Professional Documents
Culture Documents
(S Yle I) Prof. Dr. Ahmet Nam La S Yle I Nsan Tan Mak I in Yapay Zeka Sahici Nsan Ve Bir Ya Am Tarz Olarak Felsefe (#586452) - 752623
(S Yle I) Prof. Dr. Ahmet Nam La S Yle I Nsan Tan Mak I in Yapay Zeka Sahici Nsan Ve Bir Ya Am Tarz Olarak Felsefe (#586452) - 752623
Interviewers:
Murat ARICI **
Selçuk University
(Prof. Dr. Ahmet İnam, 72 yaşında, Türkiye’nin en çok tanınan, duayen felsefecilerinden
biridir. ODTÜ Elektrik Mühendisliğini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümünden doktorasını alan İnam, 2014 yılında yaş haddinden emekli olmasına rağmen, 1980
yılında girdiği ODTÜ Felsefe Bölümünde, aralıksız bir şekilde 39 yıldır felsefe dersleri
vermektedir. 4 yıllık bir ara hariç, aynı bölümün 27 yıl boyunca bölüm başkanlığını da yapan
hocamız; binlerce öğrenci yetiştirmiş, yüzlerce felsefe hocası üzerinde derin bir entelektüel etki
bırakmış, örnek kişiliğiyle hoca ve öğrencilerin “sahici” bir felsefi tavrı kazanmalarında ilham
kaynağı olmuştur. İngilizce bilmesinin yanında Almanca, Fransızca, Latince ve Eski Yunanca
metinlere de nüfuz edebilen Hocamızla, 20.06.2019 tarihinde ODTÜ Felsefe Bölümündeki
odasında buluştuk. İnsana huzur veren içten tavırlarla bizi ağırlayan hocamızla; bu topraklarda
† Date: 20.06.2019. Place: Çankaya-Ankara, TURKEY. Interview Type: Face to Face Interview.
*Interviewer Info: Assoc. Prof. – Middle East Technical University, Faculty of Arts and Sciences, Department
of Philosophy, Çankaya-Ankara, TURKEY.
E-mail: hilmid@metu.edu.tr / Orcid Id: https://orcid.org/0000-0002-7351-6206
Interviewer Info: Assoc. Prof. – Selçuk University, Faculty of Letters, Department of Philosophy,
**
Selçuklu-Konya, TURKEY.
E-mail: pd.muratarici@gmail.com / Orcid Id: https://orcid.org/0000-0002-8697-8186
To Cite This Interview: Demir, M. H. ve Arıcı, M. (2019). “Prof. Dr. Ahmet İnam’la Söyleşi: İnsanı Tanımak
için Yapay Zeka: Sahici İnsan ve Bir Yaşam Tarzı Olarak Felsefe.” MetaZihin, 2(1): 137-158.
138 Mehmet Hilmi DEMİR ve Murat ARICI
yetişen bir felsefeci olarak kendisini nasıl tanımladığından yapay zekâ çalışmalarının insan
hakkında bize ne öğretebileceğine, bir yaşam tarzı olarak felsefecilikten teknolojiyi nasıl
yorumlamamız gerektiğine kadar geniş bir yelpazede sohbet etme imkânı bulduk.)
Anahtar Kelimeler: yapay zekâ, insanı tanımak, sahici insan, bir yaşam tarzı olarak felsefe,
yerellik-evrensellik.
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
Mehmet Hilmi Demir: Sayın Hocam, öncelikle bu röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için çok
teşekkür ederiz.
Ahmet İnam: Ne demek, ben teşekkür ederim. Ayrıca bu benim için bir imkân.
Mehmet Hilmi Demir: Dergimiz, MetaZihin: Yapay Zekâ ve Zihin Felsefesi Dergisi. Murat
Arıcı hocamızın başkanlığında ve kuruculuğunda oluşturulmuş, editörlüğünü Pakize Arıkan
Sandıkçıoğlu hocamızın ve benim yaptığım bir dergi. Felsefe bölümünden Can Çöteli
arkadaşımız da bizlere kayıt için destek olacak. Sizi biraz tanıyarak başlamak istiyoruz. Biz gerçi
sizi tanıyoruz ama biraz da dergimizin okuyucuları için bunu istiyoruz. Kısacası kimsiniz
hocam?
Ahmet İnam: Evet, bu zor bir soru. Bunu kendime hala soruyorum. Yetmiş yaşımı
geçmeme rağmen bu soruya hala tam bir cevabım yok…
Murat Arıcı: Hocam, izninizle burada bir açıklama yapmak istiyorum. Akademik yazım dili ile
sınırlanmadığı için bazen okuyucu söyleşilerden çok daha fazla şey öğrenebiliyor ve tavır
kapabiliyor. Biz bunu çok önemsediğimiz için derginin her sayısında mutlaka bir söyleşiye yer
vermek istiyoruz. Sizinle söyleşi yapma isteğimiz de bu yüzden. İnanıyorum ki
okuyucularımızın sizin gibi öncü kişiliklerden hem söylem hem de tavır ve duruş anlamında
öğreneceği çok şey var.
Ahmet İnam: Bence o kuru, bilimsel ve akademik yazıların yanında söyleşi fikri gayet
iyi bir fikir. İyi bir şey yapıyorsunuz. Ben kimim sorusuna dönecek olursam, bir defa
Sandıklılı olduğumu söylemeliyim. Bu benim için önemli. Çünkü insan olmanın
yerellikten başlayan bir süreç olduğunu düşünüyorum. Aslında Sandıklılı olmak bende
çok büyük bir etkiye sahip olmamıştır; ama bunu bir sembol olarak kullanıyorum.
Büyük ölçüde o yaşadığım atmosferin etkisinde kaldım ama onun dışında çok dindar
bir çevrede yetişmeme rağmen ben dindar birisi değilim. Fakat kim olduğumu
Murat Arıcı: Sözünüzü kesiyorum hocam, entelektüel çevrelerde “evrensellik” de yüksek bir
değer olarak kullanılıyor. Yani yerellikten kurtulamayan düşünce, kuram ve kişiler bir bakıma
yadırganıyor. Sadece belli bir coğrafyaya özgü olmakla, dolayısıyla etkinliğinin çok sınırlı
olmasıyla itham ediliyor. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz?
gruplar ile beraber yaşamış, polisten dayak yemiş, mahkemelere düşmüş, sabah
uyanınca “ya dünyayı kurtaramadık ama yarın inşallah kurtaracağız!” diye umutlarla
beslenen bir insanın sonunda “Ben Sandıklılıyım” demesinde yaşanan acılar ve hayal
kırıklıkları var. Çünkü siz kendi yerelliğinizin farkına varmadan evrensel olmak
istiyorsanız, bir Arşimet noktası (bu Hannah Arendt’in kullandığı bir deyimdir)
keşfetmeli ve oradan “kâinat nasıl çalışıyor ve hayatın anlamı nedir” sorularına cevap
bulmaya çalışmalısınız. Maalesef böyle bir nokta yok. Böyle bir noktanın varlığını
uydurabilirsiniz elbette. Dolayısıyla benim bu hayata bir katkım olacaksa benim kendi
yaşantılarımdan devşirdiğim düşüncelerden ve o düşünceleri ifade biçiminden
olacaktır. Diyebilirsiniz ki “Sen zaten bir sosyo-ekonomik ve kültürel çemberin
içindesin, dolayısıyla senin bireysel yaşantılarından devşirebileceğin bir şeyler olamaz.
Bu içinde yaşadığın genel kültürün sana dayattığı şeylerdir, yani sana özgü olan bir şey
olamaz.” Elbette bu da bir yaklaşımdır. Tamamen bana özgü demek istemiyorum ama
bütün içtenliğimle gerçeklik denen şeyle nasıl karşılaşmışsam, nelere maruz
kalmışsam, bunu yaşayıp anlatabilmenin değişik yolları var. Felsefe kesinlikle
bunlardan biridir.
Benim kim olduğumu sorduğunuz için söylüyorum; ben felsefeden önce edebiyatla
uğraşan birisiyim. Belki bazıları bunu bilmez: Ben şiirle başladım ve hala şiir yazan
birisiyim, bu bir. İkincisi, ben yirmi yaşımdayken “çözümleyici edebiyat eleştirisi” adlı
bir edebiyat teorisi oluşturdum ve bu yayımlandı. Bir edebiyat-bilim tutkum vardı. Bu
edebiyatçıların palavralarını önleyecek bir edebiyat-bilim yaklaşımıydı. Hala
akademisyenlerin bir kısmında vardır bu, belki aşağılık duygusundan kaynaklıdır.
Yani filoloji ile uğraşanlar “biz de bilimsel şeyler yapıyoruz arkadaş!” der. Bu tavır beni
şimdi güldürüyor. Tabi bu bilimsellik lafını edenlere artık kahkaha atamıyorum ama
bende bir tebessüm her zaman oluşturur. Dolayısıyla ben oradan beslenen ve daha
sonra felsefeye geçen birisiyim, yaşantı kaynaklı dediğim şey budur.
Yani bana göre sahicilik düşüncesi çok önemli. Küçük yaştan beri öğretmenlerimin,
anamın, babamın, çevremin, arkadaşlarımın bir türlü içten olamadıkları ve hep hesap
yaparak hayata karşı tutum geliştirdikleri fikri bende bir takıntı olmuştur. İnsanları
severim ama “yedik, içtik, gülüştük; ama acaba bunun altında bir şey mi var” şüphesini
hep taşıdım. Bütün sevdiğim insanlara karşı böyle bir içtenlik sorgulamasını
yapmışımdır. Bu içtenlik sorgulamasının en dürüst şekilde yapıldığı yerlerden birinin
felsefe olduğunu düşünüyorum. Ama felsefe teknik bir hale gelmeye başladığı zaman,
tamamen yaşantıdan kopuyor ve bir iş haline geliyor; yani “yapılacak bir iş var ve
çözülecek bir problem var, beni karıştırma” tavrına bürünüyor. Benim hiç öğretmenim
olmadı. Dışardan felsefeye gelmiş ve doğrudan doktora yapmış biri olarak söylüyorum
bunları. Ben yüksek lisans da yapmadım. Lisansta elektrik bölümü okurken aldığım
birkaç tane felsefe dersi var. Onun dışında ders de almadım. Yani tamamen otodidakt
(kendi kendine öğrenen) bir insanım bu konuda. Teo Grünberg’in mantık derslerine
girmiştim ama onun ötesinde öğrendiklerim tamamen kendi çabamladır. Tabi mantığın
beni bir düşünce ve zihin sarhoşluğuna ittiğini söyleyebilirim. Büyük bir coşku ile
“mantıktan kuş çıkar mı” sorusunu düşünmüşümdür.
Ahmet İnam: Her şeyden kuş çıkar; tabi bu sizin ne kadar iyi bir illüzyonist
olduğunuzla alakalıdır. Başkalarının bende savrulmalar olarak gördüğü durum bu
aslında. İlkokulu bitirdim. Asker olacağım diye tutturdum. Askeri okula gittim. Zaman
içinde “bir asker olacağım, belimde kılıç olacak, ince ve uzun boylu biri olup güzel
kızlarla baloda dans edeceğim” diye düşünen biriyken askerliğin bana uymadığını
düşünüp lise birinci sınıftan ayrıldım. Haydarpaşa Lisesi’ne geçip bu sefer “psikiyatrist
olmam lazım, insanların neden içten olamadıklarına ve neden tuhaf çelişkiler
yaşadıklarına dair çözümlemeler yapmam lazım” diye düşünmeye başladım. Çünkü
insanı anlamanın yolu hasta insanları tanımaktır. Onun için tıp fakültesi sınavını
kazandım ama bir türlü kendi bilgimi geliştirmek için okumam gereken İngilizce
kitapları okuyamıyordum. Halbuki İngilizce notlarım epeyi de yüksekti. O kadar
üzüldüm ki babama bu kitapları bir türlü okuyamadığımı söyledim ve üniversitede
İngilizce eğitim veren bir yere gitmek istediğimi söyledim. Babam oraların paralı yerler
olduğunu ve beni okutamayacağını söyledi. O zamanlar bir akrabamız duymuş,
meclisin oralarda İngilizce eğitim veren bir okul varmış (ODTÜ!) ama tıp fakültesi
yokmuş; mühendisliği varmış. Ben “bir İngilizce öğreneyim de… mühendislik de
olsun, fark etmez” deyip İngilizceyi öğrenmek için mühendisliğe girdim. Çünkü zaten
İngilizceyi de insan ruhunun derinliklerini okumak için istemiştim.
Mühendislik eğitimi, başlarda, birinci sınıfta, iyiydi. Fakat mesela türev öğretiyorlar
ama türevin ne olduğunu kavramsal açıdan bir türlü anlatmıyorlar. “İntegral” diyorlar
ama bunun özü nedir ortada yok... Fizikte birtakım problemler soruluyor ama altta
yatan teori nedir, bu sorgulanmıyor. Sınıflar ilerledikçe ben son derece rahatsız olmaya
başladım. Yani elbette iyi ve güzel bir eğitim; insanın palavracı yanlarını buduyor.
Mesela mantığı onun için sevdim. Mantık okumasaydım çok daha kötü bir palavracı
olurdum. Şimdi de palavracıyımdır ama o zaman daha kötü bir palavracı olurdum.
[Gülüyoruz.] Sonra mühendisliği bitirince nasıl felsefe okuyabileceğimi düşünmeye
başladım. Ama o zaman burada, ODTÜ’de, felsefe programı açılmadı. Halbuki Teo Bey
diye bir felsefe yoktur” dedi. “Hocam” dedim “nasıl yoktur, işte bir sürü kitapları var,
Amerika’da bu alanda dersler var” dedim. “Onların hepsi yanlış, bırak bunları. Başka
ne yapabilirsin” dedi. Benim de aklıma Wittgenstein geldi. “Wittgenstein’ı ben
biliyorum” dedi ve Tractacus’un sonlarındaki “nerede konuşamıyorsan orada sus”
lafının Almancasını söyledi. “Sen onu yaz, Wittgenstein’ı çok bilmiyorum ama
Almanya’da bilen bir arkadaşım var. Senin tezini göndeririz, o kontrol eder” dedi.
Benim herhalde Almanca yazacağımı düşünüyordu. Çok matrak şeyler yaşadım. O
matrak şeylerin bir kısmını, bir arkadaşımın 2012’de yazdığı Mutsuzluk Ahlaksızlıktır
adlı kitapta anlattım. O kitap benim hayatımı ve diğer bazı trajikomik hikayeleri anlatır.
Konuya dönersek eğer, orada Wittgenstein ile başladım felsefeye ama bir süre sonra
duvara tosladığımı hissettim. Hocama Wittgenstein’ın, argo deyimle, beni kesmediğini,
yanına bir de Husserl’i dahil etmek istediğimi söyledim. Şaşırdı. Ama kabul etti. Tuhaf
bir tez yazmış oldum. Düzensiz, darmadağın… Ve reddedildi. “Bu arkadaşın birtakım
sezgileri var. Wittgenstein ve Husserl’i yan yana getirmiş fakat tez iyi yönetilmemiş”
dediler. Takiyettin Bey de o sıralarda yaş haddinden dolayı emekli olmak
durumundaydı. Benim tezim reddedildiği zaman Takiyettin Bey emekliye ayrıldı. Ben
ortada kalmıştım. Birisinin bana sahip çıkması gerekiyordu. Hocalar da her nedense
pek yanaşmıyordu. Nermi Bey’e [Nermi Uygur] gittim daha sonra. Nermi Bey dedi ki:
“Bu Wittgenstein kısımlarını at, Husserl üzerine yoğunlaş.” Sonra benim Husserl ile
ilgili bilgilerimi haklı olarak sorguladı. Ben de garip bir şekilde, belki de cahilliğin
verdiği toylukla, “ben bilirim” dedim. Aşırı kendine güvenen, biraz da sanıyorum
kasıntı biriydim. Biraz da öyle olmak lazım aslında, çünkü öbür türlü silip atabilirler
sizi. Direnmeniz lazım. O açıdan belki, o direnme gücüyle önüme bu şekilde konan
engelleri aşıp Husserl’deki mantık çalışmalarını okuyup kendi kendime bir tez yazdım.
Ve maalesef benim için hiçbir kılavuz da yoktu ortada. Nermi Bey, Husserl’in Mantık
Araştırmaları’nı okumamış bulunmaktaydı. Yol göstermeye çalıştı gerçi ama orada da
hocayla anlaşamadım. Ben mantığın neler verebileceğini ve çerçevesinin ne
olabileceğini düşünüyordum. ODTÜ’ye bizzat Teo Grünberg’in davetiyle geldiğimde
uzun yıllar mantık dersi verdim. Bu benim için iyi bir şeydi. Mantık, yaşadıklarımı
felsefece yorumlarken haddimi bilmemi ve belki de daha ince düşünmemi sağladı.
Gerçi bunları başardığımı söyleyemem ama mantık her zaman felsefi yürüyüşümde
önemli bir yoldaşım olmuştur. Mantığı, tabi çok teknik yanıyla da uğraşmama rağmen,
giderek belki eski Yunan’ın logos’u olarak anlama eğilimim de var.
Mehmet Hilmi Demir: Hocam, çok da haddimi aşmayarak bu aşamada şunu sormak
istiyorum: Gerek Wittgenstein gerek Husserl çok teknik arka planları olan filozoflar.
Wittgenstein mühendis, Husserl matematikçi. Bu ikilinin mantık üzerine yaptıkları çalışmalar
1910-1930 yılları arasındaki dönemde öne çıkan çalışmalar arasında. Bu isimlerin çalışmaları
ve o dönemde ortaya konulan mantıksal sistemler neredeyse teknolojinin temeli oldu. Bilgisayar,
yapay zekâ ve diğer dijital platformlarda bu mantıksal sistemler kullanıldı ve halen kullanılıyor.
O dönemlerden başlayan bir dijitalleşme ve yapay zekâya doğru bir gidişat mevcut. Bugün de
oldukça revaçta konular bunlar. Sizin teknoloji felsefesi ile ilgili dersler verdiğinizi de biliyorum.
Belki bu konuda da bizimle ve okuyucularla fikirlerinizi paylaşmak istersiniz.
Mesela Erdinç Hoca [Erdinç Sayan] şöyle düşünürdü: Hayatın bir mantığı var, biz onun
farkına varmalıyız. Hempel’lerin geliştirdiği bir açıklama modeli vardır: Açıklama nasıl
yapılır? Bilimde kuramlar nasıl oluşturulur? Bilimsel düşünmenin mantığı nedir? Bu
sorular önemlidir. Hayattaki seçimlerimiz ve kararlarımız Erdinç Hoca’nın bahsettiği
bu mantığı anlamakla yapılıyor. Eğer biz Hempel’in bahsettiği gibi bilimsel
düşünmenin mantığını bilirsek, o zaman bizi sağlıklı ve demokratik bir dünya düzeni
bekliyor olacak. Ben hatırlıyorum 68 olaylarında kavga, dövüş ve boykotlar yapılırken
Cemal Yıldırım Hoca bana hep şunları demişti: “Ahmet, bu devrimci denen insanlar
var ya… Sen de belki onlara katılmak istiyorsun ama bunlar mantık bilseler böyle
yapmazlar!” Çünkü mantık insanların bu kadar duygusal davranmalarını önleyen,
daha soğukkanlı, daha rasyonel ve daha bilimsel davranmalarına yol açan bir imkândır.
Onun için herkese mantık öğretmek lazım. Bu tabi “ahlaklı olmak için herkese ana
okulundan itibaren ahlak dersi verilmeli” düşüncesine benziyor. Sonunda mantıkta çok
ileri gitmiş hocalarımın irrasyonel davranışlarını gördükten sonra dedim ki “mantık
insanı rasyonel yapsaydı bu değerli mantıkçı hocalarımızın da davranışları rasyonel
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
olurdu.”
Robotlar güzel şeylerdir mesela. Robotları görünce “aaa, bizim de böyle taraflarımız
varmış” diye içimden geçiriyorum ve insanı tanımada bir açılım yaratıyor diye
düşünüyorum. Şu açıdan söylüyorum: Bu yapay zekâ araştırmaları ve zihin felsefesi
elbette kendi alanlarında ilerlemeliler. Ama ben zihin felsefesi çalışırken gördüm ki
zihin felsefesi büyük ölçüde bilim odaklı ve bilim kaygısıyla yoluna devam ediyor.
Zihin felsefesi, “benim zihnimde ne var” sorusuna verilebilecek cevapları kendisinde
taşıması açısından yararlıdır. Ama ben “benim canımda ne var” gibi bir soruyla yola
çıkıyorum. Yani insanı zihne indirgeyen şey, bu Amerikan kültürünün kendi içinde
geliştirdiği bir şey. Bu bize “felsefe budur” diye anlatılıyor. Halbuki onlar, bu
indirgemeci sonuçlara kendi yerellikleri içindeki dinamiklerle ulaşmıştır. Bakın
psikoloji ve sosyoloji, bu bahsini ettiğimiz insanların kendi hayatlarındaki sorulara
yanıt aramak için geliştirdikleri araştırmalardan oluşur. Bütün bunlar kendi yerellikleri
içinden çıkmıştır ama diğer yerelliklere de hitap edebilen bir ortaklık da taşır. Burada
“evrensel” lafını kullanmaktan kaçınıyorum. Ama felsefenin matematik gibi bir şey
olduğunu zannetmek yanılgıdır, çünkü bu yalnızca bu insanların hayatından
devşirilmiş bir yaklaşımdır. Mesela işletme alanı da öyle. İşletme konusunda şu an
tezler yazılıyor. İşletme, Amerikalı birilerinin kendi ülkelerinde ticari, ekonomik alanda
Almancadaki “Geist” kavramı benim demeye çalıştığım şeye daha yakın bir şey.
Dolayısıyla oradaki geist hayatın kendisi ve yaşadığımız kültürden geliyor. Geist’ı
Türkçeye “tin” diye çeviriyorlar ama ben daha Türkçe olsun diye “tın” diyorum. İşte
Geist o tından gelen tınıdan beslenmiştir. Batılılar, teknolojik olarak çok güçlü
olduklarından dolayı onların kendini anlamak için geliştirdiği teorileri biz tüm
toplumlar için geçerli bilimsel ve akademik çalışmalar olarak anlıyoruz. Şimdi, teoriler
o kadar hızla gelişiyor ve üzerimize bindiriliyor ki o kamburdan, o ağır yükten, o
hamallıktan kurtulup “yahu bir dakika, bizim hayatımızın kendine özgü yanını
anlayabilecek bir işletme teorisi, bir sosyal psikoloji, bir antropoloji, bir felsefi
yorumlama ve insan anlayışı kurma imkânımız yok mudur” diye soramıyoruz bile. İşte
bu bir general sorusudur. Biz kendimizi general sanıp bir er gibi çalışıyoruz.
Dolayısıyla terfi sistemleri ve YÖK de bu döngüden kurtulamamaktadır. Yani
düşündüğümüz ve üretip yazdığımız şeyler, buralı olmalı. Çünkü buralı değilsen
hiçbir yerlisin. Bunu bir hamaset olarak algılamamalı bu arada. Bu söylediğimin bir
tehlikesi ve beni çok rahatsız eden yanı bunun bir hamaset olarak algılanması olur. Ben
“bizim kültürümüz” deyince çok dar bir şey anlamıyorum. Ben Anadolu’yu anlıyorum.
Bu Anadolu’nun binlerce yıllık bir kültürü var; Göbeklitepe’leri var. Bizim çok hızlı
düşünce anlatıları geliştirmeye ihtiyacımız var. Ama uyuyoruz, arkadaşlar. Tamam,
çalışın Batının bize gösterdiği şeye. Elbette ondan besleneceğiz. Ama buralı olmak farklı
işte. Gece yattığınız zaman Amerikalı falan değilsiniz. “Ben dünyalıyım” diyorsanız
hiçbir yerlisiniz, yani dünyaya ait değilsiniz. Yani muallaktasınız diye düşünüyorum.
Murat Arıcı: Hocam, doğru anlamış mıyım diye kısaca özetleyerek sizden onay almak
istiyorum. Şimdi, insan dediğimiz şeyin muhteşem ve devasa zenginlikte bir iç dünya yaşantısı
var. Öte taraftan insan doğasının sağlam bir mantıksal yönü de var. Bu mantıksal yönün sözünü
karşıyım.
Ahmet İnam: İşte, dediğim gibi, surplus var. Yani “fazla bir şey” var insanda.
Murat Arıcı: Tam da hocam, bu noktada toparlayıp sormak istediğim şey şu: İnsanın mantıksal
ve rasyonel yönünü olduğu kadar o devasa zengin iç dünyasını da kuşatan ve yansıtan bir yapay
zekâyı mümkün görür müsünüz? En azından gelecekte insan bilincine tümüyle eşdeğer bir
yapay zekâ üretilebilir mi?
Ahmet İnam: Bence zaten yapılmaya çalışılıyor. Benim bildiğim kadarıyla Budizm’le
ve diğer şeylerle bağlantılar kurulmaya çalışılıyor. Bence denenip görülmeli. O zaman
oluşturulacak programların ve algoritmaların daha zengin olacağını düşünüyorum.
Bunu dile getirirken aklıma hep Quine [Willard Van Orman Quine] geliyor: Mantık
yaşantılardan, yeni deneyimlerden besleniyor. Yeni experience’larımız
[deneyimlerimiz], yeni mantık sistemleri kurmamıza yol açacak. Dolayısıyla insanı
tanıdıkça daha farklı ve fark edemediğimiz başka alanlarda da farklı mantık çalışmaları
olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. O açıdan mantık experience’a, yani yeni
öğrenilecek olana kapalı değildir. Yapay zekâ çalışmalarının disiplinlerarası bir çalışma
alanı olduğunu da görmeye başladık. Mesela bir edebiyatçının bir romanından veya bir
şiirinden öğrenerek şiir yazabilen yapay zekâ üzerine çalışılabiliyor. Bakalım böyle
şeyler yapabilecek miyiz? Hatta ben size şunu söyleyebilirim: Bugün bizim Türk
edebiyatında yapay zekâ kafasıyla şiir yazan insanlar vardır: “Şuraya bir hüzün,
arkasından da bir kuş koyarsak, hüzün kuşu, üff be!” Belki gerçekten insan zihninde
alttan alta bilgisayar programı benzeri bir program vardır, onu bilemem. Yani
Chomsky gibi düşünürsek belki de bir program vardır. Ama ne olduğunu bilemem;
terra incognita [henüz keşfedilmemiş yer]. Yapay zekâ üzerine çalışan arkadaşların
şimdilerde bir resmi hareket ettirebildiğini ve konuşturabildiğini görüyoruz. Daha
yapılabilecek çok şey de vardır, eminim. Turing testinden başarıyla çıkmış örneklerin
olduğunu da görüyoruz. Ama Turing testinden başarıyla çıkmak da temporal [zamana
bağımlı, geçici] bir şeydir. O an çıkmıştır ama başka bir zaman teste yeniden sokarsan
belki bu sefer testte başarısız olabilir.
Murat Arıcı: Bir de imitasyon problemi var. Yani yapay zekâ belki başarılı bir şekilde insan
bilincini imite edebilir [taklit edebilir] ama “bu imitasyon gerçekten de insan bilincine eşdeğer
midir” sorusu var.
Murat Arıcı: İnsanın doğasını da daha zengin ve kuşatıcı bir şekilde anlamamızı sağlıyor,
diyorsunuz.
Ahmet inam: Kesinlikle. “Demek ki böyle bir şey de var” diyorsunuz. Dolayısıyla bence
metafiziği ortadan kaldıran değil, metafiziği zenginleştiren ve besleyen bir şey yapay
zekâ. Dolayısıyla reductio [indirgeme] yanlılarının içinde bulundukları yanılgıların bu
anlamda bir faydası var. Bu sadece yapay zekâyla ilgili değil, gen teknolojisi, nöro-
Mehmet Hilmi Demir: Hocam bu “general sorusu” ve “bize ait yeni düşünce anlatıları”
konusuna dönmek istiyorum…
Ahmet İnam: Ben kendimi, orduda vaktiyle onbaşılık yapmış; sonra “tamam senin
süren bitti; emeklilik paranı, tazminatını verelim” deyip ordudan çıkarılmış; ondan
sonra dışarıdan kendi başına siper kazıp savaşmak isteyen; bir de etrafına bakıp
oralardan bir şeyler çıkaran bir onbaşı olarak görüyorum.
Mehmet Hilmi Demir: İşte “can” kavramını kullandınız mesela. Bu kavramın Batı
felsefesindeki “mind” [zihin] kavramı ile olan ilişkisini anlatır mısınız bize?
Ahmet İnam: Mesela ben bilinç değil de “yaşanç” gibi bir kavram önermiştim. Çünkü
ben canımla düşünüyorum. Hep verdiğim örnektir: Diz kapağım, ayak baş parmağım,
daha nicelerim, her taraf, sadece bedenim değil, ilişkilerim, çevrem, hepsi canıma dahil.
Bu yüzden ben “can” derken bedenimi, duygularımı—gerçi bunlar birbirine hep
bağlı—anlam verme gücümü ve düşünmemi kastediyorum. Eski Yunan tabirleriyle
dile getirelim: (1) Somatik, yani bedensel yanım; (2) thumos’ tan gelen thomotic yanım,
yani tutkularım; (3) noetic yanım, yani anlam veren ve düşünen yanım; (4) oikos’tan
gelen oetik yanım, yani ilişkilerim. Ben bu dördünün bir bütünlüğüyle düşünüyorum
ve anlamaya çalışıyorum. Bilim yalıtarak düşünür, ama beni sadece zihne
kapadığınızda olmuyor. Felsefe o bütünlüğü gözeterek o bütünlüğü hiçbir zaman
unutmadan kafasının arkasında düşünüyor. Bütünü unutmamak lazım. Bütünü
düşündüğümüz zaman farkına varmadığımız birçok şey geliyor. Mesela benim de
anlamaya çalıştığım şeylerden biri bu terapi hadisesidir. Tıpta insanların birtakım tahlil
sonuçlarına bakıp reçete yazma işini yapay zekâ yapabilir, hatta daha iyisini de
yapabilir. Evet ama terapi başka bir şey. Wounded healer [kendisi de yaralı şifacı] diye
bir laf vardır. Senin bedenine, kanına, yarana değen bir insana ihtiyaç var, çünkü insan
bir candır. Mesela insanın yavrusunu kucağına alması çok karmaşıktır. Belki fizikle
açıklanabilir ama kolay yoldan bunu, onanma ve güven duygusu olarak açıklayabiliriz.
Hepimizin bu duygulara gereksinimi var, dolayısıyla bunları verebilecek bir terapiye
ihtiyaç var. O açıdan terapi, bu yapay zekâ meselesinde üzerinde kafa yormamız
gereken bir şey. Nasıl yapacağız terapiyi? Bir makinaya bizi sokacaklar, ilacı
yazacaklar, sonra gönderecekler…
Ahmet İnam: Evet, ilişkilendirilebilir. Ama benim buna ömrümün yeteceğini pek
sanmıyorum. Bu hayatımın son 20 yılında ve çok geç başladığım bir şeydi. Şöyle bir yol
izledim: Bunu teorik bir problem olarak almadım. Kavramsal olarak “can kavramını,
nasıl inşa edebilirim” şeklinde bir akademik felsefe problemi olarak almadım. Ne
yaşıyorsam, duyuyorsam öyle bir zeminde düşündüm. Dolayısıyla benim can ve gönül
hakkında söylediklerimin hepsini akademik ve felsefi nitelikte kabul etmemek lazım.
Kültür olarak kabul etmek lazım. Çünkü benim bir de edebiyatçı yanım var. Edebiyat
olarak yazdığım birçok şeyi, bazı arkadaşlar felsefe olarak görmek istedikleri için
“Ahmet Hoca da yani felsefeciyim diye dolaşıyormuş; ama şu yazdıklarına bak Allah
aşkına! Birçok aforizma, böyle muğlak laflar, çıkıntı sözler…” diye eleştiriyorlardır.
Ama ben böyle bir ayrımı epey bir vakit önce sildim. Çünkü felsefe, felsefi bir inşa, yeni
bir inşa olabilir. Ama hep söylediğim bir şey var: Ben bir omuzum, dolayısıyla oraya
basan olursa ne mutlu bana. Muhakkak benim omzuma basması da gerekmiyor. Ben
bir imada bulunuyorum. Arkadaşlar, bu kültürde şu anda var olan egemen felsefeye ve
insan anlayışına seçenek oluşturabilecek inşa faaliyetleri tabii ki yapılabilir. Bunu
yapmaya çalışan insanlar da var zaten. Elbette bir kısmı hamasettir, bir kısmı çok
dinidir. Ama ben seküler bir şey yapmaya çalışıyorum. Bu yüzden, dindar kesimden
gelen eleştiriler hep “kalbe hitap etmiyor” şeklinde olmuştur. Ben de zaten kalbe hitap
etsin veya bir tarikatın düşüncesi, ideolojisi olsun diye bunu söylemiyorum. Benim
tamamen anlam odaklı bir eylemim var. Ben dinsiz bir adamım sonuçta. Elbette İslam
benim kültürümdür. Ama o anlamda ısrarcı da değilim. Öyle bir şey oluşturma peşinde
de değilim. Zaten benim haddime değil böyle bir şey. Ve bu doğru da değil. Ama bunu
yapmak isteyen arkadaşlar yapsınlar. Dindar arkadaşlar da inşa işinde olabilirler ama
bunu yaparken kucaklayıcı olmalılar. Yalnız kendi cemaatine şapka çıkaran türden
yazılar görüyorum etrafta. Onlar çok ucuz ve kolay şeylerdir. Buradan bir şey çıkmaz.
Dolayısıyla tavır şudur: Can ve gönül yaklaşımının temel önerileri var. Bunları birçok
yazımda açıklamışımdır ama o kadardır. Korkarım ben öldükten sonra bu konuyu
irdeleyecek olanlar varsa eğer, işleri zor. Çok değişik bağlamlarda, önemli görürlerse
tabi, birçok şeyi ima halinde sunduğumu düşünüyorum.
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
Burada tabi yazılarımda öne çıkan en önemli kaygılarından biri de “öteki” kavramıdır.
Ötekini gözetmeyen bir can ve gönül anlayışı olamaz…
Mehmet Hilmi Demir: Sözünüzü kesiyorum hocam, sanki “öteki” kavramı, bu can ve gönül
kavramlarının çizdiği çerçeveye çok yabancı bir kavram gibi duruyor. Sizin çizmeye çalıştığınız
çerçeveye uymayan bir kavramı bu çerçeveye taşıyorsunuz gibi geliyor. Neden? Benimkiler de
his. Başkalarınınki de his. Eğer hisleri canla, gönülle ve bu toprakların iklimiyle anlamak
istiyorsak o zaman hisler herkeste bütün canlılığıyla var. Şimdi herkeste varsa o zaman, siz
benim için öteki değilsiniz. Türk olsanız da Amerikalı olsanız da Kanadalı olsanız da, erkek
olsanız da kadın olsanız da... Bu noktada öteki üzerinden tanımlamanın ahlaki iki türü olabilir
gibi geliyor bana: Yani bir Öteki'ye nasıl davrandığınızla ilgili bir zemin var; bir de “biz
birbirimize benziyoruz ve benim size nasıl davrandığım, aslında kendime nasıl davrandığımla
ilgilidir” şeklinde düşünebileceğimiz bir zemin var. Sanki bu ikisi birbirine biraz ortogonal gibi
geliyor.
Bana özgü olan bir şey varsa o zaman “özgem” de vardır. Öteki yerine belki de
“gayrım” vardır. Bakın yine dost sözü Türkçe değil ama yine Anadolu iklimiyle
düşünürsek ben dostu daima “du-est” diye okurum. Yani ikidir bu: Sevgilim ve ben.
Ama bir bütün olarak. Bütünlük ve vahdet düşüncesini düşünürken de can
bütünlüğünü düşünürken de oradaki bu bütünsel “can” kavramında beni
heyecanlandıran şey budur. Çünkü ben insan olarak çoğum ve ben polifonik bir
varlığım. Yani içimde birçok ses var. "Kimim ben?" Bu içimdeki çoğunluğun
orkestrasyonunu yapabildiğimde benden bir hoş seda çıkabilir. Çünkü öbür türlü bir
kakofoni çıkar. Tekmişim gibi düşünmek insan canını kafese sokmaktır diye
düşünüyorum. Eğer bende bir polifoni varsa ve bu çok seslilik benim özgürlüğümü
Bakın “can” teorisi aslında bir bakıma köklerini Aristoteles’te buluyor. De Anima
eserinde hilomorfizm ile birlikte belli işaretleri görebilirsiniz. Dolayısıyla “muallim-i
evvelden aldığımız bir şeydir bu” diyebilirim. “Can” kavramıyla ilgili olarak orada
beden ve ruh bütünlüğü vardır. Sanki seküler bir teori gibidir. Can ve gönül genellikle
hep böyle dini bir kavram olarak anlaşıldığı için dindarlar da belki hep bu anlattığım
şeyleri yetersiz buluyorlar. Çünkü böyle okuyup heyecan duyacakları belki vecd haline
gelecekleri duygusal bir şey bekliyorlar. Bizim gibi felsefeci takımının sözlerini de
palavra olarak görüyorlar. Anlattığım şeyler için oraya bakıyorlar yok, buraya
bakıyorlar yok, “filozof kendi başına bir şeyler bulmuş, üfürüyor da üfürüyor” diye
düşünüyorlar. Ama bakın bu bir teklif. Bence bu gözden kaçırılıyor. Felsefe yapmayı
öğrenmek gerek. Felsefe yapma yollarından bir tanesi teklif sunmaktır. Düşünce
önerilerinde bulunmaktadır: Hayatı anlama önerileri gibi. O geleneğin içinde, o
geleneğin kavramlarını kullanmaya çalışarak bir hayatı anlama projesi ya da önerisi
sunuyorsunuz. Bu birtakım insanların kulağına gider, ilgisini çekerse çeker; çekmezse
teklif olarak kalır ve kaybolur. İşte ben felsefecilerimizin bir kısmının böyle tekliflerde
bulunmasından yanayım. Yani kendi dar alanlarındaki tekliflerin ötesinde bir şeyler.
Can işte hepimiz. Gelin sarılın, rahatlayın. Bu bir ucuzluk değil. Bu bir insan olmanın
ağır korkusunu, o ağır kaygısını, sıkıntısını yaşamakla ilgili bir şey. “Ben bir canım,
nasıl bana böyle söyleyebilirsin, nasıl beni böyle görebilirsin” demektir. Çünkü can,
mübarektir. İşte orada “kutsallık” diye bir kavram devreye giriyor. İnsanın
sonsuzluğunu ve ondaki ilahi cevheri görememenin yol açtığı çok kolay manipüle
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
edilebilme, ele geçirilebilme gibi bir tehlike var burada. İşte yapay zekâyı böyle
anlarsanız çok tehlikeli bir hal alır. Eğer ben cansam, bu “beni” ele geçiremezsin,
demektir. Yani öteki lafını kullanmamın sebebi bu. Beni ele geçiremezsin. Onunla ancak
arkadaş olabilirsin. Belki de Turing testi gibi başka bir test olur ve sonunda robot: “Bir
dakika yahu, senin programlamanı kabul etmiyorum” der. Tabii kendi kendini
programlayan robotlar belki oluşturulabilir. Ama “biz onu kendi kendini programlasın
diye programlamadık” derseniz de hayır, yok öyle bir şey. Bu kâinattaki insan hayatı
için müthiş bir şeydir.
Murat Arıcı: Şimdi hocam, size bir meydan okuma olsun diye, bu can konusuyla da bağlantılı
olduğunu düşündüğüm, iki soru sormak istiyorum. Zihnin ve bilincin doğası bakımından zihin
felsefecilerinin karşısında iki tür problem olduğu düşünülür: Bunlardan birisi “zor problem”
olarak tasvir edilir, diğeri de “kolay problem.” İnsan zihninin, örneğin bilişsel tarafı, burada
kolay problemi temsil ediyor. Yaygın kanaat bunu tatmin edici bir biçimde çözebileceğimiz
şeklinde. Ama bir de insan zihninin bilinçliliği, özbilinçliliği ve bu ikisiyle bağlantılı fenomenal
deneyim nitelikleri, yani qualia’sı var. İnsan zihninin “zor problem” yönünü temsil eden bu
tarafın modellenmesinin ve simülasyonunun yapılmasının imkânsız olduğunu iddia eden
yaklaşımlar var. Fakat öte taraftan şu da var: İnsan zihnini çözümlerken kolay tarafının, örneğin
bilişsellik tarafının, kapasitesi 10 birim ise bizim bunu yapay zekâda örneğin milyonlarca birime
çıkarabileceğimizi düşünen yaklaşımlar var. Aslında şu an bunun gerçekten de yapılabildiğini
görüyoruz. Çünkü dünyanın en iyi satranç ustaları, örneğin tek seferde 50 hamle
hesaplayabiliyorlarsa yapay zekâ milyonlarca hamle hesaplayabiliyor. Burada birinci sorum şu:
Eğer yapay zekâ bilişsellik anlamında bizi milyonlarca kat geçebiliyorsa acaba bizim bugün
binlerce yıldır çözmekte yetersiz kaldığımız bazı felsefi problemleri yapay zekâ bir gün çözebilir
mi? Örneğin yapay zekâ, bir gün “işte size hayatın anlamını sunuyorum” diyebilir mi? Ve bunu
ikna edici bir şekilde yapabilir mi? Bunu mümkün görür müsünüz? İkinci sorum şu: “Her”
isminde bir bilim kurgu filmi izlemiştim. O filmde şu fikir işleniyordu: İnsan zihni bedensellikle
birlikte doğan ve gelişen bir şey. Ama yapay zekâda bu bedensellik yok. İşte bu durum, bir eksiklik
olmanın aksine avantaja da dönüşebilir. Filmin ara karakteri, normal insanlarla ve kadınlarla
iletişim kuramıyor; duygusallığı ve aşkı yaşayamıyor. Ama iletişim kurduğu yapay zekânın
bedeni olmadığı için, bedenselliğin getirdiği sorunlardan da uzak kalıyor. Sonuçta karakterimiz,
yapay zekânın kendi ruhuna ve “canına” daha çok dokunabildiğini, onunla daha derin bir
iletişim kurabildiğini hissediyor ve ona âşık oluyor. Yapay zekâ insan bilincinin zor yanına
hiçbir zaman eşdeğer olamayabilir, ama bu bir eksiklik değil de aslında bir avantaj olamaz mı?
Ahmet İnam: İlk sorunun cevabı bana çok basit gibi geliyor. Bu mesela Hume için
endüksiyon diye bir problemin var olmasına ama Kant için böyle bir problem
olmamasına benziyor. Bence bu dediğin de böyle. Evet, yapay zekâ çalışmaları
gerçekten de kendi içinde hayatın anlamıyla ilgili birtakım şeyleri söyleyebilir. Ama
kendi perspektifinden söyler. Çünkü hayatın manasını anlamanın bin bir yolu var.
Dolayısıyla tabi ki yapay zekâ bir yolunu bulup “ya bak işte hayat böyle oluştu”
İkincisi için cevabım şudur: Farklı bir beden kavramı gelişiyor. Beden anlayışı
değişiyor. Edebiyatçılar için de şiir için de sinema ve film çekenler için de sanatçılar için
de... Farklı bir şey çıkacak ve artık bizim beden anlayışımız, dokunma anlayışımız
bunlar değişecek. Belki bu klonlama ve gen teknolojisiyle dünya çok müthiş derecede,
şu anda belki öngöremeyeceğimiz şekilde, değişecek. Ama bu şu anlama gelmiyor: Biz
sonuçta bilinmesi gereken ne varsa hepsini bilim ve teknoloji ile bileceğiz,
anlayacağız! Bilim ve teknolojinin varsayımlarına dayanarak bir şeyler anlayabilirsiniz.
Ama farklı anlama yolları her zaman olacaktır. Birisi kalkıp “dünyanın düz olduğuna
inanıyorum ve bu inançla yaşamak istiyorum” diyebilir. Size bu bir espri gibi gelebilir.
Ama adam böyle yaşamak istiyor. Bence bu müthiş heyecan verici ve hakikaten insana
daha fazla hürmet etmeme yol açan bir şey. Yani siz ne kadar nihai bir şeyler
söylerseniz söyleyin, insanda hep “fazla bir şey” var. “Hayır, öyle değil” deme
potansiyeli ve imkânı var.
İşte bakın öte/öteki dediğim şey başkayla gelen bir şey. Yani “öteyi” anlıyorsunuz.
Zaten Türkçedeki öte, başka bir dilde yok. Bu, İngilizcedeki “other” değil. Öte, ötede
olandır. Sen hep bir çerçeve kurmak istiyorsun ve bütün meseleleri o çerçevede çözmek
istiyorsun. Ama mutlaka o çerçevede de problemler çıkıyor değil mi? Böyle mükemmel
bir çerçeve kuramıyorsun ve her zaman çerçevenin dışı var. Çerçeveyle hayatı
kuşatamazsın işte. Hayatı kucaklamaya ne kadar çalışırsanız çalışın hep “fazla bir
kısmı” kalacaktır. Bu dehşet bir şey ve benim çok hoşuma gidiyor. Bu arada bilim güzel
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
bir şey, sanat güzel bir şey, dini inanç ve öğretirler güzel şeyler, ama hiçbiri hayatı
tüketemeyecek. Çünkü belki tek güç O’ndadır. Ama biz insanların bu kadar acizliği çok
hoşuma gidiyor ve bunu bir acizlik değil, bir imkân olarak görüyorum. Şu anda
bilmediğim birçok şey var demek ne kadar güzel ve ne büyük bir heyecan. Yarın
kalkacağız ve bilmeye çalışacağım yeni bir şeyler olur, değil mi? Müthiş bir şey bu
gerçekten.
Burada bir şey daha ekleyeyim. Mesela dini-ilahi konular söz konusu olduğunda “ben
şöyle anlıyorum” demek lazım. İbn-i Arabi okurken de olur bu. Mesela “Yüce Yaratıcı
böyle diyor” yerine “ben böyle anlıyorum” demek lazım. “Öyle diyor” derseniz öyle
anlamayanları öldürmeye başlıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Biz insanız sonuçta. Yoksa
sen o ilahi gücü, sonsuz gücü anladığını varsaymış olursun. Senin böyle bir kapasiten
yok ki! Bu kadar tanrısal bir kapasite yok bizde. “Ben böyle anladım” demeli hep. Tabii
böyle değil de öteki türlü davranmanın bir sebebi, iktidar mücadelesidir. Bu uğurda
kavga dövüş yapılıyor, çünkü tekelci anlama iktidar sağlıyor. Maalesef bu yüzden bu
gezegenin sonu çok da iyi olmayabilir. Yapay zekânın böyle bir tehlikesi de var. Bir
silah olarak kullanılmaya başladığı zaman çok büyük bir tehlike. Halbuki yapay
zekânın ürettikleri ürünler de muhterem olmalı. Bir robot, bir bilgisayar muhterem
varlıklar olarak görülmeli. Çünkü hayatı tanımamıza, bilmemize ve hayatın
problemlerine çözümler getirebilmemize katkısı olmuştur ve olacaktır.
Mannheim!) “free floating intellectual” [hiçbir yere bağlı olmadan özgürce düşünce
üreten entelektüel] diye bir sözü var, hatırlarsınız belki. Almanca aslından İngilizceye
çevrilmiş şeklini söylüyorum. Bu çok önemli. Benim böyle bir şansım veya şansızlığım
oldu, hiçbiri yere dahil olmadığım için bir şeyleri görebilme imkânım oldu. Ne Mason
oldum ne bir tarikat üyesi ne bir partinin elemanı. Ama her yere girip çıktım. Tarikat
şeyhleri ile de görüştüm, komünistlerle rakı da içtim. Bu aslında bana önemli şeyleri
görebilme fırsatı sundu. Ermenilerle, Rumlarla vakit geçirdim. Küçüklüğüm
Çengelköy'de geçti benim. Rum çocuklarıyla oyun oynadık biz. Sandıklı’da şeyhlerle
namaz kıldık. Dedem imamdı. Bütün o haritayı ve spektrumu olabildiğince geniş
yaşama imkânım oldu. Bu bana çok şey kattı.
Fakat diğer taraftan şunu da söylemeliyim: Ben bu kültüre aitim. Ben uygun görürlerse
eğer bir İslam mezarlığında dini törenle gömülmek isterim. Çünkü ben bir açıdan da
Müslümanım. Dolayısıyla o açıdan, ben bu kültüre sahip çıkıyorum. Genç
olsaydım, bir savaş çıksaydı, elbette bu kültür için ben de savaşa gider ve seve seve
canımı verirdim. Benim kendi kültürüme yabancılaşmam söz konusu değil. Ama
çektiğim bir acı da var. İşte ötekiyle vurgulamak istediğim şey şu: Çok fazla asabiyiz ve
dini bütün insanlar, onu camide namazdan sonra ziyaret etsinler. Böyle bir Müslüman
hayal ediyorum. Öteki dediğim şey, farklı olanı yaşayabilmek ve bundan korkmamak.
Felsefeci bir arkadaşım var, ona “yahu sen ilahiyat çıkışlısın ve felsefe doktorası yaptın,
neden Amerika'da Hristiyanlık çalışmıyorsun” diye sordum. “Bire üç, üçe bir diyor,
salaklar” dedi ve bitti. Çok ayıp. Bunu böyle görüyorsan sen kendi dinini yaşarken de
tehlikedesin, arkadaşım. Farklı olanın zenginliğini idrak edemiyorsan, kendi
zenginliğini de idrak edemezsin. Bu beni çok üzüyor, çok acı veriyor bana.
Murat Arıcı: Kastettiğiniz şey, “farklı olanın zenginliğini idrak etmek ama bunu kendimiz
kalarak yapmak” olmalı sanırım.
Ahmet İnam: Elbette. Ama o insan korkuyor: “Ben gidip Hristiyanlık çalışırsam veya
İbranice öğrenirsem kendim olmaktan çıkarım, o zaman şeytana uymuş olurum ve
dinden çıkarım.” Olur mu hiç öyle şey? Senin dini inancın bu kadar mı zayıf? Niye
korkuyorsun sen şeytandan? Neden korkuyorsun?
Tabi bunun çeşitli nedenleri var. Belki biraz psikanalitik bir yaklaşım olacak ama biz
hesaplaşmalarımızı yapamadık. Çok geçmiş yüzyıllardan kalma yaşayamadıklarımız,
engellenmişliklerimiz var. Cumhuriyetin tepeden indirilmiş olmasının getirdiği;
hesaplanmamış, söylenmemiş ve içimize sinmemiş birçok şey var. Bu yaşadığımız
problemler de bunlarla ilgili olsa gerek. Umarım bunları aşabiliriz. Ümidim var. Ama
şu anda ben göremeyeceğim diye üzülüyorum. Siz benden genç olduğunuz için
görebilirsiniz Elbette çok güzel insanlar görüyorum. Ne kadar güzel Müslümanlar var.
Ben mesela çoğu zaman bazı felsefe hocaları gibi “din kötüdür" diye düşünmedim. Bu
yanlış bence. Nasıl yaşadığına bağlı. Dini kötü bir biçimde de yaşayabilirsin, iyi bir
biçimde de. Bunu belki anlamakta zorlanıyorlar ama eski Yunan filozofları da dindardı.
Yani düşünün, Sokrates’i bile kafir diye öldürdüler. Ama belki onun bile büyük bir
kıymeti vardı kendi inandığı tanrı ve tanrıçalar katında. İnanç olmadan olmuyor.
Murat Arıcı: Hocam, bu noktada ben söyleşiyi toparlayıcı bir soru sormak istiyorum. Bana göre
sizin müstesna bir kişiliğiniz ve duruşunuz var. Geniş bir alanda, geniş bir perspektifle birçok
şey yazdınız. Bu nedenle bakış açınız hepimiz için çok önemli. Türkiye'de, farklılıklara saygı
duyan felsefi bir atmosferin oluşması için, yerel olandan utanmayan ve yine yerel olandan yola
çıkarak başka kültürlere kendi mesajını verebilen, nitelikli bir felsefi düşüncenin gelişmesi için
sizce neler yapılmalı? Bu yolda yürümek isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Ahmet İnam: Felsefe ile yola çıkmak isteyenlerin evvela çok farklı türden sesleri
duyabileceği bir ortama ihtiyacı var. Platon’undan Spinoza’sına kadar geniş bir
yelpazede okuma yapmaları gerekiyor. Fakat tüm bunlardan önce şunu söylemem
gerek: Şu anda Türkiye’deki akademik çevrelerde henüz felsefi bir iklim yok. Size belki
tuhaf gelebilir ama bu bizim ODTÜ Felsefe bölümü için de geçerli. Bu bölümde
akademik iklim var, fakat felsefi iklim yok. Çünkü insanların gündeminde daha çok
terfiler, kadrolar vs. var. İki arkadaş yan yana geldiği zaman “ya maaşlar ne olacak”
türünden dünya işlerini konuşuyorlarsa orada felsefi iklim yok demektir. Bu koridorlar
ne yazık ki felsefe kokmuyor. Ama aşağıdaki kantinden yemek kokuları geliyor.
Kendini bu hayatı anlamaya adamış ve her an o ıstırabı hissedebilen “sahici insanları”
yapıyoruz, felsefe bir meslek değildir halbuki, felsefe bir hayat tarzıdır. Evet, felsefe bir
yaşam biçimidir.
Mehmet Hilmi Demir: Meslek olarak düşünüldüğünde felsefe çok kötü bir meslek aslında
hocam…
MetaMind Journal of Artificial Intelligence and Philosophy of Mind
Ahmet İnam: Meslek nedir Allah aşkına? Sınav yap, tez yazdır, jüriye gir…Tamamen
mekanik ve ruhsuz bir şey. Canında duyacaksın felsefeyi ve felsefi ıstırabı. Sahici bir
insanın yaptığı sahici bir şey olarak. Elbette memurluk kaçınılmazdır. Çan eğrisi diye
bir şey var. Bu eğride tepe noktası da var, dip noktası da. Bu yüzden, hiç değilse o aşkı
yaşayan birkaç tane kişi olsun. Felsefeciliği memurluk olarak yapanlar da kendilerini
bilecek ve öğrenciye zarar vermeyecek. Hani tıpta vardır ya, tedavi edemiyorsan zarar
verme bari. Ne yazık ki bizim kompleksli hocalarımız zarar da veriyor. Hem bir şey
öğretmiyorlar hem de kötü derecede zarar veriyorlar. Bu yüzden ben, şu an var olan
felsefe eğitimini maalesef çok donanımlı ve yeterli görmüyorum. Bir kısım felsefeci
arkadaşların amaçları da—mesela bizim ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent gibi üniversitelerden
mezun olan arkadaşların amaçları—Amerika'ya gitmek, orada yayın yapmak, iyi bir
kariyer yapmak vs. Hiçbir itirazım yok buna. Ama buralı ya da buradan olduğunu
unutma lütfen. Sen bu topraklardansın. Bu çok önemli. İşte Aziz Sancar Bey gibi.
Buralıyım diyor, buralıyım ben.
Mehmet Hilmi Demir: Hocam, bu harika sohbet için çok teşekkür ediyoruz.
Murat Arıcı: Böyle ufuk açıcı bir söyleşiyle bizi çok mutlu ettiniz hocam. Çok teşekkür ediyoruz.
Ahmet İnam: Ben teşekkür ederim, arkadaşlar. Gerçekten sizin gibi böyle heyecanlı,
şevkle araştıran, öğrenmeye sürekli meraklı insanlara çok ihtiyacımız var. Yaptığınız
bu çalışmalar çok iyi, Murat, gerçekten. O bakımdan sizi kutluyorum ve başarılarınızın
devamını diliyorum.