sadece birkaç yaş büyük görünüyorlar benden ama beni aşarlar.

Ön koltukta oturan, yayılmış koltuğa, elinde içki şişesi, ayaklarını uzatmış ön cama doğru.

Minibüsü kullananın ağzında sigara, pis pis sırıtıyor.

Ben kendimi piç bilirdim ama bunlar tam manyak.

Önüme dönüyorum, hızlı hızlı çeviriyorum pedalları.

Arayı birkaç metre açıyorum ama minibüs motorunu çalıştırıyor, o da hızla arkamdan geliyor, ben
bütün gücümle pedal çeviriyorum, yine arayı açıyorum biraz, biraz daha hızlanabilirsem aslında
ilerde sokaklar var, park etmiş arabalar var, onların arasına girip saklanabilirim, derken

Minibüsün tamponu arka tekerime dokunuyor.

Bisiklet altımdan kayıp gidiyor, paramparça oluyor, kesin öleceğim derken -

- bir şekilde süpergüçler geliştiriyorum, havalanıp uçmaya başlıyorum

Sonra bir anda çok sert, çok hızlı bir şekilde yere çakılıyorum. Yüzüm bir çukura giriyor. Ağzım kum
dolu, asfalt da bozuk, her taraf küçük küçük taş içinde, belediyemiz sağ olsun.

Ağzımdaki kumu tüküreyim derken, iki-üç tane de diş tükürüyorum, kırılmışlar, biraz önceki kafayı
yola çakma eylemim sağ olsun.

Minibüs, yerdeki bisikletin üstüne çıkıyor. Arka teker zaten gitmişti. Jantta plastik elmaslar takılı,
sokak lambalarının altında onlar parıldıyor. Çok şirin. Gerçekten.

Minibüs bana doğru hızla geliyor. 7 yaş bisikleti çatırtılar ve çığlıklar eşliğinde minibüsün altında yok
oluyor.

Bir şekilde ayağa kalkmayı başarıyorum.


Birkaç adım atıp tekrar yere düşüyorum.

Sinir sistemim kapatıp açıyor kendini, sağ ayağımdan bana 10.000 yeni mesaj var, mesajların
tamamı da şunun çeşitleri: siktir, hassiktir, hay sikiyim, çok acıyor laaan.

Bacağımı asfalttan kaldırıyorum, kalçam kalkıyor, diz de tamam ama tam ayağa kalkacakken
baldırım… bırakıveriyor kendini ve topuğumun üstüne düşüyorum yine, o sırada biraz daha fazla
süpergüç geliştiriyorum ve bacağımın acısını kusmuğa dönüştürüyorum, asfalta doğru ağzımdan
püskürtüyorum, sonra yerde kıvrılıp ağlamaya başlayacakken

Minibüs beni yemeye geliyor.

Yoldan çıkmam lazım.

Yolun kenarındaki kaldırıma kadar emekleyip, bir yandan da kırılan ayağımı çekmem lazım.

Hassiktir ya bu adil mi şimdi, diyorum.

Dünya, değil, diyor. Ama eğer yaşamak istiyorsan başka seçimin yok.

Sağlam ayağımı kullanarak dönmeye çalışıyorum.

Ama sağlam olmayan bacağımın üstüne düşüyorum.

Minibüs bana çığlık atıyor, ben de ona çığlık atıyorum.

O kadar.

Minibüsün gürültüsü kalıyor geriye, rölantide.

Minibüsün kapıları açılıyor.

Asfaltın üstünde ayaklar.

Gözlerimi açıyorum.

Orospu çocukları tepemdeler, gülüyorlar.

Bu zamana kadar dünya hakkında öğrendiğim her şey bana bu gecenin hayatımın en kötü gecesi
olacağını söylüyor.

Yoldan çekiyorlar beni. Minibüsün arkasına koyuyorlar. Bi tane bebek koltuğu var, başımı ona
yaslıyorum, köpek çizimleri/resimleri var üstünde.

Beni bir eve getiriyorlar -

Benimle eğleniyorlar.
Öyle bi eğleniyorlar ki, dakikalar ömür boyu geliyor; daha birkaç saat oynayacaklar benimle belli ki,
dayanmam lazım.

Ama çok uzun bir süre sonra, sıkılıyorlar. Diyorlar ki -

Hazır mısın Davey?

Ölmeye hazır mısın?

Ben de diyorum ki -

ALAN
Cenazeye geç kalıyorum, en arka sıraya sıvışıveriyorum.

Papaz, merdivenden düşmüş, tek gözü mosmor. Hah iyi olmuş.

Aslında cenazeden sonraki servise katılmayacaktım ama katıldım çünkü yapacak daha iyi bir şeyim
yoktu.

Annesini gördüm, barda oturmuş, elindeki içkiye bakıyor.

Kafasını kaldırana kadar izledim onu.

Tabureden kayarak kalktı, insanları ite kaka geçti yanlarından, geldi kollarını omuzlarımın üstüne
atarak sarıldı.

Eve gitmek istemediğini söyledi, benim de benim eve kadar yürüyecek halim yoktu.

Barda oturduk.

Saatlerce içtik.

Bi oda tuttuk. İndirim de yaptılar.

Yatağa attık kendimizi

Yapamayacak gibiydim ama yaptım.

İkimiz de sarhoşuz, yaptığımızın doğru olmadığını biliyoruz.

Ama yine de yapıyoruz.

Ve Davey bizim başımıza gelen bir şey oldu. (Davey bizim içimizden çıkan bir şey oldu. Davey
bizim kaderimiz oldu - sonuncu daha güzel galiba)

Hayatlarımızın bir dönemi.

Yanlış ama bu.


Carole’ı o geceden sonra birkaç kere daha gördüm. Sürekli içki içip yatağa girdik.

Sırt üstü uyanıp yanıma bakıyorum, Carole yanımda, kollarım onun etrafında, sıcak ağırlığı
üstümde, onun da kolları benim etrafımda.

Gözlerimi yarım açtığımda Carole’ın saçları eskisi gibi, kına kızılı. Ve sigara kokuyorlar. Oda da,
Davey’i yaptığımız oda. Sonra -

İşte.

İşte.

Davey yan odada, sesler çıkarıyor.

Her sabah uyanır uyanmaz böyle sesler çıkıyor.

Sonra sızlanmaya başlıyor, sonra da ağlamaya başlıyor.

Yanına gitmem lazım.

Ama biliyorum ki kımıldarsam, anı bozacağım, Davey de yok olacak.

Ben de öylece yatıyorum yatakta, gözlerim kapalı, zor nefes alıyorum.

Carole yanımda.

Davey içerde, odasında.

Birkaç metre uzağımda sadece. Çok yakın.

Sonra - sızlanmaya başlıyor.

Sonra ağlamaya başlıyor.

Sonra bağırmaya başlıyor.

Deliler gibi bağırıyor, Babası alsa kollarına, hemen sakinleştirir.

Ama eğer kımıldarsam, şimdiki zamana gideriz.

Carole’ın yataktan kalktığını hissediyorum.

Anne geliyor bebeğim, dediğini duyuyorum.

Ama eğer gerçekten giderse -

Ben hemen kollarımla sarıyorum etrafını


Kalkmasın diye, gitmesin diye.

Boynunun etrafına doluyorum kollarımı.

Bu an biraz daha sürsün diye

Kollarımdan kurtuluyor,

N’oluyor ya, diyor.

Yatak odasından çıkıyor.

Davey’nin odasına doğru gidiyor.

Davey orada değil artık.

Carole duruyor.

Nereye gidiyordu ki zaten?

Kime gidiyordu ki zaten?

Sen de duydun onu değil mi, diyorum.

Duydun sen de.

Ben ki - hiçbir şeye inananmam,

Buna inanıyorum. Çünkü oldu.

Normalde geri dönemezsin geçmiş.

Yapamazsın.

Ama biz yaptık.

Davey’nin bizimle olduğu günlere geri döndük.

Bu ne anlama geliyor bilmiyorum.

Dünya, bizim sandığımız gibi bir yer değil. Bu anlama geliyor.

DAVEY
Annemin odasının görüntüsü, aralık kapıdan.

Gözlerimi açıyorum, oradayım yine.


Annem çok küçük görünüyor. Bu kadarcık.

Kapıyı itip sonuna kadar açıyorum, içeri giriyorum.

Anneme sarılıp özür dilerim Anne, diyorum.

Özür dilerim.

ALAN
Birkaç nazik insan bi akşam Carole’ın kapısını çaldılar.

Carole’a zaman ayırdılar.

Onu dinlediler.

Uzun uzun dinlediler sonra ertesi akşam tekrar geldiler.

Carole da onların toplantılarına gitmeye başladı.

Carole kendini huzurlu hissetmeye başladı o toplantılarda.

Çünkü artık İsa Carole’un yanındaydı, ve İsa Carole’a güç verdi.

Artık ne benimle içki içiyordu ne de sevişiyordu.

Ben başka insanların inançlarını hiçbir zaman yargılamam ama

Fark ettim ki -

Fark ettim ki -

DAVEY
Uyanıyorum, bi bakıyorum Maisie ayak ucumda kıvrılmış yatıyor.

ALAN
Tanrım…

DAVEY
Tam uyanmamış olsam da bunun doğru olamayacağını biliyorum.

ALAN
Ohhhh (çok şükür)…

DAVEY
Çünkü Maisie öldü, ve hiçbir zaman onun yaşadığı zamanlara geri dönemeyeceğim.

İmkansız bir şey çünkü.

Rüya olmalı bu.


Ben de bu rüyaya sıkıca sarıldım, bırakmam.

Tamamen uyanmamaya çalışıyorum,

Beynimi iyice zorluyorum

Sıcak ağırlığını hissediyorum,

Nefesini hissediyorum.

Kafamın içindeki ses uzanıp Maisie’yi sevmemem gerektiğini söylüyor çünkü eğer seversem
tamamen yok olacak, ama

Elim bütün bu bilgilerden habersiz uzanıyor Maisie’ye doğru.

Boynunun üstüne doğru.

Ama daha fazla gitmiyor elim, yetişemiyor Maisie’ye çünkü

Ellerim bağlanmış, daha fazla ileri gidemiyorlar.

Bacaklarım üstündeki ağırlık da aslında Maisie’nin ağırlığı değil.

Çarşaflar ve yorganın altında sıkışmışım.

Aşağı bakıyorum.

Yaralı ayağımı küçük çadır gibi bir şeyin içine koymuşlar.

Koluma plastik bir boru giriyor.

Yanımda makineler var, kalp atışlarım, nefesim bip bip ötüyor.

Baya şeker bir kız giriyor içeri, maviler içinde. Bana diyor ki, tekrar hoş geldin yaşayanların arasına.
Ağrın var mı?

Hayır, diyorum, harika hissediyorum.

Morfindendir, diyor. Kandan çok morfin var şu an damarlarında.

Çok şanslı bir çocuksun. (Allah/Tanrı korudu)

Polis geçiyormuş tam o sırada yoldan.

Eğer o şerefsizler seni bir de arabalarına koysalardı

Kim bilir başına daha neler gelecekti.

PAUL
PAUL
Babamın 60. doğum günü için bütün ailemi toplayıp Mısır’a götürüyorum. Çöllere gidip, Piramitleri
göreceğiz.

Babamın Piramitleri hep görmek istediğini biliyordum, bunun için parası da vardı aslında ama hiçbir
zaman o parasını kayda değer şeyler için harcamadı.

Ama şimdi de gelmek istemiyor.

Ama annem bu sefer çok kararlı, ne olduysa.

Çölün ortasında, üst üste dizilmiş o… taşlara bakıyoruz ve babam, düşünsenize bi, diyor.

Bu şeyleri inşa ettirmek için emir veriyorsun, yaptırıyorsun, sonra ölüp gidiyorsun ama onlar sen
öldükten 1000’lerce yıl sonra bile dimdik ayaktalar.

Bana bakıp gülüyor.

Şu an üstünde çalıştığın yeni oyun neydi, desene bi daha, diyor babam.

Diyorum ki: yeni bi oyun değil. Halihazırda olan bi online oyunun farklı bir versiyonu.

Haa, demek öyle, diyor.

Demek öyle.

Bunu diyip, piramitlere sırtını dönüyor.

Ben deliriyorum.

Net bi 5 dakika karşısında bağırıp çağırıyorum, o da bi tane geçiriyor suratıma.

Yumruk değil. Tokat. Avucunun içiyle.

O kadar götün kalkmış ki. Bu başarılarından sonra, diyor

Sen zengin bi adamın çocuğu olarak geldin bu dünyaya. Bu büyük bir başarıydı zaten. Bu başarı
sana sunuldu.

Sen de bunu heba ettin.

Eve dönüyoruz jiple. Araba takla atıyor. Benim bileğim kırılıyor ama iyiyim.

Babam iyi değil.

Biz arabanın altından babamı çekerken babam çığlık atıyor.

Kaburgalarında çatlak var, köprücük kemiği çatlak, kalça kemiği, kolları kırık.

Sağlık ocağı gibi bir yere gidiyoruz, ne yapacaklarını bilmiyorlar.


Ağrı kesici veriyorlar ama acil ameliyat olması lazım ama ameliyat edecek ekipmanları yok.

Ama birinin bir an önce ameliyat etmesi lazım yoksa ölecek.

Doktora soruyorum, nerede vardır yeterli ekipmanlar, nereye götürebiliriz, doktor da diyor ki: eve.

Sonra da diyor ki, ama uçağa binerse bu halde, ölür.

Basınç değişecek, ciğerleri de pert… kaldıramaz.

Babamı uyutuyorlar, annem ağlıyor.

Ben ofisi arıyorum, birkaç gün herhangi bi işe yarayamayacağımı söylüyorum.

O sağlık ocağında öylece oturmuş, babamın ölmesini bekliyoruz.

20 dakika sonra ofis beni geri arıyor. Telefonu kapattıktan sonra oradan birileriyle konuşmuşlar,
babamı bir şekilde eve götürmenin yolunu bulmuşlar. Uçak eğer daha alçaktan uçarsa basınç için
sorun olmazmış ama bu durumda çok daha fazla yakıt harcaması gerekiyormuş. Bildiğimiz yolcu
uçakları bunu yapmayacağına göre kendi uçağımızı kiralamaktan başka çare yok. Uçak kiralamak
için bok gibi para lazım.

Neyse ki bende de bok gibi para var.

Bir uçak kiralıyorum, içine doktor hemşire ne varsa koyuyorum.

Telefonlar ediliyor, izinler alınıyor - babamı eve götürüyoruz.

Haftalardır hastanede, bu iyileşme süreci de çok sancılı, babam da berbat bir hasta ama en
azından iyiye gidiyor.

Gazeteciler ısrarla röportaj yapmak istiyorlar, önce baya bi geri çeviriyor ama sonra kabul ediyor.

Gazeteciler diyor ki, oğlunuz olmasa, çölde ölmüş kalmıştınız.

Babam diyor ki, oğlum olmasa çöle gitmemiştim.

Gazeteciler gülüyor. Babam gülmüyor.

Sonra, babam onu eve getirmenin ne kadara mal olduğunu soruyor.

Bir rakam söylüyorum.

İnanılır gibi değil, diyor babam.

Seni kurtarmak için başka bi çare yoktu, diyorum. Bu rakam seni hayatta tuttu.

Bir insanın hayatı için bu kadar para harcamak inanılır gibi değil, diyor babam.
Ne yapsaydım, diyorum, bıraksamıydım seni oralarda?

Bizim zamanımızda, diyor, dayanışma diye bir şey vardı. Sen dayanışma ne demek biliyor musun?
Bilmiyorsundur.

Cevap veririm ama kesin yine yanlış cevap veririm, diyorum.

Dayanışma, birlik olmak demek. Biz ayrılmadan, en karanlık günlerde bile birbirimizin yanında
olurduk, el ele.

Ama sen bu akıl almaz parayı beni kurtarmak için harcadığın zaman

Herkesle taşak geçmiş oluyorsun, evlat.

Küçücük paralar için sevdiklerini kaybeden bütün o insanlarla taşak geçiyorsun.

Onların acılarıyla taşak geçiyorsun.

Rica ederim Baba, diyorum.

Lafı bile olmaz.

ALAN
Bir topluluk buldum.

Topluluklar daha doğrusu. Online. (ya da internette)

Tamamen farklı farklı tanımadığın insanlardan oluşuyor, hayatının en karanlık anılarını anlatıyorsun

Ve bu diğer insanlar da sana yardım eli uzatıyorlar.

Hayatından - herhangi birini kaybetmiş herkes için çeşit çeşit forum sayfası var.

Ailesini kaybedenler,

Sevgililerini kaybedenler,

Çocuklarını kaybedenler.

Bütün bu sayfaların altında bi de alt kategoriler var,

Onlar da mesela çocuklarını bir hastalık yüzünden kaybedenler

Ya da bir kaza yüzünden kaybedenler.

İntihar sonucu kaybedenler.

Cinayet sonucu kaybedenler.


Aileler mesajlarda genelde o süreçten bahsediyorlar, kendi yıkımlarından bahsediyorlar

Ama bazı forumlarda, özellikle çocukları cinayete kurban gittiyse,

Katillerden bahsediyorlar, katillerin bazı belirli filmleri izlediğinden,

Bazı belirli bilgisayar oyunlarını oynadığından,

İnternetin karanlık köşelerindeki bazı vahşi videoları yiyip yuttuklarından,

Sonra da soruyorlar, bütün bu karanlık şeylerin bir etkisi olmuş olabilir mi?

Forum sayfalarında iyice geriye gidiyorum, yıllar yıllar önce

Oğlu ölen bir babanın yazdığı yorumları buluyorum.

Sayfalarca yorum yazmış çoğu da Amerikan İç Savaşı’yla ilgili.

Özellikle de savaşta askerlerin kullandığı tüfeklerle ilgili. Şu eski usul tüfekler hani, doldurmalı,
barutu koyuyorsun, sonra üstüne mermiyi yerleştiriyorsun.

Savaştan sonra toprağın altında bir sürü tüfek bulunmuş. Hepsi de dolu tüfekler. Mermiler teker
teker konmuş tüfeklere ama hiç biri ateşlenmemiş.

Askerler silahlarını doldurup, omuzlarına dayarlarmış, ateş edecek gibi yaparlarmış - ama
etmezlermiş. Savaşın bütün o karmaşası ve gürültüsüyle kimse gerçekten ateş etmediklerini
anlamazmış.

Niye böyle yapıyorlarmış peki?

Karşı taraf onlara ateş ederken bunlar -

Neden kendilerini korumuyorlarmış?

Çünkü bir insanın canını almaya karşı içgüdüsel bir tepki vardır.

Bu içgüdü kalbimizdedir.

Bu içgüdü bizdeki en iyi şeydir.

Bu içgüdü zapt edilebilir.

PAUL
Evet, Killology tartışmaya açık bir oyun. Zaten sınırları ortadan kaldırdığınız hangi olay tartışmaya
açık değil ki? Kölelere özgürlük? Neee, ekonomi çöker. Ama ekonomi çökmedi. Kadınlara oy hakkı?
Ama o zaman kadınlar - sadece kadınlara oy verir! Ama işte, gördük ki vermiyorlar. Gayler
evlensin? - Allah çarpar! Hem göt sikiyoruz hem evliyiz ama kimse kimseye çarpmadı henüz.

İnsanları bıraksak, kendi kazandıkları parayla satın aldıkları bir bilgisayar oyununu doya doya
İnsanları bıraksak, kendi kazandıkları parayla satın aldıkları bir bilgisayar oyununu doya doya
oynasalar mı şu kısa ömürlerinde?

Dün-ya-da olmaz.

Eğer bu hiçbir şeyi anlamaya çalışmayıp her şeye karşı çıkan insanlarda, Killology’i oynayacak mide
ve o ince zeka olsaydı, oyunun sadece bir oyun olmadığını, aynı zamanda bir ahlak dersi olduğunu
görürlerdi. Seçimlerinizden, hareketlerinizden doğan sonuçlarla yüzleştiriyor çünkü sizi bu oyun.
Birçok oyunda, birini vurursunuz, ölür, sonra da gidip başkasını vurursunuz. Killology’de,
kurbanınıza işkence yaparken, size yalvaracaklar, özür dileyecekler, onlar deli gibi kan
kaybederken siz de gerçek acıyı izleyeceksiniz.

İzlemek zorundasınız. Çünkü eğer ekrandan kafanızı çevirirseniz sensörler bunu fark ediyor, puan
kaybediyorsunuz.

ALAN
Ordular hakkında sayfalarca yazmış. Erkeklerin nasıl askere dönüştüğünü yazmış. Askerlerin bu can
almaya karşı oluşan içgüdüsel tepkiyi yenmek için nasıl teknikler geliştirdiklerini yazmış.

Şimdi, her yeni savaşla birlikte, gitgide daha çok asker birbirini öldürmeye çalışıyor.

Nasıl oluyor peki bu?

Pratik yaparak.

Aslolana mümkün olduğunca yaklaşmak için, pratik yaparak.

Öyle tarlalarda samandan yapılma hedeflere ateş etmektense, artık dumanlar ve patlamalar
arasında bir binadan diğer binaya koşuyorlar, çığlık çığlığa, diğer askerler üstlerine gerçekten ateş
ederken.

Öldürme eylemini defalarca pratik yapıyorlar.

Pratik yapmanın gerçek olmadığını bilseler de,

Bütün bu provalar vücuda nasıl hareket etmesi gerektiğini öğretiyor

Her ne kadar zihinleri bu içgüdüsel tepkiyle paralize olmuş olsa da.

PAUL
İnsanlar gelip, ama Paul, Bay Thompson, Paulie

Oyununuz insanların aklına kötü şeyler sokmuyor mu?, diyorlar.

İnsanlara işkence yapıp öldürmenin inanılmaz eğlenceli olduğunu düşünmeye başlamaz mı


oyununuzu oynayanlar insanlar?

Ben de diyorum ki -

Bu bir oyun.

İnsanlar oyun oynarken, oyun oynadıklarının bilincindedirler.


Mesela büyücü oldukları bir oyunda havada domuz uçuruyorlarsa, bunun gerçek olduğuna inanıp,
domuzların gerçek hayatta uçtuğuna inanmıyorlar, çünkü insanlar geri zekalı/moron değil.

Ve eğer oyun ve gerçek arasındaki farkı bilmiyorsanız, zırdelinin önde gidenisiniz zaten. Topluma
karşı da tehlike teşkil eden şey bizim oynumuz değil, sizin zırdelinin önde gideni olmanız.

ALAN
Bütün sayfaları print ettim. Bütün kaynaklara baktım.

Günümüz askerlerinin olabilecek en gerçekçi yollarla nasıl eğitildiklerini anlatan

Çeşit çeşit kitaba, makaleye baktım.

Her ne kadar askerler bütün bu yapılan egzersizlerin sahte olduğunu bilse de

Zamanla öldürme korkularını yenebiliyorlar.

Çünkü ne düşündüğünle ilgili bir şey değil,

İçinde ne hissettiğinle ilgili.

Beyne uğramadan direkt sinirlerinize ulaşan

Cevaplarla ilgili.

Bu oyunlar da bunu yapıyor işte.

Çocuklarımızı öldürmeye eğitiyor.

Ben de o topluluğa yazıyorum bütün bunları, ne öğrendiysem.

Birçok insan deli olduğumu düşünüyor. Çektiğim acı

Yüzünden böyle hissettiğimi düşünüyorlar.

Ama bir kişi, bir Baba, bana cevap veriyor.

Mark adı.

Bana mesaj atıyor, diyor ki

Bu insanları durdurmamız lazım.

Planın ne?

PAUL
Ama zaman zaman Kanada ya da Yeni Zelanda gibi korkak bir ülkeden semirmiş bir devlet
memuru çıkar, kadın, oyunumuzu ülkelerinde yasaklayacağını açıklar, ben de aynen böyle derim -
Buyur yasakla.

Çünkü bunun gibi böyle yakında iflas edecek hükümetlerden gelen bir yasakla, normalde bize
milyonlarca dolara mal olacak bir reklam kampanyasını bedavaya getirdik demektir.

Bu sırada o korumaya çalıştığın bütün çocuklar oyunu illegal yollarla indirecek, ne bize ödeyecekler,
ne de size vergi ödeyecekler. Aferin sana devlet memuru hanımefendi. Mükemmelsin.

ALAN
Uyandın mı?
Bayıldın. Bayılıp duruyorsun.

PAUL
Bırakın gideyim.

ALAN
Tabii bırakacağım.

PAUL
Bırakacak mısınız?

ALAN
Tabii.
Ama önce konuşmamız lazım.

PAUL
Para filan istiyorsa -

ALAN
Para değil mesele.

PAUL
Yani para verebilirim ama para verirsem küstahlık da yapmak istem - -

ALAN
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

​PAUL “evet” anlamında kafa sallar.


ALAN
Kimim ben?

​PAUL cevap vermez.


ALAN
Ben o çocuğun babasıyım.
Yaa…
Adını bile hatırlamıyorsun, değil mi?

PAUL
Hatırlardım, normalde, elbette, ama -
Hatırlardım, normalde, elbette, ama -
- şu an biraz panik yaşıy -

ALAN
Hiç böyle olsun istemezdim.
Sana mail gönderdik.

PAUL
Çok fazla mail geliyor.

ALAN
Tabii.

PAUL
Sizin mailinizi okumadıysam özür dilerim.

ALAN
Okudun.

PAUL
Öyle mi?

ALAN
Okuduğunu söyledin.
Cevabında.

PAUL
Aa, evet…

ALAN
Oğlumu başına gelenler için
Çok ama çok üzgün olduğunu söyledin
Konuyu etraflıca incelediğini
Ve samimiyetle hiçbir şekilde
Sorumlu hissetmediğini yazdın.

PAUL
Tamam.

ALAN
Haklısın da.
Tabii haklısın.
Senin değil, ona bunu yapanların
Sorumlu hissetmeleri lazım.
Bunu yapanların.

PAUL
Polis yakaladı eminim hepsini.

ALAN
Evet evet.

PAUL
Çok şükür. Yani o da bir şey.
ALAN
Ama işte…

PAUL
Ne?

ALAN
Onların suçu tamam kabul.
Ama işte - senin de suçun.
Bu yüzden buradayım bu akşam.

PAUL
İntikam almak için.

ALAN
Seni durdurmak için.

PAUL
Durdurmak için mi?
Oyunlar yapmamı mı?

ALAN
İğrenç oyunlar yapmanı.

PAUL
Sevimli oyunlar mı yapayım?

ALAN
Yapabilir misin? Yapmak zorunda olsan yani?

PAUL
Kirpi Sonic milyonlar sattı.
Süper Mario Kardeşler - iki tane İtalyan tesisatçı, iğrenç hiçbir şey yok.

ALAN
Yani yapabilirsin?

PAUL
Ama bu sefer iğrenç oyunları başkaları yapar.

ALAN
Başkalarını boşver.
İkimiz konuşuyoruz.

PAUL
Tamam.

ALAN
Tamam mı?

PAUL
Tamam iğrenç oyunlar yapmayacağım.
ALAN
Yapmayacaksın.

PAUL
Tamam, tamam anlaştık.

​ALAN düşünür.
ALAN
Ama işte.
Şimdi öyle diyorsun, yani, değil mi?

PAUL
Evet.

ALAN
Ellerin bağlı, çaresizsin, elbette ne duymak
İstiyorsam onu söyleyeceksin.
Nasıl güveneyim ki sana?
Şu durumun baktığımızda.

PAUL
N’apalım durum bu. Ukalalık yapmak istemem ama sizin yüzünüzden bu durumdayım.

ALAN
Evet, doğru.

PAUL
Beni çözebilirsiniz, evden çıkabilirsiniz, aşağı inip binayı terk edebilirsiniz, ben de yarın, mailinize
tekrar bakarım, tekrar bir düşünürüm.

ALAN
Yok sanmıyorum böyle yapacağımı.

PAUL
Ben de öyle tahmin etmiştim.

ALAN
Sana kaç kere mail attık, bir sürü yazı, doküman ne varsa gönderdik, hiçbir şey değişmedi. Şimdi
de - bütün bu söylediklerimin fikrini değiştirdiğine inanmamı mı bekliyorsun?

PAUL
Söyledikleriniz fikrimi değiştirmiyor, söyleme biçiminiz değiştiriyor.

ALAN
Evet.

PAUL
Evime giriyorsunuz
Kafama geçiriyorsunuz, ellerimi bağlıyorsunuz, bütün bunlar
Söylediklerinize başka bir ağırlık ekliyor haliyle.
ALAN
Hı-hı.

PAUL
Bakın çok kötü şeyler yaşamışsınız
Anlayabiliyorum.
Bütün bu yaşananlara bakınca, yani
Oğlunuzun başına gelenlerle hiçbir alakam olmadığını
Düşünüyorum.
Ama size bakınca
- Hiç riske de girmek istemiyorum.
Bütün sorumluluk bendeymiş gibi hissediyorum.
Anlatabiliyor muyum?
Fark bu yani, şimdi.
Sizsiniz.
Gözlerinize bakıyor olmak.
Erkek erkeğe.
Sizin bu -
Size yemin ederim, bu benim hayatımın dönüm noktası.

​Birbirlerine bakarlar.
PAUL
Tamam, tamam. Korku, kan, dehşet kullandık çünkü kolay olan buydu, gerçekten iyi olmaktansa
aşırı olmak her zaman daha kolaydır, tembelceydi, salakçaydı, zararlıydı, daha da yapmayacağız
artık. Tamam mı? Bundan sonra, zor olanı yapacağız. Sadece güzel oyunlar yapacağız. Çünkü seni
bu noktaya getiren her ne ise, onun bi parçası olmak istemiyorum.

ALAN
Tamam, peki.

PAUL
İnanıyor musun söylediklerime?

ALAN
Samimi olduğunu düşünüyorum.

PAUL
Yemin ederim çok samimiyim.

ALAN
Samimi olduğunu düşünüyorum… şu an.
Ama. İşte mesele.

​ALAN malzeme çantasından bir şeyler çıkarmaya başlar. Hepsini PAUL’ün önüne dizer.

​Bir keski, bir çekiç, bir testere.


ALAN
Bu aletler tanıdık geldi mi bilmiyorum.

​Bir küçük blow torch (ısı tabancası) çıkarır.


PAUL
Bir saniye. Bir saniye.

ALAN
Bu aletler, oyununu oynayan insanların 9. bölümü geçmesi için toplaması
Ve kullanması gereken aletler.
En yüksek puanla bitirmek istiyorlarsa tabii bölümü.

PAUL
Eve girdiğimde.
Eve zorla girildiğini anladım. Alarmı kapatırken acil durum şifresini girdim.
Alarm şirketine tehlikede olduğumu bildirdim yani
Birazdan polis gelecek yani, her an gelebilirler -

ALAN
Ben eve zorla girmedim ki. Buyur edildim.

PAUL
Hayatının sonuna kadar hapishanelerde çürürsün.
Bi düşün.
Bundan kurtulabileceğini mi sanıyorsun?

ALAN
Yoo sanmıyorum.

PAUL
Sanmıyorsun.

ALAN
Sence ben salak mıyım, Paul?

PAUL
Hayır.

ALAN
Sence ben deli miyim?

PAUL
Çok net.

​ALAN düşünür.
ALAN
Haklı.

Oğlumu… alı koyan o çocukların mahkemesi

Çok kısa sürdü.

Çok da kısa değildi aslında ama öyle aylar da sürmedi.


Hiçbir şüphe yoktu çünkü

Her şeyi cep telefonlarına kaydetmişler.

Yüzlerini bir görebilseydiniz.

Kimin ne yaptığı o kadar net ki videoda.

Oyundan bir sahneyi canlandırıyorlar birebir oğlumun üstünde, bunun kimin fikri olduğunu da
görebiliyorsunuz videoda.

Ekipmanları yok ellerinde.

Bu yüzden doğaçlama yapıyorlar.

Testere yerine ekmek bıçağı.

Isı tabancası yerine çakmak.

Davey’nin de - oyunu bildiğini görebiliyorsunuz.

Başına ne geleceğini biliyor yani -

Mahkemede sıra videoyu seyretmeye geldiğinde

Ben dışarı çıkmak istedim.

Zaten gerçek olan bir şeyin daha da gerçek olmasını istemiyorum, dedim.

Evet böyle hissettim. Saçma olduğunu bilsem de.

O çocuklar

Neredeyse mahkemenin tamamı boyunca aralarında kıkır kıkır güldüler.

İzledim ben de onları.

Eğer yine bana doğru bakacak olsalar ben hemen kafamı çevirirdim çünkü mahkemenin daha ilk
günü

Bir tanesiyle göz göze gelmiştim -

Oğlumun çığlık çığlığa bağırdığı videoyu izlerken, bu çocukların güldüğünü görseydim eğer, bu
benim sonum olurdu bu.

Gidip oracıkta kendi ellerimle öldürürdüm onları demiyorum tabii.

Başka bir şey.


Ama mahkemeden sonra şunu düşündüm

Eğer oğlum bütün bunları yaşayıp yine de hayatta kalsaydı, yine izlemez miydim videoyu?

Eğer hayatta kalsaydı, ben de videoyu izlemeseydim, onu yalnız bırakmış olmaz mıydım, o bu
süreci atlatmaya çalışırken.

Çok ama çok saçma olurdu bu da.

Ama bütün bu fikirleri kafadan çıkarmak çok zor.

​ALAN tekrar PAUL’e döner.


ALAN
Şimdi ne yapacağız biliyor musun

Oğlumun başına gelenleri izleyeceğiz birlikte.

İkimiz.

Ben de sonra sana yapacaklarımı bu videoya baka baka yapacağım.

CD’nin yüklenmesini beklemek lazım biraz.

Hadi bakalım.

​Seyirci görmez videoyu. Sadece duyarlar.

​ALAN, PAUL’ün izlemediğini fark eder.


ALAN
Sakın kafanı çevirme.

​PAUL hala izlemiyordur.


ALAN
Seyret.

PAUL
Hayır.

ALAN
Seyret dedim. İzle amın oğlu.

PAUL
İzlemezsem n’aparsın?
​ALAN bir şey demez.
PAUL
Bunları ben yapmadım. İzlemeyeceğim.

ALAN
İzle. Lütfen.

PAUL
Hayır.

​ALAN kendini toparlar.


ALAN
Peki o zaman. Birazdan izlemiş kadar olacaksın.

​Videodan, metal sesleri gelmektedir. Yalvaran ses çığlığa dönüşür, diğer çocuklar
​ ​ ülüyorlar, kuşku ve korku içinde küfür ediyorlar, metalin metale çarpma sesleri
g
devam ​ ​ derken.
e

​ALAN mesela 20-30 saniye oğlunun işkence gördüğü videoyu izler, PAUL’e bakmıyordur
​hiç.

​Laptopuna gider, videoyu durdurur.

​Kendini toparlaması biraz zaman alır.


PAUL
Şimdi bütün bunları sen yapacaksın, değil mi?

ALAN
Evet.

PAUL
Bana yapacaksın…

ALAN
Evet.

​ALAN çekici ve keskiyi alır. Keskinin bıçağını PAUL’un karnına koyar.


ALAN
Oki - doki!

​PAUL yalvarıyordur.
​ALAN çekici de alır keskiyle beraber tutar.

​Golfçüler gibi 1-2 deneme vuruşu yapar. Çekiç keskiye her değdiğinde metalin metale
​ ​ eğme sesi çıkar.
d

​ALAN çekici geçirir -

​- PAUL çığlık atar -

​Ama ALAN

​Çekici ve keskiyi bırakır.

​(ARA)

DAVEY
Hastanede geçen birkaç hafta sonra Jill diye bir kadın yürütme işkencesi yaptırıyor bana.

Yapamıyorum diyorum, canım acıyor, sadist misin nesin?

Aynen öyle, diyor Jill, sadistim. Ya bu işi yapacaktım ya da seri katil olacaktım, seri katiller doğum
izni alamıyorlar ama. Ben de fizioterapiyi seçtim.

Zamanla yürüme desteğiyle yürüyebilmeye başlıyorum. Hastaneyi keşfe çıkıyorum. Benim kattan
çıkıyorum - asansöre kadar bile yürüyebiliyorum

O kadar büyük bir hastane ki.

İçinde dükkanlar bile var.

Kısa süre sonra bu yürüme desteğiyle rahatlıkla yürüyebilmeye başlıyorum, bunu gören fiziosadist
Jill, desteği hemen alıyor elimden, iki tane koltuk değneği veriyor. Şimdi de bunlarla yürümeyi
öğrenmem lazım, en baştan, tekrardan, ne zaman yerleri silseler - ki hastane burası, dakika başı
yerler siliniyor, değnekler zeminde kayıyor götümün üstüne yapışıveriyorum, her seferinde. Götüm
bu acıyı kaldırabiliyor - ama bacaklarım kaldıramıyor.

Bir süre trip atıyorum sonra yatağıma oturuyorum. Fizio-sadist Jill, muazzam, diyor. Hiçbir yere
kımıldama şimdi. Sana biraz daha acı vermek istediğim zaman seni bulmak kolay olsun…

Koltuk değneklerimi alıyorum, bu sefer o sarı “Islak Zemin” levhalarının yanından onlara hak
ettikleri saygıyı göstererek geçiyorum, hastaneyi keşfe çıkıyorum.

Toplamda 12 kat var binada. Neredeyse hiçbir katın ismini aklımda tutamıyorum, zaten
söyleyemiyorum bile. ACİL var mesela, onu biliyorum televizyondan. Radyoloji var, beni ilk oraya
söyleyemiyorum bile. ACİL var mesela, onu biliyorum televizyondan. Radyoloji var, beni ilk oraya
götürüp bacağım kaç parçaya bölünmüş ona baktılar. Yoğun bakım var, 11. katta kadın hastalıkları
ve doğum kliniği var - yıllar boyu gizemini koruyacak alanlar.

Bodrum katına iniyorum sessizce, hastaların girmesi yasak buraya. Sessizce dediğime bakmayın -
koltuk değnekleriyle kimse sessiz değildir. Bir yerden bir yere gitmek için o kadar efor harcıyorum
ki, insanlar beni nerede görseler, orada olmak için iyi bir nedenim olmalı diye düşünüp hiç
sorgulamıyorlar. Loş koridorlardan geçiyorum, mutfaklara geliyorum, depolara, jeneratör odası -

- yalpalaya yalpalaya bütün alt katı geçiyorum.

Hiç böyle bir şey görmedim daha önce.

Doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, temizlikçiler, sağlık bakımı ekibi, beslenme uzmanları, hepsi
telaş içinde oradan oraya koşturuyor, hepsi farklı farklı şeyler yapıyorlar -

Ve hepsinin tek bir amacı var.

Acılarımızı durdurmak.

Burada, bütün bu insanlar, bize iyilik yapıyorlar. Kim olursak olalım.

Benim gibi yollardan kazıdıkları, aslında ölmesi gereken pisliklere bile iyilik yapıyorlar.

Ve beni iyileştirdiler.

Benim fizio-sadist Jill’e son tedavimizde ona, seni sonsuza kadar hatırlayacağım pis orospu,
diyorum.

O da bana, ben odadan çıkar çımaz, daha kapı arkamdan kapanmadan seni unutmuş olacağım,
diyor.

Eğiliyor, alnımdan öpüyor.

Ve kapı arkasından kapanıyor. Sıradaki hastayı tedaviye gidiyor.

Ben de okula dönüyorum.

İnanamıyor kimse. Gerçi ben de inanamıyorum.

Hocama gidip, hocam yardımınıza ihtiyacım var, diyorum.

Hocam, sana nasıl yardımcı olabilir Davey?, diyor.

Diyorum ki: ben doktor olmak istiyorum. N’apmam lazım?

Hocam gülümsüyor bir yandan bu gülümsemesini kahkahaya çevirmek için yüzümde görmesi
gereken o küçücük ifadeyi arıyor.

Bulamıyor.
Şaka yapıyorsun evladım, değil mi? diye soruyor.

Hayır hocam, diyorum, şaka yapmıyorum. Doktor olmak istiyorum, insanları iyileştirmek için.

Odasında bilgisayarın başına oturuyoruz. Şöyle yazıyor ekranda “Doktor olmak kolay bir seçim
değildir. Yıllarca süren bir eğitim ve çalışma gerektirir. Doktor olmak için öğrenmenilmesi gereken
şeyler öğrendiğinde, aynı zamanda kendinizle ilgili de birçok şeyi öğrenirsiniz.”

Sorun değil ama sınav konusunu ne yapacağız, diyorum.

Siteye tekrar bakıyoruz. Hocam diyor ki, bak Davey, bu sınavlara girebilecek not ortalaman yok
normalde. Ama eğer ciddiysen, bir ayrıcalık tanıyabiliriz.

Lütfen hocam, diyorum. Lütfen tanıyın çünkü ciddiyim.

Bu sene okulu bırakıp, seneye yeni baştan başlaman lazım, diyor.

Tamam sorun değil, diyorum. İstediğim de bu zaten. Baştan başlamak.

Bana bakıp diyor ki: bir şey diyeyim mi Davey, sende hep bir şey vardı, hissetmiştim, bir gün
bambaşka biri olacak bu çocuk derdim. Her şeye rağmen.

Her neyse Eylül’de tekrar başlıyorum okula. Aşırı zor. Bütün o fizik, kimya dersleri, biyoloji, şey gibi
- bi oyun oynarken hangi tuşun ne yaptığını bilmezsin bütün tuşlara karışık karışık basarsın ya.
Onun gibi aynı. Bir şey yazıyorum ama bunları yazarken ne demek istediğimi bile bilmiyorum.

Dönem sonunda hocam, en fazla bir hafta kalır sonra kesin ortalıktan yok olur diyordum, ama
harika bir şey yapıyorsun Davey, diyor. Hiç pes etmedin. Bir kere bile. Gurur duy kendinle.

Teşekkür ederim hocam diyorum, elimden geleni yapıyorum.

Biliyorum Davey, diyor. Ama sanırım artık kaydettiğin ilerlemeye de bakmalıyız. Her ne kadar
şartları zorlasan da, yine de notların iyi değil. Bu sınavları verebileceğini sanmıyorum.

Hep pes etmemek üzerine konuştuk seninle ama bazı durumlarda pes etmek yapılması en doğru
şey.

Birkaç yılım boşa gidiyor böylece.

15 yaşında, 7 yaşındaki çocukların altından bisikletilerini çaldığım zamanları ya da 12 yaşında, bir


öğretmenin kariyerini bitirdiğim zamanlarımı görseydiniz eğer, sonraki yıllar yaşadıklarım tam hayal
edebileceğiniz gibi olurdu.

Ama hayatın enteresan tarafı, eğer şanslıysanız, devam ediyor olması.

Biraz durumu toparladığım zamanlardı, bir arkadaşımın evinde boş bir odası varmış, oraya
taşındım, bak bu son şansın, beni yüzüstü bırakma, dedi.

Her gün kütüphaneye gidiyorum, bilgisayardan iş ilanlarına bakıyorum. İlanlardaki pek çok işin ne
anlama geldiğini bile bilmiyorum ama bir anda - hastanede bir iş arandığını görüyorum.
Hasta bakıcı arıyorlar.

Tekerlekli sandalye ve sedye itmek bütün görev. Sınava mınava girmeye gerek de yok. Bu
pozisyon için daha doğru bir seçim olamam.

İşe alacak kadın soruyor, neden bu işle ilgilendiniz biraz anlatır mısınız? Anlatacak o kadar çok
şeyim var ki. Daha önce bu soruyu sorduğu insanların, neden tekerlekli sandalye ittirmek
istiyorsunuz sorusuna verecek uzun cevapları olmadığını anlıyorum, kadının elindeki kalemi
bırakıp, kafasını önündeki kağıttan kaldırmasıyla.

Neden bu işi istediğimi uzun uzun anlattıktan sonra kadın bir süre sessizliğini koruyor.

Sonra da diyor ki, harikulade.

Böylece hasta bakıcı oluyorum. Her gün hastaneye gidiyorum. Çalışma saatlerim var. Üniformam
var. Görevlerim var. Maaşım var.

Herkes de çok iyi davranıyor.

Ben de işimi iyi yapıyorum. Çünkü birçok hasta bakıcı mesleklerinden nefret ediyormuş gibi
davranıyor.

Ben seviyorum işimi.

Ama sonra biraz başımı derde sokuyorum çünkü hastalarla çok fazla sohbet ediyorum, her an
yanlarında su var mı diye kontrol ediyorum, bu kadar çok ilgilendiğim için her hastayla, hiçbir yere
olmam gereken saatte yetişemiyorum.

Doktorlardan biri beni kenara çekiyor.

Hastalarla bu kadar ilgilenmen çok güzel bir şey Davey ama asıl yapman gereken şeyleri
yapmıyorsan hiçbir anlamı yok burada çalışmanın, diyor.

Belki sana bu işi vererek hata ettik, diyor.

Hayır, hayır, diyorum, hata etmediniz, daha az sohbet ederim, söz veriyorum, lütfen, lütfen -

Yok yok beni yanlış anladın, diyor doktor. Yani acaba sana başka bir iş mi verseydik diye
düşünüyorum, hastalarla daha çok vakit geçirebileceğin, onlarla daha çok ilgilenebileceğin, eğer
daha çok hoşlanıyorsan bundan.

Health care assistant’lığı işi varmış. Hastalara yemek yediriyorsun, giydiriyorsun, yıkıyorsun,
tuvalete götürüyorsun. İşi kapıyorum.

Artık gerçekten ekibin bir parçasıyım. Tansiyon da ölçüyorum, kıç da siliyorum. Evet, maalesef
kıçların silinmeye ihtiyacı var. Ben de kendi kıçımı silemiyor olsam, başkasının benim için silmesini
isterdim haliyle.

Azimle çalışıyorum, birkaç sertifika alıyorum yani artık bana daha çok sorumluluk yükleyebilirler.
Ve bir Perşembe akşamı, doktorlarla acaba part-time mı çalışsam, bir yandan da hemşirelik
sınavlarına hazırlanırım diye konuşurken -
Bir hasta getiriyorlar sedyeyle, leş gibi kokuyor, kıvrılmış sedyenin üstünde.

Görür görmez tanıyorum, yıllardır görmemiş olsam da.

Babam.

ALAN
Aşağı bakıyorum.

Bıçağın ucunu karnına bastırıyorum

Karın yağlarına.

Göbek deliğinin etrafındaki kıllar ezilmiş binlerce örümcek gibi görünüyor.

İğrenç.

Ve mükemmel.

Birileri bu göbeği bile sevdi bir zamanlar.

Çünkü birileri onun her yerini sevdi.

Çocuk sever gibi, çünkü çocukları - seversiniz.

Üstünüze sıçsalar da.

Sevgi herşeydir.

Ama sonra zamanla bu fikirden uzaklaşırsınız -

PAUL
Yere çöküyor.

Bir süreliğine ben de yerde öylece yatıyorum çünkü bütün ipler onun elinde gibi hissediyorum.

Ama değil. Tabii değil.

Ağlıyor sadece.

Kendimi toparlıyorum ve aslında beni adam gibi bağlayamadığını fark ediyorum.

Sağ elimle ipe uzanabildiğimi fark ediyorum, bi çekiyorum ipi

Sol bileğimden çıkıyor ip.

Ellerim serbest.
Hala yatıyorum yerde -

O da hala ağlıyor.

Yanında ingiliz anahtarı duruyor.

Her ne kadar yüzlerce binlerce saat olabilecek en vahşi oyunları oynamış olsam da

Gerçek hayatta kimseye vurmadım. Sanki hiçbir bağ yokmuş gibi; bir şeyi yapar gibi yapmakla,
gerçekten yapmak arasında.

Ama şimdi bu noktadayım.

Bu herif evime zorla girdi.

Bana saldırdı.

Beni öldürebilirdi ödleğin teki çıkmasaydı.

Sadece birkaç santim uzağımda, onun evime soktuğu bir alet duruyor.

Almaya bi götüm yese.

Yemiyor ama. Yiyor mu ya yoksa.

Yiyormuş.

Dönüp bana bakıyor.

Kafası karışıyor.

Sonra ama - yüzüne öfkeli bir ifade yerleşiyor,

Ben daha önce kimseye vurmadım.

Ama beni tam şimdi ve burada kim görürse görsün, bu göt herifin kafasına geçirme hakkım
olduğunu düşünür.

İngiliz anahtarını geçiriyorum kafasına.

Bir kere daha vuruyorum.

Sonra bir kere daha.

Yere düşüyor.

Sonra yüzüne doğru kükrüyorum, böyle bunun gibi -


​PAUL kükrer.
Sonra bir kere de karnına geçiriyorum çünkü

Mükemmel bir his.

ALAN
O iğrenç, mükemmel göbeği mahvedemezdim.

Çünkü bir şeyi bi kere mahvettin mi, artık o mahvolmuş bir şeydir.

Geri dönüşü olmaz

Mahvolmamış haline.

PAUL
- İşemeye gidiyorum.

Gömme aydınlatmalı, baya aydınlık, mermer kaplı tuvaletime gidiyorum.

Son teknoloji duşum var, jakuzzim var.

Kablosuz müzik sistemi ve 4k (ya da ultra HD) televizyon.

Yarı erekte sikimle uzun uzun işiyorum.

Bu sırada beni öldürmeye çalışan adam salonumun ortasında kanlar içinde yerde yatıyor.

Sonra da polis çağıracağım. Onlara

Evime zorla gelen birini etkisiz hale getirdiğimi söyleyeceğim.

Birinin bu pisliği temizlemesi lazım çünkü.

ALAN
Mahkemede söylemek istediğim bir şey olup olmadığını soruyorlar.

Oğlumun kanını yerde bıraktım. Paul Thompson’a bütün bu yaptıklarını ödetemedim.

Bu rezaletin bir an önce durması lazım.

Bu sanat sayılan rezillik yüzünden,

Ne zaman bir çocuğun canı yansa

Onun anasıyla babası, içlerindeki acıyla

Bu rezillikten sorumlu olanı bulup


Hak ettiği cezayı verir.

İnanıyorum buna.

Umuyorum bugünden itibaren, bütün film yönetmenleri ya da bilgisayar oyunu yapımcıları yani
sözde sanatçılar bir iki dakika durup düşünürler

Dünyaya sundukları bütün bu dehşetin, korkunun

Bir gün kendi vücutlarının başına gelebileceğini.

Çünkü gücü olan insanlar bizim hayatlarımıza böyle leş, (böyle pis) şeyler saldığında zengin
oluyorlar.

Sıradan insanlar da çocuklarını bu pislikten korumaya çalışarak geçiriyor hayatını.

Bu sırada gazetecileri, muhabirleri, blogger’ları fark ediyorum. Her dediğimi

Yazıyorlar, kaydediyorlar. Haber sitelerine ve çeşitli sosyal medya mecralarına

Yazacaklar tüm söylediklerimi, bütün bu siteler de tekrar tekrar

Aynı haberi yapıp duracaklar, tek dertleri tıklanma sayısı olduğu için.

Kimsenin unutmasına izin vermeyecekler -

- Sadece ama sadece bir kişinin dikkatini çeksem bile bana yeter.

Bir tek kişi duysa sesimi ve görse

Ne kadar haklı olduğumu.

Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir tek insan,

Gidip benim yapamadığımı yapsa. Gidip intikam alsa.

Bir kişiye bakar -

- bu hareketi başlatmak.

Hakim dinliyor. Sodasından bir yudum alıyor.

Kendi güvenliğim ve diğer insanların güvenliği için

Yüksek güvenlikli bir hastaneye yatırılmama karar veriliyor.

Kamuya karşı tehlike arz etmeyene kadar.

PAUL
PAUL
Mahkeme salonundan çıkarken babama mesaj atıp, kararı bildiriyorum.

Babam hiç cevap vermez mesajlarıma.

Neredeyse bağırsaklarımın deşilecek olmasının yarattığı travmayı daha fazla kaldıramayacağımı


ve kendi ülkemde artık güvende hissetmediğimi açıklıyorum. Ve büyük bir üzüntüyle bütün ofisi, işi
gücü Amerika’ya taşıma kararı alıyorum. Hem bu vergi durumları filan daha avantajlı orada.

DAVEY
Üç şeker mi hala?
Baba? Çayına üç şeker mi atıyorsun hala?

ALAN
Hala mı? Ben çaya hiç şeker atmam.

DAVEY
Çok iyi hatıtlıyorum / çayı 3 şe -

ALAN
Şu köpek vardı? Neydi adı?

DAVEY
Maisie.

ALAN
Maisie. İyi bakıyor musun ona?

DAVEY
Elimden geleni yaptım.

ALAN
Afferin. Şımartıyor musun onu?

DAVEY
Köpek nasıl şımartılır?

ALAN
Yatağında uyumasına izin veriyor musun?

DAVEY
Evet.

ALAN
Şımartıyorsun.
İyi de yapıyorsun. Uzun yaşamıyorlar.

DAVEY
Evinde yangın çıkmış. Ağzında sigarayla uyuya kalmış.

Duman solunmasından getirdiler hastaneye.

ALAN
Bana sigara bulabilir misin?
DAVEY
İhtiyacın olan son şey.

ALAN
Senin götlük yapman.
Her neyse, iyi mi durumum?

DAVEY
Ne diyorlar sana?

ALAN
Her kafadan bir ses çıkıyor. Hiçbirine güvenmiyorum.

DAVEY
Çok fazla duman soluduğunu biliyorsun en azından.

ALAN
Oluyor öyle, yanıyorsan eğer, oluyor.

DAVEY
İşte bu yüzden nefes almakta güçlük çekiyorsun.
Ama bunun altında başka bir şey yatıyor galiba, tetikleyen başka bir şey…
Otobüse filan yetişmeye çalışırken nefessiz kalıyor musun?

ALAN
70’lerden beri otobüse yetişmeye çalışmıyorum.

DAVEY
Merdiven çıkarken.

ALAN
Giriş katında oturuyorum.

DAVEY
Amfizemden bahsetti mi doktorlar?

ALAN
Bahsetmiş olabilirler.

DAVEY
Baba, ciğerlerin göçüyor demek bu. Ciddi bir şey.

ALAN
Ne kadar sürer?

DAVEY
Ne?

ALAN
Ne kadar sürer iyileşmem?
DAVEY
Ne dediler sana?

ALAN
Haftalar mı sürer? 1 ay mı? Nedir?

DAVEY
Sana ne dediler?

ALAN
Ben sana soruyorum.

DAVEY
Raporunda.
Yaşam biçimini değiştirmene bağlı olduğu yazıyor. Böyle söylenmiş sana.

ALAN
Tamam.

DAVEY
Bu ne demek biliyor musun?
Biliyor musun?
Baba?

ALAN
Kalkmama yardım et oğlum. Burada sigara içmek yasaktır diye tahmin ediyorum.
(Es.)
Rahatladım biraz.

DAVEY
Rahatladın mı? Nasıl rahatladın?

ALAN
Kafayı yemek istemiyorum, yani, anladın mı? Delirmek. Süzülüp gitmek istemiyorum.

PAUL
Amerika’ya yerleştikten, her şeyi düzene oturttuktan 1-2 yıl sonra babamı da yanıma taşımaya
karar veriyorum. Bana yakın olsun diye.

Izdıraplı bir süreç bu.

Olabildiğince özen göstererek durumu anlatmaya çalışıyorum ama Alzheimer’ı epey ilerledi.
Başına ne geliyor, niye geliyor pek bir fikri yok artık.

Onu uçağa bindirmeye çalışan hademelere kavga ediyor.

Bağlamak zorunda kalıyorlar.

Koltuğuna.

Yolculuk boyunca da uyutuyorlar.


O kafa gidikliği galiba, o en kötü şey. Terörden bile daha kötü belki.

Amerika’da paramın yettiği en iyi klinikte tedaviye başlıyor. Kliniğin bir demans araştırma fonu var.
Oraya yüklü miktarda bağış yapıyorum. Babamı kurtarsınlar diye değil - tabii - diğer insanlar
çekmesin bu acıları diye.

Hiç kuşku yok ki babam çok acı çekiyor.

Artık yemek yemiyor. Klinik, eğer yemek yemezse uzun süre yaşamaz diyor. Biraz araştırma
yapıyorum ve midesine bir tüp yerleştirerek suni yollarla yemek yedirebileceğimizi öğreniyorum.
Doktorun çok hoşuna gitmiyor bu fikir. Bu aşamada babanızın hayatını uzatmak sizce onun için
daha mı iyi, diye soruyor. İşleri doğanın akışına bırakmak daha iyi olmaz mı babanız için…

Ben de diyorum ki,

Ben babamı yanımda istiyorum. Onu yanımda istiyorum ve bunun için ne yapılması gerekiyorsa,
bedeli ne olursa olsa yapın. Araştırma fonunuz için yaptığım bağışları da gider başka bir klinik
bulur, oraya yaparım olmadı.

Tübü takıyorlar. Doğa işini yapamıyor yani.


Çünkü izin vermiyorum.

DAVEY
Taburcu olunca gelip bende kalabilirsin.

ALAN
Çok naziksin ama yük olmayayım.

DAVEY
Nereye gideceksin?
Dikkat etmen lazım sağlığına.

ALAN
Öyle diyorlar evet. İyi olurum ben merak etme.

DAVEY
Olmazsın.

ALAN
Artık seni dizimde hoplatamıyorum belki ama ben hala senin babanım.
Karşı gelme bana, rica edeceğim.

DAVEY

Hastaneden taburcu olacağı gün ben de vardiyada olmaya dikkat ediyorum.


Eşyalarını toplamaya yardım ediyorum, tekerli sandalyeye oturtup, giriş katına indiriyorum.
Sandalyesini itiyorum çıkış kapısından dışarı. Öyle bir soğuk var ki, öyle bildiğimiz soğuklardan
değil, tokat atıyor insanın suratına.

ALAN
Hadi görüşürüz, oğlum.

DAVEY
Sandalyeden kaldırıyorum, koltuk değneklerini veriyorum.
Otobüs durağına doğru yürüyor.

Ama yolun yarısında duruyor. Duvara yaslanıyor; ordaki bankın kenarına tutunuyor, yavaşça banka
oturuyor.

Hastanenin kapısı açılıyor tekrar. Buz gibi rüzgar göğsümü yakıyor. Kim bilir babama n’apıyordur.
Yanına gidiyorum.

Yardım lazım mı?

Bakmıyor.

Otobüsü kaçıracaksın.

Bakmıyor.

Arabayı getiriyorum, tamam mı?

Baba?

Bakmıyor.

Ama başı öne eğiliyor.

Pes ediyor.

PAUL
Babamla 1 saat boyunca oturuyorum. Orada olduğumun bile farkında değil.

Başının altına yastık koyuyorum, bağırmaya başlıyor.

Buruşuk elini alıyorum elime

Sıkabildiğim kadar sıkıyorum.

Parmaklarını avucumun içinde eziyorum, sıkıyorum -

- o da benim elimi sıkıyor.

Parmakları, tel gibi, benim parmaklarımın arasından geçiyor.

Bütün gücümle elimi kurtarmaya çalışıyorum.

Gözlerini açıyorum ellerime zorla.

Gözlerinin içine bakıyorum.


Ne öfke var gözlerinde, ne kavga ne pırıltı.

Ama orada. Kapana kısılmış.

Tek başına. Karanlıkta.

DAVEY
Buraya ilk taşındığımda tek kişilik boktan bir yatak vardı sadece.

Şimdi ilk kez bir işe yaradı yatak. Kanepeyi yatak odama sürükledim, boktan tek kişilik yatağı
salon-mutfağa götürdüm, salonla mutfak iç içe, Babamı da o yatağa yatırdım. Televizyonun
karşısında yatıyor şimdi. Ben de mutfakta yemek filan yaparken sohbet ediyorum onunla.

Oksijen tüpleri aldım, solunum cihazlarını hep kontrol ettim çalışıyor mu diye.

7 hafta boyunca ona baktım sonra öldü.

Şöyle büyük bir konuşma filan yaparız sanmıştım hep. Bir kaç kadeh bir şey içerken mesela.

Ama nefes darlığı çekiyordu. Konuşurken zorlanıyordu.

Ama ölümü - kolaydı.

Ben bir saattir filan evdeydim.

Banyo yaptırdım, güzelce giydirdim temiz giysilerini.

Televizyon açık, ben mutfakta çay yapıyordum.

Fırında makarna ama daha sosunu yapmamıştım, çedar peyniri rendeleyip üstüne, fırına
koymuştum.

Çok bir şey yemiyordu bu aralar ama ben ne zaman bir şey yesem tadına bakmak istiyordu.

Yemekten sonra tabağı lavaboda yıkarken bi baktım kıpırdamıyor.

Ellerimi kuruladım, gittim yanına, nabzına baktım boynundan.

Yok.

Kirli sakalları, gözlerinin etrafındaki kırışıklar, burnundaki damarlar - hepsi var, hiç olmadıkları
kadar varlar hem de.

Ama ben yalnızdım.

Yine.

ALAN
Beni kapattıkları bu hastanede bir papaz var, diyor ki
Önünde uzun yılların var burada.

İnsanlar içkiye başıyor, uyuşturucuya başlıyor burada, baş etmek için.

Ama bak sana ne diyeceğim, bunlar işi kolaylaştırıyor gibi görünse de

Aslında daha da zorlaştırıyorlar.

Ben hayır hayır diyorum, ben öyle şeylere elimi sürmem.

Sevindim bunu duyduğuma, diyor. İnsanların bel bağladığı bir tek onlar değil ama.

Başka şeyler de var.

Suçlama duygusu var mesela.

Başımıza gelenler için başka insanları suçlama.

Senin de yaptığın bu değil mi, Alan?

Bu oyunu yapan adamı suçluyorsun

Kendi suçunla yüzleşmektense.

Ben de papaza diyorum ki

Papazlar neden papaz oluyor şimdi anladım.

Başka yapacak hiçbir iş bulamıyorlar da ondan.

Hadi şimdi siktir git, siktir git pis sübyancı.

Beni yaşatan tek şey anılar (hatıralar).

Oğlumla olan anılarım. Mesela -

Yatakta onu zıplatmam.

Çok severdi. Yukarı aşağı zıplatırdım.

Bu kadar basitti. Öyle zıplatırdım.

O da bağırırdı, Ba, ba, ba, ba.

O zaman daha Baba diyemiyordu.

Diyebildiğinde de ben yoktum yanında.


DAVEY
Babam öldüğünde temizdi, sıcaktı, yanında biri vardı, yemeği geliyordu.

Ben yaptım bunların hepsini, onun için.

ALAN
Ama bir sorun var. Anılar tükeniyor.

Çünkü yaklaşık - ilk 18 ayında onun yanındaydım.

Bütün bu anıları kafamda başa sarıp sarıp oynatıyorum,

Ama en sonunda

Aşınıyorlar.

DAVEY
Bu piç herif için bana yaptıklarından çok ama çok daha fazlasını yaptım ben onun için.

Çünkü benim adamlığım onunkinden en 10 kat daha fazla.

PAUL
Babam ölünce -

Şirkette çok iyi çalışan insanlar var, o kadar iyiler ki

Ben sadece buldukları fikirlere evet-hayır diyorum, fikirleri kendim bulmaktansa.

Çok basit yani işim - evet, hayır, evet, evet -

Günüm böyle geçiyor.

Tasarım ekibinden iki kişi aşık oluyorlar. Kız hamile kalıyor.

Sonra evleniyorlar. Düğünde, kız karnını gösterip bana diyor ki

Neye ihtiyacın var biliyor musun?

Bilmiyorum.

Senden de öte bir şeye ihtiyacın var.

Seni şaşkına döndürecek bir şeye.

Ben de evlat ediniyorum. 10 yaşında bir oğlan.

Şaşkına dönüyorum.

Adı Ethan. İlk tanıştığımızda ona, n’aber kerata, diyorum


Hiçbir şey demiyor, anlamadı dediğimi.

Bütün testler, görüşmeler hepsini geçiyorum

Ethan’ın ailesi olabileceğimi söylüyorlar.

Eve getiriyorum onu -

Diken üstündeyim her saniye. Çok yoruldum

Okula gidiyor bu, ben günün ortasında uyuya kalıyorum

Bütün kitaplar, ona zaman tanı, her şeyi bir anda bekleme, filan diyor

Ben de uzman görüşüne saygı duyuyorum ama -

Bana sarılıyor, ilk günden beri Baba diyor

Değilim Babası. Biliyor bunu. Değilim. Öylesine söylüyor

Tamamen hayatta kalma içgüdüsüyle, hiçbir anlamı yok.

Ben de bir şey hissetmiyorum

Yorgunluk ve endişe dışında

Ama sonra

Bi - 6 ay sonra filan

Bütün bu endişeler başka bir şeye dönüşüyor

Bu başka bir şeyin de zamanla neye dönüşeceğini görebiliyorum -

Bir akşamüstü şoför arıyor okulun kapısındaymış ama Ethan gitmiş.

Okulu arıyorum, Ethan arkadaşıyla birlikte eve gidecekti, diyorlar.

Ethan’ı arıyorum, açmıyor, Telefonumu Bul’dan konumu bulayım diyorum

Kapamış.

Endişelenmek ne demek bilirdim sanıyordum

Bilmiyormuşum. Fikrim dahi yokmuş.

O gece öğreniyorum endişenin ne olduğunu.


3 saat sonra telefonum çalıyor.

Bizim binanın güvenliği arıyor, aşağıdan.

Ethan binaya giriş yaptı.

Islık çalıyormuş, dediğine göre.

Asansörde yukarı çıkıyor -

Eve girer girmez buzdolabına gidiyor

Ben konuşamıyorum bile. Ne?, diyor bana.

Ne?

Eve yürüdüm, arkadaşımla.

N’olmuş yani?

Şoförümüz var, diyorum. Arkadaşını da seni de alıp

Getirebilir -

Babacım yürümek istedim, diyor Ethan.

Ama sokaklar güvenli değil, diyorum ben.

Ethan gülüyor. Kafayı yiyeceğim

Karşıma geçmiş gülüyor.

Herkes sokaklarda yürüyor Babacım, diyor. Herkes.

Uzun uzun konuşuyorum ve sonunda

Biraz olsun beni anlıyor, söz veriyor

Sarılıyor

Beni sevdiğini söylüyor.

Önümüzdeki hafta ama yine aynı şeyi yapıyor.

Sonra bir daha yapıyor.

Bi Cuma akşamı eve dahi gelmiyor.


Mesaj atıyor bana, eski arkadaşlarının

Yanında kalacakmış,

Kuzenleriyle, eski ailesi

Ama sonra telefonu kapalı.

Şoförüm, asistanım, ben hepimiz arıyoruz

Polisi aramam gerektiğini düşünüyorum

Ama sonra düşünüyorum ki

Ethan gibi görünen çocuklar

Bi de eğer koşuyorsa.

Elindeki telefonun da, telefon olmadığını düşünürse polisler…

Her polis sireninde kalbim çıkıyor

Her son dakika haberinde, midem bulanıyor

3 gömlek değiştiriyorum terden

Yanıma yaklaşan herkese bağırıp çağırıyorum

Ya başına bir şey gelirse -

Cumartesi günü eve gelir, hiçbir şey olmamış gibi.

Kötü bir mahalle orası, güvenli değil, diyorum.

Benim mahallem ama Babacım, diyor.

Benim evim.

Ben de, iyi tamam, diyorum.

Tamam.

Pazartesi Ethan’ı okula gönderir göndermez

Asistanıma Çocuk Hizmetleri’ni aratıyorum ve diyorum ki

Bedeli ne olursa olsun


Ne olursa

Bu çocuğu alın başımdan.

ALAN
Ama Davey’i bir kere yaptım.

Bir kere daha yaparım.

Her gece, yorganı üstüme çekip,

Tam uykuya dalacakken -

İşte.

İşte.

Başlıyor

Davey, yan odada sesler çıkarıyor.

Her sabah uyanır uyanmaz böyle sesler çıkıyor.

Birazdan ağlamaya başlayacak.

Ben de öylece yatıyorum, gözlerim kapalı, zor nefes alıyorum.

Yanımda Carole.

İçerde Davey, odasında.

Birkaç metre uzağımda sadece. Çok yakın.

Her gece, ona hayat veriyorum.

Her detayı düşleyerek geçiriyorum saatleri.

Çocukluğundan başlıyorum, sonra okula gittiği zamanlar,

Hakkında bildiğim her bilgiyi kullanıyorum.

Sonra onu baştan yaratıyorum. Tekrar tekrar.

Ve her gece hayatı başka başka gelişiyor.

Her gece, hayatı zor

Ama her gece, Davey her şeyin üstesinden gelebiliyor.


Her şeye rağmen.

Her gece benden 10 kat daha

Adam olduğunu görüyorum.

Gurur duyuyorum onunla. Seviyorum.

Yatakta kımıldamadan yatmaya devam ettiğim sürece

Bu müthiş, bu parlak, bu sıcacık hissi

Göğsümde, omuzlarımda, boğazımda hissediyorum.

DAVEY
15 yaşındayım. Eve dönüyorum.

Köşeyi dönünce, 7 yaşında salak bi çocuk

7 yaşındakilerin bindiği salak bisikletle çarpıyor bana. Kurdeleler takmış, küçük bayraklar

Plastik elmaslar takmış jantına.

Direksiyonu tutuyorum, sıkıca. Babası geliyor koşarak.

Kusura bakma, arkadaşım, kusur bakma, iyi misin?

Kızımız doğum günü hediyesine daha tam alışamadı da.

- kız iniyor doğum günü hediyesinin üstünden, babasının bacağına sarılıyor -

İyisin ama değil mi?

Baba benim yaşımın iki katından biraz daha fazladır. Saçları yağlı, gri eşofman altında siyah
ayakkabı.

Kız da benim yaşımın yarısı gibi. Bisikleti yeni olabilir ama üstündeki, pantolonu, ayakkabıları yeni
değil.

Değilim, diyorum. İyi değilim.

Baba bana bakıyor.

Gözlerimde ne olduğunu görüyor.

Babanın sik kaslarının gevşediğini

Ama götünün büzüştüğünü biliyorum.


Tek yapmak istediği arkasını dönüp

Benden, bu küçük pislikten koşarak kaçmak

Ama sıkıştı. Salak kızı yüzünden. Nasıl iyi olurum

Biliyor musun, diyorum. Benim hiç böyle güzel bir bisikletim olmadı.

Bisikleti alsam, biraz binsem.

Baba, hadi ama arkadaşım, yapma, lütfen, diyor.

Kız, bbacım, bisikletimi almasını istemiyorum, diyor.

Ağladı ağlayacak. Her şey yolunda kızım, diyor baba,

Beyefendi ciddi değil ki. Şaka yapıyor. Almayacak bisikleti.

Sonra bana bakıyor baba.

Gözleriyle yalvarıyor bana.

Bana hep evlat, piç filan denir, kimse beyefendi dememişti -

Baba, elini kızının başının arkasına koyuyor, kız babasına bakıyor

Zorla gülümsemeye çalışıyor Baba kızına,

Kız da Babasına cevap veriyor gülümseyerek.

Her şeyin yolunda olduğunu söylüyor o gülümseme.

Daha önce hiç öyle bir gülümseme görmedim.

ALAN
Her gece, yaşasa nasıl bir adam olurdu, bunun hayalini kuruyorum

Eğer ben orada olup onun elinden tutuyor olsaydım.

Bu da yetiyor. Bana yetiyor.

DAVEY
Bu adil mi şimdi?

Dayanamıyorum.

O aralarındaki gülümsemeye dayanamıyorum.


Bisikleti çekip alıyorum kızdan,

Biniyorum, karanlığa doğru hızlı hızlı çeviriyorum pedalları.

Yıldızlara bakıyorum

Çok uzaktalar.

(aslında “Ulaşılamazlar” diyor ama oyunun son cümlesinin “ulaşılamazlar” olması kulağıma iyi
gelmedi. sen karar ver)

​SON.

You might also like