Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 15

Dünya Medeniyetleri Final Ödevi

1)Makale kapsamında incelenecek olan konular Biruni’nin değindiği ve üstüne çalışmalar


yaptığı konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda makale Hint medeniyetindeki;
tanrı, kurtuluş, kast sistemi, kurban törenleri, kutsal mekanlar, ölüleri yakma, bayramlar gibi
konulara değinecektir.

Biruni’ye göre tanrı anlayışını anlamak için önce halkın ayrılmış olduğu iki tabakayı da
bilmek gerekmektedir. Araştırmaları sonucunda Biruni görmüştür ki halk aydınlar ve avam
olmak üzere iki kategoriye ayrılmaktadır. Bu ayrım tanrı anlayışına olan yaklaşımları
üzerinden oluşturulmuş bir ayrımdır. Aydınlar fıtrat olarak Tanrı’nın varlığını önemseyen, onu
tek ve eşi benzeri olmayan bir olgu olarak kabul eden, üstüne düşünüp mantık yürüten kesim
olarak karşımıza çıkarken, avam yani halk ise daha çok duygularıyla hareket eden kesimdir.
Birçok görüşü içinde barındırmakla beraber avamlar genelde tanrının ilahi bir güçten ziyade
daha beşeri olduğu görüşünü savunmaktadırlar. Tanrı anlayışı altında hint medeniyetinin
cennet ve cehenemme olan bakış açısını incelememiz de katkı sağlayacak bir
husustur.Biruni'nin araştırmasının gösterdiği gibi, evreni anlamanın bir parçası olarak Hint
cennet ve cehennem kavramıyla ilgileniyor. Hint düşüncesinde Loka adı verilen dünya üç ana
bölümden oluşur: alt, üst ve orta. Üst kısmı cennet (svarloka), alt kısmı ise cehennem olup
“yılanların dünyası” anlamına gelen nâgaloka olarak adlandırılmaktadır. Yaşadığımız dünyaya
“orta dünya” anlamına gelen Madhyaloka veya “insanların dünyası” anlamına gelen
Manushyaloka adı veriliyor.Hint düşüncesinde orta dünya, insanların faaliyetlerini yürüttüğü
yerdir; Üst dünyada ödüllendirilirler, alt dünyada ise cezalandırılırlar. Svarloka'ya yükselmeyi
veya Nagaloka'ya düşmeyi hak edenler, belirli bir süre boyunca yaptıklarının karşılığını tam
olarak alırlar. Hint düşüncesinde, üst dünyaya çıkamayan veya cennete giremeyen, ancak
cehenneme düşecek kadar kötülük barındırmayan ruhlar için tasarlanan Tiryakloka adında
başka bir küre daha vardır.

Hintlerin bir diğer inandığı olgu ise kurtuluşa ereceği olgusudur. Hint kurtuluş kavramı, ruhun
ve bedenin esaretinden özgürleşmesi anlamına geliyor. Ruhun kurtuluşu, dünyanın
prangalarından kurtulmakla veya bu prangaların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Hint
inancına göre ruhun esaretinin temelinde yatan sebep cahilliktir ve bu cahillik ortadan
kaldırılmadan yani gerekli bilgi edinimi sağlanmadıkça ruh dünyevi prangalarından
kurtulamaz ve “özgür olma” eylemini gerçekleştiremez. Gerçek bilgi, evrende var olan her
şeyin genel ve spesifik özelliklerini kavramamızı sağlayan, gereksiz genellemeler
gerektirmeyen ve her türlü şüpheyi ortadan kaldıran bilgi türüdür. Bu bilgi sayesinde ruh,
sonsuzluğunun, maddenin değişen doğasının ve varoluşun geçici doğasının farkına varır.Bu
bilgiye ulaşan ruh, maddeden tamamen uzaklaşarak özgürleşir. Hindulara göre ruhun
kurtuluşu ya da özgürleşmesine “moksha” ya da “nihai çözüm” denir. Biruni'nin araştırması,
Hindu kutsal metinlerinden alıntı yaparak ve bunları karşılaştırmalı bir perspektifle ele alarak
bu kavramları ayrıntılı olarak inceledi. Hintlilere göre kurtulma anlayışı daha sonrasında
bahsedilecek olan kast sistemine bağlı olarak da değişiklik gösterebilir. Bazı hintliler kast
sisteminde yüksek mevkiiye sahip olan brahmanlar ve kşatriyaların, vedalar’ı okuyacak
kişiler olduklarından dolayı sadece onların kurtuluşa ereceğini düşünürken, diğerleri niyetin
ve davranışın iyi olduğu müddetçe kurtuluşa erilebileceğini savunur.

Kast sistemi ise makalede ele alınan diğer bir konudur. Hint toplumunun toplumsal düzenini
belirleyen ve onu farklı sınıflara bölen bir yapıdır. Bu sistem, toplumu dört ana sınıfa veya
“varnaya” ayırmayı içerir: Brahminler (bilginler ve rahipler), Kşatriyalar (savaşçılar ve
yöneticiler), Vaisyalar (tüccarlar ve çiftçiler) ve Sudralar (işçiler ve hizmetçiler). Bu dört ana
sınıf birlikte yaşamazlar ve birlikte oturup yiyip içmezler eğer o tarz bir durumda kalınırsa da
belirli sınırlar içerisinde faaliyetlerini gerçekleştirirler. Bu dört ana sınıfa ek olarak,
"dokunulmazlar" olarak bilinen ve genellikle "Dalitler" veya "Harijanlar" olarak adlandırılan
bir grup bulunmaktadır. Bu grup, genellikle ayak işleriyle uğraşan insanları içerir, çamaşırcı,
ayakkabıcı, hokkabaz, sepet ve koltuk imalatçısı, denizci, balıkçı, vahşi hayvan avcıları ve
dokumacı gibi meslekleri kapsar. Onlar, farklı kast üyeleriyle bir arada yaşayamazlar ve
başkalarının yaşadığı köy ve mezralarda ikamet edemezler. Daha çok, diğer insanların yaşam
alanlarının çevresinde yaşamlarını sürdürürler. Daha ilginç olanı ise Hintlerin sınıflandırması
dalitler ve harijanlarla bitmemektedir. Bu mevkiilerden daha aşağıda gördükleri diğer gruplar
da vardır. Bunlar hadi, doma, bandathan vb. gruplar olarak karşımıza çıkar. Bu gruplar
mesleki anlamda herhangi bir uğraşları olmaması sebebiyle pis işler olan taharet temizliği ve
benzer işlerle haşır neşir olurlar. Bu gruplar aynı zamanda sudra olarak nitelendirilen işçi
sınıfından bir kadının ve brahman olarak nitelendirilen soylu sınıftan bir adamın evlatları
olarak görülürler ve bundan dolayı kast sistemindeki hiçbir sınıfa nail olamazlar ve paryalar
adı verilen, toplumdan olmayan insanlar kategorisinde değerlendirilirler.

Hint kültüründe kurban törenleri çok önemli bir yer tutuyor. Biruni, Hint kutsal metinlerine
dayanan kurban törenlerini ayrıntılı olarak incelemiştir. Vedalar çeşitli kurban törenlerinin
açıklamalarını içerir. Bazı törenler, özellikle de Asvamedha'nın sunulması o kadar ayrıntılı ve
pahalıdır ki, bunları yalnızca padişahlar gerçekleştirebilir. Bu törenlerde özel koşullar, kurban
edilecek hayvanın korunması gibi ayrıntılar yer almıştır. Tüm bunların dışında bir diğer
bahsedilmesi gereken unsur ise ateştir. Kurban törenlerinde ateşin önemli bir rol oynadığı ve
ateşin saf ve pak kabul edildiği de kaydedilmiştir. Bu törenler sırasında Brahminler ateşe
kutsal bir varlık gibi yaklaşır ve onlara vedalardan ilahiler okuyarak vermiş olduğu değeri
gösterir.

Diğer bir konu ise Hint medeniyetinde kutsal mekanları ziyaret olarak karşımıza çıkmaktadır.
Biruni, Hindistan'ın kutsal mekanları ziyaret etme anlayışının İslami hac kadar zorunlu
olmadığına dikkat çekiyor. Kutsal yerleri ziyaret etmek gönüllü bir uygulamadır ve insanlara
bazı faydalar sağlar. Bu bağlamda kutsal saydıkları bir tapınağı veya putu, ayrıca günahlardan
arındığını düşündükleri kutsal nehirleri ziyaret ederler. Bir tapınağı veya putu ziyaret eden
kişi, bahçede veya putun önünde diz çöker, çeşitli ürünler ikram eder ve dua eder. Kutsal nehri
ziyaret eden herkes orada yıkanır. Bekçilere veya tapınağın veya nehrin yakınında yaşayan
diğer insanlara sadaka verirler. Bu ziyaret sırasında tıpkı İslam dininde olduğu gibi yeme-içme
ve vücuda dışarıdan bir şey girmesini yasaklayan oruç eylemini gerçekleştirirler ve saçlarını
tıraş ederler. Biruni, Hinduların kutsal saydığı dağlar, göller ve nehirler hakkında Vayu Purana
ve Matsya Purana'dan bazı pasajlar aktarır. Bu nedenle Hindular Meru'yu çevreleyen soğuk
dağları kutsal sayarlar. Bunlardan en ünlüsü Kailasa Dağı'dır. Bu dağda birçok göl vardır ve
birçok akarsuyun kaynağıdır. Bu göl ve nehirlerde dini hayata bağlı bazı zahitler yaşıyor. Bu
nehirlerin en ünlüsü Ganj'dır. Suyu kutsal ve saf kabul edilir.

Kızılderililer bu nehri ziyaret ederek yıkanırlar ve günahlarından arındıklarını düşünürler.


Hindular bir yeri kutsal saydıklarında yıkanmak için oraya yüzme havuzları veya göletler inşa
ederler. Biruni, bu yapıları büyük bir ustalıkla inşa ettiğini ve Müslümanların bu yapıları
gördüklerinde hayrete düşeceklerini iddia ediyor. Kızılderililerin teknelerin şekillerini nasıl
tasarladıkları ve kullanılan taşları ustalıkla nasıl oyduklarını hayranlıkla anlatıyor.
Merdivenlerin havuza inip çıkarken insanları uzak tutmak için kullanıldığına dikkat edin. Hint
inancında göletler bazı yerlerde diğerlerine göre daha kutsal kabul edilir. Örneğin Multan'daki
tüm Kızılderililer yüzme havuzuna gidip banyo yapmak istiyor. Hindular tarafından en kutsal
sayılan yerlerden biri de Banares'tir. Biruni, Hindistan'ın Banaras şehrini Müslüman şehri
Mekke ile karşılaştırıyor. Nasıl ki Müslümanlar Kâbe’de sık sık ibadet edebilmek için
Mekke'de yaşamak istiyorlarsa, Hindular da Ganj'da sık sık yıkanabilmek için Benares'te
yaşamak istiyorlar. İmkânı olmayanlar burayı sık sık ziyaret etmeye çalışıyor. Burada
ölenlerin akıbetinin iyi olacağına inanıyorlar. Cinayet işleyen birinin işlediği suçun bile
Banaras'ı ziyaret ederek affedilebileceğine inanıyorlar. Banaras'ın yanı sıra Pukara,
Kurukshetra olarak bilinen Taneshar, birçok Brahmin'in yaşadığı Mathura şehri ve ünlü bir
idolün bulunduğu Multan da sıkça ziyaret edilen yerler arasındadır.

Hintliler ’in gerçekleştirdiği bir diğer eylem ise ölüleri yakma eylemidir. Ölüleri direkt yakma
eyleminden önce Hintliler tarafından izlenen birkaç prosedür mevcuttur. Öncelikle cesetler
çıplak bir şekilde olurlar. Şifası olmayan hastaya sahip olan insanlar bile dağlara götürülüp
orada bırakılır, eğer ölürlerse kendi kaderleriyle baş başa bir şekilde yaşamlarını yitirirler
fakat eğer ölmeyip hastalıkları iyi bir seyir izlerse evlerine dönme hakkı kazanırlar. Daha
sonra dağların tepelerine ölülerin gömülebileceği çatılı ve pencereleri açık binalar inşa edildi.
Narayana, uzun süredir bu geleneği sürdüren Hindulara ölülerini ateşe atarak yakmalarını
emretti. Bu sayede ölünün üzerinden kir, yağ, koku vb. uzaklaştırılmış olur. Hindulara göre
insanı “insan” yapan bir öz/öz vardır. Bedenin diğer fiziki unsurları eriyip asıl cevherlerine
döndüklerinde bu öz de serbest kalır. Hindular, ölümsüz ruhun Tanrı'ya dönüşünün kısmen
güneş ışığıyla, kısmen de ateşin aleviyle gerçekleşeceğini söylüyor. Çünkü nefsi Allah'ın
seviyesine yükseltmenin ateş ve güneş ışınlarından başka yolu yoktur. Ayrıca ölülerin
yakılmasının tasviri de var. Hindular, ölen kişinin mirasçılarının cesedi yıkadığını, güzel
kokular sürdüğünü ve kefene sardığını söyler; Daha sonra gücüne göre bir kayıkla ya da
bulabildiği herhangi bir odunla cesedini yakmasını ister. Yanmış kemiklerin bir kısmını alıp
Ganj nehrine atar. Ganj suları, Sagara'nın oğullarının yanmış kemikleri üzerinden akıp onları
cehennemden kurtarıp cennete getirdiği gibi, onlar da bu kemiklerin üzerinden akıp cennete
götürsünler. Geriye kalan küller buraya veya başka nehirlere atılıyor. Mezarı, merhumun
yakıldığı yer olarak kabul edilir. Orada bir mezar yapılır. Cenazeyi yıkayıp yakan kimse, iki
gün boyunca kendisini ve elbiselerini yıkar. Çünkü ölüler kirlidir. Üç yaşın altındaki
çocukların yakılması yasaktır. Cesetleri yakamayanlar ise onları çöle bırakmaktadır ya da
akan suya atmaktadır.

En son konu ise dini bayramlardır Hindular, kutsal mekânları ziyaret etmek ile bayramları
birbirine bağlar. Yatra, bereket ve sevap kazanmak için yapılan yolculuklara ve kutlanılan
bayramlara verilen bir terimdir. Bîrûnî Hint bayramlarının çoğunun sadece kadınlar ve
çocuklar tarafından kutlandığını belirtse de bu konuyla ilgili herhangi bir açıklama yapmaz.
Hintlilerin bayram kutlamaları, bölgeden bölgeye değişmektedir. Bayramların kutlanması
bazen savaşlarda kazanılan bir zafer veya dini bir olaydan kaynaklanır. Bayram günleri tipik
olarak ayın şekline göre belirlenir. Hint bayramlarının kutlanış dönemi, biçimi, nedeni ve
önemi hakkında ayrıntılı bilgi bulunur. Keşmir halkı, baharın başlangıcında (Caitra ayının
ikinci günü) hükümdarları Mattay'ın Türklere galip gelmesini kutlar.
2) Pers İmparatorluğu siyasi bir örgüt olarak tarih sahnesine çıktığında birçok medeniyete ve
siyasi yapıya ev sahipliği yapmıştır. İran, stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca birçok kez
saldırıya uğradıve bu bağlamda birçok medeniyet bu bölgede iz bırakmıştır.Ülkenin yaşadığı
istilalara, bu bölgede kurulan farklı kültürel hegemonyalara, iç isyanlara ve dini kimliğindeki
değişimlere rağmen İran, kültürel kimliğini şekillendiren temel dinamikleri korumayı
başarmıştır. Modern İran siyasal kültürünün belki de en etkili unsurlarından biri olan Şii
inancının yükselişinin temelleri, yılında İslam'ın doğuşu ve İran'ın İslam'a katılmasıyla
başlayan fetih hareketlerinin ardından atılmıştır. Kültürel Coğrafya: İslam dünyasında
Emeviler döneminde yaşanan Kerbela Olayı, Şii inancının ortaya çıkışını ve oluşumunu
tetikleyen bir faktör olmuştur. Hz.Ali ile Muaviye, Hz.Ali ve Hz. arasında çıkan hilafet
çekişmesinde Emevi hanedanı döneminde İranlılar Saddam Hüseyin'in yanında yer aldıkları
için baskıya maruz kalmışlardı. Bu dönemde Emevi hanedanı Araplaştırma politikası izlemiş
ve başta İranlılar olmak üzere Müslümanları cizye ödemeye zorlamıştı.Ali ve yakınlarının
Kerbela'da çektiği acıların etkisiyle İranlılar ümmet içerisinde ötekileştirilmiş ve kolektif
psikolojileri bu dönemde oluşmuştur. İranlıların bu zulme ulusal kimlikleri üzerinden
verdikleri tepki, Şiiliğin kültürel inançlarla iç içe olduğunu gösteriyordu. Onikinci İmam
olarak tanınan Mehdi'nin 874 yılında ve büyük okültizm döneminin başlangıcında ortadan
kaybolması, Şiiler tarafından Mehdi'nin yılında zuhuruna kadar beklemenin bir zorunluluk
olduğu düşünülmüştür. Kurtarıcı Mehdi zuhur edinceye kadar boş durmak ve hiçbir şey
yapmamak, mağduriyetten kaynaklanan bir itaat şekli haline geldi. Ötekileştirme
politikaları nedeniyle kolektif kimliklerinden ayrışmaya ve kaybolmaya başlayan Şii
Müslümanlar, kurtarıcı bir imamın beklendiğine inanıyor.Şii inanışına göre merhum İmam'ın
dönüşü dünyanın sonu ve yeryüzünde ideal bir ilahi krallığın kurulması anlamına gelecektir.
İranlı, Hz.Ali'den sonra hiçbir devlette imamlar siyasi güç kullanamadığı için Sünni
hükümdarların yönetimi altında bir takiyye dönemi yaşamıştır. Tarihsel süreç içerisinde Şiilik,
Safevi Hanedanlığı döneminde kurumsallaşmış ve İran'ın siyasi kültürünün önemli bir parçası
haline gelmiştir. Kerbela'da yaşanan haksızlıklar, geçmiş işgallerin anıları ve olumsuz ve
abartılı öteki korkusundan doğan Şiilik, sonunda Safevi Hanedanlığı döneminde ortaya
çıktı.16. yüzyılda İran topraklarının birleştirilmesi sırasında, kendi kendine yetmeye dayalı
modern bir milliyetçilik biçimine dönüştü. Bu dönemde on iki imamın inancına dayanan Şiilik
resmi devlet dini haline geldi. Bu nedenle İranlılar, kendilerini Araplardan ayıran, aynı
zamanda liderlik yapılarıyla daha uyumlu görünen bir İslam biçimini benimsediler. Siyasi
gücü Şii mezhebine dayanan Safeviler, Ulema sınıfını Şii mezhebi himayesinde bürokratik bir
aygıt olarak örgütlediler. devlet kontrolü.yılında Şah ile dini kurumlar arasındaki bağlantıyı
sağlayan Sadr, üç halifenin ritüel olarak kınanmasından sorumluydu. Bu süreçte Sadr'ın
sorumlulukları, hakim ve öğretmenlerin atanmasından vakıf yönetimine kadar giderek
genişledi. İranlılar bu nedenle sadece monarşiyi korumakla kalmayıp sosyal adalete Sünni
İslam'dan daha fazla önem veren bir İslam biçimini seçtiler. Şeriati, Safevilerin devrimci bir
dini takiyeyi aşırı kullanan bir din haline getirdiğini savundu. Safevi hanedanından önce
İslam, siyasi rolü sınırlı olan dini bir kurumdu ancak Safeviler ulemanın işlevini değiştirerek
iki kurum arasında bir bağlantı oluşturdu. Ancakulemanın siyasi katılımı bireysel tercihlere
göre değişiklik gösteriyordu. Bazı rahipler rollerini yalnızca dini hukuku doğrudan etkileyen
konularla sınırlamayı seçse de, diğerleri bunu benimseyerek siyasi sistemdeki rollerinin daha
evrensel olması gerektiğini savunuyor. On iki imam haricinde bu bağlamda dikkat çeken bir
diğer unsur ise Ayettullah kavramıdır. Ayetullah, on iki imamdan sonra gelen en yetkili
insanlar olarak iran politikasında karşımıza çıkar. En bilgili din adamı Humeyni, nihai
dönüşünün yeryüzünde ilahi adaletin kurulmasına yol açacağına inanılan on ikinci İmam'ın
temsilcisi olarak görülüyordu. Siyasi karar alma süreçlerine katılma yetkisine sahip yeni
militan din adamları, siyasi gündemi belirleyen ve Şii İslam tarihindeki ilk teokratik gücü
destekleyen bir güç olarak ortaya çıktı. Humeyni'nin yakın çevresi ve kilit destekçileri de
Humeyni'nin karizmatik egemenliğinin genişletilmesi sürecinde önemli bir rol oynadılar.
Mesela rejimde birçok kilit mevkide bulunan Ayetullah Beheşti, Velayet-iFakih'in kurulması
için en büyük çabayı gösterdi.. Humeyni tarafından teşvik edilen ve anayasaya dahil edilen
Velayet-i Fakih'in siyasi ideolojisinin kurumsallaşması, Şii yönetim konusunda yeni bir
anlayış önerdi. Velayet-i Fakih ilkesi ve bu işlevi üstlenecek salih ve salih Fakih'e geniş
yetkiler veren hükümleri, Humeyni'nin anayasal bağlamdaki liderliğinin temelini oluşturdu.
Ancak ahlaki ve manevi duruşuyla iktidara gelen Humeyni, bu gücü sayesinde “İmam” veya
“Cemiyeti Lideri” olarak tanındı. Velayet-i Fakih tabiri esas itibarıyla Fâkih adı verilen bir din
liderinin yönetimini ifade etmektedir.Aslında Velayet-i Fakiha teorisi 1960'lı yıllarda
Humeyni tarafından ortaya atılmış ve Şii mezhebinin ideolojik temellerine dayandırılmıştı. On
ikinci İmam İmam Mehdi'nin ölümü idari bir boşluk yarattı. Bir süre vekiller tarafından
yönetilen Şii toplumu, Gaybet-i Suğra ile liderinden mahrum bırakıldı. Allah'ın saltanatının
200 yılla sınırlı olmadığını savunan Humeyni, klasik Şii yaklaşımın ötesinde Velayet-i Fakih
teorisini geliştirdi. İçtihat. Burada Humeyni, İslam Devleti'nin yükselişinden sonra devletten
sorumlu olan yöneticiyi, İslam'ın gelişine kadar başta din olmak üzere birçok konuda kimin
hüküm vereceği gibi temel konularda karar verecek bir otorite olarak nitelendirdi. koşulu
oluşturacak ve uygulayacaktır. kayıp. İmam ve Sugra'nın yokluğunda hükümet gücünün
Fakih'in eline geçtiğini belirtti.Şiilikteki İmamlık kurumunun sürekliliğine uyan bu teori
üzerinden, Ayetullahlara ve Şii mezhep imamlarına tanınan insanüstü güç ve yetkiler,
Humeyni'nin hazırladığı yeni İran anayasasının Velayeti-i Fakih maddesinde
kurumsallaştırıldı. İran Anayasasına göre dini lider, adil, dini ve cesur bir sosyal ve siyasi
liderdir.konu da dahil olmak üzere sağduyu, öngörü ve yönetim ve liderlik becerilerine
sahiptirİslam alimi olmalıdır. Anayasa ideal ve örnek bir toplum kurar., daha önce de
belirtildiği gibi, resmi bir ideolojiyi onayladı ve ilan etti'nin bariz totaliter yönleri hakimdir.
Dünyadaki İran devletikişilik bir ümmet kurmaya çalışacak ve bağımsızlık mücadelesine
devam edecektir.Bunun “dezavantajlılara” ve “mazlumlara” yardımcı olacağı iddia
edildi.Önsözde “Kadınlar ve İdeolojik Ordu” başlıklı ayrı bir başlığın yanı sıra “İslam
Adaleti”, “Allah'ın Egemenliğini Dünyada Yaymak” ve “Allah Yolunda” gibi başlıklar da
bulunmaktadır. İran siyasi sisteminin karmaşık yapısının merkezinde yer alan Velayet-i Fakih,
İran siyasetinin ön saflarında yer almakta, görev ve yetkileri anayasada açıkça belirtilmiş
olup, dini liderlerin makamıdır. Anayasanın 15'ten fazla maddesi görev ve yetkiyi
vurgulamaktadır. Anayasa, Velayet-i Fakih'e inancın, İran Devrimi'nin hayatta kalması ve
devamı için rejimin temeli olduğunu ve İran İslam Cumhuriyeti'nin egemenliğinin, Velayet-i
Fakih'e dayanmadığı takdirde, hiçbir hükmün geçersiz olduğunu belirtmektedir. İlahi
Egemenliğin meşruiyetini kaybettiğini ve fakih ve imamın asıl görevinin İran devriminin
devamlılığı olduğunu söylüyor. Devam eden liderliği 2. Maddede vurgulanmıştır. İmamın
vefatı sırasında sadece İran halkının değil, tüm İslam dünyasının liderliği yılı dini liderlerinin
yetkisi altındaydı. Sanat tarafından düzenlenmiştir. Şu halde gayb döneminde yasama ve
yönetim yetkisine sahip olan tek kişi Velâyet-i Fakih'tir.
3) Türkmen Sahra Türkmenlerinin tarihini, uzun süre birlikte yaşadıkları Türkmenistan
Türkmenlerinden ayırmak mümkün değildir. Türkmen Sahra Türkmenler, 1881 yılına kadar
Türkmenistan'la ortak kaderi paylaştılar. O zamana kadar Türkmenler, Hazar Denizi ile
Cejhun Nehri arasında bir beylik olarak yaşayan, özgür bir millet olarak görülüyordu. 1881
yılında Türkmenistan'da Göktepe Kalesi'nde Türkmenleryılında Çarlık Rusyası ordusunun
yenilgisinden sonra İran ile Çarlık Rusyası arasında imzalanan Akhalteke Anlaşması uyarınca
her iki tarafta da insanlar yaşıyordu. Güney Türkmenler İran sınırları içinde, kuzey
Türkmenler ise önce Çarlık Rusyası, ardından Sovyetler Birliği sınırları içinde kalacak şekilde
Türkmenler arasına sınır çizilir. Güney Türkmenlerin yaşadığı bölgeye Pehlevi Şahı
zamanında Türkmensahra deniyordu.1924 yılında Rıza Şah iktidara geldiğinde, Osman
Ahudna liderliğindeki Türkmen Türkmensahra'sı, Türkmen aşiretlerinin birleşmesi ile 1923
yılında bölgenin bağımsızlığını ilan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkmenistan
Cumhuriyeti'nin hayatta kalmasına yardım edin. Bu yardımın yanı sıra Türkiye'den
Türkmensahra'ya görevlendirilen Türk subayları; Kadir Efendi, Cemal Bey, Mehdi Efendi,
Mustafa Bey, Haydar Efendi, Murat Bey ve Sultan Paşa gibi dönemin subayları, Türkmen
Harp Okulu'nda Türkmen gençlerine askeri ve siyasi eğitim verdiler. Sovyetler Birliği ve İran
hükümetlerinin karşılıklı saldırıları sonrasında Türkmenistan Cumhuriyeti ancak 1yılında
kuruldu. İki yıl hayatta kaldı. Bu yenilginin ardından bölgeyi yöneten Türkmen liderleri de
hayatını kaybetti.Bu yenilgi aynı zamanda Türkmen Sahra bölgesinin yönetiminin resmen
İran hükümetinin eline geçmesi anlamına da geliyordu. İran hükümetinin açtığı Farsça dil
okulları sayesinde İran kültürü bölgeye hâkim olmaya başladı. Bir göçebe olarak bile Orada
yaşayanTürkmen de yerleşmek zorunda kaldı. Türkmen Sahra bölgesindeki ayaklanmalar
başarılı olmasına rağmen Şah Rıza'nci Ordusuyla bölgeyi kontrol etmeye devam ediyor. Bu
isyan hareketlerine karşı İran hükümetiyle işbirliği yapan ve amacı İran'daki Türkmen
hareketini durdurmak ve bölgeyi kontrol altında tutmak olan Mercan Ahun ve Muhammed
Daz Curcani gibi Türkmen isimleri ortaya çıktı.İran devleti bu kişiler aracılığıyla Türkmen
ayaklanmalarını bastırdı. Ayrıca Muhammed Ahund Daz, Sovyetler Birliği sınırları içinde
Türkmen hareketine öncülük eden ve daha sonra İran'a kaçan Cüneyt Han liderliğindeki
bölgesel otoritelerin dağılmasında da önemli rol oynadı. Muhammed Ahun Daz, kazandığı
nüfuz sayesinde Türkmen Sahra bölgesi halkını on dönem milletvekili olarak temsil etti.
Muhammed Rıza Pehlevi yönetiminin son yıllarında ve İslam Devrimi sırasında İran
genelinde eğitime gereken önem verilmiş ve bu da Türkmen Sahra'yı olumlu etkilemiştir.
Bugün Türkmensahr'da okulsuz köyler görülmez. Köylerde ilkokullar, deistanlarda ise orta ve
liseler var. Bu okullarda kız ve erkek çocuklar hiçbir engel olmadan öğrenebilirler. Bender
Türkmeni ve Gümbetilde devlet ve özel üniversiteler bulunmaktadır. Genç Türkmenler
bölgedeki üniversitelerde veya Tahran, Meşhed, Şiraz'da eğitim görüyor. İsfahan gibi İran'ın
büyük şehirlerinde eğitim alma hakkına sahip.İslam Devrimi'nden sonra Cahad-ı Sazendegi
(Bayındırlık Mücadelesi) kurumunun çabalarıyla şehir içi ve kırsal yolların yapımında
ilerleme kaydedildi. Bu nedenle Türkmenistan'ın şehirleri ve köyleri arasındaki ulaşım artık
mükemmel durumda. Asfalt yollar şehirlerde sıklıkla kullanılıyor. Köy yolları kısmen asfalt,
kısmen taşlıdır. Sağlık ocakları köylerde ve küçük kasabalarda bulunsa da büyük şehirlerde de
hastaneler bulunmaktadır. En önemli örnekleri Bender Türkmen'deki Azim Gül Hastanesi,
Gümbet'teki Sosyal Güvenlik Kurumu ile Buzuye ve Şoda'daki hastanelerdir. Türkmenistan'da
kullanılan yazı dili İran Türkmenleri tarafından da kullanılmaktadır. Edebi dilin İran ve
Türkmenistan'da Türkmenler tarafından kullanıldığı söylenebilir. Türkmen boyları arasında
Yomut, Teke, Göklen, Nohurlu ve Salir gibi boylar bulunmaktadır. Büyük klasik Türkmen
şairi Tumkul Fıraga'nın etkisinde kalan tüm Türkmen boyları aynı edebi dili konuşur.
Mahtumkulu, 18. yüzyılda Türkmenlere Oğuz Türkçesine dayanan yeni bir edebi dil
kazandırdı. Çağatay daha önce edebi yazılarında aktifti. Türkmen Türkmen, Mahtumkulu
edebi diliyle yeni bir aşamaya girer. Dil halen Türkmenistan ve Türkmensahra'da
konuşulmaktadır. Sanat’a göre. İran Anayasası'nın 15. maddesine göre İran vatandaşları, kendi
ana dillerinde eğitim alma hakkına sahiptir. Ancak anayasa değişikliğinin üzerinden 29 yıl
geçmesine rağmen bu madde İran'ın hiçbir bölgesinde uygulanmadı. Bu makalenin
uygulanması, devletin bütçe ayırmasını, öğretmen yetiştirmesini ve azınlık dillerinde ders
kitapları basmasını gerektiriyor. Bugüne kadar bu konuda ciddi bir önlem alınmadı.Ayrıca
azınlıklar kendi dillerinde ve kendi bütçeleriyle kitap yayınlama hakkına sahiptir.
Türkmenlere yönelik ne devletin kurduğu ne de Türkmenlerin katılımıyla kurulmuş bir dil
öğretim merkezi bulunmamaktadır. Türkmen çocukları Türkmenceyi ebeveynlerinden
öğreniyorlar. Bu öğretinin yetersizliği nedeniyle Türkmence dili Farsçaya göre gün geçtikçe
zayıflamaktadır. Ancak son birkaç günde diğer şeylerin yanı sıra Ahmedinejad'ın azınlık
dillerini öğretme kararı civarında alınan karar olağanüstü. Üniversite öğrencileri azınlık
dillerinde isteğe bağlı 2 kredi alabilirler. Bu karar Azerbaycan, Türkmence, Kürtçe ve Beluci
dilleri için geçerlidir. Türkmensahra Türkmenleri Sünni Hanefi mezhebine mensuptur. Her
mahallede bir cami bulunur ve cemaatle namaz kılınır. Sünni mezhebe ait kitaplar da geniş
çapta halka ulaşıyor.Bu kitapların bir kısmı Telayi ve Rical gibi Türkmen yazarlar tarafından
yazılmıştır.yayıncı tarafından yayınlanmaktadır. Ancak çoğunlukla Hanefi mezhebine ait olan
ve Pakistan sınırındaki Belucistan bölgesinden geliyorlar. Hükümet aynı zamanda
ilkokullarda Hanefi fıkhını da öğretiyor. Türkmensahra'da dini eğitim veren çok sayıda
medrese bulunmaktadır. Türkmen öğrenciler yedi yıl medreselerde eğitim gördükten sonra
Ahun unvanını alıyorlar.Ancak bu eğitimleri tamamlamak İran'da devlet tarafından tanınan bir
dereceyle bağlantılı olmadığından, bu okulun mezunları genellikle iş bulamıyor. Dolayısıyla
Sünni mezhebe mensup din alimlerinin durumu, Şii mezhebine mensup alimlerin durumuyla
karşılaştırılamayacak kadar kötüdür. Türkmen Sahra'nın en ünlü dini medreseleri Garabulak,
İrfan Abad ve Seyit Gılıç İşan'dır. İran'ın kuzeydoğusundaki Türkmen Sahra bölgesinde
yaşayan 2 milyon Türkmen, İran'da etnik ve dini bir azınlık oluşturuyor. Türkmensahra
Türkmenistan'ın güney sınırının ötesinde yaşayan Türkmenler, Türkmenistan ile ortak tarih,
kültür, dil ve lehçeyi paylaşmaktadır. Bunların sayısı olmasına rağmen bugün İran'ın toprak
bütünlüğüne ve anayasasına saygı göstererek geleneklerini ve kimliklerini sorumlu bir şekilde
korumaya çalışıyorlar. Kimliklerini koruyarak çocukların kendi dillerinde eğitilmeleri ve
bölgede istihdam yaratarak işsizlik oranının azaltılması, Türkmenlerin İran hükümetine
sunduğu önemli kaygılardır. Hatemi'nin 1997'de reformcu aday olarak seçilmesi Türkmenler
arasında yeni umutlar uyandırdı. 1997'den sonra Türkmenler kendi belediye meclislerini
seçebiliyor, kendi aralarından belediye başkanı seçebiliyor, kendi dillerinde gazete ve dergi
çıkarabiliyorlardı. Ancak milletvekili seçimlerinde seçim bölgelerinin dağılımı nedeniyle
Türkmen Sahra'dan Türkmen asıllı milletvekillerinin Meclis'e gönderilmesinde sorunlar
devam ediyor. Türkmenler reformcuların vaatlerinden umutlu, sorunlarına çözüm istiyor ve
her şeyden önemlisi seçimlerde reformcuları destekliyor. Türkmen Sahra Türkmenler de Türk
dünyasında tanınmıyor. Milliyetine, diline ve geleneklerine büyük değer veren bu millet,
dünya çapındaki yurttaşlarının onun varlığından ve bölgedeki güncel gelişmelerden haberdar
olması için Türk dünyası ile daha yakın ilişkiler ve bağlantılar kurmak istemektedir.
4) Fiziki çevre olarak da adlandırılan jeoloji ve coğrafya, bir toplumun yaşamında ve
kültürünün oluşumunda çok önemli bir rol oynamaktadır. Aslında fiziki çevrenin yaşanabilir,
ilerlemeye ve gelişmeye açık olması medeniyeti tarih sahnesinde daha yüksek bir seviyeye
taşımıştır. Suya yakın medeniyetler Sömürgeleştirilmesinin ve sömürülmesinin kolay olduğu
yerlerde filizlenmesi, gelişmesi ve ilerlemesi bize çevrenin uyumunun medeniyeti etkileyen
çok etkili bir faktör olduğunu göstermektedir. Doğal yaşam koşulları uygarlığın doğuşuna ve
ilerlemesine büyük avantajlar ve dezavantajlar getirmiştir. Örneğin; Bir bölgenin sulak
olması, o bölgenin tarıma uygun olduğunu gösterir ve bu da orada ortaya çıkan medeniyete
çok büyük maddi faydalar Sağlar. Sarp dağlık bölgelerde ve buzullarla kaplı alanlarda
medeniyet kurmak kolay olmadı. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının ortaya çıktığı ortama
bakarsak bu uygarlıkların uygun bir ortamda gelişip geliştiğini görürüz. Burada da
medeniyetlerin diğer medeniyetlerle karşılaşması, etkileşimi ve yayılmasında doğal çevre
koşulları büyük önem taşıyordu. Dolayısıyla fiziksel çevre, doğal yaşam koşulları, iklim ve
topoğrafya bir ve aynıdır. Medeniyetler, insan toplumlarının bir arada yaşamanın ve
etkileşimin bilincinde olduğu yerlerde ortaya çıkar. Sosyal ortam oluşturamayan, bu ortamda
iş birliği yapamayan, ortak amaç ve ideale sahip olamayan, kendi aralarında çatışma ve savaş
içinde olan toplumların kendi medeniyetlerini kurmaları çok zorlaşır. Irk ve millet ayrımı
gözetmeksizin sosyal çevreye sahip insanlar, bir medeniyet inşa etme ve bu inşa sürecine
birlikte katılma potansiyeline sahiptir. Toplumdaki sosyal ilişkiler ve etkileşimler fikir
alışverişini ve değerlerin sosyal olarak kabul edilmesini sağlar. Bu sayede kazanılan bilgi ve
deneyimler gelecek nesillere aktarılabilir ve medeniyet, tarih sahnesinde adını daha uzun süre
koruyabilir. Bu şirket noktada bir kontrol mekanizması görevi görerek yeni değerlere duyarlı
hale gelir, yapısına, karakterine ve genel algısına uygun olanları benimser, çelişenleri ise
reddeder. Bu sayede gelişmeye açık bir toplum yaratılır ve yolsuzlukların önüne geçilir.
İnsanın biri maddi, diğeri manevi olmak üzere iki yönü vardır ve insan bu yönleri sayesinde
var olur. Medeniyetin oluşmasında belirli fiziksel koşulların etkili olduğu düşüncesi artık
bilimsel olarak tutarsız kabul edilmiş ve bu tez çürütülmüştür. Medeniyet, milli kültürün
unsurları; din, dil, gelenek, davranış vb. şeylerin nesilden nesile aktarımının aile eğitimi ve
genel eğitim yoluyla gerçekleştiği ortaya çıktı. Araştırma üstün ırk, seçilmiş ırk, hizmet edilen
ırk, geri kalmış köle ırkı ve beceriksiz ırk arasındaki ayrımı ortadan kaldırdı. Ancak inkâr
edilemez gerçek şu ki, milletleri birbirinden ayıran bir ata faktörü vardır. Hatta bazı
sosyologlar, fiziki yapıya ve yaşam koşullarına ilişkin yaptıkları deney ve gözlemlerde,
atalardan kalma bazı özelliklerin babadan oğula geçtiği ve toplumun karakterinin zamanla
değiştiği sonucuna varmışlardır. Dolayısıyla toplumlar atalarından aldıkları maddi mirasın
yanı sıra, genlerine yerleşen ve onlara farklı bir kişilik kazandıran biyolojik bir mirasa da
sahip olurlar. Din, kültür, ahlâk, gelenek ve görenekler, toplumsal yapı, ten rengi, toplayan,
şekillendiren ve yoğuran değerlerdir. Toplumda bireyler birbirleriyle etkileşim halindedir.
İlişkileri, etkileşimleri ve davranışları yöneten bir dizi kural vardır. Bu kurallar ve
düzenlemeler olmadan, sağlam ve istikrarlı bir siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik sistemin
yaratılması zordur. Aslında siyasi kaos/karışıklık ortamında medeniyetin ortaya çıkışından
bahsetmek mümkün değildir. Elbette askeri gözetim ve ekonomik kriz bağlamında medeniyet
inşasından bahsetmek de aynı derecede zor olacaktır. Özgür düşünce ile bilimin çatıştığı bir
ortamda bir medeniyetin ortaya çıkması, gelişmesi ve kök salması imkansız görünmektedir.
Örneğin; Orta çağ skolastik düşüncesinin hakim olduğu bir ortamda, Kilise'nin egemenliği
altında her türlü özgür düşünce, bilimsel gelişme ve bilimsel çalışma engellendi. Burada bir
medeniyet yaratmak ve adını uzun süre korumak elbette kolay olmayacaktır. İslam aynı
dönemde bilimi, hür düşünceyi ve hür üretimi destekleyen, ilerlemenin ve gelişmenin temel
dinamiği olarak gören büyük bir medeniyet inşa etti. Medeniyetler inşa edilirken bazı maddi
varlıklar, bu medeniyetlerin sağlam bir temel üzerinde oluşmasına ve ilerlemesine önemli
katkılar sağlar. Aslında üretim araçlarının mülkiyeti ve kullanımı insanı uygarlık düzeyine
getirmiştir. Yeterli ekonomik seviyeye ulaşamayan toplumlar sürdürülebilir bir medeniyet inşa
edemeyeceklerdir. Üretim, tüketim ve ticaret yılı medeniyetin gelişmesinde ve ilerlemesinde
önemli unsurlardan biriydi. Ayrıca Ali Şeriati medeniyeti etkileyen faktörleri şöyle sıralıyor:
Toplumsal hayatın iç dinamiklerinde var olan sorumluluklar; yani yerleşik bir toplumda
toplum, bireyin iradesi dışında gelişir ve ilerler. Ortaklık anlaşmaları; İnsanlar sosyal bir
topluluk olarak bir arada yaşamayı ve hayatlarını bu anlaşmaya göre sürdürmeyi kabul
ederler. Medeniyetin doğduğu yer burasıdır. Aşk ve açlık; İnsanın maddi ve manevi ihtiyaçları
onu harekete geçmeye iter. Bu faktörler iki medeniyet cephesinin ortaya çıkmasına neden
oldu. Bazı işler yalnızca sevgiden doğar, bazıları ise yalnızca maddi ihtiyaçların
karşılanmasından kaynaklanır. Savunma ve saldırı; Yaşam boyunca kişi kendini bir saldırı ya
da savunma konumunda bulur. Doğanın ve düşman saldırılarına karşı kendini savunmak
zorunda kalan insan, bu saldırıları önlemek için ustalığa ve yaratıcılığa başvurur. Bu aynı
zamanda bir tür sosyal diyalektik olarak da bilinir. Yani saldırı teze, savunma antiteze,
medeniyet ise senteze dönüşüyor. Bu faktörlerinin yanı sıra şunu da belirtmekte fayda var:
göç, kentleşme, siyasal sistem, hukuk sistemi, eğitim, ihtiyaçlar, mirasın gelecek nesillere
aktarılması, medeniyetlerin karşılıklı iletişimi ve etkileşimi vb. Medeniyeti etkileyen faktörler
arasındadır.

Bunun yanı sıra İslam medeniyetini etkileyen kaynaklar da bulunmaktadır ve bunlar Kuran-ı
Kerim ve sünnet olarak karışımıza çıkmaktadır.

Vahiy yoluyla Kur'an, Muhammed (s.a.v.) 23 yılda Arapça olarak gönderilen bu kitap, ilki
Fatiha, sonuncusu Fatiha olmak üzere 114 sureden oluşmaktadır. Belagat, üslup ve formatı
itibariyle diğer insani kitaplarla kıyaslanamayacak bir zenginlik ve zenginliğe sahiptir.
Kur'an-ı Kerim'e sadece bir iman ve ahlak kitabı olarak bakılmamalı, aynı zamanda pek çok
bilimsel alan, kozmolojik ve sosyal kanunlar, hukuk, ekonomi, siyaset, birey-toplum ilişkileri,
eğitim ve sağlık vb. konularda bilgiler de yer almaktadır. İslam medeniyetinin doğuşunda,
gelişmesinde ve büyümesinde Kur'an'ın bu teşvik edici ve yönlendirici rolü yadsınamaz.
Aslında Kur'an'ı hayatlarının her alanında uygulayan toplumlar hem maddi hem de manevi
ilerleme kaydetmişlerdir. Aksi takdirde toplum artık hayatta kalamazdı ve erozyon ve hatta
çökme riskiyle karşı karşıya kalırdı. Tüm İslami öğretilerin temel kaynağı olan Kur'an-ı
Kerim, bu öğretilerle ilgili hükümleri, bilgileri ve ilkeleri içerir. Eski milletleri, medeniyetleri,
inançlarını ve ahlaki durumlarını anlatır. Kur'an bunu anlatmak için örnek, tecrübe ve gözlem
yöntemini kullanır. Adama; Söylenenlerden öğrenme, geçmişi okuyarak geleceği inşa etme
misyonunu da beraberinde getiriyor. Sadece iman, ibadet ve ahlakın temel ilkelerini
belirlemekle kalmaz, aynı zamanda insan hayatına yön veren kural ve düzenlemeleri de
belirler. Kur'an her ne kadar milletlerin imanından, ahlakından, sosyal ve ekonomik
koşullarından bahsetse de modern milletlere onlardan ders alma bilincini aşılamaktadır. Bu,
Allah'ın çağrısına uyan millet ve kavimlerin kurtuluşa, çağrıya uyanların ise helake
sürükleneceğini açıkça göstermektedir. Allah'ın gönderip sonra tahrif ettiği Tevrat ve İncil,
yeni bir medeniyet inşa etmeyi, yeni bir düşünce tarzı getirmeyi, yeni bir dünya görüşü
sağlamayı başaramazdı. Aslında Yahudiler, kendilerine gönderilen Tevrat'ı ulusal ve ırksal bir
paradigmayla okuyup anlamışlar ve dinin yalnızca kendilerine gönderildiğine inanmışlardır.
Allah’ı sadece kendilerinin Allah'ı sandılar ve sadece Tevrat'ı okudular. Kur’an-ı Kerim ırka
veya tek bir millete hitap etmemiş, tüm insanlığa gönderilmiştir. Kur’an-ı Kerim'de; sosyal
kurallar, bireyler arasındaki ilişkiler, bireysel toplum ilişkisinde ve devlet-birey ilişkisinde
karşılıklı hak ve yükümlülükler açıkça tanımlanmıştır. Akla, tefekküre ve düşünceye büyük
önem veren Kur'an-ı Kerim, Müslümanları siyaset, edebiyat, felsefe, sosyoloji, sanat, hukuk,
din tarihi ve medeniyet tarihi gibi alanlarda çalışmaya yönlendirmiş ve teşvik etmiştir. Bu
araştırma ve çalışma sonucunda pek çok kurum kurulmuştur. İslam medeniyetinin arkasındaki
ikinci büyük güç ise Sünnettir.

Sünnet, Kur'an'dan sonra Müslümanların dünya ve ahiret hayatlarını şekillendiren ikinci itici
güçtür. Sünnet Peygamberimizin sözleridir. Eylem ve ifadeden oluşur. Peygamber hem vahyi
açıklıyor hem dayalı pratik açıdan İslam toplumu için eşsiz bir örneği temsil etmektedir. Bu
dönemde Rabbinin kendisine çizdiği yoldan sapmamış, konuşmalarında ve uygulamalarında
vahyin dışına çıkmamıştır. Onun hayat pratiği dini ve Kur'an'ı anlatmak ve uygulamaktı. İslam
medeniyeti, vahiy teorisini ve uygulamasını Peygamber'in sünnetinden almıştır. Yani Hz.
Peygamber, teori ve pratiği kendi şahsında birleştirmiş ve gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) ve Müslümanların bir uygulama olarak algılayıp hayatlarında uyguladıkları
uygulamalar, Müslüman toplumunun hayatının inşasında önemli bir rol oynamıştır. Bu örneği
bir Müslümanın hayatının her alanında görebilirsiniz. Örneğin; Bu örnek, Müslümanların dini,
ahlaki, siyasi, sosyal ve ekonomik hayatında olduğu gibi kültür, sanat ve mimari alanlarında
da açıkça görülmektedir. Peygamberimiz, Müslümanların gördükleri her yerde ilim ve hikmeti
aramaları gerektiğini, sanatı ve sanatkarları teşvik etmeleri gerektiğini, yabancıların bulduğu,
kullandığı ve geliştirdiği alet ve cihazları kullanmaları gerektiğini, insan hayatının her zaman
kolaylaştırdığını söylemiştir. Müslümanlara faydalı yeniliklere zihinlerini kapatmamalarını
emretmiş ve onları bu aşamada teşvik etmiştir. Kur’an ve Sünnet ‘in yanı sıra aşağıdaki
kaynaklardan da söz edilebilir. Bu; Müslüman milletlerin kültürleri, eski kültür ve
medeniyetler, ilim ve teknikler, genel tarih kitapları, edebiyat ve kültür kitapları, fetih
kitapları, divanlar, şehirlerin yerel tarih ve tarihleri, şeref ve mal kitapları, coğrafya kitapları,
dini kitaplar, sanat eserleri ve çevirilerdir.

You might also like