Professional Documents
Culture Documents
Digital File 6592fff45b2f84 55018287
Digital File 6592fff45b2f84 55018287
HİKAYELER
AŞK
HİKÂYESİDİR
Geceyarısi Leydisi
CASSANDRA CLARE
KARANLIK SANATLAR
BİRİNCİ KİTAP
ı
p
2
peri kızları vard ı. N e zam an öleceğinizi söylem e vaadinde bu
lunan bir ö lü m perisi b ir stan d ın başındaydı. G erçi, Kit insan
ların b u n u neden öğrenm ek istediğine akıl erdirem iyordu. Bir
Cluricaun* k ayıp eşyaların ızı b u lacağın ı öne sürüyor, kısa, açık
yeşil saçlı gen ç b ir cad ı âşık oldu ğu nu z kişinin dikkatini çe-
kebilesiniz d iy e efsu n lu bileziklerle kolyeler satıyordu. Kit ona
doğru b ak tığ ın d a, cad ı gü lü m sedi.
“Hey, R om eo.” K it’in babası kabu rgaların ı dürttü. “Seni bu
raya flört edesin d iye getirm ed im . Yardım et de tabelayı asalım .”
Babası y am u lm u ş m etalden tabureyi bir tekm eyle Kit’e doğ
ru fırlatıp stan d ın ın ism in i yak arak kazıdığı tahta levhayı uzattı:
Johnny R oo k’u n Yeri.
Pek y aratıc ı b ir isim o ld u ğu söylenem ezdi ya, Kit’in baba
sı hiçb ir zam an h ayal gücüne yüklenm em işti. Kit bunun tu
haf o ld u ğu n u d ü şü n d ü tab elayı asm ak için tabureye çıkarken.
Zira p o rtfo lyo sun d a büyücüler, kurtadam lar, periler, yaratıklar,
hortlaklar ve b ir keresinde deniz kızı olan bir adam dı (Deniz
D ünyasında gizlice bulu şm u şlardı).
Yine de tab elan ın basit olm ası en iyisiydi. Kit’in babası kim i
iksirlerle tozlar satard ı. H atta, el altından kim isinin yasadığı
şüphe gö türen silah lar da verirdi m üşterilerine. Fakat insanları
standına getiren sebepler bu n ların hiçbirisi değildi. Asıl sebep,
Johnny R ook’un b ir şeyler bilen bir adam olm asıydı. L.A.’in
Aşağı D ü n yasın d a olup bitenlerden haberdar olm adığı bir şey
yoktu. G üçlü şahıslar h akk ın d a her türlü sırrı, onlarla nasıl te
mas k u ru lacağın ı b ilird i. B ilgi sahibi bir adam dı ve şayet para
nız varsa size isted iğin iz b ilgiyi verirdi.
* İrlanda mitolojisinde gündüz ayakkabı tamir eden, geceleri işini bitirip şarap içen
cüce cinler. Ç.N.
p
4
Kit efsunlu mücevherleri olan cadının etrafından dolandı.
Cadının bir standı yoktu. Her zamanki gibi Venice sahilinden
alabileceğiniz türde ucuz, canlı renklerde kumaştan basma peş-
temal giymişti. Kit ona yaklaşırken başını kaldırıp baktı.
“Selam, Wren,” dedi Kit. Bunun gerçek ismi olduğundan
emin değildi ya, pazardaki herkes ona böyle hitap ediyordu.
“Selam güzel çocuk.” Wren ona yer açmak için kenara çe
kilirken bilezikleriyle halhalları tıngırdadı. “Seni fakirhaneme
hangi rüzgâr attı?”
Kit yere, Wren’in yanına çöktü. Kotu eskimişti ve dizlerinde
delikler vardı. Babasının ona verdiği paranın bir kısmıyla ken
dine birkaç yeni kıyafet alabilmeyi dilerdi. “Babam iki ellilik
bozdurmamı istedi.”
“Şşş.” Wren ona doğru elini salladı. “İki ellilik için boğazım
kesip kanını ejder ateşi diye satacak insanlar var burada.”
“Bana dokunamazlar,” dedi Kit kendine güvenle. “Buradaki
kimse bana dokunamaz.” Arkasına yaslandı. “Tabii onlardan
bana dokunm alarını istemediğim sürece.”
“Ben de arsız flört cazibemi kaybettiğimi düşünüyordum.”
“Arsız flört caziben benim.” Kit önlerinden geçen iki kişiye
gülümsedi: Siyah saçlarında beyaz bir meç olan uzun boylu,
yakışıklı bir oğlanla güneş gözlüklerinden gözleri görünmeyen
esmer bir kız. Çocukla kız, Kit’i görmezden geldi. Ancak Wren
arkalarındaki iki pazar ziyaretçisini görünce neşelendi: İri yarı
bir adam la iple tutturulmuş kahverengi saçları arkasına dökü
len bir kadın.
“Koruyucu tılsım mı arıyorsunuz?” dedi Wren muzaffer bir
edayla. “Sizi koruyacağını garanti ediyorum. Sadece gümüş de
ğil aynı zamanda altın ve pirinç de var elimde.”
5
1
8
Sarışın kız dirseklerini ahşap tezgâha dayamış, öne doğru
eğiliyordu. “Seni gördüğüme sevindim Rook,” dedi muzaffer
bir tebessümle.
Güzel bir kız, diye düşündü Kit. Kız, Kit’ten daha büyüktü
ve yanındaki oğlan epey uzundu. Bu kız, bir Gölge Avcısı’ydı.
Yani ona uygun biri değildi, yine de güzeldi. Kolları çıplaktı ve
bir dirseğinden bileğine doğru uzun, soluk bir yara izi iniyor
du. Kollarını tuhaf sembollerin olduğu dövmeler boylu boyun
ca kaplıyor, teninde örüntüler oluşturuyordu. Dövmelerden
biri V yakalı tişörtünden taşıyordu. Mühürlerdi bunlar, Gölge
Avcıları’na güçlerini veren sihirli işaretler. Bunları sadece Gölge
Avcıları kullanabilirdi. Normal bir insanın ya da bir Aşağı
Dünyalı’nm tenine çizerseniz, akıllarını kaçırmalarına neden
olabilirdiniz.
“Peki yanındaki kim?” diye sordu Johnny Rook, çenesiyle
Gölge Avcısı oğlanı işaret ederek. “Şu meşhur parabatai mi?”
Kit canlanm ış bir ilgiyle çifte baktı. Nefılimleri bilen her
kes p a ra b a ta i’nin ne olduğunu bilirdi. Sonsuza dek birbir
lerine p lato n ik olarak bağlı kalma, her zaman birbirlerinin
yanında savaşm a sözü veren İki Gölge Avcısı’ych parabatai.
Birbirleri için yaşayan ve ölen Gölge Avcıları. Dünyanın en
meşhur G ölge A vcıları, Jace Herondale ve Clary Fairchild’ın
her b irin in bir parabataVsi vardı. Kit bile bu kadarını bili
yordu.
“Hayır,” dedi kız sözcükleri uzatarak. Kasanın yanından bir
kavanoz yeşilim si sıvı aldı. Bu bir aşk iksiriydi, gerçi Kit birkaç
kavanozun besin boyasıyla boyanmış suyla dolu olduğunu bili
yordu. “Burası pek Ju lian a göre bir yer sayılmaz.” Kızın gözleri
pazarda dolandı.
9
“Ben Cameron Ashdown.” Gölge Avcısı oğlan elini uzat
tı. Johnny şaşkın bir tavırla bu eli sıktı. Kit fırsattan istifade
tezgâhın ardına yaklaştı. “E m m an ın erkek ark adaşıyım "
Sarışın kız -Emma- pek fark edilm eyen bir şekilde irkildi.
Cameron A shdown şim dilik erkek arkadaşı olabilir,; diye düşün
dü Kit, am a böyle kalacağına d a ir bahse girm ez d i.
“Peh,” dedi Johnny, kavanozu E m m an ın elinden alırken.
“O hâlde tahm inlerim e göre burada b ırak tık ların ızı alm aya gel
diniz.” Cebinden kırm ızı bir kum aş parçasına benzer bir şey
çıkardı. Bir keten kum aşta böylesi ilgin ç ne o lab ilird i acaba?
Em m a doğruldu. Şim di hevesli gö rü n ü yo rd u . “Bir şey bul
dun m u?”
“Bir sürü beyazla birlikte çam aşır m akin esin e atarsan çorap
ların ı pem beye çevireceğine dair şüphen o lm asın .”
Em m a kaşlarını çatarak kum aşı ald ı. “Ben cid d iyim . Bunu
alabilm ek için kaç kişiye rüşvet v erd im bilem ezsin. Spiral
L ab iren tleyd i. Ö ldürüldüğü zam an an n em in g iy d iğ i gömleğin
bir parçası.”
Jo h n n y elini kaldırdı. “B iliyo rum . B en sad ece...”
“A laylı tavırlarını kendine sakla. A la y etm ek ve şaka yapmak
ben im işim . Senin işin bilgi için k arşın d ak in i h araca bağlamak.”
“Ya da ondan para alm ak,” dedi C am ero n A shdow n. “Bilgi
verm ek için para alm ak da iyid ir.”
“Bak, sana yardım edem em ,” ded i K it’in b abası. “Burada
b ü yü lü bir şey yok. E lim deki sadece b ir p arça k eten . Lim e lime
olm uş ve deniz suyu yla dolu am a y in e de k eten .”
Kızın yüzünde beliren h ayal k ırık lığ ı ifadesi g ayet kuvvetli
ve açıktı. B unu saklam ak için h erh an gi b ir g irişim d e bulunm a
mdan kum aşı cebine sokm akla yetin d i. K it elin d e olm adan bir-
ıo
denbire bir acıma hissi duydu, ki bu onu şaşırtmıştı. Bir Gölge
Avcısı’na acıyacağını hiç düşünmezdi.
Emma, Kit sanki konuşmuş gibi ona doğru baktı. “Pekâlâ,”
dedi ve o anda gözleri parıldadı. “Baban gibi senin de Görüş
yetin var demek? Kaç yaşındasın?”
Kit olduğu yerde donakaldı. Babası aceleyle önüne geçerek
Emma’nın onu görmesini engelledi. “Burada meydana gelen
cinayetlerle ilgili sorular soracaksınız sanıyorum. Aldığınız bil
giler yetm iyor mu yoksa Carstairs?”
Belli ki Wren haklı, diye düşündü Kit. Şu cinayetlerden
sahiden herkesin haberi vardı. Bunu, babasının oradan toz
olması gerektiğini açık eden uyarıcı ses tonundan anlayabi
liyordu. A ncak tezgâhın arkasında kısılıp kalmıştı ve kaçacak
yer yoktu.
“Ö lü fanilerle ilgili birtakım söylentiler duydum,” dedi
Emma. Gölge Avcıları5nın çoğu sıradan insanlar için kullan
dıkları terim i büyük bir küçümsemeyle söylerdi. Emmânın sesi
ise sadece bitkin geliyordu. “Birbirini öldüren faniler üzerine
araştırma yapm ıyoruz. Bu polisin işi.”
“Ö lü periler de varmış,55 dedi Johnny. “Cesetlerin bir kısmı
peri soyundan.55
“O nları araştıramıyoruz , ” dedi Cameron. “Bunu biliyorsun.
Soğuk Barış bunu yasaklıyor.”
Kit yakındaki stantlardan hafif bir mırıltı işitti: Konuşulanlara
kulak kabartan tek kişinin kendisi olmadığını anlatan bir sesti
bu.
Soğuk Barış, Gölge Avcıları’nın yasasıydı. Yaklaşık beş sene
önce ortaya çıkm ıştı. Kit ondan önceki zamanları hatırlayamı
yordu. En azından adı yasaydı. Aslında, cezadan ibaretti.
Kit 10 yaşındayk en Aşağı D ü n ya lıla r ile G ö lg e A valan’^
evreni bir savaşla çalkalanm ıştı. S eb astian M o rgenstern adin^
bir G ölge Avcısı, kendi türüne karşı savaş açm ıştı: Bir enstitü.
d en diğerine giderek burada ya şa ya n la rı y o k etm iş, cesetlerini
kontrolü altına alm ış v e z ih in lerin e h â k im o la ra k oluşturduğu
korkunç bir ord u yla on ları k en d isi iç in sav aşm aya zorlamıştı,
Los Angeles E nstitüsündeki G ö lg e A v c ıla r ın ın çoğu ya zapt
edilmiş ya öldürülm üştü.
Kit ara ara daha önce h iç g ö rm e d iğ i koridorlardan,
Nefilim lerin m ü hü rleriyle b o yan m ış k a n la r aktığın a dair
kâbuslar görm üştü.
Gölge A vcılarını yok etm e girişim inde Sebastiana Peri
Halkı yardım etmişti. K it bunu oku lu n d ak i perilerden öğren
mişti. Ağaçlarda yaşayan, çiçeklerden şapkalar takan ufak tefek,
sevimli yaratıklardı bunlar. Peri H alkı’n ın ise onlarla uzaktan
yakından ilgisi yoktu. Bunlar deniz kızlarınd an goblinlere,
köpek balığı dişli denizatı perilerind en p eri saraylarında yük
sek mertebe sahibi seçkin perilere kadar fark lılık gösteriyordu.
Seçkin periler uzun boylu, güzel ve dehşetengizdi. Bunlar iki
saraya ayrılmıştı: Yıllardır kim selerin görm ediği bir kraliçenin
yönettiği tehlikeli bir yer olan Seelie Sarayı ve efsanelerden çık
mış bir canavara benzeyen krallarıyla ih an et ve kara büyü dolu
karanlık bir yer olan Unseelie Sarayı.
Periler, Aşağı D ü n yaya ait olduğu ve G ö lg e A vcılarfna ta-
biyet ve sadakat sözü verdikleri için ih an etleri bağışlanamaz
bir suçtu. Gölge Avcıları, Soğuk Barış olarak bilinen radikal
bir hareketle onları acımasızca cezalandırm ıştı. O nları büyük
m eblağlar ödemeye, G ölge A v c ıla rın ın yık ılan binalarını yeni
den yapm aya zorlam ışlar, ordularını ellerin d en alm ışlar ve diğer
Aşağı D ünyalılar’a onlara hiçbir surette yardım etmemeleri için
talimat vermişlerdi. Peri halkından birine yardım etmenin ce
zası çok sertti.
Periler çok eski zamanlardan gelen gururlu, sihirli kimselerdi
veya öyle oldukları düşünülürdü. Kit onları yalnızca çiğnenmiş
bir halk olarak tanımıştı. Aşağı Dünyalılar’ın çoğu ve fani dün
yayla Gölgeler Dünyası arasındaki karanlık bölgenin diğer sakin
leri perilere antipati veya kin beslemezdi. Ancak hiçbirisi Gölge
Avcıları’na karşı gelmeye niyetli de değildi. Vampirler, kurtadam-
lar ve büyücüler paranın yasalardan daha önemli olduğu Hayalet
Pazar gibi yerler dışında perilerden uzak dururlardı.
“Sahi m i?” dedi Johnny. “Peki, cesetlerin yazılarla doldurul
muş hâlde b u lu n d u ğu n u söylesem ne dersiniz?”
Emma başını havaya dikti. Gözleri soluk renkli saçlarıyla te
zat oluşturacak kadar koyu kahverengi, hatta neredeyse siyahtı.
“Ne dedin?”
“Ne d ed iğim i d u ydun .”
“Ne tü r yazılar? A nnem le babam ın vücutlarında bulunanla
aynı dilde m i?”
“B ilm iyo rum ,” dedi Johnny. “Sadece duyduğum u söyledim.
Yine de kulağa şaibeli geliyor, öyle değil m i?”
“Em m a,” dedi C am eron uyarıcı bir ses tonuyla. “Konsey
bundan hoşlanm ayacak.” Konsey, Gölge Avcıları’nın devletiy
di. Kit’in deneyim lerin e göre hiçbir şeyden hoşlanmazlardı.
“U m u rum d a değil,” dedi Emma. Belli ki Kit’i tam am iyle
unutm uştu. G özleri ateşler saçarak babasına bakıyordu. “Başka
neler biliyorsun, anlat bana. Sana iki yüz veririm .”
“Pekâlâ. A m a pek bir şey bilm iyorum ,” dedi Johnny. “Birisi
kaçırılıyorm uş ve birkaç gün sonra ölü bulunuyorm uş.”
“Peki, en son ne zaman birisi k a çırılm ış ?” d e d i Cameron.
“İki gün önce,” dedi Jo h n n y. A la c a ğ ı p a r a n ın k a rşılığ ın ı ver
d iğin i hissettiği b elliydi. “C esed i m u h te m e le n y a r ın akşam bir
yere atılır. Yapm anız gereken te k şe y o r ta y a ç ık ıp cesed i atanı
yakalam an ız.”
Em m a ko lların ı gö ğsün d e k a v u ş tu rd u . “P e k i, n e d e n bunu
nasıl yap acağım ızı a n la tm ıy o rsu n b ize?”
Johnny pofurdandı. “Sokakta dönen sö ylen tilere göre, bir
sonraki ceset Batı Hollyvvood’a atılacak m ış. G ö m ü t B ara .”
Emma heyecanla ellerini çırptı. E rkek arkad aşı, bir kez daha
uyaran bir ses tonuyla ona seslendi. O ysa K it çocuğa vaktini
boşa harcadığını söyleyebilirdi. H erh an gi b ir şeye karşı böylesi
heyecanlanan ergen bir kız gö rm em işti d a h a önce. Ünlü ak
törlere, pop gruplarına, m ücevherlere karşı d e ğ ild i bu heyecan.
Kız bir cesedi düşünerek âdeta h eyecan d an titriy o rd u .
“Bu cinayetlerden bu kadar endişe ed iyo rsan n ed en sen yap
mıyorsun bu işi?” diye sordu C am ero n , Jo h n n y ’e. Yeşil gözle
ri güzelm iş , diye düşündü Kit. T u h af b ir şe k ild e çekici bir çift
olmuşlardı. Sinir bozucuydu. Şu m eşh u r J u lia n ’ın neye benze
diğini merak etti. Bu kızın sonsuza d e k en iy i p la to n ik dostu
olm aya ant içmişse, m u htem elen yü z ü n e b a k ılm a y a c a k kadar
çirkin bir tip olm alıydı.
“Ç ünkü istem iyorum ,” dedi Jo h n n y. “T e h lik e li geliyor. Ama
sizler tehlikeye bayılırsınız. Ö yle d eğil m i E m m a?”
Emma sırıttı. K it’e kalırsa, Jo h n n y, E m m a y ı ep ey iyi tanı
yordu. Belli ki daha önce de b u raya u ğ ra m ıştı. K it’in onu ilk
kez görüyor olm ası tuhaftı. G erçi h er p azara g e lm iy o rd u ama...
Em m a elini cebine soktu, bir to m ar p ara ç ık a rd ı ve babasına
verdi. A caba Em m a daha ön ceden ev lerin e g e lm iş m iydi? Eve
14
ne zaman müşteri gelse, Kit in babası onu bodruma gönderir ve
ses çıkarmadan orada kalmasını isterdi.
“Uğraştığım insanlar tanışmaman gereken türde kimseler,”
derdi hep.
Ki t’in yanlışlıkla yukarı çıktığı bir seferinde, babası cübbeli
ve kukuletalı canavalarla görüşüyordu. En azından Kit onla
rı canavara benzetmişti. Gözleriyle dudakları dikişlerle sımsıkı
kapanmıştı. Kafaları keldi ve parlıyordu. Babası, Kit’e onların
Gregori, Sessiz Kardeşler olduklarını söylemişti. İnsandan öte
bir şey hâline gelene dek yaralanmış ve büyüyle işkence edilmiş
Gölge Avcıları. Zihinleri vasıtasıyla kendilerini ifade ediyorlar,
diğer insanların düşüncelerini okuyabiliyorlardı. Kit bir daha
asla babası toplantı yaparken yukarı çıkmamıştı.
Kit babasının bir suçlu olduğunun farkındaydı. Hayatını ka
zanmak için çeşitli sırları sattığını biliyordu, tabii bunlar yalan
değildi: Johnny iyi bilgilere sahip olmaktan gurur duyuyordu.
Kit kendi yaşam ının da büyük ihtimalle aynı yöne evrileceğinin
farkındaydı. Gözlerinizin önünde olup bitenleri sürekli görme
miş gibi yaparak normal bir hayat sürdürmek imkânsızdı.
“Eh, verdiğin bilgi için teşekkürler,” dedi Emma ve stanttan
uzaklaşmak için döndü. Kılıcının altın kabzası güneşte parıl
dadı. Kit, bir Nefilim olmanın nasıl bir his olduğunu düşün
dü. Sizinle aynı şeyleri gören insanların arasında yaşamanın.
Gölgelerin ardında gizlenen hiçbir şeyden asla korkmamanın.
“Görüşürüz Johnny.”
Dönüp gitmeden önce göz kırptı. Kit e. Kız, erkek arkadaşıyla
kalabalığın arasına karışırken Johnny arkasını dönüp Kit’e baktı.
“O na bir şey mi söyledin?” diye sordu Johnny. “Neden tüm
dikkatini sana verdi öyle?”
15
Kit kendini savunmak için ellerin i k a ld ırd ı. “H içbir $eys^
içm ed im ” d iye karşı çıktı. “S an ırım sizi d in led iğ im i fark etti”
Joh n n y göğüs geçirdi. “D aha az d ik k a t çekm eye çalış.”
Gölge Avcıları giderken p azardaki h a re k e t yeniden başhy0r.
du. Kit müziği, konuşanların yü k selen seslerin i işitebiliyordu
“O Gölge Avcısı kızı ne kadar iy i ta n ıy o rs u n ? ”
“Emma Carstairs’i mi? Y ıllard ır b an a b ir şeyler için gelir,
Görünüşe bakılırsa, N efilim k u ra lla rın ı çiğ n e m e k pek umu
runda değil. Onu severim, tab ii o tü rü n e k a d a r sevebilirsen.”
“Annesiyle babasını k im in ö ld ü rd ü ğ ü n ü b u lm a k istiyordu,”
Jo h n n y bir çekmeceyi çekerek a çtı. “A n n e s iy le babasını kim
öldürmüş bilmiyorum Kit. M u h te m e le n p erilerd ir. Karanlık
Savaş döneminde öldürüldüler.” K it’in b ab ası kendinden emin
görünüyordu. “Ben de ona y a rd ım e tm e k iste d im . Ne olmuş
yani? Gölge Avcıları’nın parası h a rc a n ır.”
“Ve Gölge Avcıları’n ın sen in le a la k a s ı o lm a y an bir şeye
odaklanmasını istiyorsun,” d ed i K it. B u sad ece b ir tahmindi
fakat tam da şüphelendiği üzere iy i b ir ta h m in d i. “B ir şeyler mi
çeviriyorsun?”
Johnny çekmeceyi sertçe k ap a d ı. “O la b ilir.”
“Sır satan birine göre epey sır s a k lıy o rs u n ,” d e d i Kit, ellerini
ceplerine daldırıp.
Johnny, kolunu Kit’in om zu n a d o la d ı. N a d ire n bu tür sevgi
gösterilerinde bulunurdu. “En b ü y ü k s ır r ım ,” d e d i, “sensin.”
1
BU KRALLIKTA
BİRGÖM ÜT
19
Cameron’la üç buluşmanızı unuttun, doğum gününü JcUtja
m adın ve şimdi de sıkıcı bir gece devriyesi yüzünden onu te^
ediyorsun.”
“Hep video oyunları oynam ak istiyor,” dedi Emma. “Video
oyunlarından nefret ederim.”
“Kimse mükemmel değildir Emma”
“Ama bazı insanlar birbirleri için m ükem m eldir. Bu doğru
olmalı, sence de öyle değil m i?”
Christina’nm yüzü tu haf bir ifadeye büründü ve öyle hızlı
değişti ki Emma hayal gördüğünden em indi. Bazen Emmanın
aklına kendini Cristina ya ne kadar yakın hissetse de onu ye
terince tanımadığı geliyordu. Jules’ü tanıdığı gibi tanımıyordu
onu, çocukluğunuzdan beri her anını birlikte paylaştığınız bi
rini tanır gibi değildi. M exicoda C ristin a’n ın başına gelenler,
ailesiyle arkadaşlarından uzağa, Los A ngeles’a kaçmasına sebep
olan her ne ise, Emma’ya hiç anlatm adığı b ir şeydi.
“Eh,” dedi Cristina, “en azından bu zor zam anında sana mo
ral vererek yardımcı olm am için beni çağırm akla akıllılık ettin.”
Emma steliyle C ristin ayı d ü rttü . “C am ero n d an ayrılmayı
planlamıyordum. Buradaydık, o aradı ve yü zü telefonumda be
lirdi. Aslına bakılırsa, bir lam a belirdi, çü n k ü fotoğrafı yoktu,
ben de lama kullandım . Ve lam a beni öyle kızdırdı ki kendimi
tutam adım .”
“Lama olm ak için kötü bir zam an.”
“Hiç iyi bir zaman oldu m u sanki?” E m m a stelini döndürüp
koluna bir sağlam basma m ührü çizm eye başladı. Mühürler ol
maksızın bile m ükem m el bir dengeye sahip olduğu için ken
disiyle gurur duyardı ancak bir çatın ın tepesindeyken kendini
güvene alm ak iyi bir fikirdi.
20
Julian ı düşündü. İngiltere’de, çok uzaklardaydı ve Emma’ nın
yüreğinde bir sızıydı. Emma nın temkinli davrandığını görseydi
memnun olurdu. Buna dair komik, sevecen ve mütevazı bir şey
söylerdi. O nu çok özlüyordu, fakat parabatai olmak böyle bir
şeydi herhalde, dostluğun yanında sihirle bağlı olmaktı.
Blackthorn ların hepsini özlüyordu. Julian ve kardeşleriy
le birlikte büyüm üş, 12 yaşından itibaren onlarla yaşamıştı.
Ailesiyle Julian ı kaybettiği zamandı bu. Julian ın annesi önce
den ölm üştü ve o da babasını kaybetmişti. Tek çocuk olduğu
için onu büyük, kalabalık, gürültülü, sevecen bir ailenin ara
sına yerleştirm işlerdi. Her açıdan kolay olduğu söylenemezdi,
fakat Emma onlara tapıyordu. Utangaç Drusilla’dan dedektif
hikâyeleri hayranı Tiberius’a. Yaz başında büyük teyzelerini
ziyaret etm ek için Sussex’e gitm işlerdi. Blackthorn ailesi aslen
İngiliz’di. Ju lian ın açıkladığı üzere, M arjorie 100 yaşında sayı
lırdı ve her an ölebilirdi, onu görmek zorundaydılar. Ahlaki bir
zorunluluktu bu.
İki aylığına gitm işlerdi, enstitü başkanı amcaları dışında
hepsi. Em m a nın alıştığı düzen büyük bir darbe almıştı. Enstitü
artık gü rü ltülü değil, sessizdi. En kötüsü de Julian gittiğinden
beri Em m a göğsünde dinm eyen bir acı, içinde sürekli bir hu
zursuzluk hissediyordu.
Cam eron’la çıkm ak da işe yaram am ıştı, fakat Cristina’nın
gelişi tahm in edem eyeceği kadar iyi gelm işti. 18 yaşm a gelmiş
Gölge A vcıları’nın yabancı enstitülere gidip buradaki fark
lı âdetleri öğrenm esi yaygındı. C ristina Los Angeles’a Mexico
C ity’den gelm işti. Bunda olağan dışı bir şey yoktu, ancak
Cristina’nın her zam an bir şeylerden kaçıyorm uş gibi bir havası
vardı. Emma’ya gelince, o da yalnızlıktan kaçıyordu. C ristina ve
21
Emma doğrudan birbirlerine koşm uş, E m m a’nın inanama^
ğı bir hızla çok iyi bir dostluk ku rm u şlard ı.
“En azından D iana, C am eron’ı b ırak m an a sevinecek,”
Cristina. “Ondan pek hoşlandığını san m ıyo ru m .”
Diana Wrayburn, Blackthorn ailesinin eğitm eniydi. Son derç
ce zeki, son derece müsamahasızdı ve önceki gece dışarı çıktığı
Emmanın dersin ortasında uyum asın dan fena hâlde bıkmıştı.
“Diana tüm ilişkilerin insan ı d e r s çalışm ak tan alıkoyduğu^
düşünüyor sadece,” dedi E m m a. “B ir ib lis d ili daha öğrenecek
ken neden biriyle çıkasın ki? Yani, k im , b u ra ya sık sık gelir mı
sin, cümlesini Purgatça söylem ek istem ez k i? ”
Cristina güldü. “Aynı Jaim e gibi konuşuyorsun. O da ders
çalışmaktan nefret ederdi.” Em m a kulaklarını dikti. Cristina
Mexico City’de bıraktığı arkadaşlarıyla ailesinden çok nadir
bahsederdi. “Ama Diego öyle değildi. D ers çalışmaya bayılırdı.
Sırf eğlence olsun diye fazladan çalışırdı.”
“Diego mu? Mükemmel çocuk m u? H ani şu annenin sev
diği?” Emma, stelini teninde gezdirm eye başladı. Uzak görüş
mührü ön kolunda şekilleniyordu. T akım ının kol yenleri dirse
ğine kadardı, aşağısındaki deri çok uzun zam an Önce kullanıl
mış mühürlerin soluk beyaz izlerini taşıyordu.
Cristina elini uzatıp steli Em m a’dan aldı. “Ver, bırak ben
yapayım.” Cristina uzak görüş m ü h rü n ü çizm eye devam etti.
Cristina mühür çizmek konusunda çok becerikliydi, özenli ve
titizdi. “Mükemmel Diego’dan bahsetm ek istem iyorum ,” dedi
Cristina. “Annem ondan yeterince bahsediyor zaten. Sana baş
ka bir şey sorabilir miyim ?”
Emma başını onaylar bir tavırla salladı. Stelin teninde oluş
turduğu baskı tanıdık, âdeta hoştu.
22
“Johnny Rook sana üstlerinde yazılar olan cesetlerin bulun
duğunu söylediği için buraya geldiğini biliyorum ve bu akşam
da birinin geleceğini düşünüyor.”
“D o ğ ru ”
“Ve bu yazıların annenle babanın cesetlerinde görünen ya
zıyla ayn ı olm asını bekliyorsun.”
Em m a gerildi. Elinde değildi. Ailesinin öldürülmesine iliş
kin tek b ir söz, daha dünm üş gibi canını yakıyordu. Bu soruyu
soran C ristin a kadar şefkatli biri olsa dahi. “Evet.”
“K onsey annenle babanı öldürenin Sebastian Morgenstern
olduğunu söylüyor,” dedi C ristina. “D iana nın bana söylediği
bu. İn an d ıkları bu. A m a sen buna inanm ıyorsun.”
Konsey. Emma Los Angeles akşamına, ufuk çizgisinde ışıl
ışıl parıldayan elektriklere, Sunset Bulvarı’na dizilmiş sıra sıra
reklam panolarına baktı. Konseyi ilk duyduğunda zararsız bir
sözcüktü bu. Konsey sadece Nefılimlerin devletiydi, 18 yaşın
üstündeki tüm aktif Gölge Avcıları’ndan oluşuyordu.
Teoride, her Gölge Avcısı oy kullanma ve eşit söz hakkına sa
hipti. Aslına bakıldığında ise, bazı Gölge Avcıları diğerlerinden
daha nüfuzluydu: Tüm siyasi partiler gibi Konsey de yozlaşma
ve önyargılardan nasibini almıştı. Nefılimler için bu, her Gölge
Avcısı’nın bağlı kalması gereken, aksi takdirde vahim sonuçlarla
yüzleşeceği katı ahlak kanunları ve kurallar demekti.
Konsey’in bir düsturu vardı: Yasa katıdır ama yasadır. Her
Gölge Avcısı bunun anlamını bilirdi. Ne kadar zor veya acı ve
rici olursa olsun, Konsey yasasındaki kurallara uymak zorun
luydu. Yasa her şeyden üstündü. Kişisel ihtiyaçlardan, yaslar
dan, kayıplardan, haksızlıktan, ihanetten. Yasa yasaydı. Konsey
Em m aya annesiyle babasının Karanlık Savaş’ta öldürüldü-
ğü gerçeğini kabui etmek zorunda olduğunu söylediğinde,
Emmadan buna itaat etmesi beklenmişti.
Oysa Emma kabul etmemişti.
“Hayır,” dedi Emma ağır ağır. “Hiç sanmıyorum.”
Cristina elinde steliyle, kımıldamadan oturuyordu. Mühür
henüz tamamlanmamıştı. Adamas ay ışığında parıldıyordu.
“Bana nedenini söyleyebilir misin?”
“Sebastian Morgenstern bir ordu kuruyordu,” dedi Emma,
ışıkların oluşturduğu denize bakarak. “Gölge Avcıları’nı aldı ve
onları kendisine hizmet eden canavarlara çevirdi. Vücutlarına
iblis dilinde yazılar yazıp okyanusa atmadı onları. Nefîlimler
annemle babamın cesetlerini kaldırmaya kalktıklarında yok
oldular. Sebastian’ın hiçbir kurbanına böyle bir şey olmadı.”
Emma bir parmağım kiremitlerde gezdirdi. “Ve... içim de beli
ren bir his bu. Öylesine bir his değil. Her zaman inandığım bir
) şey. Her gün daha da fazla inandığım bir şey. Annemle babamın
ölümlerinin farklı olduğuna inanıyorum. Ve onların ölümünü
Sebastian’ın üstüne atmanın...” Emma susup iç çekti. “Özür
dilerim. Zırvalıyorum işte. Bak, muhtemelen bundan bir şey
çıkmayacak. Endişelenmene gerek yok.”
“Senin için endişeleniyorum,” dedi Cristina. Yine de steli
Emma’nın derisine koyup tek bir kelim e daha etm eden m üh
rü tamamladı. Emmanın C ristinayla tanıştığı günden beri
hoşuna giden bir şeydi bu. Hiçbir zaman zorlamaz, baskı yap
mazdı.
Cristina işini bitirip de arkasına yaslandığında Emma m in
netle koluna baktı. Uzak görüş mührü Emma nın kolunda ber
rak ve tertemiz parıldıyordu. “Senden daha iyi m ühür çizen tek
kişi Julian,” dedi. “Tabii o bir sanatçı.”
24
“Julian, Julian, Julian,” diye tekrarladı Cristina, alaylı bir ses
tonuyla. “Julian bir ressam, Julian bir dâhi, Julian bunu nasıl
tamir edeceğini bilirdi, Julian şunu yapabilirdi. Biliyor musun,
son yedi haftadır Julian a dair öyle harika şeyler duydum ki
onunla tanıştığımda anında âşık olacağımdan korkmaya baş
ladım.”
Emma kumlu ellerini özenle bacaklarına sürdü. Kaskatı ve
gergin hissediyordu, kaşınıyordu. Savaş için her şey hazır ve
kavga yok, dedi kendi kendine. Aklının başından gittiğine şaş
mamalıydı. “Senin tipin olduğunu sanmıyorum,” dedi. “Ama
benim parabataî m olduğu için pek objektif konuşmuyorum.”
Cristina, Em m aya stelini geri verdi. “Hep bir parabataım
olsun istemişimdir,” dedi biraz özlemle. “Seni korumaya ve
kollamaya ant içmiş biri. Hayatın boyunca, sonsuza dek en iyi
dostun.”
Hayatın boyunca, sonsuza dek en iyi dostun. Emma’nın anne
siyle babası öldüğü zaman Blackthorn’larla birlikte kalmak için
büyük bir savaş vermişti. Bu bir bakıma tanıdığı her şeyi kay
betmesi ve yeniden başlama fikrine katlanamamasından kay
naklanıyordu. Diğer yandan ise ailesinin ölümünü araştırmak
için Los Angeles ta kalmak istemişti.
Tuhaf gelebilirdi, Blackthorn’ların evinde Carstairs’lerden
tek kişi olarak, ailenin içinde kendini yersiz yurtsuz hissedebi
lirdi. Ancak hiçbir zaman böyle olmamıştı ve nedeni de Jules’dü.
Parabataî bir dosttan, aileden de öteydi, ikinizi birbirinize şid
detle bağlayan bir bağdı, öyle ki her Gölge Avcısı, karı-koca
arasındaki bağa duydukları gibi saygı duyuyordu bu bağa.
Hiç kimse i k i p ara b a ta ıy i ayıramazdı. Kimse buna cesaret
edemezdi: P arabataî ler birlikte daha güçlüydü. Birbirlerinin
25
zihnini okuyabiliyormuş gibi savaşırlardı. Parabataı m ı tarafa,
dan yapılan tek bir mühür bir başkasının yaptığı on mühürden
daha güçlüydü. Parabataıle r sık sık ölüm de dahi ayrılmamak
için küllerini aynı mezara gömdürürdü.
Herkesin bir parabataı si yoktu. H atta nadiren kurulan bir
bağdı bu. Hayat boyu süren, muteber bir bağ. Diğerinin yanın
da olacağınıza, onu koruyacağınıza, nereye giderse gideceğini
ze, ailenizi kendi aileniz sayacağınıza d air yem in ederdiniz. Bu
andın sözleri Incil’den gelirdi ve çok eskiye dayanırdı: Sen nereye
gidersen ben de oraya gideceğim , senin halkın benim halkım, sen
nerede ölürsen ben de oraya göm ü leceğim .
Bunun fani İngilizcede bir karşılığı varsa, diye düşündü
Emma, ruh eşi olabilir. Platonik ruh eşi. Parabataı nizle roman
tik bir ilişki kurmanız yasaktı. Pek çok şey gibi, bu da yasaya
karşıydı. Emma bunun sebebini hiçb ir zam an öğrenememişti.
Mantıklı da gelmiyordu. Öte yandan, yasaların büyük bir kıs
mı zaten böyleydi. Konseyin Ju lian ’ın üvey kardeşleri Helen
ve Marki sırf anneleri peri olduğu için sürgüne gönderip terk
etmesi de mantıklı gelmemişti m esela am a Soğuk Barış ilan et
tiklerinde yaptıkları bu olmuştu.
Emma stelini silah kemerine tak ıp ayağa kalktı. “Eh,
Blackthorniar yarından sonraki gün dönüyor. O zaman Jules’le
tanışırsın.” Emma tekrar çatının ken arın a geldi ve bu sefer arka
sındaki karolarda sürtünen çizme seslerini d u yu n ca Cristinanın
arkasında olduğunu anladı. “Bir şey gö rü yo r m usun?”
“Belki de hiçbir şey olmuyordur.” C ristin a omuz silkti.
“Belki sadece bir parti vardır.”
“Johnny Rook kendinden öyle em in d i k i,” diye mırıldandı
Emma.
“Diana onunla görüşmeni yasaklamamış mıydı?”
“Onu görmeyi bırakm amı söylemiş olabilir,” dedi Emma
kabullenircesine. “O na adi bir suçlu da demiş olabilir, ki bu
nun bana fazla sert geldiğini söylemeden edemeyeceğim, fakat
Hayalet Pazar’a gidemeyeceğimi söylemedi.”
“Çünkü Gölge Avcıları’mn Hayalet Pazar’a gitmemesi ge
rektiğini herkes bilir.”
Emma bu sözü duym azdan geldi. “Diyelim ki Rook’a pazar
da rastladım ve m uhabbet ederken bana bir bilgi verdi ve kazara
biraz para düşürdüm , kim buna bilgi karşılığı para vermek di
yecekmiş? Birisi dedikodu konusunda, diğeri para konusunda
özensiz iki arkadaşız işte.”
“Yasanın ruhu bu değil Emma. U nuttun mu? Yasa katıdır
ama yasadır!'
“Ben de, yasa sin ir bozucudur am a aynı zamanda esnektir,
dediğimizi sanıyordum .”
“Düstur bu değil. Ve D iana seni gebertecek.”
“Eğer cinayetleri çözersek bunu yapmaz. Hedefe giden her
yol m übahtır. H içb ir şey bulam azsak asla öğrenmeyecektir.
Öyle değil m i?”
C ristina cevap verm edi.
“Ö yle değil m i?..” dedi Emma.
C ristina iç geçirdi. “G örüyor m usun?” diye sordu, işaret
ederek.
Emma görüyordu. U zun boylu, yakışıklı, düz saçlı, soluk
yüzlü ve özenle d ikilm iş kıyafetleriyle bir adam ın kalabalığın
arasında d o lan d ığın ı görüyordu. A dam ilerlerken erkeklerle
kadınlar yüzlerinde gevşek ve büyülenm iş bir ifadeyle dönüp
arkasından bakıyordu.
27
"Onda göz boyama büyüsü var,” dedi Cristina. Emma bjt
kaşını havaya dikti. Göz boyama bir yanılsam a büyüsüydü vc
fâni gözlerden saklanmak isteyen Aşağı D ünyalılar tarafında
sık sık kullanılırdı. Gölge Avcıları’nın da hemen hemen aynı et.
kiyi yaratan işaretlere erişimi vardı, tabii N efilim ler bunu büyü,
den saymıyordu. Büyü büyücülerin işiydi, m ühürler Meleke
bir ihsanıydı. “Asıl soru, vampir m i peri m i?”
Emma tereddüt içindeydi. Adam yüksek topuklu genç bir
kadına doğru yaklaşıyordu. K adının elinde bir kadeh şampanya
vardı. Adam kadınla konuşurken kad ın ın yüzü yumuşadı, ifa-
desiz bir hâl aldı. Onaylar bir tavırla başını salladı, elini kaldırdı
ve taktığı kalın altından kolyeyi çıkardı. K olyeyi adamın açtığı
eline bıraktı. Adam bunu cebine koyarken kadının yüzüne bir
gülümseme yayıldı.
“Peri,” dedi Emma, elini silah kem erine uzatıp. Periler her şeyi
karmakarışık bir hâle sokuyordu. Soğuk Barış yasalarına göre, eriş
kin olmayan bir Gölge Avcısı’nın perilerle hiçbir işi olmamalıydı.
Yasa sinir bozucudur ama esnektir. E m m a kem erine takılmış
cepten, yukarıdan bağlanmış ufak bir kese çıkardı. Peri, gü
lümseyen kadından siyah ceketli, ince, uzun bir adama doğru
yönelirken keseyi açtı. Adam parlayan kol düğm elerini mem
nuniyetle verdi. Peri şimdi tam Emma’y la C ristina’nın altında
duruyordu. “Vampirler altına değer verm ez, fakat peri halkı
kral ve kraliçelerine hürmetlerini altınlar, taşlar ve diğer mücev
herlerle gösterirler.”
“Unseelie Sarayı’ndakilerin hürm etlerini insan kanıyla gös
terdiğini duymuştum,” dedi Cristina, kasvetle.
“Bu akşam değil,” dedi Emma. A çtığı keseyi çevirip içinde
kileri perinin başına döktü.
Aşağıdaki peri boğuk bir çığlık atarken Cristina dehşetle ne
fesini tuttu. Deri döken bir yılan misali perinin göz boyama
büyüsü bozuluverdi.
Perinin gerçek sureti ortaya çıkınca kalabalıktan çığlıklar
yükseldi. Perinin başından, bükülmüş boynuzlar gibi dallar çık
tı ve her yerinden ağaç kabuğu misali sıyrılan derisi yosun veya
küfe benzer koyu bir yeşile dönüştü. Uç parmaklı elleri spatulat
pençelerden oluşuyordu.
“Emma,” dedi Cristina uyarıcı bir tonda. “Bunu hemen
durdurmalıyız. Sessiz Kardeşler i ara.”
Ancak Emma çoktan aşağı atlamıştı.
Boşlukta düşerken bir an ağırlığı yok gibiydi. Derken yere
indi, öğretildiği gibi dizlerini kırmıştı. Yüksek yerlerden ilk
atlayışlarını hatırlıyordu. Yere kapaklanmaları, beceriksiz atla
yışları, tekrar denemeden önce iyileşmeyi beklemek zorunda
kaldığı günleri.
Artık böyle bir şey yoktu. Emma ayağa kalkıp kaçışan kala
balığın arasındaki periye baktı. Perinin bozulmuş, kabuğa ben
zeyen yüzünde parıldayan gözleri bir kedininki kadar sarıydı.
“Gölge Avcısı, ”diye tısladı.
Partidekiler otoparka açılan kapılardan kaçışmaya devam
ediyordu. H içbiri Emma’yı görmedi, bununla birlikte içgüdü
leri harekete geçm iş, bir köprünün direkleri arasından akan su
misali etrafından dolanıyorlardı.
Emma elini om zuna götürüp Cortana kılıcının kabzasını
kavradı. Kılıcı çıkarıp ucunu periye doğrulturken bıçağı havada
altın rengi bir leke oluşturdu. “Hayır,” dedi. “Bir kutu şekerle
meyim ben. Bu da kostümüm.”
Peri şaşırmışa benziyordu.
29
Em m a iç geçird i. “Peri h a lk ın a k a rş ı k ü s ta h lık yapm ak
zor. Şakadan an lam ıy o rsu n u z .”
“Hepimiz jestlerimiz, alaylarım ız ve b alad larım ızla biliniriz,”
dedi peri. Gücendiği açıktı. “Bazı b alad larım ız haftalarca sürer.”
“Böyle bir vaktim yok,” dedi E m m a. “Ben bir Gölge
Avcısı yım . Hızlı iğnele, genç öl.” E m m a, C o rtan an ın ucunu
sabırsızca sallıyordu. “Şim di, cep lerin i b o şalt bakalım .”
“Soğuk Barış’ı çiğneyecek h içb ir şey y a p m a d ım ,” dedi peri.
“Teknik açıdan doğru am a fan ilerd en çalm a n a razı geleme
yiz,” dedi Emma. “C eplerini boşalt y o k sa boynuzlarından biri
ni koparıp güneşin parlam adığı b ir yere so k a rım .”
Peri şaşırmış görünüyordu. “G üneş n ered e parlam ıyor? Bir
bilmece m i bu?”
Emma üzüntüyle iç geçirdi ve C o rta n a y ı k ald ırd ı. “Boşalt
şunları yoksa kabuğunu so ym aya b a şla rım . E rkek arkadaşım
dan yeni ayrıldım ve pek iy i o ld u ğ u m sö ylen em ez .”
Peri ağır ağır ceplerini yere b o şa ltm a y a b aşlad ı. Bu süre bo
yunca ters ters bakıyordu. “D em ek y a ln ız s ın ,” d ed i. “Hiç tah
m in edem ezdim .”
Tepeden birinin şaşkın feryad ı iş itild i. “İşte b u çok kaba,”
dedi C ristina, çatının k en arın d an sa rk a ra k .
“Teşekkür ederim C ristin a ,” d e d i E m m a . “K uraldışı bir vu
ruştu bu. Ve bilgin olsun d iye s ö y lü y o ru m b a y p eri, ondan ay
rılan bendim .”
Peri om uz silkti. O lağ an ü stü d e re c e d e m a n a lı bir şekilde
yap m ıştı bunu, öyle k i b ir h a re k e tle E m m a n ın sözlerinin hiç
u m u ru n d a o lm ad ığın ı gö sterm eyi b a ş a rm ış tı.
“N ed en in i ben de b ilm iy o ru m ,” d e d i C ris tin a . “Çok tatlı
b iriy d i.”
BSB&- 30
Emma yüzü n ü buruşturdu. Peri yağm aladığı malları boşalt
maya devam ediyordu. Küpeler, pahalı deri cüzdanlar, elmas
yüzükler canlı b ir kakofoni eşliğinde yere düşüyorlardı. Emma
kendini hazırladı. N e m ücevherler ne de hırsızlık umurunday-
dı. Asıl aradığı, silahlar, b ü yü kitapları, ailesinin üstündeki işa
retlerle ilişkilen direb ileceği kara büyüye dair herhangi bir şeydi.
“Ashdown’larla C arstairs’ler pek iyi anlaşamaz,” dedi. “Bunu
herkes bilir.”
Bu söz üzerine peri olduğu yerde donakaldı. “Carstairs’ler,”
dedi öfkeyle, san gözlerini E m m adan ayırmadan. “Emma
Carstairs m ısın sen?”
Emma pes eder gibi gözlerini kırpıştırdı. Yukarıya bak
tı. Cristina çatının kenarından kaybolmuştu. “Tanıştığımızı
sanmıyorum gerçekten. H atırladığım a göre bir ağaçla konuş
muştum.”
“Öyle m i?” Perinin spatulat elleri yanlarında seğirdi. “Daha
nazik bir m uam ele beklerdim. Yoksa sen ve enstitüdeki arkadaş
ların M ark Blackthorn’u bu kadar çabuk mu unuttunuz?”
“Mark m ı?” Emma olduğu yerde donakalmıştı. Tepkisini
kontrol edem iyordu. O anda parıldayan bir şey aniden yüzüne
doğru geldi. Peri, Emma’ya elmas bir kolye savurmuştu. Emma
başını eğdi, fakat zincirin ucu yanağına geldi. Şiddetli bir acı ve
kanın sıcaklığını hissetti.
Aniden dikleşti fakat peri çoktan gitmişti. Emma, yüzün
deki kanı silerek küfür etti. “Emma!” Cristina ydı bu. Çatıdan
inmeyi başarmış, duvardaki parm aklıklı kapının yanında duru
yordu. Acil çıkış kapısıydı bu. “Buradan gitti!”
Emma, C ristina ya doğru koştu ve ikisi birlikte kapıyı tek
meleyip açarak parm aklığın ardındaki sokağa daldılar. Sokak
31
1
32
1
33
derece korkunç göründüğünü tahmin ediyordu. “Bunun vaz
geçilebilecek bir şey olduğunu sanmıyorum.”
Sessiz Kardeşler keşişler gibi dünyadan el ayak çekmeyi seç
miş ve kendilerini araştırmaya ve iyileştirmeye adamış G ö l g e
Avcıları ydı. Öldükleri zaman pek çok Gölge Avcısı’nm gömül
düğü engin yer altı mağaralarından oluşan Sessiz Şehir’de yaşı
yorlardı. Korkunç yaraları insanlar bir yana Gölge Avcıları’nın
derileri için bile fazlasıyla güçlü mühürlerin sonucunda açıl
mıştı ancak onları neredeyse ölümsüz kılan da bu mühürler
di. Danışman, arşivci ve şifacı olarak hizmet veriyorlardı ve
Ölümcül Kılıç’ın gücünü taşıyorlardı.
Emma’yla Julian’ın pam batai törenini yapan onlardı.
Evliliklerde, Nefılimlerin çocukları doğduğunda ve öldükle
rinde orada bulunurlardı. Bir Gölge Avcısı’nın hayatındaki her
önemli olaya bir Sessiz Kardeş vururdu dam gasını.
Emma hayatında tek sevdiği Sessiz Kardeş’i düşündü. Bazen
onu hâlâ özlüyordu.
Sokak birdenbire güneş doğmuş gibi aydınlandı. Emma
dönünce sokağın girişine gelen tanıdık bir kam yonet gördü.
Kamyonet durdu, farları hâlâ yanıyordu ve sürücü koltuğun
dan Diana Wayburn indi.
Diana beş sene önce Los Angeles Enstitüsü’ne çocuklara eğit
menlik yapmak için çalışmaya geldiğinde, Emma onun hayatında
gördüğü en güzel kadın olduğunu düşünmüştü. Uzun boylu, zayıf
ve şıktı. Esmer tenli, kemerli elmacık kem iklerinin birinin üstün
de gümüşi koi balığı dövmesi vardı. Gözleri, içinde yeşil lekelerle
kahverengiydi ve şu anda öfkeyle ateş saçıyorlardı. Ayak bileğine
kadar inerek uzun vücudunu zarif katlarla saran siyah bir elbise
giymişti. İsmini aldığı Romalı tehlikeli av tanrıçasına benziyordu.
34
“Emma! C ristin a!” D iana aceleyle onların yanına geldi. “Ne
oldu? İyi m isiniz?”
Emma bir an için gözlerini manzaradan ayırıp sımsıkı ku
caklanm anın tad ın ı çıkardı. D iana, Em m anın annesi olama
yacak kadar gençti hep, belki ablası olabilirdi. Koruyucu biriy
di. D iana onu bırakıp C ristin a y a da sarıldı. Cristina şaşırmış
görünüyordu. E m m a uzun zam andır Cristina’nın evinde pek
35
riyi takip ettim . Bunu yapm am alıydım am a o cesedi buldu^
Ve annem le babamın üstündeki aynı işaretlerle kaplıydı. Aym
işaretlerle, D iana.”
D iana, Cristina’ya döndü. “Bizi biraz yaln ız bırakabilir mi-
sin lütfen T ina?”
C ristina tereddüt etti. A ncak Los A ngeles E nstitüsü’nde bir
m isafir, izinde bir Gölge Avcısı olarak en stitü n ü n yönetim kad-
rosundakiler ne diyorsa onu yapm ası gerekiyo rd u . Emma ya bir
bakış atıp yanlarından cesedin hâlâ d u rd u ğ u yere doğru ilerledi,
C eset parşöm en cübbeleri içinde solgun k u şlar sürüsünü andı
ran bir grup Sessiz Kardeş tarafından çevrelen m işti. Kardeşler
işaretlerin üstüne bir tür parlak toz serp iyo r y a da en azından
öyle görünüyordu. Emma oraya yak ın o lm a yı ve daha iyi göre
bilm eyi isterdi.
D iana iç geçirdi. “Emma, em in m isin ?”
E m m a öfkeyle cevap verm em ek için k e n d in i tu ttu . Diana nın
bu soruyu sorm asının nedenini an lıyo rd u . Y ılla r için d e öyle çok
yan lış iz peşine düşülm üştü ki, pek ço k k ereler E m m a bir ipucu
veya işaretlerin çevirisini ya da fan ilerin gazetesin d e bir haber
b u ld u ğu n u zannetm işti. Ve her seferinde y a n ılm ıştı.
“Sadece u m utlan m an ı istem iyo ru m ,” d ed i D ian a.
“F arkınd ayım ,” dedi Em m a. “A m a gö rm ezd en gelmemeli
y im . B un u yapam am . B ana in an ıyo rsu n . B an a hep inandın,
d eğil m i?”
“A nnenle babanı Sebastian M o rg e n s te rn in ö ldü rm ediği ko
n u su n d a m ı? A h, tatlım , in an d ığ ım ı b iliy o rsu n .” D ian a hafifçe
E m m a’n ın om zunu sıvazladı. “Sadece ü z ü lm e n i istemiyorum,
ve J u lia n d a bu rada yo k ken ...”
E m m a, D iana’n ın cüm lesini b itirm esin i b ek led i.
“Eh, Julian burada yokken daha kolay üzülüyorsun.
Parabataı\zt birbirini korur. Güçlü olduğunu biliyorum, güç-
lüsün, fakat bu, seni daha çocukken derinden yaralamış bir şey.
Ailenle ilgili her mevzuda harekete geçen 12 yaşındaki Emma,
yetişkin Emma değil.” Diana yüzünü buruşturup başına do
kundu. “Enoch Kardeş beni çağırıyor,” dedi. Sessiz Kardeşler
Gölge Avcılar’ıyla sadece onların işitebileceği bir telepatiyle ile
tişim kuruyordu. Bununla birlikte, ihtiyaç olduğu zaman grup
ları da bilgilendiriyorlardı. “Enstitüye kendi başına dönebilir
misin?”
“Dönebilirim ama cesedi bir kez daha görebilsem...”
“Sessiz Kardeşler kabul etmiyor,” dedi Diana kararlılıkla.
“Her şeyi öğrenmek için elimden geleni yapıp seninle paylaşa
cağım? Anlaştık mı?”
Emma gönülsüzce başını salladı. “Anlaştık.”
Diana, Sessiz Kardeşlere doğru ilerledi, Cristina yla konuş
mak için sadece kısa bir süreliğine durdu. Emma park ettiği
arabasına vardığında Cristina yanına gelmişti, ikisi de sessizce
arabaya bindi.
Emma bir süre öylece oturdu. Bitkin bir hâlde, arabanın
anahtarları elinde sallanıyordu. Dikiz aynasından arkalarında
kamyonetin güçlü ışıklarıyla bir beyzbol stadyumu gibi aydın
lanmış sokak arasını görebiliyordu. Diana parşömen cübbe
li Sessiz Kardeşler’in arasında dolanıyordu. Yerdeki toz ışıkta
bembeyaz görünüyordu.
“Sen iyi m isin?” dedi Cristina.
Emma ona döndü. “Bana gördüklerini anlatmak zorundasın,”
dedi yalvarırcasına. “Cesede yakındın. Dianânın Kardeşlere bir
şey söylediğini duydun mu? Aynı işareder olduğu kesin mi?”
1
38
“D öndükten sonra odam a gelebilir misin?” diye sordu
Emma, farları yakarken. “Sana bir şey göstermek istiyorum.”
C ristina kaşlarını çattı. “Tuhaf bir doğum lekesi ya da siğil
falan değil, değil mi? Abuelam bir keresinde bana bir şey göster
mek istediğini söyledi ve sonunda öğrendim ki siğilmiş.”
“S iğil d eğili” Em m a arabayı harekete geçirip trafiğin arasına
karışınca, için in kaygıyla dolduğunu hissetti. Ç oğunlukla bir
kavganın ard ın d an kanındaki adrenalin çekilirken bitkin dü
şerdi.
O ysa o an d a C ristin a’y a Ju lian dışında kim senin görmediği
bir şeyi gösterecekti. Pek gurur duym adığı bir şeyi. Cristina’nın
bunu nasıl k arşılayacağ ın ı düşünm eden edem iyordu.
39
w
2
C E N N E T İN MELEKLERİ
DE DEĞİL
E 5 => 40
1
41
Peki şim di ne yapacaksın?” dedi C ristina. “Yani bir sonraki
adım ın için planın ne?”
“D iana yarın ne diyecek bakacağım ,” dedi Em m a. “Tabii
bir şey öğrenmişse. Sessiz Kardeşler, R ook’un bahsettiği cina-
yederden önceden haberdar m ıydı? Eğer b ilm iyo rlarsa Hayalet
Pazar’a tekrar gideceğim . Ne kadar param varsa toplayacağım
ya da Jo h n n y Rook’a bir borcum olacak, u m u ru m d a değil.
Eğer biri insanları öldürüp cesetlerini bu y az ılarla dolduru
yorsa, bu... Bu, beş y ıl önce annem le babam ı ö ld üren kişinin
Sebastian M orgenstern o lm adığını gösterir. Şü p h elen m ekte ba
şından beri haklı olduğum u ve o n ların ö lü m le rin d e başka bir
oyunun etkili olduğunu gösterir.”
“Tam olarak bu anlama gelmiyor olabilir Emma.” Cristina
bunu şefkatli bir sesle söylemişti.
“Sebastian Morgenstern’in bir enstitüye saldırdığını gören ha
yattaki çok az kişiden biriyim,” dedi Emma. Bu, en net ve belli
belirsiz hatırladığı anılardan biriydi: Bebek Tavvy yi kucakladığı
nı ve Dru’nun yanında olduğunu hatırlıyordu, Sebastian’ın kara
savaşçıları ulurken onu enstitüye taşıdığını, bembeyaz saçları ve
donuk, şeytani, simsiyah gözleriyle Sebastianın görüntüsünü
hatırlıyordu, kanı ve Mark’ı, onu bekleyen Julian ı hatırlıyor
du. “Onu gördüm. Bana baktığında yüzünü, gözlerini gördüm.
Annemle babamı öldüremeyeceğini filan düşünm üyorum , yanlış
anlama. Yoluna çıkan herkesi öldürebilecek birisi o. Sadece on
ları öldürme zahmetine gireceğini düşünm üyorum .” Emmanın
gözleri yanıyordu. “Sadece biraz daha kanıt toplam am gerek.
Konseyi ikna etmem gerek. Çünkü bu suç Sebastian’ın üstüne
kaldığı sürece gerçek katil, bunun asıl sorumlusu olan kişi, ceza
landırılmayacak. Ve buna katlanabileceğimi sanm ıyorum .”
42
1
43
kum ve çö l görüntülerini gözler önüne seriyordu. Emma ens
titüye ilk geldiğinde bu manzaraların sonunda bilincinden sili
neceğini, her sabah kalktığında okyanusun, gökyüzünün mavisi
karşısında afallamayacağını düşünm üştü. Fakat öyle olmamıştı.
Deniz sürekli değişen yüzeyiyle, çölse gölgeleri ve çiçekleriyle
hâlâ onu büyülüyordu.
O sırada, pencereden akşam karanlığın a bakarken denizin
üstünden yükselen ayın pırıltısını gö rebiliyordu: Gümüşi ve
siyah.
Emma ve Cristina koridorda ilerlediler. E m m a enstitü
nün girişine doğru inen devasa bir m erdiven in tepesinde dur
du. Bu merdiven enstitünün tam ortasın da yer alıyor ve ku
zeyle gü n ey kanadan ayırıyordu. E m m a y ılla r önce enstitüde
B lackthornlarm kaldığı yerin öteki u cu n d a bir odayı kasten
seçm işti. Sessizce hâlâ Carstairs o ld u ğu n u açık lam an ın bir yo
lu y d u bu.
E m m a şim di tırabzanlardan e ğ ilm iş, aşa ğ ı bakıyordu.
C ris tin a yan ın d ayd ı. E nstitüler in san ı e tk ile m e k için inşa edi
lir d i: G ölge A v c ıla rın ın buluşm a y e rle ri, m e c lisle rin kalbiydi.
Yerli N efilim lerin top lan m a y e riy d i. O rta n o k tası sahanlığa
v e ik in c i k ata çıkan b ü yü k m erd iv en in b u lu n d u ğ u kare şek
lin d e b ir o d a olan dev girişte siyah -b eyaz m e rm e r döşemeler
v ard ı ve b u rası h iç k im sen in o tu rm a d ığ ı k o n fo rsu z görünüm
lü m o b ily a la rla d ekore ed ilm işti. B u h â liy le b ir m üze girişini
a n d ır ıy o r d u .
S a h a n lık ta n döşem eyi kuşatan siyah ve beyaz karoların
M e le k R azie l’in şeklin i o lu ştu rd u ğu n u gö reb ilird in iz. Raziel
ö lü m c ü l o y u n c a k la rın ik isin i taşıyarak İdris te k i L yn G ölü nden
y ü k s e liy o rd u . P arıld ayan b ir k ılıç ve a ltın k a p la m a b ir kupa.
Bu, her Gölge Avcısı çocuğun bildiği b'ır imgeydi. Bin yıl önce
M elek Raziel, N efilim lerin atası olan Jonathan Shadowhunter
tarafından iblislerin yaydığı bir salgını yok etmek için çağırıl
mıştı. Raziel, Jonathan ı ölüm cül oyuncaklar ve bütün mühür
lerin yazılı olduğu Büyüler Kitabı’yla ödüllendirmişti. Aynı
zam anda insan kanına kanını karıştırm ış ve bunu Jonathan ve
M üritlerine içm eleri için verm işti. Bu sayede derileri mühürleri
taşıyabilecek ve ilk N efılim leri oluşturacaktı. Yükselen Raziel
im gesi G ölge Avcıları için kutsaldı: Bu Triptik olarak adlandı
rılm ıştı ve G ölge Avcıları’nın buluştuğu ya da öldüğü her yerde
bulunuyordu.
Enstitü girişinin döşemesindeki imge bir anıttı. Sebastian
Morgenstern ve peri halkından oluşan ordusu enstitüye dal
dıkları zaman döşemeler düz mermerdendi. Karanlık Savaş’ın
ardından Blackthorn çocukları enstitüye döndüklerinde, pek
çok kişinin öldüğü odayı yıkılmış hâlde bulmuşlardı. Bunların
yerine Gölge Avcıları’nın kanlarının aktığı taşlar yerleştirilmiş
ve kayıpların anısına bir duvar resmi yapılmıştı.
Emma ne zaman bunların üstünde yürüse, kendi ailesini ve
Julian’ın babasını hatırlıyordu. Önemi yoktu, zaten unutmak
istemiyordu.
“Hem burada olduklarını hem olmadıklarını söylerken kas
tettiğin Arthur’un burada olduğu muydu?” diye sordu Cristina.
Düşünceli bir şekilde aşağıdaki Melek’e bakıyordu.
“Kesinlikle hayır.” Arthur Blackthorn, Los Angeles Enstitüsü
başkanıydı. En azından, unvanı buydu. Klasikçi biriydi, Yunan
ve Roma mitolojisine takmıştı, sürekli çanak çömlek parçala
rı, dökülen kitaplar ve bitmek bilmez makalelerle, bir de mo
nografilerle tavan arasına kapanırdı. Emma, Gölge Avcıları’nı
*
ilg ile n d iren herh angi bir m eseleye karşı d o ğ ru d an b ir ilgi bes
le d iğ in i g ö rd ü ğü n ü sanm ıyordu. C ristin a’n ın e n stitü ye gelişin
d en itib aren , o n u n la b irlikte A rth u r B lack th o rn u gördükleri
zam an lar b ir elin p arm ak ların ı geçm ezdi. “T ab ii b u rad a yaşadı
ğ ın ı h a tırlam an beni şaşırttı.”
Cristina yüzünü ekşitti.
“Yüzünü ekşitme. Etkileyici anım ı bozuyorsun. Etkileyici
anım ın bozulmasını istemiyorum.”
“H angi etkileyici an?” diye sordu C ristina. “Duş alıp şu takı
m ı değiştirmek isterken neden beni buraya sürükledin? Ayrıca
kahveye ihtiyacım var.”
“Her zaman kahveye ihtiyacın vardır zaten,” dedi Emma.
Tekrar koridora ve binanın öteki kan adın a doğru yöneldi.
“Zararlı bir bağım lılık bu.”
Cristina bıyık altından İspanyolca kaba bir şeyler söyle
di. Yine de Emma’yı takip etti. Belli ki m erakı galip gelmişti.
Emma bir tur rehberi gibi geriye yü rüm ek için etrafında döndü.
“Pekâlâ, ailenin büyük bir kısm ı gü n ey k an atta,” dedi Emma.
“Önce Tavvy’nin odasında duracağız.” O ctavian Blackthorn un
odasının kapısı zaten açıktı. H enüz yed i yaşın d a olduğu için
m ahremiyete pek önem verm iyordu. E m m a kap ıd an girdi.
Cristina da yüzünde şaşkın bir ifa d ey le onu takip etti.
Oda parlak çizgili örtüsüyle k ü çü k b ir y a ta k ta n , neredeyse
Emma’nın boyunda bir oyun evin den ve k ita p la r ve oyun
caklarla dolu bir çadırdan oluşuyordu. “T a w y k âb u slar görü
yor,” dedi Emma. “Bazen Ju lian gelip ç a d ırd a o n u n la birlikte
u yu yor”
C ristina gü lü m sed i. “D i-annem k ü çü k bir kızken benim
için d e aynısını ya p a rd ı .”
46
Bir sonraki oda D rusillam n odasıydı. Dru 13 yaşındaydı ve
korku film lerine kafayı takmıştı. Slasher filmleri ve seri katiller
le ilgili kitaplar yerleri kaplıyordu. Duvarlar siyahtı ve pencere
lere eski korku film lerinin posterleri asılmıştı. “Dru korku film
lerine b a y ılır” dedi Emma. “İçinde kan veya dehşet ya da balo
geçen her şeye. N eden adına balo demişler merak ediyorum.”
“M ezuniyet balosunun kısaltm ası,” dedi Cristina.
“N eden İngilizceyi benden çok daha iyi konuşuyorsun ki?”
“İngilizce değildi,” diye dikkat çekti Cristina, Emma kori
dorda hızla ilerlerken. “Fransızcadan geliyor.”
“İkizlerin odaları karşılıklı.” Emma kapalı olan iki kapıya
işaret etti. “Bu Livvy’nin.” Bir kapıyı açtı ve karşılarına mükem
mel dekore edilmiş, tertemiz bir oda çıktı. Birisi yatak başlığını
çay fincanı desenleriyle tuhaf görünümlü bir kumaşla ustaca
kaplamıştı. Duvara çivilenmiş panolardan taklit mücevherler
sarkıyordu. Bilgisayar ve programlama dilleri üzerine kitaplar
yatağın yanında özenle raflara dizilmişti.
“Programlama dilleri,” diye bağırdı Cristina. “Bilgisayarı se
viyor mu?”
“Evet, Ty da öyle,” dedi Emma. “Ty bilgisayarları sever, mo
delleri düzenlemeyi sever, böylece analiz yapabilir, fakat mate
matikte pek iyi değildir. İşin matematik kısmını Livvy yapar,
yani bir takım oluştururlar.”
Bir sonraki oda Ty’ındı. “Tiberius Nero Blackthorn,” dedi
Emma. “Bana kalırsa, annesiyle babası ona isim koyarken biraz
aşırıya kaçmış. Birine Muhteşem Piç ismi vermeye benziyor.”
Cristina kıkırdadı. Ty’ın odası düzenliydi. Kitaplar renkleri
ne göre alfabetik şekilde sıralanmıştı. Ty’ın en sevdiği renklerdi
bunlar. M avi, altın rengi ve yeşil odanın ön kısmında ve yatağın
yakınındaydı. Sevm ediği renkler ise -tu ru n cu ve mor- köşe)ç
veya pencerenin önüne alın m ışlard ı. B ir başkasına rastgele g$
rünebiJirdi fakat Emma, T y’ın her bir cild in yerini bildiği^
kırkındaydı.
Komodinde en sevdiği k ita p la r vardı: A rthur Conan
D oyle’un Sherlock H olm es h ik âyeleri. B u n ların yanında uf^
oyuncaklardan oluşan bir k o leksiyo n y e r alıyo rd u. Julian bun.
ları yıllar önce, eline bir şey v erm en in T y’ı sakinleştirdiğini ve
odaklanm asını kolaylaştırdığını k eşfettiğ in d e onun için yap.
mıştı. Boru tem izleyicilerden o lu şan , k ıv rım lı bir topla farklı
şekillere sokulabilen ve b irb irin e o tu ran p arçalarıyla plastik si
yah bir küp vardı.
Cristina, Emma’ya bakın ca y ü z ü n d e b u ru k , sevecen bir
bakış olduğunu gördü. “T ib eriu s’tan d a h a ön ce bahsetmiştin.
Hayvanları sevendi.”
Emma başını salladı. “S ü rekli d ış a rıd a kertenkelelerle sin
capları rahatsız ederdi.” E n stitü n ü n ark a tarafın d a uzanan çölü
işaret etmek için kolunu salladı. H iç b ir ev in bulunm adığı, hiç
kim senin yaşam adığı bu el d eğ m em iş to p rak lar, sahili vadi
den ayıran dağların bayırların a k a d a r u z a n ıy o rd u . “Umarım
Ingiltere’de kurbağa yavruları, k u rb a ğ a la r ve d e lik te kurbağalar
toplayarak eğleniyordun”
“O bir yem ek!”
“Olamaz,” dedi Emma, ko rid o rd a ile rle rk e n .
“Bir sosis yem eği!” diye karşı ç ık tı C ris tin a . B u sırada Emma
diğer kapıya gelmiş, kapıyı açıyo rd u . İçerisi d ışarıd ak i deniz
ve gökyüzüyle aynı m aviye b o yan m ıştı. G ü n d ü zleri onların
bir parçası gibi görünüyor, m av iliğin a ra s ın d a süzülüyordu.
D uvarlar resimlerle kaplıydı. Ç ö le b akan d u v a ra boydan boya
dikenden çitlerle etrafı çevrilm iş bir şato çizilm işti. Şatoya doğ
ru kırık k ılıc ıy la atlı b ir prens ilerliyordu.
“La Bella D u rm ien te ,” dedi C ristin a. Uyuyan Güzel. “A m a
bu kadar acık lı b ir hikâye o lduğu n u y a d a prensin böylesi m ağ
lup o ld uğu n u h atırlam ıyo ru m .” E m m aya baktı. “H üzünlü b ir
çocuk m u d u r Ju lian ?”
“H ayır,” d ed i E m m a, p ek o ralı olm ayan b ir tavırla. Jules g it
tiğinden beri o d asın a h iç girm em işti. G örünüşe b akılırsa Jules
gitm eden önce o d asın ı tem izlem em işti. Yerde kıyafetler vardı
ve yarı k aralan m ış d esenleri m asasına y ay ılm ıştı. K om odinin
üstündeki k u p a n ın için d e m uh tem elen çoktan kalıp h â lin i a l
mış kahve vard ı. “D ep resif falan değildir.”
“Depresifle hüzünlü aynı şey değil,” dedi Cristina.
Oysa Emma, Julian ın hüzünlendiğini düşünmek istemi
yordu. Hele eve dönmesine bu kadar az vakit kalmışken. Artık
geceyarısını geçtiğine göre, teknik açıdan yarın eve dönüyordu.
İçi bir heyecanla ürperdi ve rahatladı.
“H adi gel.”
Emma odadan koridora çıktı. C ristina onu izledi. Emma
elini kapalı bir kapının üstüne koydu. D iğerleri gibi bu kapı da
ahşaptı. Yüzeyi uzun zam andır kimse temizlememiş veya zım
paralamamış gibi tırtık tırtıktı.
“Burası M ark’ın odası,” dedi Emma.
Her Gölge Avcısı, M ark Blackthorn u ismen bilirdi. Yarı
peri, yarı G ölge Avcısı olan bu oğlan K aranlık Savaş’ta esir alın
mış, peri halkın ın en acım asızları tarafından tercih edilen Vahşi
Av’ın parçası hâline getirilm işti. Bunlar ayda bir gökyüzünde
dolaşarak savaş alanlarını ziyaret eder, cani şahinler gibi korku
ve ölüm den beslenirdi.
49
Mark her zaman şefkatli biri olmuştu. Emma hâlâ öyle olup
olmadığını merak ediyordu.
“Mark Blackthorn buraya gelmemin nedenlerinden biri
siydi,” dedi Cristina, biraz çekingen. “Bir gün Soğuk Barıştan
daha iyi bir anlaşmaya aracılık yapabilmek her zaman hayalim
di. Aşağı Dünyalılar ve onları sevebilecek Gölge Avcıları açısın
dan daha adil bir anlaşma.”
Emma’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Bunu bilmiyordum.
Daha önce hiç bahsetmemiştin.”
Cristina etraflarına doğru işaret etti. “Benimle bir şey pay
laştın,” dedi. “Blackthornları paylaştın. Ben de seninle bir şey
paylaşmam gerektiğini düşündüm.”
“Buraya geldiğine sevindim,” dedi Emma düşünmeden.
Cristina kızardı. “Bir bakıma M ark için olsa dahi sevindim. Ve
nedenine dair başka bir şey anlatmayacak olsan da.”
Cristina omuz silkti. “Los Angeles’ı seviyorum .” Emmaya
yandan muzipçe gülümsedi. “Kötü film ler izleyip dondurma
yemek istemediğine emin misin?”
Emma derin bir nefes aldı. Julian’ın bir keresinde söylediği bir
şeyi anımsadı. Bir şeyleri kaldıramadığı zamanlarda belli durum
larla duyguları bir kutuya kapattığını hayal ediyordu. Kapat on
ları, demişti, böylece canını sıkmayacaklardır. Yok olup gitmişlerdir.
Emma o anda sokakta gördüğü cesede, Sebastian
Morgensten’e, Konseye, Cameron’la ayrılığın a dair anımsa
dıklarını; cevaplara duyduğu ihtiyacı, ailesinin ölümünden
dolayı dünyaya duyduğu nefreti, ertesi gün Ju lian ’la diğerlerini
görmek için duyduğu hevesi alıp bir kutuya kapattığını hayal
ediyordu. Bu kutuyu kolaylıkla bulabileceği ve tekrar kapağını
açabileceği bir yere koyduğunu düşledi.
“Emma?” dedi Cristina tedirgince. “Sen iyi misin? Kusacak
gibi duruyorsun da.”
Kutunun kilidinden tık diye bir ses çıktı. Emma zihninde bu
kutuyu bir kenara koymuş, gerçekliğe dönmüştü. Cristinaya
gülümsedi. “Dondurmayla kötü filmler kulağa harika geliyor,”
dedi. “Hadi gidelim.”
51
Emma, enstitüde yaşadığı yıllar boyunca bu sahil boyunca
kaç kilometre koştuğunu düşündü. H er gün beş kilometre. Ve
antrenman salonunda geçirilen 3 saatin ardından yapıyordu
bunu. Emma vücudundaki yaraların yarısını kendisi açmıştı.
Yüksek çatı kirişlerinden atlamaya, çıplak ayakla kırık camlar
üstünde idman yaparak acıya rağm en savaşm aya alıştırmıştı
kendini.
En kötü yarası önkolundaydı ve bu yarayı da bir bakıma
kendisi açmıştı. Annesiyle babasının öldüğü gün, Cortanadan
gelmişti. Julian kılıcı E m m anın çıplak kolların a yerleştirmiş,
Emma akan kanlara ve acısına rağmen bunu taşım ış, kılıç etini
keserken ağlamıştı. Sonuçta, kolu boyunca uzun, beyaz bir iz
kalmıştı. Bazen kolsuz elbiselerle kolsuz penyeler giymekten çe
kinmesine yol açan bir izdi bu. D iğer Gölge Avcıları bu yaraya
bakacak, nereden geldiğini merak edecek diye endişeleniyordu.
Gerçi Julian asla bu yara izine bakm azdı.
Emma doğruldu. Okyanus çizgisinden sahilin üstünde yük
selen tepedeki, cam ve taşlardan oluşan enstitüyü görebiliyor
du. Arthur’un çatı katındaki odasının oluşturduğu çıkıntıyı,
hatta kendi yatak odasının karanlık penceresini görebiliyordu.
O gün orada huzursuzluk içinde uyum uş, ölü fani adamı, vü
cudundaki işaretleri, annesiyle babasının cesedinin üstünde
işaretleri görmüştü rüyasında. O nları öldüreni bulduğu zaman
ne yapacağına dair bir hayal canlandırm aya çalıştı kafasında.
Verebileceği fiziksel acının kaybettiklerini bir parça olsun telafi
edip edemeyeceğini merak ediyordu.
Rüyasında Julian da vardı. Tam olarak ne görmüştü hatırla
m ıyordu. Fakat uyandığı zaman zihninde ona dair net bir resim
oluşm uştu. Koyu kahverengi bukleleri ve o şaşırtıcı yeşil-mavi
gözleriyle uzun ince Jules’u görmüştü. Kara kirpikleriyle soluk
tenini, stresli zam anlarında tırnaklarını yemesini, silahları ta-
şırkenki güvenini, fırçalarla boyaları tutarkenki daha da büyük
güvenini.
Ertesi gün eve dönecek olan Julian’ı görmüştü rüyasında.
Neler hissettiğini, ailesine dair herhangi bir ipucu bulm ak için
ne kadar beklediğini tam olarak anlayan Julian ı. Dünyanın bir
denbire dehşetengiz olasıklarla dolu göründüğünü anlayacak
olan Julian ı. Parabatai seremonisine başkanlık eden eski Sessiz
Kardeş Jem , Ju lian ın Em m a için ne ifade ettiğini nasıl da söy-
leyivermişti: “için d ek i ezgiyi anlayan kişi.”
Em m a tek b ir enstrüm an dahi çalm ayı bilm iyordu, fakat
Julian onun için d ek i ezgiyi anlıyordu. Bu, intikam ın ezgisi
olsa da.
Okyanustan karanlık bulutlar yükseliyordu. Yağmur yağacak
tı. Emma, Jules’ü aklından çıkarmak için tekrar koşmaya başla
dı ve enstitüye giden toprak yolda ilerledi. Binaya yaklaştığın
da yavaşlayıp baktı. Merdivenlerden inen bir adam vardı. Uzun
boylu, ince biriydi. Karga tüyü renginde uzun bir palto giymişti.
Saçlarına aklar düşmüştü. Genellikle siyah giyerdi. Emma soya
dının nereden geldiğini merak ediyordu. Bir büyücü adına sahip
olmasına karşın büyücü değildi Johnny Rook. Başka bir şeydi.
Johnny Rook, Emma’yı görünce açık kestane renkli gözleri
kocaman açıldı. Emma depar atmaya başladı. Binanın köşesin
den dönüp uzaklaşmadan önce önüne çıktı.
Tam önünde kayarak durdu ve yolunu kesti. “Burada ne işin
var?
Johnny Rook’un tuhaf tuhaf bakan gözleri etrafı taradı, bir
kaçış yolu arıyordu. “Hiç. Sadece uğradım.”
53
“Diana’ya Hayalet Pazar’a geldiğim e dair herhangi bir ?Cy
söyledin mi? Şayet söylediysen...”
Johnny kendine çekidüzen verdi. G özlerinin yanı sıra yft.
zünde de bir tuhaflık vardı. Adeta m ağlup b ir ifadeydi, sanki
gençken başına korkunç, teninde bıçak izleri bırakan türden bir
şey gelmişti başına.
“Enstitü başkanı sen değilsin Em m a C arstairs,” dedi. “Sana
verdiğim bilgi yeterliydi.”
“Konuşmayacağını söylemiştin!”
“Emma.” Emma’nın adı sertçe, kararlılıkla çıkmıştı bir ağız
dan. Emma ağır ağır dönüp de akşam rüzgârıyla savrulan dalga
lı saçlarıyla Diana’nın onu merdivenlerin tepesinden izlediğini
görünce içi pişmanlıkla doldu. Diana bir başka uzun, şık elbise
giymişti ki bu hâliyle olduğundan daha uzun boylu ve azamet
li görünüyordu. Bunun yanı sıra öfkeden deliye dönmüşe de
benziyordu.
“Sanırım mesajlarımı gördün,” dedi Emma.
Diana cevap vermedi. “Bay Rook’u rahat bırak. Konuşmamız
lazım. Tam on dakika içinde seni ofisimde görm ek istiyorum,”
dedi.
Diana arkasını dönüp enstitüye girdi. Emma, Rook’a düş
manca bir bakış attı. “Seninle yapılan anlaşm aların gizli kalma
sı gerekiyor,” dedi, işaret parmağını Rook’un göğsüne bastırıp.
“Çeneni kapalı tutacağına dair söz vermemiş olabilirsin ama
insanların senden bunu istediğini ikim iz de biliyoruz. Bunu
beklediğini.”
Johnny Rook’un ağzına hafif bir gülümseme yayıldı. “Beni
korkutmuyorsun Emma.”
“Belki de korkutsam iyi olur.”
“Nefılimlerın gülünç yanı da bu işte,” dedi Rook. “Aşağı
Dünya’yı biliyorsunuz ama içinde yaşamıyorsunuz.” Rook du
daklarını Emma’nın kulağına götürdü. Rahatsız edici derecede
yaklaştırmıştı. Konuşurken nefesi Emma’nın tüylerini diken
diken etti. “Bu dünyada senin yapabileceklerinden çok daha
korkunç şeyler var, Emma Carstairs.”
Emma hışımla ondan uzaklaştı, arkasını döndü ve koşarak
enstitü merdivenlerini çıktı.
57
şey JuJian’dı. Bir de intikam isteğin. Çünkü annenle babanın
ölümünden sorumlu olan Sebastian değildi, zira öyle olsaydı
onu nasıl cezalandırabilirdin?” Derin bir nefes aldı. “Johnny
Rook’un sana bir dizi cinayet olduğunu söylediğini biliyorum.
Haklı. Dünkünü de sayarsak toplamda 12 cinayet oldu. Katile
dair hiçbir iz kalmadı ortada. Hiçbir kurbanın kim liği belirle
nemedi. Dişleri kırılmış, cüzdanları alınmış, parmak izleri yok
edilmiş.”
“Peki Sessiz Kardeşlerin bundan haberi yok muymuş?
Konseyin, D ivanin?..”
“Varmış. İşte hoşuna gitmeyecek kısım da burada başlıyor.”
Diana tırnaklarını masasının cam yüzeyine vurdu. “Ölenlerin
çoğu peri halkından. Dolayısıyla mesele Scholomance’ın,
Yüzbaşıların ve Sessiz K ardeşlerin meselesi hâline geliyor.
Enstitülerin değil. Sessiz K ardeşlerin her şeyi biliyor. Konsey
biliyor. Bize kasten söylemiyorlar çünkü işin içine girmemizi
istemiyorlar.”
“Scholomance mı?”
Scholomance, Gölge A vcılarının tarihine dair bir şeydi.
Karpatya Dağları’nın yanlarına oyularak yapılm ış soğuk kule
lerle koridorların oluşturduğu bir şatoydu burası. Yüzyıllar bo
yunca Gölge Avcıları’nın en seçkin kesim inin iblislerle Aşağı
D ünyadan gelen çifte tehditlere karşı eğitildiği bir yer olarak
varlık göstermişti. Birinci Anlaşm alar im zalandığında kapan
mıştı: Aşağı D ünyalılarla Gölge Avcıları’nın artık savaş hâlinde
olm adığına dair inancın göstergesiydi bir nevi.
Tabii, Soğuk Barış’la birlikte, bu okullar yeniden açılmıştı ve
çalışır hâldeydi. Buraya kabul edilm ek için kişinin bir dizi zorlu
sınavdan geçmesi gerekiyordu ve okulda öğrenilenleri herhangi
58
biriyle paylaşmaları yasaktı. Buradan mezun olanlara Yüzbaşı
deniyordu. Akademisyen ve efsanevi savaşçılardı bunlar. Emma
daha önce bir yüzbaşıyla hiç tanışmamıştı.
“Adil olmayabilir ama gerçek bu.”
“Peki ya işaretler? Annemle babamın cesetlerinde bulunan
işaretlerle aynı olduklarım itiraf ettiler, öyle değil mi?”
“Hiçbir şey itiraf etmediler,” dedi Diana. “Bu işi ele alacak
larını söylediler. İşlerine karışmamamızı, emrin Divandan gel
diğini söylediler.”
“Peki cesetler?” dedi Emma. “Cesetler, onları kaldırmaya ça
lıştıklarında annemle babamınki gibi yok olmuş mu?”
“Emma!” D iana ayağa fırladı. Siyah saçları yüzünün etrafın
da harika bir bulut oluşturuyordu. “Perilerin başına gelenlere
karışmıyoruz artık. Soğuk Barış bu demek. Bunu yapmama
mızı öneren Konsey değil. Perilerin işlerine karışmamız yasak.
Bu işin içine girersen, sonunda etkilenen sadece sen ve Julian
olmayacaksınız.”
Diana masasındaki kâğıt ağırlıklarından birini almış da
Emma nın göğsüne vurmuştu sanki. “Julian mı?”
“Her sene ne yapıyor? Soğuk Barış’m yıldönümünde?”
Emma burada, bu ofiste otururken Julian’ı düşündü. 12
yaşına bastığından beri, her senesini. Oraya buraya sürtülmüş
dirsekleriyle yırtık kotlarını. Elinde kalemi ve mürekkebi sakin
ce oturur, Konseye kız kardeşi Helen’in Wrangel Adası’ndan
gelmesi için m ektup yazar, bunun için izin vermelerini isterdi.
Wrangel Adası tüm dünyayı koruyan yerlerin merkeziydi.
Bin sene kadar önce belli iblislere karşı yeryüzünü korumak
için çeşitli büyülerle kurulmuştu. Aynı zamanda, kilometre
lerce uzakta, Kuzey Buz Denizi’nde bulunan ufacık bir buz
59
kiitiesiydi. Soğuk Barış ilan edildiği zaman, Helen oraya gön
derilmişti. Konsey bunun koruyucu koğuşlar üzerine araştır
ma yapma amaçlı olduğunu söylemişti ama herkes asıl amacın
sürgün olduğuna inanıyordu.
O günden beri Helen’in birkaç kez evini ziyaret etmesine
izin verilmişti. Konsül’ün kızı A line P enhallow ’la evlenm ek için
İdris’e gelmesi de bu ziyaretlere d âh ildi. A n cak böylesi güçlü
bir bağlantı bile onu kurtaram am ıştı. Ju lia n h er sene dilekçe
yazıyordu. Ve her sene talebi reddediliyordu.
Diana daha yum uşak bir sesle kon uştu . “K onsey her sene
reddediyor çünkü Helen’in bağlılığı peri h a lk ın a karşı olabilir.
Emirlerine karşı peri cinayetlerini araştırd ığ ım ız ı düşünürlerse
nasıl görünür bu? Onu bırakm a ih tim a lle rin i n a sıl etkiler?”
“Julian benden...” diye söze başladı E m m a.
“Julian elini kesmesini istesen e lin i keser. Y in e de bu, on
dan elini kesmesini istem en gerektiği a n la m ın a gelm ez.” Diana
şakakları ağrıyormuş gibi ovuşturdu. “İn tik am b ir aile değil
dir Emma. Bir dosttur, soğuk bir y a ta k ark ad a şıd ır.” Elini in
dirip pencereye doğru yöneldi. B aşını çevirip E m m a ya baktı.
“Neden enstitüdeki bu işi kabul ettim b iliy o r m u su n ? Ve sakın
bana alaycı bir cevap verm e.”
Emma gözlerini yere dikti. Yer y er m avi ve b eyaz karolardan
oluşmuştu burası. Karoların için de desen ler v a rd ı: B ir gül, bir
şato, bir kilise kulesi, bir m elek k a n ad ı, b ir k u ş sü rü sü ... Her
biri farklıydı.
“Soğuk Savaş sırasında A licante’d e y d in ,” d e d i E m m a, tutuk
bir sesle. “Ju lian ... Ju lian babasını d u rd u rm a k z o ru n d a kaldı
ğında oradaydın. Savaştığım ızı gö rd ü n ve cesur olduğumuzu
düşündün, bize yardım etm ek istedin. H ep b u n u d ersin .”
60
“Gençken gerçekten olduğum kişiye dönüşmeme yardım
eden birisi vardı,” dedi Diana. Emma kulak kesildi. Diana
hayatından çok nadir bahsederdi. W rayburnler nesiller boyu
meşhur bir Gölge Avcısı ailesi olmuştu, fakat Diana bunların
sonuncusuydu. H içbir zaman çocukluğundan, ailesinden bah
setmemişti. Sanki hayatı A licante’de babasının silah dükkânının
başına geçtiğinde başlam ıştı. “Senin de gerçekten olduğun kişi
ye dönüşmene yardım etm ek istedim .”
“Yani?”
“N eslinin en iy i G ölge Avcısı,” dedi D iana. “Hayatım da
senin gibi antrenm an yap an , senin gibi savaşan birini görme
dim. İşte tam da bu yüzden, yaraların ı kapatm ayacak bir şey
uğruna sahip o ld u ğu n potansiyeli bir kenara attığını görmek
istemiyorum.”
Potansiyelim i b ir kenara atm ak m ı? D iana bilmiyor, anlam ı
yordu. A ilesinden kim se K aranlık Savaş’ta ölmemişti. Üstelik
Emmanın annesiyle babası savaşırken de ölmemişti. İşkence
görmüş, uzuvları kesilm iş, katledilm işlerdi. Belki de bu gibi an
larda, kısa, uzun y a da sonsuza dek sürmüş o anlarda, yaşamla
ölüm arasında onun adın ı haykırm ışlardı.
Kapıya sertçe vuruldu. A çıldığında Cristİna’yla karşılaştılar.
Cristina kotla kazak giym işti ve yanakları onları bölmekten uta-
nıyormuş gibi kızarm ıştı. “Blackthorn’lar,” dedi. “Eve döndüler.”
Emma, D iana ya her ne diyecekse tam am en unuttu ve kapı
ya doğru döndü. “Ne? Yarına kadar dönm eyeceklerdi!”
Cristina çaresizce om uz silkti. “Girişe portalla gelmiş başka,
büyük bir aile de olabilir.”
Emma elini göğsüne koydu. C ristina haklıydı. Bunu hisse
debiliyordu: Ju lian gittiğin d en beri göğsünde hissettiği o hafif
6i
sızı birdenbire hem kötüleşmiş hem iyileşm işti. Acısı azalmış
daha çok yüreği pırpır eder gibiydi.
Emma ofisten fırlayıp çıktı. Ç ıp lak ayak lan koridorun cila.
lanmış sert ahşaplarına vuruyordu. Son sürat merdivenlerden
inmeye başladı, basamaklardan ikişer ikişer atlıyor, sahanlığa ge
lince dönüveriyordu. Şimdi sesleri de du yab iliyo rdu. Dru’nun
yüksek, yumuşak sesiyle bir soru sordu ğu nu , Livvy’nin cevap
verdiğini işitti.
Derken inmişti işte, antreye bakan ik in ci kattak i galeridey
di. Etraf binbir türlü değişik renkle gü n d ü z vakti gibi aydın
lanmıştı. Gözden kaybolan portalın ard ın d a bıraktığı ışıklardı
bunlar. Odanın ortasında B lackthorn ailesi duruyordu: Julian
15 yaşındaki ikizlerin, Livvy’yle T y’ın tepesinde yükseliyordu.
Yanlarında en küçükleri Tavvy’nin elin i tu ta n D rusilla vardı.
Tavvy uykusu varmış gibi d ikiliyo rd u . B u k leli başını Drünun
koluna yaslamış, gözlerini kapatm ıştı.
“Döndünüz demek!” diye bağırdı E m m a.
Hep birlikte başlarını k ald ırıp E m m aya baktılar.
Blackthornlar birbirlerine epey benzeyen b ir aile olmuştu her
zaman: Acı çikolata renginde ayn ı d a lg a lı saçlara, aynı mavi-
yeşil gözlere sahiplerdi. B ununla b irlik te, k ü l rengi gözleri, ince
vücudu ve dağınık siyah saçlarıyla T y a ile n in öteki tarafından
gelmişe benziyordu.
D ru ve Livvy gülüm süyordu. T y b itk in c e başını sallarken
onu gördüğüne sevinmiş gib iyd i. A n cak E m m a’y ı asıl gören
Ju lian d ı. Ju lian ona baktığında E m m a ü st k o lu n d ak i parabatai
m ü h rü n ü n sızladığını hissetti.
E m m a m erdivenlerden koşarak in d i. Ju lia n , Dru’ya bir
şey söylem ek için eğilm işti. D erken d ö n ü p hızlı adımlarla
E m m a’ m n y a n m a g e ld i. E m m a ’ n ın tü m g ö rü ş a la n ın ı d o ld u -
ru v e r m iş ti. T e k g ö r e b i ld iğ i J u l i a n d ı . M e le k d e s e n iy le k a p lı d ö
şem ed e i le r le r k e n g ö r ü n e n J u li a n d e ğ ild i sa d e c e , a d ın ı v e rd iğ i
m e le k b ı ç a k la r ı n ı o n a u z a t a n , a r a b a s o ğ u k o ld u ğ u n d a h e r za
m an o n a b a t t a n i y e v e r e n , S e s s iz Ş e h ir ’d e b e y a z , a ltın re n g i a le v
ler a r a la r ı n d a y ü k s e l i r k e n parabatai y e m i n le r in i e ttik le r i sırad a
k a rş ıs ın d a d u r a n J u l i a n d ı a y n ı z a m a n d a .
A n t r e n i n o r t a s ı n d a k a r ş ı la ş t ıla r v e E m m a k o lla r ın ı b o y n u n a
d o la d ı. “J u le s ,” d e d i. J u l i a n o n a s a r ılır k e n a ğ zı o m z u n d a o ld u ğ u
iç in sesi b o ğ u k ç ı k m ı ş t ı . O n u n t a n ı d ı k k o k u s u n u iç in e ç e k e r
k en parabatai y e m i n l e r i z i h n i n d e d ö n ü y o r d u : K a r a n fil, sa b u n ,
tu z k o k u y o r d u .
63
“Sonra porraiJa burası yerine y a n lışlık la Londra’ya gönder
di bizi,” dedi Livvy, Emma’ya sarılm ak iç in öne atılarak.
bize bir başka portal açacak birin i b u lm am ız gerekti. Diana!”
Livvy, Emmayı bırakıp eğ itm en in e selam verm ek için gitti.
Bir süre etrafı bir şamata aldı. Sorular, selam laşm alar, kucaklaş
malar. Tavvy uyanmıştı ve m ah m u rca etrafta geziniyor, insanları
kolundan çekiştiriyordu. Em m a, T a w y ’n in saçların ı karıştırdı.
Senin halkın benim halkımdır. J u lia n ’ın ailesi parabatai ol
duklarında Emma’nın da ailesi o lm u ştu . B u açıd an bir tür ev
lilik sayılırdı.
Emma, Juliana doğru baktı. Ju lia n tü m d ik k a tiy le ailesinde-
kileri izliyordu. Sanki Emma’n ın o rad a o ld u ğ u n u unutmuştu.
Ve tam o sırada, Emma’nın zihni a ç ıld ı ve J u lia n ın hangi açılar
dan farklı göründüğünü anladı.
Julianın saçları hep kısa ve ra h a ttı, fa k a t In g iltere’de saçları
nı kesmeyi unutmuş olm alıydı. S aç la rı u zam ış, Blackthorn’lara
özgü o gür, enfes dalgaları alm ıştı. U ç la rı k u la k la rın ı geçiyor
du. Esmerleşmişti. Emma gö zlerin in re n g in i bilm iyo r değil
di ya, aynı anda çok daha p arlak ve k a r a n lık görünüyorlardı.
Okyanusun o yoğun m avi-yeşili y ü z e y d e n b ir kilo m etre aşağıda
gibiydi. Yüzünün şekli de d eğ işm işti. Ç o c u k lu ğ u n yumuşak
lığının yerini yetişkinlere özgü h a tla r a lm ış , hafiften sivri çe
nesinden çene kem iğinin çizgisi o rta y a ç ık m ış tı. A ynı şekilde,
kanat biçimindeki kürek k em ik leri tiş ö rtü n ü n h em en altından
görülebiliyordu.
Emma başını çevirdi. E ndişelen m iş g ib i k a lb i hızlı hızlı çar
pıyordu. Şaşırmıştı. K ızgınlıkla d iz ü stü ç ö k ü p T avvy’ye sarıldı.
Tavvy ona gülümsediğinde “D işin d ü şm ü ş,” d ed i. “Ne kadar
dikkatsizsin.”
64
“Dru bana perilerin uyurken dişlerimi çaldığını söyledi,”
dedi Tavvy.
“Çünkü bunu ona ben söyledim,” dedi Emma doğrulurken.
Birinin koluna hafifçe dokunduğunu hissetti.
Julian’dı. Parmağıyla tenine bir şeyler yazmaya başladı.
Hayatları boyunca yaptıkları bir şeydi bu, sıkıcı ders çalışma
saatlerinde ve yetişkinlerle vakit geçirirken sessizce iletişim kur
mak için bir yol bulmaları gerektiğini fark ettiklerinden beri.
İ-Y-İ M -I-S -t-N ?
Em m a, J u lia n ’a o n a y la r b ir şek ild e b aşın ı sallad ı. Ju lia n ona
bir parça e n d işe y le b a k ıy o rd u , k i bu E m m a y ı rah atlatm ıştı.
T anıdık g e lm işti. S a h id e n o k ad ar fark lı m ı gö rü n ü yo rd u ? D aha
az zayıf, d ah a k a s lıy d ı, b u n u n la b irlik te in ce kaslard ı bunlar.
Emma’n ın h ep o la ğ a n d ışı g ü z e llik le rin e h ayran k a ld ığ ı y ü z ü
cülere b e n z iyo rd u . H â lâ d e ri, m id y e k a b u ğ u ve d en iz taşın d an
oluşan a y n ı b ile k lik le ri ta k ıy o rd u . E lleri h â lâ y e r yer b o ya leke
leriyle k a p lıy d ı. H â lâ J u lia n ’d ı.
“Ç o k e s m e r le ş m iş s in iz ,” d iy o r d u D ia n a . “N asıl b u k a d a r
esm erleştin iz h e p in iz ? İ n g ilte r e ’d e s ü re k li y a ğ m u r y a ğ a r sa
n ırd ım !”
“Ben e sm e rle şm e d im ,” d e d i T ib e riu s k ayıtsız ca. D o ğru yd u ,
esm erleşm em işti. T y g ü n e şte n n efret ed erd i. N e zam an hep be
raber d en ize g itse le r T y ı k o rk u tu c u derecede b ü y ü k b ir şem siye
altında, b ir d e d e k t if h ik â y e s i o k u rk e n b u lu rd u n u z .
“B ü y ü k te yz e m M a rjo rie a n tre n m a n la rım ız ı b ü tü n g ü n d ı
şarıda y a p tır d ı,” d e d i L ivvy. “E h, T avvy iç in a y n ısı g eçerli d e ğ il
di tabii. O n u iç e rid e tu ttu ve b ö ğ ü rtle n li jö le y le b esled i.”
“T ib e riu s s a k la n d ı,” d e d i D ru silla . “A h ırd a .”
“S a k la n m ıy o rd u m ,” d e d i Ty. “S tra te jik b ir ç e k ilm e y d i b u .”
w
“Saklanıyordun,” dedi Dru, kaşlarını çatarak. Ö rgüleri Saç)a
rınm iki yanından Pippi Uzunçorap’ın k i g ib i çıkıyordu. Em^
şefkatle bir tanesini çekiştirdi.
“Ağabeyinle tartışma,” dedi Ju lian ve T y’a d ö n d ü . “Kardeşi^
tartışma, ikiniz de yorgunsunuz.”
“Yorgun olmanın tartışmamakla ne alak ası var?” diye sordu
66
elini uzatıp p a rm ağ ın ı hafifçe Ju lia n ın ten in d e gezdirm eye baş
ladı.
S -E -N -İ-N -L -E K -O -N -U -Ş -M -A -M G -E -R -E -K , yazdı.
Ju lian , E m m a y a b ak m ad an e lin i in d irip E m m a’n ın ön ko lu
na yazdı. N - E - Y - L -E 1 -L -G - İ -L - E
Antre kap ısı a ç ılıp D ian a’n ın ark asın d an kap an d ı. B u sırada
içerisi y a ğ m u rla rü zg ârın so ğ u ğ u y la d o lm u ştu . E m m a, Ju lian a
bakm ak için d ö n erk en y ü z ü n e su g eld i. “Ö n e m li,” d ed i. A caba
bunu g ü v en sizlik le m i sö ylem işti, m erak ed iyo rd u . D ah a önce
hiç J u lia n a ö n e m li b ir şey k o n u şm a k isted iğ in i sö ylem em işti.
O nunla k o n u şm a sı g e re k tiğ in d e Ju lia n b u n u n c id d i o ld u ğ u n u
anlardı. “S a d e c e ...” S u stu . “A rth u r’a u ğ ra d ık ta n so nra o d am a
gel.”
Ju lian b ir an te re d d ü t e tti. S a ç ın ı y ü z ü n ü n ö n ü n d en çeker
ken b ile k lik le rin d e k i c am ve m id y e k a b u k la rı tın g ırd a d ı. L ivvy
çoktan T avvy’y le b ir lik te y u k a r ı ç ık m ıştı. D iğ erle ri de o n u iz
liyordu. E m m a k ız g ın lığ ın ın a n ın d a y u m u şa y ıp su ç lu lu k d u y
gusuna d ö n ü ş tü ğ ü n ü h isse tti. Ju le s’ ü n y o rg u n o ld u ğ u b e lliy d i.
Hepsi b u y d u .
“T abii ç o k y o rg u n d e ğ ilse n ,” d e d i E m m a.
Ju lian b a şın ı s a lla d ı. Y ü zü n d e o k u n m a z b ir ifad e vard ı.
O ysa E m m a, J u lia n ın y ü z ifa d e sin i h er zam an o k u y a b ilird i.
“G elirim ,” d e d i ve e lin i E m m a m n o m z u n a k o y d u . H afif, b ir
an lık b ir h a re k e tti b u . S a n k i ik i a y d ır a y rı d e ğ ille rm iş g ib i.
“Seni te k rar g ö rm e k g ü z e l,” d e d i ve L iv v y’ n in a rk asın d a n m er
divenleri ç ık m a k iç in d ö n d ü .
Elbette A rth u ru görmeye gitm ek zorunda, d iy e d ü şü n d ü
Em m a. B ir in in tu h a f g ö z e tic ile rin e B la c k th o rn la n n d ö n d ü ğ ü
nü hab er v e rm e si g e re k iy o rd u . V e e lb e tte y o rg u n d u . T a b ii k i
67
kırk lı g ö rü n ü yo rd u . B ir süre g ö rm e d iğ in iz z a m a n , insanlar öy|e
g ö rü n ü rd ü . Eski h âllerin e d ö n m eleri b ir ik i g ü n alırd ı: Rahat
Yakın. E m in.
E m m a e lin i gö ğsün e g ö tü rd ü . J u lia n , I n g ilte re ’deyken hi$.
settiği ağrı, birisi k a b u rg a la rın ı la stik b a n tla sıkıştırıyorm uşça.
sın a nefret ettiğ i o his, g itm işti. Ş im d i k a lb in d e g arip bir sıZl
h issed iyo rd u .
1
3
AY HER PARILDADIĞINDA
DÜŞLERİ DE BERABERİNDE GETİRİR
Emma sahilde duruyordu. O rada başka kim seler yoktu, etra f bom
boştu. Geniş kum a la n la n E m m a n ın her ik i tarafindan uzanıyor,
bulutlu gökyüzündeki güneşin a ltın d a m ika p arçalarıyla hafiften
ışıldıyordu.
73
Okyanus Em m a’n ın önünde uzanıyordu. İçinde yaşayan can
lıla r kadar güzel ve b ir o kadar ölüm cül görünüyordu. Sert, so
luk renkli böğürleriyle dev beyaz köpek balıkları, K ra l Edıvard
döneminden kalma şezlonglar m isali siyah-beyaz çizgileriyle ka
til balinalar. Em m a okyanusa bakarken her zam an hissettiği şeyi
hissediyordu: B ir tür arzu ve dehşet karışım ı b ir şey. A şın hızlı
araba kullanmaya, çok yükseklerden atlamaya, silahsız bir şekilde
b ir savaşın içine girmeye benzeyen b ir istek g ib i o soğuk yeşil sulara
atlama arzusu.
Arthur olsa buna Thanatos derdi. Ölm ek için duyulan bir
istek. Sular b ir hayvanın feryadına benzer b ir ses çıkararak geri
çekilmeye başladı. Em m a’d an h ızla uzaklaşarak ardında ölmekte
olan balıkları, b ir yığ ın deniz yosunu, gem i enkazlarından ka
lan kalıntıları, okyanusun dibindeki döküntüleri bıraktı. Emma
kaçması gerektiğinin farkındaydı, fa k a t sular birleşerek bir kule
g ib i tepesinde berrak kenarlarıyla dev b ir duvar m isali yükselirken
felç olmuş g ib i kalakalm ıştı. Çaresiz yunuslarla sağa sola savrulan
balinaların bu duvarın kızgın kenarlarında hapsolduğunu görebi
liyordu. Em m a b ir çığlık attı ve annesiyle babasının cesetlerini gö
rünce dizleri üstüne çöktü. Giderek yükselen suyun içinde, camdan
oluşan devasa b ir tabuttaymışçasına m ahsur kalm ışlardı. Annesi
gevşemiş ve seğiriyor, babasının eli kızgın dalgaların köpükleri
arasından ona uzanıyordu...
74
Emma gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Pijamaları
içinde yatağa girm eden uyuyakalm ıştı.
G özlerini ovuşturarak bacaklarını yatağın kenarından aşağı
uzattı. Jules’ü beklem ek için yatağa uzanm ıştı. Gömme dolabı
nın kapısı ve ışığı açıktı.
Ju lian a yen i fotoğrafları gösterm ek istem işti. O na her şeyi
anlatm ak, sesini du ym ak istem işti. O teselli edici, tanıdık, se
vecen sesini. B ir sonraki adım ını çözmesi için söyleyeceklerini
dinlem ek.
A ncak Julİan gelm em işti.
Em m a ayağa kalkıp bir sandalyenin arkalığına astığı kazağı
nı aldı. K om odinin üstündeki saate şöyle bir bakınca sabahın
üçü o ld uğu n u gördü. Yüzünü ekşitip koridora çıktı.
E traf k a ra n lık ve sessizdi. Kapı altlarından ışık sızmadığına
göre herkes u yu m u ştu . Ju lian ’ın odasına doğru koridorda iler
ledi, k ap ıyı açtı ve içeri girdi.
N eredeyse orada olm asın ı beklem iyordu. Atölyesine gitmiş
olabileceğini d ü şü n m ü ştü . Kuşkusuz İngiltere’deyken resim
yapm ayı özlem işti. O ysa Ju lian yatağın da kıvrılm ış, uyuyordu.
İçerisi d ışarıd ak i koridordan daha aydın lıktı. Pencere, dağla
rın tepesinde d u ran aya bakıyordu ve beyaz ışıklar odadaki her
nesnenin etrafın ı gü m ü şi bir renkle aydınlatıyordu. Julian’ın
bukle b u kle saçları yastığ ın üstünde kara bir leke gibi yayılm ış
tı. Siyah k irp ik le ri kap karayd ı ve elm acık kem iklerinin üstünde
çiy taneleri k ad ar yu m u şak ve güzel duruyordu.
Ju lian ’ın k o lu b aşın ın altın d a olduğu için tişörtü yukarı çe
kilm işti. E m m a tişö rtü n kenarından beliren çıplak teni görünce
başını çevirdi ve y ata ğ a çıkıp om zuna uzandı.
“Ju lia n ,” d ed i usulca. “Ju les.”
m ıştı.
Oda?na geleceksin sanıyordum, dem ek istedi E m m a fakat di
yem edi. Ju lian öyle yorgun görü nü yordu k i E m m a’nın içi ezil
di. Saçlarını gözünün önünden çekm ek için e lin i uzattı, durdu
ve elini om zuna koydu. Ju lian yan a dö n m ü ştü . E m m a, adamın
üstündeki eskim iş tişörtü ve eşofm an altın ı tan ım ıştı.
Ju lian ’ın kırpıştırdığı gözleri tekrar k a p an m ay a başlıyordu.
“Jules,” dedi Emma birden. “Y anında k a la b ilir m iy im ?”
Bu, onların şifresiydi, daha uzun b ir isteğ in kısa hâliydi:
Yanında kalayım da bana kâbuslarım ı unuttur. Yanında kalayım
da seninle uyuyayım. Yanında kalayım da kâbuslarım ı kov, kanlı
hatıraları, aileme, kömür g ib i ölü gözleriyle karanlık savaşçılara,
dair hatıraları savuştur.
Bu, ikisinin de birden fazla kez y a p tığ ı b ir istekti.
K üçüklüklerinden beri u yu m ak için b irb irle rin in yatağın a gi
rerlerdi. Em m a bir keresinde b irlik te b ilin ç le rin i serbest bı
raktıkları anda rü yaların ın b irb irin e k a rıştığ ın ı, birbirlerinin
rü yaların a dair b irtakım şeyleri p a y la ştık la rın ı h a y a l etmişti.
Parabatai olm ak bir b akım a böyle b ir şeyd i k i E m m a her zaman
bu n u n özlem ini çekm işti: A sla y a ln ız o lm a d ığ ın ız an lam ın a ge
liyo rd u bu. B irlikte u yan ıp b irlik te u y u y a ra k , b irlik te savaşarak,
yan ın ızd a ikizin izi taşıyordunuz. H a y a tın ız , u m u tla rın ız , mut
lu lu k ların ız b irb irin e b ağlan ıyo rd u ve n ered eyse m ü kem m el bir
d estekti bu.
Ju lia n y arı açık gözleriyle y a n a k a y d ı, sesi boğuktu.
“K alab ilirsin .” E m m a ö rtü lerin altın a g ird i. J u lia n vücudunu
büküp açarak ona yer açtı. Ö rtülerin altı sıcaktı ve karanfille
sabun kokuyordu.
Emma hâlâ titriyordu. Julian a biraz daha yaklaşınca vücu
dundan yayılan sıcaklığı hissetti. Julian bir kolunu başının altı
na almış, sırt üstü yatıyordu. D iğer eliyse karnının üstündeydi.
Bilezikleri ay ışığında parıldıyordu. Em ma’ya baktı. Emma ona
doğru yaklaştığın ı gördüğünü biliyordu. Ve gözleri ışıldadığı
anda kasten onları kapattı. Kara kirpikleri yanaklarının üstün
deydi.
Nefesi neredeyse an ında düzelmeye başladı. U yuyordu, oysa
Emma gözünü kırpm adan ona, sabit bir metronom gibi inip
kalkan göğsüne bakıyordu.
B irbirlerine dokunm adılar. A ynı yatakta beraber uyurken
nadiren birb irlerin e dokunurlardı. Çocukken yatak örtülerinin
altında kavga eder, bazen kim in kim in alanını kapladığına dair
tartışm aları neticeye kavuşturm ak için aralarına kitaplar koyar
lardı. Ş im d i, ayn ı alan d a uyum ayı öğrenm işlerdi, fakat araları
na koydukları k itap ların m esafesi, paylaştıkları bir hatıra olarak
kalm ıştı.
Em m a uzaktan okyan usun güçlü dalgalarının sesini duya
biliyordu. R ü yasın d a göz kapaklarının ardında bir yeşil duvar
misali yük selen su ları görebiliyordu. A ncak tüm bunlar öyle
uzakta geliyo rd u k i, p a ra b a ta ts in in düzenli nefesi birbirine vu
ran dehşetengiz dalgaları susturm uştu.
G ünün b irin d e Ju lia n da o da başka insanlarla evlenecek
ti. İşte o zam an b irb irlerin in yatakların a giremeyeceklerdi.
G eceyarısı sırların ı paylaşam ayacaklardı. A ralarındaki bağ kop-
m ayacaktı am a eğilip bükülerek yepyeni bir şekle bürünecekti.
Emma b u n u n la yaşam ayı öğrenm ek zorunda kalacaktı.
Günün birinde. Fakat henüz değil.
78
tişörtünün kum aşını dalgalandırıyordu. Ellerini kotunun cep
lerine sokm uştu. Em m a, genç adam ın ne kadar süredir orada
durduğunu m erak ediyordu.
Tereddüt içinde ıslak kum a adım attı. “Jules?”
Julian dönüp ona baktı. Bir an gözleri kamaşmış gibi oldu,
tepelerinde olm asın a rağm en sanki güneşe bakıyordu. Emma
parlak, sıcak güneşin ısısını sırtında hissedebiliyordu.
Julian gülüm seyince E m m an ın içini büyük bir rahatlama
hissi kapladı. Ju lian ın tan ıd ık gülüm sem esiydi bu, yüzünü ay
dınlatan gülüm sem esi. Em m a koşar adım larla denize ilerledi.
Akıntı yükseliyor, k u m ları yalayarak Jaso n ın ayakkabılarının
ucuna geliyordu. “Erken kalkm ışsın,” dedi Emma, Julian ad o ğ
ru koşarken su ları sıçratarak. Sular kum da gümüş renkli yollar
oluşturuyordu.
“Ö ğlene geliyor,” dedi Ju lian . Sesi norm al gelmesine kar
şın, E m m a y a h âlâ farklı görünüyordu. Tuhaf bir farklılıktı
bu: Yüzünün şekli, tişö rtün ün altın daki om uzlarının biçimi.
“Benim le ne k o n u şm ak istiyordun?”
“N e?” E m m a b ir an gafil avlanm ıştı. H em Julian’daki bu
farklılıktan h em de an i sorusundan.
“D ün ak şam ,” d edi Ju lian . “Benim le konuşm ak istediğini
söyledin. Ş im d i k o n u şalım m ı, ne dersin?”
“O lur.” E m m a başım k ald ırıp tepede uçuşan m artılara bak
tı. “G idip o tu ralım . A k ın tı geldiğin de ıslanm ak istem iyorum .”
İkisi b irlik te sa h ilin d ah a üst kısım ların a oturdular. Burada
kum gün eşten ısın m ıştı. E m m a terliklerini çıkarıp parm akla
rını ku m a so ktu . K um tan elerin in verdiği his onu sevindirdi.
Julian g ü ld ü .
Em m a y a n gözle J u lia n a baktı. “N eye gülüyorsun?”
i|Tt > 79
‘Sana ve kum saJa,” dedi JuJian. “K um a bayılıyorsun ama su
dan nefret ediyorsun.”
“B iliyo ru m ,” dedi Em m a gözlerini ko cam an açarak. “Ironik
d eğil m i?”
“D eğil. İroni beklendik bir d u ru m u n b ek len m ed ik bir sonu
cudur. Bu sadece senin tu h aflıkların dan b iri.”
“Beni şaşırtıyorsun,” dedi E m m a, telefo n u n u çıkarıp. “Çok
şaşırdım .”
“A layın an laşıldı,” dedi Ju lian telefonu sağ elin d e çevirerek.
Ö nceki akşam C ristin a’nın telefo n u yla çek tiğ i fotoğraflar yük
lendi. Ju lian bunlara göz atarken, E m m a d a Jo h n n y Rook’tan
aldığı tüyoyla G öm üt’e nasıl g ittiğ in i, cesedi n asıl bulduğu
nu ve Rook’un enstitüye y ap tığ ı ziyaretin ard ın d a n D iana’nın
onu nasıl p aylad ığın ı an lattı. E m m a k o n u şu rk en rahatlıyor,
Ju lian ’daki yen iliğe d air tu h a f fa rk ın d a lığ ın d a n sıyrılıyo rd u . Bu
norm aldi işte, her zam an ki h âlleri b u y d u . K o nuşuyor, birbir
lerini dinliyor, p arab ata i o larak ç alışıy o rlard ı. “O n ların aynı
işaretler olduğunu b iliyo ru m ,” d iy e b itird i h ik â y e s in i. “Aklımı
kaçırm ıyorum , değil m i?”
Ju lian başını kald ırıp E m m a’y a b a k tı. “H a y ır,” d ed i ona.
“A m a D iana bu işi araştırd ığın tak d ird e K onsey’in H elen ’in eve
dönm esi ko n usun daki isteğin in te h lik e ye g ire c e ğ in i düşünüyor,
öyle değil m i?”
“Evet.” E m m a su stu , ard ın d a n e lin i u z a tıp J u lia n ’ın elini
tu ttu . Sol b ile ğ in d ek i d en iz c am ı b ile z ik le r i a h e n k li b ir sesle
tık ırd a d ı. E m m a p a rm a k la rın ın a ra sın d a J u lia n ’ ın nasırlarını
h isse tti. K en di y a ta k o d a sın ın h a rita sı k a d a r t a n ıd ık tı bun
lar. “H elen ’a zarar verecek h iç b ir şey y a p m a m . N e M ark’a
ne de san a zarar v e ririm ,” d e d i. “D ia n a ’ n ın h a k lı olduğunu
> 81
“Yapm ak zorunda kalacaklar,” dedi Ju lia n . “Ne yaptığımızı
herkes öğrenirse. Ve herkesin öğrenm esini sağlam a almalıyız.”
Sustu. “Bizim de b ağlan tılarım ız var.”
“Jem ’den bahsetm iyorsun değil m i?” d iye sordu Emma.
“Ç ü n k ü ona nasıl ulaşacağım b ilm iy o ru m .”
“H ayır, n e je m ’den neT essa’dan b ah sed iyo ru m .”
“O hâlde bahsettiğin Jace ve C lary,” d ed i Emma. Jace
H erondale ve C la ry F airchild N ew York E n stitü sü ’n ü işletiyor
du. Böyle üst bir m akam d a y er alan az sa yıd ak i genç Gölge
A vcıları arasındaydılar. E m m a 12 y aşın d an , İdris’teki Konsey
S a lo n u n d a n ç ık tığ ın d a p eşin d en g e ld iğ i g ü n d e n beri C lary’yle
arkadaştı. G örünüşe bakılırsa, K o n se y in iç in d e an nesiyle baba
sın ı kaybetm esini önem seyen tek k işiy d i.
Jace m uhtem elen tam am en dövüş h ü n erleri açısın d an gelmiş
geçm iş en iyi G ölge A vcıları’ndan b iriyd i. C la ry ise farklı bir ye
tenekle doğm uştu: M ü h ü r yaratm a becerisine sah ip ti. D aha önce
hiçbir G ölge Avcısı’nın b aşaram adığı b ir şeyd i bu. B ir keresinde
E m m aya yen i m ü h ürlerin için e d o ğ m asın ın elin d e olmadığı
nı söylem işti. Ya içine doğuyor y a d o ğ m u yo rlard ı. Y ıllar içinde
B üyüler K itabı’na p ek çok k u llan ışlı m ü h ü r k azan d ırm ıştı. Su al
tın d a nefes alm ak için bir, uzun m esafeleri k o şm a k iç in bir başka,
tartışm alara yol açm asına rağm en h ızla sö zlü kteki en sık kullanı
lan m ü h ü r hâlin e gelen d o ğu m ko n tro l m ü h rü .
Jace ve C la ry ’y i herkes ta n ırd ı. D ü n y a y ı k u rta rd ığ ın ız zaman
işler böyle g elişird i. Pek çok k işi iç in o n la r k a h ra m a n d ı. Emma
için se, h a y a tın ın en k a ra n lık d ö n e m in d e e lin d e n tu ta n insan
lard ı.
“Evet.” Ju lia n k o lu n u ark a sın a u z atıp e n se sin i kaşıdı.
Y orgun g ö rü n ü y o rd u . G ö z a ltın d a h a f if b ir p a r ıltı v ard ı, sanki
82
bitkinlikten incecik kalm ıştı. Tedirgin veya canı sıkkın oldu
ğu zam anlarda yap tığı gibi dişleriyle dudağını kemiriyordu.
“Yani, şim diye dek bir enstitünün başına getirilen en genç
Gölge Avcıları arasındalar. A yrıca Sim on, M agnus ve Alec için
Konsey in yap tık ların a baksana. Kahram an olduğun zaman se
nin için yap m ayacakları şey yok.” Julian ayağa kalkınca Emma
da ona uydu. Saçın d ak i tokayı çıkarınca saçları dalga dalga
omuzlarına ve ensesine döküldü. Ju lian ona hızla bir bakış atıp
başını çevirdi.
“Jules...” diye söze girdi Emma.
Oysa Ju lian çoktan dönm üş, yola doğru ilerlemeye başla
mıştı. E m m a terlik lerin i ayaklarına geçirip kum un kaldırım a
doğru yü k seld iği yerde Ju lian ’a yetişti. “H er şey yolunda mı?”
“Tabii ki. İşte, kusura bakm a, şunu verm eyi unuttum .”
Emma ya telefo n u n u uzattı. “Bak, Konsey kendi kurallarını
koyar. Ve bu k u rallara göre yaşarlar. Fakat bu, doğru baskıyla
kuralların d eğişm eyeceği an lam ın a gelm ez.”
“K apalı ko n u şu yo rsu n .”
Ju lian g ü lü m seyin ce göz kenarları kırıştı.
“Bizim k ad ar gen ç G ölge A vcıları’nın ciddi meselelere karış
ması ho şların a gitm iyo r. H içb ir zam an gitm edi. Fakat Jace ve
Clary, A lec ve Isabelle bizim yaşım ızdayken dünyayı kurtardı.
Bunun için ö d ü llen d irild iler. Sonuç alm ak. Fikirlerini değiştir
m elerine sebep o lan şey b u yd u işte.”
O toyola v arm ışlard ı. E m m a başını kaldırıp tepelere doğru
baktı. E n stitü sah il yo lu n u n üstünde h afif bir yükseltiye tüne
miş gib iyd i.
“Ju lian B lack th o rn ,” d edi E m m a, otoyolu geçerlerken. “Seni
devrimci sen i.”
“D olayısıyla bu işi araştıracağız a m a b u n u sessizce yapaca
ğ ız,” dedi Julian . “İlk h am lem iz, b u ld u ğ u n cesed in fotoğraf^
rını ailenin fotoğraflarıyla k a rşıla ştırm a k o lac ak . Herkes sa^a
yardım etm ek isteyecektir. E n d işe le n m e.”
Enstitü yolunu yarılam ışlard ı. D ah a ş im d id e n arabalar trafik
oluşturm uştu, faniler şehirde işe d o ğ ru y o la ç ık m ışlard ı. Güneş
ışınları dikiz aynalarından y a n sıy o rd u .
“Peki ya işaretlerin an lam sız o ld u ğ u o r ta y a çık arsa ve tüm
bunlar cinayet çılg ın lığ ın a k a p ılm ış b ir m a n y a ğ ın işiyse?”
“Bir cinayet çılg ın lığ ı o lam az b u . B u n la r g e n e ld e aynı anda
fakat farklı bölgelerde gerçekleşir. İ n sa n la rı v u r m a k için bir yer
den bir başka yere g id iyo rsan , b u c in a y e t ç ılg ın lığ ıd ır .”
“Peki bu ne? B ir top lu k a tlia m m ı? ”
“Toplu k atliam lar d a a y n ı z a m a n d a g e rç e k le ş ir am a farklı
yerlerde,” dedi Ju lian g u ru rla. T ıp k ı T a v v y ’y e k a h v a ltıd a neden
Cherrios yiyem eyeceğin i a ç ık la d ığ ı z a m a n k i g ib i. “B u kesinlikle
bir seri katil. İşte bu d u ru m d a c in a y e tle r a r a lık la r la işlenir.”
“Bunları b iliyo r o lm an ra h a tsız e d ic i,” dedi Emma.
E nstitünün önünde, k a y a lığ ın u c u n a d o ğ ru g ü n e şte kurumuş
bir çim en lik uzanıyordu. K en arları d e n iz ç a y ır la r ı ve fundalık
larla kaplıydı. A ileler b u rad a b iraz v a k it g e ç ir ir d i. O toyola çok
yak ın d ı, gölgede k alıyo rd u ve g e liş ig ü z e l ç im e n le r le kaplıydı.
“D ru artık gerçek c in a ye tle rle ilg ile n iy o r ,” d e d i Ju le s. Enstitü
m erdivenlerine varm ışlard ı. “B ir c e se d i s a k la m a k konusunda
bana neler neler an lattı b ile m e z sin .”
E m m a üç b asam ağı a tla y a r a k J u lia n ı g e ç ti v e d ö n ü p arka
sın a b ak tı. “Sen d en d ah a u z u n u m ,” d e d i. K ü çü klü klerin d en
beri o y n a d ık la rı b ir o y u n d u b u . E m m a s ü r e k li büyüdüğünde
o n d an d ah a uzun o lac ağ ın ı s ö y lü y o r d u , s o n u n d a Ju lian 14
yaşma gelip de b ir an d a 10 santim u zayınca id d iasın d an vaz
geçmişti.
Julian başını k ald ırıp E m m ay a baktı. Güneş doğrudan göz
lerine geliyor, m avi-yeşil renklerine altın sarıları karıştırarak
Arthur’un to p lad ığ ı R o m a cam işlerindeki paslar gibi parlatı
yordu. “Em ,” d edi Ju lian . “B u ko n u d a ne kadar şaka yapm ış
olsak da seni c id d iy e a ld ığ ım ı biliyo rsu n . So nuçta söz konusu
olan senin ailen . B aşların a gelen i öğrenm ek senin hakkın . ”
87
1
88
Blackthorn’lar m asanın etrafına ¿oluşm uşlardı. Emma öne
çıktı ve Cristina’y ı çekti. “H ey m illet, bu Cristina,” dedi. “Bu
yaz yaklaşık 16 kez hayatım ı kurtardı, yani ona iyi davranın.
Cristina, bu Ju lian ...”
Julian, C ristina’ya doğru baktı ve gülüm sedi. Bu gülümse
mesiyle insan form unda güneş ışığını andırıyordu. Omzundaki
kurulama bezinin üstünde kedi yavruları, nasırlı ellerinde krep
hamuru olm asının b ir önem i yoktu. “E m m anın ölmesine izin
vermediğin için teşekkürler,” dedi. “Sana söylemiş olabilecekle
rinin aksine ona ih tiyacım ız var.”
“Ben Livvy.” ik izlerd en birisi olan güzel kız Cristina’nm elini
sıkmak için öne çıktı. “Bu d aT y.” Bir banka kıvrılm ış, Sherlock
Holmes’u n Vakalar K itabı m okuyan siyah saçlı oğlanı işaret etti.
“Dru örgülü olan, Tavvy de ağzında lolipop olan.”
“Lolipopla etrafta ko ştu rm a C ristin a,” dedi Tavvy. İnce, cid
di yüzüyle yed i y aşların d a görünüyordu.
“Peki!..” dedi C ristin a şaşkınca.
“Tavvy,” dedi Ju lia n sızlanarak. Beyaz seram ik bir ibrikten
ocaktaki kızartm a tavasına ham ur döküyordu. İçerisi tereyağı
ve krep k o k u su yla d o ld u . “K alkın da sofrayı hazırlayın sizi işe
yaramaz serseriler. Sen d eğil C ristin a,” diye ekledi, utangaç bir
tavırla. “Sen m isafirsin .”
“Bir sene b u rad a kalacağım . Pek m isafir sayılm am ,” dedi
Cristina ve d iğ e rle riyle b irlik te çatal bıçak ve tabak alm aya gi
rişti. Etrafta hoş b ir h arek etliliğ in u ğultusu vardı.
C ristin a ra h a tla d ığ ın ı h issetti. İtiraf etm esi gerekirse,
Blackthorn’la rın b u ra d a E m m a ve D ian a’y la kurduğu yaşan
tının, k en d in e has o hoş ritm in e sald ıracağın d an , bunu bo
zacağından k o rk u yo rd u . O ysa şim d i aile burada olduğuna,
=> 89
b u rad a v e g e rç e k o ld u ğ u n a g ö re , o n la r a a n la m s ız c a kızd,s
p işm a n d ı.
“İlk k re p le r p iş ti,” d iy e d u y u r d u J u lia n .
T y k ita b ın ı b ıra k ıp b ir ta b a k a ld ı. D a h a fa z la te re ya ğ ı çıkar
m a k iç in e lin i b u z d o la b ın a s o k a n C r i s t i n a o n u n Julian.’a şöyle
d e d iğ in i işitti: “ B u g ü n ü n k r e p g ü n ü o ld u ğ u n u u n u ttu n sanı
y o rd u m .” S e s in e s u ç la y ıc ı b i r t o n h â k i m d i . B i r şe y d a h a vardı.
Y o k sa h a fif b ir s in ir lilik m i? E m m a ’ n ı n Y y ’ m r u t i n i bozuldu
ğ u n d a te d irg in o ld u ğ u n u s ö y le d i ğ i n i h a t ı r la d ı .
“U n u tm a d ım T y,” d e d i J u li a n n a z ik ç e . “ K a f a m karışıktı.
A m a u n u tm a d ım .”
T y r a h a tla m ış a b e n z iy o r d u . “ T a m a m .”
T y m a s a y a d ö n d ü , T a v v y d e a r k a s ı n d a n y e r i n e geçti.
B l a c k t h o r n l a r a n c a k b i r a i l e n i n y a p a c a ğ ı g i b i b i l i n ç s i z c e d iz il
m i ş t i iş t e : K i m i n i l k k r e p i a l a c a ğ ı ( T y ) , k i m i n t e r e y a ğ ı y l a şu ru p
i s t e y e c e ğ i ( D r u ) , k i m i n s a d e c e ş u r u p i s t e y e c e ğ i ( L i v v y ) v e k i
m in ş e k e r is te y e c e ğ i ( E m m a ) b e ll iy d i .
Cristina krepini sade yiyordu. Yağlı ve çok tatlı değildi, ke
narları gevrekti. “Çok güzeller,” dedi Juliana. Julian sonunda
bankta Emmanın yanına oturmuştu. Bu kadar yakından ba
kınca, gözlerinin çevresindeki çizgilerden yorgun olduğu bd\
oluyordu. Böylesi genç bir çocukta yersiz görünen çizgıleu
bunlar.
“Deneyim.” Julian, Cristina ya gülümsedi. “ 12 yaşın»
beri yapıyorum bunları.”
Livvy oturduğu yerde hopladı. Ü stündeki siyah, kolsu
biseyle Cristina ya Mexico C ity de C ondesa ve Roma etra
dar elbiseleri ve bantlı, incecik topuklularıyla amaçsızca g
tarz sahibi fani kızları anım satıyordu. K ahverengi saçları
şin ağarttığı kısımlarda yer yer altın rengini almıştı. “Eve dön
mek çok güzel,” dedi, parmağındaki şurubu yalarken. “Marjorie
teyzenin evinde ikiniz bizimle ilgilenirkenki gibi değildi hiçbir
şey.” Emma ve Julian a işaret etti. “Neden p a ra b a ta iX tn n ayrıl
maması gerektiğini söylediklerini şimdi anlıyorum, ikiniz bir-
birinizle uyum içindesiniz, tıpkı...”
“Sherlock Holmes ve Dr. Watson gibi,” dedi Ty. Kitabı oku
maya geri dönmüştü.
“Çikolata ve fıstık ezmesi gibi,” dedi Tavvy.
“Kaptan Ahab’la balina gibi,” dedi Dru. Boş tabağında kalan
şurubun içine hayallere dalmış bir hâlde çizgiler çiziyordu.
Emma’nm meyve suyu boğazına kaçmıştı. “Dru, balinayla
Kaptan Ahab düşmandı.”
“D oğru,” d edi Ju lian . “Ahab olm adan balina sıradan bir ba
linaydı. H içb ir so ru n u olm ayan bir balina. Kaygısız bir balina.”
Dru’nun isyan eder g ib i bir hâli vardı. “Sizi konuşurken
duydum ,” dedi E m m a ve Ju lian a. “Tavvy y i alm aya gitm eden
önce çim en lerd eyd im . Em m a’n ın bir ceset bulduğundan bah
sediyordunuz san ırım ?”
Ty an ın d a b aşın ı k a ld ırıp ona baktı. “Emma bir ceset mi
bulmuş?”
Emma b ir parça en dişeyle Tavvy ye baktı. O ysa Tavvy tüm
dikkatini yem eğin e verm iş g ib iyd i. “Eh,” dedi, “siz yokken bir
dizi cinayet işle n d i...”
“C in ayet m i? N asıl o lu r d a J u lia n a ya da bize hiçbir şey söy
lemezsin?” T y şim d i d im d ik o turm uştu, kitabı elinden sarkı
yordu. “B ir e-p osta g ö n d ereb ilird in y a da bir ateş isteği veya bir
kart...”
“Bir cin ayet k a rtı m ı?” d edi L ivvy yüzünü ekşiterek.
91
F
“Ben de her şeyi evvelsi akşam öğrendim ,” dedi Emma ve
kısaca G öm üt’ce olanları anlattı. “C eset m üh ürlerle kaplıydı,”
diye bitirdi açıklam asını. “A nnem le babam bulunduğunda vü
cutlarında olanlarla aynı işaretler.”
“Şim diye kadar hiç kim se onları çevirm eyi başaram adı, değil
m i?” dedi Livvy.
“H iç kim se.” Em m a başını salladı. “Şifrelerin i çözmeye ça
lışan o kadar çok kişi oldu k i... M alco lm , D ian a, hatta Spiral
L abirent,” diye ek ledi. L abirent, b ü y ü k m ik ta rd a gizli bilginin
saklandığı bir yer altı karargâh ıyd ı. D ü n ya b ü yücü lerin e aitti.
“D aha önceden, on larınki tek b ir o lay d iye b iliyo rd uk,” dedi
Ty. Gözleri güm üş bir kaşığın arka y ü zü g ib i şaşırtıcı derece
de griyd i sahiden. B o ynundan k u la k la rın ın u cu sarkıyor, kab
lo göm leğinin içine giriyo rd u . “Ş im d i b ir ö rn eğim iz daha var.
B unları karşılaştırırsak bir şeyler ö ğ ren eb iliriz .”
“Cesede d air b ild iğim her şeyin b ir liste sin i çıkard ım ,” dedi
Em m a. B ir parça k âğıt çık arıp m asaya k o y d u . T y kâğıd ı kaptı.
“Bir kısm ı gö rdü klerim , b ir k ısm ı Jo h n n y R o o k ve Diana’dan
d u yd u klarım . C esedin p arm ak u çları z ım p a ralan m ış, dişleri kı
rılm ış, cüzdan kayıp .”
“B irisi ku rb an ın k im liğ in i sa k la m ay a ç alışıy o r,” dedi Ty.
“Ve bu, m uh tem elen n a d ir g ö rü len b ir şey d eğil,” dedi
E m m a. “Fakat ayn ı zam an d a ceset tu z lu su iç in d e y d i ve tebe
şirle karalan m ış dairesel sem b o llerin arasın d a y atıyo rd u . Ve her
tarafı yazılarla k a p lıyd ı. İşte bu, n a d ire n g ö rü le n b ir şey gibi
g eliyo r.”
“F anilerin gazete arşivlerin d e ara ştıra b ile c e ğ in türden bir
şeye benziyor,” dedi Ty. K ül ren gi gö zleri h e y e c an la parıldıyor'
d u . “Ben y a p a rım .”
“Teşekkür ederim ,” dedi Emma. “Ama...” Ju lian a doğru
baktı, ardından diğerlerine. Kahverengi gözlerinde kasvetli bir
ifade vardı. “D iana’nın bilm em esi gerekiyor, tamam mı?”
“Nedenmiş o?” diye sordu D ru kaşlarını çatarak. Tavvy ko
nuşulanların h içb irini dinlem iyor gibiydi. Yere inmiş, masanın
altında bir grup oyuncak kam yonetle oynuyordu.
Emma göğüs geçirdi. “C esetlerin çoğu peri halkından. Ve
bu durum , m eseleyi doğrudan hiçbir şekilde bulaşmamamız
gereken bir yere koyuyor.” C ristin ay a doğru baktı. “Eğer bu işe
bulaşmak istem iyorsanız anlarım . Peri halkıyla ilgili meseleler
karmaşıktır ve D ian a bu işe karışm am ızı istemiyor.”
“Soğuk Barış’a d air neler hissettiğim i biliyorsun,” dedi
Cristina. “K esinlikle sana yardım edeceğim .” Etraftan bunu
onaylar m ırıltılar yü k seld i.
“Sana endişelenm em en gerektiğini söylem iştim ,” dedi
Julian. H afifçe E m m an ın om zuna dokunup kahvaltı tabakla
rını toplam ak için ayağa kalktı. Bu dokunuşta bir şey vardı. Ne
kadar hafif, sıradan olsa d a C ristina’da bir şaşkınlık uyandır
mıştı. “B u gü n k ü dersleriniz ip tal, D iana O jai’ye gitti, yani işe
başlamak için iy i b ir zam an. Ö zellikle de bu hafta sonu Konsey
sınavımız o ld u ğ u d ü şü n ü lü rse.”
H erkesten b ir in lem e sesi yükseldi. Konsey sınavı öğrenci
lerin yetilerin in o rtalam a düzeye m i geldiğini, yoksa Idris’teki
Akadem i’ye m i yo llan acak ların ı belirleyen, iki senede bir dü
zenlenen b ir an g aryayd ı.
A ncak Ty, J u lia n ın sözlerini duym azdan geldi. Emma’nın
kâğıdına b akıyo rd u . “Tam o larak kaç kişi ölmüş? insanlar ve
periler to p lam ın d a?”
“On ik i,” d edi E m m a. “O n ik i ceset.”
Tavvy masanın akından çıktı. “Hepsi de ağızlarında lolipop,
la mı koşturuyormuş?”
Ty şaşkın, Emma ise suçlu görünüyordu. Tavvy’nin ise ha
fiften dudakları titriyordu. “Şimdilik bu kadar yeter sanırım,”
dedi Julian, en küçük kardeşini kucağına alırken. “Ne bulacak
sınız bakalım, Tiberius, Livia?”
T y ra zı geldiğini belirten bir şeyler mırıldandı ve ayağa kalk
tı. “Cristinayla antrenmana gidecektik, ama...”
“Hayır! Planınızı bozmayın!” Livvy yerinde hoplayıp dikleş
ti. “Antrenman yapmam lazım! Başka bir kızla. Kitap okuma
yan bir kızla,” dedi, Dru’ya ters bir bakış atarak. “Ya da korku
filmi izlemeyen biriyle.” ikizine doğru baktı. “Ty a yarım saat
yardım ederim,” dedi. “Sonra da sizinle antrenman yapmaya
gelirim.”
T y b aşın ı sa lla y ıp k u la k la rın ı ta k tı ve k a p ıy a y ö n e ld i. Livvy
d e a n tre n m a n ı ve e sk rim k ılıc ın ı n e k a d a r ö z le d iğ in i, büyük-
te y z e le rin in a n tre n m a n s a lo n u n d a n a n la d ığ ı ş e y in örümcekler
le d o lu b ir a h ır o ld u ğ u n u a n la ta r a k o n u n la g itti.
C r is tin a m u tfa k ta n ç ık a rk e n a r k a s ın a b a k tı. İçerisi aydınlık
ış ık la d o lu y d u ve E m m a’y la J u lia n ın te p e sin d e tu h a f bir hâle
o lu ş tu r a r a k h a tla r ın ı b u la n d ır ıy o rd u . J u lia n , T a v v y ’y i kucağına
a lm ış , E m m a d a o n a so k u lm u şk e n g a rip b ir a ile tablosu çizi
y o r la r d ı. “B e n im iç in b u n u y a p m a k z o r u n d a d e ğ ils in ,” diyordu
E m m a u s u lc a , C r is tin a ’n ın d a h a ö n c e h iç d u y m a d ığ ı b ir ses to
n u y la .
“B a n a k a lır s a z o r u n d a y ım ,” d e d i J u lia n . “B u h u su sta bir ant
iç t iğ im i h a t ır la r g ib iy im .”
“Nereye gidersen oraya gideceğim, her ne aptalca ¡ey yaparsan
ben de yapacağım m ıy d ı? ” d e d i E m m a . “Y e m in b u m u y d u ?”
Julian güldü. İkisinin arasında daha fazla konuşma geçtiyse
de Cristina bunları duymadı. Bir daha arkasına bakmaksızın
kapıyı kapattı. Bir zamanlar kendisinin de bir p a r a b a ta ıs ı ola
cağını düşünmüştü. Tabii bu, çoktandır vazgeçtiği bir hayaldi.
Bu tür bir samimiyette duymak istemeyeceği kadar acı veren
bir taraf vardı.
1
4
VE SEBEBİ
BUYDU
98
ran kılıcını okşamak için durdu. Livvy silah olarak eskrim kılı
cını 12 yaşlarındayken seçmişti ve o zamandan beri inatla buna
çalışıyordu. Eskrim kılıçlarının türleri, ahşaba karşılık lastik ve
deri saplar, pırazvanalar ve kılıç başları üzerine saatlerce konu
şabilirdi ve karşınızda o varken tabanca sapları üzerine bir soh
bet başlatmamak iyi olurdu.
Emma, Livvy’nin bu sadakatine hayranlık duyuyordu.
Kendisine gelince, hiçbir zaman silah seçme ihtiyacı hissetme
mişti. Onun silahı en başından beri Cortana’ydı. Bununla bir
likte, her konuda ehil olm ak istiyordu, dolayısıyla Livvy’yle pek
çok kez antrenman yapm ıştı.
“Seni özlem işim ,” diye m ırıldandı Livvy eskrim kılıcına.
“Seni öyle seviyorum ki.”
“Bu çok candandı,” dedi Emma. “Geri döndüğünde bunu
bana söylemiş olsaydın ağlardım .”
Livvy kılıcını bırakıp zıplayarak onlara doğru ilerledi. Bir
mat kapıp kaslarını esnetm eye başladı. K olaylıkla bükülüp par
maklarını ayak parm aklarının altına aldı. “Seni de özledim,”
dedi boğuk bir sesle. “Ingiltere sıkıcıydı ve hiç yakışıklı çocuk
yoktu.”
“Julian kilom etreler boyunca tek bir insan bile olm adığını
söyledi,” dedi Emma. “H er neyse, hiç de burayı özlemiş gibi
değilsin.”
“Eh, seri cinayetler dışında,” dedi Livvy ve odanın öteki ta
rafına geçip iki atış bıçağı aldı. H edefin karşısında hizasını ayar
larken Emma ve C ristin a yolundan çekildi. “Ve bahse girerim,
yine Cameron Ashdovvn’la çıkıp onu terk etm işsindir.”
“Aynen öyle,” dedi C ristina. Emma ona hain diyen bir bakış
attı.
“Ha!” Livvy’nin bıçağı hedefi şaştı. L ivvy arkasını döndü,
örgüsü omzunda sekiyordu. “Emma her dört ayda bir onunla
çıkıyor sonra da onu terk ediyor.”
“Öyle mi?” Cristina, Emma’ya bir bakış attı. “Bu özel işken
ce için neden onu seçmiş acaba?”
“Ah, Tanrı aşkına,” dedi Emma. “Ciddi bir şey yoktu.”
“Senin için yoktu,” dedi Livvy. “Eminim onun için vardı.”
İkinci bıçağı Cristina’ya uzattı. “Denemek ister m isin?”
Cristina bıçağı alıp Livvy’nin yerine geçti. “Mükemmel
Diego kim?” diye sordu Livvy.
Cristina kaşlarını çatmış bıçağa bakıyordu ki arkasını döndü
ve şaşkın şaşkın Livvy’ye baktı.
“Sizi duydum,” dedi Livvy neşeyle. “İçeri girmeden önce.
Kim o? Neden o kadar mükemmel? D ünyada mükemmel bir
erkek varmış da neden kimse bana söylem iyor?”
“Diego, Cristina’nın annesinin evlenm esini istediği çocuk,”
dedi Emma, Livvy’ye. İhanete uğram ış bakışlar atma sırası
Cristina’daydı. “Planlanmış bir evlilik yok, böylesi iğrenç olur
du. Sadece annesi onu çok seviyormuş, oğlanın annesi Rosales
soyundan geliyormuş...”
“Seninle akraba mı?” diye sordu Livvy, C ristina’ya. “Bu so
run olmuyor mu? Yani C lary Fairchild’la Jace Herondale’in
meşhur bir aşk hikâyesi olduğunu biliyorum am a aslında kardeş
değiller. Aksi, muhtemelen...”
“Daha az meşhur bir aşk hikâyesi olurdu,” dedi Emma sırı
tarak.
Cristina elindeki bıçağı fırlattı. B ıçak hedefin ortasına yakın
bir yere saplandı. “Asıl adı Diego Rocio Rosales. Rocio baba
sının soyadı, Rosales de annesinin, tıpkı annem in soyadının
Rosales olduğu gibi. Ama bu kuzen olduğumuz anlamına bile
gelmiyor. Rosales’ler büyük bir Gölge Avcısı ailesi. Sadece an
nem onun mükemmel olduğunu düşünüyor. Çok yakışıklı, çok
zeki, muhteşem bir Gölge Avcısı, mükemmel mükemmel mü
kemmel...”
“İşte şimdi lakabının nereden geldiğini biliyorsun,” dedi
Emma ve duvardaki bıçakları alm aya gitti.
“Sahiden m ükem m el m i?” diye sordu Livvy.
“Hayır,” dedi Cristina. Cristina tedirgin olduğunda sinirlen-
mezdi, sadece konuşm ayı bırakırdı. Şim di de bunu yapıyordu
işte, duvara çizilm iş hedefe bakıyordu. Emma aldığı bıçakları
ellerinde çevirdi.
“Seni M ükem m el Diego’dan koruyacağız,” dedi Emma.
“Buraya gelirse onu kazığa oturturum .” Atış çizgisine geçti.
“Emma kazığa oturtm a sanatında ustadır,” dedi Livvy.
“Annemi kazığa oturtsan daha iyi olur,” dedi Cristina ho
murdanarak. “Pekâlâ, flaq u ita, etkile beni. Bakalım aynı anda
iki tane atabiliyor m usun?” Emma iki elinde birer bıçakla atış
çizgisinden bir adım geriledi. Bir keresinde, bir sene boyunca,
iki bıçak atm a çalışm aları yapm ıştı. Tekrar tekrar fırlatmış, ah
şabı yaran bıçakların çıkardığı sesin perişan olmuş sinirlerini
avuttuğunu düşünm üştü. Emma solak olduğu için normalde
sağa doğru bir adım geri atm ası gerekirdi, fakat iki elini birden
kullanmaya zorlam ıştı kendini. Geriye attığı adım çapraz değil,
düzdü. Kolları geriye öne gitti. Ellerini açtı ve bıçaklar köstekle
ri kesilmiş doğanlar gibi uçuverdi. Hedefe doğru süzüldüler ve
büyük bir gürültüyle ardı ardına hedefin ortasına saplandılar.
Cristina ıslık çaldı. “C am eron Ashdovvnın neden sürekli
geri döndüğünü anlıyorum . A ksini yapm aya korkuyor muş.”
101
Kendisininki de dâhil olm ak üzere bıçakları almaya g^.
“Şimdi, bir kez daha deneyeceğim . O lm am gereken noktan^
çok gerisinde olduğumu gö rüyorum .”
Emma kahkaha attı. “H ayır, h ile yap tım . Bu hareketi yâj^
ca çalıştım.”
“Yine de,” dedi Cristina, “o lu r da fik rin i değiştirip beni sev
memeye karar verirsen, kendim i d ah a iy i koruyabilm eliyim .”
“İyi atıştı,” dedi Livvy fısıltıyla E m m a’n ın arkasına geçip.
Birkaç adım uzaklarında olan C ristin a atış çizgisinde bir ileri
bir geri gidiyordu.
“Sağ ol,” dedi Emma da fısıltıy la . E ldiven lerle koruyucu
takımların bulunduğu bir rafa ya sla n a n E m m a, Livvynin ışık
saçan yüzüne doğru baktı. “T y’la b ir şe y b u lm a y ı başarabildiniz
mi? Ve şu parabatai m eselesiyle ilg ili? ” d iy e sordu. Alacağı ce
vaptan âdeta korkuyordu.
Livvynin yüzüne sıkın tılı b ir ifad e y a y ıld ı. “H âlâ hayır di
yor. Bugüne kadar farklı d ü şü n d ü ğ ü m ü z te k k o n u bu.”
“Üzüldüm.” Emma, L iv v y n in ik iz iy le p a ra b a ta i olmayı ne
kadar çok istediğini biliyordu.
Parabatai olan kız ve erk ek k a rd e ş le r o la ğ a n dışıydı fakat
hiç duyulm am ış bir şey de d e ğ ild i. Y in e d e T y ’ın bunu reddet
mekte konusundaki sertliğ i ş a ş ır tıc ıy d ı. L iv v y ’ye herhangi bir
konuda hayır dem işliği ço k n a d ird i, a n c a k b u k o n u d a boyun
eğmiyordu.
Cristina’ın attığı ilk b ıçak y e rin i b u ld u , h e d e fin iç halkasının
hemen kenarına isabet etti. E m m a a lk ış la d ı.
“O nu sevdim ,” dedi L ivvy y in e fıs ıld a y a ra k .
“Güzel,” dedi Em m a. “B en d e s e v iy o ru m .”
“Ve bana kalırsa M ü k em m el D ie g o k a lb in i k ırm ış olabilir.”
Bir şey yapmış,” dedi Emma ihtiyatla. “O kadarını ben de
tahmin ettim.”
1
“Yani bence Julian la aralarını yapmalıyız.”
Emma az kalsın rafı deviriyordu. “Ne?”
Livvy omuz silkti. “Güzel bir kız, gayet hoş birine benziyor
ve bizimle birlikte yaşayacak. Üstelik Jules’ün şimdiye kadar hiç
kız arkadaşı olmadı. Nedenini sen de biliyorsun.” Emma sadece
bakmakla yetiniyordu. Kafasının içi beyaz gürültüyle dolmuş
gibiydi. “Yani, bu bizim hatamız. Benim, Ty’ın, Dru nun ve
Tavvy’nin. Dört çocuk büyütürken biriyle flört edecek zamanın
kalmıyor pek. Dolayısıyla, bir kız arkadaş edinme şansını elin
den aldığımıza göre...”
“Ona birini bulm ak istiyorsun,” dedi Emma boş gözlerle.
“Demek istediğim bu işler böyle olmuyor Livvy. Birbirlerinden
hoşlanmaları lazım ...”
“Bence hoşlanabilirler,” dedi Livvy. “Eğer onlara bir şans ve
rirsek. Ne diyorsun?”
Livvy’nin mavi-yeşil gözleri tıpkı Julian’ınkiler gibi, şefkatli
bir muziplikle doluydu. Emma bir şey söylemek için ağzını açtı,
ne diyeceğini bilemiyordu. Tam bu sırada Cristina ikinci bıçağı
fırlattı. Bıçak duvara öyle sert saplandı ki hedef tahtası çatlaya
cak gibi geldi.
Livvy alkışladı. “M uhteşem!” Emmaya muzaffer bir edayla
Gördün mü, m ükem m el biri, der gibi bakış attı. Saatine baktı.
“Pekâlâ, gidip Ty’a biraz daha yardım etmeliyim. Eğer çok he
yecanlı bir şey olursa bana seslenin.”
Emma başını salladı. Şaşkınlığından hâlâ sıyrılamamıştı.
Livvy dans ederek uzaklaştı ve silahlarını asıp kütüphaneye
doğru ilerledi. Emma tam arkasında bir ses işitince neredeyse
103
w
104
tigi kişiydi: Dalgın profesör tipinde biri. Neredeyse iki yüzyıldır
önemli şeyleri unutuyordu.
İnsanlarla iblislerin ürünü olan tüm büyücüler ölümsüzdü.
İblis ebeveynlerine bağlı olarak hayatlarının farklı dönemlerin
de yaş almamaya başlarlardı. Malcolm yaklaşık 27 yaşındayken
yaşlanmamaya başlamış gibiydi, ancak 1850’de doğmuştu (id
diası bu yöndeydi).
Julian’ın gördüğü iblislerin çoğu iğrenç yaratıklar olduğu
için Malcolm’un annesiyle babasının nasıl tanıştığını pek dü-
şünmemeye çalışıyordu. Malcolm da bu bilgiyi onunla paylaş
ma taraftarı gibi görünmüyordu. Julian onun İngiltere’de doğ
duğunu biliyordu ve bu, aksanından hâlâ belli oluyordu.
“Birine striptizci gönderebiliyor musun?” Malcolm şaşkın
görünüyordu. Üstüne baktı. “Affedersin, evden çıkmadan önce
gömleğimi iliklem eyi unutmuşum.”
Malcolm enstitüye girer girmez ayağı takıldı ve karo döşe
menin üstüne boylu boyunca uzanıverdi. Julian kenara çeki
lince Malcolm doğruldu. Canı sıkkın gibiydi. Uzun vücuduna
baktı. “Sanırım ayakkabı bağcıklarımı birbirine bağlamışım.”
Bazen üzülmemek elde değil, diye düşündü Julian, zira ha
yatındaki m üttefikleriyle arkadaşları yalan söylemek zorunda
kaldığı, tuhaf insanlardı. Ya da her ikisi birden.
Emma elinde Cortanasıyla merdivenlerden aceleyle inip
yanlarına geldi. Kotla kolsuz bir bluz giymişti. Nemli saçlarını
bir lastik tokayla arkada toplamıştı. Bluzu üstüne yapışıyordu
ki Julian bunu fark etmemiş olmayı isterdi. Emma yanlarına
yaklaşırken yavaşladı, rahatlamıştı. “Selam Malcolm. Neden
yerdesin?”
“Bağcıklarımı birbirine bağlamışım,” dedi Malcolm.
105
Emma, Malcolm’un yanına gelm işti. C o rtan a’sını yere indi-
rip bağcıklarını kesti ve böylece ayak ların ı birbirinden ayırdı.
“Halloldu işte,” dedi Emma.
Malcolm bitkince ona baktı. “T eh likeli olabilir,” dedi
Julian a. “Öte yandan tüm kadınlar te h lik e lid ir.”
‘Tıim insanlar tehlikelidir,” dedi Ju lia n . “N eden buradasın
Malcolm? Seni gördüğüme sevinm edim de d eğil am a...”
Malcolm yalpayalarak ayağa k a lk tı ve gö m leğin i ilikledi,
“Arthur’un ilaçlarını getirdim .”
Julian’ın yüreği öyle bir hopladı ki sesini duyduğuna yemin
edebilirdi. Emma kaşlarını çattı.
“Arthur kendini iyi hissetmiyor m u?” diye sordu Emma.
Malcolm tam elini cebini sokm ak üzereyken kalakaldı.
Julian, Malcolm’un söylememesi gereken bir şeyi söylediğini
yüzünden anladı, içinden Malcolm’a ve bu unutkanlığına bin
lerce kez küfretti.
“Arthur dün akşam bana keyifsiz olduğunu söyledi,” dedi
Julian. “Her zaman kafasına taktığı şeyler işte. Kronik bir şey.
Her neyse, halsiz hissediyormuş.”
“Bilseydim Hayalet Pazar’da bir şeyler arardım ,” dedi Emma.
Merdivenin en alt basamağına oturup uzun bacaklarını uzattı.
“Kırmızı biber ve ejder kanı,” dedi M alcolm , cebinden ufak bir
şişe çıkarıp Julian’a uzatırken. “Onu hemen kendine getirecektir.”
“Ölüyü bile kendine getirir bu,” dedi Emma.
“Nekromansi yasa dışı bir şey, Em m a C arstairs,” diye çıkışu
Malcolm.
“Sadece şaka yapıyordu.” Julian şişeyi cebine attı. Gözlerini
Malcolm’dan ayırmaksızın, içten içe hiçbir şey söylememesi için
yalvarıyordu.
106
“Am canın halsiz o ld u ğ u n u sö yleyecek vakti nereden buldun
Jules? Dün akşam seni gö rd ü m ve h içb ir şey söylem edin,” dedi
Emma.
julian, Em m a’y a arkası d ö n ü k o ld u ğ u için m em n u n d u . Aksi
hâlde, yüzü n ü n b em b eyaz k esileceğin e em in d i.
“V am pir pizza,” d e d i M a lc o lm .
“Ne?” dedi Emma.
“Nightshade, Cross Creek Caddesi’nde bir Italyan mekânı
açmış,” dedi M alcolm . “O civardaki en iyi pizza ve eve servisleri
de var.”
“Sosun içinde ne olduğu seni endişelendirm iyor mu?” diye
sordu Emma. D ikkatin in dağıldığı belliydi. “Ayyy!” Emma eli
ni ağzına götürdü. “A klım a geldi de M alcolm , sana bir şey gös-
tersem bakar m ısın?”
“Siğil mi yoksa?” dedi M alcolm . “Seni iyileştirebilirim ama
bedelini ödersin.”
“Neden herkes derdim in sürekli siğil olduğunu düşünü
yor acaba?” Em m a telefonunu çıkardı ve birkaç saniye içinde
Malcolm’a G öm üt B ard a b u ld u ğu cesedin fotoğraflarını gös
termeye başladı. “Şu beyaz işaretlerden var, şurada ve şurada,”
dedi eliyle göstererek. “G rafıtiye benziyorlar, boya, tebeşir ya da
ona benzer bir şeyle yap ılm am ışlar... Farklı bir şey kullanılm ış
sanki.”
“Öncelikle, iğrençler,” dedi M alcolm . “Lütfen haber ver
meden bana ceset fotoğrafları gösterm e.” M alcolm fotoğrafla
rı daha yakından inceledi, “ik in c i olarak, bir ayin alanından
kalmış şeylere benziyorlar. B irisi yere koruyucu halka çizmiş.
Bu adamı öldüren ne türden pis bir büyüyse bunu yaparken
kendilerini korum ak için çizm iş olabilirler.”
Adam yakılmış,” dedi Emma. “Ve bence boğulmuş. En
azından kıyafederi ıslaktı ve deniz suyu kokuyordu.”
Emma kaşlarını çatmış, gözlerinde kasvetli bir ifade vardı.
Cesedi hatırladığı için olabilirdi ya da sadece okyanusu düşün
düğü için. Tam karşısında yaşadığı, her gün sahilinde koştuğu
okyanustu bu, oysa Julian bunun Emma’yı nasıl korkuttuğunu
biliyordu. Emma titreyerek, hastalıklı bir hâlde o okyanusa gir
meye zorlayabilirdi kendini, fakat Julian bunu izlemekten nef
ret ediyordu. Güçlü Emmasının kendine bile açıklayamadığı,
böylesi ilkel ve isimsiz bir şeyden duyduğu dehşetle mahvoldu
ğunu görmekten nefret ediyordu.
Bu düşünceyle birilerini öldürmek, onu korumak uğruna
bir şeyleri yok etmek istiyordu. Emma kendi kendini koruya-
bilse de. Tanıdığı en cesur insan olsa da.
Julian düşüncelerinden sıyrılıp gerçeğe döndü. “Bana fotoğ
rafları at,” diyordu Malcolm. “Onları daha yakından inceleyip
sana haber vereyim.”
“Hey!” L iw y merdivenlerin tepesinde belirdi. Antrenman
takım larını çıkarmıştı. “Ty bir şey buldu. Cinayetlerle ilgili.”
M alcolm şaşırmışa benziyordu.
“Bilgisayarda,” diye açıklama yaptı Livvy. “Elimizde olma
ması gereken bilgisayarda. Ah, selam M alcolm .” Neşeyle el sal
ladı. “Yukarıya gelseniz iyi olur.”
“Kalacak mısın Malcolm?” diye sordu Emma, ayağa kalkar
ken. “Yardımına ihtiyacımız olabilir.”
“Duruma göre,” dedi Malcolm. “Bilgisayarda film izleyebi
liyor muyuz?”
“Film izlenebiliyor,” dedi Julian, tem kinli bir şekilde.
Malcolm memnun görünüyordu.
I08«s
“Notting Hill'i izleyebilir miyim?”
“İstediğin her şeyi izleyebilirsin, tabii yardım etmeye niyetin
varsa,” dedi Emma. Jules’e baktı. “Ve Ty ne bulmuş bakabiliriz.
Geliyorsun, değil mi?”
julian, Malcolm’un romantik filmlere duyduğu hayranlığa
içinden küfretti.
Atölyesine gidip resim yapmayı isterdi. Fakat neTy ı savuş
turmak ne de Malcolm’u yalnız bırakmak istiyordu.
“Mutfaktan atıştırmalık bir şeyler getirebilirim,” dedi
Emma, umutla. Ne de olsa, seneler boyunca, cadı ışığıyla çalı
şan televizyonlarının parıltılı yansıması karşısında patlamış mı
sır yiyerek eski filmler izlemeyi âdet edinmişlerdi.
Julian başını salladı. “Aç değilim.”
Emma nın iç geçirdiğini duyar gibi oldu. Bir an sonra Emma
Livvy’nin arkasından merdivenleri çıkıp gözden kayboldu.
Julian arkalarından gidecekken Malcolm elini omzuna koyup
onu durdurdu.
“Daha kötü oldu, değil mi?” dedi.
“Arthur amca mı?” Jules gafil avlanmıştı. “Sanmıyorum.
Yani, burada bulunm ayışım pek iyi değildi ama İngiltere’ye git
meyi reddettiğimiz sürece birileri şüphelenecekti.”
“Arthur’dan bahsetmiyorum,” dedi Malcolm. “Bahsettiğim
sensin. Durumunu biliyor mu?”
“Kim durum um u biliyor mu?”
“Ahmaklık etme,” dedi Malcolm. “Emma’dan bahsediyo
rum. Biliyor m u?”
Julian göğsünün içinde kalbinin sıkıştığını hissetti.
Malcolm’un sözlerinin içinde yol açtığı değişimi açıklayacak
kelimeleri bulamıyordu. Bir dalgayla tepetaklak olmaya, ku-
mun kaymasıyla birlikte ayakların yerden kesilmesine çok be^
ziyordu bu his. “Kes şunu.”
“Hayır,” dedi Malcolm. “M utlu sonları severim ben.”
Jıılian sıktığı dişlerinin arasından konuştu. “Malcolm, bu blt
aşk hikâyesi değil. "
“Her hikâye bir aşk hikâyesidir.”
Julian, Malcolm’un yanından çekilip m erdivenleri çıkmaya
başladı. Malcolm’a gerçekten kızdığı zam anlar çok nadirdi, fa.
kat o anda kalbi güm güm çarpıyordu. Tam sahanlığa gelmişti
ki Malcolm arkasından seslendi. Ju lian ona döndü. Bunu yap
maması gerektiğinin farkındaydı ya, b ü yü cü yü kendisine ba
karken buldu.
“Yasalar anlamsızdır, evlat,” dedi M alco lm , hâlâ duyulabilen
alçak bir sesle. “Hiçbir şey aşktan daha ö n em li değildir. Ve hiç
bir yasa ondan üstün değildir.”
s> 113
Bu tu h af işte,’ dedi D ru. “Ya kanları? Film lerde kan ve
D T R kullanarak insanların kim liği belirlenebiliyor.”
“D N A ,” diye düzeltti Ty. “Eh, gazetelere göre cesetlerin hiç
birin in kim liği belirlenem em iş. Yaptıkları büyü her ne ise kan
ların ı değiştirm iş olabilir. Ya da Em m a’nın an nesiyle babası gibi
hızla çürüm üş olabilirler. D urum buysa adli tab ip lerin bulacak
ları şeyleri sınırlam ıştır.”
“Tabii, bir şey daha var,” dedi L iw y. “H ab erlerin hepsinde
cesetlerin bulunduğu yerler yazılı ve biz de b u n ları haritada işa
retledik. O rtak bir noktaları var.”
Ty cebinden oyuncaklarından birini çıkarmıştı. Birbirine
dolanmış boru temizleyicilerin oluşturduğu bir yum aktı bu ve
Ty düğümü çözmeye çalışıyordu. Ty, Emma’nın tanıdığı var
lıklar içinde zihni en hızlı çalışanlardan biriydi. Dolayısıyla, bu
hızı ve yoğunluğu dağıtmak için ellerini kullanm ası onu sakin
leştiriyordu. “Cesetlerin hepsi geçici büyülü çizgilere atılmış.
Hepsi,” dedi. Emma sesinden heyecanını anlayabiliyordu.
“Büyülü çizgiler mİ?” Dru kaşlarını çattı.
“Eski büyülü patikalardan oluşarak dünyayı çevreleyen bir
ağ vardır,” dedi Malcolm. “Buralar büyüleri kuvvetlendirir, do
layısıyla yüzyıllar boyunca Aşağı D ünyalılar tarafından periler
diyarına giriş oluşturmak ve benzeri şeyler için kullanılmışlar
dır. Alicante büyülü çizgilerin birleştiği bir yerde kurulmuştur.
Bu çizgiler görünmez ama biri, sezgileriyle anlam ak için ken
dini eğitebilir.” Malcolm bilgisayar ekranına bakarak kaşlarını
çattı. Ekranda Cristina’nın Gömüt’te çektiği cesedin fotoğrafla
rından biri duruyordu. “Şu şeyi yapabilir m isin?” dedi. “Hani
resmi büyüttüğün şey?”
“Zum yapmaktan mı bahsediyorsun?” dedi Ty.
Malcolm’un cevap vermesine kalmadan enstitünün zili ça
lındı. Sıradan bir zil değildi bu, acı acı bağıran bir zildi. Binanın
içinde çalman bir gong sesi gibi camları, taşları, sıvaları titreti-
115
kaç rane kutu taşıyordu. Kısa kahverengi saçları ve çilli teniyle
bir ergene benziyordu ya bunun pek bir anlam ı yoktu. “Pizza
siparişiniz,” dedi, en yakın akrabalarını yeni kaybettiğini andı
ran bir sesle.
“C iddi m isin?” dedi Emma. “M alcolm uydurmuyormuş
y a n i? Sahiden evlere pizza servisi mi yapıyorsun?”
Vampir boş gözlerle Emma’ya baktı. “Neden pizza servisi
yapm ayacakm ışı m ? ”
Emma kapının yanındaki ufak masadan para alm ak için -ge
nelde parayı burada tutarlardı- elini uzattı. “Bilm em . Bir vam
pirsin. H ayatında yapacak daha iyi şeyler olduğunu düşünüyo
rum . Yani yaşam olm ayan hayatında. Her neyse işte.”
Vam pir bozulmuşa benziyordu. “K im liğinde 150 yaşında
olduğun yazılıysa ve sadece geceleri dışarı çıkabiliyorsan, iş bul
m an ne kadar zor haberin var m ı?”
“H aklısın,” diye kabullendi Emma, k utu ları alırken. “Bunu
hiç düşünm em iştim .”
“N efîlim ler bunları düşünm ez zaten.” K otunun cebine bir
e llilik sıkıştırırken Emma önünde O O yazılı gri bir tişört giy
d iğin i fark etti.
“Fazla bilgi verm iyor m usun sence?” dedi.
V am pir neşelendi. “Ö lüm cül O yuncaklar. Brooklyn’li bir
grup, isim lerini duym uş m uydun ?”
Emma bu ismi duym uştu. C lary’nin en yakın dostu ve
p a ra b a ta h i Sim on fani olduğu zaman bu grupta çalıyordu. Gölge
Avcısı dünyasındaki en kutsal üç nesneyi isim lendirm işlerdi so
nuçta. Şim di Sim on da bir Gölge Avcısı ydı. G rubun o olma
dan devam etmesi hakkında ne düşündüğünü m erak etti Emma.
Onsuz süregiden her şey hakkında ne düşünüyorlardı acaba?
1
117
1
“Ama vampir pizzası yiyeceğiz,” diye işaret etti Livvy.
“Konu dışı,” dedi Julian. “Kanepeye. Hemen.”
“Film izleyebilir m iyiz?” d iy e araya girdi Malcolm. Şaşırtıcı
d e r e c e d e Tavvy gib i k onuşm uştu.
“Film izleyebiliriz,” d ed i Julian. “Şimdi Malcolm, Los
Angeles’ın k ıdem li büyücüsü olm an umurumda bile değil, otur
kıçının üstüne.”
118
“Los Angeles’a aşkı getirm ek için geldim,” dedi Malcolm,
menekşe rengi gözlerinde bir kederle. “Bütün iyi filmler aşkla
ilgilidir. Kaybedilen, bulunan, yok edilen, satın alınan, satılan,
ölen ve doğan aşkla ilgilidir. Film lere bayılıyorum ama bir süre
dir neyle ilgili o ld ukların ı unuttular. Patlamalar, efektler, buraya
geldiğimde film dem ek bunlar dem ek değildi. Sigara dumanını
cennet ateşi gibi görünecek şekilde aydınlatm ak, kadınları me
lekler gibi görünecek şekilde aydınlatm ak demekti.” Malcolm
iç geçirdi. “B uraya gerçek aşkı diriltm ek için geldim ben.”
“Ah, Malcolm,” dedi Drusilla ve gözyaşlarına boğuldu.
Livvy pizza dükkânından gönderilen mendili uzattı. “Neden
bir erkek arkadaşın yok?”
“Ben heteroseksüelim,” dedi Malcolm, şaşkın bir bakışla.
“Eh, pekâlâ, o hâlde bir kız arkadaşın. Aşağı Dünyâdan güzel
bir kız bulabilirsin, belki bir vampir, böylece sonsuza dek yaşar.”
“Malcolm’un aşk hayatını rahat bırak, Dru,” dedi Livvy.
“Gerçek aşkı bulm ak zordur,” dedi Malcolm, ekranda öpü
şenlere işaret ederek.
“Filmdeki aşkları bulm ak zordur,” dedi Julian. “Çünkü ger
çek değiller.”
“Ne demek istiyorsun?” dedi Cristina. “Gerçek aşk yok mu
demek istiyorsun? Buna inanmıyorum.”
“Aşk insanı havaalanında kovalamaz,” dedi Julian. One
doğru eğilince Emma tişörtünün yakasından çıkan, köprücük
kemiğindeki parabatai işaretinin ucunu gördü. “Aşk birini gör
men demektir. O kadar.”
“Birini görmen demek mi?” dedi Ty, şüpheyle. Çaldığı mü
ziği durdurmuştu fakat kulaklıkları hâlâ kulağındaydı. Siyah
saçları etraflarına dolanıyordu.
119
Julian uzaktan kum andayı aldı. Film bitm işti, ekranda bey^
yazılı jenerik akıyordu. “Birine âşık olduğunda o kişi senin bir
parçan hâline gelir. Yaptığın her şeyde o vardır. İçine çektiğin ha
vada, içtiğin suda, dam arlarında akan kandadır. Dokunuşu te
ninde kalır, sesi kulaklarında, düşünceleri zihninde. Rüyalarını
bilirsin çünkü kâbusları yüreğini paralar ve güzel rüyaları se
nin de rüyalarındır. Ve m ükem m el o lduk ların ı düşünmezsin,
kusurlarını, karanlık sırlarını bilirsin ve b u n lar seni korkutup
kaçırm az. A ksine, öyle oldukları için onları daha çok seversin,
çün kü m ükem m eli istem ezsin. O nu istersin. İstediğin...”
D erken sustu, sanki herkesin ona b ak tığ ın ı fark etmişti.
“N eyi istersin?” dedi D ru, gözlerini kocam an açm ış.
“Hiç,” dedi Julian. “Konuşuyorum işte.” Ardından televiz
yonu kapatıp pizza kutularını topladı. “Gidip bunları ataca
ğım ,” dedi ve odadan çıktı.
“Âşık olduğu zaman,” dedi Dru arkasından bakarak, “öyle
bir âşık olacak ki... Efsane.”
“Tabii ki o zaman bir daha asla onu göremeyeceğiz,” dedi
Livvy. “O şanslı kız kim olursa.”
Ty kaşlarını çattı. “Şaka yapıyorsun değil m i?” dedi. “Onu
bir daha asla göremeyeceğimizi kastetmiyorsun herhâlde?”
“Kesinlikle hayır,” dedi Emma. Ty küçükken insanların ko
nuşma tarzları, fikirlerini belirtmek için abartm aları onu çok
şaşırtırdı. “Bardaktan boşanırcasına yağm ur yağıyor,” gibi de
yimler onu sinirlendirirdi. Hatta bazen biraz ihanete uğradığı
nı hissederdi, zira bardak yağmurdan çok daha fazlasını ifade
ederdi ona.
Bir dönemden itibaren Julian onun için deyimlerin kelime
ve mecaz anlamlarını gösteren bir dizi saçma çizim yapmaya
başlamıştı. Ty gökyüzünden dökülen bardak çizimlerinin, on
numara hisseden insanların yanı sıra deyimlerin gerçek anlamı
nı baloncuklar içinde açıklayan hayvanlarla insan ç'ızimlerine
epey gülmüştü. Bundan sonra onu sık sık kütüphanede bulma
ya başlamışlardı. Çeşitli ifadelerle anlamlarına bakıyor, bunları
belleğine kaydediyordu. Ty kendisine bir şeylerin açıklanma
sına alınmıyor, ona öğretilen şeyi asla unutmuyordu, yine de
kendi başına öğrenmeyi tercih ediyordu.
Bununla birlikte, yüzde 90 emin olsa dahi, bazen bir abar
tının abartı olduğu konusunda güveninin tazelenmesi hoşuna
gidiyordu. Kardeşinin dildeki belirsizlikler karşısında kaygı
duyabileceğini herkesten çok daha iyi bilen Livvy ayağa kalkıp
Ty’ın yanına gitti. Kollarını dolayıp çenesiniTy ın omzuna koy
du. Ty ona yaslandı, gözleri yarı kapalıydı. Ty havasında olduğu
zaman fiziksel yakınlıktan hoşlanırdı, tabii çok abartılı olmadı
ğı sürece. Saçlarının karıştırılması, sırtının sıvazlanması ya da
kaşınması hoşuna giderdi. Bazen Emma’ya kedileri Church’ü,
kulağının okşanmasını istediği hâlini hatırlatırdı.
Işıklar parladı. Cristina ayağa kalkmış, cadı ışığını yakmış
tı. İçerisi giderek aydınlanırken Julian dönüp etrafına bakındı.
Her ne sebepten soğukkanlılığını yitirmişse de şimdi eski hâline
dönmüştü. “Geç oldu,” dedi. “Yatma vakti. Özellikle de senin
için, Tavvy.”
“Yatma vaktinden nefret ediyorum,” dedi Tavvy. Malcolm’un
kucağına oturmuş, büyücünün ona verdiği oyuncakla oynuyor
du. Kare biçiminde, mor renkli bir oyuncaktı bu ve etrafa ışık
saçıyordu.
“İşte devrim ruhu da budur,” dedi Jules. “Malcolm, teşek
kürler. Tekrar yardım ına ihtiyacımız olacağına eminim.”
Julian uzaktan kumandayı aldı. Film bitmişti, ekranda beyaz
yazılı jenerik akıyordu. “Birine âşık olduğunda o kişi senin bir
parçan hâline gelir. Yaptığın her şeyde o vardır. İçine çektiğin ha
vada, içtiğin suda, damarlarında akan kandadır. Dokunuşu te
ninde kalır, sesi kulaklarında, düşünceleri zihninde. Rüyalarını
bilirsin çünkü kâbusları yüreğini paralar ve güzel rüyaları se
nin de rüyalarındır. Ve mükemmel olduklarını düşünmezsin,
kusurlarını, karanlık sırlarını bilirsin ve bunlar seni korkutup
kaçırmaz. Aksine, öyle oldukları için onları daha çok seversin,
çünkü mükemmeli istemezsin. Onu istersin. İstediğin...”
Derken sustu, sanki herkesin ona baktığını fark etmişti.
“Neyi istersin?” dedi Dru, gözlerini kocaman açmış.
“Hiç,” dedi Julian. “Konuşuyorum işte.” Ardından televiz
yonu kapatıp pizza kutularını topladı. “Gidip bunları ataca
ğım,” dedi ve odadan çıktı.
“Aşık olduğu zaman,” dedi Dru arkasından bakarak, “öyle
bir âşık olacak ki... Efsane.”
“Tabii ki o zaman bir daha asla onu göremeyeceğiz,” dedi
Livvy. “O şanslı kız kim olursa.”
Ty kaşlarını çattı. “Şaka yapıyorsun değil m i?” dedi. “Onu
bir daha asla göremeyeceğimizi kastetmiyorsun herhâlde?”
“Kesinlikle hayır,” dedi Emma. Ty küçükken insanların ko
nuşma tarzları, fikirlerini belirtmek için abartm aları onu çok
şaşırtırdı. “Bardaktan boşanırcasına yağm ur yağıyor,” gibi de
yimler onu sinirlendirirdi. Hatta bazen biraz ihanete uğradığı
nı hissederdi, zira bardak yağmurdan çok daha fazlasını ifade
ederdi ona.
Bir dönemden itibaren Julian onun için deyim lerin kelime
ve mecaz anlamlarını gösteren bir dizi saçma çizim yapmaya
a==> 120
başlamıştı. Ty gökyüzünden dökülen bardak çizimlerinin, on
numara hisseden insanların yanı sıra deyimlerin gerçek anlamı
nı baloncuklar içinde açıklayan hayvanlarla insan çizimlerine
epey gülmüştü. Bundan sonra onu sık sık kütüphanede bulma
ya başlamışlardı. Çeşitli ifadelerle anlamlarına bakıyor, bunları
belleğine kaydediyordu. Ty kendisine bir şeylerin açıklanma
sına alınmıyor, ona öğretilen şeyi asla unutmuyordu, yine de
kendi başına öğrenmeyi tercih ediyordu.
Bununla birlikte, yüzde 90 emin olsa dahi, bazen bir abar
tının abartı olduğu konusunda güveninin tazelenmesi hoşuna
gidiyordu. Kardeşinin dildeki belirsizlikler karşısında kaygı
duyabileceğini herkesten çok daha iyi bilen Livvy ayağa kalkıp
Tyın yanına gitti. Kollarını dolayıp çenesini T yın omzuna koy
du. Ty ona yaslandı, gözleri yarı kapalıydı. Ty havasında olduğu
zaman fiziksel yakınlıktan hoşlanırdı, tabii çok abartılı olmadı
ğı sürece. Saçlarının karıştırılm ası, sırtının sıvazlanması ya da
kaşınması hoşuna giderdi. Bazen E m m aya kedileri Church’ü,
kulağının okşanm asını istediği hâlini hatırlatırdı.
Işıklar p a rla d ı. C ris tin a ay ağ a k alk m ış, cadı ışığın ı y ak m ış
tı. İçerisi g id e re k a y d ın la n ırk e n Ju lia n d ö n ü p etrafın a bakın d ı.
Her ne sebepten so ğ u k k a n lılığ ın ı y itirm işse de şim d i eski hâline
dönmüştü. “G eç o ld u ,” d e d i. “Y atm a vakti. Ö zellikle de senin
için, T aw y.”
“Yatma v a k tin d e n n efret e d iy o ru m ,” dediT avvy. M alco lm ’un
kucağına o tu rm u ş, b ü y ü c ü n ü n o n a v erd iği o yu n cak la oyn u yo r
du. Kare b iç im in d e , m o r re n k li b ir o y u n c ak tı bu ve etrafa ışık
saçıyordu.
“İşte d ev rim ru h u d a b u d u r,” d ed i Ju les. “M alco lm , teşek
kürler. T ekrar y a r d ım ın a ih tiy a c ım ız o lacağ ın a e m in im .”
MaJcolm, Tavvy’yi nazikçe yere bırakıp ayağa kalktı. Kırışıp
kıyafetlerinin üstündeki pizza kırıntılarını silkeledi. Bir kenara
fırlatıp ceketini alıp koridora çıktı. Emma ve Julian da arkasın
dan geldi.
“Eh, beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz,” dedi, ceketi
nin fermuarını çekerken. “Yarın Diana’yla şu mevzuyu konu
şacaktım ...”
“Diana’nın bilmemesi gerekiyor,” dedi Emma.
Malcolm şaşırmışa benziyordu. “Neyi bilmemesi gerekiyor?”
“Bu konu üzerine araştırma yaptığım ızı,” dedi Julian,
Emma’nın sözünü keserek. “Bu işe karışmamızı istemiyor.
Tehlikeli olduğunu söylüyor.”
M alcolm ’un canı sıkılmışa benziyordu. “Bunu daha önce
den söyleyebilirdiniz,” dedi. “Ondan bir şeyler saklamak hoşu
ma gitm iyor.”
“Kusura bakma,” dedi Julian. Yüzünde yum uşak, bir parça
mahcup bir ifade vardı. Emma, Julian’ın yalan söyleme becerisi
karşısında her zamanki gibi hem etkilenmiş hem de biraz kork
muştu. Julian istediği zamanlarda usta bir yalancıydı. Aslında
hissettiği neyse yüz ifadesinde zerresini bulamazdınız. “Zaten
K onseyle Sessiz Kardeşlerden yardım alm adan bu konuda pek
fazla ilerleyemeyeceğiz.”
“Pekâlâ.” Malcolm ikisine de dikkatle baktı. Emma, Julian
gibi bir şey belli etmemek için elinde geleni yapıyordu. “Tabii
bu konuyu yarın Diana yla konuşursanız.” Ellerini cebine sok
tu. Işık renksiz saçlarında ışıldıyordu. “Size söyleme fırsatı bu
lam adığım bir şey daha var. Emma’nın bulduğu cesedin etrafın
daki işaretler, koruyucu büyü için yapılm am ışlar.”
“Ama daha önceden...” diye söze girdi Emma.
“Daha dikkatli baktığım da fikrim i değiştirdim,” dedi
Malcolm. “K oruyucu m ühür değil bunlar. Çağırm a mühürleri.
Birisi çağırm ak için cesetlerin enerjisini kullanıyor.”
“Neyi çağırm ak için?” dedi Jules.
Malcolm başını salladı. “H erhangi bir varlığı çağırmak için.
Bir iblis, bir m elek, bilem iyo ru m . Fotoğraflara biraz daha baka
cağım ve Spiral L abirent’tekilere çaktırm adan soracağım.”
“Peki, bunlar b ir çağrı büyüsüyse,” dedi Emma, “başarılı mı
başarısız m ı olm uşlar?”
“Bu tür bir b ü yü m ü?” dedi M alcolm . “Başarılı olduğu tak
dirde, inan bana, h ab erin olur.”
123
layamamıştı. Clary yi aramıştı. Clary ona kedinin bir zaman-
lar New York Enstitüsü’nde yaşadığını, fakat aslında Zachariah
Kardeş’e ait olduğunu, Emma ve Julian istiyorsa kediyi sahiple
nebileceklerini söylemişti.
Kedinin adı Church demişti.
Neticede, Church’ün bırakıldığı yerde durm adığı ortaya çık
mıştı. Sürekli açık pencerelerden kaçıp günlerce, hatta hafta
larca dönmüyordu. Emma ilk başlarda kedinin her kaçışında
deliye dönüyordu. Ancak kedi her dönüşünde daha sağlıklı ve
her zamanki hâlinden çok daha m em nun görünüyordu. Emma
14 yaşına girdiğinde, tasmasına bağlanmış hediyelerle dönmeye
başlamıştı: Midye kabukları ve deniz cam ı parçalarıyla. Emma
midye kabuklarını penceresinin önüne koym uştu. Deniz camı
ise Julian’ın şans bileziği hâline gelm işti.
O zamana dek Emma hediyelerin Jem ’den geldiğini öğren
mişti, fakat ona ulaşmasının, teşekkür etm esinin hiçbir yolu
yoktu. Bu yüzden de Church’e en iyi şekilde bakm aya çalışı
yordu. Girişte her zaman Church için bırakılm ış kuru mama
ve temiz içme suyu bulunurdu. Church ortaya çıktığında onu
gördüklerine seviniyorlar, ortadan kaybolduğunda ise endişe
lenmiyorlardı.
Church miyavlayarak kapıyı patiledi. E m m a buna alışmıştı:
Church’ün kendisini takip etmesini istediği anlam ına geliyordu
bu. Emma iç geçirerek taytıyla kolsuz penyesinin üstüne bir
kazak giydi ve terliklerini geçirdi.
“Umarım iyi bir şeydir,” dedi C hurch’e, stelini alarak. “Yoksa
seni tenis raketi yaparım.”
Church hiç de oralı değildi. Emma’yı koridordan merdiven
lere, oradan ön kapıya götürdü. Ay yüksekte ve parlaktı, uzak-
p
tâki okyanusun pırıltısını yansıtıyordu. Church hızla giderken
Emma ay ışığının aydınlattığı yolda şaşkınca ilerledi. Otoyolda
karşıya geçerlerken C hurch’ü kucağına aldı ve öteki tarafa var
dıklarında onu sahile bıraktı.
“Eh, geldik bakalım ,” dedi. “D ünyanın en büyük çöp tene
kesi.”
Church, Emma’ya bu esprisinden hiç etkilenmediğini be
lirten bir ifadeyle baktı ve deniz kıyısına doğru ağır adımlarla
ilerledi. Birlikte okyanusa yürüdüler. Huzurlu bir geceydi, dal
galar kıyıya yavaşça vuruyordu, öyle ki rüzgârdan daha az ses
çıkarıyorlardı. Church arada sırada sahildeki yengeçlere doğ
ru koşuyor, fakat her seferinde geri dönüp Emma’nın hemen
önünde, kuzey takımyıldızları yönünde ilerliyordu. Emma,
Church’ün kendisini sahiden bir yere götürüp götürmeyeceğini
merak etmeye başlamıştı ki Julian la gizli kıyılarını çevreleyen
kayalıklardan döndüklerini fark etti. Ve kıyı boş değildi.
Emma yavaşladı. Ay ışığı kumsalı aydınlatıyor, Julian kıyı
şeridinden yukarıda, tam ortada oturuyordu. Emma ona doğru
ilerlerken kuma batan ayaklarından ses çıkmıyordu. Julian ona
bakmadı.
Julianın Emma’nın onu izleyişini fark etmediği zamanlar
çok nadirdi. Tuhaf bir histi bu, hatta bir parça sinir bozucuydu.
Ay ışığı öyle aydınlıktı ki Emma, Julianın tişörtünün rengini
seçebiliyordu. Kırmızı. Eskimiş mavi kotunu giymişti ve ayak
ları çıplaktı. Deniz cam ından oluşan bileziği parıldar gibiydi.
Emma resim yapabilm eyi çok nadir isterdi, fakat o anda bunu
çok istiyordu. Böylece öne eğilirken kırdığı dizinin açısından
sırtının oluşturduğu kıvrım a kadar ortaya çıkan o tek mükem
mel çizgiyi çizebilirdi.
125
Ona yaklaşmasına sadece birkaç adım kala durdu. “Jules?”
Julian başını kaldırıp ona baktı. Hiç şaşırmışa benzemiyor
du. “Church müydü o?”
Emma etrafına bakındı. Kedinin yerini bulması biraz zaman
aldı, bir kayanın tepesine tünemişti. Patisini yalıyordu. “Geri
döndü,” dedi Emma, Jules’ün yanında, kumsala otururken.
“Ziyarete gelmiş işte.”
“Kayalıkların oradan döndüğünü gördüm.” Hafifçe gülüm
sedi. “Rüya görüyorum sandım.”
“Uyuyamadın mı?”
Julian elinin tersiyle gözlerini ovuşturdu. Eklem yerleri boya
olmuştu. “Öyle de denebilir.” Başını salladı. “Tuhaf kâbuslar.
İblisler, periler...”
“Epey sıradan Gölge Avcısı kâbusları,” diye işaret etti Emma.
“Yani, herhangi bir günden farkı yok gibi.”
“Çok yardımcı oldun Emma.” Julian kendini kumsala attı.
Saçları başının etrafında bir hâle oluşturuyordu.
“Her zaman yardımcı olmuşumdur.” Emma da Julian gibi
kumsala uzandı, gökyüzüne baktı. Los Angeles ışıklarının
oluşturduğu kirlilik kumsala da yayılmıştı, yıldızlar hafif ışık
verse de görünebiliyorlardı. Ay kâh bulutların arkasına sakla
nıyor, kâh ortaya çıkıyordu. Emma’nın içini tuhaf bir huzur
kaplamıştı, ait olduğu yerde bulunduğunu düşündüren bir his.
Julian ve diğerleri İngiltere’den döndüğünden beri ilk kez böyle
hissediyordu.
“Bugün söylediğin şeyi düşünüyordum,” dedi Julian.
“Çıkmazlar üzerine. Ne zaman annenle babanın başına gelen
felakete işaret eden bir şey bulduğumuzu zannetsek, hiçbir şey
çıkmıyor.”
Emma, Julian a doğru baktı. Ay ışığı profiline bir keskinlik kat
mıştı. “Belki de bunun bir anlam ı vardır diye düşünüyorum,”
dedi Julian. “Belki de bunu yapanın kim olduğunu bulmamı
zın zamanı şimdidir. Sen hazır olduğun zamandır. Antrenman
yaptığını, giderek daha başarılı olduğunu gördüm. Daha da iyi.
Bunu yapan her kim se, her neyse, şim di hazırsın işte. Onu alt
edebilirsin. Bu m ücadeleyi kazanabilirsin.”
Emmanın göğsünde bir şey pırpır etti. Samimiyet, diye dü
şündü Emma. K arşısındaki Jules’dü, tanıdığı Jules, ona kendine
inandığından daha fazla inanan Jules.
“Bir şeylerin anlam ı olduğunu düşünm ek hoşuma gidiyor,”
dedi Emma usulca.
“Var zaten.” Ju lian bir an sustu. Gökyüzüne bakıyordu. “Bir
süredir yıldızları sayıyorum . Bazen kendini anlamsız bir işe ver
men işe yarıyor bence.”
“Küçükken buradan kaçalım diye konuştuğum uzu hatırlıyor
musun? Kuzey y ıld ızın ı takip ederek?” dedi. “Savaştan önce.”
Julian kolunu başının altın a aldı. Ü stüne düşen ay ışığında
kirpikleri parlıyordu. “Evet. Kaçıp Fransız Yabancı Lejyonuna
katılacaktım. İsm im i Ju lien olarak değiştirecektim .”
“Çünkü o şifreyi kim se çözem eyecekti.” Emma başını yana
eğdi. “Jules. C an ım sıkan nedir? B ir şeyin canını sıktığının far
kındayım.”
Julian kon uşm uyordu. E m m a göğsünün yavaş yavaş inip
kalktığını görebiliyordu. N efesi denizin sesinden işitilm iyordu.
Emma elin i uzatıp k o lu n a koydu. Parm ağını teninde hafifçe
oynatmaya başladı. N -E-Y-î-N V-A-R?
Julian yüzü n ü E m m ad an öte yan a çevirdi. Emma, Ju lian ın
titrediğini gördü, san ki içi ürperm işti. “M ark.”
127
Julian, Emma ya bakmıyordu. Emma yalnızca boynuyla çe.
nesinin kıvrımını görebiliyordu. “Mark mı?”
“Bir süredir onu düşünüyorum,” dedi Julian. “Her zaman,
kinden daha çok. Yani, Helena ihtiyacım olduğunda Wrangt
Adası nda olmasına rağmen telefonun öteki ucunda da olsa,
bana yardım ediyor. Ama Mark ölmüş olabilir.”
Emma uzandığı yerden kalktı. “Öyle söyleme. Mark öl
medi.”
“Biliyorum. Nereden biliyorum , biliyor m usun?” diye sordu
Jules, gerginleşen bir sesle. “Eskiden her gece Vahşi A vın gelişi
ni beklerdim. Ama hiç gelmediler. İstatistiksel olarak düşünür
sen, son beş yılda en az bir kez buraya gelm iş olm aları gerekirdi.
Ama hiç gelmediler. Bana kalırsa M ark o n lara izin vermiyor.”
“Neden peki?” Emma şim di ona b akıyord u. Jules’ün böyle
konuştuğu zamanlar çok nadirdi. H ele k i sesindeki bu karam
sarlıkla.
“Çünkü bizi görmek istemiyor. Bize d air h içb ir şey görmek
istemiyor.”
“Seni sevdiği için m i?”
“Ya da bizden nefret ettiği için .” Ju lia n huzursuzca kumu
eşelemeye başladı. “Onun yerinde o lsaydım bizden nefret eder
dim. Bazen ben de ondan nefret ed iyo ru m .”
Emma yutkundu. “Ben de öldükleri iç in an n em le babamdan
nefret ediyorum. Bazen. Bu... B unun b ir a n lam ı yo k, Jules.”
Julian, Em m aya döndü. Gözleri ko cam an açılm ıştı. Mavi-
yeşil irislerinin etrafını siyah halkalar çevreliyo rd u . “Bahsettiğim
o türden bir nefret değil.” Sesi alçaktı. “Ş ayet T anrı burada ol
saydı her şey farklı olurdu. H er şey farklı o lacak tı. T a w y uyanır
diye şimdi evde bulunm ası gereken ben o lm ayacak tım . Ayıp bir
şey yapmayacaktım, kaçmak istediğim için sahilde doiaşmaya-
caktım. Buradan kaçmam lazım. Tavvy, Dru, Livvy, Ty - onları
büyütecek başka biri olacaktı. Mark on altı yaşındaydı. Bense
on iki. ”
“ikinizin de seçim şansı...”
“Evet, yoktu.” Julian doğruldu. Tişörtünün yakası sark
mıştı ve teniyle saçlarına kumlar yapışmıştı. “Biz seçmedik.
Çünkü bir seçim şansım olsaydı gerçekten bambaşka kararlar
verirdim.”
Emma aklına gelen soruyu sormaması gerektiğinin farkın
daydı. Hele Ju lian bu hâldeyken. Ancak Julian ı bu durumda
hiç görmediği için nasıl tepki verm esi gerektiğini, nasıl olması
gerektiğini bilem iyo rdu. “N eyi bam başka yapardın?” dedi fısıl
tıyla.
“Bir parabatai isteyeceğim i bile düşünm üyorum .” Bu sözler
gayet net, kesin ve acım asızca çıkm ıştı ağzından.
Emma irkildi. D ize kadar gelen bir denizin içinde dururken
birdenbire, b eklen m edik b ir şekilde, bir dalganın tokatlamasına
benziyordu bu. “B u k o n u d a ciddi m isin?” dedi. “Bunu istemez
miydin? Benim le parabatai olm ayı istem ez m iydin?”
Julian ayağa k alk tı. A y b u lu tların arkasından tamamen
çıkmış, etrafı ayd ın latıyo rd u . A y ışığı öyle parlaktı ki Emma,
Julian’ın elindeki b o yaların rengini görebiliyordu. Işık elm acık
kemiklerinde o yn u yo rd u . A ğzının ve şakaklarının etrafındaki
teninin gerild iğin i gö reb iliyo rd u . G özlerinin içindeki renkleri.
“Bunu istem em eliyd im ,” dedi. “K esinlikle istem em eliydim .”
“Jules, ” dedi E m m a, şaşkın, kırgın ve öfkeli. Oysa Julian
çoktan kıyı çizgisinde ilerlem eye başlam ış, oradan uzaklaşı
yordu. Em m a ayağ a k alk an a kadar Ju lian kayalıklara varmış-
tı. Kayalıkları tırm anırken uzun, ince bir gölge hâlini alrnı^,
Derken gözden kayboldu.
Emma istese ona yetişebileceğini biliyordu. Fakat bunu iste
miyordu. H ayatındaki ilk kez Ju lian ’Ia konuşm ak istemiyordu.
Ayak bileklerine bir şey sürtündü. Em m a aşağı baktığında
Church’ü gördü. C hurçh’ün gözlerinde onu anladığını belirten
bir ifâde var gibiydi. Emma onu ku cağın a alıp sarıldı. Akıntı
yükselirken m ırlam asını dinledi.
Idris, 2 0 0 7 , K a r a n l ı k S a v a ş
131
Emma, Ju lian ve kardeşleriyle birlikte Anlaşm alar Holünde
saklanmıştı. İdris’teki en büyük saraydı burası ve her türden ca
navarı dışarıda tutmaktı işlevi. Ancak Gölge A vcılan n ı dışarıda
tutamazdı. Her ne kadar ruhlarını yitirm iş olsalar da.
Ç iji kanatlı, dev kapılar kırılarak açılmış, karanlık savaşçılar
içeriye akın etmişti. Havaya yayılan bir zehir m isali gittikleri her
yere ölüm saçıyorlardı. M uhafızları kesmişler, korunan çocukla
rı kesmişlerdi. Umurlarında bile değildi. Zerre kadar vicdanları
135
ne zarar verirdi ve Gölge Avcıları araya giremez, girmezdi
Anlaşmalar Aşağı Dünyalılar’ı korumamızı sağladı.” Sustu. “En
azından Soğuk Barış’a kadar.”
Emma, Soğuk Barış’ı duyduğu ilk günü hatırlıyor
du. Barış teklifinin sunulduğu zaman Julian’la Anlaşmalar
Holü’tideydiler. Bu sayed e Sebastian Morgenstern’in Karanlık
Savaş’ında oynadıkları rolden dolayı periler cezalandırılmıştı.
Hislerinin ne kadar karmaşık olduğunu anımsıyordu. Bu sa
vaş yüzünden annesiyle babası ölmüştü ya, çok sevdiği Mark ve
Helen sırf peri kant taşıdıkları için nasıl olur da bunun bedelini
ödemek zorunda kalırdı?
“Peki, Soğuk Barış belgeleri nerede im zalan d ı?” diye sordu
D ia n a .
“Idriste,” dedi Livvy. “A nlaşm alar H o lü n d e . Anlaşmalara
katılan herkesin orada bulunm ası gerekiyordu, fakat Seelie kra
liçesiyle Unseelie kralı anlaşm ayı im zalam aya gelm ed i, bu yüz
den değişiklik yapıldı ve onlar olm adan im zalan d ı.”
“Peki, Soğuk Barış periler için ne an lam a geliyo rd u ?” Diana,
Em m ay a sert bir bakış attı. E m m a kaşların ı çatıp gözlerini sı
raya dikti.
“Periler artık A nlaşm alar tarafından korunm uyorlar,” dedi Ty.
“O nlara yardım etm ek yasak ve G ölge A vcıları’y la bağlantı kur
m aları yasaklandı. Sadece Scholom ance ve yüzbaşılar perilerin
işlerine bakabilm e yetkisine sahip. B ir de konsülle engizitör.”
“Silah taşıyan bir peri ö lüm cezasına çarp tırılab ilir,” diye ek
ledi Jules. B itkin görü n ü yo rdu . G özlerinin a ltın d a koyu halka
lar vardı.
Em m a, Ju lian ’ın ken d isin e b akm asın ı isterd i. Ju lian ’la kavga
etm ezlerdi. H içbir zam an kavga etm em işlerd i. E m m a, onun da
kendi kadar şaşkın olup olmadığını merak ediyordu. Söylediği
sözler sürekli kafasında dönüyordu. Bir p a ra b a ta i istemediğini
anlatan sözleri. İstemediği herhangi bir p a ra b a ta i miydi yoksa
Özel olarak kendisi miydi?
“Peki, Konsey nedir Tavvy?” Diğerleri için fazlasıyla basit bir
soruydu bu, fakat Tavvy bir şeye cevap verebilecek olmaktan
hoşnut görünüyordu.
“Gölge Avcıları’nın hüküm eti,” dedi. “Aktif Gölge
Avcılarının hepsi K onseyde yer alır. Karar verenler D ivanı
oluşturur. D ivanda üç G ölge Avcısı vardır ve her biri Aşağı
Dünya nın farklı bir ırkın ı tem sil eder. Büyücüler, kurtadamlar
ve vampirleri. K aranlık Savaş’tan beri peri halkından bir tem
silci yoktur.”
“Aferin,” dedi D iana. Tavvy nin gözleri parladı. “Savaşın
sona erm esinden sonra D ivan başka hangi değişiklikleri yap
mıştır, biri bana an latab ilir m i?”
“Eh, Gölge Avcısı akadem isi yeniden açıldı,” dedi Emma.
Bu konulara h âkim d i. Konsül ilk öğrencilerden biri olması için
onu davet etm işti. Fakat E m m a, Blackthorn’larla kalm ayı tercih
etmişti. “O rada şim d i pek çok G ölge Avcısı eğitiliyor ve elbette
yükseliş bakım ın dan b ir sü rü u m u t veren kişiyi kabul ediyorlar.
Nefılime dönüşm ek isteyen fan ileri.”
“Scholom ance yen id en k u ru ld u ,” dedi Julian. Başını kal
dırınca siyah ve p arlak b ukleleri yanaklarına düştü. “İlk
Anlaşmalar im zalan d ığın d a da vardı ve periler D ivana ihanet
edince tekrar açm akta ısrar ettiler. Scholom ance araştırm a ya
par, yüzbaşıları e ğ itir...”
“Kapalı o ld u ğu onca y ıl boyunca Scholom ance nasıl bir
hâldeydi düşünsenize,” d edi D ru, gözleri bir korku film inin
137
verdiği heyecanla parıldayarak. “Dağların tepesinde, tamamen
terk edilmiş ve karanlık, örümceklerle dolu, hayaletler ve göl
gelerle...”
“Eğer korkunç bir yer düşünmek istiyorsan Kemik Şehri ak
lına getir,” dedi Livvy. Kemik Şehir, Sessiz Kardeşlerin yaşadığı
yerdi. Gölge Avcılarının küllerinden yapılmış, birbirine tünel
lerle bağlanan bir yer altı mekânıydı.
“Scholomance a gitmek isterdim,” diye araya girdi Ty.
“Ben istemezdim,” dedi Livvy. “Yüzbaşıların p a ra b a ta i sahi
bi olmasına izin verilmiyor.”
“Ben yine de gitmek isterdim,” dedi Ty. “İstesen sen de ge
lirdin.”
“Scholomance a gitm ek istem iyorum ,” dedi Livvy. “Karpat
D ağları’nın ortasında. Buz gibi bir yer, üstelik ayılar var.”
Hayvanlardan bahsedildiği zam an sık sık old uğu gibi Ty ne
şelendi. “A yılar m ı varm ış?”
“Bu kadar laklak yeter,” dedi D iana. “Scholom ance ne za
man yeniden açıldı?”
Pencereye en yakın sırada oturan C ristin a araya girm ek için
elini kaldırdı. “Patikadan giriş kap ısın a do ğru gelen biri var,”
dedi. “H atta birilerİ.”
Emma tekrar Ju les’a baktı. E n stitüye ön ced en haber ver
m eden b irilerin in ziyarete gelm esi n ad iren g ö rü lü rd ü . Bunu
yapabilecek sadece birkaç kişi vardı ve M eclis üyeleri bile
gelm eden önce A rth u r’dan randevu alırd ı. O ysa Ju lian ’ın yü
zündeki ifadeye b akılırsa, b u n u y ap an b iri varsa d a bilmediği
birisiydi.
A yağa kalkm ış olan C ristin a so lu klan d ı. “L ütfen,” dedi.
“G elin de bakın.”
Herkes salonun ana duvarı boyunca uzanan pencereye doğ
ru koşturdu. Pencere enstitünün girişine ve kapılardan otoyola
inen ve binayı sahilden ayıran patikaya bakıyordu. Gökyüzü
açık, masmavi ve bulutsuzdu. Güneş ışınları çıplak sırtlarına
oturmuş üç sessiz biniciyle üç atın gümüş dizginlerinden yan
sıyordu.
“Hadalar, ” dedi C ristina. Bu kelim e şaşkınlık içinde kesik
kesik çıkmıştı ağzından. “Periler.”
Şüphe götürm ez biçim de durum buydu. Atların ilki siyah
tı, üstüne oturm uş binicisi yan ık yapraklara benzeyen siyah bir
zırh giymişti. İkincisinin atı da siyahtı ve binici fildişi renginde
bir cübbe geçirm işti. Ü çün cü at kahverengiydi ve binicisi tepe
den tırnağa toprak renginde kapüşonlu bir cübbeye sarınmıştı.
Emma bu kişinin erkek m i kadın m ı, çocuk mu yetişkin mi
olduğunu çıkaram ıyordu.
“0 hâlde öncelik le siyah a tla n geçirelim ve ardından kahve
r e n g i y i diye m ırıld an d ı Jules, eski bir peri şiirinden alıntı ya
parak. “Biri siyah, b iri kahverengi, biri ise beyaz cübbeli, resmi
bir heyet. Saraydan geliyorlar.” Ju lian , D iana ya doğru baktı.
“Arthur’un peri h alk ıyla bir heyet görüşm esi olduğunu bilm i
yordum. K onseye haber verm iş m id ir dersin?”
Diana başını salladı, şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
“Bilmiyorum. Bana h içb ir şeyden bahsetm edi.”
Julian’ın bedeni b ir y ay gibi gergindi. Emma vücudundan
yayılan gerilim i hissedeb iliyo rdu. Peri halkından gelen bir heyet
nadir görülen, cid d i b ir m evzuya işaret ediyordu. Görüşmenin
yapılabilmesi için ö n celikle K onseyden izin alınm ası gerekirdi.
İzin alması gereken en stitü başkanı olsa da. “D iana, gitmem
gerek.”
139
D iana kaşlarını çatıp stelini b ir elin e v ıırd u , ardından onay,
/ar şekilde başını salladı. “Pekâlâ. G it b a k a lım .”
“Ben de geleceğim .” E m m a pencere kenarındaki sıradan indi.
Çoktan kapıya yö n elm iş olan Julian durdu ve arkasını dön
dü. “O lm az,” dedi. “Merak etme. Ben h a lle d e rim .”
Ju lian dışarı çıktı. E m m a b ir sü re h a re k e t e d e m e d i. Normalde
Ju lian ona ihtiyacı o lm ad ığ ın ı veya b ir şeyi y a ln ız başına yap
ması gerektiğini söyled iğ in d e E m m a d e rt etmezdi. Olaylar ba
zen ayrılm ayı g erektirirdi.
Ancak önceki akşam yaşad ık ları içindeki huzursuzluğu daha
da artırd ı. J u le s ü n nesi vard ı anlamıyordu. Emma’yı yanında
mı istem iyo rd u yok sa istiyordu da kızıyor muydu ya da kendine
mi kızıyordu veya h e r ikisi birden mi geçerliydi bilemiyordu.
Tek bildiği p eri halkının tehlikeli olduğuydu ve Ju lian’ın on
larla tek başına yüzleşmesini asla kabul edem ezdi.
“Ben gidiyorum ,” dedi ve kapıya doğru yöneldi. Kapının ya
nında asılı duran Cortana’sını alm ak için durdu.
“Emma,” dedi Diana, gerginliği sesinden o ku n u r bir şekilde.
“D ikkatli ol.”
Periler en son enstitüye geldiğinde Sebastian M orgenstern’in
Julian’ın babasının bedeninden ru hunu alm asın a yardım etmiş
lerdi. M ark’ı alıp götürm üşlerdi.
Emma, Tavvy ve D ru’yu güvenli bir yere taşım ıştı. Julian’a
kardeşlerinin hayatlarını kurtarm asında yard ım etm işti. Sağ
kurtulm aları bir m ucizeydi.
Ancak Emma o zam anlarda yıllarca eğitim alm ış değildi.
Henüz 12 yaşında olduğu için tek başına tek b ir iblis öldür-
m üşlüğü yoktu. D övüşm ek, öldürm ek, savun m ak için henüz
yeterli eğitim i görm em işti.
O ysa ş im d i ç e k in m e s i i ç i n h i ç b i r n e d e n y o k t u .
Periler.
143
“O kadar uzun zaman olmadı amca,” d ed i JuJian. “Onu çok
iyi hatırlıyorum.”
“Daha dün gibi geliyor sahiden.” Arthur ürperdi. “Peri halkı
savaşçılarını çok iyi hatırlıyorum. Londra E n stitü sü ne zırhla
rı kan içinde girmişlerdi. Ö yle kanlıydı ki zırhlan, Zeus kan
yağdırdığında Antik Yunan topraklarında olduklarını sanırdın.”
Gözlüklerini tuttuğu eli titredi. “Hayır, yapam am . Onlarla gö-
rüşemem.”
“Buna mecbursun,” dedi Julian. Am casının söylemediği her
şey gelm işti aklına; Karanlık Savaşta kendisinin bir çocuk ol
duğu, perilerin çocukları katlettiklerini gördüğü, Vahşi Av’ın
çığlıklarını duyduğu. Ancak bunların hiçbirinden bahsetmedi.
“Amca, bunu yapmak zorundasın.”
“Eğer ilacım olsaydı...” dedi Arthur güçsüzce. “A m a siz yok
ken hepsi bitti.”
“Bende var.” Julian cebinden ilaç şişesini çıkardı.
“Malcolm’dan daha fazlasını istem eliydin.”
“Unutmuşum.” Arthur gözlüklerini tekrar taktı. Ju lian şişe
nin içindekileri masanın üstündeki su bardağına dökerken onu
izledi. “Nasıl bulacağım...güvenecek birin i.”
“Bana güvenebilirsin,” dedi Julian. B unları söylerken az
daha boğulacaktı. Bardağı amcasına uzattı. “Al bakalım . Peri
halkının nasıl olduğunu bilirsin. İnsanların huzursuzluğundan
beslenir ve bundan çıkar sağlarlar. Sana oyun yap m aya çalışsalar
bile bu sakinleşmene yardımcı olacaktır.”
“Evet.” Arthur yarı aç yarı korkuyla bardağa baktı.
İçindekilerin bir saat, belki daha az etkisi olacaktı. Sonrasında
başına korkunç, felç edici bir ağrı girecek, b elki günlerce ya
taktan çıkamayacaktı. Julian bu ilacı ona çok n ad ir verirdi.
Sonradan oluşan etkiler düşünüldüğünde nadiren değerdi, fa
kat o an ilacı verdiğine değecekti. Değmek zorundaydı.
Arthur amca tereddüt içindeydi. Bardağı yavaş yavaş ağzına
götürdü ve içindeki suya parmağını değdirdi. Suyu yavaş yavaş
içti.
İlaç anında etkisini gösterdi. Birdenbire Arthur’a dair her şey
keskinleşmiş, yepyeni, net, kesin bir hâl almıştı. Tıpkı özenli bir
desene dönüşen bir eskiz gibi. Arthur amca ayağa kalkıp masa
sının yanında bir çiviye asılmış olan ceketine uzandı. “Giyecek
kıyafet bulmama yardım et Julian,” dedi. “Sığınak’a münasip
bir giriş yapmamız lazım.”
151
“Dökülen peri kanıysa ilgileniriz,” dedi Kieran. Herkesin
şaşkınlık içindeki yüzüne bakcı. “B ildiğiniz üzere, katil perileri
d e öldürüyor ve kesiyor. larlath’ın G öm üt’te olmasının nede
ni de buydu. Emma Carstairs’in ona rastlam asının nedeni de.
Aynı avın peşin deydiniz .”
Iarlath elini p elerin in e sokup bir avuç dolusu parlak mika
çıkardı. Bunları havaya atınca tanecikler havaya çöküp ayrışma
ya başladı ve üç boyutlu im gelere dönüştü. C esetlerin, peri ce-
sed erin in im geleriyd i bunlar, in san a benzeyen seçkin perilerdi,
hepsi d e ölü yd ü . H epsinin d erisin e Em m a’n ın sokakta bulduğu
cesed i kaplayan keskin uçlu, kara işaretler çizilm işti.
Emma bilinçsiz ce ö n e eğild iğ in i fark etti, bu yanılsamayı
daha iyi görm eye çalışıyordu. “B u n lar da nedir? B üyülü fotoğ
raflar m ı?”
“Büyüyle m uhafaza edilen an ılar,” d edi Iarlath.
“Yanılsamalar,” dedi Ju lian . “Y anılsam alar ald atabilir.”
Iarlath başını yan a çevirdi ve im geler değişm eye başladı.
Emma kendini birdenbire üç gü n önce so kakta bulduğu ölü
adam a bakarken buldu. Y üzündeki dehşetle çarp ılm ış ifadeye
kadar tam am en ayn ı im g eyd i bu. “B u d a m ı ald atm aca?”
Em m a gözlerini Iarlath’a d ik ti. “D em ek o n u görd ün. Benden
önce ona rastlam ış o lm alısın . Ben de b u n u m erak ediyordum.”
Iarlath elin i kap atın ca p arlak m ik a p arçaları y ağ m u r dam
laları gibi yere düştü ve y an ılm asa m a gözden kayb o ld u . “Evet.
Ç oktan ölm üştü. O n a y ard ım ed em ed im . B u lm an ız için onu
b ıraktım .”
E m m a h içb ir şey d em ed i. B u resim d en Iarlath ’ın doğruyu
söylediği gayet açık tı.
Ve p eriler y alan söylem ezdi.
152
“Gölge Avcıları da öldürüldü, biliyoruz,” dedi Kieran.
“Gölge Avcıları sık sık öldürülüyor,” dedi Arthur amca.
“Onlar için güvenli bir yer yok.”
“Pek sayılmaz,” dedi Kieran. “Koruyucular olduktan sonra
güvenli yer de vardır.”
“Annemle babam ,” dedi Emma, Onlara bir şey anlatma, pay
laşma, ellerine h içb ir şey verm e, der gibi başını sallayan Juliana
aldırış etmeden. Ju lia n ın haklı olduğunu biliyordu. Sırlarınızı
öğrenip size karşı bir silaha çevirm ek perilerin doğasında vardı.
Yine de bir şey b iliyo r olm a ihtim alleri varsa, ufacık bir ihti
mal de olsa... “O nların cesetleri de beş sene önce aynı işaretlerle
bulunmuştu. G ölge A vcıları onları kaldırm aya çalıştığında küle
dönüştüler, işaretleri bilm em izin tek nedeni N efılim lerin hare
kete geçmeden önce foto ğraf çekm iş olm ası.”
Kieran p ırıl p ırıl parlayan gözleriyle ona baktı. Gözlerinin
ikisi de insan gözlerine benzem iyordu: Siyah gözü fazla koyu,
gümüşi renkli gözü ise fazla m etalikti. Yine de genel etkileri in
sanı büyülüyordu, insan dışı bir güzelliğe sahiplerdi. “Annenle
babana olanları b iliyo ru z,” dedi. “Ö lüm lerinden haberimiz var.
Cesetlerinin üstüne yazılan ib lis d ilin i de biliyoruz.”
“Parçalandı,” d edi E m m a, nefessiz kalarak ve Julian’ın bakış
larını üstünde hissetti. O rad a b u lu n d u ğ u , sessizce destek oldu
ğunu hatırlatan b ir b akıştı bu. “T anınm az hâle getirildi. Üstüne
yazı yazılm adı. ”
K ieranın yüz ifadesi değişm edi. “Bu işaretleri çözmek, an
lamak için y ıllarca u ğ raştığın ızı d a tahm in ediyoruz ve başarılı
olamadınız. B u nu d eğiştirm en ize yard ım edebiliriz.”
“Tam olarak sö ylem ek isted iğin iz nedir?” diye sordu Julian.
Bakışlarında ih tiy a tlı b ir ifade vardı, her an harekete geçmeye
hazır gibi duruyordu. Vücudundaki gerilim Emma’nın biryığln
soru sormasını engelliyordu.
“Unseelie Sarayı’ndaki bilginler bir süredir işaretler üzeri
ne çalışıyor,” dedi Iarlath. “Görünüşe bakılırsa, kullanılan dil
perilerin çok eski bir dönemine ait. İnsanların hatırlamayacağı
kadar eski bir döneme. Nefılimlerden öncesine.”
“Perilerin şeytani atalarına daha güçlü bağlarla bağlı olduğu
b ir döneme,” dedi Arthur, boğuk bir sesle.
Arthur tatsız bir şey söylemiş gibi Kieran dudağını bük
tü. “Bilginlerimiz bu dili tercüme etmeye başladı,” dedi.
Pelerininden birkaç sayfa ince, parşömen kâğıdı çıkardı. Emma
bunların üstünde çok iyi bildiği işaretlerin olduğunu fark etti,
işaretlerin altında daha fazla kelime vardı ve ince, uzun bir ya
zıyla yazılmıştı.
Emma’nın kalp atışları hızlanmaya başladı.
“İlk satırı tercüm e ettiler,” d edi K ieran. “B ir büyünün par
çası gibi görünüyor. İşte b u rada b ild ik le rim iz ek sik kalıyor. Peri
halkı büyülerle ilgilenm ez. D o layısıyla bu, b ü yü cü lerin alanına
g iriyo r...”
“İlk satırı çevirdiniz m i?” diye E m m a birdenbire. “Ne yazıyor?”
“Size söyleyeceğiz,” d edi Iarlath . “Ve b ilg in lerim iz in şimdi
ye kad ar y ap tık ları çalışm aları vereceğiz, tab ii şartlarım ızı kabul
ederseniz.”
Ju lian on lara şü p h eyle b aktı. “N eden sadece ilk satırı çeviri
yorsunuz? N eden h ep sin i çev irm iyo rsu n u z?”
“U nseelie k ra lı devam e tm e le rin i y a sa k la d ığ ı zam an bilgin
lerim iz ilk satırı an cak ta m a m la m ıştı,” d e d i K ieran. “Bir kara
b ü yü , kö k en i ib lislere ait. K ral, p eri h a lk ın d a b u n u n yeniden
d irilm e sin i istem ed i.”
p
155
Kieran’jn güzeJ yüzü ça rp ıld ı. “Bir büyücüye danışamayı2»
dedi. “Lilich'in çocuklarının h içb iri bizimle ilgilenmez. Soğı^
Barış bizi d iğer Aşağı Dünyalılardan ayırdı. Oysa siz kıdem,
ii büyücü Malcolm Fade’i ya da bizzat Magnus Bane’i ziyaret
edebilir, sorun uza cevap isteyebilirsiniz. Bizim elimiz kolumuz
bağlı oysa siz...” Bu son kelimeyi aşağılamayla söylemişti. “Siz
özgürsünüz.”
“Yanlış a ileye g e l d i n i z d ed i A rth u r. “S izin için yasayı çiğ
nememizi istiyorsunuz, san ki p e ri h a lk ın a başka bir gözle ba-
kıyormuşuz gibi. O ysa B lac k th o rn ’la r o n lard an aldıklarınızı
unutmadı.”
“Hayır,” dedi Em m a. “O k â ğ ıtla ra ih tiy a c ım ız var, o...”
“£m m a!” Arthur, E m m a’y a se rt b ir b ak ış atm ıştı. “Yeter!”
Emma gözlerini devirdi fak at k a n ı d am arların d a deli gibi
akıyor, isyan edeceğine d air k a ra r lı b ir e z g iyle uğulduyordu.
Periler oradan ayrılıp k âğ ıtları d a y a n ın d a g ö tü rü rse, onları ta
kip etmenin bir yo lu n u b u lacak , e lle rin d e k i b ilg iy i alacak, öğ
renmesi gerekeni öğrenecekti. N e ş e k ild e o lu rsa olsun. Enstitü
bu riski alamazsa bile o alac ak tı.
Iarlath, A rthur’a baktı. “B u k a d a r a c e le b ir k arar vermek is
tediğinizi sanm ıyorum .”
Arthur’un çenesi g erild i. “N ed e n b e n i so rgu lu yo rsu n , sevgili
komşum?”
İyi komşular. Peri h alk ı iç in k u lla n ıla n ç o k eski bir terimdi
bu. Cevap veren K ieran o ld u : “ Ç ü n k ü elim izd e her şeyden çok
istediğiniz bir şey var. Ve bize ya rd ım ederseniz bunu size vermeye
hazırız. ”
Ju lia n m rengi so ld u . O n a b a k a n E m m a b ir an bu tepki
sine öyle dalm ıştı ki K ieran ’ ın k a s t e t t iğ i ş e y i an la m a sı zaman
aldı. Anladığında ise kalbi göğsünde düzensizce çarpmaya
başladı.
“Neymiş o?” dedi Julian fısıldayarak. “İstediğimiz ne var eli
nizde?”
“Ah, hadi ama,” dedi Kieran. “Ne düşünüyorsun?”
Enstitünün dışına açılan Sığınak kapısı aralandı ve kah
verengi cübbe içindeki peri içeri girdi. Zarafetle ve sessizce
hareket ediyordu. Ne tereddüt ediyor, ne kaygı duyuyordu.
Hareketlerinde insana dair hiçbir şey yoktu. Yerdeki peri de
senin üstüne gelince durdu. Ellerini kapüşonuna götürürken
içeriye bir ölüm sessizliği çökm üştü. İlk kez tereddüt etti.
Elleri insan eliydi. Parm akları uzun, buğday teni esmerleş
mişti. Tamdık ellerdi bunlar.
Emma nefesini tu tm uştu. Soluk alam ıyordu. Julian bir rü
yadaymış gibi görünüyordu. A rthur şaşkınlık içinde boş boş
bakıyordu.
“Kapüşonunu çıkar evlat,” dedi Iarlath. “Yüzünü göster.”
0 tanıdık elleri kapüşonu sıkıca kavrayarak aşağı çekti.
Pelerini çekip iteleyerek omuzlarından çıkardı. Sanki kumaşı
fena hâlde üstüne yapışmıştı. Pelerin kıvrılarak kara bir birikin
ti gibi yere çökerken Emma bir an uzun ve kıvrak vücudu, sarı
saçları ve incecik elleri gördü.
Mührün ortasında duran oğlan nefes nefeseydi. 17 yaşın
da görünen, ayıpençesi asmaları gibi kıvrılan, dallar, fundalar
misali birbirine dolanan sarı saçları omuzlarına dökülen bir
oğlan. Gözlerinde Vahşi Av’ın parçalanmış ikiliği görülüyor
du. İki renkti gözleri. Biri altın sarısı, diğeri Blackthorn ma
visi. Çıplak ayaklan kirden kapkaraydı, kıyafetleri eski püskü,
yırtıktı.
Korkunç bir dehşet, boşalım ve şaşkınlık içindeki Emma’nln
başı d ö n m e y e başladı. Julian elektrik verilmiş gibi kaskatı ^
s ilm iş ti. E m m a, Juiian’ın çenesinin hafifçe gerildiğini, yana,
ğ m d a k i k a s la rın seğirdiğini gördü. Ağzını açmıyordu Julian
K o ltu ğ u n d a n y a r ı doğrularak konuşan Arthur oldu. Kesik kesik
ç ık a n s e s iy le , kararsızlık içinde:
“Mark?”
159
bulanır ve bu yüzden beni ölümle cezalandırmaları umurumda
bile olmaz.”
Kieran’ın o güzelim, yabancı gözleri parladı. “Siz Nefılimler
seçtiğin iz eşlerinize karşı sadıksınızdır, bunu kabul ediyorum.”
K ibirle elini salladı. “Sanırım söylediğiniz gibi Mark pazarlık
kozumuz, fakat birine ihtiyaç duymamızın Nefîlimlerin suçu
o ld u ğu n u unutm ayın sakın. Bir zamanlar Gölge Avcıları bizim
türümüze ait cin ayetleri soruştururdu çünkü nefretlerine inan
dıklarından daha fazla koruma görevlerine inanırlardı.”
“Bir zamanlar p eri halkı kendi türümüze ait olanları hiçbir
karşılık beklemeden bize iade ederdi,” dedi Arthur. “Kaybın
acısı iki tarafı da etkiler, tıpkı güven kaybı gibi.”
“Eh, bize güvenmek zorundasınız,” dedi Kieran. “Güvenecek
başka kimseniz yok. Yoksa var mı?”
Uzun bir sessizlik oldu. Ju lian b akışların ı tekrardan ağabeyi
ne yöneltti ve o anda Em m a, M ark ’ı alık o yd u k ları için peri hal
kından nefret etti. A ynı zam anda Ju lia n ’ın d a insancıl, kırılgan
kalbini zaptetm işlerdi. “D em ek bu cin ayetlerd en kim in sorum
lu olduğunu bulm am ızı istiyo rsun uz,” d edi Ju lian . “Perilerle
insanların ölüm lerine son verm em izi. Ve b aşarılı olursak, karşı
lığın d a bize M ark’ı vereceksiniz?”
“Sarayım ız çok dah a cöm ert o lm aya hazır,” dedi Kieran.
“M ark ’ı size şim di vereceğiz. A raştırm aların ız d a size yardım
edecektir. Ve incelem eniz sona erd iğ in d e sizin le m i yoksa Avla
m ı kalacağını kendisi seçecek.”
“Bizi seçecektir,” d edi Ju lian . “Biz o n u n ailesiyiz .”
Kieran’ın gözleri p arlad ı. “Ben o k ad ar e m in olm azdım genç
G ölge Avcısı. Av’dan gelen ler Av’a sad ık tır.”
“O Av’dan gelm iyo r,” d edi E m m a. “O b ir B lackthorn.”
16 0 < s
“Annesi, Leydi Nerissa bir periydi,” dedi Kieran. “Ve bizimle
birlikte ava katıldı, bizimle birlikte ölüleri topladı, elf yayı ve ok
kullanımında ustalık kazandı. Mark, periler açısından zorlu bir
savaşçı fakat size benzemiyor. Sizin gibi savaşmaz. Bir Nefılim
değil o.”
“Bir Nefılim o,” dedi Julian. “Gölge Avcısı kanı özeldir. Teni
mühür taşıyabilir. Yasaları biliyorsunuz.”
Kieran bu söze bir cevap vermedi, sadece Arthur’a bakmakla
yetindi. “Buna ancak enstitü başkanı karar verebilir. Amcanızın
özgürce konuşmasına izin vermelisiniz.”
Emma, Arthur’a baktı. Herkesin gözü Arthur’daydı. Arthur
sinirle koltuğunun kolçağını çekiştiriyordu. “Peri oğlanın bizi
size gammazlamasını istiyorsunuz,” dedi sonunda titrek bir ses
le. “Sizin ajanınız olacak.”
Peri oğlan. M ark değil. Em m a, M ark’a baktı. Taş kesmiş yü
zünden acı çektiğin i gösteren an lık bir bakış geçmişse de bu
görünmüyordu.
“Sizi gözetlem ek isteseydik bu n u n daha basit yollarını bu
lurduk,” dedi K ieran buz g ib i bir sesle sitem ederek. “M ark’tan
vazgeçmemize gerek kalm azd ı. K endisi Av’ın en iyi savaşçıla
rından birisidir. G w yn o n u çok özleyecek. D olayısıyla bir ajan
olmayacak.”
Julian, Em m a’y ı k en ara çekip am casının koltuğu önünde
dizleri üstüne çöktü. A rth u r’a so kulup kulağına bir şeyler fısıl
dadı. Emma sö yled ik lerin i d u ym ay a çalıştı fakat sadece birkaç
kelime çıkarabildi, “ağ ab eyim ”, “soruşturm a”, “cinayet”, “ilaç”
ve “Konsey.”
Arthur yeğ en in i su stu rm ak ister g ib i titreyen elini kaldırdı
ve perilere dön dü. “T ek lifin izi kabu l edeceğiz,” dedi. “Tabii,
> 161
hiçbir oyun olmaması şartıyla. Soruşturm a sona erdiğinde, katil
yakalandığında, M ark kalm aya veya gitm eye kendi özgür irade
siyle karar verecek.”
“Elbette,” dedi Iarlath. “Katilin kim liği tamamen belli ol
duğu zaman tabii. Eli kanlı kişinin kim olduğunu öğrenmek
istiyoruz. Cinayetler şu veya bu kişi tarafından işlenmiştir ya da
sorumlusu vam pirlerdir dem eniz yeterli olm ayacak. Katil veya
kâdller h er kim se sarayların velayetine bırakılacak. Adil yargıyı
biz yapacağız.”
K atili ilk bulan ben olursam asla, diye geçirdi içinden Emma.
Size onun cesedini getireceğim ve sizin için y eterli olm ası hayrınıza
olacak.
“Önce yem in edin,” dedi Ju lian , parlayan m avi-yeşil göz
lerinde sert bir bakışla. “Pazarlık şa rtla n y e r in e getirildiğinde
Mark B lack thornun A vın b ir p a rça sı olm a veya hayatına bir
N efilim olarak d eva m etm e kararını k endisinin vereceğin e ant içe
rim deyin.”
Kieran’ın dudakları gerildi. “Pazarlık şartları yerine getirildi
ğinde Mark Blackthorn un Av’ın bir parçası olma veya hayatına
bir Nefîlim olarak devam etme kararını kendisinin vereceğine
ant içerim.”
Mark içeri girdiğinden beri boş gözlerle bakıyor, yerinden
kımıldamıyordu. Sanki bir başkası üzerine konuşuluyordu.
Sığınağın duvarlarının ardını, belki uzaktaki okyanusu ya da
bunun çok daha ötesinde bir yeri görür gibiydi.
“O hâlde bir anlaşma yaptığım ızı sanıyorum ,” dedi Julian.
İki peri birbirine baktı. Sonra Kieran, M ark’ın yanına git
ti. Beyaz ellerini M ark’ın omuzlarına koyup gırtlaktan sesler
çıkararak E m m anın anlam adığı bir dilde bir şeyler söyledi.
162
Diana’mn öğrettiği dillerden biri değildi bu. Saray perilerinin o
kibar, melodik konuşmasına veya bir başka büyülü konuşmaya
benzemiyordu. Mark istifini bozmadı. Kieran gayet normal bir
şekilde ondan uzaklaştı.
"Şimdilik sîzindir,” dedi. “Küheylanını burada bırakacağız.
Birbirlerine çok... bağlandılar.”
“At kullanmaya fırsatı olmayacak,” dedi Julian, sert bir sesle.
“En azından Los Angeles’ta.”
Kieran kibir dolu bir tavırla gülümsedi. “Bana kalırsa, bu atı
kullanabileceğini göreceksiniz.”
“Tanrım!” A rthur’du bu, bağırıyordu. O ne doğru savruldu,
elleriyle başını sallıyordu. “Acıyor.”
Julian, am casının yan ın a gidip kolunu tutm ak için uzandı
fakat Arthur onu savuşturarak ayağa kalktı. Nefesi düzensiz
di. "Müsaadenizi istem ek du ru m u n d ayım ,” dedi. “Baş ağrım.
Dayanılmaz.”
Berbat görünüyordu, d oğruydu. Teni kirli beyazdı, yakası
terden boynuna yap ışm ıştı.
Kieran da Iarlath d a b ir şey dem edi. M ark da öyle. Kör gibi
ayakları üstünde sallan ıyo rd u . Periler A rthur’u gözlerini yakan
aç bir merakla izliyordu.
Emma ak ılların d an geçen i okuyabiliyordu. Los Angeles
Enstitüsünün başkanı. Z ayıf, hasta...
İç kapılar şan gırdadı ve D ian a içeri girdi. H er zam anki gibi
soğukkanlı ve sakin g ö rü n ü yo rd u . Kasvetli bakışlarla karşısın
daki manzarayı in celed i. Y alnızca b ir kez Em m a ya baktı ve bu
bakışlarda in san ın k a n ın ı d o n d u ran b ir öfke vardı. “Arthur,”
dedi. “Yukarıya g elm en lazım . Sen git. Pazarlığı tartışm ak için
dışarıya kadar heyete ben eşlik ed erim .”
163
Ne zam andır burada bizi dinliyordu acaba , diye düşündü
Emma. Arthur büyük bir m innetle aksayarak Diana’nın yanın
dan geçti ve kapıya yöneldi. D iana istediği zaman bir kedi gibi
suskun olabiliyordu.
“Ölecek mi yoksa?” diye sordu Iarlath merakla. Arthur
Sığınaktan çıkarken gözlerini üstünden ayırm adı.
“Bizler faniyiz,” dedi Emma. “H astalanırız, yaşlanırız. Sizler
gibi değiliz. Ancak sizi şaşırtacak bir durum yok.”
“Yeter,” dedi Diana. “Sığınak’tan dışarı kadar size eşlik ede
ceğim, fakat öncelikle çeviriyi alayım .” İnce, esmer elini uzattı.
Kieran aşağılayıcı bir bakışla neredeyse saydam kâğıtları
ona uzattı. D iana kâğıtlara baktı. “İlk satırda ne diyor?” dedi
Emma, kendine hâkim olam ayarak.
D iana kaşlarım çattı. “Suya ateş, ”dedi
“O ne dem ek?”
Iarlath ona soğuk bir bakış atıp D iana’nın yanm a geçti.
“Bunu bulm ak insanlarınızın görevi olacak.”
Ateşe su? Emma, annesiyle babasının cesetlerini, boğulma
larını, kül gibi un ufak olm alarını h atırlad ı. Sokaktaki adamın
önce yakılan sonra deniz su yun a b atırılan cesedini. Julian’a bak
tı. Acaba onun aklından da ayn ı şeyler m i geçiyordu? Fakat ha
yır, gözleri m ıhlanm ış gibi yerinden k ım ıld am ayan ağabeyinin
üzerindeydi.
Em m a o kâğıtlara ulaşm ak için can atıyo rd u , fakat Diana nın
ceketinin cebindeydiler ve D ian a iki p eriyi Sığın ağın çıkış ka
pısına götürüyordu.
“Bu kon uyu Konsey in haberi o lm adan araştıracağım ızı an
lıyorsunuz herhâlde,” dedi, Iarlath y an m a gelirken . Kieran kaş
larını çatm ış, arkaların dan yü rü yo rd u .
“Hükümetinizden korktuğunuzu anlıyoruz, evet,” dedi
Iarlath.“Biz de onlardan, Soğuk Barış’ın mimarlarından kor
kuyoruz.”
Diana oltaya gelmedi. “Soruşturma süresince bizimle ile
tişim kurmak isterseniz bunu yaparken dikkatli olmanız ge
rekecek.”
“Sadece Sığınak’a geleceğiz ve bize mesajlarınız olduğun
da buraya bırakabilirsiniz,” dedi Kieran. “Pazarlığımızdan bu
duvarlar dışında herhangi birine bahsettiğinizi duyarsak, özel
likle de Nefılim olmayan birilerine, fena hâlde darılırız. Mark
da Ava gizlilik yemini verdi. Onlara karşı çıkmayacağım gö
receksiniz.”
Diana kapıları açtığın d a gün eş ışığı içeri d o ldu. İki periyle birlikte
gözden kaybolduğunda E m m a eğitm en in e karşı E m m a m innetle
doldu. A rthur’u k u rta rd ığ ı iç in ve Ju lia n ı iy iy m iş g ib i d av ran
maktan kurtardığı iç in o n a m in n e tta rd ı.
Zira Jules, ağ ab ey in e b a k ıy o rd u . A rtık o n u görecek, zayıf
lığından dolayı y a rg ıla y a c a k k im se o lm a d ığ ın a göre, so n u n d a,
gerçek anlam da b a k a b iliy o rd u o n a. So n an d a M ark ’ ı elin d en
alacak kimse k a lm a d ığ ın a göre.
Mark ağır ağ ır b a şın ı k a ld ırd ı. B ir d e ri b ir k e m ik ti, E m m a’ n ın
hatırladığından ç o k d a h a in ce , ç o k d a h a k e m ik liy d i. H a tla rın ın
keskinleştiği k ad ar b ü y ü m e m iş g ib iy d i. Z ira y a n a k ve çene k e
mikleri narin a le tle rle in c e ltilm işe b e n z iyo rd u . İn c ec ik ti fakat
perilere özgü b ir zarafete sa h ip ti.
“Mark,” d ed i J u lia n so lu k la n a ra k . E m m a y ılla r iç in d e ağ a
beyi için, M ark iç in ç ığ lık la r a ta ra k u y a n d ığ ı k â b u sla rı, u m u t
suzca, kendin i k a y b e tm iş h â lle rin i d ü şü n d ü . Ş im d i ise y ü z ü
solgundu ya, bir mucizeyle karşılaşmış gibi gözleri parlıyordu.
Ve Emma’ya göre bu bir mucize sayılırdı: Periler aldıkları şeyi
geri vermezdi.
Ya da en azından değiştirm eden geri vermezlerdi.
Birdenbire Emma kanının donduğunu hissetti, fakat sesini
çıkarm adı. Ju lian , ağabeyine doğru bir adım , ardından bir adım
daha atarken yerinden bile kım ıldam adı. Ve Julian titrek bir
sesle konuştu. “M ark,” diye fısıldadı. “M ark. Benim .”
M ark doğrudan Ju lian ’ın yüzüne baktı. İki renkli gözlerin
de bir şey vardı. Em m a onu en son gördüğünde iki gözü de
m aviydi. G özlerindeki farklılaşm a içinde kopm uş bir şeylere
işaret eder gibiydi. Sırı boyunca çatlam ış bir çöm lek parçası
gib i. M ark, Ju lian ’a baktı. B oyunu, geniş om uzlarını, uzun ince
vü cud u n u , dağılm ış kahverengi saçlarını, Blackthorn gözlerini
in celedi. Ve oraya geldiğinden beri ilk kez konuştu.
Sesi g ü n lerd ir konuşm uyorm uş g ib i kesik, ham geliyordu.
“Baba?” dedi. Ju lian irkilerek so lu klan d ığın d a ise, M ark’ın göz
leri kayd ı ve bayılıp yere y ığ ıld ı.
k H5> 166
6
ÇOK DAHA
BİLGE KİMSELER
167
Yüzünde onu ele veren sa d ece kaslarının gerilmesiydi.
Sımsıkı kapattığı yumuşak dudakları ince bir çizgi oluşturuyor
du. Güçlü bir duyguyla kalbi sızladığında ve bunu -genellikle
kardeşlerinden- saklamaya çalıştığında b ö y le görünürdü.
Emma yatağın yanına geld i. Bir sü re ikisi de orada dikilip
Mark’ı izledi. Gerçekten d e dirsekleri, dizleri ve köprücük ke
miklerinin kıvrımları giyd iği k ıyafetlerin altında fena hâlde kes
kin duruyordu. Üstünde yırtık pırtık bir kotla, dizlerine kadar
çekilmiş dana derisinden çizmelerle yıllar içinde yıkanmaktan
âdeta şeffaflaşmış bir tişört vardı. Birbirine girmiş sarı saçları
yüzünün yarısını kapatıyordu.
“Doğru m u?” dedi kapı eşiğinden gelen ince bir ses.
Emma arkasını döndü. Ty ve L ivia odaya gelm iş, içeri çok
az girm işti. C ristina hem en arkalarında, kapı eşiğindeydi.
O nları tutm aya çalıştığını söyleyen gözlerle E m m a ya bakıyor
du. Emma başını salladı. Bir şeye dâh il o lm ak istedikleri zaman
ikizleri tutm anın im kânsız o lduğu n u biliyord u.
Az önce konuşan Livvy’di. Ş im d i odaya, Em m a’nın arkası
na, yatakta yatan M ark’ın b u lu n d u ğu yere bakıyordu. Nefesini
tuttu. “D em ek doğruym uş. ”
“Olabilir.” Ty elleri böğründe oynuyordu. Parm aklarını sayı
yordu, birden ona, ondan bire. B ilinçsiz yatan ağabeyine yönelt
tiği bakış şüpheyle doluydu. “Peri h alkı ald ığı şeyi geri vermez.”
“D oğru,” dedi Ju lian şefkatle. E m m a, Ju lia n ’ın bu nazik dav
ranışı karşısında ilk kez şaşırm ıyo rdu . İçten içe çığlık atmak,
binlerce parçaya bö lü n m ek isted iğin i b iliyo rd u . “Fakat bazen
sana ait olan şeyleri geri verirler.”
Ty tek kelim e etm iyo rd u . E lleri h âlâ ay n ı hareketle oynuyor
du. Ty’ın babası b ir keresinde on a k ım ıld am am ay ı öğretmeye
çalışmış, oğlu gergin olduğunda ellerini yanlarında sımsıkı tut
muş, “Sakin, sakin, ” demişti. BuTy’ı öyle panikletmişti ki küs
müştü. Julian bunu hiç yapmamıştı. Sadece insanların gergin
olduğu zamanlarda içlerinin kelebek varmış gibi pır pır ettiğini
söylemişti. Bazıları bunu karnında hissederdi, Ty ise elleriyle
gösteriyordu. Bu açıklama Ty ın hoşuna gitmişti. Güveleri, ke
lebekleri, arıları severdi. Kanatlı her şeyi severdi.
“Onu hatırladığım zamandaki hâline benzemiyor,” dedi bi
risi alçak sesle. Konuşan Dru’ydu. Cristina’nın etrafından başı
nı İçeri sokmuştu. Tavvy’yle el ele tutuşuyorlardı.
“Eh,” dedi Emma. “Mark artık beş yaş daha büyük.”
“Daha büyük görünmüyor,” dedi Dru. “Sadece farklı görü
nüyor.”
Bir sessizlik oldu. D ru h aklıydı. M ark büyüm üş, hele ki beş
yaş daha büyüm üş, görünm üyordu. Bu kısm en çok zayıf olma
sından kaynaklanıyordu, fakat dahası vardı.
“Bunca zam andır bir peri d iyarın d a yaşadı,” dedi Julian. “Ve
zaman... Zaman orada farklı akıyor.”
Ty bir adım öne ç ık tı. G özleriyle y atağı tarıyor, ağabeyi
ni inceliyordu. D ru silla tered d ü t için d eyd i. M ark gittiğinde
sekiz yaşındaydı. E m m a, T y’ın ona d air an ıların d an geriye
neler kaldığını h a ya l b ile ed em iyo rd u . M u htem elen belli be
lirsiz, m uğlak a n ıla rd ı b u n lar. Tavvy’ye gelince, Tavvy o za
manlar iki y a şın d a y d ı. O n a göre y ata k tak i oğlan bir yab an
cıdan ibaretti.
Oysa Ty. Ty h atırlard ı. Yatağa yaklaştı. Em m a kül rengi göz
lerinin ardından h ızlı zih n in in çalıştığın ı görebiliyordu. “İşte
bu mantıklı olur. B ir g eceliğin e perilerle birlikte ortadan kay
bolup d öndüklerinde yü z y ıl geçtiğin i görenlere dair öyle çok
hikâye var ki. Beş sene ona iki sene gibi gelmiş olabilir. Seninle
aynı yaşta görünüyor, Jules.”
Julian boğazını temizledi. “Evet. Evet, öyle.”
Ty başını yana eğdi. “Neden onu geri getirmişler?”
Julian tereddüt içindeydi. Emma yerinden kımıldamıyordu.
Yanlarına kalıcı olarak dönmüş gibi görünen kayıp ağabeyle-
rinin sadece bir süreliğine burada kalacağını onlara kocaman
gözleriyle bakan çocuklara nasıl açıklayacaklarını ikisi de bile
miyordu.
“Kanaması var,” dedi Dru.
“Ne?” Julian yatağın yanındaki cadı ışığı lam basını açtı içe
risi sıcak bir parlaklıkla doldu. Em m a nefesini tuttu. Mark’m
yırtık pırtık tişörtünün yanı, om uz kısm ı, kıpkırm ızı kan ol
muştu. Giderek yayılan bir yam ayı an d ırıyo rd u .
“Stel,” diye bağırdı Julian elini uzatıp. A ğabeyinin tişörtünü
eşelemeye başlamış, omzuyla köprücük k em iğin i açmıştı. Yarı
iyileşmiş yarası açdmıştı. Yaradan kan sızıyordu, yavaştı, yine de
Tavvy endişelendiğini belli eden an lam sız b ir ses çıkardı.
Emma stelini kemerinden alıp Ju lia n a fırlattı. Hiçbir şey
söylemedi, buna gerek yoktu. Ju lian e lin i açıp steli havada yaka
ladı. Eğilip stelin ucunu Mark’ın derisine b astırd ı ve iyileştirme
mührü çizmeye başladı.
Mark çığlık attı.
Gözleri açılıvermişti. Deliye dönm üş g ib i parlıyo rdu. Lekeli,
kirli, kanlı elleriyle havayı döverken Ju lia n ’ın elin d ek i steli yere
172
“Ama odası olduğunu hatırlamıyor,” dedi Livvy. Sinirlenmiş
görünüyordu. “Hatırlamıyor. Hiçbir şeyi hatırlamıyor.”
“Hatırlıyor,” dedi Emma, elini Livvy’nin omzuna koyarken.
“Sadece hatırladığı her şey değişmiş.”
“Değişmedik.” Livvy öyle mutsuz görünüyordu ki Emma
onu kendine doğru çekip alnından öptü. Livvy ondan sadece
birkaç santim kısa olduğu için pek de zahmete girmemişti.
“Ah, değiştiniz,” dedi. “Hepimiz değiştik. Mark da öyle.”
Ty endişeli görünüyordu. “Ama odası tozlu,” dedi. “Her şe
yini attık. Onu unuttuğumuzu zannedecek, umursamadığımızı
zannedecek.”
Julian irkildi. “E şyalarını sakladım . Bodrum katındaki de
polardan birinde.”
“Güzel.” C ristin a ellerin i sertçe birbirine çarptı. “O nlara ih
tiyacı olacak. Ve dah a fazlasına. Ü stündekilerin yerine giyeceği
kıyafetlere. O na ait saklad ığın ız ne varsa hepsine. Fotoğraflara
veya hatırlayabileceği şeylere.”
“Onları g etireb iliriz,” dedi Livvy. “Ty’la İkimiz.”
Ty kesin talim atlar alm ış olm aktan rahatlam ışa benziyordu.
Livvy yle birlikte m erdivenlerden aşağı indiler. Sesleri giderek
hafif m ırıltılara dö n üştü.
Arkalarından b akan Ju lia n kesik kesik soluklandı. G erginlikle
rahatlama karışım ı b ir sesti çık ard ığ ı. “O nlara yapacak bir uğraş
bulduğun için teşekkürler.”
Emma uzanıp C ristin a’nın e lin i sıktı. T u h af bir şekilde gu
rurlu hissediyordu k e n d in i. S an k i C ristin a’yı gösterip “B akın,”
demek istiyordu, “arkad aşım ne yap acağın ı b ilir!”
“Tam olarak y ap ılm ası gerekeni nereden biliyorsun?” diye
sordu yüksek sesle. B u n u n üzerine C ristin a gözlerini kırpıştırdı.
175
“Çalışm a aJanım bu, unuttun m u?” dedi Cristina. “Peri hal
kı ve Soğuk Barış’m sonuçları. Elbette peri halkı sizden talepler
de bulunarak onu geri getirdi, zalim liklerinin bir parçası da bu.
M ark’ın iyileşmek için zamana ihtiyacı var, bu dünyayı, hayatı
nı yeniden tanım aya başlaması için. Fakat periler bunu yapmak
yerine, tekrar bir Gölge Avcısı olması çok kolaym ış gibi onu bu
dünyaya atıverdiler.”
Julian kapının yanındaki duvara yaslandı. Em m a kıstığı göz
kapaklarının altından gözlerindeki öfkeli ateşi görebiliyordu.
“Onu yaralamışlar,” dedi. “N eden?”
“Yaptığın şeyi yapasın diye,” dedi Em m a. “Stelini eline ala
sın diye.”
Julian bir küftir savurdu. Kısa, sert bir küfıirdü bu. “Ona yap
tıklarım göreyim diye, benden nasıl nefret ettiğini göreyim diye.”
“Senden nefret etm iyor,” dedi C ristin a. “N efret ettiği kendi
si. Nefîlim olduğu için nefret duyuyor, çü n kü bu nu ona öğret
mişler. Nefrete karşı nefret. Eski dönem lerden gelen kimseler
onlar ve adalet anlayışları da bu.”
“M ark nasıl?” M erdivenlerin tepesinde beliren D iana’ydı,
Etekleri ayak bileklerine sürtünerek telaşla y an ların a geldi.
“Yanında birisi var m ı?”
Julian olanları anlatırken D ian a sessizce onu d inledi. Silah
kem erinin tokasını takıyordu. Ç izm elerin i g iym iş, saçlarını ar
kada toplam ıştı. O m zundan deri b ir çan ta sarkıyordu.
“U m arım dinlenebilir,” dedi Ju lia n ko n uşm asın ı bitirince.
“Kieran buraya 2 gün boyunca peri d iy arın d a ilerleyerek, hiç
uyum adan geldiklerini söyledi, m u h tem elen çok yorgundur.”
“Kieran m ı?” dedi Em m a. “Seçkin p erileri isim leriyle anman
ilginç. Seçkinlerden öyle değil m i?”
um — 174
Diana başını onaylar şekilde salladı. “Kieran peri diyarı
nın prensi, bunu kendisi söylemedi ama gayet açık görülüyor.
Ia rlath , Unseelie Sarayı’ndan, bir prens değil ama bir çeşit saray
üyesi. Anlaşılıyor.”
Julian, ağabeyinin yatak odasının kapısına doğru baktı.
“İçeri girmem lazım.”
“Hayır,” dedi D iana. “Emma’y la birlikte M alcolm Fade’e gi
deceksiniz.” Elini çantasına daldırdı ve Kieran ın önceden ona
verdiği peri belgelerini çıkardı. Emma yakından bunların soğan
zarı kadar ince iki parşöm en kâğıdından oluştuğunu görebili
yordu. Ü stlerindeki m ürekkebe bakıldığında yazılar oyularak
yazılmış gibi duruyordu. “B unu ona götürün. Bakalım ne di
yecek.”
“Şimdi m i?” dedi Em m a. “A m a...”
“Şimdi,” dedi D ian a kararlılıkla. “Periler size -bize- üç hafta
verdi. M ark’la b u n u çözm ek için üç hafta. Sonra onu geri ala
caklar.”
“Üç hafta m ıT d iye tekrarladı Ju lian . “H iç de yeterli bir za
man değil.”
“Onlarla b irlikte g id e b ilirim ,” dedi C ristina.
“Sana burada ih tiy ac ım var C ristin a,” dedi D iana. “Birinin
Mark’ı gözetmesi gerekiyo r ve çocuklardan biri bunu yapamaz.
Ben de öyle. G itm em gerekiyor.”
“Nereye g id iyo rsu n ?” d iye sordu Em m a.
Ancak D iana tek k elim e etm eden başını sallam akla yetindi.
Tanıdık bir duvardı bu. E m m a birden fazla kez çarpm ıştı bu
duvara. “Ö nem li b ir iş,” dedi sadece D iana. “Bana güvenm ek
zorundasın E m m a.”
“Sana her zam an g ü v en iyo ru m ,” diye m ırıld and ı Emma.
175
Juiian ağzını açmadı. Emma, Diana’nın mesafesinin daha
çok olmasa da kendisi kadar onun da canını sıkıp sıkmadı
ğını merak ed iy o r d u ya, ö y le y s e Ju iian bunu hiç belli etmi
yordu.
“A m a bu işleri değiştirir,” dedi Em m a. D uygusal konuş
m am aya çalışıyordu. Rahatlamasına, m uzaffer hissetmesine
rağm en böyle h issetm em esi gerektiğinin farkındaydı. “Mark
uğruna. M ark uğruna bu işi yapanın kim olduğunu bulmaya
çalışm am ızı istiyorsun.”
“Evet.” D iana koridorda geldiğinden beri ilk kez Emma’nın
gözlerinin içine bakıyordu. “B una m em nun olm alısınız,” dedi.
“İstediğiniz şeyi elde ettiniz işte. A rtık başka bir seçeneğimiz
yok. Bu cinayetleri araştırm ak ve bu nu K o n seyin bilgisi dışında
yapm ak zorundayız.”
“B unun sorum lusu ben d eğilim ,” d iye karşı ç ık tı Emma.
“Başka seçeneğinin olm adığı d u ru m ların h içb iri iyi değildir,
Em m a,” dedi D iana. “Bunu ilerid e öğreneceksin. Tek dileğim
çok geç olm am ası. B unun o lm asın ın iy i b ir şey o ld uğu n u düşü
nebilirsin am a seni tem in ederim öyle d e ğ il.” B aşını çevirdi ve
d ik katin i Ju iian a verdi. “Senin de çok iy i b ild iğ in üzere Juiian,
yasa dışı bir soruşturm a bu. S o ğu k Barış peri h a lk ıy la iş birliğini
istem iyor ve ne sebeple olursa olsun o n lar için çalışm a anlamına
gelen her şeyi kesin likle yasaklıyor. B u işi elim izd en geldiğince
hızlı ve tem iz çözm em iz yararım ıza olacak, böylece Konseyin
yap tığım ız şeyi öğrenm e ih tim ali azalacak.”
“Peki, iş b ittiğ i zam an ne olacak?” d edi Ju iia n . “Ü stelik Mark
döndü. B unu nasıl açık layacağız?”
D iana’nın b akışların d a b ir şeyler d eğişti. “B u n u iş bittiği za
m an düşü n ü rü z.”
177 <
“K ıdem li büyücüyü tehdit etm ek,” diye hom urdandı Julian,
D ian a koridorda uzaklaşırken. “Ç ok daha iyi. Belki de vampir
k lan ın ın karargâh ına gitm eli ve Anselm N ightshade’in suratını
y u m ru k lam alıyız, ha?”
“So nuçları bir dü şü n ,” dedi Em m a. “Bir daha pizzalarından
yiyem eyiz.”
Ju lian alaycı bir tavırla yan yan bakarak gülüm sedi Emmâya.
“M alco lm ’un yan ın a tek başım a g id eb ilirim ,” dedi Emma.
“Sen burada kalab ilirsin Jules, M ark ’ın ...”
E m m a cüm lesin i tam am layam ad ı. M ark ’ın tam olarak ne
yap m asın ı b ekled ik lerin d en em in d eğild i. H iç kim se emin de-
ğ ild i.
“O lm az,” dedi Ju lia n . “M alco lm ban a güvenir. O nu en iyi
ta n ıy an b en im . B u nu bir sır o larak saklam ası için onu ikna ede
b ilirim .” D o ğru ld u . “B irlik te gid eceğiz.”
Parabatai olarak. Olm ası gerektiği gibi.
E m m a o n aylam asın a başın ı sallayıp C ristin a’n ın elin i tuttu.
“H em en d ö n m eye çalışacağız,” d ed i. “T ek başın a halledebile
ceksin d eğil m i?”
C ristin a b aşın ı sallad ı. E lin i b o yn u n a koym uş, parmakla
rı k o lye sin in ü stü n d eyd i. “M a rk ’a göz k u la k o lu ru m ,” dedi.
“M e ra k e tm e y in . H e r şey y o lu n a g irecek .”
B u söz ü zerin e E m m a o n a neredeyse in an acak tı.
178
yemyeşil deniz çayırlarının bulunduğu bir alandı burası.
seldiği,
179
“Hatırlıyor,” dedi Julian. “Seni hiç kimse unutamaz.”
Emma şaşkınlık içinde gözlerini kırpıştırdı. Julian bir an
sonra arabadan inmişti. Emma da onu izledi ve arabalar bir şerit
hâlinde uzaktan vızır vızır geçerken arabanın kapısını kapattı.
Jules, Malcolm’un evine çıkan köprünün ucunda durmuş,
eve doğru bakıyordu. Emma, Julian’ın tişörtünün ince kuma
şından kürek kemiklerini, saçlarının bronzlaşmasını engellediği
yerde teninin geri kalanından bir ton daha açık olan ensesini
görebiliyordu.
“Peri halkı üçkâğıtçıdır,” dedi Ju lian başını çevirmeden.
“Mark’ı bırakmak istemiyorlar. Peri k an ıyla G ölge Avcısı kanı
bir araya gelince çok değerli oluyor, işim iz bittiğinde Mark’ı
geri almak için özel bir şart bulacaklarına em in im .”
“Eh, bu M ark’a kalm ış,” dedi Em m a. “Yanım ızda kalma ya
da gitm e kararını kendisi verecek.”
Julian başını salladı. “Seçim yap m ak basit görünür biliyo
rum ,” dedi Julian. “Am a pek çok seçim k o lay değildir.”
M erdivenleri çıkm aya başladılar. M erd iven ler tepelerin ara
sında sarmal bir şekilde yükselerek dön üyo rd u. Göz boyama
büyüsü olduğu için yalnızca doğaüstü y ara tık lar görebiliyordu.
Emma buraya ilk kez geldiğinde on a M alco lm eşlik etmişti.
Tepelerinde, gökyüzüne doğru o lağan ü stü b ir şekilde yükselen
kristal merdivenden bihaber, aşağıda, arab aları içinde geçip gi
den fanilere hayretle bakm ıştı.
A rtık buna biraz daha alışkın dı. M erd iven i bir kez gördünüz
m ü size bir daha asla görünm ez gelm iyo rd u .
M erdivenlerde ilerlerken Ju lian başka b ir şey söylemedi.
Emma aldırış etm iyordu. A rabadaki sözleri sam im iyetle söy
lem işti. Konuşurken doğrudan Em m a’n ın gözlerine bakmış-
tı. Konuşan J u lia n Emmamn Jules’ü, iliklerinde, beynin
de, omurlarında yaşayan, damarlarıyla sinirlerine nüfuz etmiş
Juliandı.
Merdivenler Malcolrn un kapısına giden patikada birdenbi
re kesiliyordu. Burada merdivenleri inmeniz gerekiyordu, fakat
Emma atladı. Sertleşmiş toprak kitlesine indi. Kısa süre içinde
julian da yanına indi. Emma’nın dengesini sağlamak için elini
uzattı. Parmakları sırtında beş sıcak çizgi oluşturmuş gibiydi.
Emmamn bu yardıma ihtiyacı yoktu. Aralarında en iyi den
geye sahip olan muhtemelen oydu. Bununla birlikte, julian ın
sürekli, düşünmeden yaptığı bir şey olduğunu fark etti bunun.
Bir tür koruyucu refleksti.
Emma, Julian a doğru baktı. Oysa Julian düşüncelere dalmış
gibiydi, temas ettiklerinin farkında bile değildi. Arkalarındaki
merdivenler göz boyama büyüsüyle kaybolurken Julian kenara
çekildi.
Toprak zem in d en ç ık a n ik i o b elisk in ö n ü n d e d u ru yo rlard ı.
Bu obeliskler b ir g e ç it o lu ş tu ru y o rd u . H er b irin in üstüne sim ya
sembolleri işlen m işti: A teş, to p rak , su, hava. B ü yü cü n ü n evine
çıkan patikanın y a n la r ı çö l b itk ile r iy le k a p lıy d ı. K aktüs, çalı
lar, California le y la k la rı. Ç iç e k le rin arasın d a a rılar vızırd ıyo rd u .
Zımparalanmış m e ta ld e n y a p ılm ış g iriş k a p ısın a y ak laştık la rın
da toprağın y e rin i e z ilm iş m id y e k a b u k la rı ald ı.
Emma k a p ıy a tık la tın c a n ered eyse işitilm ez b ir tıslam ayla
açıldı kapılar. Pop art k o p y a la r ıy la d o lu M alco lrn u n evind eki
koridorlar y ıla n k a v i b ir şe k ild e k ıv rıla ra k o n larca farklı yöne
ayrılıyordu. Ju lia n d ik k a t ç e k m e y e c e k b ir şekild e E m m am n y a
nında duruyo rdu. A rb a le tin i a lm a m ış tı, fak at k o lu y la Em m a’y ı
dürttüğünde E m m a b e lin e b a ğ lı b ir b ıç a ğ ın ç ık ın tıs ın ı hissetti.
“Koridorun sonuna doğru,” dedi JuJian. “Seslere.”
Oturma odasına doğru ilerlediler. H er taraf çelik ve cam
dandı, tamamen dairesel şekliyle deniz manzaralıydı. Emma
buranın bir film yıldızının sahip olacağı türden bir eve benzedi
ğini düşündü. Klasik m üzik çalan ses sistem inden kayalıkların
üstündeki sonsuzluğa giden havuza kadar.
M alcolm sırtını Pasifik’e dönm üş, oda boyunca uzanan
uzun kanepeye kıvrılm ıştı. Ü stünde siyah bir takım elbise vardı,
gayet şık, belli ki pahalıydı. Benzer takım lar içindeki iki adam
ellerinde çantalarıyla tepesinde d ik ilerek alçak, ciddi bir sesle
konuşurken, başını sallayıp on aylar şekilde gülüm süyordu.
Emma’yla Ju lian ’ı gören M alcolm el salladı. Ziyaretçileri sı
radan yüzleriyle kırklı yaşların da ik i beyaz adam dı. Malcolm
parm aklarıyla kayıtsız bir jest yap ın ca o ld uk ları yerde donakal
dılar. G özlerinde boş bakışlar vardı.
“Bunu ne zam an yapsan tü ylerim diken d iken oluyor,” dedi
Emma. D onm uş adam ların y an ın a g id ip düşünceli bir tavırla
birini dürttü. A dam hafifçe eğild i.
“Film yap ım cısın ı kırm a sakın ,” d edi M alco lm . “Aksi hâlde
cesedini kayalık bahçede saklam ak zo run d a k alırım .”
“O n u d o n d u ran sen sin .” J u lia n k a n e p e n in kolçağına otur
d u . E m m a ise o n un y a n ın a , y a s tık la ra ç ö k tü ve ayaklarım
seh p aya u zattı. S a n d aletle ri iç in d e k i a y a k p arm akların ı oy
n a ttı.
M alco lm gözlerini kırp ıştırd ı. “Peki o n lar d uym adan sizinle
n asıl ko n uşacağım ?”
“G örüşm en biten e kad ar b eklem em izi isteyebilirsin,” dedi
Ju lia n . “H erh âld e k im sen in h a y a tı için ö n em li b ir risk oluştur
m az d ı bö ylesi.”
“Sîzler Gölge Avcılarısınız. Sizin için her şey ölüm kalım
meselesidir,” dedi M alcolm , pek de anlamsız olmayan bir şe
kilde. “Ayrıca işi istediğim den emin değilim. Bu adamlar film
yapımcısı ve yeni film leri başarılı olsun diye bir büyü yapmamı
istiyorlar. Ama film korkunç görünüyor.” Kanepede, yanında
duran afişe som urtkanca baktı. Afişin üstünde seyirciye doğru
uçan bir grup kuş vardı ve başlıkta şunlar yazıyordu: KARTAL
PATLAMASI Ü Ç : U Ç A N TÜ YLER.
“Bu filmde K artal Patlaması Bir ve İki’de yeterince anlatıl
mayan bir şey oluyor m u?” diye sordu Julian.”
“Daha fazla kartal var sadece.”
“Filmin korkunç olm asın ın b ir önem i var mı? Korkunç film
ler her zaman iyi gişe yapar,” diye dikkat çekti Emma. Filmler
hakkında istediğinden fazlasını biliyordu. Gölge Avcıları’nın
çoğu fani kültüre pek ilgi duym azdı, fakat Los Angeles’ta yaşa
yıp bundan kaçm anız p ek m ü m kü n değildi.
“Daha güçlü bir b ü yü yap m ak dem ek bu. Daha fazla iş. Ama
parası iyi. Evime bir tren k u rm ayı düşünüyordum . Mutfaktan
karidesli kraker g etireb ilir bana.”
“Tren m i?” dedi Ju lia n . “N e kadar bü yük bir tren?”
“Küçük. O rta. Şu k ad ar falan.” M alcolm yere eğilip eliyle
gösterdi. “Ç u f ç u f d iye gidecek.” Sesleri vurgulam ak için par
maklarını şaklattı ve film yap ım cıları tekrar canlandı.
“Aman,” dedi M alc o lm yap ım cılar gözlerini kırpıştırırken.
“Bunu yapm ak istem em iştim .”
“Bay Fade,” d ed i yap ım cılard an dah a yaşlı olan. “Teklifimizi
düşünecek m isiniz?”
Malcolm keyifsizce afişe baktı. “Size haber vereceğim.”
Yapımcılar giriş k ap ısın a do ğru dön dü ve genç olan E m m ayla
Julianı görünce yerin d en sıçradı. E m m a onu suçlayamazdı
Onun gözünden bakınca h iç yok tan ortaya çık m ış olmalılardı,
“Kusura bakmayın baylar,” d ed i M a lcolm . “Yeğenlerim. Aile
günü, bilirsiniz işte.”
Faniler Malcolmdan JuJes’a v e E m m a’ya, ardından tekrar
Malcolm’a baktılar. 27 yaşında görünen b irin in nasıl yeğenleri
olduğunu düşündükleri belliyd i. Yaşlıca olan om uz silkti.
“Sahilin keyfini çıkarın,” dedi M alco lm ve yapımcılar on
dan ayrılmak üzere ilerlediler. Pahalı parfüm kokuları ve ses çı
karan çantalarıyla Emma’nın yan ın d an geçtiler.
Malcolm ayağa kalkıp hafifçe y an a eğild i. Biraz tuhaf bir
yürüme şekline sahipti. Emma, ad am ın b ir zam anlar yaralanıp
tamamen iyileşmediğini düşünüyordu. “A rth u r iyi m i?”
Emma’nın yanında duran Ju lian g erild i. B elli belirsizdi ama
yine de Emma fark etmişti. “A ile gayet iy i, teşekkürler.”
Malcolm’un menekşe rengi gö zlerin i -k i büyücü olduğuna
dair bir işaretti bu- saran kasvet u fak b u lu tların dağılıp gökyü
zünün aydınlanması misali yok oldu. B ir d u varı kaplayan bara
doğru sallanarak yürüyüp kendine b ir b ard ak saydam sıvı ko
yarken yüzünde hoş bir ifade vardı. “O h âld e size nasıl yardımcı
olabilirim?”
Emma kanepeye doğru kaydı. P erilerin verd iği kâğıtların
kopyasını çıkarmışlardı. Em m a k â ğ ıtla rı sehpaya koydu.
“Geçen akşam konuştuğumuz m evzuyu h atırlıyorsundur...”
Malcolm bardağını bir kenara b ırak ıp k â ğ ıtla rı aldı. “Yine şu
iblis dili demek,” dedi. “Sokakta b u ld u ğ u n cesedin üstündeki
dil ve annenle babanın cesetleri ü stü n d e k i...” Susup ıslık çaldı.
“Şuna bak,” dedi, parmağını ilk sayfaya v u ru p . “B irileri ilk satı
rı çevirmiş. Suya ateş. ”
184
“Büyük bir gelişme öyle değil mi?” dedi Emma.
Malcolm kemik beyazı saçlarıyla başını salladı. “Olabilir
ama bu konuda bir şey yapamam. Diana ve Arthur’dan saklı
yorsanız olmaz. Bu tür bir şeye bulaşamam.”
“Diana biliyor,” dedi Emma. Malcolm ona şüpheli bir bakış
attı. “Gerçekten. İstersen ara sor.”
Birisi elleri ceplerinde, içeri sallanarak girince sustu. Adam
yirmili yaşlarda görünüyordu. Dik, siyah saçları ve kedi gözle
riyle uzun boyluydu. Buğday teniyle zıtlık oluşturan beyaz bir
takım elbise giymişti.
“Magnus!” dedi Emma ayağa fırlayarak. Magnus Bane
Brooklyn’in kıdemli büyücüsüydü. Aynı zamanda Gölge
Avcıları Meclisi’nde büyücü makamındaydı. Muhtemelen
dünyadaki en meşhur büyücüydü. Tabii insan ilk bakışta bunu
anlayamazdı. Genç görünüyordu ve Karanlık Savaş sırasında
tanıştığından beri Emma ve Blackthorn’lara nazik ve dostça
davranıyordu.
Emma, Magnus’u hep sevmişti. Nereye giderse gitsin yanında
sonsuz ihtimalleri götürüyormuş gibi geliyordu. Emma onu en
son gördüğünden beri alaylı gülümsemesinden parmaklarındaki
mücevherli, ağır yüzüklerine kadar hiç değişmemişti. “Emma,
Julian. Sizi gördüğüme sevindim. Burada ne işiniz var?”
Emma, Julian’a bir bakış attı. Magnus’u seviyor olabilir
lerdi, fakat Julian’ın yüz ifadesinden -çabucak sakladığı, hafif
bir ilgiyle kapattığı bir ifadeydi ama Emma bunu görebilmiş
ti- Magnus’un orada oluşuna pek sevinmediği anlaşılıyordu.
Bu mevzu M alcolm’un saklaması gereken bir sır olacaktı zaten,
işin içine birinin daha girmesi, özellikle de Meclisteki birinin
girmesi...
“Şehirde ne işin var?” Julian kayıtsızca sormuştu bunu.
“Karanlık Savaş’tan beri Konsey Sebastian Morgenstern’in
kullandığı türde büyülere benzeyen olayları inceliyor,” dedi
Magnus. “Güç kazanmak ve hayatı uzatmak için kullanılan
şeytani kaynaklardan gelen enerjiyi, cehennem boyutlarını ve-
saireyi. Yunanlılar buna N ecyom anteis diyorlar.”
“Nekromansi,” diye tercüme etti Emma.
Magnus olumlar şekilde başını salladı. “Bir harita oluştur
duk,” dedi, “ve Spiral Labirent’in, Sessiz Kardeşlerin -hatta
Zachariah’ın- yardımıyla bu harita nekromantik büyünün ne
relerde kullanıldığını ortaya çıkarıyor. Los Angeles’ta, çölün
orada, böyle bir büyüye dair işaret bulduk, ben de Malcolm’a
uğrayıp bu konuda bilgisi var mı diye sorayım dedim.”
“Ruh çağıran bu büyücü hilekâr biri,” dedi Malcolm. “Diana
icabına baktığını söyledi.”
“Tanrım, hilekâr büyücülerden nefret ediyorum,” dedi
Magnus. “Neden kurallara uymazlar sanki?”
“Muhtemelen en önemli kural nekromansi yasak olduğu
içindir, ha?” dedi Emma.
Magnus ona yan yan sırıttı. “Her neyse. Buenos Aires’e gi
derken buraya uğramam pek de fark etmezdi zaten.”
“Buenos Aires’te ne var?” dedi Julian.
“Alec,” dedi M agnus. Alexander Lightwood 5 yıldır
M agnus’un erkek arkadaşıydı. Gölge A vcıları’nın periler dı
şındaki Aşağı D ünyalılar’la evlenm esine izin veren yeni yasa
lara göre evlenebilirlerdi, fakat bunu yapm am ışlardı. Emma
nedenini anlayam ıyordu. “Vam pirlere tapan bir tarikata ya
pılacak sıradan bir denetim vardı am a orada başını belaya
sokm uş.”
“Ciddi bir şey değildir umarım?” dedi Julian. Alec
Lightvvoodü Emmadan daha uzun süredir tanıyordu.
Blackthorn’larla Lightvvood’lar yıllardır dosttu.
“Karmaşık bir mevzu ama ciddi değil,” dedi Magnus. Bu
sırada Malcolm yaslandığı duvardan doğruldu.
“Diana’yı arayacağım. Hemen dönerim,” dedi ve koridora
çıkıp gözden kayboldu.
“Pekâlâ.” Magnus kanepeye, Malcolm un az önce boşalttığı
yere oturdu. “Melekler şehrinin kıdemli büyücüsüne sizi geti
ren nedir?”
Emma endişeyle Juliana baktı. Ancak masaya atılıp
Magnus’un kafasına vuramayacağı için -pek çok nedenden ötü
rü makul olmazdı- yapacak başka bir şey bulamadı.
“Anladığım kadarıyla bana söylememeniz gereken bir şey.”
Magnus ellerini çenesinin altına dayadı. “Cinayetlerle mi ilgili?”
Emma’yla Julian şaşkın bakışlarını görünce “Scholomance’ta
birtakım dostlarım var,” diye ekledi. “Catarina Loss bunlardan
biri. Hileli büyü veya peri halkına dair her şey ilgimi çeker.
Malcolm mu size yardım ediyor?”
Julian anlık bir hareketle başını salladı.
“Cesetlerin bir kısmı perilerden,” dedi Emma. “Bu işe karış
mamamız gerekiyor. Soğuk Barış...”
“Soğuk Barış alçakça bir şey,” dedi Magnus. Mizahi tavrı yok
oluvermişti. “Birkaç türün eylemleri yüzünden bütün türleri ce
zalandırıyorlar. H aklarını ellerinden alıyorlar. Kız kardeşini sür
güne gönderiyorlar,” diye ekledi Ju lian a bakarak. “Onunla ko
nuştum. Bahsettiğim haritayı yapmamıza yardım etti. Küresel
çapta her türlü büyü vesayet altındakileri ilgilendiriyor. Onunla
ne sıklıkta konuşuyorsun?”
187
1
189
“Ve,” diye ekJedi Magnus, “kaianların hepsi dünyayı en
bir kez kurtardı.”
MaJcolm, JuJian ve Emma’yı işaret etti. “Bu çocuklardan
epey umurluyum.”
Magnus’un yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Haldi çıkacağı
na eminim,” dedi. “Her neyse, gitmem lazım. Uzun bir yolcu
luk beni bekliyor ve Alec geç kalmamdan hoşlanmıyor.”
Etrafı bir vedalaşma telaşı sardı. M agnus, M alcolm’un ko
luna dokunup Julian’a, ardından Emma’ya sarıldı. Eğilirken
omzu Emma’nın alnına çarptı ve Em m a kulağına fısıldadığını
işitti. Şaşkınlık içinde ona baktı. A ncak M agnus onu bırakıp
ıslık çalarak kapıya yöneldi. Yarı yolda portal büyüsünün o ta
nıdık yanık şeker kokusu geldi ve M agnus gözden kayboldu.
“O na soruşturm adan bahsettin m i?” M alcolm endişeli görü
nüyordu. “B üyülü çizgilerden bahsetti.”
“O na büyülü çizgileri sordum ,” diye itira f etti Emma. “Ama
neden sorduğum u söylem edim . Ve işaretleri tercüm e etmekten
hiç bahsetm edim .”
M alcolm sehpanın etrafın d an d o lan ıp tekrar kâğıtlara bak
tı. “İlk satırı k im in çözdü ğü n ü söylem eyeceksiniz herhalde
bana? Suya ateş. N e an lam a g e ld iğ in i öğrenm enize yardım
edeceğim .”
“Söyleyem eyiz,” dedi Ju lian . “Y ine de tercüm e eden kişinin
an lam ın ı b ild iğin i sanm ıyorum . A m a buradan yo la çıkabilirsin,
öyle değil m i? B ü yün ün geri k alan ın ı çık arm ak için ya da me
sajın veya her ne ise?”
“M uhtem elen evet, tab ii d ili bilsem dah a iyi olurdu.”
“Ç o k eski b ir d il bu,” d edi E m m a tem k in li bir şekilde.
“N efilim lerden öncesine ait.”
Malcolm iç geçirdi. “Bana pek ipucu verdiğinizi söyleye
mem. Tamam, iblislere ait eski bir dil, hem de çok eski. Spiral
Labirent’e sorarım.”
“Onlara söylediklerinde dikkatli ol,” dedi Julian. “Dediğimiz
gibi - bu işi araştırdığımızı Konsey in bilmemesi lazım.”
“Bu da işe perilerin dahil olduğu anlamına geliyor,” dedi
Malcolm. Emma’yla Julian ın yüzlerindeki dehşet dolu ifadeyi
görünce gözleri heyecanla parladı. “Endişelenmeyin, onlara bir
şey söylemeyeceğim. Soğuk Barış’ı Aşağı Dünyalılar kadar ben
de sevmiyorum.”
Julian boş gözlerle bakıyordu. K ariyerini poker oynamak üze
re kurmalıydı, diye düşündü Emma. “Ne kadar zamana ihtiya
cın olur dersin?” diye sordu Ju lian . “Ç eviriyi halletmek için?”
“Bana birkaç gün verin.”
Birkaç gün. Em m a hayal kırıklığın ı belli etmemeye çalıştı.
“Kusura bakm ayın, daha hızlı yapam am .” M alcolm sahiden
üzülmüşe benziyordu. “H adi bakalım , dışarıya kadar size eşlik
edeyim. Biraz tem iz havaya ih tiyacım var.”
Güneş bulutların ardından çıkm ış, M alcolm ’un ön bahçesi
ni sımsıcak ısıtıyordu. Ç ö l b itkileri parlayan uçlarıyla kanyon
lardan gelen rüzgârda, oynuyordu. Bir kertenkele çalılıklardan
birinin ardından fırladı ve on lara baktı. Emma kertenkeleye dil
çıkardı.
“Endişeleniyorum,” dedi M alcolm birdenbire. “Bu iş hoşu
ma gitmiyor. N ekro m an tik b ü yü, iblis dilleri, kimsenin anla
madığı bir dizi cinayet. K onsey’in bilgisi dışında çalışmak. Bana
kalırsa, tehlikeli b ir işe benziyor.”
Julian sessizce u zaktaki tepelere bakıyordu. M alcolm ’a cevap
veren Emma oldu.
191
“M alcolm , geçen sene yü zleri olm ayan, d ok u n a çlı Forneus
ib lislerin d en oluşan bir ord u yla savaştı,” d ed i Em m a. “Bu ko
nuda bizi korkutm aya çalışm a sakın.”
“Sadece sö y lü y o ru m . T ehlike. B ilirsiniz işte, insanların ço
ğun un k açındığı şu şey.”
“Biz k a çın m ıyoru z am a,” d ed i E m m a n e ş e y le . “Dokunaçlar
d iy o ru m M a lcolm . Yüzleri yo k d iy o ru m .”
“İn a tçı.” M a lcolm iç çek ti. “B ana ih tiy a cın ız olursa veya baş
ka bir şey ö ğren irsen iz b en i a rayacağın ıza söz verin yeter.”
“M erak e tm e ,” d ed i Ju lia n . E m m a, M a lc o lm ’dan bir şeyle
ri saklamaktan g e le n su çlu lu k d u y g u su n u n J u lia n ’ın da içine
çö k ü p çö k m ed iğ in i m erak ed iyo rd u . O k y an u sta n gelen rüzgâr
hızlanm ıştı. B a h çed ek i tozları h a va ya k a ld ırm ış, girdaplar
h â lin d e uçuşturuyordu. “Y ardım ın iç in teşek k ü rler,” diye ekledi
Ju lian . “Sana gü v en eb ileceğim izi b iliy o ru z .” Ju lia n patikadan
aşağıya, k ö p rü y e g id e n b asam ak lara d o ğ ru ile rle d i. O yaklaşır
ken basam aklar parıldayarak ca n la n d ı.
O kyan u stan gelen, p a rla k ö ğle ış ığ ın a ra ğ m e n M alcolm un
y ü z ü n d e karam sar b ir ifad e b e lirm işti. “F azla güvenmeyin
ban a,” d ed i. Ö y le u su lca sö ylem işti k i b u n u , E m m a onu duy
d u ğ u n u n fark ın d a o lu p o lm a d ığ ın ı m e ra k e tti.
“N edenm iş o ?” E m m a y ü z ü n ü o n a, g ü n e ş ış ığ ın a doğru çe
vird i. G özlerini k ırp ıştırd ı. M a lc o lm ’u n g ö z le ri p elesenk ağacı
çiç ek lerin in re n g in d e y d i.
“Ç ü n k ü sizi h a ya l k ır ık lığ ın a u ğ ra ta c a ğ ım . H erk es böyledir,”
d ed i M a lc o lm ve ev in e g eri d ö n d ü .
7
AZGIN SAHİL
Cristina, M a rk B la c k th o r n ’ u n y a t a k o d a s ın ın k a p ısın ın
önünde oturuyordu.
Saatlerdir yatak odasın dan ses çıkm ıyor gibiydi. Cristina,
Mark’ı görebilm ek için kap ıyı aralık bırakm ıştı. G örüyordu da.
Kapana kısılm ış vahşi bir hayvan gibi odanın bir köşesinde tor
top olmuştu.
Cristina m em leketin deyken çalışm a alanı perilerdi.
Saraylardaki asil savaşçılardan fanilerle alay eden ve onlara sı
kıntı veren d u en d e lere, h a d d ların m asalları onu her zam an bü
yülemişti.
Soğuk Barış ilan ed ild iğ in d e İdris’te değildi, fakat babası
orada bulunm uştu ve an lattığ ı h ikâye tü ylerin i diken diken
etmişti. M ark ve H elen B lackthorn’u görm eyi her zam an çok
istemişti, onlara sö ylem ek isted iği...
Tiberius elin de karto n b ir k u tu y la koridorda belirdi. İkiz
kardeşi de yan ın d ayd ı ve y am a işi b ir yorgan taşıyordu. “M ark’ı
bize bıraktıklarında an n em b u n u o n un için yapm ıştı,” dedi,
Cristina nın elin d eki y o rg an ı in celed iğin i görünce. “H atırlar
diye düşündüm.”
“Depoya giremediğimiz için Mark’a birkaç h ed iy e getirdik.
Burada kalmasını istediğim izi bilsin d iy e,” d ed i Ty. Huzursuz
bakışları koridorda gezin iyordu. “İçeri gireb ilir miyiz?”
Cristina yatak odasına şö y le bir baktı. M ark yerinden kımıl
damıyordu. “N eden olm asın. Sadece sessiz olm aya, onu uyan-
dırmamaya çalışın.”
içeri ilk giren Livvy oldu. Elindeki yorganı yatağın üstüne
bıraktı. Ty karton kutuyu y e r e koyup M ark ’ın yattığı yere doğ
ru ilerledi. Livvy’nin yatağa bıraktığı yorganı alıp ağabeyinin
yanında diz çöktü. Biraz beceriksizce de olsa yorganı Mark’ın
üstüne örttü.
M ark birdenbire doğruluverdi. M avi-sarı gözleri açıldı ve
Ty’ı yakaladı. Ty bir deniz kuşu gibi k u lak ları tırm alayan, kor
ku dolu bir çığlık attı. M ark in an ılm az b ir h ızla hareket ederek
Ty ı yere fırlattı. Livvy bağırarak odadan çık tı. Tam bu sırada
Cristina içeri daldı.
M ark, T iberius’un üstüne çıkm ış, d izleriyle onu yere mıhla-
mıştı. “Kimsin sen?” diyordu. “N e yap ıyo rd u n ?”
“Ben senin kardeşinim ! T ib eriu s’u m b en !” T y çıldırm ış gibi
debelenirken ku laklıkları kayarak yere d ü ştü . “Ü stüne örtü ör
tüyordum !”
“Yalancı!” M ark nefes nefeseydi. “K ardeşim T y küçücük bir
oğlan! Ç ocuk o, benim m in ik kardeşim , b e n im ...”
Kapı C ristin a’n ın ard ın d a n g ü r ü ltü y le k a p an d ı. Livvy
kahverengi saçları sav ru larak o d a y a d a ld ı. “B ırak onu!”
Eline şim d id en p arlam aya b aşlam ış b ir m e le k b ıçağı almıştı.
M ark ’la onu h iç ta n ım ıy o rm u ş g ib i d iş le rin i sık arak konu
şu yo rdu . D aha b irk aç d a k ik a ön ce e lin d e y a m a işi bir yor
g an la en stitü d e ilerle m e m iş g ib i. “T ib e riu s ’a zarar verirsen
seni öldürürüm . M a rk o lu p o lm a m a n u m u ru m d a b ile olm az,
gebertirim sen i.”
Mark durdu. T y h âlâ k ıv ran ıyo r, d eb elen iyo rd u fakat M ark
tamamen hareketsiz k a lm ıştı. Yavaş yavaş b aşın ı kardeşine doğ
ru çevirdi. “L ivia?”
Livvynin nefesi tu tu ld u ve h ıç k ıra ra k ağ lam aya başladı.
Julian olsaydı g u r u r d u y a rd ı , d iy e d ü şü n d ü C ristin a. B ıçak elin
de, yerinden bile k ım ıld a m a d a n ağ lıyo rd u .
Ty, M ark’ın d ik k a tin in d a ğ ılm ış o lm asın d an fayd alan arak
ona vurdu. Sert y u m ru ğ u M a r k ’ın o m zu n a isabet etm işti. M ark
yüzünü acıyla b u ru ştu ra ra k k a rş ılık v erm ek sizin T y ın üstünd en
indi. Ty ayağa fırla y ıp o d a n ın ö te k i ta ra fın d a d u ran L iv v y n in
yanına geçti. O m u z o m u z a d u rm u şlar, k o cam an açtık ları göz
leriyle ağabeylerine b a k ıy o rla rd ı.
“İkiniz de d ışarı ç ık ın ,” d e d i C r is tin a o n lara. E traflarına d al
ga dalga yay d ık ları p a n iğ i, e n d iş e y i h isse d e b iliy o rd u . K esinlikle
Mark da h issed eb ilird i. A c ı iç in d e y m iş g ib i y ü z ü n ü b u ru ştu ra
rak ellerini açıp k a p a tıy o rd u . C r is tin a e ğ ilip ik izlere fısıld ad ı:
“Korkuyor. S an a v u rm a k is te m e d i.”
Livvy başını s a lla y a ra k b ıç a ğ ın ı k ın ın a k o y d u . T y’ın e lin i
tutup aralarındaki d ild e , fıs ıltıy la b ir şe y sö yled i. Ty, L ivvy’yle
birlikte odadan ç ık tı. S a d e c e b ir k ez d u rd u ve d ö n ü p M a rk ’a
baktı. Yüzünde acı ve ş a ş k ın lık d o lu b ir ifad e vard ı.
Mark nefes nefese d o ğ ru lu y o rd u . D iz le rin in ü stü n d e , eğild i.
Omzunda y en id e n a ç ıla n y a ra s ı k a n ıy o r, tişö rtü n ü lek eliyo rd u .
Cristina odadan ç ık m a k ü zere y av a ş y av a ş g e ri ç ek iliy o rd u .
M arkın v ü c u d u g e r ild i. “L ü tfe n g itm e ,” d e d i.
Cristina, M a rk ’a b a k a k a lm ış tı. B ild iğ i k a d a rıy la e n stitü ye
geldiğinden beri sö y le d iğ i ilk a n la m lı şe y d i bu.
195
Mark çenesini kaldırdı ve Cristina kısa bir süreliğine kirin,
morlukların ve çiziklerin alcında resim lerin i görd ü ğü , Livvy,
Julian ve Ty’ın kardeşi olabilecek Mark Blackthorn’u gördü.
“Susadım,” dedi Mark. S esinde h iç kullanılm am aktan körelmiş
bir hava vardı. Yeniden çalışm aya başlayan eski bir motoru an
dırıyordu. "Su var mı?”
“Elbette.” Cristina kom odinin üstünden el yordamıyla bir
bardak alıp bitişikteki ufak banyoya girdi. Su dolu bardağı
Marka vermek için banyodan çıktığın d a M ark sırtını yatağın
ayakucundaki tahtasına dayamış, oturuyordu. Bardağa küçüm
seyerek baktı. “Musluk suları,” dedi. “U nu tm uşum .” Büyük bir
yudum alıp elinin tersiyle ağzını sildi. “K im olduğum u biliyor
musun?”
“Marksın,” dedi Cristina. “M ark B lackthorn.”
Uzun bir duraksamanın ardından M a rk belli belirsiz başını
salladı. “Uzun zamandır kimse bana böyle h itap etmiyordu.”
“Yine de ismin bu.”
“Sen kimsin?” dedi. “M uhtem elen h atırlam am gerekirdi,
»
ama...
“Ben Cristina Mendoza Rosales,” d ed i C ristin a. “Beni ha
tırlaman için hiçbir sebep yok, çünkü d ah a önce tanışmadık.”
“Bunu duyduğuma sevindim .”
Cristina şaşırmıştı. “Öyle m i?”
“Sen beni tanımıyorsan ve ben de seni tanım ıyorsan hiçbir
beklentin olmayacak.” Birdenbire b itk in görünm üştü. “Kim
olduğuma, nasıl biri olduğuma dair. Sen in için herhangi birisi
olabilirim.”
“Önceden,” dedi Cristina. “Y ataktayken. U yu yo r muydun
yoksa numara mı yapıyordun?”
“Önemi var m ı?” dedi M ark. C ristina bunun perilerinkine
benzer bir cevap olduğunu düşünm eden edemedi. Sorusuna
gerçek anlamda cevap verm eyen bir yanıt. M ark yatak tahtasına
yaslanıp kaydı. “E nstitüde ne arıyorsun?”
Cristina diz çöküp başını M ark’la aynı seviyeye getirdi.
Eteğiyle dizlerini örttü. Ne kadar istemese de, annesinin görev
dışındaki bir Gölge Avcısı’nın her zam an temiz ve düzgün gö
rünmesi gerektiğine d air sözleri zihninde yankılanm ıştı.
“18 yaşındayım ,” dedi C ristin a. “Seyahat dönem im in bir
parçası olarak Los A ngeles Enstitüsü üzerine çalışm akla görev
lendirildim. Sen kaç yaşın d asın ?”
Bu kez M ark o kad ar uzun süre sustu ki C ristina hiç konuş
mayacağından şüphelendi.
“Bilmiyorum,” dedi M a rk sonunda. “U zun zam andır burada
değildim. Burada o lm ad ığ ım ı sanıyordum . Ju lian 12 yaşınday
dı. Diğerleri henüz k ü çü cü k tü . 10, 8 ve 2. Tavvy 2 yaşındaydı.”
“Onlar için beş sene geçm iş,” dedi C ristina. “Sensiz geçen
beş sene.”
“Helen,” dedi M ark . “Ju lian . T iberius. Livia. D rusilla.
Octavian. U n u tm am ak iç in her gece yıld ızların arasında isim le
rini sayardım. H epsi h a ya tta m ı?”
“Evet, hepsi. G erçi H elen b u rad a değil. Evli ve karısıyla bir
likte yaşıyor.”
“Demek h ayattalar ve b irlik te m utlular? Buna sevindim .
Peri diyarında evlen d iği h ab erin i ald ım , tabii o kadar zaman
geçmiş gibi geliyor k i.”
“Doğru.” C ristin a, M a rk ’ın yü zü n ü inceliyordu. A çıları, yü
zeyi, keskin h atları, peri so yu n d an geld iğin i gösteren kulağının
üstündeki kıvrım ı. “Ç o k şey k açırd ın .”
“Bunun farkında değil miyim sence?” Sesinde şaşkınlıkla
karışık bir öfke seziliyordu. “K aç yaşında olduğumu bilmi
yorum. Kardeşlerimi tanım ıyorum . N eden burada olduğumu
bilm iyorum .”
“Biliyorsun,” dedi Cristin a. “Peri heyeti Sığınakta Arthur’la
konuşurken sen de oradaydın.”
Mark yüzünü Cristina’ya doğru eğdi. Boynunun yanında
bir yara vardı. Silinmiş bir m ührün izi değildi bu, bir kamçı
iziydi. Saçları kirliydi ve aylardır, hatta senelerdir kesilmemiş
gibi görünüyordu. Kıvrılan beyaz uçları om uzlarına geliyordu.
“Onlara güveniyor musun? Perilere?”
Cristina güvenmediğini belirtm ek için başını salladı.
“Güzel.” M ark bakışlarını başka tarafa çevirdi.
“Güvenmemeksin.” Ty’ın yerde bıraktığı karton kutuya uzanıp
kutuyu kendine doğru çekti. “Bu da ne?”
“İsteyebileceğini düşündükleri eşyalar,” dedi Cristina.
“Kardeşlerinin.”
“Hoş geldin hediyeleri,” dedi M ark şaşkın bir sesle. Kutunun
yanında diz çöktü ve birbirine girm iş bir y ığ ın eşyayı çıkarmaya
başladı. Muhtemelen Julian’ın olan tişörtlerle kotlar, bir mik
roskop, ekmekle tereyağı, enstitünün arkasın d aki bahçeden
toplanmış bir demet çöl çiçeği.
Mark başını kaldırıp C ristin a y a baktı. G özleri yaşla dolmuş,
parlıyordu. Tişörtü incecik ve y ırtık p ırtık tı. C ristin a kumaşın
altındakileri görebiliyordu, tenindeki diğer kam çı izleriyle yara
ları. “Ne diyeceğim onlara?”
“Kimlere?”
“Aileme. Kardeşlerime. A m cam a.” B aşını salladı. “Onları
hatırlıyorum am a aynı zam anda u n u tm u şu m . H ayatım bo-
yunca burada yaşamış gibi hissediyorum ve aynı zamanda tüm
hayatımı Vahşi Av’la geçirmişim gibi geliyor. Gürültüleri hâlâ
kulaklarımda, çağrı borularının, rüzgârın sesini. Herkesin sesini
bastırıyor bu gürültüler. Bunu nasıl açıklayacağım?”
“Açıklama,” dedi Cristina yumuşak bir tavırla. “Sadece on
ları sevdiğini ve her gün onların özlemini çektiğini söyle. Vahşi
Av’dan nefret ettiğini söyle onlara. Geri döndüğüne sevindiğini
söyle.”
“Peki neden böyle bir şey yapayım? Yalan söylediğimi anla
mayacaklar mı?”
“Onları özlem edin m i? B uraya döndüğüne sevinmedin mi?”
“Bilemiyorum,” dedi M ark. “K albim in sesini, bana söyle
diklerini duyam ıyorum . Tek d u yab ild iğim rüzgârın sesi.”
Cristina’nın cevap verm esine kalm adan birisi pencereye sert
çe vurdu. Ve ardından bir kez daha. Bir şifreyi andıran vuruş
lardı bunlar.
Mark ayağa fırladı. O d an ın öteki tarafına geçip pencereyi
açtı ve dışarı sarktı. B aşını içeri so ktuğunda elinde bir şey vardı.
Bir meşe p alam u d u yd u bu. C ristin a gözlerini fal taşı gibi
açtı. Meşe palam utları p erilerin b irb irin e mesaj yollam a araçla
rından biriydi. Yapraklar, çiçekler veya vahşi şeyler arasına sak
larlardı m esajlarım .
“Bu kadar çabuk m u?” dedi C ristin a elinde olmadan. Onu bu
kadarcık zaman, evinde, ailesiyle başbaşa bırakam ıyorlar mıydı?
Mark solgun ve gergin , m eşe p alam u d u n u avucunda ezdi.
İçinden bir parça so lu k parşöm en süzüldü. M ark yere düşme
den bunu yakalayıp sessizce m esajı o kudu.
Elini açtı. Yere eğild i. D izlerin i göğsüne çekip başını elleri
nin arasına aldı. Parşöm en yere düşerken uzun, sarı saçları önü-
199
ne düştü. Boğazından boğuk bir ses çıktı. İn lem eyle acı dolu bir
uğultu arasında bir sesti.
Cristina parşöm eni yerd en aldı. Ü stünde in cecik bir yazıyla
şunlar yazıyordu: Verdiğin sözleri unutm a. Bunların hiçbirinin
gerçek olmadığını unutma.
200
r
s>201<
“Güzel mi?” Emma şaşırmışa benziyordu.
“Malcolm’un o kâğıtları çevirmesi birkaç gün sürecek ve o
günleri enstitüde oturup Mark’a bakmakla, onu... Onu bekle
mekle geçirmek istemiyorum. Ç alışm aya devam etmemiz, ya
pacak işimizin olması daha iyi.” Julian’ın sesi kulağına incecik
geliyordu. Bundan n efret ediyordu, zaaflarını anımsatan her
hangi bir görsel veya işitsel işaretten nefret ediyordu.
Neyse ki yanında sa d ece Emma vardı. B unları gösterebilece
ği biriydi Emma. H ayatında yalnızca Em m a’nm onun koruma
sına ihtiyacı yoktu. M ükem m el olm asına, hep güçlü olmasına
ihtiyacı yoktu Emma’nın.
Julian başka bir şey söyleyem eden Em m a’nın telefonu yük
sek bir sesle çaldı. Emma telefonu cebinden çıkardı.
Arayan Cameron Ashdovvn’dı. Em m a ekrandaki lamaya kaş
larını çatarak baktı. “Şim di olm az,” dedi ve telefonu kotunun
cebine geri soktu.
“Ona anlatacak m ısın?” diye sordu ve sesindeki tutukluğu i
duyunca nefret etti. “Tüm bunları?” ;
“M ark’ı mı? Asla anlatm am . A sla.”
Julian çenesini sım sıkı kapatm ış, d ireksiyo n u kuvvetlice tu
tuyordu.
“Sen benim parabataı m sin,” dedi E m m a. İşte şim di sesinde
öfke vardı. “Bunu yapm ayacağım ı b iliyo rsu n .”
Ju lian frene bastı. Araba ileri do ğru y alp alad ı ve direksiyon
Ju lian ın elleri altında dönüverdi. Yolda kayarlarken Emma çığ
lık attı. O toyolun kenarında, yo lla den izin üstünde yükselen
kum tepeciklerinin arasında bir hendeğe girdiler.
A rabanın etrafından dum an g ib i tozlar yükseliyordu. Julian,
Em m a ya döndü. E m m an ın beti benzi atm ıştı. “Jules.”
“Ciddi değildim,” dedi Julian.
Emma ona bakakalmıştı. “Ne?”
“P a ra b a ta î m olman hayatımdaki en güzel şey,” dedi Julian.
Busözler ağzından gayet kararlılıkla, basitçe çıkmıştı. Herhangi
bir şeyi sakladığına dair hiçbir iz yoktu bu sözlerde. Julian ken
dini öyle sıkmıştı ki yaşadığı rahatlama dayanılmazdı.
Emma bilinçsizce emniyet kemerini açtı ve koltuğunda yük
selip Julian a ciddiyetle baktı. Güneş tepedeydi. Julian bu kadar
yakından Emma’nın kahverengi gözlerinin içindeki altın sarı
sı çizgileri, burnunun üstüne yayılan hafif çilleri, ensesindeki
koyu renge karışan güneşin açtığı saç tutamlarını görebiliyordu.
Beyazla karışan ham ombra ve Napoli sarısı. Ondan gelen gül
suyu ve çamaşır deterjanı kokusunu alabiliyordu.
Emma, Ju lian’a doğru sokuldu. Ju lian ’ın bedeni ona ya
kınlaşmak* onu geri kazanm ak, yakın ın d a olm ak istiyordu.
Emmanın dizleri Ju lian ’ınkilere çarptı. “A m a dem iştin ki...”
“Ne dediğim i b iliyo ru m .” Ju lian vücudunu sürücü koltu
ğunda çevirerek ona doğru dön dü. “İngiltere’deyken bazı şeyle
rin farkına vardım . A ğ ır şeylerin. Belki de buradan ayrılm adan
önce farkına varm ışım dır.”
“Bunların ne o ld u ğ u n u bana söyleyebilirsin.” Emma hafifçe
Julian’ın yanağına d o ku n d u . Ju lian tüm bedeninin kasıldığını
hissetti. “D ün akşam M ark ’la ilg ili söylediklerini unutm adım ,”
diye devam etti E m m a. “En b ü y ü k ağabey asla sen değildin.
Oydu. O nu götü rm em iş olsalardı, H elen burada kalabilm iş
olsaydı, farklı seçim ler yap ard ın çün kü sana göz kulak olan
birisi olurdu y an ın d a.” Ju lia n iç geçirdi. “Em m a.” İçi acıyor
du. “Emma, sö yled iğim şeyleri söyledim . Ç ü n kü p arab ata ım
olmanı istem em in nedeni seni ken d im e bağlam aktı kanım ca.
K onsül akadem iye gitm en i isted i v e b u d ü ş ü n c e y e dayanam a
dım . H ayatım da ö y le çok in san k a y b e ttim ki. S en i d e kaybet
m ek istemedi m .”
Emma, Julian a ö y le yak ındı ki J u lia n g ü n e ş i n ısıttığ ı tenin
d en gelen sıcaklığı d u y u m sa y a b iliy o rd u . E m m a b ir sü re konuş
madı. Julian kendini d am g ac ın d aym ış d a c e lla d ı bo ynuna ip
geçiriyormuş gibi hissediyordu. S a d e c e d ü ş ü ş ü b e k liyo rd u .
Derken Emma elini J u lia n ın p a n o n u n ü s tü n d e d u ran elinin
üstüne koydu.
Elleri. E m m anın narin g ö rü n ü m lü , fa k a t k en d isin in k in d en
daha yaralı, daha nasırlı elleri, sert te n i. J u l i a n ı n d e n iz cam ın
dan bileziği güneş ışığında m ü c e v h e rle r g ib i p a rıld ıy o rd u .
“insanlar karm aşık şeyler y a p a rla r ç ü n k ü k arm aşık lard ır,”
dedi Emma. “Parabatai k ararım ta m a m e n m a n t ık lı nedenlerle
vermen gerektiğine dair sö ylenen h e r ş e y p a la v r a .”
“Seni kendime bağlam ak is te d im ,” d e d i J u lia n . “Ç ü n k ü bu
raya bağlanmıştım. Belki de a k a d e m iy e g it m e liy d in . B elki se
nin için doğru yer orası o lacak tı. B e lk i e lin d e n b ir fırsatı almış
oldum.”
Emma ona bakıyordu. Y üzünde g a y e t s a m im i, g ü v e n dolu
bir ifade vardı. Julian in an ç la rın ın , y a z b a ş ın d a o r a d a n ayrılm a
dan önce içinde kurduğu, E m m a’y ı te k r a r g ö re n e d e k için d e ta
şıdığı inançların param parça o ld u ğ u n u h is s e d e b iliy o r d u âdeta,
içinde suların sürüklediği ağaç d a lla r ın ın k a y a y a ç a rp tığ ı gibi
kırıldıklarını hissedebiliyordu. “J u le s ,” d e d i E m m a . “B an a bir
aile verdin. Bana her şeyi sen v e rd in .” T e le f o n la r d a n b iri yen i
den titreşti. Emma’n ın k iyd i. Ju lia n a r k a s ın a y a s la n d ı. K alb i hız
lı hızlı çarparken, Em m a te le fo n u n u c e b in d e n ç ık a r d ı. Julian,
Em m a ya bakınca yüzü n ü n c id d ile ş tiğ in i g ö rd ü .
204
“Livvy mesaj atm ış,” d ed i. “M a rk u yan m ış. Ve bağırıyorm uş.”
^205 -
“Em,” dedi Julian. Yüzünde g e rg in b ir ifa d e vardı. “İçeri yjj.
mz girmem gerekiyor.”
Emma babını salladı. Ju lia n â d e ta g ö n ü lsü z c e Emmayı bı.
raktı. “Çocuklar,” d ed i k a rd e şle rin e b a k ıp . D ru ’nun yuvarlak,
endişeli, Tavvy nin h içb ir şey a n la m a d ığ ın ı b elli eden yüzüne,
Livvy’nin mutsuz gözlerine ve T y ’ın k a m b u r om uzlarına baktı
“Mark epey zorluk çekecek. B ir a n d a iy i o lm a sın ı bekleyeme
yiz. Buradan ayrılalı uzun zam an o ld u . B u ra y a alışm ası lazım.”
“Ama biz onun ailesiyiz,” d e d i L ivvy. “İ n sa n ın neden kendi
ailesine alışması lazım m ış k i? ”
“Sen de aynısını y a ş a y a b ilir d in ,” d e d i J u lia n , Em m ayı ba
zen şaşırtan o sabırlı, y u m u ş a c ık s e s iy le . “A ile n d e n uzun süre
ayrı kalsaydın ve zih n in in sa n a o y u n la r o y n a d ığ ı b ir yerde ya-
şasaydın.”
“Periler gibi,” dedi Ty. S a lla n m a y ı b ır a k m ış , sırtın ı duvara
yaslamıştı. Siyah saçları n e m le n m iş, y ü z ü n e d ü şm ü ştü .
“Doğru,” dedi Ju lian . “D o la y ıs ıy la o n a z am an vereceğiz.
Belki kısa bir süreliğine y a ln ız b ır a k a c a ğ ız .” E m m a y a doğru
baktı.
Em m anın yüzünde bir g ü lü m se m e v a rd ı. T a n rım , bu konu
da Jules’dan da kötüydü. Şöyle d e d i: “M a lc o lm soruşturm a üze
rinde çalışıyor. C inayetler ü zerin d e. K ü tü p h a n e y e g id ip büyülü
çizgileri inceleyebiliriz bence.”
“Ben de gelebilir m iyim ?” d e d i D r u s illa .
“Bir harita çıkarm am ıza y a rd ım e d e b ilir s in . O lu r m u?”
Dru başını salladı. “O lur.” O a y a ğ a k a lk ın c a d iğ e rle ri de ay
nısını yaptı. Emma sakinleştirilen b u g r u b u n b a şın d a koridor
da ilerlerken bir kez arkasına b a k tı. J u lia n , M a r k ’ın odasının
kapısında durmuş, onların g id iş in i iz liy o r d u . B ir an göz göze
geldikten sonra Julian başım çevirdi. Sanki E m m anın ona bak
tığını hiç görm em işti.
207
“Yalancı,” diye tısladı. “H alüsinasyonlar. Seni tanıyorum.
G wyn beni kandırm ak için gönderdi sen i...”
“Ben sen in kardeşinim ,” dedi Ju lian bir kez daha. Mark’ın
yüzünde vahşi bir ifade vardı.
“Yüreğimin istediklerini biliyorsun,” dedi M ark. “Ve bunları
bıçak gib i a ley h im e çeviriyorsun.”
Julian odanın öteki tarafında duran C ristin a’ya baktı.
C ristina gerektiği takdirde iki kardeşin arasına girm ek ister gibi
yavaşça ayağa kalkıyordu.
M ark, Jules’a döndü. Gözleri körleşm iş gibi, hiçbir şeyi gör
m üyordu. “İkizleri önüm e çıkardın ve tekrar tekrar öldürdün.
C anım kardeşim Ty, onu neden k u rtaram ad ığım ı bile anlamadı.
Bana D ru’yu getirdin ve gülerek peri m asalların d aki etrafı çitler
le çevrili şatoyu görm ek istediğin de onu d iken lerin üstüne attın
ve dikenler k ü çü cü k bedenine saplandı. Ve O ctavian’ın kanında
yıkan m am ı istedin, çü n kü m asu m bir çocuğun kanı tepelerin
aşağısındaki topraklarda, peri d iyarın d a, b ü yü dem ektir.”
Ju lian dah a fazla yak laşm ad ı. Jace H erondale’le Clary
F airchild’ın ona ve kız kardeşin e an la ttık la rın ı, y ıllar önce peri
d iy arın ın tepeleri altın d a M a r k la nasıl gö rü ştü klerin i, çökmüş
gözlerini, v ü cu d u n d ak i kırb aç izlerin i h atırlam ıştı.
M ark g ü ç lü biri, d em işti Ju lia n k en d i k en d in e, bundan son
ra geçen b inlerce gecen in zifiri k a ran lığ ın d a . Yaşadıklarına ta
h a m m ü l edebilir. Ju lia n sadece bedensel işken ceyi düşünmüştü.
Z ih in sel işken ce a k lın a gelm em işti.
“Ve Ju lia n ,” d ed i M a rk . “M a ğ lu p edem eyeceğin kadar güçlü
b iri o. A rab ayla ü zerin d en geç, d ik en ler ve b ıçaklarla deşmeye
çalış, y in e de vazgeçm eyecektir. Yani on a E m m a’y ı götür, zira
y ü re k le rim iz in istek leri sen in için b ıçak tır.”
Bu kadarı Ju lian a fazla gelm işti. Öne doğru atıldı ve denge
sini bulmak için yatak direklerinden birin i tuttu.
“Mark,” dedi. “M ark A ntony Blackthorn. Lütfen. Rüya gör
müyorsun. G erçekten buradasın. Evindesin.”
Elini M ark ın eline uzattı. M ark bu ele bir fiske atarak on
dan uzaklaştı. “Bir hayalsin sen.”
“Ben senin kardeşinim .”
“Kardeşim falan yo k b enim , ailem de. Tek başım ayım . Vahşi
Avla birlikteyim. Avcı G w yn e sadığım .” M ark bu sözleri ezber
den okur gibiydi.
“Ben Gwyn d eğilim ,” dedi Ju lian . “Ben bir Blackthornum .
Damarlarımda B lackthorn kan ı taşıyorum , tıpkı senin gibi.”
“Sen bir hayaletsin , b ir düşsün. U m udun zulm üsün sen.”
Mark yüzünü çevirdi. “N eden beni cezalandırıyorsun? A vı bo
zacak hiçbir şey y ap m ad ım .”
“Seni cezalandırdığım falan yok.” Ju lian , M ark’a doğru bir
adım attı. M ark yerin d en k ım ıld am ad ı fakat bedeni titredi.
“Burası evin. Sana k a n ıtlay ab ilirim .”
Julian başını çevirip arkasın a baktı. C ristin a duvarda kı
mıldamadan d u ru yo rd u . Ju lia n elin deki parlayan şeyin bıçak
olduğunu görebiliyordu. B elli ki M ark ’ın Ju lia n a saldırm asını
bekliyordu. Ju lian , M a rk ’la b irlik te neden odada yalnız kalm ak
istediğini m erak ed iyo rd u . H iç korkm am ış m ıydı?
“Kanıt falan y o k ,” d edi M a rk fısıltıyla. “G özlerim in önünde
her türlü yan ılm asam ayı y aratab ild iğin e göre kanıt denen bir
şey olamaz.”
“Ben senin k ard eşin im ,” d iye tekrarladı Julian. “Ve bunu
sana kanıtlam ak için an cak kardeşinin bileceği bir şey söyleye
ceğim.”
3-209
r
210
iç geçirdi. A ğab eyin d e teselli b u lm ak , M ark’ m eski
J u lia n
213
rin a ltın d a işare tler g ö rü n ü y o rd u : H o llyw o o d ’d aki Crossroads
o f th e W o rld , W ils h ire ’d ak i B u llo cks b in ası, B unker H ill’deki
A n g e ls F lig h t d e m iry o lu , S a n ta M o n ic a iskelesi, sahilin hiç de
ğ iş m e y e n k ıv rım ı ve o k y an u s. “C e setlerin hep si b ir büyülü çizgi
d â h ilin e a tılm ış . F akat M a g n u s’u n d e d iğ in e göre tüm büyülü
ç iz g ile rin k e siştiğ i y e rle r d e var.”
“B u n u n o la y la n e ilg isi v ar?” d iy e so rd u L iw y , her zamanki
p r a t ik z e k â sıy la .
“B ilm iy o ru m a m a b a n a k a lırsa b ir ö n em i olm asaydı söy
le m e z d i. B irle şim y e rin in e p e y g ü ç lü b ü y ü y e sahip olduğunu
ta h m in e d iy o ru m .”
T y y e n ile n m iş b ir c o şk u y la b a k ark e n C ris tin a kütüphaneye
g ir d i ve E m m a ’y a y a n m a g e lip k o n u şm a sı iç in işaret etti. Emma
m a s a d a n in ip C ris tin a ’y la p e n c e re n in y a n ın d a k i kahve maki
n e s in e d o ğ ru g itti. M a k in e c a d ı ış ığ ıy la ç alışıy o rd u ki bu da
s ü r e k li k a h v e b u lu n d u ğ u a n la m ın a g e liy o rd u . T ab ii kahve her
z a m a n iy i d e ğ ild i.
“J u lia n iy i m i? ” d iy e so rd u E m m a. “Ya M a rk ? ”
“O d a d a n ç ık tığ ım d a k o n u ş u y o r la r d ı.” C ris tin a ik i fincana
sa d e k a h v e k o y u p p e n c ere p e rv a z ın d a k i k ü ç ü k em aye çanaktan
ş e k e r e k le d i. “J u lia n o n u s a k in le ş tir d i.”
“J u lia n h erkesi sa k in leştireb ilir.” E m m a ik in c i kahve fincanını
a ld ı. T e n in e v e rd iğ i s ıc a k lık h o şu n a g itm iş ti, o ysa kahveyi pek
se v d iğ i sö ylen e m ezd i ve p e k d e içm ezd i. A y rıc a m idesin de öyle
b ir d ü ğ ü m v ard ı k i n e b ir şe y içecek n e d e y iy e c e k h âli vardı.
E m m a , B la c k th o rn ’la rın b ü y ü lü ç iz g ile r h a rita sı üzerine tar
tış tığ ı m a s a y a d ö n d ü . “E h, m a n tık lı g e lm iy o r s a yapabileceğim
b ir şe y y o k ,” d iy o r d u T y h ırç ın b ir ta v ırla . “B irle şim yerinin
b u ra d a o ld u ğ u n u sö y lü y o r.”
214
“Nerede?” diye sordu Em m a, T y ın arkasına gelip.
“Burada.” D ru, Ty’ın harita üstüne kalemle çizdiği yere
işaret etti. O kyanusun üstünde, C atalin a Adası’na göre Los
Angeles’tan daha uzaktaydı. “B urada büyü yapm ak da buraya
kadarmış.”
“Sanırım M agnus öylesine konuşm uş,” dedi Livvy.
“Muhtemelen b ilm iyo rd u ,” diye söze girdi Emma ve kütüp
hanenin kapısı açılın ca sustu.
Gelen Ju lian d ı. İçeri gird i ve yap tığ ı sihirbazlığın sonucunu
sunan bir hokkabaz g ib i ken ara çekildi.
Mark onun arkasın d an içeri girdi. Ju lian , M ark’ın eski eşya
larını depodan çıkarm ış o lm alıyd ı. Z ira üstünde bir parça kısa
kalmış kot -m u h tem elen eski ko tların dan biriydi- ve Julian ın
grimsi eflatun rengi tişö rtlerin d en b iri vardı. T işört yıkanm ak
tan biraz solm uştu. K ıyafetlerin e tezat bir şekilde saçları âdeta
gümüş rengine çalan sarıyd ı. O m u zların a geliyordu saçları ve
öncekinden daha az k a rışık g ö rü n ü yo rd u . En azından keçeleşen
yerleri taram ış g ib iy d i.
“Merhaba,” d edi M ark .
Kardeşleri M a rk ’a şa şk ın lık ta n ko cam an açtık ları gözleriy
le sessizce b ak ıy o rd u . “M a rk sizi g ö rm ek isted i,” dedi Julian.
Elini arkaya u zatıp en se sin d ek i saçları k arıştırd ı. Şaşkın görü
nüyordu, b ir so n rak i a d ım d a ne y ap acağ ın a karar verem iyor
gibiydi.
“Teşekkür ed erim ,” d ed i M a rk . “B ana verdiğiniz hediyeler
için.” Blackthorn la r ö ylece b ak m aya devam ediyordu. Elindeki
deniz cam ını yavaşça m asaya b ırak an T y d ışın d a hiç kimse ye
rinden k m ıld a m ıy o rd u .
“Kutu,” d iye aç ık la m a y a p tı M a rk . “O dam d aki kutu.”
215
Emma tuttuğu kahve fincanının elinden alındığını hisset
ti. Kızgın bir ses çıkardı fakat C ristin a bardağı çoktan almış
sırtı dim dik, m asanın yanından geçerek odanın öteki tarafına,
M ark’a doğru gidiyordu. Kupayı M ark ’a uzattı.
“Kahve ister m isin?” dedi.
M ark rahatlam ış gibi kupayı aldı ve d u d ağın a götürdü. Bir
yudum içti. Daha önce hiç kim senin yap m ad ığı bir şey yapıyor-
muşçasına ailesi onu şaşkın gözlerle izliyordu.
M ark yüzünü buruşturdu. C ristin a’n ın yan ın d an çekilip ök
sürdü ve tükürdü. “Bu da ne?”
“Kahve.” C ristin a şaşırm ışa benziyordu.
“Acı bir zehre benziyor tad ı,” d edi M a rk kızgın lıkla. Liwy
birden gülüverdi. Bu kah kah a o d ad aki sessizliği, diğerlerinin
donuk duruşunu yardı geçti.
“Eskiden kahveyi çok severdin,” d edi Livvy. “Bunu hatırlı
yorum işte!”
“Neden seviyorm uşum an lay am ıy o ru m . H ayatım d a bu ka
dar iğrenç b ir şey içm em iştim .” M a rk y ü z ü n ü buruşturdu.
Ty’ın gözleri Ju lian ’la L ivvy arasın d a g id ip geld i. Sabırsız ve
heyecanlı görünüyor, uzun p a rm ak ların ı ö n ü n d e duran masaya
vuruyordu. “A rtık kahveye alışk ın d e ğ il,” d ed i C ristin a ya. “Peri
d iyarın d a kahve yok.”
“A l bakalım .” Livvy ayağa k a lk ıp m asad an b ir elm a kaptı.
“B unu ye.” M ark ’a doğru ilerleyip e lm ay ı ağab eyin e uzattı.
E m m a uzun siyah saçları ve so lgun e lin d e k i elm ay la Livvy nin
m odern b ir P am uk Prenses’e b en zed iğ in i d ü şü n d ü . “Elmayla
b ir sık ın tın y o k değil m i?”
“T eşekkürler nazik kard eşim .” M a rk b aşıy la selam verip el
m a y ı ald ı. L ivvy ağzı hafiften aralan m ış, o n u izliyo rd u .
216
“Bana hiç nazik kardeşim dem em iştin,” dedi, suçlar gibi bir
bakışla Julian’a dönerek.
Mark sırıttı. “Seni çok iyi tanıyorum , m inik cüce.”
Mark elini kaldırıp boynundaki zinciri çıkardı. Zincirin
ucundan ok başına benzer bir şey sarkıyordu. Cam dan yapılmış
gibi saydamdı. Em m a, D iana’ nın gösterdiği fotoğraflarda buna
benzer bir şey gördüğünü hatırlıyordu.
Mark bunun k e n arıy la sakince elm ayı soym aya başladı.
Yeniden m asanın a ltın a g irm iş olan ve dışarı bakan T aw y
heyecanlı bir ses çık ard ı. M a rk ona bakıp göz kırptı. Tavvy
başını m asanın a ltın a so ktu . E m m a, onun gülüm sediğini gö
rebiliyordu.
Jules’den gözlerini alam ıyo rd u . M ark’ın odasını nasıl bo
şalttığını, ağab eyinin eşyaların ı ona ait anıları mahvetmekten
korkar gibi vahşice savurarak nasıl y ığ d ığ ın ı düşündü. Yalnızca
bir gün sürm üştü bu iş, an cak o günden beri gözlerinin altında
halkalar vardı. M a rk b u rad a kalırsa bu halkalar geçer mi diye
düşünüyordu.
“Hediyeler h o şu n a g itti m i?” d iye sordu D ru, yüzünde en
dişeli bir ifadeyle m asan ın etrafın da dönerken. “Açsındır diye
ekmekle tereyağı k o y m u ştu m .”
“Hepsinin ne o ld u ğ u n u an layam ad ım ,” dedi M ark sam im i
yetle. “Kıyafetler ep ey k u llan ışlı. S iyah , m etal şey...”
“O benim m ik ro sk o b u m ,” dedi Ty. O n ay ister gibi Julian’a
baktı. “H oşuna g id e r d iy e d ü şü n d ü m .”
Julian m asaya y aslan d ı. T y’a M a rk ’ın neden m ikroskop iste
yeceğini sorm adan şejfkatle, g ü lü m sed i. “Ç o k kibarsın Ty.”
“Tiberius d e d e k tif o lm a k istiyor,” d iye açıklam a yaptı Livvy,
Marka. “Sherlock H o lm es g ib i.”
217
M ark şaşırmış görünüyordu. “T anıdığım ız biri mi bu?
Büyücü falan m ı?”
“Bir roman karakteri,” dedi D ru gülerek.
“Sherlock Holmes’un tüm rom anları bende var,” dedi Ty.
“Hikâyelerin hepsini biliyorum . 56 kısa öykü ve dört roman
var. İstersen sana bunları an latab ilirim . Ve mikroskopu nasıl
kullanacağını gösteririm .”
“Sanırım m ikroskopu tereyağına b u lad ım ,” diye itiraf etti
M ark, mahcup bir tavırla. “B ilim sel b ir alet olduğunu unut
m uşum .”
Emma endişeyle Ty’a baktı. E şyaları ko n usun d a aşırı titizdi
ve birinin onlara dokunm ası veya y erin i değiştirm esine gere
ğinden fazla bozulabiliyordu. O ysa T y kızgın görünmüyordu.
M ark’ın sam im i tavrındaki bir şey on u neşelendirm işe benzi
yordu. Tıpkı iblislere ait olağan dışı b ir irin veya arıların yaşam
döngüsü karşısında kim i zam an k e y if alm ası gib i.
M ark elm asını düzgün p arçalar h â lin d e kesm iş, son kalan
yem eğini yiyen birinin tad ın ı ç ık ard ığ ı şekild e yavaş yavaş yi
yordu. Epey zayıftı. O nun yaşın d ak i b ir G ölge A vcısı’nın olma
sı gerektiğinden çok daha zayıftı. G ölge A vcıları yem ek yemeye
ve antrenm an yapm aya, kasların ı ve d a y a n ık lılık la rın ı geliştir
m eye teşvik edilirdi. G ölge A vcıları’n ın ço ğu sürekli ve zorlu
fiziksel eğitim den dolayı ince y a p ılı, k aslı olurd u. Bununla
birlikte D rusilla yuvarlak h a tlıy d ı. Yaşı b ü y ü d ü k ç e bu durum
onun daha da canını sıkıyordu . E m m a, D ru ’n u n kend i yaş gru
b u n daki kızlar için yap ılan ta k ım lara sığ m ad ığ ın d a ne zaman
yü zü kızarsa üzülüyordu.
“B ağlantı no ktaların dan b ah settiğ in iz i d u yd u m ,” dedi
M a rk , diğerlerine doğru ilerleyerek. K en d isin i hoş karşılaya-
218
caklarından emin değilm iş gibi itinayla ilerliyordu. Gözlerini
kaldırdı ve Cristina’ya bakınca Em m a şaşırdı. “Büyülü çizgile
rin birleştiği noktalar kara b ü yün ün saptanmadan yapılabildiği
bir yerdir. Peri halkı b ü yü lü çizgilere dair epey bilgi sahibidir
ve buraları sık sık kullanırlar.” O k başı kolye ucunu bırakmış
tı. Masadaki haritaya bakm ak üzere başını eğdiğinde kolye ucu
220
“Hayır,” diye lafım kesti M ark. Sesi korkuyla yükselmişti.
“Şimdi söyleyeceksin. Öz kardeşim , Leydi Nerissa’nın kızı ne
rede? Helen nerede?”
Acı verici derecede tu h af bir sessizlik çöküverdi. Mark,
Julian’a bakıyordu ve artık yan yana durm uyorlardı. M ark
öyle sessiz ve hızla uzaklaşm ıştı ki Emma bunu görememişti.
“Hayatta olduğunu söyledin,” dedi M ark ve sesinde korkuyla
karışık bir suçlam a vardı.
“Hayatta zaten,” dedi Em m a telaşla. “G ayet iyi.”
Mark sabırsızlık içinde bir ses çıkardı. “O hâlde kardeşimin
nerede olduğunu öğrenm ek istiyorum . Julian?”
Ancak cevap veren Ju lian olm adı. “Soğuk Barış ilan edil
diğinde buradan g ö n d e rild i,” dedi Ty. Em m a buna şaşırmıştı.
Gayet gerçekçi b ir tav ırla sö ylem işti bunu. “Sürgüne gönde
rildi.”
“Bir oylama y ap ıld ı,” dedi Livvy. “Konsey’dekilerin bir kıs
mı peri kanına sahip o ld u ğu için öldürülm esini istedi, fakat
Magnus Bane, A şağı D ü n y a lıla rın h akkın ı savundu. Helen gibi
kısıtlılar çalışm ak üzere W rangel A dası’na gönderildi.”
Mark avucunu m asaya d ayayarak öne eğildi. Yum ruk yemiş
de soluklanmaya çalışır g ib i b ir h âli vardı. “W rangel Adası,”
diye fısıldadı. “So ğu k b ir yer orası, buzlarla, karlarla kaplı. Av’la
birlikte o topraklardan geçm iştim . K ardeşim in orada, buz tut
muş atıklar arasında o ld u ğ u n u b ilm iyo rd u m .”
“Bilseydin bile onu görm en e asla izin verm ezlerdi,” dedi
Julian.
“Ama onu sürgüne gö n d erm elerin e izin verdiniz.” M a rk ın
iki renkli gözleri öfkeyle p arlıyo rd u . “O nu sürgün etmelerine
izin verdiniz.”
221
1
222
Jules’e bakıyordu. Emma, onun ve kardeşlerinin yalvaran bakış
ları arasına girmemek için kendini zor tutuyordu. Bunu düzel
tebilirmiş, her zaman olduğu gibi her şeyi düzeltebilirmiş gibi
bakıyorlardı ona.
Oysa Julian yerinden kım ıldam ıyordu. Gözleri yarı kapa
lıydı, ellerini yum ruk yapm ıştı. Em m a arabadaki görünüşünü,
yüzündeki çaresizlik ifadesini hatırladı. Julian ın sakinliğini bo
zan çok az şey vardı hayatta ve M ark her zaman için bunlardan
biri olmuştu.
“Her şey yoluna girecek,” dedi Em m a. Elini uzatıp Dru nun
yumuşak kolunu sıvazladı. “T abii ki kızgın. Kızmak için pek çok
sebebi var. Fakat kızgın o ld uğu biz değiliz.” Emma, D rusillanın
arkasında duran Ju lian ’a b aktı, gözlerini yakalam aya, onu sa
kinleştirmeye çalışıyordu. “H er şey düzelecek.”
Kapı tekrar açıldı ve C ristin a o daya döndü. Julian sert bakış
larını ona doğrulttu.
Cristina’mn siyah, p arlak örgüleri başının etrafına dolanm ış
tı. Başını sallarken p arlıyo rlard ı. “O iy i,” dedi, “am a odasına
kapandı. Bana kalırsa on u y aln ız bırakm am ız en iyisi. İsterseniz
koridorda b ekleyeb ilirim .”
Julian olum suz b ir tavırla b aşın ı salladı. “Sağ ol,” dedi. “Ama
kimsenin onu kontrol etm esine gerek yok. İsterse gider isterse
gelir.”
“Peki ya kendin e zarar verirse?” K onuşan Tavvy’ydi. Sesi al
çak ve inceydi.
Julian yere çöm elip kard eşin i k u cağın a aldı. K ollarını dola
yıp sımsıkı Tavvy’ye sarıld ı. A rd ın d an onu tekrar yere bıraktı.
Tavvy, Jules’ün tişö rtü n ü b ırak m am ıştı. “Böyle bir şey yapm az,”
dedi Julian.
223
çıkmak istiyorum,” dedi Tavvy. Burada durmak
“A tö ly e y e
istemiyorum.”
Juliarı tereddüt etti, ardından başını salladı. Resim yaptığı
atölye küçük kardeşi korktuğu zaman onu sık sık götürdüğü
bir yerdi: Tavvy boyaları, kâğıtları, hatta fırçaları sakinleştirici
buluyordu. “Seni götürürüm,” dedi Julian. “Canı çeken olursa
mutfakta dünden kalma pizza var, sandviçler ve...”
“Tamamdır Jules,” dedi Livvy. Masaya, ikizinin yanına otur
muştu. Ty ağzını sımsıkı kapatmış, büyülü çizgiler haritasına
eğilmiş bakarken ondan yüksekte görünüyordu. “Akşam yeme
ğini hallederiz. Bizi merak etme.”
“Sana yiyecek bir şeyler getiririm,” dedi Emma. “Tavvy’ye
de tabii.”
Teşekkür ederim , der g ib i ağzın ı o y n a ttı Ju les, ardından ka
p ıya doğru döndü. E lini to k m ağa u zatm asın a kalm adan, Mark
çıktığın d an beri suskun kalan T y k o n u ştu . “O n u cezalandır
m a,” dedi. K ablosunu sol elin in p a rm a k la rın a sım sıkı dolamış
tı. “O lm az m ı?”
Ju lia n arkasını döndü. Ş aşırd ığ ı b e lliy d i. “M ark ’ı m ı cezalan
d ırm ayayım ? N e için cezalan d ıracak m ışım k i?”
“S ö yled iği her şey iç in .” T y k ıp k ırm ız ı k esilm iş, kabloyu par
m a k la rın ın arasın d a ağ ır ağ ır çö zü yo rd u . Ju lia n yıllard ır karde
şin i izleyip ö ğrenm eye ç alıştığ ı iç in ış ık la rla sesler söz konusu
o ld u ğ u n d a T y’ın in san ların ç o ğ u n d a n d a h a hassas olduğunu
b iliy o rd u . A aıcak m evzu d o k u n m a k sa b u on u büyütüyordu.
J u lia n , T y’ın d ik k a tin i d a ğ ıtm a y ı ve el a le tle rin i kullanm ayı bu
şe k ild e , saatlerce ip ek veya z ım p a ra n ın d o k u su n u , midye ka
b u k la rın ın g irin tile r in i ve ta şla rın se rtliğ in i in celeyişin i seyrede
re k ö ğ re n m işti. “Sö zleri d o ğ ru y d u . G erçeği sö yled i. Bize gerçeği
224
anlattı ve soruşturma için yardım etti. Bunun için cezalandırıl
mamalı.”
“Elbette cezalandırılm am alı,” dedi Julian. “H içbirim iz onu
cezalandırmayacağız.”
“Her şeyi anlam am ası onun suçu değil,” dedi Ty. “Ya da bir
şeylerin ona fazla gelm esi. O nun suçu değil.”
“Ty-Ty,” dedi L iw y . T ib eriu s bebekken Em m a bu takma adı
vermişti ona. O zam andan beri tü m aile bu ism i benimsemişti.
Elini uzatıp Ty ın om zunu sıvazladı. “H er şey yoluna girecek.”
“Mark’ın tekrar gitm esin i istem iyorum ,” dedi Ty. “Anlıyor
musun Julian?”
Emma bu sözün a ğ ırlığ ın ın , on a yü k led iği bü yük sorumlu
luğun Julian ın o m u zların a çökü şü nü izledi.
“Anlıyorum Ty,” dedi.
225
T
8
GECELEYİN BİRDENBİRE
BULUTLAR ARDINDAN
226
rengiye boyanmıştı ve Julian ın annesinin yaptığı tablolar -canlı
renklerde soyut resimler- hâlâ asılı duruyordu.
Jules ortadaki alanda duruyordu. Yüzeyi tomar tomar
kâğıtlar, kutu kutu suluboyalar, şiirsel isimleriyle yığın yığın
boya tüpleriyle kaplı kocaman bir granit bloktu: kök kırmızısı,
kardinal moru, kadmiyum turuncusu, deniz mavisi.
Emma elleri k a lç a la r ın d a , M a r k ’ m k a p ıs ın ın ö n ü n d e d u ru
yordu. “M a rk !” E k le m le r iy le b e ş in c i k ez k a p ıy a v u rd u . “M ark
Blackthorn, iç e rid e o ld u ğ u n u b iliy o r u m . K a p ıy ı aç.”
Sessizlik. E m m a n ın m e r a k ı ve ö fk e si M a rk ’ ın m ah rem iy e ti
ne duyduğu sa y g ıy la b ir sav aş iç in d e y d i ve so n u n d a b u ik isin e
yenik düştü. A ç m a m ü h ü r le r i e n s titü n ü n k a p ıla rın d a işlem ed i
ği için Em m a k e m e rin d e n in c e b ir b ıç a k ç ık a rıp b u n u k a p ıy la
söve arasına so k tu . M a n d a l y e r in d e n ç ık tı ve k a p ı ard ın a kad ar
açıldı.
Emma b aşın ı iç e ri s o k tu . I ş ık la r y a n ık t ı, p e rd e le r d ışarıd ak i
karanlığa karşı ç e k ilm iş t i. Y a ta k ö r tü le r i d a r m a d a ğ ın o lm u ştu
ve yatak boştu.
Hatta oda b o ştu . M a r k o r a d a d e ğ ild i.
Emma k a p ıy ı k a p a ttı v e k ız g ın b ir o fla m a y la a rk a sın ı d ö n d ü .
Derken b a ğ ırac ak g ib i o ld u . D r u k o c a m a n a ç tığ ı, k a ra n lık göz
leriyle arkasına d u r u y o r d u . G ö ğ s ü n e b ir k ita p ç e k m işti.
231
“Dru! Biliyorsun, genelde insanlar gizlice arkam dan yaklaş
tığında onları bıçaklarım.” Emma titreyerek soluklandı.
Drunun yüzü asıktı. “M ark’ı arıyorsun.”
Emma bunu inkâr etmek için herhangi bir sebep göremiyor-
du. “Doğru.”
“İçeride değil,” dedi Dru.
“Bu da doğru. M alum un ilanı için ön em li bir gece, ha?”
Emma içi sızlayarak Dru ya gülüm sedi. İkizler birbirine öyle
yakın, Tavvy öyle küçük ve Jules’e b ağlıyd ı k i, D ru’nun uyum
sağlayacağı bir alan bulm asının zor o ld u ğ u n u düşünüyordu.
“İyi olacak, biliyorsun.”
“O çatıda,” dedi Dru.
Emma bir kaşını havaya dikti. “N eden böyle söylüyorsun?”
“Ne zaman gergin olsa oraya g id e rd i,” d ed i D ru. Koridorun
öteki ucundaki pencereye doğru baktı. “Ve o rad a gökyüzünün
altında olacak. Av geçerse onları gö reb ilecek.”
Emma’nın tüyleri diken diken o lm u ştu . “H ayır, geçmeye
cekler,” dedi. “Buradan geçm eyecekler. O n u b ir daha alamaya
caklar.”
“Gitmek istese bile m i?”
“Dru...”
“Yukarı çık ve onu geri getir,” d edi D ru silla. “L ütfen Emma.”
Emma şaşkın görünüp g ö rü n m ed iğ in i m erak ediyordu, zira
şaşkındı. “Neden ben?”
“Çünkü sen güzel bir kızsın,” d ed i D ru , b iraz efkârla, kendi
yuvarlak hatlarına bakarak. “Ve erk ek ler güzel k ızların sözlerini
dinler. Büyük teyzem M arjorie bö yle d e m işti. B u kad ar tombul
biri olmasaydım güzel bir kız o lacağ ım ı ve e rk e k le rin istediğimi
yapacağını söyledi.”
Emma dehşete kapılm ıştı. “O yaşlı fa... Pardon, o yaşlı cadı,
ne dedi?”
Dru göğsünde tu ttu ğu kitaba daha da sıkı sarıldı. “Biliyorsun,
kulağa o kadar kötü gelm iyor, öyle değil mi? Tombul? Sevimli
bir şey olabilirm işsin gibi, sincap falan gibi.”
“Sincaptan çok d ah a sevim lisin sen,” dedi Emma. “Tuhaf
dişleri var ve yüksek, tiz seslerle konuştuğuna dair bilgilerim
sağlam kaynaklara dayan ıyor.” D ru’nun saçlarım karıştırdı.
“Mükemmelsin,” dedi. “H er zam an m ükem m el olacaksın.
Şimdi gidip ağabeyine b ir b ak ayım .”
233 <
Emma ona doğru ile rle rk e n r ü z g â r sa rı ö rg ü le rin i savuruy0r
du. Emma bunları sab ırsızca it ti.
M ark onu görm ezden m i g e liy o r d u y o k s a yaklaştığından sa
hiden m i habersizdi m e ra k e d iy o r d u .
O ndan birkaç ad ım u z a k ta d u r d u , z ir a J u lia n ’a nasıl saldır
dığını hatırlam ıştı.
“M ark,” dedi.
M ark yavaşça b aşım ç e v ird i. A y ış ığ ın d a s iy a h beyaz görünü
yordu, gözlerinin fark lı re n k te o ld u ğ u n u a n la m a k imkânsızdı.
“Emma C arstairs.”
Tam ism i. Bu p e k d e iy iy e iş a r e t d e ğ ild i. E m m a kollarını
göğsünde kavuşturdu. “S e n i a ş a ğ ı g ö t ü r m e k iç in geld im bura
ya,” dedi. “A ilen i d e lir tiy o r s u n v e J u le s ’ ü ü z ü y o r s u n .”
“Jules,” dedi M a rk it in a y la .
“Ju lian . K ardeşin. ”
“Ablam la k o n u şm a k is t iy o r u m ,” d e d i M a r k . “H elen’la ko
nuşm ak istiyo ru m .”
“Pekâlâ,” dedi E m m a. “İ s te d iğ in z a m a n o n u n la konuşabilir
sin. O nu arayab ilirsin y a d a s e n i a r a m a s ın ı sö y le y e b ilirsin veya
istediğin buysa k a h ro lası S k yp e a b a ğ la n ır ız . B a ğ ırm a y a başla-
m asaydın sana b u n u d a h a ö n c e d e n s ö y le y e b ilir d ik .”
“Skype m ı?” M a rk , E m m a ’d a n b ir s ü r ü b a ş ç ık m ış gibi ba
kıyordu.
“B ilgisayar u y g u la m a sı. T y b iliy o r . O n u n l a k o n u şu rk en gö
rebileceksin de.”
“Perilerin kristal k ü resi g ib i m i? ”
“O nun gibi b ir şey.” E m m a k o r k u t m a k is te m e d iğ i vahşi bir
hayvana yaklaşır g ib i M a r k ’a b ir a z d a h a y a n a ş t ı. “A şa ğ ı gelecek
m isin?”
“Burayı tercih ederim. O boğucu havadan ve şu b in a n ın
ağırlığından içeride boğuluyordum. Çatılar, keresteler, camlar,
taşlar. Buna ne dersin?”
“16 sene boyunca burada yaşamayı başarmıştın.”
“Hayal meyal hatırlıyorum,” dedi Mark. “Rüya gibi geliyor.”
Mark okyanusa döndü. “Ne çok su var,” dedi. “Bunu ve ar
dını görebiliyorum. Denizin dibindeki İblisleri görebiliyorum.
Bakıyorum ama gerçek gelmiyor.”
İşte bu, E m m a’ n ın a n la y a b ile c e ğ i b ir şeyd i. A ilesin in cesetle
rini alıp götüren, a rd ın d a n m a h v o lm u ş, c an sız h âld e geri g eti
ren de denizdi. D en ize a tıld ık la r ın d a ö lü o ld u k la rım o k u d u ğ u
raporlardan b iliy o rd u fa k a t b u n u b ilm e k b ir işe y ara m ıy o rd u .
Arthur’un b ir k e re sin d e o n a o k u d u ğ u ş iirin d iz e le rin i h a tırlad ı:
Deniz yıkar ve uzun gem iler batar, derinlerde bekler ölümler:
D algaların a r d ın d a k i d e n iz E m m a iç in işte b u d em ek ti.
Derinlerde b e k le y e n ö lü m .
“Peri d iy a rın d a su y o k tu h e rh a ld e ? ” d e d i E m m a.
“Hiç d en iz y o k tu . V e su a s la y e tm iy o r d u . V ah şi Av g en e l
de günlerce su su z g e ç e rd i. Y a ln ız c a b a y ıla c a ğ ım ız z am an G w yn
bize su içm ek iç in iz in v e rird i. V e P eri d iy a r ın ın y a b a n i b ö lg ele
rinde çeşm eler v a rd ı a m a o n la r d a n k a n a k a rd ı.”
“Yeryüzünde a kıtılm ış her dam la kan için akar o ülkenin
membaları,” d e d i E m m a . “B u sö z le rin k e lim e s i k e lim e sin e d o ğ
ru olduğunu b ilm iy o r d u m .”
“Eski şiirleri b ild iğ in i b ilm iy o r d u m ,” d e d i M a r k . Eve d ö n
düğünden b eri ilk k ez E m m a y a g e rç e k b ir ilg iy le b a k ıy o rd u .
“Tüm a ile p e rile re d a ir ö ğ r e n e b ile c e ğ i h e r şe y i ö ğ re n m e
ye çalıştı,” d e d i E m m a , M a r k ’ ın y a n m a o tu r u r k e n . “K a ra n lık
Savaştan ç ık tığ ım ız d a n b e r i D ia n a ö ğ r e tti b iz e b u n la r ı ve
235
ufakJikiar bile p eri halkına dair bilgi alm ak isterdi. Senin y(j.
ziinden.”
“Gölge Avcıları ders programının pek rağbet görmeyen ko
nusu olmalı bu,” dedi Mark, “yakın tarih düşünülürse.”
“K o n sey in p eriler hakkındaki düşünceleri senin suçun de
ğil,” d ed i Emma. “Sen bir Gölge Avcısı sın ve İhanetin bir par
çası olm a dın asla.”
“B en bir G ölge Avcısı’y ım ,” dedi M ark onaylam asına. “Ama
aynı zam anda p eri h alkın ın da bir parçasıyım . Annem Leydi
N erissaydı. Ben doğduktan sonra öldü ve bizi büyütecek kim
semiz kalm adı. H elen’i a babam ıza g ö n d erild ik. Annem seçkin
lerdendi tabii, perilerin en yüksek sın ıfın d an birinden.”
“Bu yüzden A vd a sana d ah a m ı iy i davran d ılar?”
M ark başını bir kez salladı. “B ana kalırsa, annem in ölümün
den babam ı so rum lu tu tu yo rlard ı. O n u terk etm ekle kalbini
kırm ıştı. Bu d u ru m bana karşı tu tu m ların ı p ek de iyi etkileme
d i.” Bir tutam saçını k u la ğ ın ın ard ın a sık ıştırd ı. “Peri halkının
bedenim e y ap tığ ı h içb ir şey K o n sey in beni aram aya gelmeye
ceğini sö yledikleri zam an ki k ad ar zalim olm ad ı. H içbir kur
tarm a g ru b u g ö n d erm eyecek lerin i sö yled iklerin d e. Jace’i peri
d iyarın d a g ö rd ü ğü m d e bana, b ir G ölge A vcısın ın özünü göster
onlara , d em işti. O ysa k e n d isin d e n o lan ı terk ediyorlarsa Gölge
A vcıları’n ın özü ne?”
“D ü n ya d ak i tü m G ölge A vcıları M e c liste n ibaret değil,”
dedi E m m a. “B ir sü rü N efılim san a y a p ıla n ın yan lış olduğu
nu d ü şü n ü yo rd u . Ve Ju lia n K o n se y in fik rin i değiştirm esi için
e lin d en gelen i y a p m a k ta n asla vazg eçm ed i.” Em m a, Mark’ın
k o lu n u sıv azlam ayı d ü şü n d ü , a rd ın d a n vazgeçti. O nda hâlâ
vahşi b ir ta ra f v ard ı. Y ap m ak isted iğ i b ir leop arı sıvazlamakla
eşdeğer olacaktı. “A rtık evine döndüğüne göre, bütün bunları
anlayacaksın.”
“Evimde m iyim dersin?” diye sordu M ark. Üstündeki sular
dan silkelenen bir köpek m isali başını salladı. “Belki de karde
şime haksızlık ettim ,” dedi. “Belki de ona saldırmamalıydım.
Kendimi... K endim i bir rüyada gibi hissediyorum. Avda yanı
ma gelip de beni dü n yaya göndereceklerini söyleyeli haftalar
geçmiş gibi geliyor.”
“Sana eve geleceğini söylediler m i?”
“Hayır,” dedi M ark. “B ana A v ı bırakm aktan başka seçe
neğim olm adığını söylediler. U nseelie Sarayı’nın kralı vermiş
emri. Beni atım dan alıp ellerim i bağladılar. Günlerce yolcu
luk yaptık. Bana içecek b ir şey verdiler, halüsinasyon görme
mi, olmayan şeyleri düşlem em i sağlayan bir şey.” M ark ellerine
baktı. “Bunu geri dönüş y o lu m u bulam ayayım diye yaptılar
ama keşke yapm am ış o lsalardı,” dedi. “Buraya yıllardır oldu
ğum hâlimle dön m eyi isterdim , A v ın becerikli bir üyesi olarak.
Kardeşlerimin korkup sü rü n m em i değil dim dik, gururla dur
duğumu görm elerini isterd im .”
“Sahiden de şim di çok farklı görünüyorsun,” dedi Emma. Yüz
yıllık bir uykudan u yanm ış, bir asrın rüyalarının tozunu silkele
yen birine benziyordu. B uraya geldiğinde dehşet içindeydi. Oysa
şimdi, elleri titrem iyordu, yüzü n de hüzünlü bir ifade vardı.
Birdenbire alaycı b ir tav ırla gülüm sedi.
“Sığınak’ta ü stü m ü çık arm am için em ir verdiklerinde başka
bir rüya gördüğüm ü san m ıştım .”
“Güzel bir rü ya m ı?” d edi E m m a.
Mark tereddüt etti, ard ın d an başını salladı. “Av’ın ilk gün
lerinde bana h ayaller gördürdüler. D ehşet şeyler, ailem in öli'ı-
s>237<
m üne dair sanrılar. Bana tekrar b u n ları göstereceklerini düşün
düm . Ç ok korkuyordum . K endim için d eğil, Ju lian için.”
“Am a artık bunun bir rüya o lm ad ığ ın ı biliyorsun. Aileni
görm en, evin i...”
“Emma. Kes şunu.” Acı için d eym iş g ib i gözlerini sımsıkı
kapattı. “Bunu sana söylem em in n ed en i Blackthorn olma
m an. D am arlarında B lackthorn k an ı dolaşm ıyor. Yıllardır peri
diyarındayım ve orası ö lü m lü k a n ın ın ateşe döndüğü bir yer.
Burada hayal edebileceklerinin de ö tesin d e güzelliklerle ve deh
şetle dolu bir yer. Vahşi A v la b irlik te y o la ç ık tım . Yıldızlar ara
sında özgürlüğe doğru tertem iz b ir yo l aç tım , rüzgârı geçtim.
Şim di ise benden tekrar y eryü zü n d e y ü rü m e m i istiyorlar.”
“İnsan sevildiği yere aittir,” d ed i E m m a. B u, babasının söy
led iği bir sözdü, E m m a’n ın h er zam an in a n d ığ ı b ir söz. Emma
buraya aitti çün kü Ju les on u seviyo rd u , ç o c u k lar onu seviyordu.
“Peri d iyarın d a seviliyo r m u y d u n ?”
M ark’ın gözlerine bir perde in m iş g ib iy d i. K aranlık bir odaya
inen bir perde. “Sana söylem ek istiyo rd u m . A ilen için üzüldüm.”
E m m a, Ju les d ışın d a h erh an g i b irin in aile sin d e n bahsetmesi
üzerine h er zam an h issettiğ i o ta n ıd ığ ı, k o rk u n ç öfkenin din
m esin i b ekled i fak at n afile y d i. M a r k ’ın b u n u söylem e şeklinde
b ir şe y vard ı. P erilerin o resm i k o n u ş m a sıy la sam im i üzüntü
n ü n k a rışım ın d a b ir şey vard ı ve g arip b ir şe k ild e insana sakin
lik v e riyo rd u .
“B en d e b ab an iç in ü z ü ld ü m ,” d e d i E m m a on a.
“O n u n d ö n ü ştü ğ ü n ü g ö rd ü m ,” d e d i M a rk . “G erçi Karanlık
S a v a ş ta ö ld ü ğ ü n ü g ö rm ed im . U m a rım ç o k acı çekm emiştir.”
E m m a iç in in b ir şo k d a lg a sıy la titr e d iğ in i h issetti. Babasının
n a s ıl ö ld ü ğ ü n ü b ilm iy o r m u y d u ? K im se o n a an latm am ış mıy-
¿ı? “Baban...” diye başladı Emma söze. “Bir savaşın ortağınday
dı. Çok hızlı oldu.”
“Sen gördün mü?”
Emma ayağa kalktı. “Geç oldu,” dedi. “U yum am ız lazım.”
Mark ürkütücü gözleriyle ona baktı. “U yum ak istemiyor
sun,” dedi. Birdenbire E m m aya vahşi bir bakışla bakmıştı.
Yıldızlar ya da bir çöl gibi vahşi, doğal, evcilleşmemiş şeyler
gibi. “Her zaman m acerayı seven biri olm uşsundur Emma ve
bu özelliğini kaybettiğini sanm ıyorum , öyle değil mi? Her ne
kadar macera sevm eyen kardeşim e bağlanm ış olsan da...”
“Julian m acera sevm eyen b iri değil,” dedi Emma kızgınca.
“Sorumluluk sahibi b iri.”
“Bu ikisi arasında bir fark olduğuna m ı inandıracaksın beni?”
Emma başını kald ırıp aya baktı, sonra tekrar M ark’a döndü.
“Ne demek istiyorsun?”
“Okyanusa bakarken ak lım a geldi de,” dedi M ark, “büyülü
çizgilerin kesiştiği yeri b u lab ilirim . Av’la birlikte bu tür yerleri
görmüştüm önceden. Peri h alkın ın hissedebileceği türde belli
bir enerji yayılır b u ralard an .”
“Afc.; Ama n asıl...”
“Sana gösteririm . G el b irlikte orayı arayalım . Neden bekle
yeceğiz ki? Bu so ru ştu rm anın acelesi yok mu? Katili bulmamız
gerekmiyor m u?”
Emma’nın için de b ir heyecan dalgası, keskin bir arzu yük
selmişti. Bunu belli etm em eye çalışıyordu am a öğrenm eyi, bir
sonraki adım ı atm ayı, k en d in i bu arayışa, savaşa, buluşa bırak
mayı ne kadar istiyor, b u n a ne k adar ih tiyaç duyuyordu. “Jules,”
dedi ayağa kalkarken. “Ju les’ü de gö tü relim .”
Mark yüzünü astı. “O n u görm ek istem iyorum .”
239
Emma geri adım atmadı. “O hâlde gitm eyiz, ’ dedi. O be
nim parabataım . Ben nereye gidersem o da oraya gelir.”
M arkın gözlerinde bir şey çaktı. “Onsuz gitmiyorsan o
hâlde hiç gitmeyiz,” dedi. “Beni bilgi vermeye zorlayamazsın.”
“Zorlamak mı? M ark...” Emma sustu. Bıkkındı. “Pekâlâ.
Tamam. Gidelim. Sadece ikim iz.”
“Sadece ikim iz,” diye tekrarladı M ark. Ayağa kalktı.
Hareketleri olağanüstü hafif ve hızlıydı. “Am a önce kendini ka
nıtlam aksın.”
M ark çatıdan indi.
Emma kiremitlerden kayarak aşağı sarktı. M ark oradaydı
işte, enstitü duvarına tutunm uş, Emma’dan bir kol boyu aşa
ğıda durmuştu. Zalim bir gülüm sem eyle bakıyordu. Boşluğu,
soğuk rüzgârı, okyanusun yarılm ış yüzeyini, bulutların dağınık
kenarlarını anım satan bir gülüm sem eydi bu. Emma’nın için
deki vahşi, bağımsız tarafı, ateşi, savaşı, kan ve intikam ı hayal
eden tarafını çağıran bir gülüm sem e.
“Benimle aşağı in ,” dedi M ark ve şim di sesinde bir parça
alay vardı.
“Çıldırm ışsın sen,” diye tısladı Em m a. O ysa M ark, Emma’nın
göremediği tutunacak, basılacak yerleri kullanarak çoktan aşa
ğı inmeye başlamıştı. A yaklarının altın daki zemin kayıyordu.
Gerçek yükseklikler. E nstitünün çatısından aşağı düşerse ölebi-
lirdi, bir iratze nin onu kurtaracağının garantisi yoktu.
Emma dizleri üstüne çöküp sırtın ı okyanusa döndü.
T ırnakları kirem itleri kazıyarak aşağı in iyord u. Derken çatının
oluğuna tutundu, bacakları havada aşağı sarkıyordu.
Ç ıp lak ayak larıyla duvarı aradı. N eyse ki çizm e giymemişti.
A yakları yürüm ekten ve dövüşm ekten nasır tutm uştu. Bir çat-
lak bulana kadar duvarda kaydılar. Emma topuklarını çatlağa
bastırınca kollarındaki ağırlık hafifledi.
Sakın aşağı bakma.
Emma kendini bildi bileli kafasının içinde onu sakinleştiren
ses Jules’e aitti. Şimdi de, ellerini aşağı bırakıp parmaklarını iki
taş arasındaki yere geçirirken o sesi duyuyordu. Emma önce
birkaç santim, ardından daha hızlı alçalıyordu, sonunda ayağını
basabileceği bir başka yer buldu. Jules’ün sesini duyuyordu: Leo
Carrillo’daki kayalara çıkıyorsun. Yumuşacık kumlardan yalnızca
birkaç santimetre yüksektesin. Güvendesin.
Rüzgâr saçlarını yüzüne doğru savurdu. Gözlerine girme
sin diye başını çevirip salladı ve bu sırada bir pencereden geç
tiğini fark etti. Perdelerin ardından soluk bir ışık geliyordu.
Cristina’nın odası mıydı acaba?
Her zaman bu kadar dikkatsiz m iydin ?
Sadece Karanlık Savaş’t an beri...
Emma şimdi binanın yarısını geçmişti. Bunu başını kaldırıp
bakınca, çatının mesafesinden anladı. Hızlanmaya başlamış
tı. El ve ayak parmaklarıyla süratli bir şekilde yeni tutamaçlar
buluyordu. Taşların arasındaki sıvalar da işe yarıyor, tutup bı
rakırken, tutup bırakırken, vücudunu sertçe duvara yaslayarak
ayağını uzatırken, sonunda sağlam bir yere varırken ellerinin
terlemesini engelliyordu.
Emma tutunmayı bırakıp düştü. Yumuşak bir kum yığını
na indi. Binanın bahçeye, ufak otoparka ve ötedeki çöle bakan
doğu kısmındaydılar.
Tabii ki Mark çoktan inmişti. Ay ışığı altında yepyeni so
luk bir taşa oyulmuş, çölün ilginç bir parçası gibi görünüyordu.
Emma duvardan uzaklaşırken nefes nefeseydi ancak zindeydi
d e . K a lb i g ö ğ s ü n d e n f ır la y a c a k g ib i ç a r p ıy o r , k a n a k ış ı ku\akW
rtn ı ç ın la tıy o r d u . A ğ z ın d a tu z u n v e r ü z g â r ın t a d ın ı a la b iliy o rd u
M a r k e lle r i c e p le r in d e a r k a y a d o ğ r u s a lla n d ı. “ 'B e n im le gel"
d iy e f ıs ıld a d ı v e b in a d a n k u m s a la , ç a lı l a r l a d o l u ç ö le doğtu
döndü.
“Bekle,” dedi E m m a. M a rk d u ru p b a ş ım ç e v ird i v e ona bak
tı. “Silah larım ız.” ded i. “V e a y a k k a b ıla rım ız .” A ra b a y a ğıttv.
H ızlı b ir a ç m a m ü h rü y le b a g a jı a ç ın c a o r t a y a b i r y ığ ın sl\ab
ta k ım ı ç ık tı. B ir k e m e rle b ir ç ift ç iz m e b u la n a k a d a r atandı.
K e m e ri h ız la ta k tı, b ir k a ç b ıç a k la b a n ç e r'ı b u n a g e ç ird i, yedek
b irk a ç şe y a ld ı v e ç iz m e le ri a y a ğ ın a g e ç ir d i.
Şansına, Malcolrnun evinden bvzla dönerken Oottarvasmv
bagajın içine bağlı bırakmıştı. (Lortanayv çözüp sııtvna geçıtdv
ve aceleyle M arkın yanına gitti. M ark verdiği b ir melek bıça
ğıyla bir dizi bıçağı sessizce kabul ettikten sonra kendisini tâkvç
etmesi için Emma’ya bir işaret verdi.
O to p a r k ın s ın ır ın d a k i a lç a k d u v a r ın ö t e s in d e k a y d ık bdvçt
y e r a lıy o r d u . B u r a s ı ş u r a d a b u r a d a d ik ilm iş k a k t ü s le r i, K nbut
t a r a f ı n d a n y e r l e ş t i r i l m i ş k l a s i k k a h r a m a n l a r ı n a l ç ı d a n y a p ılm a
h e y k e l le r i y le g e n e ld e b u z u r l u b i r y e r d i . A r t ü u r B u B e y k tB
r i e n s t i t ü y e i l k t a ş ı n d ı ğ ı n d a İ n g i l t e r e ’d e n g e m i y l e g e tir tm ı
K a k t ü s le r in a r a s ın d a n a la k a s ız B ir ş e k ild e ç ık ıy o r la r d ı.
Burada şimdi Bir şey daBa vardı. K um aşla kaçlı kar
iri b ir gölge. M ark yine o tuBaf gülüm sem esiyle Buna
yü rü d ü . Em m a önünden gitm esi için yan a çekildi. B/laı
siyah kum aşı çekiverdi.
Altından bir motosiklet çıkmıştı.
E m m a nefesini tuttu. Bildiri motosı\det\ete\vıç\>
du bu: Kem ikten yapılmış gıb'ı güm üşi beyaz bit t<
^jğı altında parıldıyordu. Emma bir an bunun içini görebildi
ğini düşündü. Tıpkı kimi zaman mühürlerin içini görebildi
ği gibi, yelelerini savuran kocaman gözlü bir şekli görebildiği
gibi-
“Peri halkından özü büyü olan bir küheylan aldığında, do
ğası fani dünyaya uyum sağlayacak şekilde değişebilir,” dedi
Mark, şaşkınlık içindeki Emmaya gülümseyerek.
“Bunun bir zaman at olduğunu mu söylemek istiyorsun?”
diye sordu Emma. Alçak sesle konuşmayı unutmuştu.
Mark’ın gülümsemesi iyice yüzüne yayıldı. “Vahşi Avla yola
çıkan bir sürü küheylan türü var.”
Emma çoktan motosikletin yanına gelmiş, ellerini üstün
de gezdiriyordu. Metal cam gibi pürüzsüz, parmaklan altında
soğuk geliyordu, süt beyazı, parıldıyordu. Hayatı boyunca bir
motosiklete binmek istemişti. Jace ve Clary bir keresinde uçan
bir motosiklete binmişti. Bunun resimleri vardı. “Uçuyor mu?”
Mark onaylamak için başını sallayınca Emma kendini kaybetti.
“Ben kullanmak istiyorum,” dedi. “Kendim kullanmak is
tiyorum.”
Mark özenle başını eğdi. Zarif, yabancı bir hareketti bu,
yüzlerce yıl öncesinde, bir kralın sarayında olabilecek türden.
“Nasıl istersen öyle olsun.”
“Julian beni öldürecek,” dedi Emma düşününce. Hâlâ aleti
okşuyordu. Ne kadar güzel olursa olsun, bunu sürme düşüncesi
ona kaygı veriyordu. Egzoz borusu yoktu, hız göstergesi, mo
torlu bir araçla bağdaştırdığı herhangi normal bir alet yoktu.
“Bana hiç de kolay kolay öldürülebilecek biri gibi gelmiyor
sun,” dedi Mark. Şimdi gülümsemiyordu. Meydan okur gibi
Emma’nın gözlerinin içine bakıyordu.
243
1
249
aydınken. Emma bıyık aitından M ark’a küfrederek oraya doğ.
ru ilerledi.
Mark mağaranın hemen girişinde, kuru, yumuşak taşın etra
fını saran bitkilere bakıyordu. “Atropa belladonna, "dedi. “Güzel
hantmefendi anlamına geliyor. Zehirlidir.”
Emma yüzünü ekşitti. “Normalde burada yetişir mi?”
“Bu kadar çok miktarda değil.” Bitkiye dokunmak için elini
aşağıya uzattı. Emma onu bileğinden yakaladı.
“Yapma,” dedi. “Zehirli olduğunu söyledin.”
“Sadece yuttuğun zaman,” dedi M ark. “Arthur amca
Augustus’un ölümüne dair sana hiçbir şey öğretmedi mi?”
“Unutmak için fazlasıyla çabalayacağım hiçbir şey öğret
medi.”
Mark doğrulunca Emma onu bıraktı. Parmaklarını esnetti.
Mark’ın ince kollarında büyük bir güç vardı.
Mark mağaranın içine doğru ilerlerken -ki daralarak bir tü
nele dönüşüyordu- Emma, Sebastian M orgenstern onu götür
meden önce, en son gördüğü zamanı hatırlam adan edemedi.
Gülümseyen, mavi gözlü, sivri kulaklarının uçlarında kıvrılan
kısa sarı saçlarıyla bir çocuktu. Geniş om uzluydu. En azından
Emma 12 yaşında öyle düşünüyordu. Ju lian ’dan daha iri, hep
sinden daha uzun boylu ve cüsseli olduğuna şüphe yoktu. Daha
büyüktü.
Şim di ise, Emma’nın önünde sinsice ilerlerken cadı ışı
ğında parıldayan saçlarıyla yabani bir çocuğu andırıyordu.
G ökyüzünde bir bulut gibi hareket ediyordu. O nu yok edebile
cek rüzgârın insafına kalmış bir buhar kütlesiydİ âdeta.
E ğim li bir kayanın etrafından dönüp gözden kayboldu.
E m m a, M ark’m yok olduğunu görünce az daha gözlerini kapa-
tacaktı. Annesiyle babasını da içine alan bir geçmişe aitti o, ve
çabalarken ona izin verdiğiniz takdirde geçmişin karanlık sula
rında boğulabilirdiniz.
Üstelik Emma bir G ölge Avcısı’ydı. Sürekli çabalıyordu.
“Emma!” diye seslendi Mark ve sesi duvarlarda yankılandı.
“Gel de şuna bak.”
Emma, Mark’ın arkasından aceleyle tünele girdi. Tünel
kenarları metalle kaplı, dairesel bir odaya açılıyordu. Emma
etrafına bakınarak yavaş yavaş kendi etrafında bir daire çizdi.
Ne beklediğini kestiremiyordu ama esrarengiz bir okyanus ge
misinin içine benzeyen bir yer olmadığı da kesindi. Duvarlar
bronzdandı ve üstleri tuhaf sembollerle, farklı dilde yazılmış
yazılarla kaplıydı: Kimisi şeytani kimisi eski dönemlerden fakat
insanlara ait dillerdi bunlar. Emma Yunanca ve Latince olanlar
ile İncilden birkaç pasajı tanıdı...
Duvarlara lombarları andıran iki dev cam kapı yerleştiril
mişti. Kapalılardı ve perçinlerle sürgülenmişlerdi. Aralarındaki
duvara metalden tuhaf bir süs koyulmuştu. Emma camın ar
dında yalnızca dalgalar hâlinde kabaran karanlığı görebiliyor
du. Su altındalardı sanki.
Odada tek bir mobilya bile yoktu. Sadece tebeşirle, pürüzsüz
kara taş döşemenin üstüne bir halka oluşturacak şekilde çizil
miş semboller vardı. Emma telefonunu çıkarıp fotoğraf çekme
ye başladı. Patlayan flaş karanlıkta tekinsiz bir his yaratıyordu.
Mark halkaya doğru ilerledi. “Sakın!” Emma telefonunu in
dirdi. “Oraya girme,” dedi iç geçirerek.
Mark çoktan halkanın içine girm iş, merakla etrafına bakı
nıyordu. Emma orada, çıplak zemin dışında bir şey göremi-
yordu.”
751
“Lütfen dışarı çık,” dedi Emma yalvarır gibi. “Eğer orada E
büyü varsa ve bu yüzden ölürsen, Jules’e açıklam a yapmak ^
utandırıcı olacak.”
Mark halkanın içinden çıkarken belli belirsiz bir ışık parı|
dadı. “ Utandırıcı yetersiz kalıyor sanki,” dedi sakince.
“Amaç da buydu zaten,” dedi E m m a. “İşte bu yüzden k0
mikti.” Mark boş gözlerle bakıyordu. “Boş ver gitsin.”
“Bir keresinde bir espriyi açıklam anın bir kurbağayı kesme,
ye benzediğini okumuştum,” dedi M ark. “N asıl işlediğini öğre
niyorsun ama bu süreçte kurbağa ölüyor.”
“Belki de bu süreçte biz ölm eden buradan gitsek iyi olacak,
Telefonumla birkaç fotoğraf çektiğim , y a n i...”
“Şunu buldum,” dedi M ark ve E m m a’y a kare şeklinde deri
bir nesne gösterdi. “H alkanın içinde b irtak ım kıyafetlerle bir
likte duruyordu, bir de...” K aşlarını çattı. “K ırılm ış dişlere ben
zer bir şey vardı.”
Emma nesneyi Mark’ın elinden kapıverdi. Bir cüzdandı bu.
Ateşten yarı yanmış bir erkek cüzdanı. “Ben hiçbir şey görme
dim,” dedi Emma. “Halka boş gö rü n ü yo rd u .”
“Göz boyama büyüsü. H alkan ın için e girerken hissettim.”
Emma cüzdanı açtı ve yü reği ağzın a geldi. Naylonun ar
dında üstünde tanıdık birinin resm i b u lu n an bir ehliyet vardı.
Emmanın sokakta cesedini b u ld u ğu ad am d ı bu.
Cüzdanda para ve kredi k artları da vardı am a Emma gözle
rini ehliyetten ve adamın ism inden alam ıyo rd u . Stanley Albert
Wells. Hatırladığıyla aynı uzunca, b eyazlayan saçlar, yuvarlak
yüzdü karşısındaki, sadece bu kez y ü z h atları eğrilmemiş, kana
bulanmamıştı. İsmin altındaki adres o ku nam ayacak kadar yan
mış olmasına karşın doğum tarih iyle d iğer bilgiler netti.
“Mark. M ark!” Em m a cüzdanı başının üstünde salladı. “Bu
bir ipucu. Gerçek bir ipucu. Sanırım seni seviyorum.”
Mark kaşlarını havaya dik ti. “Peri diyarında bunu söylesey-
din bağlılık yem ini etm em iz gerekirdi ve senden ayrılm am am
için veya ölürsem diye üstüm e b ir geas söylem en gerekebilirdi.”
Emma cüzdanı cebine koydu. “Eh, burada sadece beni çok
mutlu ettin ve hatta kanlı cüzdanı verd iğin için teşekkür ederim
anlamına gelen bir söz olarak k u llan d ım .”
“Siz insanlar ne kadar detaycısınız.”
“Sen de insansın, M ark B lackthorn.”
Odada bir ses y an k ılan d ı. M ark bakışlarını Emma’dan çevi
rip başını kaldırdı. E m m a sivri k u lak ların ın sese doğru çekildi
ğini görmüştü âdeta. G ülüm sem em ek için kend in i tuttu.
“Dışarıda,” dedi M ark . “D ışarıd a b ir şey var.”
Emma tam gü lü m sem ek üzereyken yüzü soldu. Yansımayı
engellemek için cadı ışığ ın ı cebine sokup tünele girdi. M ark,
Emma’nın peşine tak ıld ı. E m m a sol eline stelini alarak hızlıca
kollarına bir dizi m ü h ü r çizik tird i. K esin darbe, hızlı koşma,
savaş coşkusu, sessizlik m ü h rü . G irişe yaklaştıkların d a M ark’a
döndü. Steli elin deydi fakat M a rk başın ı salladı. Hayır. M ühür
yok.
Emma steli k em erin e geri koydu . M ağaran ın ağzına var
mışlardı. Burada hava d ah a serin d i ve E m m a yıld ızlarla kaplı
gökyüzünü, ay ışığ ın d a g ü m ü şi b ir renkle parlayan çim leri gö
rebiliyordu. M ağaran ın ö n ü n d ek i alan çırılçıp laktı. Em m a bu
rada çimlerle kengerlerden başka b ir şey görem iyordu. Ü stünde
yürünülmekten d ü m d ü z o lm u ş, k a ya lığ ın en ucuna kadar uza
nıyordu. H avada sin ek lerin v ızıld am asın a benzer keskin bir
melodi vardı.
r
Emma arkasındaki Mark’ın heyecanla soluklandığını ^¡ttj
Konuşurken bir ışık yandı. “R em iel ’ ”
Remiel’in melek bıçağı alev alarak canlanıverdi. Işık bjt
göz boyama büyüsünü yok etmişçesine onları görebiliyordu
Uzamış çimlerin arasında ıslık çalıyor, cıvıldıyorlardı.
İblisler.
Emma, C ortanasını öyle hızlı çekti ki sanki kılıç eline ada
mıştı. M ağarayla uçurum un arasına d ağılm ış düzinelerce iblis
vardı. Devasa böceklere benziyorlardı. H atta peygamberdevele-
rine. Üçgen başları, uzun vü cutları, jile t kad ar keskin, kitinden
bıçaklarla kaplı güçlü, dev k o llarıyla. G özlerinde donuk, solgun
ve uysal bir bakış vardı.
Emma, M ark ve m otosikletin arasın d ayd ı. “Peygamberdevesi
iblisleri,” diye fısıldadı Em m a. B aşını k ald ırıp M arka bakınca
yüzünü R em iel’in ay d ın lattığ ın ı gö rd ü . “H alkaya dönmeliyiz.”
M ark onaylar bir şekilde b aşın ı sallad ı. “Koş,” dedi kısaca.
Emma ileri fırladı. Ç izm eleri çim lere değdiği an bir kafe
se düşm üş gibi hissetti. Z am an ı y av aşlatan bir soğuk dalgası.
Peygam berdevelerinden b irin in o n a d o ğ ru döndüğünü, diken
li, kavrayan ön ayak larıyla sa ld ırd ığ ın ı gördü. Emma dizlerini
kırıp sıçradı. H avada yü k selerek aşağ ı d o ğ ru kılıcını savurup
peygam berdevesinin başını g ö vd esin d en ayırd ı.
Yeşil irin etrafa saçıldı. E m m a irin e b u lan m ış zemine ayak
b astığın da, iblisin vü cu d u b ü k ü le re k y o k oldu, asıl boyutu
n a do ğru çekildi. Ç evresel gö rü ş a la n ın d a b ir kıvılcım çaktı.
E trafın d a dönüp tekrar h a m le y a p a ra k C o rtan a’yı peygamber
d ev esin in göğüs kafesine sa p la d ı. K ılıc ın ı geri çekip bir darbe
d a h a in d ird i ve ib lisin b ıç a ğ ın çevresin d e un ufak oluşunu iz
le d i.
254
Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki kulakları zonkluyordu. Bıçağın
keskin ucuydu bu. T üm antrenm anların, harcanan saatlerin,
tüm tutkunun ve nefretin tek bir odak noktasına, tek bir kara
ra doğru toplandığı an. ib lisleri öldürm ek. M ark’ ı kurtarmak.
Önemli olan sadece buydu.
Mark’ı görm ek rah attı, zira m elek bıçağı çevresindeki çim
leri aydınlatıyordu. B ir peygam berdevesine saldırıp ön ayak
larını kesti. İblis sendeledi, sesler çıkarıyordu, hâlâ ölmem işti.
Mark’ın yüzü tik sin tiy le b u ru ştu . E m m a b ir grup kayalığa
doğru koştu, ken arın a ç ık tı ve aşağı atılarak sakatlanm ış pey-
gamberdevesini ik iye ay ırd ı. M a r k ın önüne in d iği zam an iblis
de yok olm uştu.
“Onu ben h aklayacaktım ,” dedi M ark soğuk bir bakışla.
“İnan bana,” dedi E m m a, “daha bir sürü var.” Boştaki eliy
le Mark’ı yakalayıp d ö n d ürd ü. Beş peygam berdevesi granit te
pedeki çatlaklardan o n lara do ğru koşuyordu. “Şunları öldür,”
dedi Emma. “Ben de h alk aya g id eyim .”
Mark av borusu g ib i b ir çığ lık atarak ileri atıldı.
Peygamberdevelerinin b acak ların ı, ön ayak ların ı keserek onları
sakaladı. Hepsi birden yeşil irin ler saçarak M a rk ın etrafına dü
şüyordu. Etraf y a n ık benzin kokuyordu.
Emma uçurum a do ğru ko şm aya başladı. O giderken iblisler
ayaklanıyordu. E m m a darb eyi en z a y ıf yerlerine indiriyordu.
Kitinin ince olduğu b ağlayıcı d o ku d an . B aşlarını göğüs kafes
lerinden, bacaklarını v ü c u tların d an ayırıyo rd u . K otuyla hırkası
iblis kanıyla sırılsık lam d ı. Ö lm ekte olan bir peygam berdevesi-
nin etrafından d o lan d ı ve u çu ru m u n ken arın a doğru kaydı.
Ve olduğu yerde d o n ak ald ı. B ir peygam berdevesi ön ayakla
rıyla halkayı k ald ırıyo rd u . E m m a, ib lisin ona güldüğüne yem in
>255
T
edebilirdi. Üçgen başı açılarak iğne biçim inde sıra sıra dişler
ortaya çıkarken, keskin ön ayaklarını halkanın etrafına dolamış,
onu paramparça ediyordu. M etal büyük bir gürültüyle parçala
nıyor, lastikleri fırlıyordu ve m akine parçalara ayrılırken pey
gamberdevesi neşeyle cıvıldıyordu. M akin en in parçalan uçuru
mun kenarından savruluyor, Emma’nın ko lay kaçışa dair tüm
umutları beraberinde götürüyordu.
Emma öfkeyle peygam berdevesine baktı. “Bu,” dedi, sahi
den gü z el bir yolculuk tu? K em erindeki bıçağı kaptığı gibi iblise
fırlattı.
Bıçak peygam berdevesinin vücudu n a saplanarak göğsünün
ön kısm ını göğüs kafesinden ayırdı. İblis arkaya doğru sende
lerken ağzından irinler fışkırdı. K asılan bedeni halkayla birlikte
uçurumun kenarından aşağı yuvarlandı.
“Pislik,” diye hom urdandı E m m a ve alan a geri döndü.
D üşm anlarını öldürm ek için atış bıçağı kullanm aktan nefret
ediyordu, daha ziyade onları geri alam am ak tan kaynaklanı
yordu bu. Kem erinde üç atış b ıçağı, b ir m elek bıçağı bir de
C ortanası vardı.
Emma hâlâ çim lerde dolanan ik i d ü zin e peygamberdevesiyle
kapışm aya pek de güçlerinin yetm eyeceğ in in farkında olsa da
buna m ecburdu. Kendi güçleriyle y e tin m e k zorundaydılar.
M ark’ı görebiliyordu. G ranit tepenin üstüne çıkm ış, bir çıkın
tıya tünemiş, bıçağıyla aşağıya darbeler in diriyo rd u . Emma ona
doğru koşm aya başladı. O na doğru gelen b ir ön ayaktan kaçmayı
başardı ve koşm aya devam etm eden önce C ortana’y ı eğerek bunu
kopardı. Peygam berdevesinin acıyla c iyak lad ığ ın ı duymuştu.
U zun boylu peygam berdevelerinden b irisi sivri ön ayakla
rıyla M a rk ’ı kavram aya çalışıyo rdu. M a rk , R em iel’i sertçe aşağı
256
indirip başını kopardı. İblis yere düşerken ikinci bir peygam
berdevesi belirdi. A ğzıyla bıçağı ısırıyordu. Derken arkaya düş
tü, kulak tırm alayan böcek çığlığını attı. Ö lm ek üzereydi fakat
kendisiyle birlikte R em iel’i de götürm üştü. Hep beraber fokur
fokur kaynayan irin ve adam a larla yere çöktüler.
Mark, E m m anın ona verdiği tüm silahları kullanm ıştı. Bir
başka peygamberdevesi ona uzanırken sırtını granite yasladı.
Emmanın yüreği ağzına gelm işti. D uvardan güç alıp öne doğ
ru fırlayarak M ark’a doğru İlerledi. Devasa bir peygamberdevesi
Mark’ın önünde beliriverdi. M ark elin i iblisin boynuna uzatır
ken o da ağzını açm ış, M ark’a sokuldu. Em m a geri çekilmesi
için ona bağırm ak istiyordu.
Mark’ın parm akları arasında bir şey parıldadı. Gümüş bir
zincirdi bu, ışıltılı okbaşı sallan ıyo rdu. M ark zinciri peygam-
berdevesinin başına do ğru savurdu ve pörtlek beyaz gözlerini
yarıverdi. V ıcık v ıcık b ir sıvı saçıldı etrafa. İblis çığlık atarak
şaha kalktı. Tam bu sırad a E m m a tepede, M ark’ın yanına sıçra
dı ve Cortana’yı savurup ib lisi ik iye ayırdı.
Mark zin ciri ark asın a d o ğ ru b ırak ırk en Em m a küfre
derek son kalan m elek b ıça ğ ın ı M a rk ’ın elin e tutuşturdu.
Cortana’nın b ıça ğ ın d an irin le r akıyo r, derisin i yakıyordu.
Emma dişlerini sık ıp a c ıy ı d u ym azd an geld i. M ark yen i bıça
ğını havaya k ald ırd ı.
“Ona isim ver,” d edi E m m a nefes nefese, belinden bir bıçak
çıkarırken. Sağ elin d e b ıçağı, so lu n d a ise C ortana’yı tutuyordu.
Mark onaylar b ir şekild e başını salladı. “Raguel, "d ed i ve bı
çak birdenbire ay d ın lan d ı. Peygam berdeveleri acı çığlıklarıyla
yere çömeldi. Işıltıyı g ö rü n ce irk ilm işlerd i. E m m a kayadan aşa
ğı atladı.
=> 257 •
C o rtan a’y la hançeri b ir h e lik o p te rin k a n a tla rı m isali etrafın
da çevirerek yere in di. E lin d ek i s ila h la r k itin le r in e ve etlerine
değerken e tra f böcek ç ığ lık la rıy la d o lm u ştu .
H er şey yavaşlayıverdi. S a n k i d ü n y a k a d a r vakti vardı.
Em m a sol ve sağ elin i u zatıp g ö v d e d e n b a şla rı, göğsünü iki
parçaya ayırıyor, ik i p e y g a m b e rd e v e sin in a ğ ız la rın ı doğruyor,
kendi kan ların d a b o ğ u lm aya te rk e d iy o r d u o n la rı. B ir önayak
ona doğru uzandı. E m m a, C o rta n a ’y ı e ğ ik b ir a ç ıy la savurarak
bunu kesiverdi. A yakları yere d e ğ d iğ in d e a ltı peygam berdevesi
gövdesi onun ard ın d an y ık ıld ı. H e r b iri to k b ir güm bürtüyle
yere düşüp gözden k ayb o ld u .
Sadece bir önayak kalm ıştı geriye. T u h a f b ir k ak tü s bitkisi mi
sali yere yapışıktı. D iğer p eyg am b erd ev eleri e tra fların d a dönüyor,
tıslıyor ve ağızlarını şaklatıyo rd u y a , h e n ü z s a ld ır ıy a geçmemişlerdi.
Ü rkek görünüyorlardı. U facık b ö cek b e y in le riy le b ile Emmanın
onlar için bir tehlike o lu ştu rd u ğ u n u a n la m ış la rd ı sanki.
İçlerinden b irisin in ö n a y a ğ ı y o k tu .
Em m a, M a r k a d o ğ ru b a k tı. M a r k h â lâ k a y a lık t a k i çıkıntıda
dengede d u ru yo rd u . E m m a o n u s u ç la y a m a z d ı. B u lu n d u ğ u yer
m ü kem m el bir dövüşm e n o k ta sı o lu ş tu r u y o r d u . E m m a onu iz
lerken b ir p eygam berdevesi M a r k ’a d o ğ r u a t ıla r a k k esk in ayak
ların d an b irin i göğsün e sa v u rd u . M a r k , R a g u e l’i aşağı doğru
savurup ib lisin k a rn ın a sa p la d ı. İb lis k ü k r e y e r e k g erile d i.
M e le k b ıçağın p a rla k ış ığ ın d a E m m a k a n ın M a r k ’ın tişörtü
ne y a y ıld ığ ın ı gördü . K oyu k ır m ız ı...
“M a rk ,” d iy e fısıld a d ı.
M a rk zarifçe e tra fın d a d ö n d ü . M e le k b ıç a ğ ıy la peygamber-
d evesin i ik iy e a y ırd ı. İblis ik i p a rç a h â lin d e y e re d ü şerk en , gök
y ü z ü ışık la a y d ın la n d ığ ı s ıra d a g ö z d e n k a y b o ld u .
258
Bir araba yoldan fırlam ış, h ızla açık lığ ın ortasına doğru iler
liyordu. Tanıdık, kırm ızı b ir Toyota’y d ı bu. Farlar karanlığı ya
rarak açıklığa dağılıyor, peygam berdevelerini aydınlatıyordu.
Birisi arabanın tepesin de çö m elm işti. H afif bir arbaleti om
zunda tutuyordu.
Julian.
Araba ileri do ğru fırla d ı ve Ju lia n arbaleti yükselterek aya
ğa kalktı. Julian’ın arb aleti k arm aşık bir silah tı, çok sayıda oku
hızla atma becerisine sah ip ti. Ju lia n etrafın da dönerek iblislere
yöneldi ve ardı ard ın a o k lar fırla tm a ya başlattı. Tüm bu süre
içinde arabanın tep esin de b ir sö rf tah tasın d aym ış gibi duruyor,
Toyota sert zem inde h o p la y ıp savru lu rken ayak lan sapasağlam
basıyordu.
Emmanın içi g u ru rla d o lm u ştu , in san lar genelde, gündelik
hayatında, in san lara k arşı n a z ik o ld u ğ u için Ju lian ’ın iyi bir sa
vaşçı olam ayacağını d ü şü n ü rd ü .
insanlar y an ılıy o rd u .
Her ok bir ib lise isab et ed iyo r, h er b iri b ir iblisin vücuduna
saplanıyordu. O k lar m ü h ü rle n m işti: S ap lan d ık ları anda pey-
gamberdeveleri sessiz ç ığ lık la rla p aram p arça oluyordu.
Araba tiz b ir sesle a ç ık lığ a g eld i. E m m a direksiyonun başın
da Cristina’y ı gö rd ü , ağzı sım sık ı k a p alıy d ı. Peygamberdevesi
iblisler etrafa savru lu yo r, k a ra n lığ a gö m ü lü yo rlard ı. C ristina
gaza basıp birkaç tan esin e ç arp ara k o n ları ezip geçti. M ark ka
yalıktan aşağı atla d ı ve çö m elerek yere in d i. Ç izm esiyle örs bi
çimli kafasını ezerek seğ iren , k a sılan b ir ib lisi ortadan kaldırdı.
Tişörtünün ön k ısm ı k an iç in d e y d i. İblis k u la k tırm alayan bir
sesle yok olurken M a rk d izleri ü stü n e çö ktü . M elek bıçağı çim
lerde yanına düştü.
259
Araba ani bir hareketle durdu. C ristin a sürücü kapısını aç
tığı sırada peygamberdevelerinden biri tekerleklerin altından
sürünerek çıktı. Ve Mark’a doğru atıld ı.
Julian korkunç bir feryatla arabadan aşağı atladı.
Peygamberdevesi M arka doğru şahlanm ıştı. M ark dizleri üstün
de yükselmiş, elini boynunun etrafına doladığı zincire uzatmıştı.
Emma’nın içinden kafein alm ış g ib i b ü y ü k b ir enerji yüksel
di. Julian’ın varlığı ona güç verm işti. Ö n ü n d e d u ran kesik öna-
yağı yerden çekip savurdu. Ö nayak h avayı döverek bir pervane
gibi döndü ve peygamberdevesinin gövdesine to k bir gürültüy
le saplandı. İblis acı içinde ciyaklayarak b ir irin bulutu içinde
gözden kayboldu.
Mark çimlere çöktü. Ju lian o n un ü stü n e eğildi. Emma
koşmaya başlamıştı bile. Jules stelini ç ık a rm ıştı. “M ark,” dedi
Emma yanlarına geldiğinde. “M ark, lü tfe n ...”
“Hayır,” dedi Mark sertçe. K ardeşinin e lle rin i bir fiskeyle
savurdu. "Mühür istemiyorum.” G ü çlü k le d izleri üstünde doğ
ruldu, derken ayağa kalktı. Sallan ıyo rdu . “M ü h ü r istemiyorum
Julian.” Emma ya döndü. “Sen iyi m isin ?”
“iyiyim,” dedi Emma, C o rta n a y ı k ın ın a yerleştirirken.
Savaşın soğukluğu gitmiş, yerini b ir sersem liğe bırakmıştı.
Ay ışığında Julian’ın gözleri buz m avisi ateşler saçar gibiydi.
Takımlarını kuşanmış, siyah saçları rü zgârd an darm adağın, sağ
eliyle arbaletinin kundağını tutuyo rdu.
Diğer elini yüzüne götürdü. E m m a n ın b ak ışları ona kayı
yordu. Gözbebeklerinde karan lık g ö k y ü z ü n ü görebiliyordu.
“İyi misin?” dedi Julian, boğuk bir sesle. “Y aran var.”
Kolunu indirdi. Parmakları k ıp k ırm ız ıy d ı. E m m a boştaki
elini yanağına götürdü. Yırtık yarayı, k an ı h issed iyord u. Sızıyı.
“Fark etmemişim,” dedi Em m a. D erken kelim eler dökülüverdi:
“Bizi nasıl buldun? Jules, g ittiğim iz yeri nereden biliyordun?”
Julian’ın cevap verm esine kalm adan Toyota gürültüyle geri
çekildi, kendi etrafın d a dön dü ve onların yanına geri geldi.
Cristina sürücü cam ın d an b aşın ı çıkardı. M adalyonu boynunda
parıldıyordu. “Vámonos, ”d ed i. “H ad i gidelim . Burası tehlikeli.”
“İblisler gitm ed i,” d ed i M a rk onu onaylayarak. “Sadece geri
çekildiler.”
Haksız değildi. E traflarını saran karan lıkta gölgeler oyna
şıyordu. Telaşla arab aya b in d iler: E m m a, C ristina’ntn yanına,
Julian’la M ark arka k o ltu ğ a geçti. A raba m ağaradan hızla çıkar
ken Emma elin i h ırk a sın ın ceb in e gö tü rd ü ve kare biçim indeki,
sert deriye d okundu.
Cüzdan. H âlâ o rad ay d ı. B ü y ü k b ir rahatlam a hissetti.
Orada, arabanın iç in d e y d i, Ju liá n y an ın d ay d ı ve kanıt elindey
di. Her şey yo lu n d ayd ı.
263
ediyordu. T işörtü g ib i k o tu d a ü stü n e y a p ışm ıştı. Saçları da
boynuna.
Emma’y la göz göze g eld iler. B u z g ib i ateş m av isi, daha da so
ğuk ak ın sarısı gözler. E m m a b u g ö z le rd e A v ’ın vahşetini görü
yordu: G ökyüzünün b o şlu ğ u y la v e rd iğ i ö z g ü rlü ğ ü . Bu görüntü
karşısında içi ürperdi.
Ju lia n ın ona sert b ir b ak ış a t tığ ın ı g ö rd ü . M a r k ’a bir şey de
miş, M ark da başını sa lla y ıp b in a n ın k ö ş e s in d e n gözden kay
bolm uştu.
Emma yüzü n ü e k şiterek la v a b o n u n s u y u n u kapatm ak için
elini uzattı. Avuç iç in d e b ir y a n ık v a rd ı. E lin i ste lin e uzattı.
“Sakın,” dedi Ju le s’ü n sesi ve E m m a b ird e n b ire yanında sı
cak varlığını hissetti. E m m a la v a b o n u n k e n a r ın d a n tutup gözle
rini kapadı. Bir an başı d ö n m ü ş tü . J u le s ’ü n b e d e n in in sıcaklığı
tüm sırtına yay ılıyo rd u ve h a fifte n a le v v e k a r a n f il kokuyordu.
“Bırak ben yap ayım .”
P arabatai ta ra fın d a n u y g u la n a n iy ile ş t ir m e mühürleri
-h atta her tü rlü m ü h ü r- d a h a ç o k işe y a r a r , b a ğ b ü yü sü mü
h ü rlerin g ü cü n ü a r tır ır d ı. E m m a e t r a f ın d a d ö n e r e k sırtını la
vaboya verdi. T eni ve s a ç la r ın ın u ç la r ı ıs la k t ı. T ü y le ri diken
d ik en oluyordu.
Kolunu uzattı. Ju lia n , E m m a ’n ın k o lu n u tu tu p bileğin i avu
cuna aldı ve boş eliyle ste lin i ç ık a r d ı. E m m a , J u li a n ın parmak
ların ın ön kolu n u n h assaslaşm ış te n in d e ç iz d iğ i y o lu hissedebi
liyordu. N asırlarla sertleşm iş p a r m a k la r ı te re b e n tin d e n daha da
kabarm ıştı. “Ju les,” d ed i E m m a. “Ö z ü r d ile r im .”
Ju lian stelin i E m m a n ın d e r is in d e d u r d u r d u . “N e için ?”
“Sen olm adan kesişim n o k ta s ın a g it t iğ im iç in ,” d e d i Emma.
“Yapm aya ç alıştığ ım ...”
“Neden gittin?” diye sordu Ju lian ve steli, iyileştirme müh
rünün çizgilerini oluşturacak şekilde teninin üstündeki yolcu
luğuna başladı. “N eden M a rk la gittin?”
“Motosiklet,” dedi Em m a. “Sadece iki kişilikti. Motosiklet,”
dedi Julian ın boş b akışların ı görünce. A rdından peygamberde
vesi iblisin sivri uçlu, keskin ko llarıyla onu parçaladığını hatır
ladı.
“Pekâlâ,” dedi Em m a. “M ark ’ın küheylanı vardı ya? Peri
kafilesinin Sığınak’ta b ah settiği hani. O bir motosikletmiş.
Peygamberdevelerinden b iri on u parçaladı, yan i artık eski mo
tosikleti oluyor san ırım .”
İratze tam am lanm ıştı. E m m a elin i geri çekti ve kesiğin bir
dikiş yeri kapanarak iyileşm esin i izledi.
“Üstünde tak ım ın b ile y o k tu ,” dedi Ju lian . Sesi sakin, tem
kinli geliyordu am a ste lin i yerin e koyarken elleri titriyordu.
“Ne de olsa bir in san sın E m m a.”
“Gayet iy iy d im ...”
“Bana bunu y ap am azsın .” B u sözler okyanusun dibinden çe
kilmiş gibi gelm işti k u lağa.
Emma donakaldı. “N eyi y ap a m a m ?”
“Ben senin p a ra b a ta ı n im ,” d ed i Ju lian , bunlar son sözleriy
miş gibi ve bir b ak ım a ö yle de sa yılırd ı. “O raya gelm eden önce
iki düzine p eygam berdevesin e m i kafa tutuyordun? C ristina
seni aramamış o lsay d ı...”
“Onları alt e d erd im ,” d ed i E m m a heyecanla. “G eldiğiniz
için teşekkür ederim am a savaşıp o radan çıkm am ızı...”
“Belki!” Ju lian sesini y ü k seltm işti. “Belki başarırdın am a ya
başaramasaydın? Ya ö lseyd in ? Ben de ölürdüm Em m a, ben de
ölürdüm. İnsanın p a ra b a ta ı s ı . . ”
s>265
Julian cümlesini tamamlamadı. İnsanın parabataısi ölünce
ne olduğunu biliyorsun.
İkisi de ayakta dikilmiş nefes nefese, birbirine bakıyordu.
“Sen burada yokken, şuramda hissettim ,” dedi Emma sonunda,
pambatai mührünün çizili olduğu üst k o lu n a dokunarak. “Sen
de hissettin mi?” Elini açıp Ju iian ’ın vücudu n dan daha sıcak
olan tişörtünün üstüne koydu. Ju lian ’ın m ü h rü köprücük ke
miğinin kenarında, kalbinden yaklaşık on san tim yukarıdaydı.
“Evet,” dedi Julian. Bakışlarını E m m a’n ın oynattığı parmak
lara yöneltince kirpiklerini devirdi. “Senden uzakta kalmak
beni üzdü. Sanki kaburgalarım ın altın d a b ir kanca varmış da
bir şey diğer ucundan çekiyormuş g ib i. A ram ızd aki mesafe ne
olursa olsun sana bağlıymışım g ib i.”
Emma kesik bir nefes aldı. J u lia n ın 14 yaşındayken, Sessiz
Şehir’de pambatai ritüelinin yap ıld ığ ı g id e re k yükselen alev
çemberleri içinde olduğu zam anı h a tırlıy o rd u . O rtadaki halka
ya girip de alevler etraflarında y ü k seld iğ in d e yü zü n d eki ifadeyi.
Julian gömleğinin düğmelerini çözm üş, E m m a stelini onun de
risine koyup hayatları boyunca o n ları b irb irin e bağlayan müh
rü çizmeye başlamıştı.
Emma elini birazcık oynarsa gö ğsü n e o y u lm u ş mühre do
kunabileceğini biliyordu, oraya y a p tığ ı m ü h re dokunabilece
ğini.
Emma elini uzatıp Ju lia n ın k ö p rü cü k k em iğin e dokun
du. Tişörtünün altındaki teninin sıc a k lığ ın ı hissedebiliyordu.
Julian teması canını yakmış gibi gözlerini y a rı kapam ıştı. Lütfen
kızma, Jules, diye geçirdi aklından E m m a. L ütfen.
“Ben bir Blackthorn değilim ,” d edi E m m a b o ğu k bir sesle.
“Ne?”
266-«
“Ben bir Blackthorn değilim ,” dedi Emma tekrardan. Bu
sözleri söylemek ona acı veriyordu. Gerçeğin ta kalbinden
geliyorlardı zira, Em m a’nın derinine inm ekten çekindiği bir
yerden. “Enstitüye ait d eğilim . B urada olm am ın sebebi şen
sin, parabataı m o ld uğu n için burada kalm am a izin verdiler.
Sîzlerin bir şeyleri iade ettiğ in izi ispat etm eye ihtiyacınız yok.
Oysa benim var. Y aptığım her şey, her şey bir sınav.”
Julianın yü zü n d eki ifade şim di değişm işti. Yay biçim li du
dakları ayrılm ış, ay ışığı altın d a ona bakıyordu. Ellerini kaldırıp
nazikçe Emma’n ın k o lla rın ın üstünden tuttu. Bazen, diye dü
şündü Emma, ben b ir u çu rtm a ym ışım da Ju lian beni uçuruyor-
muş gibi geliyor.
Ayakları yerden k esiliyo rd u d a Ju lian onu toprağa bağlı tu
tuyordu sanki. O o lm ad an E m m a b u lu tların arasında kaybo
lurdu.
Emma başını k a ld ırd ı. J u lia n ın nefesini yüzünde hissedebili
yordu. G özlerinde b ir şey vard ı, k ırılıp açılan bir şey. Duvardaki
bir çatlak gibi d eğil de ard ın a kad ar açılan bir kapıya benzer. Ve
Emma bu aralık tan ışığ ı gö reb iliyo rd u .
“Ben seni sın am ıy o ru m E m m a,” dedi Ju lian . “Bana her şeyi
çoktan k an ıtlad ın zaten .”
Emma d am arların d a tu h a f b ir his d o lan d ığın ı hissediyordu.
Julian’a sarılm ak, o n a b ir şey y ap m ak , b ir şey, ellerini ellerinde
ezerek ikisine b ird en acı verm ek, ik isin in de ayn ı çaresizlik ara
yışı içinde bir şeyi ta tm a sın ı sağlam ak. Bu hissi anlayam ıyordu
ve bu onu dehşete sü rü k lü y o rd u .
Emma nazikçe J u lia n ın ellerin d en ku rtu lu p kenara çekildi.
“Mark ve C ristin a m n y a n ın a dö n sek iyi olur,” diye m ırıldandı.
“Uzun süredir b u rad ay ız.”
267
Juliana arkasını döndü. Ancak bunu yapm adan önce yü
zündeki o açık ifadenin kapandığını gördü. Ç arparak kapanan
bir kapı misali, içinde bir boşluk hissediyordu. O gece ne ka
dar iblis öldürmüş olursa olsun, en çok ih tiyaç duyduğu anda
cesaretinin onu hayal kırıklığına uğratm asının verdiği o inatçı
katiyet.
268
Cristina elini u zattı. “N e b u lm u şsu n b ak alım ,” d ed i. “N e de
olsa onu alm ak için ep ey özveride b u lu n d u n .”
Emma kare şek lin d ek i d eri n esn eyi ceb in d en çıkarıp onlara
verdi.
Cüzdan elden ele d o laştı. S o n ra te le fo n u n u ç ık a rd ı ve m ağa
ranın içiyle du varlara y a z ılm ış tu h a f d ild e k i k e lim e le ri sırasıyla
göstermeye başladı.
“Yunanca ve L atin c e o la n la rı çev ire b iliriz,” d e d i E m m a.
“Ama diğer d iller iç in k ü tü p h a n e y e g itm e m iz gerekecek.”
“Stanley W ells,” d e d i J u lia n , y a rıs ı y a n m ış c ü zd an ı in celer
ken. “Bu isim ta n ıd ık g eliy o r.”
“Geri d ö n d ü ğ ü m ü z z a m a n T y ve L iv v y k im o ld u ğ u n u b u la
bilir,” dedi E m m a. “B ö ylec e a d re s in i b u lu r, ev in d e b aşk a b ir şey
var mı diye b a k ab iliriz . K u rb a n o la ra k se ç ilm e sin in b ir n ed en i
olabilir mi ö ğren iriz.”
“Kurbanlar rastg ele s e ç ilm iş o la b ilir,” d e d i Ju lia n .
“Rastgele se ç ilm e d ile r,” d e d i M a rk .
Hepsi k alak ald ı. J u lia n a ğ z ın a şişe yi g ö tü rm ü ş tü . “N e?” d ed i
Emma.
“Ruh çağırm a b ü y ü s ü y a p m a k iç in h erkes u y g u n o lm a y a b i
lir,” dedi M ark. “T a m a m e n ra stg e le se ç ilm iş o lam az lar.”
“Vahşi A v d a y k e n s a n a k a ra b ü y ü m ü ö ğ re ttile r?” d iy e so rd u
Julian.
“Vahşi Av ın k e n d is i b ir k a ra b ü y ü z ate n ,” d e d i M a rk .
“Mağaradaki h a lk a y ı ta n ıd ım .” E m m a n ın te le fo n u n a p a rm a
ğıyla vurdu. “B u k u rb a n la r iç in h a z ırla n m ış b ir h a lk a . Y ani n e k -
romansi. B ir am aç iç in to p la n m ış ö lü m ü n g ü c ü .”
Bir süre sessizliğe g ö m ü ld ü le r . O k y a n u s ta n g elen so ğ u k
rüzgâr Emma’n ın ıs la k s a ç la rım u ç u rd u . “P eyg am b erd ev eleri
• 2 6 9 <s
1
271
1
«ase>-2 7 2 -«S s h J
hürlerini tenim e kazıdılar. O ndan sonra Gölge Avcıları konu
sunda onlarla kavga etm eyi b ıraktım . Ve bir daha hiçbir mührü
tenime değdirm eyeceğim e dair yem in ettim .”
Mark eğilip k an lı, ıslak tişö rtün ü yerden aldı. O nlara baka
rak ayakta d ikiliyo rdu . Ö fkesi gidiverm iş, yine eski kırılganlığı
na bürünmüştü.
“Belki onları iyileştireb iliriz,” dedi Emma. “Sessiz
Kardeşler...”
“İyileşmelerine ih tiy ac ım yo k,” dedi M ark. “Bir uyarı işlevi
görüyorlar.”
Julian m asadan aşağı in d i. “N eye karşı?”
“Kimseye güven m em eye,” d ed i M ark.
Cristina erkeklerin b aşların ın üstünden Emmaya. doğru
baktı. Yüzünde k o rk u n ç b ir keder vardı.
“Koruma m ü h rü n işe y aram ad ığ ı için üzgünüm ,” dedi
Julian, alçak ve te m k in li b ir sesle. O kyanu su n renklendirdiği ay
ışığı altında k a lb in in tü m a ç ık lığ ıy la ağabeyine baktığı o anda,
Emma kollarını o n a d o la m a y ı h a ya tın d a hiç bu kadar isteme
mişti. Saçları d a rm a d a ğ ın ık o lm u ştu ve yum u şak bukleleri al
nında soru işaretlerin i an d ırıy o rd u . “A ncak başka korum a yön
temleri de vardır. A ilen sen i korur. Seni her zam an koruyacağız
Mark. Seni geri g ö tü rm elerin e izin verm eyeceğiz.”
Mark’ın yü zü n e k e d er d o lu , tu h a f bir gülüm sem e yayıldı.
“Biliyorum,” d ed i. “B en im şefkatli k ü ç ü k kardeşim . B iliyorum .”
273
10
VE BİR ÇOCUKTU
275
“B ilm iyo ru z id. M e le k a d ın a , k a h v e iç m e m laz ım .” Cristjna
aceleyle b ir k u p a a lırk e n D ia n a d a k a ş la r ın ı ç a tıp üstündeki kjr.
leri silkeledi.
“M o n itö rü k u rm a n a M a lc o lm m u y a r d ım e tti?” diye sortfo
Ju lian .
D ian a m in n etta r b ir ta v ırla k a h v e y i C r is tin a ’d an aldı ve gü.
lüm sedi. “B ilm en iz g erek e n te k şey, h e r ş e y in ic a b ın a bakıldığı,”
dedi. “Ş im d i, b u g ü n s ın a v ın ız var, y a n i k a h v a ltıd a n sonra sizi
sınıfta görm ek is tiy o ru m .”
D ian a ç an ta sıy la k a h v e s in i a lıp m u tf a k ta n ayrıldı. Dru
üzgün g ö rü n ü y o rd u . “D e r s im iz o ld u ğ u n a inanam ıyorum ,”
dedi. K otla ü stü n d e b a ğ ıra n b ir y ü z ü n v e D R . DEHŞETİN
K O RK U EVİ y a z ıs ın ın b u lu n d u ğ u b ir tiş ö r t g iy m iş ti.
“B ir so ru ştu rm an ın o r ta s ın d a y ız ,” d e d i L iw y . “Sınav olmak
zorunda k a lm a m a lıy ız .”
“Bu b ir h a k a re t,” d e d i Ty. “H a k a r e t e u ğ r a d ım .” Kulaklarını
k u la ğ ın d an ç ek ti. E li h â lâ m a s a n ın a l t ın d a y d ı. E m m a onun
basm alı b ir k a le m le o y n a d ığ ın ı d u y a b iliy o r d u . Ju lia n odak
lan m ası iç in o n a d a h a iy i a le t le r y a p a n a k a d a r k u llan d ığ ı bir
şeydi bu, y in e d e te d ir g in o ld u ğ u z a m a n la r d a h â lâ kalemle
o yn u yo rd u .
H erkes h o m u rd a n ırk e n E m m a n ın t e le f o n u titre d i. Emma
başını eğince e k ra n ın a y d ın la n d ığ ın ı g ö rd ü . CAMERON
A SH D O W N .
Ju lian b ir sü re o n a d o ğ ru b a k t ı, a r d ın d a n h ız la yumurtaları
karıştırm aya d ö n d ü . Ü s tü n d e t a k ım ı, m u t f a k ö n lü ğ ü ve başka
zam an olsa E m m a n ın g iy d iğ i iç in o n u n la a la y e d e c e ğ i bir tişört
vardı. E m m a p en cereye y a n a ş ıp t e le f o n u a ç tı.
“C am ?” d ed i E m m a. “B ir ş e y m i v a r ? ”
Livvy» Emma’ya bakıp yüzünü ekşitti ve ocaktan masa
ya tabakları taşım aya başladı. D iğerleri hâlâ kavga ediyordu.
Bununla birlikte çiko latalı süte konan Tavvy olmuştu.
“Eğer düşündüğün buysa seni tekrar buluşalım diye ara
madım,” dedi C am eron. E m m a telefonda sesini dinlerken
Cameron’ı zihninde can lan d ırd ı: K aşlarını çatm ış, saçları her
sabah olduğu gibi d arm ad ağın ve biçim siz.
“Vay canına,” d edi E m m a. “Sana da günaydın.”
“Süt hırsızı,” d edi D ru, Tavvy’ye ve kafasının üstüne bir par
ça tost koydu. E m m a g ü lm em ek için kendin i tuttu.
“Hayalet Pazar’d ay d ım ,” d edi C am . “D ün.”
“Hiii! Ayıp sana.”
“Johnny Rook’un tezgâh ın ın oralarda bir dedikodu işittim ,”
dedi. “Senin h ak k ın d ay d ı. B irkaç gün önce seninle tartıştığını
söylüyordu.” C am ero n A shdo w n sesini alçalttı. “O nunla pazar
dışında görüşm em elisin, E m .”
Emma sırtını d u vara y aslad ı. C ristin a ona m anidar bir ba
kış attıktan sonra d iğ e rle riyle b irlik te o turm aya gitti. Kısa süre
içinde herkes kızarm ış ek m ek lerin e tereyağı sürm eye, yum urta
larını almaya g irişm işti. “B iliy o ru m , b iliyo rum . Johnny Rook
bir suçlu. D ersim i ço k tan a ld ım .”
Cam’in sesi sık k ın g eliyo rd u . “B irisi seni ilgilendirm eyen bir
konuya burnunu so k tu ğ u n u sö yledi. Ve bunu yapm aya devam
edersen canını y a k a c a k la rın ı. B u n u söyleyen adam değil, onu
biraz sıkıştırınca b aşk asın ı k aste ttiğ in i söyledi. Bir şeyler duy
muş. Neler çeviriyo rsu n E m m a?”
Julian hâlâ o cağın b aşın d ayd ı. E m m a om uzlarının duru
şundan onu d in le d iğ in i an lay ab iliyo rd u . “Pek çok şey çeviriyor
olabilirim.”
- i - lö> TT7
Cameron iç geçirdi. “Pekâlâ, girdiğin yoldan dön. Senin içjn
endişelendim. Dikkat er.”
“Her zaman dikkatliyimdir,” dedi Emma ve telefonu kapadı.
Julian hiçbir şey söylemeden Emma’ya yumurta tabağım
uzattı. Emma tabağı alırken herkesin ona baktığının farkınday
dı. Tabağını mutfak masasına koyup taburelerden birine oturdu
ve kaşığını kahvaltısına daldırdı.
“Pekâlâ,” dedi Livvy. “Kimse sormayacaksa ben sorarım.
Neydi bu telefon?”
Emma başını kaldırıp ona baktı. Tam öfkeli bir cevap vere
cekti ki kelimeler boğazına dizildi.
Mark kapı eşiğinde dikiliyordu. Geçen akşam kütüphane
deki kavganın gerginliği yeniden nüksetmiş gibi, mutfağa ağır
bir sessizlik çöktü. Blackthorn’lar kocaman açtıkları gözleriyle
ağabeylerine bakıyordu. Cristina gözlerini kahvesine dikmişti.
Mark’ın görünüşü normaldi. D üğm eli, temiz, mavi bir ti
şörtle üstüne oturan bir kot giymişti. Belinde silah kemeri ol
masına karşın hiçbir silahı yoktu. Yine de bu kemer kesinlikle
bir Gölge Avcısı kemeriydi. Deriye meleksi gücü ve duyarlığı
temsil eden mühürler işlenmişti. Bileklerinde zırh eldivenleri
vardı.
Hepsi de gözlerini ona dikmişti. Julian’ın elindeki spatula
havada kalmıştı. Mark omuzlarını arkaya atınca Emma bir an
geçen akşamki gibi reverans yapacağını sandı. Fakat Mark ko
nuşmaya başladı.
“Dün akşam için özür dilerim,” dedi. “Sizi, yani ailemi, suç
lamamalıydım. Konsey in güttüğü siyaset karm aşık ve genellik
le karanlıktır ve bunların hiçbiri sizin suçunuz değil. Eğer izin
verirseniz her şeye yeniden başlayıp sizinle tanışm ak istiyorum.”
278
“Ama kim olduğunu biliyoruz zaten,” dedi Ty. Livvy ona
doğru sokulup kulağına bir şey fısıldadı. Eli Ty ın omzuna de
ğiyordu. Ty, Mark’a döndü. Hâlâ şaşkın olduğu belliydi, fakat
aynı zamanda bir beklenti içindeydi.
Mark bir adım öne çıktı. “Ben Mark Antony Blackthorn,”
dedi. “Gururlu Gölge Avcıları’na dayanan bir soydan geliyo
rum. Sayamayacağım yıllar boyunca Vahşi Ava hizmet ettim.
Dumandan yapılmış beyaz bir atın üstünde gökyüzünde onlar
la dolaştım, yerlerden cesetler topladım ve onları, kemikleriyle
etlerinin yabani topraklarını besleyen peri halkına götürdüm.
Kendimi hiçbir zaman suçlu hissetmedim, belki de hissetmeliy
dim.” Arkasında kavuşturduğu ellerini serbest bıraktı. “Nereye
ait olduğumu bilm iyorum ,” dedi. “Eğer izin verirseniz buraya
ait olmaya çalışacağım.”
Bir süre sessizlik oldu. M asadaki çocuklar gözlerini Marktan
ayıramıyordu. Emma elinde kaşığı, nefesini tutuyordu. Mark,
Jules’e doğru döndü.
Julian elini kaldırıp ensesini kaşıdı. “Neden oturmuyorsun
Mark,” dedi biraz boğuk bir sesle. “Sana yumurta yapayım.”
279
“UnseeJie Sarayı'nda söz dinlem eyen çocuklara yapıldığı
gibi onu bir ağaca yem erm eyeceğim ,” d iyerek söz verdi Mark.
“Rahatladım,” dedi Julian k uru k uru .
Mark, Tavvy’nin önünde eğildi. Tavvy’n in gözleri parlıyordu.
“Gel bakalım ufaklık,” dedi M ark. “K ütüphanede hatırladığım,
çocukken sevdiğim kitaplar var. O nları sana gösterebilirim.”
Tavvy başını sallayıp büyük bir güven içinde elini Marka
verdi. O anda M ark’ın gözlerinde bir şeyler parladı. Anlık bir
duygu ışıltısı. Başka bir şey dem eksizin T avvy’yle birlikte ora
dan ayrıldı.
Cameron’ın uyarısı, kahvaltın ın geri k alan ı, tem izlik ve sını
fa girip de Diana’yı bir yığın sın av k â ğ ıtla rıy la buldukları süre
boyunca Emma’nın kafasını k u rcalad ı. Sözleri bir türlü aklın
dan çıkmıyordu ve bunun so n u cu n d a d il ve çeşitli iblislerle
Aşağı D ünyalılara dair derslerin ezberlenm esi sınavlarında çok
düşük not aldı. Azazel’le A sm odeus’u, P u rgatçayla Cthoncayı,
su perileriyle perileri birbirine k arıştırd ı. D ian a, Emmânın is
minin bulunduğu kâğıdı kalın b ir k ırm ız ı k alem le işaretlerken
öfkeli gözlerle ona baktı.
Emma dışında herkes iyi not a lm ıştı. J u lia n ’ın yanlış yaptığı
birkaç soruya gelince, Emma, p a ra b a ta i s in in bunu, o kendini
kötü hissetmesin diye kasten y a p tığ ın d a n şüpheleniyordu.
Emma sınavın yazılı ve sözlü k ısım la rı so n a erdiğinde sevin
mişti. Öğle yemeği arası verdikten sonra k o rid o rd an antrenman
salonuna geçtiler. D iana çoktan m ek ân ı h azırlam ıştı. Bıçak at
mak için hedefler, çeşitli b o yutlard a k ılıç la r, salonun ortasın
da ise antrenman için bir m anken v ard ı. G övdesi tahtadandı,
birçok sayıdaki kolun yerleri d eğ iştirile b iliy o rd u ve korkuluğu
andıran kumaştan, doldurulm uş b ir başa sah ip ti.
280
M an k en in e tr a fın ı s iy a h v e b e y a z re n k te to z la r ç e v re liy o rd u .
Külle k a rış tırılm ış k a y a t u z u y d u b u . “ U z a k ta n , d ik k a tle v e has
sasiyetle s a ld ırın ,” d e d i D i a n a . “K ü ld e n o lu ş a n h a lk a y ı b ozarsa
nız başarısız o lu r s u n u z .” Y e r d e k i s iy a h k u t u n u n y a n ın a geçip b ir
düğmeye b a stı. B ir r a d y o y d u b u . S a lo n u n iç i k u la k la rı tırm a la
yan, u y u m su z g ü r ü l t ü le r le d o ld u . S a n k i b ir is i h a re k e t h â lin d e k i
bir saldırıyı k a y d e t m iş t i. B a ğ ırış ç a ğ ırış la r, k ır ıla n p e n c e re le r...
L ivvy d e h ş e te k a p ı l m ı ş a b e n z i y o r d u . T y y ü z ü n ü b u r u ş tu ru p
281 <
Bu söz üzerine Mark’ın yüzü soldu, yine de itiraz etmedi.
Diğerleri etrafa dağılırken yerinden de kım ıldam adı. Emma
Cortana’ya, Cristina kelebek bıçaklara, Livvy eskrim kılıcına,
Dru ise uzun, ince bir merhamet hançerine gitm işti. Julian bir
çift chakhrama, yuvarlak bıçaklı, yıld ız şeklindeki atış aletini
seçti.
Ty tereddüt içindeydi. Emma elinde olm adan Diana’nın
Ty’a bir hançer seçip eline tutuşturan Livvy’i fark edip etme
diğini düşündü. Emma, Ty’ın daha önce de bıçak fırlattığını
görmüştü. Bu konuda becerikli, hatta bazen mükem m eldi fakat
sadece havasında olduğu zam anlarda. H avasında değilse onu
zorlamak imkânsızdı.
“Julian,” dedi Diana, m üziğin sesini tekrar açarken. “Önce
w
sen.
Julian geri çekilip chak ram lzn atın ca aletler elinden ışık hal
kaları misali dönerek fırladı. Biri antrenm an m ankeninin sağ,
diğeri ise sol kolunu kopardıktan sonra duvara saplandılar.
“Hedefin ölmedi,” diye dikkat çekti D ian a. “Sadece kolsuz
kaldı.”
“Kesinlikle,” dedi Julian. “O nu so rgulayayım diye öldürme
dim. Ya o şey... Bir iblisse.”
“Gayet stratejik bir hareket.” D ian a defterine not alırken
gülmemek için kendini tuttu. M an k en in k o lların ı alıp yerlerine
geçirdi. “Livvy?”
Livvy kül sınırını geçmeden eskrim k ılıc ıy la m ankeni bıçak
ladı. Dru fırlattığı merhamet hançeriyle ö lçü lü bir şekilde sıra
sını savdı. Cristina ise Batangas b ıçakların ı açıp her bir bıçağın
ucu gözlerine gelecek şekilde m ankenin kafasına doğru fırlattı.
“İğrenç,” dedi Livvy hayranlık içinde. “B un u sevdim.”
Cristina bıçaklarını geri alıp Emmaya göz kırptı. Emma ip
merdivenin bir kısmını tırmanmış, boş elinde Cortana’sını tu
tuyordu.
“Emma?” dedi Diana başını kaldırıp. “Ne yapıyorsun öyle?”
Emma merdivenden aşağı atladı. Savaşın o soğuk öfkesi de
ğildi içindeki ya, düşmenin verdiği o anlık özgürlük hissi büyük
bir zevkti ve Cameron ın aklında dönüp duran uyarısından kay
naklanan sıkıntısı bir an zihninden çıkıvermişti. Emma ayakları
omuzlarında, mankenin tepesine indi. Cortana’nın kabzasına
kadar gövdesine sapladı. Ardından geriye doğru fırladı ve hava
da bir taklayla kül halkasının birkaç santimetre uzağında yere
indi.
“Yaptığın hava atm aktı,” dedi Diana fakat bir not daha alır
ken gülümsüyordu. Başını kaldırdı. “Tiberius? Sıra sende.”
Ty halkaya doğru bir adım attı. Kulaklıklarının beyaz kab
loları siyah saçlarına tam bir tezat oluşturuyordu. Emma, Ty’ın
manken kadar uzun olduğunu şaşkınlıkla fark etti. Ty’ı hep
çocukluğundaki hâliyle düşünürdü. Oysa artık çocuk değildi,
15 yaşındaydı, Julian’la parabatai törenine katıldıkları zaman
dan daha büyüktü. Yüzü ufak bir çocuğun yüzü değildi artık.
Yumuşak hatların yerini keskin hatlar almıştı.
Ty bıçağını kaldırdı.
“Tiberius,” dedi kapı eşiğinden biri. “Kulaklıklarını çıkar.”
Gelen Arthur am caydı. Hepsi şaşkınlık içinde ona bakı
yordu. Arthur nadiren aşağıya inerdi ve bunu yaptığı zaman
sohbet etmekten, yem ek yem ekten, her tür iletişimden kaçı
nırdı. Boz bir hayalet gibi kapı eşiğinde dikildiğini görmek
tuhaftı: Gri ropdöşambrı, aklar düşmüş sakalları, eskimiş gri
pantolonuyla.
“Fani teknolojisinin yarattığı kirlilik her yerde,” dedi Arthur.
“Taşıdığınız o telefonlarda. Arabalarda, Londra Enstitüsünde
arabamız yoktu. Bilmediğimi sandığınız şu bilgisayarda.”
Gözleri garip bir öfkeyle parladı. “Kulaklıklarla savaşa katıla
mazsın.”
Bu kelime ağzından zehirliymiş gibi çıkmıştı.
Diana gözlerini kapadı. “Ty,” dedi. “Çıkar şunları.”
Ty kulaklıkları kulağından çıkarınca boynundan aşağı indi
ler. Radyodan gelen gürültülerle sesler kulağına çalınınca yüzü
nü ekşitti. “O hâlde savaşa katılamayacağım.”
“O zaman başarısız olursun,” dedi Arthur. “Bu işin adilce
yapılması gerek.”
“Kulaklıkları kullanmasına izin verilmezse iş adil olmaz,”
dedi Emma.
“Bu bir sınav. Herkes bunu yapmak zorunda,” dedi Diana.
“Savaş her zaman uygun koşullarda gerçekleşmez. Gürültü var
dır, kan vardır, dikkat dağıtıcı şeyler...”
“Savaşa katılmayacağım,” dedi Ty. “O tür bir Gölge Avcısı
olmak istemiyorum.”
“Tiberius, ”dedi Arthur sertçe. “Sana ne deniyorsa onu yap.”
Ty ın yüzüne kararlı bir ifade yayıldı. Bıçağı kaldırıp açık
bir beceriksizlik içinde fakat vargücüyle fırlattı. Bıçak plastik
radyoya saplandı. Radyo paramparça olmuştu.
Bir sessizlik çöktü.
Ty sağ eline baktı, kanıyordu. Radyonun bir parçası fırlamış
ve derisine saplanmıştı. Kaşlarını çatarak sütunlardan birinin
yanına gitti. Livvy onu kederli bakışlarla izliyordu. Julian pe
şinden gidecek gibi olmuştu ki Emma onu bileğinden tuttu.
“Yapma,” dedi. “Ona biraz zaman ver.”
nfaas>284
“Sıra bende,” dedi Mark. Diana şaşkınlık içinde ona dön
dü. Mark mankene doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Doğrudan
mankene doğru gitti. Çizmeleriyle yerdeki külleri ve tuzu sü
rüdü.
“Mark,” dedi Diana. “O raya basmaman...”
Mark mankeni tuttuğu gibi kendine doğru çekti ve doldu
rulmuş başını gövdesinden ayırdı. Samanlar her tarafına saçıl
mıştı. Mark başı bir kenara fırlatıp tutturulmuş kollarını yaka
ladı ve kopana kadar arkaya doğru büktü. Bir adım gerileyip
ayağını mankenin gövdesinin ortasına getirdi ve tekme attı.
Gövde büyük bir gürültüyle yere düştü.
Emma bunun kom ik olabileceğini düşünmüştü, tabii
Markın yüzünde öyle bir ifade olmasaydı.
“Bunlar halkım ın silahlarıdır,” dedi Mark, ellerini göstere
rek. Sağ elinde bir yara açılm ış, kanıyordu.
“Halkaya değmemen gerekiyordu,” dedi Diana. “Kurallar
böyle ve kuralları ben koym uyorum . Konsey...”
“Lex malla, lex nulla , ” dedi M ark buz gibi bir sesle ve man
kenin yanından uzaklaştı.
Emma, Blackthom’ların aile düsturunu duyan Arthur’un
derin bir nefes aldığını işitti. Arthur tek kelime etmeden arkası
nı döndü salondan ayrıldı.
Mark, Ty’a doğru yürüyüp yanına, sütuna yaslanırken Julian
onu izliyordu.
Çenesi sımsıkı kapalı, sağ elini sol eliyle tutan Ty şaşkınlıkla
başını kaldırdı. “M ark?”
Mark nazikçe kardeşinin eline dokundu ve Ty elini çekmedi.
İkisi de Blackthorn parm aklarına sahipti. Eklemli kemikleriyle
uzun ve narin parmaklar.
285
il 1
'1
■ Yavaş yavaş Ty’ın yüzündeki öfke siliniverdi. Yanlamasına
ağabeyine bakıyordu. Sanki Emma’nın tahmin edemeyeceği bir
i sorunun cevabı Mark’ın yüzündeydi.
Kütüphanede Ty’ın ağabeyi hakkında söylediği sözü hatır
ladı.
Her şeyi anlamaması onun suçu değil. Ya da b ir şeylerin ona
fazla gelmesi. Onun suçu değil.
“Artık ikimizin de eli yaralı,” dedi Mark.
-286-
A.
Julian rahatlayarak sesini yükseltti. “O hâlde mevzu nedir?”
“Ty’ın orada söylediği şeyi işittin,” dedi Diana. “O tür bir
Gölge Avcısı olmak istemiyor. Scholomance’a gitmek istiyor.
Livvy’yle parabatai olmayı kabul etmemesinin nedeni de bu.
Üstelik onun için her şeyi yapacağını da biliyorsun.”
Ty ve Livvy şimdi bilgisayar odasında, Stanley Wells’e dair
ellerinden geleni bulmaya çalışıyordu. Ty sınavda yaşadığı öfke
sini bir kenara itmişe benziyordu.
Öyle ki Mark onunla konuşmak için yanına gittiğinde gü-
lümsemişti bile.
Julian kendisi becerememesine rağmen hayatlarına daha
dün giren Mark’m kardeşiyle konuşabilmesi karşısında anlam
sız bir kıskançlığa kapılm anın yanlış olup olmadığını düşündü.
Julian, Ty’ı canından çok severdi, bununla birlikte kardeşine
Artık ikimizin de eli yaralı, gibi harikulade basit bir şey söyle
mek aklından geçmemişti.
“Gidemez,” dedi Julian. “Daha 15 yaşında. Diğer öğrenciler
en az 18’inde. Scholomance akademi mezunları için.”
“Ty herhangi bir akademi mezunu kadar zeki,” dedi Diana.
“Onlar kadarını biliyor.”
Diana dirseklerini cam masaya dayayarak öne doğru eğildi.
Arkasında okyanus ufka uzanıyordu. Akşam saatleri yaklaşı
yordu ve okyanus suları gümüşi lacivert renkteydi. Julian elini
sertçe masaya vursa ne olacağını düşündü. Acaba camı kıracak
gücü var mıydı?
“Mesele onun ne kadar bildiği değil,” dedi Julian ve kendini
durdurdu. Tehlikeli bir şekilde daha öncesinden tam olarak hiç
konuşmadıkları bir mevzuya geliyordu: Ty ın herkesten ne ka
dar farklı olduğu konusuna.
1
Julian, Konsey i sık sık h ayatın a k ara bir gölge düşüren bj
yapı olarak düşünürdü. O ndan ağ ab eyiyle ablasını çalan, perj
halkı kadar Konseydi de. Y üzyıllar b o yun ca, Gölge Avcıları nm
nasıl davranabileceği ve davranm ası gerek tiğ i sıkı bir denetim
altına alınm ıştı. Bir faniye G ö lgeler D ü n y a sı’ndan bahsettiği,
niz anda cezasını çeker, h atta sü rg ü n e d ilird in iz . Bir faniye veya
parabataîm zz âşık olduğunuz an d a işaretlerin iz sizden sökülüp
alınırdı. Herkesin hayatta k alam ad ığ ı acı verici bir işlemdi bu.
Julian’ın sanatı, babasının k lasik lere o lan ilgisi... Tüm bun
lara büyük bir şüpheyle b ak ılıyo rd u . G ö lge A vcıları’nın başka
ilgi alanları olması istenm ezdi. G ö lge A vcıları sanatçı değildi,
Doğma büyüme savaşçıydı onlar, tıp k ı S p a rtalıla r gibi. Ve bi
reysellik değer verdikleri bir ö zellik d e ğ ild i.
Ty’ın düşünceleri, o güzel ve ilg in ç z ih n i, diğerlerininkine
benzemiyordu. Ju lian farklı d ü şü n en v eya hisseden Gölge Avcısı
çocuklara dair hikayeler d u ym u ştu . A slın a bakılırsa, söylenti
ler. O daklanm akta gü çlü k çeken G ö lge A vcısı çocuklara dair.
O kum aya çalıştıkları zam an h a rfle rin k â ğ ıt üstünde yeniden
düzene geçtiğini iddia eden. G ö rü n ü rd e h iç b ir sebebi olmayan
karanlık kederlerin ya da k o n tro l e d ile m e y e n en erji krizlerinin
pençesine düşen çocuklara.
Yalnızca söylentiden ib aretti b u n la r gerçi. Z ira Konsey o tür
Nefîlimlerin var olduğunu k ab u l etm e y e yan aşm azd ı. Bu kim
seler akadem inin “d ö k ü n tü ler” k ıs m ın d a y o k olur, diğer Gölge
Avcıları’nın yoluna çıkm am aları iç in e ğ itilird i. Saklanması ge
reken utanç verici sırlar gib i d ü n y a n ın u z a k köşelerine gönde
rilirlerdi. Zihinleri farklı şek illen m iş G ö lg e A vctları’nı tanım
lam ak için hiçbir kelim e yo k tu . F a rk lılık la rı tanım lam ak için
gerçek anlam da hiçbir kelim e b u lu n m u y o rd u .
rer==*»-288
Çünkü böyle k elim eler olursa, diye düşündü Julian, kabul
lenmeleri gerekecek. Ama Konsey in kabullenmekten kaçındığı
şeyler vardı.
“Onu bir arızası varmış gibi hissettirecekler,” dedi Julian.
“Onun hiçbir arızası yok. ”
“Bunu biliyorum.” Diana mn sesi kederli geliyordu. Yorgun.
Julian bir önceki gün, onlar Malcolm’dayken, nereye gittiğini
merak etti. Kesişim noktasını denetim altına almasına kimin
yardım ettiğini.
“Onu bir Gölge Avcısı’nın nasıl olması gerektiğine dair ka
falarındaki kalıba sokmaya çalışacaklar. Ty ona neler yapabile
ceklerini bilmiyor...”
“Çünkü ona anlatm adın,” dedi Diana. “Scholomance’ın na
sıl bir yer olduğuna dair kafasında güzel bir resim varsa bunun
nedeni bu düşüncesini hiç düzeltmemiş olman. Evet, orası zor
bir yer. Acımasız. O na öyle olduğunu anlat.”
“Ona farklı olduğunu söylememi istiyorsun,” dedi Julian so
ğuk bir tavırla. “O aptal değil Diana. Bunu biliyor.”
“Hayır,” dedi D iana ayağa kalkıp. “Ona Konsey in fark
lı olan insanlarla ilgili ne düşündüğünü söylemeni istiyorum.
Farklı olan Gölge Avcıları’yla ilgili. Söylesene, tüm bu bilgilere
sahip olmadan kararını nasıl verecek?”
“O benim küçük kardeşim,” dedi Julian öfkeyle. Dışarıda
puslu bir hava hâkim di. Pencerelerin bir kısmının yansımasın
dan parça parça kendini görebiliyordu. Elmacık kemiğinin bir
köşesini, sert çenesini, dağınık saçlarını. Gözlerinin içindeki
bakışlardan korkmuştu.
“Mezun olmasına üç sene kaldı.” D iananın kahverengi göz
lerinde sert bir ifade vardı. “On yaşından beri onu temelde se-
>289<
nin büyüttüğünü biliyorum Ju iian . T üm kardeşlerini çocuğa
gibi gördüğünü biliyorum. Ve onlar sana ait. A m a Livyy veTy
artık çocuk değil. Onları bırakm an gerekecek.”
“Daha açıksözlü olmamı söyleyen sen m isin? Gerçekten mi?”
Diananın çenesi gerildi. “S ak lad ığın her şeyle bir bıçağın
kenarında yürüyorsun Juiian. İnan bana. H ayatım ın yarısı bo
yunca o bıçak sırtında yürüdüm ben de. İnsan alışıyor, öyle
alışıyor ki akan kanlarını unutuyorsun.”
“Sözlerini daha fazla açm ak istem iyo rsun sanırım ?”
“Senin sırların var, benim de öyle.”
“İnanamıyorum.” Juiian bağırm ak, b ir duvarı yumruklamak
istiyordu. “Yaptığın tek şey sır saklam ak. E nstitüyü idare etmek
isteyip istemediğini sorduğum zam anı h a tırlıy o r musun? Bana
hayır dediğini ve nedenini so rm am am ı söylediğin i hatırlıyor
musun?”
Diana iç geçirdi ve bir parm ağını san d alyen in arkasında gez
dirdi. “Bana kızman hiçbir işe yaram az Ju les.”
“Haklı olabilirsin,” dedi Ju iian . “A m a m uhtem elen bana
yardımcı olabilecek yapabileceğin tek şey b u yd u . Ve yapmadın.
Yani bu meselede kendim i yap ayaln ız hissediyo rsam , beni affet.
Tyı çok seviyorum, Tanrım , in an bana, ne isterse onu yapsın
istiyorum. Fakat diyelim Ty a S ch o lo m an ce’ın ne kadar acıma
sız bir yer olduğunu söyledim ve y in e de g itm ek istedi. Bana
orada iyi olacağının sözünü verebilir m isin? H ayatları boyunca
tek bir günleri ayrı geçmediği hâlde L ivvy’y le ayrılm alarının so
run olmayacağına dair söz verebilir m isin? B u n u garanti edebi
lir misin?”
Diana başını salladı. M ağlu p o lm u şa benziyordu. Oysa
Juiian kendini kazanmış hissetm iyordu. “S an a tek bir şey soy-
Julian Blackthorn, hayatta hiçbir şeyin garantisi
le y e b ilirim
291
C ristina parm aklarım u z u n , ısla k sa ç la rın a dald ırarak
girdi. Bay L im pet’ı E m m a y a u z a ta n M a r k b a ş ın ı kaldırıp on*
baktı ve kopm a sesi işitild i. L e m u r u n b a c a ğ ı ç ık m ış, gövd^
yere düşm üştü. İçin d ek iler e tra fa s a ç ıld ı.
M ark tanınm az b ir d ild e b ir ş e y le r s ö y le d i.
“Bay L im pet’ı ö ld ü rd ü n ,” d e d i T a v v y .
“Bana kalırsa, y a ş lılık ta n ö ld ü T a v s ,” d e d i U m m a , doldurul
m uş lem u ru n g ö vd e sin i y e r d e n a lır k e n . “ D o ğ d u ğ u n d a n beti
seninle.”
“Ya da kangren oldu,” dedi Drusilla, başını kitabından kal
dırıp. “Kangren de olmuş olabilir.”
“Ah, olamaz!” Cristina gözlerini kocam an açtı. “Bekleyin,
hemen dönerim.”
“ D u r ,” d iy e s ö z e g i r d i M a r k f a k a t C r i s t i n a ç o k t a n o d ad an
ç ık m ış t ı. “A h m a ğ ın b i r i y i m b e n , ” d e d i b ü z ü n l e , E l i n i uzatvç
T a v v y ’ n in s a ç la r ı m k a r ı ş t ı r d ı . “ Ö z ü r d i l e r i m k ü ç ü ğ ü m .
“ W e lls ’e a i t b i r a d r e s b u l d u n u z m u ? ” İ ç e r i g i r e n ]uV ıarvd \ .
Livvy zaferle kollarını kaldırdı. “B u ld u k . Ho\\ywood
Hillste.”
“Buna şaşmadık işte,” dedi Emma. Zengin insanlar gene
likle Hills’de yaşardı. Emma da pahalılığına rağmen bu bö\^
yi severdi. Dolambaçlı yollar, duvarları tırmanan gür çiçe\
ve elektrikle aydınlatılmış şehrin görüntüsü hoşuna gıd
Akşamlan Hills’den esen rüzgar beyaz çiçekler kokardı*. Zak
ve hanımeliyle kilometrelerce öteden gelen kuru çölün kc
“Los Angeles bölgesinde Stanley Wells adında 16 ki:
dedi Ty, sandalyesinde dönerek. “İhtimalleri daralttık.”
“İyi iş çıkarmışsınız” dedi Julian. Tam o sırada Tav\
den fırlayıp yanma geldi.
“Bay Limpet öldü,” dedi Tavvy, Julian’m kotunu çekiştire
rek. Jules aşağı eğilipTavvy’yi kollarına aldı.
“Üzüldüm evlat,” dedi Julian. Çenesini Tavvy nin bukleleri
ne dayadı. “Sana başka bir şey alırız.”
“Ben bir katilim,” dedi M ark kasvetle.
“Abartma,” diye fısıldadı Emma, Mark’ın çıplak ayak bile
ğine vurup.
Mark kızgın görünüyordu. “Periler abartmayı sever. Abartı
bizim işimiz.”
“Bay Limpet’ı çok severdim,” dedi Tavvy. “İyi bir lemurdu.”
“Başka iyi hayvanlar da var,” dedi Tiberius samimiyetle.
Hayvanlar dedektif ve suç hikâyelerinin yanında en sevdiği ko
nulardan biriydi. “T ilkiler köpeklerden daha zekidir. Kırk kilo
metre öteden aslanların kükrediğini duyabilirsin. Penguenlere
gelince...”
“Ve ayılar,” dedi Cristİna. Nefes nefese geri dönmüştü.
Tavvy’ye oyuncak bir ayı verdi. Tavvy ayıya şüpheyle baktı.
“Küçük bir kızken benim di bu ayıcık,” diye açıklama yaptı
Cristina.
“Adı ne?” diye sordu Tavvy.
“Oso,” dedi Cristina ve omuz silkti. “İspanyolcada ayı anla
mına geliyor. Pek yaratıcı sayılmaz.”
“Oso.” Tavvy ayıyı alıp gülünce düşmüş dişi görün
dü. Julian, Cristina’ya çölde su getirm iş gibi baktı. Emma,
Livvynin antrenman salonunda Jules ve Cristina’yla ilgili söy
lediği sözleri düşününce yüreğinde nedenini bilemediği bir
sızı hissetti.
Livvy neşeyle bacaklarını sallayarak Jules’e bir şeyler anlatı
yordu. “Yani hep birlikte gitm eliyiz,” dedi. “Ty’la ben Emma
293«s
ve M arkla aynı arabada gideriz, sen de C ristina’yla gidersin
Diana ise burada...”
Julian küçük kardeşini yere in d ird i. “İyi denem eydi,” dedi
“Ama bu iki kişilik bir iş. E m m a y la h ız la oraya gider, evle ilgi|j
sıradışı bir şey var m ı bakarız, o k ad ar.”
“Eğlenceli işler hiç bize d ü şm ü yo r,” d iye karşı çıktı Livvy.
“Evi incelememe izin v erm elisin iz,” d ed i Ty. “Önemli olan
her şeyi kaçıracaksınız. T üm ip u ç la rın ı.”
“Güvenoyunuz için teşekkür ed e rim ,” dedi Julian tatsızca.
“Bakın, Livs, Ty-Ty, kesişim n o k ta sın d ak i m ağara resimlerini
gözden geçirmek için burada o lm an ız gerek. D illeri tanıyacak
mısınız, çevirebilecek m isiniz d iye b a k m a n ız ...”
“Habire çeviri,” dedi Livvy. “A m an n e h eyecan lı.”
“Eğlenceli olacaktır,” ded i C ristin a . “S ıcak çikolata yapıp
kütüphanede çalışabiliriz.” G ü lü m sed i. J u lia n bir kez daha ona
minnet dolu bir bakış attı.
“Angarya bir iş değil,” d iye te m in e tti Ju lia n onları. “İşi size
vermemizin nedeni bizim y a p a m a d ığ ım ız şeyleri gerçekten ba
şarabilmeniz.” B ilgisayara d o ğ ru b a şıy la işaret etti. Livvy kızar
dı. Ty kendinden m em nun g ö rü n ü yo rd u .
Oysa M ark için aynı şey g eçerli d e ğ ild i. “Sizinle gelmeli
yim ,” dedi Jules’e. “Saraylar so ru ştu rm a n ın b ir parçası olmamı
istedi. Size eşlik etm em i.”
Julian başını salladı. “Bu akşam o lm az. S an a m ühür yapa
madığımız için bu m eseleyi çö zm em iz gerek iyo r.”
“Benim m ühre falan ih tiy a c ım y o k b e n im ,” diye söze girdi
Mark.
“Var!” Julian’ın sesinde b ir se rtlik v ard ı. “Bize uyum sağla
mak için göz boyama m ü h ü rlerin e ih tiy a c ın var. Üstelik diin
famdan hâlâ yaralısın. Çabucak iyileşsen bile antrenman sa
lonunda yaranın yeniden açıldığını gördüm. Kanıyordu.”
“Benim kanım seni ilgilendirmez,” dedi Mark.
“İlgilendirir,” dedi Julian. “Aile olmak bunu gerektirir.”
“Aile, ” diye konuşmaya başladı Mark. Ardından küçük kar
deşlerinin orada olduğunu, ona sessiz ve kımıldamadan bak
tıklarını fark etmiş gibi oldu. Cristina da susuyor, karamsar ve
endişeli bakışlarla karşı tarafta duran Emma’ya bakıyordu.
Mark söyleyeceklerini söylemekten vazgeçmiş gibiydi. “Emir
almak isteseydim Av’la birlikte kalırdım,” dedi onun yerine, al
çak bir sesle ve dışarı çıktı.
11
BİR BAKİRE YAŞARDI
ORADA
b =s >296
]ulian son birkaç günde olduğundan daha rahat görünüyor
du. Koltuğuna yaslanmıştı, elleri kayıtsızca direksiyondaydı.
Emma, Julian ın tam olarak nasıl hissettiğini biliyordu. Burada,
takım ceketi ve kotuyla, yanında julian, bagajda Cortana’sıyla
kendini oraya ait hissediyordu.
Emma arabaya ilk bindiklerinde kısa bir süreliğine Mark’ı
getirmeyi denemişti. Julian yalnızca başını sallayıp “Alışacak,”
demekle yetinmişti, o kadar. Emma, Julian ın Marktan bahset
mek istemediğini hissetmişti, sıkıntı da yoktu. Önerebileceği
bir çözüm bilmiyordu. Üstelik böylesi kolaydı, her zamanki şa
kalaşmalarına dönmek öyle kolaydı ki. Emma uzun zamandır
ilk kez doğru yerde olduğunu hissediyordu.
“Bana kalırsa katilin bir Gölge Avcısı olduğunu düşünüp
düşünmediğimi soruyordu.” Sunset ve Vine kavşağına geldik
lerinde trafik artmaya başlamıştı. “Hayır dedim. Belli ki büyü
bilen biri katil ve bir Gölge Avcısı’nın birilerini öldürmesi için
bir büyücü tutacağını sanmıyorum. Genelde kendi işimizi ken
dimiz hallederiz.”
Emma kıkırdadı. “Ona Gölge Avcıları’nın öldürmek konu
sunda kendin yap düsturunu benimsediklerini mi söyledin?”
“Her konuda kendin yap düsturunu benimseriz.”
. Trafik yeniden hareketlendi. Emma aşağı bakıp Jules’ün vites
değiştiren elinin kaslarını ve tendonlarını izledi. Araba öne doğ
ru ilerleyince Emma pencereden Grauman’s Çin Tiyatrosunun
kapısında kuyruk oluşturan insanlara baktı. Acaba arbaletler,
sırıklı silahlar, hançerler, katanalar ve atış bıçaklarıyla dolu ba
gajıyla Toyota’daki iki ergenin aslında iblis avcıları olduğunu
bilseler, ne düşünürlerdi diye merak etti.
“Diana’yla her şey yolunda mı?” diye sordu Emma.
297
“Ty hakkında konuşmak istedi.” Ju iia n ın ses tonu nor
mal olmasına karşın Emma yu tk u n d u ğu n u görmüştü. “Ty
Scholomance’ta okumayı çok istiyor. Spiral Labirent’in kütüpha
nelerine, Sessiz Kardeşlerin arşivlerine erişim leri var. Yani, mü
hürler ve ayinlerle ilgili bilm ediğim iz onca şeyi, Ty’ın çözebileceği
sırlarla muammaları bir düşünsene. Fakat ayn ı zamanda...”
“Oranın en küçük öğrencisi o lacak ,” ded i Emma. “Herkes
böyle bir durumda zorlanır. T y d o ğ d u ğ u n d an beri bizimle.”
Hafifçe Julİan’ın bileğine d o k u n d u . “A kadem iye hiç gitmedi
ğime memnunum. Ü stelik S ch o lo m an ce daha da zor olmalı.
Ve daha yalnız. O radaki öğren cilerin b azıları sonunda başarısız
oluyor. Eh, C lary buna sinir k rizleri d iyo rd u . Sanırım bu fani
lere ait bir terim.”
Julian GPS’e bakıp sola d ö n d ü ve tepelere doğru ilerlemeye
başladı. “Bugünlerde C lary’yle ne k ad ar sık konuşuyorsun?”
“Yaklaşık ayda bir.” Em m a 12 y aşın d a y k e n Idris’te tanıştık
ları günden beri C lary onu arard ı. E m m a n ın Jules’le konuş
madığı çok az şeyden b iriyd i bu: C la ry ’y le y ap tığ ı konuşmalar
yalnızca ona aitmiş gibi geliyo rdu.
“Hâlâ Jace’le birlikte m i?”
Emma güldü. G erginliği geçm işti. C la r y ve Jace bir kurum,
bir efsaneydi. Birbirlerine öyle b a ğ lıy d ıla r k i. “ O ndan kim ay
rılır ki?”
“Ben, ihtiyaçlarım a yeterli özeni gösterm ezse tabii.”
“Eh, Clary bana aşk h ayatın ı an latm ıyo r. A m a evet, hâlâbir-
likteler. Bir gün ayrılırlarsa aşka in a n m a k ta n tam am en vazge
çebilirim.”
“Aşka inandığım b ilm iyo rd um ,” d ed i Ju les ve söylediği şeyi
yeni anlamış gibi sustu. “Yanlış sö yled im .”
Emma içerlemişti. “Sırf Cameron a âşık olmadığım için...”
“Değil miydin?” Trafik hızlanm ıştı. Araba öne doğru yalpa
ladı. Julian avucunun kenarıyla direksiyona vurdu. “Bak, bun
ların hiçbiri beni ilgilendirm ez. U nut gitsin. Jace ve Clary yi,
Simon ve Isabelle’i sorduğum u unut.”
“Simon ve Isabelle’i sorm adın ki.”
“Öyle mi?” Julian m ağzının bir yanı yukarı kalktı. “Isabelle
âşık olduğum ilk kızdı, biliyorsun.”
“Elbette biliyorum .” Su şişesinin kapağını Ju lian a fırlattı.
“0 kadar belliydi ki! A line ve H elen ın düğün sonrası partisinde
gözlerini ondan ayırm ıyordun.”
Julian başını eğip kapaktan kaçtı. “H iç de bile.”
“Gayet de öyleydi,” dedi Em m a. “W ells’in evinde ne aradı
ğımızı konuşmamız gerekiyor m u dersin?”
“Bence içim izden nasıl gelirse öyle yapalım .”
“Kararın kalitesi bir şahinin kurb an ın ı yakalayıp parçalama
sına izin veren iyi zam anlanm ış saldırısına benzer,” dedi Emma.
Julian kuşkuyla ona baktı. “Savaş Sanatı ndan bir alıntı mıy
dı bu?”
“Olabilir.” Emma öyle b üyük bir m utluluk duyuyordu ki içi
acıyordu. Jules’le birlikteydi, şakalaşıyorlardı, her şey parabata-
i’lerin arasında olması gerektiği gibiydi. Evlerin bulunduğu bir
dizi sokağı döndüler. D olam baçlı araba yollarıyla çevrelenmiş,
uzun çitlerin üstünde yükselen çiçeklerle sarılı geniş malikâneler.
“Ketumluk m u yapıyorsun? A rabam da ketum luk yapılm ası
na nasıl baktığım ı b ilirsin ,” dedi Julian.
“Senin arabanda değiliz.”
“Neyse ne, burada, bir arabadayız işte,” dedi Jules. Arabayı
kaldırımın kenarına çekip m otoru durdurdu. Alaca karanlık
299
1
vaktiydi şim di, tam olarak k aran lık çökm em işti. Emma bilgi
sayardaki uydu fotoğraflarına benzeyen W ells’in evini görebi
liyordu. Çatı, evin etrafını çevreleyen b ü yü k duvarın tepesinde
yükseliyordu. Begonvilierle çevrelen m iş çitler de seçiliyordu.
Julian arabanın pencerelerini k ap ad ı. E m m a ona doğru bak
tı. “Karanlık basmak üzere. İblis faaliyeti ihtim alinden endişe
leniyor muyuz?”
“Olabilir.” Julian torpido gö zü n ü k o n tro l etti. “Sensördebir
şey yok ama emin olm ak için m ü h ü rle rim iz i kuşanalım .”
“Tamam.” Emma kol ye n le rin i s ıy ırıp çıplak kollarını
Ju lian a uzattı. Julian cebinden p a rıld a y a n , so lu k beyaz steli-
ni çıkardı. Arabanın loş ışığ ın d a Ju lia n ön e doğru eğilip steli
Emma’nın tenine koydu ve çizm eye b aşlad ı. Em m a, Julian ın
saçlarının yanağıyla boynuna d e ğ d iğ in i hissedebiliyor, ondan
yayılan hafif karanfil ko kusun u a la b iliy o rd u .
Emma aşağı baktı. M ü h ü rlerin siyah çizgileri tenine yayı
lırken Cristina’nın Jules’le ilg ili sö yled iğ i sözü anım sadı: Güzel
elleri var. Acaba daha önce bu ellere g erçek ten bakm ış mıydı,
merak ediyordu. G üzeller m iyd i? Ju lia n ’ın elleriyd i bunlar.
Resim yapan, savaşan ellerdi, o n u h iç b ir zam an yarı yolda bı
rakmamışlardı. Bu açıdan gü zellerd i.
“Tamamdır.” Jules arkasına yaslan ıp işin i inceledi. Tertemiz
çizilmiş hassasiyet ve g izlilik , sessizlik ve denge mühürleri
Emma’nın ön kollarını k ap lıyo rd u. E m m a k o l yenlerin i indirip
elini steline uzattı.
Stel tenine değince Ju lia n ü rp erd i. Soğuk olmalıydı.
“Affedersin,” diye fısıldadı E m m a, e lin i J u lia n ’ın omzuna da
yayıp. Başparmağının altın da k ö p rü c ü k k em iğ in in kenarını,
elinin altında çıkıntı yapan tişö rtü n ü n y u m u şa k lığ ın ı hissede-
300
biliyordu. Julian ı daha sıkı kavradı. Parmak uçları yakasının
kenarına, çıplak tenine değiyordu. Julian derin bir nefes aldı.
Emma çizmeyi bıraktı. “Canını mı yaktım?”
Julian başını salladı. Emma onun yüzünü göremiyordu.
“Ben iyiyim.” Julian elini arkasından uzatıp sürücü kapısını
açtı. Bir saniye sonra arabadan inmiş, ceketini giyiyordu.
Emma onu izledi. “Ama kesin darbe mührünü tamamlama
mıştım.” Julian bagaja geçip kapağını açtı. Mühürlü arbaletinİ
çıkarıp Emma ya Cortanasıyla kınını uzattı.
“Önemli değil.” Bagajı kapattı. Rahatsız olmuşa benzemi
yordu. Aynı Juliandı, yüzünde aynı sakin gülümseme vardı.
“Ayrıca ihtiyacım da yok.”
Arbaleti rahatça havaya kaldırıp atış yaptı. Ok havada ilerle
yip doğrudan kapıdaki güvenlik kamerasına isabet etti. Kamera
parçalanan metal sesi ve anlık bir dumanla paramparça oldu.
“Gösteriş yapıyorsun,” dedi Emma, kılıcını kınına koyarken.
“Ben senin parabataı nim. Ara sıra gösteriş yapmam gerek.
Aksi hâlde insanlar neden beni yanında gezdirdiğini anlamaya
cak.” Yakınlarında bir otomobil yolunda Alman kurdu gezdiren
yaşlıca bir çift göründü. Emma büyülü olduğunu bilmesine rağ
men Cortanasını saklama isteğine karşı koymak zorunda kaldı.
Yanlarından geçen fanilerin gözünde Julian’la sıradan gençler
gibi görünüyorlardı. Uzun kol yenleri mühürlerini gizliyordu.
Yaşlı çift yolun kenarından dönüp gözden kayboldu.
“Seni yanımda gezdiriyorum çünkü nükteli yorumlarımı
duyacak bir seyirciye ihtiyacım var,” dedi Emma kapıya vardık
larında. Jules açma m ührü çizmek için stelini çıkardı.
Kapı pat diye açıldı. Julian yan dönüp açıklıktan içeri girdi.
“Hangi nükteli yorum lar?”
301
“Ah, bunun hesabını vereceksin,” diye hom urdandı Emttıa
onu izlerken. “Çok nüktedanım dır.”
Julian kıkırdadı. Her iki tarafında kocam an cam lar bulunan,
kemerli, devasa ön kapıları sıvayla kap lan m ış büyük bir eve çj.
kan bir patikadan geçmeleri gerekiyordu. P atikayı çevreleyen
ışıklar açıktı fakat ev karanlık ve sessizdi.
Emma merdivenleri zıplayarak çıkıp pencerelerden birin
den içeriye baktı. K aranlıktan, silik şekillerden başka bir şey
görmüyordu. “Evde kim se yok, a h !” B ir şey pencereye doğru
sallanırken bir adım geri sıçradı. T ü ylerle kap lı, yumrulu bir
toptu bu. Cam sümüksü bir m ad d eye b u lan d ı. Emma şimdi
den eğilmiş, çizmesinden k ü çü k bir h an çer çıkarıyordu. “Nedir
bu?” Doğruldu. “Bir Raum iblisi m i yoksa? B ir...”
“Bana kalırsa, bir fino,” dedi Ju lia n . A ğız ken arı seğirdi. “Ve
bence silahı yok,” diye ekledi. E m m a b ir su çlu lu k duygusuyla
camdaki şeyin ne olduğunu an lam ak için b aktı. Evet, kesinlikle
ufak bir köpekti bu, yüzünü cam a yaslam ıştı. “H atta eminim
diyebilirim.”
Emma, Julian’ın om zuna vurd u , a rd ın d an kapıya açma
mührü çizdi. Kilitten pat diye bir ses ç ık tı ve kapı açıldı.
Köpek pencereyi yalam ayı b ırakıp h av layarak dışarı çıktı.
Julianla Emma’nın çevrelerinde h ızla d ö n m eye başladı, ardın
dan bahçenin öteki ucunda b u lu n an ç itli alan a doğru fırladı.
Julian köpeğin ardından koşturdu.
Emma bileğe kadar uzanan ç im le rin b u lu n d u ğu alana
doğru köpeği izledi. Güzel bir b a h çeyd i a m a h iç kimse doğ
ru dürüst bakım ıyla u ğraşm ıyo rdu. O tla r h er tarafı sarmış,
çiçekli çalılar gereğinden fazla u z a m ıştı. H av u z u n etrafı bele
kadar yükselen dem irden bir çitle çev relen m iş, k ap ısı açık du-
302
ruyordu. Emma buraya yaklaşırken ju lian ın havuz kenarın
da kımıldamadan durduğunu görebiliyordu. İçinde, cafcaflı
renklerde bir gökkuşağı oluşturarak her tarafı saran led ışıkları
bulunan türde bir havuzdu burası. Çevresine çam ağaçları
nın ince iğneleri ve etrafa saçılmış pelesenk ağacı çiçekleriyle
kaplanmış beyaz yastıklarla beyaz metalden yapılmış sıra sıra
şezlong yerleştirilmişti.
Emma havuza yaklaşırken yavaşladı. Köpek havuz merdive
ninin önünde eğilmişti. Artık havlamıyor, sızlanıyordu.
Derken Emma havuzdakinin bir ceset olduğunu fark etti.
Beyaz bir bikini giymiş ölü bir kadın suyun üstünde yüzüyor
du. Yüzüstü duran kadının uzun, siyah saçları başının etrafında
sürükleniyor, kolları yanlarından sarkıyordu.
Havuzun ışıklarından gelen mor hüzme tenini çürümüş
gösteriyordu.
“Melek adına, Jules...” dedi Emma nefes nefese.
Emma daha önceden ceset görmemiş değildi. Hatta epey
görmüştü. Faniler, Gölge Avcıları, Anlaşmalar Holü’nde öldü
rülmüş çocuklar. Bununla birlikte, bu cesette hüzün dolu bir
yan vardı. Kadın öyle ufak tefek, öyle zayıftı ki omurgasının
hatları görülebiliyordu.
Şezlonglardan birinde kırmızı bir leke vardı. Emma bunun
kan olduğunu düşünerek oraya doğru ilerledi. Ardından açık
kırmızı oymalı taşlarıyla deriden yapılmış, fermuarı hafifçe
açık, Valentino marka bir el çantası olduğunu fark etti. Altın
sarısı bir cüzdanla pembe bir telefon çıkmıştı dışarı.
Emma telefona bakıp cüzdanı aldı ve içini inceledi. “Adı Ava
Leigh’ymiş,” dedi. “Yaşı 22. Evet, 22 yaşındaymış. Ev adresi bu
rayı gösteriyor. Kız arkadaşı olm alı.”
Köpek yeniden sızlanıp yere yattı. Patileri havuzun kenarın,
daydt. “Boğulduğunu zannediyor,” dedi Ju lian . “Onu kurtar-
mamızı istiyor.”
“Kurtaramazmışız zaten,” dedi Em m a yum uşak bir tavırla,
“Telefonuna baksana. İki gündür aram aların hiçbirine cevap
vermemiş. Bana kalırsa öleli en az ik i gü n olm uş. Elimizden bir
şey gelmezmiş, Jules.”
Emma cüzdanı çantaya geri koydu. Tam saplarına uzanıyor
du ki bir ses duydu. Gerilen bir arbaletin sesi.
Hiçbir şey düşünmeden Jules’ün üstüne atıldı ve onu yere
serdi. İspanyol stili karo döşemeye sertçe düştükleri anda bir ok
vızıldayarak yanlarından geçti ve çitlerin orada gözden kayboldu.
Julian ayaklarını yere vurup E m m a’y la kendini çevirdi.
Böylece iki şezlongun arasına yu varlan dılar. Emma’nın elin
deki telefon uçuverdi. Emma, telefonun su yu sıçratarak havu
za düştüğünü işitince içinden küfretti. Ju lia n yerden doğrul
du. Emmanın omzunu tutuyordu. G özlerinde vahşi bir bakış
vardı. Vücudu Emmayı yere doğru b astırıyo rdu. “İyi misin?
Yaralandın mı?”
“Hayır, iyiyim...” dedi Emma nefes nefese. Köpek çitin ya
nına sinmiş ulurken bir ok daha fırlad ı ve havuzdaki cesede
saplandı. Avanın bedeni dönünce b o ğu lu rk en morarmış, şiş
miş yüzü karanlık gökyüzüne döndü. K olların dan biri kendini
korumak istermiş gibi yukarı kalktı. E m m a sağ elinin olma
dığını görünce bir an dehşete k ap ıld ı. Sağ el tek bir darbeyle
kesilmiş gibiydi. Bileğinin etrafındaki deri pürüzlenm iş, klorlu
su kanlarını yıkamıştı.
Emma yuvarlanarak Juliandan k u rtu ld u ve ayağa fırladı.
Evin çatısında biri dikiliyordu, E m m a yaln ızca hatlarını gö-
304
rebiliyordu. Erkeğe benzeyen, uzun boylu biriydi. Elinde bir
arbalede, siyahlar içindeydi. Adam arbaleti kaldırıp nişan aldı.
Yakınlarından bir ok daha vızıldayarak geçti.
Emmanın içi buz gibi, sert bir öfkeyle dolmuştu. Onları
ne cüretle vurmaya çalışırdı, Julesü ne cüretle vurmaya çalışır
dı? Koşmaya başladı ve havuzu geçti. Kapıya atılarak eve doğru
ilerledi. Sıçrayarak aşağı pencereleri kaplayan dökme demirden
parmaklıklara tutundu. Kendini yukarıya çekti. Julian’ın aşa
ğı inmesi için seslendiğinin farkındaydı. Parmaklık demirinin
avuçlarına saplanmasına aldırış etmedi. Tutunarak yükselmeye
başladı, derken ayaklarını duvara vurup perende atarak çatının
tepesine çıktı.
Çatıya ayak basıp çömeldiği anda alttaki padavralar çatır
dadı. Başını kaldırıp bakınca çatının tepesindeki siyaha bürün
müş silüeti gördü. Adam geriye çekiliyordu. Yüzünde bir maske
vardı.
Emma, Cortanasını kınından çıkardı. Kılıcın uzun bıçağı
alaca karanlıkta tehlikeyle parıldadı.
“Nesin sen?” diye sordu Emma. “Vampir mi? Aşağı
Dünyalı mı? Ava Leigh’yi sen mi öldürdün?” Emma öne doğ
ru bir adım attı. K arşısındaki yabancı silüet geri çekiliyordu.
Kararlı, sakin bir tavırla hareket ediyordu. Bu da Emmayı
daha da sinirlendiriyordu. Aşağıdaki havuzda ölü bir ka
dın vardı ve Emma onu kurtarm ak için çok geç kalmıştı.
Emma’nın bedeni bu durum u düzeltecek bir şey yapma arzu
suyla yanıp tutuşuyordu.
Emma gözlerini kıstı. “Beni dinle. Bir Gölge Avcısı yım ben.
Ya kendini Konsey’in ellerine bırakırsın ya da bu bıçağı kalbine
saplarım. Seçim senin.”
* 3 3 *3 0 5
T
306
A
arbalet okuydu bu. Ucu üçgen biçimindeydi ve kan içindeydi.
Julian oku böğründen çekip çıkarmış olmalıydı.
Derinize girmiş bir oku asla çıkarmamanız gerekirdi.
Saplandığından çok daha fazla zarar verirdi. Julian da bunu bi
liyordu.
“Ne yaptın sen?” dedi Emma fısıltıyla. Ağzı kurumuştu.
Ceketindeki yırtığın olduğu yerden sürekli kan sızıyordu.
“Yanıyordu,” dedi. “Normal bir ok gibi değil. Emma...”
Julian dizleri üstüne çöktü. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı ve
buna karşı koymaya çalıştığı belliydi. “Buradan gitmemiz ge
rek,” dedi boğuk bir sesle. “Bizi vuran kişi geri gelebilir, ya tek
başına ya daha çok...”
Sesi kesiliverdi ve arkaya doğru düşerek çimlerin üstüne
serildi. Emma hayatında hiç olmadığı kadar süratle havuzun
üstünden atladı. Buna rağmen, Julian’ın yere düşmesini önleye
cek vakti bulamamıştı.
308
“Ama sen de aym fikirdesin,” dedi Mark. “Kötü davrandım.
Julianla o şekilde konuşmamalıydım, özellikle de ufaklıkların
önünde.”
Cristina dikkatli konuştu. “Julian ı pek tanımıyorum. Ama
senin için endişelendiğini düşünüyorum, işte bu yüzden onlarla
birlikte gitmeni istemedi.”
“Biliyorum,” dedi Mark. Cristina şaşırmıştı. “Kardeşinin
sanki küçük olan şenmişsin gibi senin için endişelenmesinin
nasıl bir his olduğunu bilir misin?” Parmaklarını saçlarına dal
dırdı. “Buradan gittiğimde Helen’in onları büyüteceğini san
mıştım. Oysa ebeveyn gibi olan Julian. Ve bunu bilmiyordum.”
Cristina, Julian’ı, sessizce vazifesini yerine getirişini, temkin
li tebessümlerini düşündü. Emma’ya şakayla karışık Julianla
tanıştığında âşık olabileceğini söylediğini hatırladı. Üstelik
Julian hayal ettiğinden, Emma’nın bulanık fotoğraflarıyla belli
belirsiz tasvirlerinden edindiği izlenimlerden çok daha güzeldi.
Ancak Julian’ı sevmesine rağmen ona âşık olacağını sanmıyor
du. Bunun için fazlasıyla gizemliydi.
“Bana kalırsa, ona dair pek çok şey gizli kalmış,” dedi
Cristina. “Odasının duvarındaki resmi gördün mü? Peri masa
lıyla ilgili olanı? Bence oradaki şatoya benziyor, kendini koru
mak için etrafım dikenlerle çevrelemiş. Fakat zamanla, o diken
leri kesebilirsin. Kardeşini tekrardan tanıyacağına inanıyorum.”
“Ne kadar zamanım olduğunu bilmiyorum,” dedi Mark.
“Esrarı çözmediğimiz takdirde Vahşi Av gelip beni almak iste
yecektir.”
“Gelip seni almalarını istiyor musun?” diye sordu Cristina
usulca.
Mark tek kelime etmedi, gökyüzüne bakmakla yetindi.
“Bu yüzden mi çatıya çıkıyorsun? Av geçtiği takdirde bura-
dan onları görebileceğin için mi?”
Mark uzun süre bir şey söylemedi. Ardından, “Bazen,” dedi,
“onları işittiğimi düşünüyorum. Bulutlara vuran toynaklarının
sesini duyabildiğimi.”
Cristina gülümsedi. “Konuşma biçimin hoşuma gidiyor,”
dedi. “Hep şiir gibi geliyor kulağa.”
“Bana peri halkının öğrettiği şekilde konuşuyorum.
Himayeleri altında öyle uzun yıllar geçirdim ki.” Ellerini çevi
rip dizlerine koydu. Bileklerinde tuhaf, uzun yara izleri vardı.
“Kaç sene oldu? Biliyor musun?”
Mark omuz silkti. “Zaman orada burada olduğu gibi hesap
lanmaz. Bilemiyorum.”
“Geçen seneler yüzünden belli olmuyor,” dedi Cristina alçak
sesle. “Bazen Julian kadar küçük, bazen de periler gibi görünü
yorsun. Hiç yaşlanmamış gibi.”
Mark şimdi yan gözle ona bakıyordu. “Gölge Avcılarına
benzediğimi düşünmüyor musun?”
“Öyle düşünmemi mi istersin?”
“Aileme benzemek isterim,” dedi M ark. “Blackthom’lara
özgü ten rengine sahip değilim ama olabildiğince Nefılimlere
benzeyebilirim. Julian haklıydı. Bu araştırmanın bir parçası ol
mak istiyorsam dikkat çekmemem lazım.”
Cristina, Marka dikkat çekmediği bir dünya olmadığını
söylemekten kaçındı. “İstersen bir Gölge Avcısı gibi görünmeni
sağlayabilirim. Benimle aşağıya gelirsen tabii.”
Mark padavra kaplı çatıda bir kedinin yumuşak patilerine
sahipmiş veya sessizlik mührü taşıyormuşçasına çıt çıkarmadan
ilerledi. Merdivenlere geldiklerinde kenara çekilip Cristinaya
y o l verdi. Bu hareketi bile sessizdi. Cristina yanından geçerken
ona değdiğinde teni akşam havası gibi soğuktu.
Cristina önden ilerleyerek Mark’ın odasına yürüdü. Mark
çıkarken ışıkları kapattığı için Cristina cadı ışığını açıp yatağın
yanına koydu. “Şu sandalye,” dedi, işaret ederek. “Odanın orta
sına getir ve otur. Hemen dönerim.”
Cristina odadan çıktığında Mark şaşkınlıkla arkasından bak
tı. Cristina elinde ıslak bir tarak, bir havlu ve makasla döndü.
Mark sandalyede hâlâ aynı şaşkın bakışlarla oturuyordu. Öteki
genç erkeklerin yaptığı gibi kollarıyla bacaklarını yayıp otur
muyordu Mark. Resimlerdeki krallar gibi, başındaki tacı rahat
sız edercesine dimdik fakat incelikli oturuyordu.
“Boğazımı mı keseceksin?” diye sordu Mark, Cristina havlu
ve keskin bıçakları parlayan makasla yanına gelirken.
“Saçlarım keseceğim.” Cristina havluyu Mark’ın boynuna
dolayıp arkasına geçti.
Cristina saçlarını tutup parmaklarını daldırırken Mark başı
nı onun hareketlerine uyarak arkaya eğdi. Aslında kıvırcık ol
ması gereken, fakat uzunluğuyla karışıklığından ağırlaşmış bir
saçtı.
“Kımıldama,” dedi Cristina.
“Hanımım nasıl isterse.”
Cristina tarağı M arkın saçlarından geçirdi ve uzunluğuna
dikkat ederek saçlarını kesmeye başladı. Gümüşi altın renginde
uzun yelesi kısalırken, Julian’ınkine benzeyen muhteşem kıvır
cıklar hâlinde yukarı çıkmaya başladı. Ona yakın olmak ister
gibi ensesinde toplandılar.
Cristina, Diego’nun saçlarına dokunduğunu anımsıyor
du. Parmaklarının altında gür, kara ve sert dokuluydu. Oysa
Marksın saçları m ısır püskülleri gibi incecikti. Cadı ışığın,
emerken parlayan samanları andırıyordu.
“Bana peri saraylarından bahsetsene,” dedi Cristina. “Oraya
dair bir sürü hikâye dinlem işim dir. B ir kısm ını annem anlatır
dı, bir kısmını dayım.”
“Biz pek bir şey görm edik,” dedi M ark. O an öyle normal
konuşmuştu ki. “Gvvyn’le avcılar, sarayların hiçbirine bağlı de
ğil. Gwyn hiçbir işlerine karışm az. Saraylara gidip soyluların
arasına karışmamız yalnızca cüm büşlerin yap ıldığı akşamlarda
olurdu. Ama onlar da...”
Mark öyle uzun süre sustu ki C ristin a uyuduğundan veya
fena hâlde sıkıldığından şüphelendi.
“Sarayların birine gitseydin asla u n u tm azd ın ,” dedi Mark.
“Kocaman ışıltılı mağaralar, hayali ışık larla dolu ağaçlıklar ara
sında terk edilmiş çalılıklar. Peri h alkı d ışın d a kim senin şimdiye
dek keşfedemediği yerleri var hâiâ. A yak ların ı aşındıracak dans
lar olurdu ve güzel erkeklerle kızlar vardı. Ö püşm eler şaraptan
daha değersizdi ki şarap tatlıydı, m eyvelerse daha da tatlı. Ve
sabahleyin uyandığın zaman tüm b u n lar yo k olmasına karşın
kafanda müziğin sesini hâlâ d u yab ilird in .”
“Bana kalırsa tüm bunları çok k o rkutu cu bulurdum.”
Cristina, M arkın etrafından dolanıp ö n ü n d e dikildi. Mark iki
renkli gözlerinde merak dolu bir ifadeyle ona bakınca Cristina
elinin titrediğini hissetti. Ne D iego’n u n ne kardeşi Jaime’in ne
de küçük kuzenlerinin saçlarını keserken böyle bir şey hisset
mişti. Elbette saçlarını kestiği zam an 12 yaşındaydılar. Cristina
annesinin ona öğrettiği şeyi gu ru rla gösterm ek istiyordu.
Dolayısıyla yaşınız arttığı zam an belki de iş değişiyordu. “Her
şey fazla göz alıcı ve güzel. Bir insan orada nasıl görünebilir?”
312 « a e n
Mark şaşırmışa benziyordu. “Ama sarayda çok güzel olur
dun,” dedi- “Yapraklarla çiçekleri mücevherli taçlara ve sanda
letlere çevirirlerdi senin için. Pırıl pırıl parlardın, herkes sana
tapardı. Perilerin sen sevdiği şeydir ölümlü güzellik.”
“Çünkü solup gider,” dedi Cristina.
“Evet,” dedi Mark hemfikir. “Önünde sonunda saçların be
yazlayacak, bükülecek, kuruyacaksın ve çenenden kıl çıkma ih
timali de var. Aynı zamanda siğil sıkıntısı da.” Mark, Cristina yı
öfkeyle bakarken yakaladı. “Ama buna daha çok uzun zaman
var,” diye ekledi aceleyle.
Cristina yüzünü buruşturdu. “Perilerin sevimli olması ge
rektiğini sanırdım.” M ark’ın başını dengelemek için çenesinin
313
da. Ne tişörtünün V yak asın a ne de ç ıp la k bacaklarıyla el!e.
rine.
“Ç ok güzel,” dedi M ark n ih ayet.
“Saç kesiminden m i bahsediyorsun?” diye sordu Cristina.
Alaylı bir tavırla konuşm aya çalışm ıştı fakat cüm lesinin ortasında
sesi titredi. Belki de zararsız gö rü n m esin e karşın kendisine tama
men yabancı olan birine böylesi y ak ın d a n bir teklifte bulunma
malıydı. Herhangi bir am acı olm asa b ile... Ö yle değil mi?
“H ayır,” dedi M ark hafifçe so lu yarak . C ristin a, Mark’ın sı
cak nefesini boynunda h issetti. M a rk elin i C ristina’nın eline
koydu. Eli sert ve n asırlıyd ı, av u cu n d a y a ra izi vardı. Yüreği hop
etmişti ki M ark’ın yatak odası k ap ısı açıld ı.
Ty ve Livvy kapı eşiğ in d e g ö rü n d ü ğ ü n d e C ristin a yerinden
fırlayacak gibi oldu. L ivvy’n in e lin d e telefo n u vardı ve gözleri
kocaman açılm ış, en d işeyle b a k ıy o rd u . “E m m a,” dedi telefo
nu kaldırıp. “911 yazm ış. H em en g id ip o n larla buluşmamız
A R T IK Ç O K D A H A G Ü Ç L Ü
319
ellerini Julian’m çıplak tenine koydu. Tekrar paniklemeye ba$.
lamıştı. Julianın derisi d e sıcaktı. Ateşi varm ış gibi sıcak.
“Yalan söylüyorsun,” d ed i Em m a. “Jules. Bu kadar yeter.
Yardım isteyeceğim...”
Julianın üstünden kalkacak oldu, fakat Ju lia n ın eli birden
bire kalkarak Emmanın beline d olandı. “E m ,” dedi Julian,
“Emma, bana bak.”
Emma, Julianın dediğini yaptı. Y anağında biraz kan vardı ve
terlemiş siyah saçları bukle bukle aşağı in iyo rd u . Öte yandan,
her zaman göründüğü gibiydi, her zam an ki Ju les’dü. Sol elini
böğrüne bastırmıştı ama sağ eli y u k arı çık m ıştı ve parmakları
Emma’nın ensesini sarıyordu. “Em ,” d edi tekrardan. Loş ışıkta
kocaman açılmış gözleri lacivert g ö rü n ü yo rd u . “Geçen akşam
Mark’ı öptün mü?”
“Ne?” Emma öylece bakıyordu. “Pekâlâ, kesinlikle çok fazla
kan kaybettin.”
Julian, Emmanın altında hafifçe k ım ıld a d ı. Ellerini oldu
ğu yerden ayırmamış, nazikçe tutuyo r, E m m a n ın ensesindeki
ince tüyleri kaşındırıyordu. “O na nasıl b a k tığ ın ı gördüm ,” dedi
Julian. “Poseidons’tayken.”
“Mark’ın iyiliği için endişeleniyorsan yap m a. Berbat hâlde.
Bunu biliyorum. Daha fazla kafasını k a rıştırm ay a gerek yok.”
“Demek istediğim o değildi. M a rk iç in endişelenmiyor
dum.” Julian gözlerini kapadı, iç in d en b ir şeyler geçirir gibiydi.
Gözlerini tekrar açtığında gözbebekleri irisin in içine çizilmiş
kocaman siyah halkaları andırıyordu. “B elk i de öyle olmalı.
Ama öyle değildi.”
Sahiden hayal mi görüyordu acaba, d iye geçirdi aklından
Emma panik içinde. Abuk su b u k k o n u şm ak , saçmalamak
Julian’a göre değildi. “Sessiz K ardeşleri aram am lazım,” dedi
Emma. “Benden sonsuza dek nefret etm en ya da soruşturma
nın s o n a ermesi u m u ru m d a b ile...”
“Lütfen,” dedi Ju lian , um utsuz bir sesle. “Sadece... Bir kez
daha deneyelim.”
“Bir kez daha m ı?” d iye tekrarladı Emma.
“Bunu sen halledeceksin. B eni sen iyileştireceksin, çünkü biz
parabataı yiz. Sonsuza dek. B u nu sana bir kez söylem iştim , ha
tırlıyor musun?”
Emma eli telefonda, b itkin ce başını salladı.
“Veparabataı nin y ap tığ ı m ü h rü n gücü özeldir. O ok başında
her ne varsa iyileştirm e b ü yü sü n ü engelliyor, yin e de sen bunu
başarabilirsin Em m a. B eni iyileştireb ilirsin . Biz parabataı yiz ve
bu, birlikte yap ab ileceğim iz şeylerin ... sıra dışı olabileceği anla
mına geliyor.”
Emma’nın ko tu kan o lm u ştu . E lleriyle bluzunun üstün
de de kan vardı ve Ju lia n ’ın k an am ası devam ediyordu. Yarası
hâlâ açıktı, etrafın ı saran y u m u şa k d eriyle zıt bir yarığı an dı
rıyordu.
“Dene,” dedi Ju les, b o ğu k b ir fısıltıyla. “Benim için, dener
misin?”
Julian bu so ruyu so rarken sesi yükselm iş, Emma bu seste
Julian’ın çocuklu ğu ndaki sesi d u ym u ştu . D aha ufak, daha za
yıf, daha genç o ld u ğu , A lican te ’d eki B ü yü k Saray’da babası kı
nından çıkardığı b ıçağ ıyla on a do ğru yaklaşırken kardeşlerinin
önünde dim dik d u rd u ğ u zam an ı h atırlam ıştı.
Ve o anda Ju lia n ’ın y ap tığ ı şeyi an ım sadı. O nu korum ak,
hepsini korum ak iç in y ap tığ ı şeyi, çü n kü onları korum ak için
her zaman her şeyi yap ard ı.
r
322
tuşup konuşarak uyum aları, birlikte uyanm aları. Bir zamanlar
karanlıkta kalmış çocuklardı, oysa şim di başka bir şeye dönüş
müşlerdi. Başka bir şeydi bu, candan ve güçlü, ancak mührü
bitirip de stel ellerinden düştüğü zam an ucuna dokunabildiği
bir şeydi bu.
“Ah,” dedi Em m a yu m u şak b ir tavırla. M ühür hafif bir ışıkla
içeriden aydınlanm ışa benziyordu. Ju lian nefes nefeseydi. Karın
kasları hızlı hızlı in ip kalkıyo rd u fakat kanam ası durmuştu.
Yara kapanıyor, bir zarf gibi içine çekiliyordu. “C anın... Canın
acıyor mu?”
Julian’ın yüzüne bir gülüm sem e yayılıyo rdu. Eli Em m anın
kalçasında, sım sıkı tu tu yo rd u . U nutm uş olm alıydı. “Hayır,”
dedi. Sesi bir kilisede kon uşuyorm uş gibi kısıktı. “Başardın, iyi
leştirdin.” Emma y a b ir m ucizeym iş gibi bakıyordu. “Emma,
Tanrım, Emma.”
Emma içindeki g e rg in lik geçerken Ju lian ın om zuna asıldı.
Julian kollarını v ü cu d u n a do larken başını öylece bırakıverdi.
“Bir şey yok.” Ju lia n ellerin i belin e doğru indirdi. Emma’nın
titrediğini fark etm işti. “H er şey yo lu n d a, ben iyiyim .”
“Jules,” diye fısıld ad ı E m m a. J u lia n ın yüzü yüzüne yakındı.
Elmacık kem iklerinde, kan lekelerin in altın dan silik çillerini
görebiliyordu. V ü cu d u n u h issedeb iliyo rdu. Göğüs kafesin
de hızlı hızlı atan k a lb in i, ir a tz e n in gücüyle alev almışçasına
teninin sıcaklığını. E m m a’n ın d a kalb i güm güm çarpıyordu.
Ellerini Julian ın o m zu n a gö tü rd ü .
Arabanın ön kapısı b ird en b ire açıld ı, içerisi ışıkla dolunca
Emma, Julian dan uzaklaşıverdi. L ivvy ön koltuğa bindi.
Livvy’nin sağ elin d e b ir cad ı ışığı vardı ve dağın ık ışınları
Toyota nın arka k o ltu ğ u n d a k i tu h a f m anzarayı aydınlatıyordu.
323
r
324
“Neler?..” Emma stelini tutup onların peşinden arabadan
indi.
Otoparkın asfaltında dikilen iki kişi daha vardı. Cristina ve
Ty. Bir motosikletin ışığı onları aydınlatıyordu. Aslına bakılırsa,
motosikletin her y an ı parlıyordu. M ark’ ınki değildi bu. Siyahtı,
şasinin üstünde boynuz desenleri vardı.
“Jules?” Julian, M ark’ın elinden kurtulurken Ty korkudan
bembeyaz görünüyordu. Ju lian tişörtünden kalan parçaları çe
kiştirip çıkardı.
Julian, kardeşine dönerken C ristin a aceleyle Emma’nın ya
nına geldi. “Ty, her şey y o lu n d a,” dedi Ju lian . “Ben iyiyim .”
“Ama kan revan için d esin ,” dedi Ty. D oğrudan Julian’a bak
mamasına karşın, E m m a kafasında hatıraların canlanıp canlan
madığını düşündü. K aran lık Savaş’ı, etrafındaki kanları, ölenle
ri hatırlıyor m uydu acaba? “İnsanlar bu kadar kan kaybettikten
sonra ancak...”
“Kan takviye m ü h ü rleri yap arız,” dedi Ju lian . “U nutm a Ty,
bizler Gölge Avcısı’yız. Pek çok şeyin üstesinden gelebiliriz.”
“Sen de kan içindesin,” d iye m ırıld an d ı C ristina, Emma’ya.
Ceketini çıkardı ve E m m an ın om uzlarına koyup fermuarını çe
kerek kanlı bluzunu sardı. P arm aklarını E m m an ın saçlarına dal
dırdı. Endişeli görünüyordu. “Y aralanm adığına em in m isin?”
“Üstümdeki Ju lia n ’ın k a n ı,” d iye fısıldadı Em m a. Bunun üze
rine Cristina bir şey m ırıld a n arak E m m a’ya sarıldı. Emma nın
sırtını sıvazladı. E m m a o n a var g ü cü yle sarıldı ve bir karar aldı.
Birisi Cristina’n ın can ın ı y ak m ay a çalışırsa onun posasını çıka
racak, kalan parçalardan güzel k aleler yapacaktı.
Livvy, Ty’ın y a n ın a geçm iş, e lin i tutuyor, kanın sadece kan
olduğunu, Ju lian ’ın zarar g ö rm ed iğ in i, her şeyin yolunda ol-
duğunu fısıldıyordu. Ty hızlı hızlı soluklanıyor, Livvy’nin elinj
tutan eli bir açılıp bir kapanıyordu.
“Al.” Mark mavi tişörtünü çıkardı. A ltın a gri renkte başka
bir tişört daha giymişti. Juiian göz lerin i kırpıştırarak ona baktı,
“Usturuplu kıyafetler.” Tişörtü kardeşine uzattı.
“Neden tişörtünün altına bir tişört dah a giyiyorsun?” diye
sordu Livvy. Bir an dikkati dağılm ıştı.
“Biri çalınırsa diye,” dedi M ark, san ki bu çok normal bir
şeymiş gibi. Herkes durup ona bakıyordu. Parçalanm ış tişörtü
nü çıkarmış, Mark’ınkini giym iş Ju iia n da.
“Teşekkürler,” dedi Juiian, M ark ’ın tişö rtü n ü beline çeker
ken. Eski tişörtünün parçalarını bir çöp kutusunun üstüne
firlattı. Mark hâlinden m em nun gö rü n ü yo rd u . Emma geç de
olsa onun daha farklı göründüğünü fark etm işti. Saçları artık
omuzlarından dökülmüyordu, y a rıy a k ad ar kesilm işti. Belki
daha da kısaydı, kulaklarının etrafında b u k leler hâlindeydi. Bu
hâliyle daha genç ve modern, kotu ve çizm eleri içinde ise daha
az uyumsuz görünüyordu.
Daha çok bir Gölge Avcısı gibi.
Mark, Emma ya baktı. Emma gö zlerin de h â lâ rüzgârı, yıldız
ları, bulutların sarmaladığı engin alan ları görebiliyordu. Gölge
Avcısı’na dönüşümü ne kadar d e rin lik liy d i m erak ediyordu. Ne
kadar sürecekti.
Elini başına götürdü. “Başım dön üyor.”
“Yemek yemen gerek.” K onuşan L ivvy’y d i, elini tuttu.
“Hepimiz öyle. Bu akşam kimse b ir şey y e m e d i ve Jules, yemek
yapman yasak. Hadi, Canter’s’a g id elim b iraz yem ek alalım ve
sonra ne yapacağımıza karar verelim .”
*
Canter’s’ın içindeki her şey sarıydı. Duvarlar sarı, çardaklar sarı
ve yiyeceklerin çoğu sarı tonlarıydı. Emma’ nın bir sıkıntısı yoktu
gerçi. Dört yaşından beri ailesiyle birlikte damla çikolatalı krep
ve challah ekmeğinden yapılmış Fransız tostu yemeye gelirdi
Canters’a.
Hep birlikte köşedeki b ir çardağa doluştular. Birkaç dakika
boyunca her şey sıradandı. G ri saçlı, uzun boylu olan garson kız
kalın menüyü önlerine b ırak tı. Livvy ve Ty menülerden birini
paylaştı. Cristina fısıld ayarak E m m a y a matzo breı ın ne oldu
ğunu sordu. Ç ardağa sıkış tepiş sığışm ışlardı ve Emma kendini
Julian la dip dibe b u lm u ştu . O n a değen teni hâlâ sıcaktı, sanki
iratze sisteminden henüz gitm em işti.
Emma nın teni de fazlasıyla hassaslaşm ış gibiydi. Biri ona
dokunsa sıçrayacak, b ağıracak g ib i hissediyordu. Garson kız
siparişleri alm aya g eld iğin d e sahiden de bağırası geldi. Julian
onun için waffle ve sıcak çik o lata ısm arlayana, m enüyü aceleyle
verip de endişe için de on a b ak an a d ek öylece durdu.
S-E-N î- Y-İ M -î-S -î-N ? yazd ı Ju lia n , Emma’nın sırtına.
Emma on aylam ak iç in b aşın ı sallayıp plastik bardaktaki
buzlu suya uzandı. B u sırad a M a rk b ir tabak çilek ısmarlamış,
garsona gülüm süyordu.
Yaka kartında JE A N yazan garson kız gözlerini kırpıştırdı.
“Menüde çileğim iz y o k .”
“Ama m enünüzde ç ile k li şeyler var,” dedi M ark. “Üstelik
tabaklarda çilekli şeylerin ta şın d ığ ın ı d a gördüm . D olayısıyla
çilekler şüphesiz b ir tab ağa k o n u p ban a getirileb ilir.”
Jean boş boş baktı.
“Haklı,” dedi Ty. “Pek çok yiyecekte çilekler malzeme olarak
kullanılıyor. H erhalde onları diğer m alzem elerden ayırabilirsiniz.”
327
“Bir tabak çilek,” diye tekrar e tti Je a n .
“Kâsede alayım ,” dedi M ark , m u zaffer b ir gülümsemeyle
“Tamamen kendi ira d em le y i y e c e ğ i m i s e ç m e y e li seneler oldu
güzel kız ve tek isted iğim b ir kâse çilek .”
Jean serseme dönm üştü. “P ek âlâ,” d e d i ve m en ülerle birlikte
yanlarından ayrıldı.
“Mark,” dedi Julian. “B una g erek var m ıy d ı? ”
“Neye gerek var m ıydı?”
“Orta Çağ’dan kalm a peri şiirle ri g ib i k o n u şm a n a gerek yok
tu,” dedi Julian. “Bazen gayet n o rm al k o n u şu y o rsu n . Belki de
dikkat çekmemeye çalışm ak ü zerin e k o n u ş sa k iy i olacak.”
“Elimde değil,” dedi M ark h afifçe g ü lü m se y e re k . “Şu fani
lerde öyle bir şey var k i...”
“Daha ziyade normal bir in san g ib i d a v ra n m a n gerek,” dedi
Jules. “İnsanların arasındayız.”
“Normal davranmasına g erek y o k ,” d e d i T y sertçe.
“Buraya gelirken ankesörlü te le fo n a ç a rp ıp a ffedersin iz hanı
mefendi, dedi,” dedi Julian .
“Özür dilemek nazik b ir h a re k e ttir,” d e d i M a rk , aynı hafif
gülümsemeyle.
“Cansız nesnelerden özür d ile m e k d e ğ il.”
“Tamam, bu kadar yeter,” d e d i E m m a. O n la ra A vânın ce
sediyle çatıdaki gizemli kişi d e d â h il, S ta n le y W ells’in evinde
olanları hızlıca anlattı.
“Demek kadın ölm üştü a m a d iğ e r c in a y e tle rin hiçbirine
benzemiyordu?” diye sordu L iv v y k a ş la r ın ı ç a ta ra k . “Öteki ci
nayetlerle bağlantısız gibi g ö rü n ü y o r. H iç b ir işaret yok, ceset
kadının kendi evinin havuzuna a tılm ış , b ü y ü lü çizgilerden bi
rine değil...” Mek
-328-
“Ya çatıdaki adam ?” dedi C ristin a. “Sizce katil o mu?”
“Sanmam,” dedi Em m a. “Elinde bir arbalet vardı ve cinayet
lerin hiçbirisi arbaletle işlenm em iş. A m a Jules’ü yaraladı, yani
peşine düşüp bulduğum uz zam an onu kıtır kıtır doğrayıp ba
lıklanma yem edeceğim .”
“Senin balığın y o k ki,” dedi Ju lian .
“Eh, o zaman b irkaç tane alacağım ,” dedi Emma. “Japon
balığı alıp insan etin in tad ın a varana dek onları kanla besleye
ceğim.”
“Çok iğrençsin,” d edi Livvy. “B unun anlam ı W ells’in evine
dönüp arama yap m am ız gerektiği m i?”
“Önce çatıyı kon trol ettik ten sonra evet,” dedi Emma.
“Yapamayız,” dedi Ty. T elefonunu kaldırdı. “H aberlere ba
kıyordum. Birisi cesedi polise b ild irm iş. Fani polisler her tarafı
kuşatmıştır. En az b irkaç gü n b o yu n ca oranın yan ın a bile yak
laşanlayız.”
Emma bıkkınca ofladı. “P ekâlâ,” dedi. “En azından elimizde
bu var.” Elini arkaya u zatıp Ava’n ın çantasın ı çıkardı. Cüzdanı
baş aşağı çevirip iç in d ek ile ri m asaya döktü. Eşyalar şıngırtıyla
düştü. Cüzdan, m akyaj çan tası, d u d ak m erhem i, ayna, saç fır
çası, düz, altın rengi, p a rla k b ir şey.
“Telefon yok,” d ed i Ty. K aşların ın arasın d a sinirden ince bir
çizgi oluştu. E m m a o n u su çlayam azd ı. Telefon olsaydı pek çok
işi halledebilirdi. N e y a z ık k i W ells’in havuzunun d ibini boyla-
mıştı.
“Bu da ne?” L ivvy kare b içim in d e p arlak eşyayı eline aldı.
Üstü boştu.
“Bilmem.” E m m a cüzd an ı a lıp iç in i in celedi. Kredi kartları,
sürücü belgesi, y ak laşık 11 d o ları g ö rü n ce m idesi bulandı. D elil
329 <
toplamak bir şeydi, para alm ak başka b ir şey. B unu Ava’ya gerj
verme ihtim alleri de yo ktu gerçi.
“Fotoğraf falan yok m u ?” d iy e so rd u J u lia n , Em m a’nm om
zunun üstünden cüzdana bakıp.
“Filmler dışında in san ların c ü z d a n la rın d a fo to ğraf taşıdığını
sanmıyorum,” dedi Em m a. “H ele iP h o n e ’la r çıktığın d an beri.”
“Filmlerden b ah setm işken ...” L iv v y k a şla rın ı çatıp bir an
T ya baktı. Ara ara bunu y a p a rd ı. “B u şe y A ltın B ile t’e benziyor.
Hani Charlien in Çikolata F abrik ası nd^k i g ib i.” Parlak lamine
kağıt parçasını salladı.
“Ver de bir b akayım .” C ris tin a e lin i u z a ttı. L ivvy kartı ona
verirken garson kız yem ek lerle b irlik te y a n la r ın a geldi. Ty için
ızgara peynir, C ristina’ya h in d ili sa n d v iç , J u lia n iç in jambonlu,
m arullu, dom atesli sandviç, E m m a ve L i w y ’y e waffle, Marka
ise çilek tabağı.
Cristina stelini çıkarıp m ır ıld a n a r a k a ltın re n g i kâğıdın kö il
şeşini çizmeye başladı. M u tlu g ö rü n e n M a r k m asad aki akçaa-
ğaç şurubu şişesini alıp ç ile k le rin in ü s tü n e d ö k tü . Çileklerden
birini alıp sapıyla b irlik te a ğ z ın a a ttı. J u lia n g ö z le rin i ona dikti.
“Ne?” dedi M ark. “G ayet n o rm a l b ir y iy e c e k .”
“O na ne şüphe,” dedi J u lia n . “T a b ii b ir sin ek k u şu ysan .” Ç .
M ark bir kaşını h avaya d ik ti.
“Bakın,” dedi C ristin a ve a ltın re n g i k â ğ ıd ı m asa n ın ortasına
doğru itti. K âğıdın üstü a rtık boş d e ğ ild i. Y an ard ö n e r ışıklarıyla
bir binanın fotoğrafı ve y a n ın d a b ü y ü k h a rfle rle yazılm ış bir
yazı vardı.
G A R D İYAN IN T A K İP Ç İL E R İ
SÎZLERİ PİYANGOYA D A V E T E D İY O R U Z
Bu A Y I N G Ö S T E R İS İ: 1 1 A Ğ U S T O S, AKŞAM 7,
GECE YARISI TİYATROSU
333
i
334
“Muhteşemsin” dedi kız. “Sahte eif kulakların bile harika.
Marulu boş ver, istersen...”
“Pekâlâ, demek istediğin şeyi yeterince anlattın.” julian
Markı -Mark o sırada neşeyle küçük bir havuç yiyordu- bile
ğinden tutup kapıya doğru çekmeye çalıştı. “Kusura bakmayın
kızlar,” dedi, hep bir ağızdan itirazlar yükselirken.
Pembe saçlı kız ayağa kalktı. “Burada kalmak istiyorsa kala
bilir,” dedi. “Hem sen de kimsin?”
“Kardeşiyim,” dedi Julian.
“Tanrım, siz ik in iz h iç benzem iyorsunuz,” dedi kız,
Emmânın tüylerini d ik en d ik en eden bir tavırla. M ark’a muh
teşem demişti.
Julian da bir o kadar m uh teşem di, sadece biraz daha sakin,
daha az gösterişliydi. M ark ’ın keskin elm acık kem ikleriyle pe
rilere özgü albenisi y o k tu am a ışıldayan gözleri ve güzelim du
daklarıyla...
Kendine şaşırm ıştı. N e so ru n u vardı sahiden? D üşüncelerinde
ne gibi bir sorun vardı?
Livvy b ıkkın lık için d e b ir ses çıkard ı, paldır küldür ilerle
di ve Mark’ı tişörtün den tu ttu . “O n u istem ezsin,” dedi pembe
saçlı kıza. “Frengisi var.”
Kız öylece b akakald ı. “Frengi m i?”
“Amerika’daki in san ların yüzde beşi frengili,” dedi Ty yardım
etmek için.
“Frengim falan y o k ,” d ed i M a rk sinirle. “Peri diyarında cin
sel yolla bulaşan h astalık ların h içb iri y o k tu r!”
Fani kızlar an ın d a susuverdi.
“Kusura b ak m ayın ,” d edi Ju les. “F renginin nasıl bir hastalık
olduğunu bilirsiniz, in san ın b eyn in i m ahveder.” M asadaki kız-
}
336
antrenman salonunda Ty’la konuşmasını anımsadı. Artık ikimi
zin de eli yaralı.
“B e lk i de kuralların pek çoğu saçmadır,” dedi Julian ve bunu
-337 <=
“Kühcylanı getireyim ,” d ed i M ark. “Uçmak istediğimi kj$.
sediyorum.”
“Hız limitini aşmadan g id in I” d iy e seslen d i Julian, Markbi-
nanın kenarından kaybolunca.
“Gökyüzünden bahsediyoruz, Ju lia n ,” d ed i Emma. “Orada
hız limiti yoktur."
“B iliy o r u m d e d i Julian ve gülüm sedi. Emma’nın sevdiği
gülüm sem eydi bu. Yalnızca on a a yrılm ış, hayatın genelde cid
diyete zorlamasına rağmen J u lia n ın özünde ciddi biri olmadı
ğım söyleyen gü lü m sem eyd i. E m m a birdenbire ona sarılmak
veya omzuna dokunmak istedi. Ö y le istiyo rdu ki bunu ellerini
aşağıda tutmaya zorlayıp b irb irin e ken etled i. Parmaklarına bak
tı. Her nedense, onları içindeki h isleri zapt edecek bir kafes gibi
birbirine dolamıştı.
341 ■<
Soğuk Barışa inanmıyordu, hiçbir zaman inanmamıştı, fa„
kat Mark’ın acıları bu inançlarını sarsmıştı. Belki de periler sa
hiden bu kadar zalimdi. Belki de içlerinde hiçbir iyilik, hiçbir
onur yoktu. Şayet durum buysa, Mark’ı orada, onlardan biri-
siyle nasıl bırakırdı?
Cristina geri dönüp kapıyı açtı ve olduğu yerde donakaldı.
Mark’ı bulması biraz zaman aldı. Bulduğunda ise, Markla
Kieran aydınlanmış bir ekrandaki görüntüler misali üstüne at
lamış gibi oldu. Arsanın köşesinde, ay ışığı altında duruyorlar
dı. Mark’ın sırtı meşe ağaçlarından birine yaslanmıştı. Kieran
üstüne eğilmiş, onu ağaca yapıştırmıştı ve öpüşüyorlardı.
Cristina bir an tereddüt etti. Yüzüne kan doldu. Ancak
Kieran’ın Marka isteği dışında dokunmadığı açıktı. Markın el
leri Kieran ın saçlarına dolanmıştı ve onu açlıktan ölüyormuşça-
sına tutkuyla öpüyordu. Bedenleri birbirine sımsıkı yapışmıştı.
Bununla birlikte, Kieran, M arkın belini tutmuş, elleri Mark’ı
daha fazla çekebilirmiş gibi durmadan, çılgınca hareket ediyor
du. Yukarıya kaydılar. Kieran, M arkın ceketini omuzlarından
çekmiş, yakasının kenarından tenini okşuyordu. Boğazından
yas çığlığına benzer alçak, inler gibi bir ses yükseldi. Ve birbir
lerinden ayrıldılar.
Kieran gözlerini Marka dikmişti. Bakışlarında arzunun yanı
sıra çaresizlik de vardı. Cristina o zamana dek Kieran ın görün
düğü kadar insana benzeyen bir peri görmemişti. Mark da ay
ışığında parıldayan, kocaman açtığı gözleriyle ona bakıyordu.
Karşılıklı bir aşk, özlem ve korkunç bir üzüntüyü anlatıyordu bu
bakış. Bu kadarını kaldıramazdı. Zaten her şey fazla geliyordu.
Cristina onları izlememesi gerektiğinin farkındaydı ama kendine
engel olamamıştı. Şok ve cazibe onu olduğu yere mıhlamıştı.
Ve arzu. Arzu da vardı işin içinde. Ya Mark’a ya da ikisine
duyduğu arzu veya birini böylesi arzulama isteğinden kaynak
lanıyordu, emin değildi. Kalbi hızla atarken geri çekildi. Tam
kapıyı arkasından kapatacaktı ki...
Bir araba köşeden dönüp de otoparka girince her taraf bir
stadyum gibi aydınlandı. Pencerelerden müzik sesi yükseliyor
du. Cristina, Emmayla Julian’ın seslerini duyabiliyordu.
Cristina’nın bakışları Mark ve Kieran’a döndü. Ancak
Kieran ortadan kaybolmuş, karanlıklar arasına karışmıştı. Mark
eğilmiş ceketini alırken Emma ve diğerleri arabadan indi.
Cristina kapıyı kapattı. Yine de Emma’nın Mark’a onun ne
rede olduğunu sorduğunu, Mark’ ın da içeri girdiğini söyledi
ğini duymuştu. Mark’ın sesi hiçbir şey olmamışçasına normal,
sakin geliyordu.
Oysa çok şey olmuştu.
Cristina, Mark gözlerinin içine bakıp da Vahşi Av’da ayna
yerine var olanlarla yetindiğini söylediği zaman, yıllardır kimin
gözlerine baktığını düşünmüştü.
Artık biliyordu işte.
343
1
345-os
Her gece uykuya dalmadan önce yaş sırasına göre kardeşlerinin
isimlerini sayardı. Bu isimlerin her biri dem ir atar gibi onu dün
yaya bağlı tutardı. Hayatta kalmasını sağlardı.
Helen. Julian. Tiberius. Livia. Drusilla. Octavian.
Derken günler aylan kovaladı. Zaman fa n i dünyadaki gibi
akmıyordu. Mark günleri saymayı bırakmıştı. Bunları kaydet
menin hiçbir yolu yoktu ve Gıvyn bu tür şeylerden nefret ederdi.
Dolayısıyla, Kieran geldiğinde ne kadar zamandır Avla birlikte
olduğuna dair hiçbirfikri yoktu.
Yeni bir avcı aldıklannı biliyordu. Dedikodu hızlı yayılırdı
ve üstelik Gıvyn en yenileri aynı mekânda avcıya dönüştürürdü.
Unseelie Sarayının girişinin yakınında bir mağarada. Burada,
duvarlar zümrüt yeşili gür yosunlarla kaplıydı ve kayalıklar ara
sında küçük bir gölcük geçerdi.
Oraya geldiklerinde buldular onu. Gıvyn in keşfetmesi için ora
ya bırakılmıştı. Mark ilk başta sadece siyah saçlarla ince bir be
denden oluşan bir oğlanın hatlarını görebildi. El ve ayak bilekle
rine bağlanmış zincirler vücudunu tu h a f bir pozisyona sokmuştu.*
3 47
1
s^=>348
çiçeklerinin açtığı saklı vadileri. Şelalelerin sulan içinden, kuleler
pbi yükselen bulutların arasından geçiyorlardı. Ve Mark mutlu
olmasa bile, yalnızlığın işkencesini çekmiyordu artık.
Geceleri Kieranın her zaman sıcak olan, kalınca örülmüş yün
battaniyesi altında kıvrılıp yatıyorlardı. Bir gece bir tepe başında,
kuzeye bakan yem yeşil bir yerd e durdular. Taş yığınları bir anıt
misali tepeyi süslüyordu. Binlerce y ıl öncesinde fa n iler tarafindan
yapılmış bir şeydi bu. Mark bunun kenarından aşağı eğilip uzak
taki, karanlık denizin güm üş renklerle aydınlattığı yeşil kırlara
baktı. Deniz, diye düşündü, her yerd e aynı, hâlâ evi bildiği yerin
kıyılarına vuran aynı deniz.
“Yaraların iyileşmiş, ”dedi Kieran, ince uzun parmaklarından bi
riyle Markın tişörtünden teninin göründüğü bir yırtığa dokunarak.
“Yine de çirkin görünüyorlar, ” d ed i Mark, ilk yıldızların belir
mesini bekliyordu, böylece onlara ailesindeki adları verebilecekti.
Kieranın yanm a yaklaştığını ancak onu karşısında görünce fark
etti. Yüzü alaca karanlıkta görk em le parıldıyordu.
“Hiçbir şeyin çirkin değil, ” ded i Kieran. Onu öpmek için so
kuldu. Mark bir anlık şaşkınlığın ardından başını yukarı kaldırıp
Kieranın dudaklarını karşıladı.
Birisi onu ilk kez öpüyordu ve Mark bunu yapanın bir erkek
olacağını hiç tahmin etmezdi. Yine d e bu kişi Kieran olduğu için
mutluydu. Birini öpm enin aynı anda hem acı hem de zevk verici
olduğunu bilemezdi. A ylardır K ieranın saçlarına dokunmak iste
mişti ve şimdi bunu yapıyor, parm aklarını saç tutamlarının ara
sına daldırıyordu. K ieran ın saçları siyahtan altın sarısı lekelerle
maviye dönüyordu. Teninde alevlerin verdiği hissi uyandırıyordu.
Ogece battaniyenin altında sarılarak ya ttılar fak at çok az uyu
dular. Mark ailesindekilerin isim lerini yıldızlara verm eyi unut-
349
muştu. O akşam ve onu izleyen pek çok akşam da unutacaktı. Ç0h
geçmeden kolunu Kieranin bedenine veya mavi-beyaz buklelerine
dolamış hâlde uyanacaktı.
öpüşlerin ve aşk sanatının insana bir şeyleri unutturabile-
ceğini öğrendi. Ve Kieran la birlikte oldukça, başkasıyla değilde
onunla, hep onunla olmak istediğini anladı. Başbaşa kalacakları,
kimseler duymasın diyefisıldaşacakları zamanlar için yaşıyordu ki
bunlargenelde geceleriydi. “Bana Seelie Sarayını anlat, ”diyecekti
Mark ve Kieran esrarengiz sarayın ve ona hükmeden solgun kra
lın, babasının hikâyelerini anlatacaktı. “Bana Nefilimlerianlat”
diyecekti Kieran ve Mark, Melekten, Karanlık Savaştan ve başım
gelenlerden, kardeşlerinden bahsedecekti.
“Benden nefret etmiyorsun ya ?” dedi Mark, Alp çayırlarında
bir yerlerde Kieranin kolları arasında uzanırken. Kieran başını
çevirirken bakımsız san saçları onun omzuna değdi. “Nefilim ol
duğum için? Diğerleri nefret ediyor. ”
“Artık bir Nefilim olmak zorunda değilsin. Vahşi Avın birpar
çası olmayı da seçebilirsin. Doğanın p eri tarafını kucakla. ”
Mark başını salladı. “Gölge Avcısı olduğum u söylediğim için
beni dövdüklerinde bundan daha da em in oldum. Söyleyemesem
dahi ne olduğumu biliyorum. ”
“Sadece bana söyleyebilirsin, ” dedi Kieran, uzun parmaklarım
Markın yanağında gezdirirken. “Burada, aramızdaki bu alanda.
Burası güvenli. ”
Bunun üzerine Mark sevgilisine ve tek dostuna daha da soku
lup aralarındaki o alana, soğuk bedeninin Kieranin sıcak bede
niyle buluştuğu o yere doğru fısıldadı: “Ben bir Gölge Avcısıyım.
Ben bir Gölge Avcısıyım. Ben bir Gölge Avcısı yım . ”
13
BAŞKA BİR DÜŞÜNCE
OLMAKSIZIN
>353
1
o e >354
Oysa Emmanınkiler savaşlardan, antrenmanlardan mahvol
muştu.
“Neden kendini sorguluyorsun Emma? Julian yaralandığı ve
bu seni korkuttuğu için mi? Seninle tanıştığımdan beri ilk kez
riskaldığın için mi? Bu senin bir parçan. Julian da bunu biliyor.
Bilmekle kalmıyor, aynı zamanda bu hoşuna da gidiyor.”
“Öyle mi? Bana her zaman risk almamam gerektiğini söyler.”
“Çünkü buna mecbur,” dedi Cristina. “Bir bütünün iki
parçasısınız siz. Işıkla gölge gibi farklı olmak zorundasınız. O
atılganlığını dengelemen için seni uyarıyor, sense onun dikka
tini dengelemesi için ona atılganlık aşılıyorsun. Bir arada ol
masaydınız bu kadar iyi hareket edemezdiniz. Parabatai de bu
demek zaten.” Emma nın nemli saçlarının uçlarını hafifçe çekti.
“Canını sıkanın Cameron olduğunu sanmıyorum. Bu yalnızca
kendini suçlaman için bir bahane. Bence canını sıkan Julian ın
yaralanması.”
“Olabilir,” dedi Emma gergince.
“İyi olduğuna emin misin?” Cristina’nın koyu kahverengi
gözlerinde endişeli bir bakış vardı.
“İyiyim.” Emma yastıklara yaslandı. Ucuz California yas
tıkları almıştı. Kimisi kartpostallara benziyordu, kimisi ise
eyaletin şeklindeydi ya da üstünde CALI’Yİ SEVİYORUM
gülümsedi.
sa 357
du aklından. Karanlık Savaş sona erdiğinden beri Tavvy’nin jyj
yemesini ve uyumasını sağlam ak için epey mücadele vermişti.
Tavvy kollarında, Alicante sokakları boyunca koşturduğunu,
kırılmış taş döşemelerine takılıp sendelediğini, küçük kardeşi
etrafında akan kanlan , ölenleri görm esin diye yüzünü omzuna
gömük tutmaya çalıştığını hatırlıyordu. Tavvy olanları görme
den her şeyin üstesinden geldikleri takdirde işlerin yoluna gire
ceğini düşünüyordu. H içbir şey h atırlam ayacaktı Tavvy. Hiçbir
şey bilmeyecekti.
Her şeye rağmen, Tavvy her hafta kâbuslarla, titreyerek,
terleyerek, ağlayarak uyanıyordu. Ve her seferinde, küçük kar
deşini hiçbir şeyden k o ru yam ad ığın ı an layan Julian’ın tüyleri
ürperiyordu.
Julian orada kollarını Tavvy’ye dolam ış otururken kardeşi
nin solukları düzene girdi. O raya yatm ak , kardeşini sarıp uyu
mak istiyordu. D inlenm eye öyle ih tiyacı vardı ki, bitkinlik onu
aşağı çekiyor, bir dalga gibi k en d isiyle b irlik te sürüklüyordu.
Ancak uyuyam ıyordu. B edeni yorgun , huzursuzdu.
Vücuduna giren ok ona b ü yü k acı verm iş, oku çıkarmak daha
da beter etmişti. A nlık saf ve hayvansı b ir panikle derisinin yır
tıldığını hissetmiş, öleceğine k esin lik le inanm ıştı. Peki, onlara
ne olacaktı, livvyvetyvedru sillavetavvyvem ark ne yapacaktı?
Derken, Emma’nın sesini işitm iş, ellerin i üstünde hissetmiş
ve yaşayacağını anlam ıştı. Ş im d i, k en d in e baktığında, kabur
galarındaki izler tam am en silin m işti. Eh, b ir şey vardı, esmer
leşmiş teninin üstünde silik, beyaz b ir çizgi, ancak bunun bir
önemi yoktu. Gölge Avcıları h a y atla rın ı yara izleriyle geçirirdi.
Hatta Julian bazen Gölge A vcıları5n ın b u n lar için yaşadığını
düşünüyordu.
Aklına, davetsizce, enstitüye döndüğünden beri unutmaya
çalıştığı bir imge geliverdi: Em m a, kucağında, ellerini omuzla
rına dolamış. Saçları yüzünün etrafında tutam tutam, açık altın
renginde.
Öldüğü zaman en azından ona olabildiğince yakın olarak
öleceğini düşündüğünü hatırladı. Yasanın hiçbir zaman izin
vermeyeceği kadar yakın.
Tavvy uyurken, Ju lian kütüphaneden aldığı yasa kitabına
uzandı. O kadar çok bakm ıştı ki bu kitaba, ne zaman eline alsa
aynı, aşınmış sayfayı açıyordu. Parabatai üzerine şöyle yazıyordu:
359
tüyle mutfak masasına yaslanm ıştı. Kısalmış, yeni saçlarıyla, gün
ışığında Sığınakta kapüşonunu açan vahşi oğlandan tamamen
farklı görünüyordu.
Emma o sabah sahilde kasten uzun bir koşuya çıkmış, aile
cek yapılan kahvaltıya bile isteye gitm em iş, kafasını toplamaya
çalışmıştı. Kahvaltı etmek yerine, buzdolabından bir şişe mey
veli içecek aldı. Arkasını döndüğünde M ark ’ın sırıttığını gördü.
“Anladığım kadarıyla, şu anda giydiklerim akşamki gösteri
için yeterince resmi değil, öyle değil m i?” diye sordu Mark.
Emma, Mark’tan Julian’a döndü. “D em ek Bay Kurallar gev
şeyip bu akşam gelebileceğine karar verdi?”
Julian hafifçe omuz silkti. “M a n tık lı bir adamımdır.”
“Ty ve Livvy giyebileceğim bir şey bulm am a yardım edecek
lerini söylediler,” dedi M ark, m utfak kapısına doğru yönelirken.
“Onlara güvenme,” diye seslendi Ju lian arkasından. “Sakın,”
Mark kapıyı kapattığında başını salladı. “Sanırım bir şeyleri
kendi kendine öğrenmesi gerekecek.”
“Aklıma gelmişken,” dedi Em m a, tezgâha eğilerek. “Acil bir
durum var.”
“Acil durum mu?” Julian endişeli bir bakışla suyu kapatıp
Emma ya döndü.
Emma içeceğinin şişesini tezgâha koydu. Ju lian ın kolların
dan sabun köpükleri akıyordu ve tişö rtü sıcak sudan ıslanmıştı.
Emma’nın aklında bir anı canlanıverdi. A rabanın arka koltu
ğundaki Jules, sıktığı dişleriyle E m m a’y a bakıyor. Emmânın el
lerinin altında, Julianın teninin verdiği his, kanın ın kayganlığı.
“Dianâyla mı ilgili?” dedi Ju lian , k âğ ıt havluya uzanırken.
“Ne?” Bu söz üzerine Emma d ald ığ ı düşüncelerden sıyrıl
mıştı. “Diana iyi mi?”
-360
“Muhtemelen,” dedi Julian. “Bugün gelmeyeceğini söyleyen
bir not bırakmış. Büyücü dostunu görmek için Ojai’ye gitmiş.”
“Bu akşamki gösteriden haberi yok.” Emma tezgâha yaslan
dı. “Yoksa var mı?”
Jules başını salladı. Islanmış bir bukle yanağına yapışmıştı.
“Ona söyleyecek fırsatım olmadı.”
“Mesaj atabilirdin,” diye dikkat çekti Emma. “Ya da araya
bilirdin.”
“Doğru,” dedi Julian tarafsız bir şekilde. “Fakat o zaman dün
akşam yaralandığımı da söylemem gerekeceğini düşündüm.”
“Belki söylesen iyi olur.”
“Ben iyiyim,” dedi Julian. “Yani, gerçekten iyiyim. Hiçbir
şey olmamış gibi.” Başını salladı. “Bu akşam burada kalmam
konusunda ısrar etmesini istemiyorum. Tiyatroda bir şey olma
yabilir ama eğer varsa orada olmak istiyorum.” Kâğıt havluyu
çöpe attı. “Sen orada olacaksan ben de orada olmak istiyorum.”
“Beni kandırmaya çalışman hoşuma gidiyor.” Emma ayak
parmakları üstünde yükselip kollarını başının arkasında ger
di. Sırt kaslarındaki kramptan kurtulmaya çalışıyordu. Bluzu
yukarı kalktığında soğuk hava çıplak karnına geldi. “Tabii, sa
hiden iyiysen, belki de Diana’ya hiçbir şey anlatmak zorunda
değilsindir, ha? Sadece bir öneri.”
Julian cevap vermeyince Emma başını kaldırıp ona baktı.
JulianT tam ona bakarken yakalamıştı. Her iki kirpiği de
mükemmel siyah çizgiler oluşturuyordu. Yüzü ifadesizdi, bü
yük bir dinginlik içinde yakalanmış gibi, bakışlarını çevirdi.
Öyle güzeldi ki. Emma’nın hayatında gördüğü en güzel şey
di. Teninden içeri girmek, nefes aldığı yerde yaşamak istiyordu.
Öyle istiyordu ki.
36i
Emma dehşete kapılm ıştı. Ju lia n ı daha önce hiç bu şekijjç
istememişti. Ölmek üzere old u ğu için, dedi kendi kendine. Tüm
sistemi onun hayatta kalm asını sağlam ak için düzenlenmişi.
Onun yaşamasını istiyordu. Az kalsın ölecekti ve her yanı kısa
devre yapıyordu.
Dehşete kapılırdı, diye geçirdi için d en . Hissettiklerimi bilse
dehşete kapılırdı, iğrenirdi. H er şey İngiltere’den döndüğü, ona
kızdığını düşündüğü zam andaki g ib i olurdu. Belki de ondan
■I
■ as> 362
“Bulduk!” dedi Livvy zıplayarak mutfağa girip. “Eh, en azın
dan bir kısmını. Ama çok tuhaf.”
Emma rahatlayarak ona döndü. “Ne buldunuz?”
“İngilizce konuşalım Livvy,” dedi Julian. “Tuhaf olan ne?”
“Mağaradaki bazı dizeleri çevirmeyi başardık,” dedi Ty,
Livvy’nin arkasında belirip. Üstünde ellerini kapatan, fazlasıyla
büyük, gri bir kapüşonlu hırka vardı. Siyah saçları kapüşonun
kenarlarından çıkıyordu. “Ama mantıklı bir şey söylemiyorlar.”
“Bir mesaj mı yoksa?” dedi Emma.
Livvy başını salladı. “Bir şiirin dizelerinden,” dedi, elindeki
kâğıdı açıp.
363 <
“Endişeli görünüyorsun,” dedi Livvy. “Emma seni öldürm^
için bir yere mi götürüyor?”
“Daha da beteri,” dedi Emma, kapıda duran Cristina’ya yö.
nelerek. “Alışverişe götürüyorum.”
“Bu akşam için mi? Birincisi, sizi çok kıskandım, İkincisi
Cristina, seni Topanga kanyonundaki yere götürmesine izin
verme.”
“Bu kadar yeter!” Emma elleriyle Cristina’nın kulaklarını
kapadı. “Onu dinleme. Şifre çözmekten kafayı yedi.”
“Bana da kol düğmesi alın,” diye seslendi Julian ve lavaboya
döndü.
“Ne renk olsun?” Emma, Cristina’yla birlikte kapıdan çık
mak üzereyken durdu.
“Manşetlerimi bir arada tuttuğu sürece önemi yok. Aksi
hâlde ayrı kalır, üzülürler,” dedi Jules. “Ve bir an önce dönmeye
çalışın.” Livvy lavabodan gelen su sesini bastırdı. Şiirin diğer
kısımlarını da söylemeye başlamıştı.
“Elbise almak istediğin yer burası mı?” diye sordu Cristina, kaşla
rını kaldırmış. Emma, Toyota yı ağaçlarla çevrili toprak otoparka
çekiyordu.
“En yakın yer burası,” dedi Emma, arabayı durdurup.
Karşılarında pırıltılarla, 30 santimetre uzunlukta harfler
le GİZLİ HAZİNE yazılı bir tabelası olan tek bir bina vardı.
Dükkânın yanında kocaman bir patlamış mısır makinesiyle
birlikte Büyük Gargantua’nın hizmetlerinin reklamının yapıl-
dığı perdeleri çekilmiş boyalı bir karavan modeli duruyordu.
“Ayrıca muhteşem bir yer.”
“Burası göz alıcı elbiseler alabileceğin bir yere benzemiyor,”
dedi Cristina, yüzünü buruşturup. “Daha ziyade kaçırılıp sirke
satıldığın bir yere benziyor.”
Emma, Cristina’yı bileğinden tuttu. “Bana güvenmiyor mu
sun?” dedi tatlılıkla.
“Tabii ki güvenmiyorum,” dedi Cristina. “Delisin sen.”
Yine de Emma nın onu dükkâna sürüklemesine izin verdi.
İçerisi ucuz ıvır zıvırla doluydu. Fiestaware servis tabakları, eski
biblo bebekler, kasanın yanında ise vintage takılarla saat rafla
rı. Elbiselerle doluydu. Muhteşem elbiselerle. İkinci el vintage
Levis’lar, yün ve bombazen kumaştan ellilerin kalem etekleri,
ipek ve dantelden, buruşuk kadifeden bluzlar.
Bir de ana bölümden ayrı, daha ufak ikinci bir odada elbi
seler vardı. Askıda kelebeklere benziyorlardı. Kırmızı organze
parçalar, suluboya desenli şarmözler, Balmain marka bir elbi
senin elbise eteği, suyun üstündeki köpükleri andıran tül bir iç
etek parçası.
“Julian kol düğmesi istediğini söylememiş miydi?” dedi
Cristina, Emma yı kasaya doğru çekerek. Kedigözü biçimli bir
gözlük takmış, yakasında SARAH yazan bir kart bulunan ma
sanın ardındaki satıcı kız onları bilerek duymazdan geldi.
Emma erkek kol düğm elerinin üstünde göz gezdirdi. Pek
çoğu zar, silah veya kedi şeklinde esprili şeylerdi, fakat daha şık
olanlarının da bulunduğu bir kısım vardı: Paul Smith, Burberry
ve Lanvin ürünleri.
Emma bunları incelerken birden utandığını hissetti. Kol
düğmesi almak bir kız arkadaşın yapacağı türden bir şey gibi
gelmişti. Cameron veya daha kısa süre çıktığı erkekler için bÖy|e
bir şey vapmışlığı da yoktu hani ya. Tabii, bunu yapacak kadar
önemsememişti hiçbirini. Julianm kız arkadaşı olduğu zaman,
Emma bunun ona kol düğm eleri alacak türden biri olacağına
emindi. Doğum gününü hatırlayacak, onu her gün arayacak
türden biri. Ona tapacak bir kız. Nasıl tapmazdı ki zaten?
Emma siyah taşlarla süslenm iş, bir çift altın kaplama kol
düğmesini bakmadan alıverdi. Julian’ın kız arkadaşı olacağı dü
şüncesi anlam veremediği bir şekilde içini acıtmıştı.
Emma kol düğmelerini tezgâha koyup elbiselerle dolu kü
çük odaya gitti. Cristina endişeli bakışlarla onu takip etti.
Eskiden buraya annemle gelirdim , diye düşündü Emma, eli
nin tersini askılardaki saten ve ipekten, parlak rayondan elbise
lerde gezdirirken. Çılgın vintage kıyafetlere, eski Chanel ceketlere,
boncuklu flapper tarzı elbiselere bayılırdı, içinden bunlar geçer
ken, yüksek sesle şöyle dedi: “Acele etm eliyiz. Soruşturma yü
rürken enstitü dışında fazla zaman geçirm em eliyiz.”
Cristina altın rengi minik, çiçeklerle süslü, yanardöner pem
be brokardan bir kokteyl elbisesi aldı. “Bunu deneyeceğim.”
Perdesi Stars Wars çarşafından yapılm ış bir kabine girip göz
den kayboldu. Emma askıdan bir başka elbise çıkardı. Gümüş
rengi boncuklu şeritleri olan açık renk ipek bir elbiseydi bu. Bu
elbiseye bakarken Julian ın o muhteşem gün batım ı resimlerini,
ellerinin fırçalarla tüp tüp boyaların üstünde gezişini izlerkenki
hisse kapıldı.
Elbiseyi denemek için soyunma odasına girdi. Dışarı çık
tığında Cristina odanın ortasında dikilm iş, kaşlarını çatarak
pembe elbisesine bakıyordu. Elbise vücudunun her kıvrımını
streç film gibi sarmıştı. “Bana kalırsa dar geldi,” dedi.
“Bana kalırsa da zaten dar olması gerekiyor” dedi Emma.
“Göğüslerini harika gösterdi.”
“Emma!” Cristina utangaç bir tavırla başını kaldırdı, ardın
dan nefesini tuttu. “Ah, ne kadar güzel olmuşsun!”
Emma kararsızca elbisenin fildişi ve gümüş renkli kumaşına
dokundu. Gölge Avcıları için beyaz, ölüm ve yas demekti. Bu
rengi nadiren giyerlerdi. Yine de fildişi olması onu kurtarabilir
di. “Sahi mi?”
Cristina ona gülümsüyordu. “Biliyor musun, bazen tam
tahmin ettiğim gibi davranıyorsun, bazen de bambaşka.”
Emma kendine bakmak için aynanın önüne geçti. “Tam
tahmin ettiğim gibi davranıyorsun demekle ne kastediyorsun?”
Cristina bir kar küresi aldı ve kaşlarını çatıp baktı.
“Biliyorsun, buraya gelmeden önce sadece Mark’a dair şeyler
duymadım. Herkes senin bir sonraki Jace Herondale olacağını
söylüyordu. Gölge Avcıları’nın bir sonraki muhteşem savaşçısı.”
“O dediğin olacak,” dedi Emma. Kendi sesi kulaklarına alçak,
belli belirsiz, uzak gelmişti. Söylediği cümlenin ağzından çıktığı
na inanamıyordu. Bu sözler düşünceleri şekillenmeden çıkıver-
mişti ağzından, sanki dile geldiğinde kendi gerçekliklerini oluş
turmuşlardı. “Ben özel değilim Cristina. Fazladan Melek kanım
veya özel güçlerim yok. Sıradan bir Gölge Avcısı’yım işte.”
“Sıradan falan değilsin.”
“Öyleyim. Büyülü güçlerim yok, ne lanetliyim ne de kut
sanmış. Herkes ne yapabiliyorsa ben de onu yapıyorum işte. İyi
olmamın tek nedeni antrenman yapmam.”
Satıcı kız, Sarah, başını kapıdan içeri uzattı. Gözleri fal taşı
gibi açılmıştı. Emma kızın orada olduğunu unutuvermişti.
“Yardıma ihtiyacınız var m ı?”
“Yardıma ö yle çok ih tiya cım var ki bilem ezsin,” dedi Emma
Sarah şaşkınlık için d e tezgâha geri döndü.
“Utanç verici bu,” d ed i C ristin a fısıltıyla tıslayarak
“Muhtemelen deli olduğum uzu düşünüyor. Gitmemiz gerek.”
Emma göğü s geçirdi. “Ü zgünüm T in a,” dedi. “Her şeyi ben
ödeyeceğim.”
“Ama bu elbiseyi isteyip istem ediğim i bile bilmiyorum!”
diye seslendi, Emma soyunm a k ab in in e girerken.
Emma arkasını d ö n ü p parm ağını ona doğrulttu. “Evet, isti
yorsun. Memelerin hakkında cid d iyd im . H ayatım da hiç bu ka
dar, meme gördüğümü sanm ıyorum . Sen in ki gibi memelerim
olsaydı, inan, onları sürekli gö sterird im .”
“Lütfen meme deyip d u rm a,” diye sızlandı Cristina.
“Korkunç bir kelime bu. K ulağa k o m ik geliyor.”
“Olabilir,” dedi Emma, soyunm a k ab in in in kapısını kapatır
ken. “Ama muhteşem görünüyorlar.”
On dakika sonra, Emma’yla C ristin a torbalarda elbiseler
le kanyon yolundan okyanusa d o ğru ilerliyorlardı. Cristina
bacaklarını utangaç bir şekilde ayak bileklerinden dolamış,
Emmanın yanında oturuyordu. E m m a g ib i onları ön panoya
uzatmamıştı.
Etraflarında her yerden k an yo n u n ta n ıd ık manzarası yükse
liyordu: Gri kayalar, yeşil fundalıklar, C h ap arral. Meşe ağaçla
rıyla, Kraliçe Anne havuçları. E m m a b ir keresinde bu dağları
Jules’le tırmanmış, bir kartal yu v asıyla için d e farelerle yaraslarm
minik kemiklerinin olduğu zulayı b u lm u ştu .
“Yaptığın şeyde neden iyi o ld u ğu n k o n u sun d a yanılıyor
sun,” dedi Cristina. “Sadece an tren m an yap m an değil. Herkes
antrenman yapıyor Emma.”
“Evet, ama antrenman yaparak kendimi öldürebilirim,” dedi
Emma. “Tek yaptığım bu sayılır. Uyanıyorum ve spor yapıyo
rum, koşuyorum, kum torbasında ellerimi parçalıyorum ve
akşama dek antrenman yapıyorum ve buna mecburum çünkü
bende özel bir şey yok ve gerisi boş. Yaptığım tek şey antrenman
ve ailemi kimin öldürdüğünü bulm aya çalışmak. Çünkü benim
özel olduğumu düşünenler onlardı ve onları benden her kim
aldıysa...”
“Başkaları da senin özel olduğunu düşünüyor, Emma,” dedi
Cristina. Her zam ankinden çok abla gibi konuşmuştu.
“Yaptığım tek şey çalışm ak,” dedi Emma, sesinde hafif bir
acıyla. Yuvadaki küçük kem ikleri düşünüyordu. Ne kadar kı
rılgan olduklarını, iki parm ak arasında ne kadar kolayca kırı-
labileceklerini. “D ünyadaki herkesten daha fazla çalışabilirim.
İntikamı hayatım ın anlam ı hâline getirebilirim . Bunu başarabi
lirim çünkü buna m ecburum . A m a bu da elim deki tek şeyin bu
olduğu anlamına geliyor.”
“Elindeki tek şey bu değil,” dedi C ristina. “Sahip olma
dığın tek şey şans. M uhteşem olm an için gereken fırsat. Jace
Herondale ve C lary Fairchild dünyadan kopuk bir şekilde
kahraman olm adılar. Savaş vardı. Seçim yapm ak zorunda kal
dılar. Böyle anlar hepim iz için gelir. Senin için de gelecek.”
Parmaklarını birbirine doladı. “M elek’in senin için bir planı
var. Bana inan. D üşündüğünden çok daha hazırsın. Yalnızca
antrenman yap tığın için güçlü değilsin, aynı zamanda etrafın
daki insanların da bunda etkisi var. O nları sevmenin ve onlar
tarafından sevilm enin. Ju lian ve diğerleri, intikam isteğin ve
acı düşüncelerinle tek başına kalıp kendini soyutlamana izin
vermediler. Deniz k ayalık ları aşındırır Emma ve kum a çevirir.
-369-
Sevgi de bizi aşındırır ve çöküntüye uğratır. Sadece bunun
kadar önemli olduğunu bilm iyorsun, işler ters gittiğinde sen^
için savaşacak insanlara sahip olm an ın ...”
Cristinanın sesi titredi ve pencereden dışarı baktı. Otobana
ulaşmışlardı. Emma trafiğe panik içinde girdi. “Cristina? Neyin
var? Ne oldu?”
Cristina başını salladı.
“Mexico’da başına bir şey geldiğini biliyorum ,” dedi Emma
“Birinin seni üzdüğünü. Lütfen bana ne olduğunu söyle, sana
ne yaptıklarını. Söz veriyorum , onların peşine düşmeyeceğim,
hayali balıklarıma yem etm eyeceğim onları. Sadece...” Emma iç
geçirdi. “Yardım etmek istiyorum .”
“Yardım edemezsin.” C ristina b irb irin e doladığı parmakları
na baktı. “Bazı ihanetler affedilem ez.”
“Mükemmel Diego m uydu yoksa?”
“Boş ver Emma,” dedi C ristina. E m m a dediğini yaptı,
Enstitüye dönüş yolunun geri kalan ı boyunca elbiseleriyle cep
hanelik saklayamayacakları türde k ıyafetlerin içinde silahlarını
nasıl gizleyebilecekleri üzerine konuştular. Bununla birlikte,
Emma, Diego’nun ismini söylediğinde C ristin a n ın irkildiğini
fark etmişti. Belki şimdi, bugün o lm ayacaktı fakat Cristina nın
başına gelenleri er geç öğrenecekti.
371
“Kokarca,” dedi Julian. En iyi yalanların gerçeğe dayandığa
inanırdı Julian. “İşaretlerden herhangi birini çevirebildin mi?”
“Henüz değil/’ dedi M alcolm . E lini kım ıldattı. Çok az, ha
fif bir hareketle. Yine de Ju lian ’ın ona verdiği kısmen tercüme
edilmiş işaretlerin bulunduğu k âğıtlar incelikle parmaklarının
arasında beliriverdi. Bazen, d iy e düşündü Julian, Malcolm’un
güçlü bir büyü ustası olduğunu u n u tu veriyo r insan. “Ama köken
lerini bulmayı başardım.”
“Sahi mi?” Julian şaşkın gö rünm eye çalıştı. D ilin peri halk
tarafından kullanılan eski bir dil o ld u ğu n u zaten biliyorlardı,
tabii bunuM alcolm’a söyleyem em işlerdi.
Öte yandan bu, peri halkın ın onlara doğruyu söyleyip söyle
diğini kontrol etmenin bir yo lu yd u da. Ju lian , Malcolm’u yep
yeni bir ilgiyle süzdü.
“Bir dakika, bunlar işaretler o lm ayab ilir.” M alcolm kâğıtlara
baktı. “Portakallı kek tarifine benziyor.”
Julian kollarını göğsünde kavuşturdu. “H ayır, değildir.”
Malcolm kaşlarını çattı. “Yakın zam an d a bir portakallı kek
tarifine baktığımı çok iyi h atırlıyo ru m .”
Julian bir şey demeden yü zü n ü ekşitti. Bazen Malcolm’a
karşı sabırlı davranmak gerekirdi.
“Her neyse,” dedi M alcolm . “T arif O dergisindeydi.
Bu...” Parmağıyla kâğıda vurdu. “Peri h a lk ın a ait eski bir dil.
Haklıymışsın, Gölge A vcıların d an ço k önceye ait. Her neyse,
dilin kökeni bu. Birkaç gün için de daha fazlasını yapabilirim
muhtemelen. Ama buraya gelm em in sebebi bu değil.”
Julian’ın gözleri parladı.
“Dün akşam bana gönderdiğin k u m aştak i zehir üzerine bi
raz inceleme yaptım. Farklı toksinlerle karşılaştırdım . Zehir bir
kataplazmaymış. İblis zehirlerinin içinde nadir bulunan türde
bir avrat otu. Seni öldürmesi gerekirmiş.”
“Emma beni iyileştirdi,” dedi Julian. “İratze yle. Yani demek
istediğin aramamız gereken şeyin...”
“Aramakla ilgili hiçbir şey demek istemiyordum,” diye sözü
nü kesti Malcolm. “Sadece sana söylüyorum. Hiçbir iratze seni
iyileştiremezmiş. Parabatai mühürlerinin gücü düşünüldüğün
de dahi, hayatta kalman mümkün değilmiş.” Malcolm tuhaf,
mor gözlerini Julian’a dikmişti. “Sen mi yoksa Emma mı bir
şey yaptı bilemiyorum ama bu her ne ise, imkânsızmış. Şu anda
nefes alıyor olmamalıydın.”
373
kamyon ona doğru hızla gelirken bir kumandanın tutarına
çaresizce, ezer gibi basıyordu. Kam yon oyuncusunu büyük bir
gürültüyle ezince Mark kumandayı bir kenara fırlattı. “Kutu
Yalanlar Kralına hizmet ediyor!” diye bağırdı öfkeyle.
Ty kahkaha attı. Julian ise yüreğinin cız ettiğini hissetti.
Kardeşinin kahkahası Julian m en sevdiği seslerden biriydi, bu bir
bakıma Ty’ın bastırma veya gizleme gereği hissetmeksizin tüm
igenliğiyle gülmesinden kaynaklanıyordu. Kelime oyunları ve
ironi çoğu zaman Ty’a komik gelmiyordu, onu asıl güldüren in
sanların saçma davranışlarıydı. Ayrıca, hayvan davranışıları karşı
sında keyifli bir hâl alıyordu. Masadan düşüp itibarını kazanma
ya çalışan Church gibi. Julian bunu çok güzel buluyordu.
Julian gecenin bir yarısında, tavana çizdiği dikenlerden olu
şan resme bakarken, Ty’a odasında kokarca beslememesi veya
çalışma vakti geldiğini söylemesini, uyum ak yerine kitap okur
ken ışıklarını kapatmak için odasına girmesini gerektiren rolü
bırakmayı diliyordu. Normal bir ağabey gibi Tyla Sherlock
Holmes filmleri izlese, kaçıp enstitü içinde dolanacaklarından
endişe etmeden kertenkele toplamasına yardım etse ne olurdu
sanki? Ne olurdu?
julian’ın annesi birisi için bir şey yapm akla o şeyi yapması
için ona gereken aletleri vermek arasındaki farktan sık sık bah
sederdi. Julian’a resim yapmayı bu şekilde öğretmişti. Julian da
aynı şeyi Ty için yapmaya çalışmıştı. Bununla birlikte, çoğu kez
karanlıkta, el yordamıyla ilerliyormuş gibi bir hisse kapılıyor
du. Kitaplar, oyuncaklar yapıyor, dersleri Ty’ın düşünce biçi
mine uygun olarak uyarlamaya çalışıyordu. Acaba doğru olan
bu muydu? Ona yardımcı olmayı umuyordu. Bir umuttu bu.
Bazen insanın elindeki tek şey umut olurdu.
r
Umut ve Ty’ı dikkatle izlemek. Ty ın kendi gibi davrandı
ğını, yardıma ve rehberliğe daha az ihtiyaç duyduğunu gör
mek ona zevk veriyordu. Bununla birlikte, işin içinde hüzün
de vardı. Kardeşinin, artık ona ihtiyaç duymayacağı günlerin
geleceğini düşünmenin verdiği hüzün. Bazen, içten içe, o gün
geldiğinde Ty onunla vakit geçirmeyi istemeyecek mi diye me
rak ediyordu. Ona sürekli bir şeyler yaptıran ve artık eğlenceli
yanını yitirmiş ağabeyiyle.
“O kutu değil,” dedi Ty. “Kumanda.”
“Eh, yalan söylüyor işte,” dedi Mark, sandalyesinde döne
rek. Julian’ın kapı eşiğinde dikildiğini gördü ve başını salladı.
“Dostum, Jules.”
Julian bunun perilere özgü bir karşılama sözü olduğunu
biliyordu. Mark’a sabahleyin mutfakta, hatta öncesinde farklı
yerlerde birkaç kez karşılaştıklarını söyleme isteğine karşı koy
maya çalıştı. İçindeki kötü dürtüleri güç bela yenebildi. “Selam
Mark.”
“Her şey yolunda mı?”
Julian evet der gibi başını salladı. “Ty la biraz konuşabilir
miyim?”
Tiberius ayağa kalktı. Siyah saçları darmadağınıktı, uzu
yordu. Julian, planına ikizler için bir saç kesim seansı koyması
gerektiğini hatırlattı kendine. Takvime eklenecek bir şey daha.
Ty koridora çıkıp bilgisayar odasının kapısını kapattı.
Yüzünde bitkin bir ifade vardı. “Kokarcayla mı ilgili? Livvy onu
dışarı çıkardı zaten.”
Julian başını salladı. “Kokarcayla ilgili değil.”
Ty yüzünü kalırdı. Her zaman narin hatları vardı. Helen’la
Mark’tan çok daha fazla perilere benziyordu. Babaları
375
Blackthorn ların önceki nesillerinde bir farklı özellikler bulu^
duğunu söylemişti. Ty porselen yüzleri ve bukle bukle saçlarıy|a
el yapımı kıyafetleri içindeki incecik V iktorya dönemi erkekle
rine benzemiyor değildi. “O hâlde ne var?”
Julian tereddüt içindeydi. Evde çıt çıkm ıyordu. Kapının ar
dındaki bilgisayarın hafif uğultusunu işitti.
Tydan onu vuran zehri araştırm asını istemeyi düşünmüş
tü. Ancak bu, “Neredeyse ölecekm işim . Şim diye ölü olmam
gerekiyormuş,” demesini gerektiriyordu. Bu sözler ağzından
çıkmıyordu. Bir baraj gibiydi bunlar, artlarında çok daha faz
la kelimeyi saklıyorlardı: H içbir şeyden em in değilim. Tüm so
rumluluğun üstümde olmasından n efret ediyorum . Hepinizin bir
zaman benden nefret edeceğinden çok korkuyorum. Seni kaybet
mekten çok korkuyorum. Mark’ı kaybetmekten çok korkuyorum.
Emma’y ı kaybetmekten çok korkuyorum. B irinin sorumluluğu üs
tümden almasını istiyorum. Z annettiğiniz kadar güçlü değilim.
İstediğim ¡eyler yanlış ve arızalı şeyler.
Julian bunların hiçbirini söyleyemeyeceğini biliyordu.
Onlara, çocuklara gösterdiği duruşu m ükem m el olmalıydı:
Ondaki herhangi bir çatlak tüm dünyalarında bir çatlak anla
mına gelecekti.
Bunlar yerine, “Seni sevdiğimi biliyorsun,” dedi. Ty şaş
kınca ona baktı. Bir an göz göze geldiler. Julian yıllar içinde
Ty ın insanların gözlerinin içine bakm ayı sevmediğini Öğren
mişti. Onun için çok fazla hareket, renk, ifade demekti bu,
gürültüler çıkaran televizyon ekranına bakm ak gibi. Bunu
yapabiliyordu. İnsanların hoşuna gittiğin i bildiği bir şeydi bu
ve bunu önemsiyorlardı. Fakat tüm bu tantanaya bir anlam
veremiyordu.
Ty şimdi tuhaf tereddüdüne bir yanıt bulmak için Julian ın
yüzünü inceliyordu. “Biliyorum,” dediTy sonunda.
Julian içinden gelen gülümseme isteğine karşı koyamadı.
Neticede insanın çocuklarından duymak istediği bir şey değil
miydi bu? Sevildiğini bildikleri? 13 yaşındayken, bir keresinde
Tavvy’yi yukarıya taşıdığını hatırladı. Ayağı kaymış ve düşmüş,
Tavvy iyi olduğu sürece canının acımasına aldırış etmeksizin,
vücudunu ona sarmıştı. Ayrıca başını da fena çarpmıştı, fakat
çabucak ayağa kalkmıştı. Aklından sürekli şu soru geçmişti:
Tavvy, bebeğim, iy i m i?
İlk kez bebeğim diye düşünmüştü onu, bebek olarak değil.
“Yine de neden benimle konuşmak istediğini anlamadım,”
dedi Ty, kara kaşları şaşkınlıkla havaya kalkmış. “Bir nedeni
var mı?”
Julian başını salladı. Uzaktan, giriş kapısının açıldığı
nı, Emmayla Cristinanın yükselen kahkahalarını işitti.
Dönmüşlerdi. “Hiçbir nedeni yok,” dedi Julian.
14
PA RLA YA N G Ö Z L E R
Julian mermer döşemeli girişte durm uş, son bir kez aynaya
bakıyordu.
Livvy’den kendini ya n resmi giydirmesini istemişti ve aman
sız şüpheleri doğru çıkıyordu: Bunun anlamı siyah bir takım
elbiseydi. Elindeki tek takım elbise Emma nın Gizli Hazine’den
bulup aldığı siyah Sy Devore vintage bir elbiseydi. Kömür ren
gi, ipek bir astarı, yeleğinde ise sedef düğmeleri vardı. Takımı ,
giydiğinde Emma ellerini çırpmış ve film yıldızı gibi göründü- j
günü söylemişti. Julian da tabii ki bunu almıştı.
“Çok yakışıklı görünüyorsun, Andrew.”
Julian arkasını döndü. Gelen Arthur amcaydı. Lekeli gri |
robdöşambrını üstünden düşen kotuyla yırtık tişörtünün etra- ı
fında bağlamıştı. Çenesi aklar düşmüş sakallarla çevriliydi.
Julian, amcasını düzeltme ihtiyacı duym adı. Babasının genç
liğine ne kadar benzediğini biliyordu. Belki de bu, Arthur’un
kardeşinin hâlâ yaşadığım düşünmesini sağlıyordu. Belki de
Julian’ı şık kıyafetler içinde görmek ona her şey mahvolmadan
önce iki kardeşin gençliğini ve gittikleri partileri hatırlatıyordu.
“Selam, Arthur,” dedi Julian.
Arthur kararlılıkla başını salladı. Açtığı avcunu Julian ın
göğsüne koydu. “Anselm Nightshade’le bir görüşmem var,”
dedi boğuk bir sesle.
“Söylediğin iyi oldu,” dedi Julian.
Sahiden de iyi olmuştu. Arthur ve Anselm arkadaştı, klasik
lere olan sevgilerini paylaşıyorlardı. Arthur’u meşgul tutan her
şey kıymetliydi.
Arthur neredeyse askeri bir sertlikle döndü ve girişten
Sığınak’ın kapılarına doğru ilerledi. Kapılar arkasından gürül
tüyle kapandı.
Kahkaha sesleri girişe kadar geldi. Julian aynadan döndü
ğünde merdivenlerden inen Cristina’yı gördü. Buğday teni, eski
tarz pembe brokar elbisesi karşısında parlıyordu. Kulaklarından
altın sallantılı küpeler sarkıyordu.
Onun ardından Emma geldi. Julian elbisesini belli belirsiz
gördü. Açık, fildişi rengindeydi ve m elek kanatları gibi süzülü
yordu. Etek ucu ayak bileklerine geliyor, Julian altındaki beyaz
çizmeleri görebiliyordu. B ıçakların sapları baldırlara gelecek şe
kilde çizmelere sıkıştırıldığını biliyordu.
Emmanın saçları açıktı ve koyu altın rengi dalgalar misali
sırtına dökülüyordu. Bu saçlarda, Ju lian ın hiçbir zaman resme-
demeyeceğini bildiği bir yu m uşaklık vardı. Belki de Klimt gibi
altın yaprağı kullanm alıydı, ancak bu bile gerçeğinin yanına
yaklaşamazdı.
Emma merdivenlerin en altın a vardığında Julian elbisenin
kumaşının içindeki vücudun şeklini, izlerini yeterince göstere
cek kadar ince olduğunu fark etti. Kol yenlerinin içinde artan
nabzının bileklerini zonklattığını hissedebiliyordu. Takım elbi
sesi dar, teni sıcak geliyordu, kaşınıyordu.
Emma, Julian’a gülümsedi. Kahverengi gözlerinin çevresin,
de altın sarısı bir renk vardı, irisleri daha açık benekler ta$|.
yordu. Çocukluğunu sayarak ve ezberleyerek geçirdiği şu bakır
rengi halkalar.
“Onları getirdim,” dedi Emma ve bir an Julian neden bah
settiğini unutuverdi. Derken, hatırladı ve bileklerini ona uzattı.
Emma parmaklarını açtı. Avucunda siyah taşlarla süslenmiş,
altın kol düğmeleri parıldıyordu. Julian’ın her iki elini ellerine
alıp Fransız tarzı düğmeleri dikkatle gömleğine takarken yumu
şak bir dokunuşu vardı. Hızlı, becerikliydi, fakat Julian parmak
uçlarının tenine her değişinde ve hareketinde bileklerinin içine
sıcak teller değdiğini hissediyordu.
Emma ellerini indirdi, geriye çekildi ve düşünceli bir şekilde
onu süzüyormuş gibi yaptı.
“Bence gayet iyi oldu,” dedi.
Cristina nefesini tuttu. Yukarıya, merdivenlerin başına bakı
yordu. Julian bakışlarını izledi.
Mark merdivenlerden iniyordu. Julian gözlerini kırpıştırdı,
zira onlara inanmakta güçlük çekiyordu. Ağabeyinin üstünde
yalnızca uzun, biraz hırpani sahte bir kürk vardı, başka da bir
şey yoktu.
Her şeyi görebildiğini de söyleyemezdi ya. Yine de yeteri ka
darını görmüştü ve bu da fazlaydı.
“Mark,” dedi. “Ne giymişsin öyle?”
Mark merdivenlerden inerken yarı yolda durdu. Bacakları
çıplaktı. Ayakları da öyle. Julian epey bol gelen kürk dışında
çırılçıplak olduğuna yüzde 99 em indi. İki yaşındayken aynı
odayı paylaştıkları zamanlardan beri M ark’ı hiç bu kadar çıplak
görmemişti.
Mark şaşırmışa benziyordu. “Ty ve Livvy bana yarı resmi
giyinmemiz gerektiğini söyledi.”
Ancak bunun ardından Julian yukarıdan yükselen kahka
haların farkına varabildi. Ty ve Livvy merdiven tırabzanlarının
tepesinde oturmuş, kıkırdıyorlardı. “Ben de sana onlara güven
memeni söyledim!”
Emmanın dudakları seğiriyordu. “Mark, ne...” Elini uzattı.
Cristina yanakları kıpkırmızı kesmiş, elleriyle ağzını kapatmış
dikilirken, Mark’a bakıyordu. “Sahanlığa geri dön, tamam mı?”
Jules’e dönüp sesini alçalttı. “Ona giyecek bir şeyler bulmalısın!”
“Sahi mi?”
Emma öfkeyle bakıyordu. “Jules. Odama git olur mu?
Yatağın ucunda bir sandık var, annemle babamın birkaç eski kı
yafeti içinde. Babam düğününde smokin giymiş. Manşetlerinde
mühürlü bantlar var ama koparabiliriz.”
“Ama babanın sm okini...”
Emma yan gözlerle ona baktı. “Endişelenme.”
Sol gözünde bir düzine altın sarısı halka, sağda ise yalnızca
yedi tane vardı. Her biri m inik yıldız yağmurlarını andırıyordu.
“Hemen dönerim,” dedi Julian ve merdivenlerden hızla çı
karak ağabeyinin yanına gitti. M ark sahanlıktaydı, yüzünde
şaşkın bir ifadeyle kollarını uzatmış, kürkünün kol yenlerini in
celiyor, asıl sorunun bunlar olup olmadığını çözmeye çalışıyor
gibiydi.
Tavvynin elini tutan Dru ikizlerin yanına geldi. Hepsi de
gülüyordu. Mark’a baktığında Ty’ın yüzündeki neşe Mark’ın
içini hem ısıtmış hem dondurmuştu.
Ya Mark onlarla kalm am aya karar verirse? Ya katili bulamaz
larsa ve Vahşi Av, M ark’ı geri alırsa? Ne olurdu?
381
“Fazla mı abartmışım yoksa çok m u sadeyim dersin?” diyç
sordu Mark, kaşlarını havaya dikerek.
Emma kahkahalara boğuldu. M erdivenin en alt basamağına
yığıldı. Bir süre sonra C ristina da ona katıld ı. Birbirlerini tut
muş, gülme krizi geçiriyorlardı.
Julian da gülmek istiyordu. Keşke bunu yapabilseydi. Keşke
' ! !• görüş alanının kenarındaki k aran lığı unutabilseydi. Keşke göz
|v lerini kapatıp yere yığılabilse, bir an d a olsa altında onu tutacak ;
fil
hî
bir ağ olmadığını unutabilseydi. |
382
Julian ayağa kalkıp ağabeyinin yanına gitti ve kıravatı eline
aldı. Kıravat bağlamayı ona kim öğretmişti hatırlayamıyordu.
Malcolm olmalı, diye düşündü. Kesinlikle Malcolm olmalıydı.
“Peki, neden bu kadar streslisin kardeşim?” dedi Mark.
“Periler seni kaçırmadı. Hayatını burada geçirdin. Bir Gölge
Avcısı’nın hayatı stresten uzak değildir ama kanlı ellerin sahibi
neden sensin?”
Julian’ı parmakları bir an titredi. “Bana dair her şeyi bilmi
yorsun Mark. Bahse girerim, ben de sana dair her şeyi bilmiyo-
rumdur.”
Mark’ın mavi-altın sarısı gözleri kocaman açılmış, saf saf ba
kıyordu. “Sorsana.”
“Hazır olduğumda öğrenmeyi tercih ederim.” Julian kıravatı
son kez çekip yaptığı işi incelemek için geri çekildi.
Mark smokin reklamı yapan kataloglardan çıkmış gibi gö
rünüyordu. Tabii, erkek katalog modellerinin sivri kulakları
varsa.
“Ben olsam öğrenmek istemezdim,” dedi Mark. “Bana par
maklarını yemene sebep olan bilmediğim bir şey söyle.”
Julian kapıya doğru döndü, derken eli tokmakta durdu.
“Babamız,” dedi. “Başına geleni biliyorsun değil mi?”
“Sebastian Morgenstern tarafından karanlıkta yaşayanlardan
birine dönüştürüldü,” dedi M ark. “Nasıl unutabilirim ki?”
“Sonra?”
“Sonra mı?” M ark şaşırmışa benziyordu. “Sonra Karanlık
Savaş sırasında öldü.”
“Evet, öldü,” dedi Julian. “Çünkü onu ben öldürdüm.”
Mark nefesini tuttu. Bu harekette şok vardı ve acıma. Julian
gerildi. Birinin ona acımasına dayanamıyordu.
383
“Ty’a saldıracaktı,” dedi Ju lia n . “Ben yapmam gerekeni
yaptım.”
“O babam değildi,” dedi M ark aceleyle.
“Herkes bunu söylüyor.” Ju lian kapıya doğru dönüktü.
Omzuna hafifçe dokunulduğunu hissetti ve arkasını dönünce
Mark’ı ona bakarken buldu.
“Ama olanları herkes görm edi Ju lian , babamızın dönüştürül
düğünü görmediler. Ben gö rdüm ,” dedi M ark. O anda eskiden
olduğu gibi, bir ağabey gibi konuşm uştu, daha fazlasını bilen,
daha fazlasını yaşamış biri gibi. “G özlerindeki ışık karanlıkta
sönen bir mum ışığı gibi sönüverm işti. R uhu ölmüştü zaten.
Senin yaptığın tek şey cesedini gö m m ek oldu.”
Mark’ın gözlerinde keder vardı. Ve karanlık şeyleri bilen
birinin bakışları. Mark'ın da e li kana bu lan dı , diye düşündü
Julian. Bir an bu fikir onu öyle rah atlattı ki omuzlarındaki ağır
lığın adım adım kalktığını hissetti.
“Yardımın için teşekkür ed erim ,” dedi M ark resmi bir tavır
la. “Uygun kıyafetim için. İnsan gelen eğin e dair önemli konu
larda bir daha asla ikizlere gü v en m eyeceğim .”
Julian dudağının bir k en arın ın y u k a rı kalktığını hissetti.
“Evet, yerinde olsam ben de gü v en m ezd im .”
Mark üstüne başına baktı. “Ş ık gö rü n ü yo r muyum?”
“James Bönda benziyorsun.”
Mark gülümseyince Ju lian tu h a f b ir m em nuniyet duygusu
nun göğsünü kabarttığını hissetti. A ğab eyi bahsettiği şeyi anla
mıştı, buna sevinmişti.
Girişe doğru sessizlik içinde yü rü d ü ler. Bu sessizlik sahanlı
ğa geldiklerinde birinin b ağırm asıyla bozuluverdi. İkisi birden
merdivenlerin tepesinde o ld u kları yerde kaldılar.
T
391
“Lanet bir kalabalık,” diye ho m urdan dı JuJes. Haksız değil,
di. Emma daha önce pahaiı k ıyafetler içindeki bu kadar inşam
bir arada görmemişti. “Bir kara film in içine giriyoruz sanki.”
Her yer güzel insanlarla do lu ydu. E m m a’nın Los Angeles’ta
gördüğü Hollywoodvari gü zellikte insanlar. Spor salonlarına,
solaryum salonlarına, pahalı kuaförlere ve en kaliteli kıyafet
lere erişimi olan insanlar. B urada, hepsi de bir Rat Pack filmi
için giyinmiş, yedek oyunculara benziyordu. İpek elbiseler, el
işi uzun çoraplar, fötr şapkalar, in ce k ırav atlar ve yukarı kalkık
yakalar. Görünen o ki, Ju lian ’a S y D evore takım ını seçmekle
yerinde, zekice bir tercih yap m ıştı.
Salon preslenmiş bakır tavanı, k em erli pencereleri ve üstün
de TİYATRO SO L ve TİYA TRO SA Ğ yazan kapalı kapılarıyla
şık bir yerdi. Bir halı dans ed ileb ilsin d iye ken ara çekilmişti ve
çiftler salonun ucunda yü k seltilm iş sah n ed eki grubun şarkıla
rı eşliğinde sallanıyordu. B ab asın ın v erd iği eğitim sayesinde,
Emma trombonlarla tram p etleri, d a v u lla rla piyanoyu, düz bas
la -burada özel bir bilgiye ih tiy a ç y o k tu - p iyano yu tanımıştı.
Klarnet çalan biri daha vardı ve E m m a içeri girdiğinde dudak
larını bir an enstrüm andan u zak laştırıp E m m a y a gülümsemiş-
ti. Kestane rengi saçları bukle b u k le y d i ve gözlerinde tuhaf bir
bakış vardı.
“O bir peri,” dedi M ark, b ird en b ire gergin bir tavırla. “En
azından kısmen.”
Ah. Emma salona b ir kez d a h a göz gezd ird i ve bakışları
dans edenlerin üstünde d o la n d ı. B u n la rın fan i olduğunu var-
saym ıştı ama kalab alığı in celerk en b ir tarafta sivri bir kulak,
başka bir yerde ise p arlak tu ru n c u gö zler y a d a pençeli tırnak'
lar gördü.
= > 3 9 2 <3
i
N-E O-L-D-U? yazdı Julian, Emma’nın sırtına. Parmak uç
larının sıcaklığı elbisenin ince kumaşından hissediliyordu.
“Burada hiç kimse fani değil,” dedi Emma. Hayalet
Pazar’daki tabelayı hatırladı. DOĞAÜSTÜ GÜÇLERE
İNANIR MISINIZ? YALNIZ DEĞİLSİNİZ.
“Mühürlerimizi kapatmamız iyi oldu. Hepsinin de görüş ye
tisi var, hepsi de bir tür büyü biliyor.”
“Müzisyenler yarı soylu peri halkından,” dedi Mark, “buna
da şaşmamalı, çünkü parlak olanların müzikten daha fazla de
ğer verdiği bir şey yoktur. Ama deniz halkıyla karışmış olanlarla
kurtadamlar da var.”
“Buraya gelin çömezler!” diye bağırdı kestane rengi saçlı
klarnetçi ve birdenbire sahne ışıkları Gölge Avcıları’m aydınlat
tı. “Her şeyi sallayalım !”
Emma boş gözlerle ona bakınca klarnetçi kaşlarını oynattı.
Emma onun gözlerinde bir tuhaflık olduğunu fark etti. Kare biçi
minde gözbebekleriyle keçilerin gözlerini andırıyorlardı. “Dansa!”
diye bağırdı klarnetçi ve salondaki herkes çığlık atarak el çırptı.
Onlardan uzaklaşan sahne ışığının parıltısı Julian’ın yüzünü
bulanıklaştırdı. Julian elini C ristinaya uzatıp onu kalabalığın
içine çekti. Emma mn yüreği ezildi.
Mark’a döndü ve elini uzattı. “Dans edelim mi?”
“Dans etmeyi bilm iyorum ki.” M arkın yüzünde yarı şaşkın
yarı kaygılı bir ifade vardı. Bunu gören Emma’nın yüreğine bir
sızı saplandı. M ark kararsızca Emma’nın ellerini tuttu. “Peri
dansları buna benzemez.”
Emma, M ark ı kalabalığın içine çekti. Emma mn elini tutan
Mark’ın parmakları ince, soğuktu, Julian’ın sıcak eline hiç ben
zemiyordu. “Sorun değil. A dım larım a uy.”
Emma ve Mark dans edenlerin arasında ilerledi. Emma by
tür danslar olan filmleri hatırlamaya çalışarak dansı yönlendi-
rıyordu. Marka başı çekeceğine dair söz vermesine karşın aca. |
ba kontrolü ona mı bırakmalıydı, karar veremiyordu. Mark
olağanüstü bir zarafete sahipti, oysa Emma dövüş antrenmanı
yaptığı onca seneden sonra dönmek ve salınmak yerine hamle
yapmak, tekme atmak istiyordu.
Emma kısa, parlak yeşil saçlı kıza doğru baktı. “Herkesin ne
olduğunu anlayabiliyor musun?” diye sordu M ark’a.
Mark gözlerini kırpıştırdı, sarı kirpikleri ışık saçıyordu. “0
yarı orman perisi,” dedi. “Orman cini. Peri soyu nesiller sonra
bile kendini gösterebilir. Görüş yetisine sahip insanların çoğu
nun soyunda nesiller öncesinde peri kanı bulunur.”
“Ya müzisyenler?”
Mark, Emma’yı döndürdü, içgüdüsel bir şekide dansı yö
netmeye başlamıştı. Müzikte kederli b ir hava var, diye düşün
dü Emma, sanki yükseklerden, uzak bir yerlerden yayılıyordu.
“Klarnetçi yarı satir. Soluk mavi tenli basçı deniz halkından.
Kieran’ın annesi bir tür su perisiydi ve...”
Mark sustu. Emma, Jules ve C ristina’yı, Cristinanın açık
pembe elbisesinin Mark’ın siyah takım ıyla oluşturduğu büyük
tezatlığı görebiliyordu. Mark, Emma’yı döndürdü. Emma du
dağını ısırdı. “Kieran mı? Enstitüye seninle birlikte gelen şu
peri prens mi?”
Mark’ın hatları titreşen aydın latm ada sert ışıkla gölge al
tında kalıyordu. Havaya tütsü kokusu hâkim di. Venedik Sahi
bi
li tahta kaldırımlarında yaktıkları tatlı kokulu, ucuz tütsüler İ
gibi.
“Vahşi Avda arkadaştık.”
394
| “Eh, o hâlde sana karşı daha az pislik gibi davranmış olabi-
* lir,” dedi Emma homurdanarak.
il “Aslına bakarsan, bunu beklemezdim.” Mark gülüm-
1 sedi. Emma peri soyuyla karışmış insanı görebiliyordu.
Deneyimlerine göre, periler asla bu kadar içten gülümsemezdi.
Emma yüzünü buruşturdu. “Ava dair korkunç olmayan bir
j şey var mıydı hiç? Ne bileyim, herhangi bir şeyin eğlenceli gel
diği oldu mu?”
“Kısmen.” Mark kahkaha atıp Emma’yı döndürdü. Yine pe-
1 rilere has hâli, vahşiliği geri gelmişti. Emma dansı yavaşlatmak
için geriledi.
“Hangi kısımları?”
Mark, Emma yı etrafında döndürdü. “Bunları anlatmam ya-
' sak. Yeminliyim. ”
Emma soluklandı. “Bana söylersen beni öldürmek zorunda
mı kalırsın?”
“Neden seni öldüreyim ki?” M ark sahiden şaşırmış gibiydi.
Emma başını arkaya eğip ona gülümsedi. Bazen Markla konul
mak Ty’la konulmaya benziyor, diye geçirdi içinden. Kendini
\ anlamı gayet açık şakalar yaparken buluyor, ardından sosyal
iletişime dair incelikli kodları bilm ediğiniz sürece bunların açık
olmadıklarını fark ediyordu. Emma bunları nereden öğrendi
ğini bilmiyordu. Bir şekilde öğrenmişti işte. Oysa Ty hâlâ bu
kodlarda zorlanıyordu. Görünüşe bakılırsa, Mark için de aynısı
geçerliydi.
Dünyaya Ty’ın gözlerinden bakmaya çalışmak demişti bir
* keresinde Julian, bir kaleydoskopa bakmak, onu sallamak ve
yeniden bakmaya benziyor. Parlak camların hepsini görebili
yorsun ama farklı oluşum lar içinde.
395
“Vahşi Av özgürlük demekti,” dedi Mark. “Ve özgürlük ge.
rekli bir şeydir.”
Emma, Mark’ın gözlerinde yıldızlarla ağaç tepelerinin ıssız,
lığını, buzulların keskin pırıltılarını, dünyanın tepesinde ışılda-
yan tüm döküntüleri görebiliyordu.
Bu görüntü ona okyanusun üstünde motosikletle yaptıkla
rı yolculuğu anımsatıyordu. Vahşi ve hür olmanın verdiği Öz
gürlük hissini. Bazen ruhunda hiçbir şeye bağlı olmamaktan,
hiçbir şeye hesap vermemekten, hiçbir şeyle bağlanmamaktan
gelen hissettiği o sızıyı.
“Mark,” diye söze girdi Emma.
Mark’ın yüz ifadesi değişmişti. Birden Em m anın arkasına
baktığını, vücudundaki ellerinin gerildiğini hissetti. Emma
onun baktığı yöne döndü, fakat tek görebildiği bir vestiyerdi.
Tezgâhın başında sıkılmış görünen bir kız, gümüş bir ağızlıktan
sigara içiyordu.
“Mark?” Emma, Mark’a döndü fakat M ark çoktan ondan
uzaklaşmış, vestiyer tezgâhına doğru hızla ilerliyordu. Sıkılmış
kız bunu görünce şaşırdı. Ve M ark gözden kayboldu. Emma
onu takip etmek üzereyken Cristina’yla Ju lian görüş alanına gi
rip ona engel oldu.
“Mark kaçtı,” dedi Emma onlara.
“Eh, henüz bir takım oyuncusu sayılm az,” dedi Julian. Dans
etmekten üstü buruşmuş, yanakları kızarm ıştı. Cristina nın saç
ları darmadağın olmuştu. “Bakın, ben onun peşinden gidece
ğim, siz ikiniz dansa devam...”
“İzin verir misiniz?” Uzun boylu bir adam karşılarında belir
di. Muhtemelen 25 yaşında görünüyordu ve balık sırtı desenli
takım elbisesiyle ona uygun fötr şapkası içinde zarif duruyor-
du. Saçlarını sarıya boyamıştı. Pahalı görünen ayakkabılar giy
mişti ve yürürken kırmızı tabanları alevleri göz alıyordu. Orta
parmağında pembe renkli, gösterişli bir kokteyl yüzüğü vardı.
“Benimle dans eder misiniz?”
“Affedersiniz ama,” dedi Julian, kibar, sakin bir sesle ve kolu
nu Cristina’mn koluna doladı. “Kız arkadaşımla ben...”
Adamın yüzündeki dostane bakış değişti. Bu, göze çarpma
yan bir değişimdi ama Emma görebilmişti. Julian ın konuşma
sını kesmesine neden olan gergin bir bakış vardı gözlerinde.
“Siz affedersiniz ama,” dedi adam, “sanırım Mavi olduğumu
anlamadınız.” Cebine vurdu. Burada Ava’nın cüzdanında
buldukları davetiyenin aynısı vardı. Soluk mavi tonu dışında
aynıydı. Hepsinin şaşkın bakışları karşısında yüzünü ekşitti.
“Çömezler,” diye hom urdandı ve kara gözlerinde belli belirsiz,
nahoş bir taraf, âdeta küçüm seyen bir tavır vardı.
“Elbette.” Cristina, Julian ve E m m aya hızlı bir bakış atıp
gülümseyerek karşılarındaki yabancıya döndü. “Yanlış anlaşıl
ma için özür dileriz.”
Cristina kendine M avi diyen adamla birlikte dans pistine
ilerlerken Julian’ın yüzünde acımasız bir bakış vardı. Emma
onu anlayabiliyordu. Adam dans pistinde bir şey yapmaya çalış
tığı takdirde Cristina’nın onu kelebek bıçağıyla doğrayacağını
bilmek onu rahatlatm ıştı.
“Biz de dans etsek iyi olur,” dedi Julian. “Görünüşe bakılırsa
dikkat çekmemenin tek yolu bu.”
Zaten dikkat çektik , diye düşündü Emma. Doğruydu bu:
içeri girdikleri zaman herhangi bir yaygara kopmamasına rağ
men, kalabalığın arasındaki bir sürü insan onlara yan gözlerle
bakıyordu. M üritler içinde tam am en insana benzeyen çok az
s>-397-
kişi vardı. Üstelik Emma fanilerle ilgili politikalarından emin
olamıyordu. Yine de çömezler olarak, d ikkat çekecek kimseler
olduklarını varsayıyordu. K larnetçinin davranışı kesinlikle bu
kadarını göstermişti.
Emma, Julian’ın elini tuttu ve birlikte kalabalığın dışına, sa
lonun öteki ucuna doğru ilerlediler. Burası diğer yerlere göre
daha loştu. “Yarı periler, ifritler, ku rtad am lar,” diye mırıldandı
Emma. Julianın öteki elini de tu tu n ca karşı karşıya geldiler.
Julian daha öncekinden çok daha d ağılm ış, yanakları çok daha
kızarmış görünüyordu. Em m a huzursuz olduğu için onu suç
layamazdı. Kalabalık yerlerin çoğunda, m ühürlerinin fark edil
mesi önemli değildi. E m m an ın için d en bir ses buradaki kala
balığın farklı olduğunu söylüyordu. “N eden hepsi de burada?”
“Görüş yetisine sahip olm ak b u n a sahip başkalarını ta
nımıyorsan, kolay bir şey d eğild ir,” d ed i Ju lian alçak sesle.
“Başkalarının görm ediği şeyleri gö rü yo rsu n . Kimse anlayama
yacağı için bunlar üzerine k o n u şam ıyo rsu n . S ır saklamak zo
rundasın ve sırlar insanı m ahveder. İnsan ı yaralar. Seni savun
masız bırakır.”
Julianın alçak sesinin tın ısı E m m a n ın tü ylerin i diken diken
etmişti. Bu seste onu korkutan bir şey vardı. M ark ’ın gözlerin
deki buzullara benzer, uzak ve yaln ız b ir şeyler.
“Jules,” dedi Emma.
Julian boş ver gib isin den b ir şey m ırıld a n a ra k Emma’yı
döndürdü ve onu tekrar k en d in e d o ğ ru çek ti. Yıllardır bir
likte dövüş antrenm anı y a p tık la rı iç in d an s konusunda mü
kemmel bir çift olm uşlardı. E m m a b u n u fark edince şaşırdı.
Birbirlerinin hareketlerini ö n g ö reb iliyo r, v ü c u tla rı birlikte sü
zülüyordu. Emma, Ju lia n ın h a n g i a d ım ı a ta cağ ın ı nefesinin
değişiminden ve ellerindeki parm aklarının hafif gerilmesin
den anlayabiliyordu.
Julian’ın siyah bukleleri darm adağınık olmuştu. Emma’yı
kendine doğru çektiğinde Emma parfüm ündeki karanfili, belli
belirsiz duyumsanan boya kokusunu alabiliyordu.
Şarkı sona erm işti. E m m a başını kaldırıp grubun bu
lunduğu yere b aktı. K larin etçi onu ve Ju lian ı izliyordu.
Beklenmedik bir şekilde göz k ırp tı. Grup tekrar çalm aya baş
ladı, bu seferki daha ağır, d ah a sakin b ir şarkıydı. Ç iftler m ık
natıslanmış gibi k o lların ı b irb irle rin in bo yun ların a dolamış,
elleri birbirlerinin k alçala rın d a , başları birb irine yaslanm ış,
hareket ediyordu.
Julian olduğu yerde d on akaldı. H âlâ ellerini tutan Emma
kımıldamadan duruyor, ne hareket ediyor ne nefes alıyordu.
0 an hiç bitm eyecek gibi geldi. Ju lian gözlerini Emma’nın
gözlerine dikm işti. O gözlerde her ne gördüyse kararını verme
sini sağladı bu. K ollarını E m m ay a doladı ve onu iyice kendine
doğru çekti. Em m a n ın çenesi tu h af bir şekilde Julian’ın omzu
na çarptı. Birlikte y ap tık la rı ilk şeydi bu.
Emma, Ju lian ın nefes a ld ığ ın ı, hızlı soluklarım hissetti.
Julian ın ılık elleri E m m a n ın kürek kem iklerinin altındaydı.
Emma başını çevirdi. Ju lia n ın süratli, şiddetli kalp atışlarını
kulaklarında duyuyor, gö ğsün ün sertliğin i hissedebiliyordu.
Emma kollarını uzatıp Ju lian ’ın b o yn u n a doladı. Aralarındaki
boy farkından d o layı, E m m a p arm akların ı kapattığı zaman
Julian’ın ensesindeki saçlara d o lan d ı.
Emmânın tü yleri ürperdi. J u lia n ın saçlarına elbette daha
önce dokunm uştu, an cak gevşek b u k lelerin in düştüğü bu has
sas kısım öyle y u m u şak tı k i... T eni de öyleydi. Em m a içgüdü-
sel olarak, parmaklarıyla bu saçları aşağıya doğru okşadığın^
om urgasındaki yum ruyu, hızla çektiği nefesini hissetti.
Babını kaldırıp Ju lia n ’a baktı. J u lia n ’m yüzü bembeyazda
gö z lerin i aşağı d evirm iş, siya h k irp ik le ri elm acık kemiklerine
d eğ iy o rd u . G ergin o ld u ğ u zam an larda y a p tığ ı gibi ait duda
ğın ı ısırıyord u . D işlerin in y u m u şak ten in d e bıraktığı izi göre
biliyordu.
E ğer onu öperse, ağzına kan m ı k aran fil m i yoksa ikisinin
tadı m ı g elecek ti ? Tatlı m ı b ah aratlı m ı olacaktı bu? Ekşi mi
yoksa acı mı?
Emma bu düşünceyi akim d an ç ık a rm a ya çalıştı. Julian onun
p a m b a ta î siydi. Ö püşm em esi g erek iyo rd u . O ...
Ju lia n ın sol eli Em m a’nın sırtın d an b elin e inerek kalçasını
h a fifçe sardı. Emma irk iliverdi, in s a n la rın yü reğin in pır pır et
tiğini duym uştu ve bunun a n la m ın ı b iliyo rd u : İçinizde hisset
tiğiniz şu kanat çırpışları an d ıran , tu h a f d u yg u yd u bu. Ancak
yalnızca yüreğinde değil h e r y a n ın d a h issed iyo rd u bunu. Sanki
teninin altında kelebekler k an a t çırp ıyo r, vücudun a dalgalar
hâlinde ürpertiler yayıyo rd u . E m m a p a rm a k la rın ı Julianın bi
leğinde oynatm aya, yazm aya b aşlad ı:
J-U-L-I-A-N, N-E Y -A -P-I-Y-O -R-S-U -N S-E -N ?
A ncak Ju lian farkına varm ışa b en zem iyo rd u . İlk kez arala
rındaki gizli d ili d u ym u yo rd u . E m m a d u rd u , başını kaldırıp
ona baktı. Göz göze g e ld ik lerin d e J u lia n ’ın bakışları odaksız,
h ü lyalıyd ı. Sağ elini saçların a d a ld ırm ış, p a rm a k la rın ı doluyor
du. Em m a her bir saç telin in s in ir u ç la rın d a n b irin e bağlı canlı
birer kablo olduğunu h issed iyo rd u .
“Bu akşam m erdivenlerden in d iğ in z am a n ,” dedi Julian,
boğuk ve alçak bir sesle, “resm in i y a p m a y ı düşünüyordum.
Saçlarının resmini yapmayı. Doğru rengi bulabilmek, saçları
nın ışığı yakalayışını, parlayışını yansıtmak için titanyum beya
zı kullanmam gerektiğini. Ama bu işe yaramaz, öyle değil mi?
Saçlarındaki renklerin hepsi bu değil, yalnızca altın sarısı değil:
Kehribar, açık kahverengi, karamel, buğday ve bal rengi.”
Emma normalde espri yapardı. “Öyle konuşuyorsun ki san
ki mısır gevreğinden bahsediyorsun.” Emma ve Julian normal
de olsa buna kahkahalarla gülerdi. Ancak karşısındaki Julian ın
normal hâli değildi. Emma’nın daha önce hiç görmediği bir
Julian’dı bu. Yüzündeki incelikli kemiklerin şeklinden ibaret
kalmış bir Julian. Emma birdenbire onu büyük bir arzuyla is
tediğini, gözlerindeki soluk alevleri andıran bakışlarda, elmacık
kemikleriyle çenesinin kıvrımlarında, dudağının beklenmedik
yumuşaklığında kaybolduğunu hissetmişti.
“Ama benim resmimi yapmazsın sen,” diye fısıldadı.
Julian buna cevap vermedi. Acı içindeymiş gibi bir hâli var
dı. Nabzı üç katma çıkm ıştı. Emma bunu onun boynundan
anlayabiliyordu. Kolları oldukları yerde kalmıştı ve Emma onu
öylece tutmak, birazcık bir yakınlaştırm ak istemediğini hissedi
yordu. Aralarında boşluk bir yangın yeriydi sanki. Julian par
maklarım Emma’nın kalçasına dolamıştı. Diğer eli sırtına kay
mış, saçlarında süzülüyordu. Sonunda elbisesinin sırt kısmının
sona erdiği, çıplak tenine geldi.
Julian gözlerini kapadı.
Dans etmeyi bırakm ışlardı. Öylece duruyorlardı. Emma
güçlükle nefes alıyor, Julian ellerini teninde gezdiriyordu. Julian
daha önce binlerce kez ona dokunmuştu. Antrenman yapar
ken, birlikte savaşırken veya birbirlerinin yaralarına pansuman
yaparken.
401 <3
Ancak daha önce hiç böyle dokunm am ıştı ona.
Bir büyünün etkisindeymişgibi görünüyordu. Büyülendiğinin
farkında olan ve her yanıyla bunun çekim ine karşı koymaya çalı
şan biri gibiydi, içinde yaşadığı o korkunç mücadele damarlarım
zonklatıyordu. Emma ellerinden, sırtındaki çıplak tenine değen
parmaklarından nabzını hissedebiliyordu.
Emma, Julian a doğru hafifçe, bir parça yaklaştı. Julian ne
fesini tuttu. Göğsü Emma’nın göğsünde kabararak elbisesinin
ince kumaşı altındaki göğüs uçlarına değdi. Bunun verdiği his
Emma’nın bedenini elektrik çarpm ış gib i sardı. Hiçbir şey dü
şünemez olmuştu.
“Emma,” dedi Julian boğuk bir sesle. Elleri bıçaklanmış gibi
şiddetle kasıldı. Emma’yı kendine doğru çekiyordu. Emma nm
vücudu Ju lian a çarptı. E traflarındaki k alab alık ışık ve renk
lerden ibaret bulanık bir görüntü h â lin i alm ıştı. Julian başını
Emma’nın başına doğru eğdi. A ynı an d a nefes alıyorlardı.
Derken her tarafta zil sesleri y a n k ıla n d ı. B üyük bir gürültü
kulakları tırm alıyordu. T iyatro n un k ap ıları birdenbire açılıp
da içerisi ışıklarla dolunca Ju lian ’la E m m a birbirinden ayrıldı.
M üzik durmuştu.
Bir hoparlör cızırdayarak açıldı. “Seyircileri tiyatroya alabilir
m iyiz lütfen,” dedi şehvetli bir k ad ın sesi. “Piyango gösterisi
birazdan başlayacak.”
C ristina balık sırtı desenli takım elbise giym iş adamdan ay
rılm ış, Emma’yla Ju lia n a doğru yü rü y o rd u . Yüzü kızarmıştı.
Emma’nın kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. J u lia n a bir bakış attı. Bir
an güneşten yarı baygınlaşm ış, karşısın d a gö rdüğü su kaynağı-
nın bir serap olduğunu fark etm iş, M o jave Ç ö lü nde güçlükle
ilerleyen birini andırdı.
T
403
T
15
M E LE K LE R İN Y A R IS I B İL E BÖYLE
M UTLU O L M A M IŞT IR
>405
battaniyenin altında, birbirlerine sarılmış, yıldızlar kadar küçü^
iki oğlanı da görebiliyordu. Aynı boydalardı. Mark’ın yapmas,
gereken tek şey hafifçe sokulup dudaklarını Kieranın dudakla
rına bastırmaktı.
Mark peri prensinin vücudunun kaskatı kesildiğini hisset
ti. Yerinden kımıldamıyordu, tepkisizlikten ziyade tereddütten
kaynaklanıyordu bu. Mark ellerini kaldırıp Kieranın yüzünü
kavradı, derken Kieran kımıldadı. M ark 5a daha da sokulup onu
öyle bir arzuyla öptü ki Mark’ın başını duvara çarptı.
Kieran ağzında soğuk gecelerdeki gökyüzünün, kanın ta
dını bırakmıştı. Mark bir an A vla birlikte uçtuğunu hissetti.
Geceleyin, gökyüzü fethedeceği yere giden yoluydu. Yıldızların
oluşturduğu bir patikadaki ay ışığı renginde, gümüşi-beyaz
renkli bir atı sürüyordu. Etrafı kahkahalar ve çığlıklarla do
luyken, geceleyin meraklı gözlerini dünyaya açan bir yol çizi
yordu. Hiçbir insan gözünün görmediği yerler, gizli şelaleler,
gizli vadiler görüyordu. Buzdağlarının tepelerinde durup dinle
niyor, atım şelalelerin köpükleri boyunca dörtnala koşuyor, su
perilerinin beyaz kollan onu yakalamak için uzanıyordu. Alp
Dağları5nın tepelerinde bir çimenlikte Kieran’la el ele uzanırken
milyarlarca yıldız sayıyordu.
Geri çekilen ilk kişi Kieran oldu.
Mark nefes nefese kalmıştı. “Bu öpücükte yalan var mıydı?”
“Hayır. Ama...” Kieran düşünceli görünüyordu.
“Gözlerindeki yıldızlar benim için mi yoksa Av için mi?”
“Av acı ve zaferdi,” dedi Mark. “Ben sadece acıyı yaşarken
zaferi de görmemi sağlayan kişi şendin.”
“O kız,” dedi Kieran. “Geçen gece, küheylanımda onunla
birlikte döndünüz.” Mark, Kieran ın Cristina’dan bahsettiğini
anlayınca ürperdi. “Belki de tanıştığınız o kısacık sürede ona
âşık olmuşsundur diye düşündüm.”
Kieran gözlerini devirmişti. Saçları gümüşi-mavi tonlarını
almıştı ve fırtına sonrası okyanusu andırıyordu. Mark, Kieran ın
kendi yaşında olduğunu hatırladı. Asla yaşlanmayacak bir peri
olmasına karşın, 20 yıldan az bir süre yaşamıştı. Üstelik insan
lara dair Mark tan çok daha az bilgi sahibiydi. “İnsanın o kadar
çabuk âşık olabileceğini sanmıyorum,” dedi Mark. “Sevdiğim
biri sadece.”
“Ona kalbini veremezsin,” dedi Kieran. “Bunun dışında her
ne istersen yapabilirsin tabi.”
Mark gülmemek için kendini tuttu. Kieran kendince iyilik
yapıyordu. Peri halkı bedenen veya kalben sadakate inanırdı.
Birisi sevdiğine bir söz vermişse bu söze uymak zorundaydı.
Fiziksel sadakat sözü istemek nadir görülen bir şeydi, buna
karşın, kalben sadakat kesinlikle istenen bir şeydi ve periler bü
yük ölçüde böyle yapardı. Aşka dair verilen söze uymamanın
cezası ağırdı.
“Eski bir ailenin kızı o,” dedi Mark. “Bir tür prenses. Bana
bakacağını sanmam.”
“Sarışın kızla dans ederken sana pek çok kez baktı.”
Mark gözlerini kırpıştırdı. Bunun bir nedeni perilerin sözle
rinin nasıl aslına uygun olduğunu unutmuş olmasıydı. Bir di
ğer nedeni ise, insanlara özgü böylesi bir ifadeyi hatırlamış ve
bilinçsizce kullanmış olmasıydı.
Cristina’nın onu asla istemeyeceğini düşünmesinin nedenle
rini Kieran a anlatm aya çalışmak anlamsızdı. Mark’ın peri so
yundan gelişine vereceği tepkiyi gösteremeyecek kadar nazikti
ancak Mark alttan alta ondan iğreneceğine emindi. Mark bun-
iarı açıklamak yerine, ellerini Kieran’ın pantolonunun kemer
kısmına daldırıp onu kendine doğru çekti ve bir kez daha öptü
Bununla birlikte, A va dair anıların tadı tatlı bir şarap gibi can
lanıverdi.
Şehvetle, durmadan öpüşüyorlardı. Bir battaniyenin altında,
ses çıkarmamaya, diğerlerini uyandırmamaya çalışan iki oğlan.
Anıları zihinlerinden silmek, kanları, pisliği unutmak, gözyaş
larını dindirmek için öpüşüyorlardı. M ark’m elleri Kieran’ın
gömleğinin altına girip sırtındaki yara izlerinin üstünde gezin
di. Orada, acıda birleşiyorlardı. En azından M ark’ı kırbaçlayan-
lar ailesinden değildi.
Kieran ellerini beceriksizce M ark’ın inci düğmelerinin altı
na soktu. “Fanilere özgü bu kıyafetler,” dedi dişlerini sıkarak,
“Onlardan nefret ediyorum.”
“O hâlde onları üstümden çıkar,” diye mırıldandı Mark.
Olan biteni unutmuş, serseme dönmüş, A v’a dair hatıralara gö
mülmüştü. Elleri Kieran’ın vücudundaydı fakat zihninde ku
zey ışıkları boyunca ilerliyordu. Gökyüzü okyanusun kalbi gibi
mavi ve yeşil renklere bürünmüştü. Blackthorn gözleri gibi.
“Hayır.” Kieran gülümseyip geri çekildi. Üstü dağılmış,
gömleğinin önü açılmıştı. Mark’ın damarları arzuyla tutuşuyor,
kendini Kieran’da kaybetmek, her şeyi unutmak istiyordu. “Bir
keresinde bana insanların elde edemeyecekleri şeyi istediğini
söylemiştin. Ve sen yarı insansın.”
“Elde edemeyeceğimiz şeyi isteriz,” dedi Mark. “Ama bize
iyilik yapanları severiz.”
“Şimdilik istemeyle ilgili kısmı alacağım,” dedi Kieran ve eli
ni Mark’ın boynundaki kolyenin üstüne koydu. “Ve s a n a verdi
ğim hediyenin hatırasını.”
-408
Elf o k la rın ı y a p m a k b ü y ü k b i r b ü y ü b e c e ris i is te rd i v e b u n
lar çok k ıy m e tliy d i. K i e r a n b u n u o n a V a h ş i A v a k a tıld ık ta n
kısa bir süre s o n r a v e r m iş v e M a r k k a lb in e y a k ın b ir y e rd e taşı
yabilsin d iye o k a b i r z i n c i r t a k m ış t ı.
“Doğru hamleyi yap,” dedi Kieran. “Katili bul ve sonra bana
dön.”
“Ama ailem,” dedi Mark, elini fark etmeden Kieran ın eline
sardı. “Kier, bana...”
“Bana dön,” diye tekrarladı Kieran sözünü. Mark’ ın sardığı
elini öptü ve sallanan ceketlerin arasından geçti. Mark her ne
kadar anında peşinden gitmeye çalışsa da Kieran çoktan gözden
kaybolmuştu.
s>409<s
1
tadam o la b ilir k i? ”
414
“Onu öldürecekler,” diye fısıldadı Emma telaşla. “Kadının
söylediği her şey, av...”
“Bundan emin değiliz,” dedi Julian dudaklarını kımıldat
maksam.
“Emma haklı,” dedi Mark. Kalabalığın arasından çıkışa doğ
ru aceleyle ilerliyorlardı. Orkestra, Casablanca filminden “As
Time Goes By” çalıyordu. Bu tatlı melodi içeriyi saran kaygı
hissiyle tezat oluşturuyordu. “Av, ölüm demek.”
“Ona yardım önerisinde bulunmalıyız,” dedi Cristina. Ses
tonu donuktu.
“Ne kadar sapık biri olsa da, evet,” diye onayladı Emma.
“İşimiz bu...”
“Kuralları duydunuz,” dedi Jules. “Kimse karışmayacak.”
Emma arkasını dönüp olduğu yerde durdu. Julian’la göz göze
geldiler. “O kurallar,” dedi ve Julian ın elini tuttu. Parmaklarını
teninde oynatmaya başladı. B -î-Z -î-M Î-Ç-Î-N G-E-Ç-E-R-L-İ
D-E-Ğ-İ-l.
Emmanın çok iyi tanıdığı mavi-yeşil irisler karardı.
Yenildiğinin itirafıydı bu. “Git,” dedi Julian. “Cristina’yı da al.”
Emma, Cristina mn elini tuttu ve ikisi birlikte kalabalığı iterek
ilerlemeye başladı. Emma diğer seyircileri geçmek için dirsekle
riyle çizmelerini kullanıyor, aldırmaksızın bir sürü insanın aya
ğına basıyordu. Ana koridora vardılar. Cristina mn tıslayan bir
fısıltıyla Julian ve M ark’ı nasıl bulacaklarını sorduğunu işitmişti.
“Arabada,” dedi Emma. Cristina’nın şaşkın bakışlarım gör
müştü fakat Julian’ın planlarını her zaman nasıl bildiğini söyle
me gereği duymadı. Planları biliyordu çünkü Julian ı tanıyordu.
“İşte orada.” C ristina boş eliyle işaret etti. Lobiye gelmişler
di. Emma, Cristina’nın gösterdiği yere bakınca bir çift ayakka-
416
Sterlingin boğazı yine inip kalktı. “Neden bahsediyorsu
nuz siz?” diye sordu. Öyle vahşice sormuştu ki bunu, Emma
sol tarafında bir çatırtı işitti. Cristina kelebek bıçağını açmış
tı. Yerinden kımıldamamasına karşın, bıçak elinde parlıyordu.
Sterlingin Emma’ya doğru bir adım atması ihtimaline karşı ses
siz bir tehdit oluşturuyordu.
“Piyango,” dedi Emma. “Sen seçildin.”
“Evet, biliyorum. Bilm iyorum mu sandınız?” diye Sterling
hırıldayarak. “Benimle konuşmanız bile yasak.” Ellerini telaşla
saçlarına daldırdı. Anahtarlığı elinden kaydı ve şangırtıyla yere
düştü. Emma bir adım öne atıp anahtarlığa uzandı. Anahtarlığı
Sterling’e uzattı.
“Hayır!” diye bağırdı Sterling boğuk bir sesle ve bir yengeç
misali arkaya doğru geriledi. “Dokunma bana! Yanıma yak
laşma!”
Emma anahtarları Sterling in ayağına fırlattı ve ellerini hava
ya kaldırıp avuçlarını açtı. Silahlarının hepsinin yerini biliyordu.
Hançerler çizmelerinde, elbisesinin etek kısmının altındaydı.
Ancak Cortana’yı alm am ıştı.
“Sana zarar vermek istemiyoruz,” dedi Emma. “Yardım et
mek istiyoruz, hepsi bu.”
Sterling eğilip bitkince anahtarlarını aldı. “Bana yardım ede
mezsiniz. Bana kimse yardım edemez.”
“Güvensizliğin çok kırıcı,” dedi Emma.
“Burada olanlara dair hiçbir fikriniz yok.” Sterling kesik
kesik, yapmacık bir kahkaha attı. “Anlam ıyor musunuz? Bana
kimse yardım edemez, özellikle de birkaç aptal velet...” derken
sustu, Emma’ya baktı. A slında koluna. Emma başını eğince
çaktırmadan küfretti. Parabatai mührünü kapattığı makyaj
silinmişti -muhtemelen lobideki kıza çarptığı zaman olrnu^
bu- ve işareti açıkça görülebiliyordu.
Sterling hiç de korkmuşa benzemiyordu. “Nefılimler,” dedi
hırlayarak. “Tanrım, bir bu eksikti.”
“Belinda’nın bu işe kimsenin karışmamasını söylediğini bi
liyoruz,” diye söze girdi Emma telaşla. “Ama bizler gerçekten
Nehlim olduğumuz için...”
“Onun ismi Belinda değil.” Sterling çöplüğe tükürdü.
“Hiçbir şey bilmiyorsunuz, öyle değil mi? Kahrolası Gölge
Avcıları, kendinizi Aşağı Dünya’nın efendileri sanıyor, her şeyi
berbat ediyorsunuz. Belinda sizi içeri hiç almamalıydı.”
“Biraz daha nazik olabilirsin.” Emma, adamın sesinde bir
parça öfke sezdi. “Sana yardım etmeye çalıştığımızı düşünür
sek. Üstelik Cristinayı da avuçladın.”
“Hiç de bile,” dedi Sterling, bir Emma’ya bir Cristina’ya ba
karak.
“Avuçladın,” dedi Cristina. “İğrençtin.”
“O hâlde neden bana yardım etm eye çalışıyorsunuz?” diye
sordu Sterling.
“Çünkü kimse ölmeyi hak etmez,” dedi Emma. “Ve dürüst
olmak gerekirse, öğrenmek istediğim iz şeyler var. Piyangonun
anlamı ne? Hepinizi nasıl daha güçlü hâle getiriyor?”
Sterling onlara bakıp başını salladı. “Delisiniz siz,”
Başparmağıyla anahtar kum andasına bastı. Jip açılırken farları
yandı. “Uzak durun benden. Belinda’nın söylediği gibi, bu işe
karışmak yok.”
Sterling kapıyı hızla açtı ve telaşla arabaya bindi. Bir saniye
içinde jip gıcırdayan tekerlekleriyle sokakta ilerlemeye başla
mış, asfaltın üstünde siyah tekerlek izleri bırakm ıştı.
418
Emma ofladı. “İy iliğ i k o n u su n d a en d işelen m eyi sürdürm ek
biraz zor, öyle d eğil m i?”
Cristina jip in ark asın d a n b ak ıy o rd u . “B u b ir sınav,” dedi.
Bıçağını kaybolm uş, ko l y e n in in için e geri so km uştu. “M elek
olsaydı, yalnızca se v d ik le rim iz i d e ğ il, ay n ı zam an d a sevim siz ve
1 bize uymayan k işileri d e k u rta rm a k iç in d ü n y a y a geld iğim izi
i söylerdi.”
“Annenin onu bıçaklayacağım söylem iştin.”
“Evet, eh,” dedi C ristina. “H er konuda anlaşamayız.”
: Emmanın cevap verm esine kalm adan enstitünün arabası,
Toyota, önlerinde durdu. M ark arka pencereden başını çıkardı.
Tüm olanlara rağm en, Em m a, Jules’ün yan koltuğu kendine
bıraktığını görünce içi m u tlu lu k la dolm uştu. “Savaş arabanız
geldi, adalet tim salleri,” dedi M ark. “İçeri girin ve birileri bizi
haklamadan buradan uzaklaşalım .”
“Bu İngilizce m iyd i acaba?” diye sordu C ristina, M ark’ın ya
nına geçerken. Em m a arab aya atılıp ön koltuğa oturdu.
Julian ona doğru baktı. “O ldu kça heyecanlı bir konuşmaya
benziyordu az önceki.” A raba ileri doğru atılıp tuhaf sokaktan,
i o acayip tiyatrodan uzaklaşm aya başladı. Jip in yolda bıraktığı
tekerlek izlerinin üstünden geçtiler.
“Yardımımızı istem edi,” dedi Em m a.
“Her hâlükârda ona yard ım edeceğiz,” dedi Julian. “Öyle
değil mi?”
“İzini bulm ayı başarabilirsek tab ii,” dedi Emma. “Hepsi de
takma isim kullanıyor o lab ilir.” A yak ların ı ön panonun üstüne
koydu. “Johnny R ook’a so rm ak işim ize yarayabilir. Ne de olsa
reklamlarını H ayalet Pazar’d a yap m ışlard ı ve Rook orada olup
biten her şeyden haberdar.”
“Diana, Johnny Rook ran uzak durmanı söylemedi mi sana?”
dedi Julian.
“Diana şu anda biraz fazla uzakta değil mi?” dedi Emma
tatlılıkla.
Julian boyun eğimiş, aynı zamanda da neşelenmişe benzi
yordu. “Pekâlâ. Sana güveniyorum. Bir nedenin varsa eğer gider
Rook’a sorarız.”
La Cienega’ya dönüyorlardı. Işıklar, gürültü, Los Angeles
trafiği her taraflarını sarmıştı. Emma ellerini çırptı. “Ben de
seni bu yüzden seviyorum.”
Bu sözler düşünmeden ağzından dökülmüştü. Cristina da
Mark da fark etmiş görünmüyordu. O sırada “hakkaniyet” ke
limesi üstüne tartışıyorlardı. Buna karşın, Julian’ın yanakları
kıpkırmızı kesilmiş, direksiyondaki elleri iyice gerilmişti.
16
K IY ID A
>425 < = = =
“Olmaz,” dedi Diana, kapıda belirerek. “Peri halkı çok aç^
konuştu. Elini kana bulam ış kişi. İlerlem eleri bildirmemizi i$_
tediklerini zannedebilirsiniz am a ben öyle sanmıyorum. Sonuç
istiyorlar, hepsi bu.”
“Ne kadar zamandır bizi d in liyo rd un ?” diye sordu Julian. Bu
soruda herhangi bir düşm anlık yoktu. Saatine baktı. “Buraya
gelmen için oldukça geç bir saat.”
Diana iç geçirdi. Ö yle bitkin gö rünüyo rdu ki. Saçları dağı
nıktı ve hiç huyu olm am asına karşın svveatshirt’le kot giymişti.
Yanaklarından birinde uzunlam asına bir sıyrık vardı.
“Ojai’d en dönerken kesişim noktasın ı kullandım,” dedi
Diana. “Hızla girip çıktım . Ve sadece bir peygamberdevesi iblisi
öldürmem gerekti.” Tekrar göğüs geçirdi. “Görünüşe bakılırsa,
oraya gittiğiniz akşamdan beri kim seler gelm em iş. Ruh çağıran
büyücümüzün yeni bir yer b u ld u ğu n d an şüpheleniyorum.”
“Eh, şayet kesişim noktasını k u llan m ıyo rsa, bir sonraki kara
büyüsü Magnus’un haritasında gö rü n ecektir,” dedi Ty.
“Ojai’de işe yarar bir şey b u ld u n m u ?” diye sordu Emma.
“Hangi büyücü yaşıyorm uş orada? T an ıd ığım ız biri değil, öyle
değil mi?”
“Değil.” Diana kapıya yaslan dı. B aşka bir şey söylemeyeceği
açıktı. “Ama M üritleri işittim . S an ırım bu rada peşlerine düştü-
ğünüze şaşırmamalıyım. Keşke bana h ab er verseydiniz, ama...”^
“Çoktan yola çıkm ıştın ,” ded i Ju les. B aşını ellerine yasla
dı. Ceketini çıkarm ıştı, gö m leği gö ğsü n d e gerildi. Ketenin
altındaki vücudunun nasıl g ö rü n d ü ğ ü n ü b ilm ek Emmanın
dikkatini iyice dağıtıyordu. E m m a b aşın ı çevirdi, kontrol
edemediği düşüncelerinden nefret ed iyo rd u . “A m a sana özet
geçebilirim.”
t Julİan konuşmaya başladığında Emma sessizce dönüp oda
dan çıktı. Geriden, o akşam olanları anlatan Julian ın sesini
duyabiliyordu. Julian m olup biteni dosdoğru anlatacağını bi
liyordu, endişelenmesine gerek yoktu. Ancak o sırada acilen
konuşması gereken iki kişi vardı ve bunu tek başına yapması
| gerekiyordu.
428
“Onların başına gelenlere üzüldüğümü sana söylemiştim,”
dedi Mark. “Ama bu yeterli değil. Bu soruşturmanın benimle
ilgili olacağını fark etmemişim. Ailemin beni burada tutmaya
çalışmasıyla. Varlığımın yaptığın şeyin anlamını yok etmek ma
nasına geleceğini.”
Emma yatağın ucuna oturdu. “Mark... Hiç de sandığın gibi
değil.”
“Öyle olduğunu biliyorum,” dedi Mark. Gözleri dışarıdan
gelen tuhaf ışığın altında parıldıyordu. Emma’nın pencere
si açıktı ve içeri giren yansıma şimşeklerin çaktığı bulutların
pırıltısıyla aydınlanıyordu. “Sırf beni burada tutmak için bu
soruşturma üstünde çalışmamaları gerekir, ne de olsa burada
kalmama ihtimalim var.”
“Peri diyarına geri dönmeyeceksin. Asla.”
“Verilen tek söz seçimi benim yapacağımdı,” dedi Mark.
“Henüz seçim yapm adım , yapamıyorum.” Mark ellerini böğ
ründe yumruk yaptı. Acısı yüzünden okunuyordu. “Senin beni
anlayacağını düşündüm. Ne de olsa Blackthom değilsin.”
“Ben Julian’ın parab a taıs iyim, ” dedi Emma. “Ve Julian bu
rada kalmanı istiyor.”
“Julian güçlü biri,” dedi M ark.
“Julian güçlü biri, evet, ” diye onayladı Emma. “Ama sen
onun kardeşisin. Ve buradan gidersen yaralarını sarabilir miyim
emin değilim.”
Mark bakışlarını tekrar Emma’nın dolabına çevirdi.
“Kayıplarımıza rağmen hayat devam ediyor,” diye fısıldadı.
“Doğru,” dedi Emma. “Ama annemle babam beni bilerek
bırakmadı. Öyle olsaydı neler hissederdim, neler düşünürdüm
bilemiyorum.”
s> 429<
Gök gürültüsü odanın içinde yankılandı. Mark eiini boynu-
na götürdü. “Ne zaman gök gürültüsü duysam, şimşek çaktı
ğını görsem, bulutlarda gezinmem gerektiğini düşünüyorum,*
dedi Mark. “Kanım beni gökyüzüne çağırıyor.”
“ O kolyeyi kim verdi sana?” diye sordu Emma. “Bir elf o k u
değil mi?”
“Avdayken elf oklarını kullanm akta ustalaştım,” dedi Mark,
“At üstünde giderken düşmanımı vurabiliyor, on denemenin
dokuzunda hedefi tutturabiliyordum. Bana elf-atışı diyordu
çünkü...” Mark sustu. Başını çevirip yatağın kenarına tünemiş
oturan Emma’ya baktı. “Birbirimize benziyoruz, şenle ben,”
dedi. “Fırtına beni çağırdığı gibi seni de çağırıyor, öyle değil
mi? Bunu daha önce gözlerinde görm üştüm . Bulutlarda olmak
istiyordun. Belki de şimşekler çakarken sahilde koşmak.”
Emma titreyerek soluklandı. “M ark, yapm a...”
“Neler oluyor?” Gelen Julian’d ı. Takım elbisesini çıkarmıştı.
Kapı eşiğinde dikiliyordu. M ark’la Emma ya bakarken, yüz ifa
desi... Emma bu ifadeyi tanım layam ıyordu. Jules’ü daha önce
hiç böyle görmemişti.
“Eğer birlikte yaptığınız,” dedi Ju lian, sesi bıçak gibi keskin,
“bir şey varsa, sonra da gelebilirim.”
Mark şaşırmışa benziyordu. Emma öylece bakakalmıştı.
“Mark’la konuşuyorduk,” dedi Emma. “H epsi bu.”
“Konuşmamız bitti.” M ark ayağa kalktı. Bir eliyle elf okunu
tutuyordu.
Julian ikisine de sakince baktı. “Yarın öğleden sonra, Diana,
Cristinayı Malcolm’a götürecek,” dedi. “Cristina, Mexico
Cityden farklı olan ne varmış diye bakm ak için burada işleri
nasıl yürüttüğümüz konusunda kıdem li büyücüyle k o n u ş a c a k .
Diana muhtemelen Malcolm’un çeviride nerede olduğunu öğ
renmek istiyor ve bir bahaneye ihtiyacı var.”
“Pekâlâ, o hâlde biz de Rook’a gidebiliriz,” dedi Emma. “Ya da
istersen ben tek başıma giderim. Ne de olsa bana alıştı. Son ko
nuşmamız pek dostça geçmedi gerçi ama.” Emma kaşlarını çattı.
“Hayır, ben de seninle geleceğim,” dedi julian. “Rook bu
işin ciddi olduğunu anlamalı.”
“Ya ben?” dedi M ark. “Bu keşif yolculuğunun bir parçası
olacak mıyım?”
“Hayır,” dedi Julian. “Johnny Rook’un buraya döndüğünü
bilmemesi gerek. Konsey bilm iyor ve Rook sır tutan değil, sır
satan birisi.”
Mark saçlarının arasından kardeşine baktı. Alışılmadık, tu
haf renkli gözleri parıldıyordu. “O hâlde uyuyacağım sanırım,”
dedi. Emmanın dolabına doğru son bir bakış attı. Yüzündeki
ifadede endişeli bir şey vardı. Sonra odadan çıkıp kapıyı kapattı.
“Jules,” dedi Emma, “neyin var senin? Eğer birlikte yaptığınız
bir ¡ey varsa ne demekti? Sen buraya girmeden önce Mark’la
yiyiştiğimizi mi düşündün?”
“Öyle olsaydı da beni ilgilendirmezdi,” dedi Julian. “Yalnız
kalın dedim.”
“Yaptığın şey ahm aklıktı.” Emma yataktan kalkıp tuvalet
masasına gitti ve küpelerini çıkardı. Bunu yaparken aynadan
Julian’abakıyordu. “Neden?”
Emma, Julian’ın yüzündeki ifadenin değiştiğini, gerildiğini
gördü. Şaşkınlığının yerini kararsızlık almıştı. “Neden mi?”
“Çünkü üzüldün,” dedi Emma. “Kuralları çiğnemek hoşuna
gitmiyor ve Rook’a gitm enin iyi bir fikir olduğunu düşünmü
yorsun.”
431
Ju lian o danın iç in d e h u z u rs u z c a d o la n d ı v eEmmanın yata
ğına oturdu. “Benim h a k k ım d a b ö y le m i düşünüyorsun?” dedi,
“Emma, Rook a g itm e m iz g e re k iy o rs a p la n ın p arçasıyım . Yüzde
yüz varım.”
Emma aynada kendine baktı. Uzun saçları omuzlarındaki
işaretleri kapatamıyordu. K o lla r ı k a s lıy d ı, bilekleri sağlam ve
güçlüydü. Her yanı yara izleriyle doluydu. Kullanılmış mühür
lerden kalma eski, beyaz izler, yol yol kesik izleri, asitli iblis
kanından kalan yanık lekeleri.
Birdenbire yaşlı hissetti kendini. 17 yerine 20 yaşında de
ğil, sahiden yaşlı. Yüreğinin yaşlandığını ve çok geç kaldığını.
Annesiyle babasının katilini bulacaksa bunu şimdiye dek yap
mış olm alıydı herhalde.
“Özür dilerim,” dedi Emma.
Julian, Emma’nın yatak başlığına yaslandı. Eski bir tişörtle
pijama altı giymişti. “Ne için?”
Böyle hissettiğim için. Emma bu sözleri dile getirmedi. Jules’e
karşı tuhaf şeyler hissediyorsa ona bunlardan bahsetmek adil
olmazdı. Yanlış yapan kendisiydi.
Üstelik Julian üzülüyordu. Emma bunu ağzının duruşunda,
açık renkli gözlerinin karanlığına görebiliyordu.
“Senden şüphe ettiğim için,” dedi Emma.
“Sana dönelim.” Julian kendini E m m anın yastıklarına bı
raktı. İçine sokmadığı üstü açıldı. Emma karnını gayet net gö
rebiliyordu. Kaslarının girintilerini, kalçasının üstündeki altın
sarısı çilleri...
“Annemle babamın başına gelenleri öğrenebileceğimi dü
şünmüyorum,” dedi Emma.
Bu söz üzerine Julian doğruldu.
Emma rahatlamıştı. “Emma,” dedi Julian ve sustu. Neden
böyle konuşuyorsun, ya da, ne demek istiyorsun, demedi.
Ya da başkalarının boşluğu doldurmak için söyleyebileceği
herhangi bir şeyi. O nun yerine, “M erak etme,” dedi, “öğrene
ceksin. Hayatımda tanıdığım en azim li insansın sen.”
“Hiç olmadığım kadar uzağında olduğum u hissediyorum.
Elimizde gerçek bir bağlantı olsa da, bunun peşine düşmüş ol
sak da. Ölümlerinin G eceyarısı T iyatrosu veya piyangoyla nasıl
bir bağlantısı olabilir anlam ıyorum . Bir...”
“Korkuyorsun,” dedi Jules.
Emma tuvalet m asasına yaslandı. “Neyden korkuyorum?”
“Bilmek istem ediğin bir şeyi buluruz diye korkuyorsun,”
dedi Julian. “Z ihninde annenle baban mükemmel insanlar.
Şimdi, cevaplara yaklaştığım ıza göre, onlara dair öğrenmekten
korktuğun şey...”
“Mükemmel o lm ad ık ları m ı?” Em m a gerginliğinin sesin
den anlaşılmaması için çaba harcıyordu. “Kötü insanlar ol
dukları mı?”
“İnsan oldukları,” dedi Ju lian . “Ö nünde sonunda bizi büyü
ten insanların insan o ld u ğu n u öğreniriz hepimiz. H ata yaptık
larını.” Julian gözüne giren saçları arkaya itti. “Çocukların beni
çözeceği günün korkusuyla yaşıyorum ben de.”
“Julian,” dedi E m m a. “San a bunu söylem ek hiç hoşuma git
miyor ama bana kalırsa zaten seni çözdüler.”
Julian gülüm seyip yataktan kalktı. “H akaretler ha,” dedi.
“Bana kalırsa bu, gayet iyi olduğun anlam ına geliyor.” Kapıya
doğru ilerledi.
“Diana’ya Rook’a g ittiğ im izi söyleyem eyiz,” dedi Emma.
“Onun bir sahtekâr o ld u ğu n u düşünüyor.”
433
“Haksız değil.” Loş ışıkça J u lia n ’m b ileziğ i p arıld ad ı. Emma,
seninle...”
Julian duraksadı fa k a t E m m a d ile g e tirm e d iğ i kelimeleri du-
yabiliyordu: K alm am ı ister m isin ?
Benimle kal, demek istiyordu Emma. Yanımda ol ve
kâbuslarımı unuttur bana. K a l ve yanım da uyu. K al ve kötü rü
yaları, kanlı hatıraları kov.
Buna rağmen, zoraki g ü lü m s e d i. “Uyumam lazım Jules.”
Julian odadan çıkmak üzere arkasını d ö n d ü ğ ü n d e yüzünde
ki ifadeyi okuyamadı. “İyi g e c e le r Emma.”
Ertesi gün Emma geç saatte kalktı. Gecenin bir vakti fırtına gök
yüzünü bulutlardan temizlemişti ve öğleden sonra güneşi parıl
dıyordu. Başı ağrıyarak çıktı yataktan. Duş aldı, kotuyla takım
ceketini giydi. Yatak odasından çıktığında az kalsın Cristina’ya
çarpıyordu.
“0 kadar çok uyudun ki endişelendim,” diye çıkıştı Cristina.
“İyi misin?”
“Kahvaltı edeyim, iyi olacağım. Belki çikolatalı bir şeyler
yerim.”
“Kahvaltı için çok geç oldu. Öğle yemeği vakti bile geçti,
julian seni uyandırayım diye yolladı beni. Arabada sandviçle
içecek bir şeyler olduğunu söyledi. Yola çıkmanız lazım.”
“Çikolatalı sandviç var mıdır dersin?” diye sordu Emma.
Cristina’ya katıldı ve birlikte merdivenlere doğru ilerlediler.
“Çikolatalı sandviç de ne?”
“Bilirsin işte, ekmek, çikolata, tereyağı.”
“Çok iğrençmiş.” Cristina başını salladı, kulaklarına taktığı
inciler parıldadı.
“Kahve kadar iğrenç değil. M alcolm’a rm gidiyorsun?”
Cristina hafifçe gülüm sedi. “Diana, Ju lian la seni düşünme
sin ya da Rook beyefendinin yanında olduğunuzdan şüphelen
mesin diye mor gözlü büyücünüze milyonlarca soru sormam
gerekiyor.”
“Onun beyefendi olduğundan pek emin değilim,” dedi
Emma, esnemesini bastırarak. “Kimsenin ona hey, Rook ya da
piç kurusu dışında bir sözcükle hitap ettiğini duymadım.”
“Çok ayıp,” dedi Cristina. Cristina’nın kara gözlerinde
neşeli bir ifade vardı. “Bana kalırsa, Mark ufaklıklarla yalnız
kalmaktan korkuyor. Oysa çok eğlenceli olmalı.” Emmanın
kurumamış örgülerinden birini çekiştirdi. “Julian seni aşağıda
bekliyor.”
“Malcolm’u şaşırtmakta bol şans,” diye seslendi Emma,
Cristina koridordan mutfağa, muhtemelen Diana nın beklediği
yere, doğru ilerlerken.
Cristina göz kırptı. “Bilgi almakta bol şans, cuata. ”
Emma başını sallayarak otoparka ilerledi. Julian orada,
Toyotanın yanında dikilmiş, bagajın içindekileri inceliyordu.
Mark da yanındaydı.
“Cristina’nın da sizinle olacağını düşünmüştüm,” diyordu
Mark, Emma onlara yaklaşırken. “Malcolm’un evine gittiğini
bilmiyordum. Beni çocuklarla baş başa bırakacağınızı düşün
memiştim.”
“Onlar çocuk değil,” dedi Julian. Emma ya başıyla selam ver
di. “Ty ve Livvy 15 yaşında, daha önce de diğerlerine baktılar.”
“Tiberius sizinle birlikte Rook’a gelmesine izin vermedi
ğiniz için kızgın,” dedi M ark. “Kendini odasına kapatacağını
söyledi.”
435
H a r ik a , d e d i J u lia n . S e s i b o ğ u k t u . U y k u s u z k a l m ı ş a ^
z iy o r d u . E m m a o n u u y u t m a y a n ş e y i n n e o l d u ğ u n u merak, etû
A r a ş tır m a m ıy d ı y o k s a ? “ S a n ı r ı m n e r e d e o l d u ğ u n u b ilecek sin
ilg ile n m e n g e r e k e n t e k k i ş i T a w y . ”
M a rk ’ın yü zü k o rk u d a n b e m b e y a z d ı, “ b iliy o r u m .”
“O b ir ço cu k , b o m b a d e ğ il,” d e d i E m m a , sila b kem erim ta
k ark en . K e m e rin e b irk a ç m e le k b ı ç a ğ ı y la b i r ste l sıkıştırmıştı.
T a k ım la rın ı g iy m e m iş ti, ü s t ü n d e s a d e c e k o t u y la , arkasındaki
k ılıc ı s a k la y a c a k b ir c e k e t v a r d ı . t d e r b a r v g l b i r s ık ın t ı çıkacağın
d a n d a d e ğ ild i y a , o e s n a d a b a g a jd a d u r a n C - o r ta n a olm adan
d ış a rı ç ık m a y ı b iç s e v m i y o r d u . “ Î V İ e ra k e t m e . D r u v e k 'v v v y sana
y a r d ım e d e b ilir .”
“Üstlendiğiniz bu görev çok. teh lik eli olabilir, dedi bdatk.
Julian bagajı gürültüyle kapattı. “B ir p e r’ı size R o o k u n anlamu
nın kara karga olduğunu söylerdi. U ğ u rsu z b it kuş.
“ B i l i y o r u m , ” d e d i J u l i a n , b i l e ğ i n i çevreleyen k u l p a s o n ktı,
i n c e b i r h a n ç e r y e r l e ş t i r d i . “ A y n ı z a m a n d a b i l e y a d a d o la n d ır ı
c ı l ı k y a p m a k d a d e m e k . G e ç e n s e n e T D i a n a d a n ö ğ r e n d i ğ i n i \Aı
k e lim e b u .”
“Johnny Rook sahiden bir dolan d ırıcıd ed i Umma ordaı
katılarak. “Ama fanileri dolandırıyor. bvze bir şey olmaz.
“Çocuklar kendilerini ateşe verebilir,” dedi b/laık. ^aVa^
yor gibi konuşmamıştı.
ttTy ve Livvy sahiden 15 yaşınd a,” d ed i ILmma. “k i 2
dığın zaman sen de h em en b e m e n a y n ı yaşlardaydın.
r>
sen...
“Ne?” Mark tubaf gözlerini E m m a y a çevirdi. “İyi
Emma kızardı. “K endi evinde geçireceğin b it öşY
yırtıcı yamyam periler tarafından kaçırılm aya ben i*
“Biz insan yem iyoruz,” dedi M ark öfkeyle. “En azından bil
diğim kadarıyla.”
Julian sürücü k ap ısın ı açıp içeri girdi. Emma yolcu koltu
ğuna geçti. Ju lian başını çıkarm ış, anlayışlı bir şekilde ağabe
yine bakıyordu. “M ark, gitm em iz lazım . Bir şey olursa Livvy
bize mesaj atsın. A m a şim d ilik Rook elim izdeki en iyi fırsat.
Tamam mı?”
Mark bir savaşa hazırlamrmış gibi doğruldu. “Tamam.”
“Ve kendilerini sahiden ateşe vermeyi başarırlarsa...”
“Eee?” dedi M ark.
“Onları söndürmenin bir yolunu bulsan iyi olur.”
437
Hayır. Fanilerin hayatı bir seçenek değildi.
Emma başını kaldırıp Ju lian ’a gülüm sedi. Tanıdık, rahat bir
gülümsemeydi bu. Geçen gece -hâlâ hum m alı bir rüyayı an
dıran dans ve müzik- hiç yaşanm am ıştı sanki. “Hazır mısın?’’
dedi Emma.
Giriş kapısına uzanan asfalt kaplı yol ağaç köklerinin çıktığı
yerde çadamıştı. Köklerin boyun eğmez kuvveti kaldırımı çatırdat-
mışu. Büyüyen ¡eylerin azmi, diye düşündü Julian. Yanında tuvaliy
le boyaları olsun isterdi. Fotoğraf çekmek için tam cep telefonuna
uzanıyordu ki boğuk bir mesaj sesiyle telefon ekranı kapandı.
Ekrana baktı. Mesaj M ark tan d ı.
TY’I BULAMIYORUM.
Julian kaşlarını çatıp başparm ağıyla mesaj yazarken bir
yandan da Emma’nın ardından m erdivenleri tırmanıyordu.
YATAK ODASINA BAKTIN M I?
Giriş kapısında kocaman açtığı gö zleriyle dağınık saçlı Yeşil
Adam biçiminde süslü bir kapı tokm ağı vardı. Emma tokmağı
kaldırdı ve bıraktığı anda Ju lian ’ın telefonu tekrar çaldı.
BENİ MASKARA M I SA N D IN ? TABİİ Kİ BAKTIM.
“Jules?” dedi Emma. “H er şey yo lu n d a m ı?”
“Maskara mı?” diye ho m urdandı Ju lia n . Elleri dokunmatik
ekranda uçuyordu. LIVVY NE D İYO R?
“Az önce maskara m ı dedin sen?” d iye sordu Emma. Julian
kapının öteki tarafından yaklaşan ayak seslerini işitebiliyordu.
“Julian, tuhaf davranmamaya çalış, o lu r m u ?”
Kapı birden açıldı. Karşıda d u ran adam uzun boylu, ince
biriydi ve kotla deri bir ceket giym işti. Saçları öyle kısa kesil
mişti ki rengini ayırt etm ek m ü m k ü n d eğild i. Üstelik, renkli
gözlüklerinden gözleri görünm üyordu.
E5S> 4 3 8 ■<ÎT'T*mi
Adam, Emma’yı gördüğü anda kapıya bıraktı kendini.
“Carstairsdedi. Duayla karışık bir inilti çıkarmıştı.
Julianın telefonu vızıldadı. LIVVY BİLMEDİĞİNİ
SÖYLÜYOR.
Adam kaşlarını havaya dikti. “Meşgulsünüz herhalde?” dedi
alaycı bir tavırla. Emmaya döndü. “Önceki erkek arkadaşın
daha nazikti.”
Emma kızardı. “O benim erkek arkadaşım değil. Jules.”
“Ah, elbette. Blackthorn gözlerini tanımalıydım.” Rook’un
sesi kadifemsi bir hâl almıştı. “Babana çok benziyorsun Julian.”
Julian adamın sırıtmasından pek hoşlanmamıştı. Öte yan
dan, Emma’nın Rook’la kurduğu ilişkiye dair hiçbir şey hoşuna
gitmiyordu. Büyüye merak salan faniler, görüş yetileri olanlar,
Konsey açısından belirsiz bir alan oluşturuyordu. Herhangi bir
yasa yoktu ama onlarla uğraşmanıza da gerek kalmamalıydı.
Büyü yapılmasını istiyorsanız Konsey tarafından kabul edilmiş,
iyi bir büyücü kiralardınız.
Gerçi Emma’nın Konsey’in onayını pek taktığı da olmamıştı
şimdiye kadar.
LIVVY YALAN SÖYLÜYOR. TY’IN NEREDE
OLDUĞUNU HER ZAMAN BİLİR. SANA SÖYLEMESİ
İÇİN ONU ZORLA. Jules telefonunu cebine soktu. Ty’ın or
tadan kaybolması, kütüphanenin köşelerine veya tepede kaya
lıkların ardındaki kertenkeleleri yakalamaya çalışması olağan
dışı değildi. Ayrıca öfkeliydi, ki bu saklanma ihtimalini daha
da artırıyordu.
Adam kapıyı ardına kadar açtı. “İçeri gelin,” dedi yılgın
bir sesle. “Kuralları biliyorsun. Silah çekmek yok Carstairs.
Küstahlık etmek de.”
“Küstahlık etmeyi tanımla,” dedi Emma içeri girerken,
Julian onu izledi. Yanan bir binadan yükselen dumanlar misali
bir büyü dalgası çarptı Julian’ı. Küçük oturma odasının hava
sına sinmişti bu, sararan perdelerden içeri giren loş ışıkta gözle
görünür gibiydi. El yapımı, uzun kitaplıklarda büyü kitapla
rıyla kara büyü kitapları, Cadıların Çekici, Pseudomonarchia
Daemonum, Süleyman’ın Anahtarı nın nüshalarıyla sırt kısmına
Kırmızı Ejder yazılmış kan kırmızısı bir kitap vardı. Perdelere
uyumlu sarımsı bir kilim yamuk bir şekilde yerdeydi. Rook na
hoş bir sırıtmayla bunu tekmeledi.
Kilimin altından ahşap döşemelere tebeşirle çizilmiş bir
büyü halkası çıktı. İblisleri çağırdıkları zaman büyücülerin or
tasında durdukları türden bir halkaydı bu. Bir tür koruma du
varı oluşturuyordu. Aslına bakılırsa, birbirinin içine geçmiş iki
halka vardı. Bu hâlde bir çeşit çerçeve oluşturuyorlardı ve çer
çevenin içinde yetmiş Cehennem Efendisi’nin çiziktirdiği mü
hür bulunuyordu. Rook özenle halkanın içine girip de kollarını
kavuştururken Julian kaşlarını çattı.
“Bir tür koruma halkası,” dedi Rook. “İçeri giremezsiniz.”
“Sen de çıkamazsın,” dedi Julian. “En azından kolay olmaz.”
Rook omuz silkti. “Neden çıkmak isteyecekmişim ki?”
“Çünkü oldukça güçlü bir büyüyle oyun oynuyorsun.”
“Beni yargılama,” dedi Rook. “Cennetin büyüsünü kullana
mayan bizler, elimize geçeni kullanırız.”
“Cehennem mühürlerini mi?” dedi Julian. “Kuşkusuz, ce
hennemle cennet arasında bir yer var.”
Rook, Julian’a sırıttı. “Koca bir dünya var,” dedi. “Burası pis
bir yer, sayın Gölge Avcısı ve hepimiz ellerimizi temiz tutma
şansına erişemiyoruz.”
! “Kirle kan arasında fark vardır,” dedi Julian. Emma ona bo
yun eğmiş bir tavırla baktı. Bu bakışlar şöyle diyordu: Buraya
bir ¡(ye ihtiyacımız olduğu için geldik. Düşüncelerini anlatmak
! için her zaman tenine yazması gerekmiyordu.
Rüzgâr olmamasına karşın perdeler hışırdadı. “Bak, buraya
senin canını sıkmak için gelmedik,” dedi Emma. “Sadece biraz
j bilgi istiyoruz, sonra gideceğiz.”
“Bilgi beleş değildir,” dedi Rook.
“Bu sefer sana iyi bir şey getirdim. Paradan daha iyi bir şey,”
dedi Emma. Julian ın bakışlarını görmezden gelerek, ceketi
nin cebinden soluk, gümüşi-beyaz bir taş parçası çıkardı. Biraz
yüzü kızardı. Elinde tuttuğu şeyi fark eden Julian ın bakışlarını
hissetmişti: İsimsiz bir melek bıçağı.
“Âdamashı^ ne işi olabilir ki?” diye sordu Julian.
“Demir bakirelerin işlediği adamashet Hayalet Pazar’da yük
sek fiyatlara satılıyor,” dedi Rook, gözlerini Emmanın ganime
tinden ayırmaksızın. “Ama yine de her şey ne öğrenmek istedi
ğinize bağlı.”
“Geceyarısı Tiyatrosu ve Müritler,” dedi Emma. “Onlara
dair bilgi istiyoruz.”
Rook gözlerini kıstı. “Ne bilmek istiyorsunuz?”
Emma geçen akşam olanlara dair özet geçti. Mark’ı ve pi
yangodan nasıl haberdar olduklarını özellikle anlatmadı. İşi bit
tiğinde Rook ıslık çaldı.
“Casper Sterling,” dedi. “Onun hep bir pislik olduğunu dü
şünürdüm. Kurtadamlardan daha iyi olduğuna dair boş boş ko
nuşurdu, hatta insanlardan da. Numarasının seçildiğine üzül
düğümü söyleyemem.”
“Johnny,” dedi Emma sertçe. “Onu öldürecekler.”
Rook’un yüzünde tuhaf bir ifade beliriverdi ve bir o kadar
çabuk kayboldu. “Peki, bu konuda ne yapmamı istiyorsunuz?
Koskoca bir örgütten bahsediyoruz, Carstairs.”
“Liderlerini öğrenmemiz lazım,” dedi Julian. “Belinda ona
Gardiyan dedi. Bulmamız gereken kişi o.”
“Kim olduğunu bilmiyorum,” dedi Rook. “Müritleri kızdır
manın adamas lara değeceğinden bile emin değilim.” Bu söz
lere karşın, gözlerini özlemle gümüşi-beyaz nesneye dikmişti.
Emma elindeki avantajı zorladı.
“Bu işle herhangi bir ilgin olduğunu asla bilmeyecekler,”
dedi. “Hayalet Pazar’da Belinda’yla flört ettiğini gördüm. O ke
sin biliyordur.”
Rook başını salladı. “Bilmiyor.”
“Peh,” dedi Emma. “Pekâlâ, hangisi biliyor?”
“Hiçbiri. Liderin kimliği tamamen sır. Erkek mi kadın mı,
ben bile bilmiyorum. Biliyorsun, Gardiyan erkek de olabilir ka
dın da.”
“Benden bir şey sakladığını öğrenirsem Johnny,” dedi Emma
buz gibi bir sesle, “bedelini ödersin. Diana burada olduğumu
biliyor. Konsey le başımı belaya sokamayacaksın. Ama ben se
nin başını belaya sokabilirim. Ciddi belaya.”
“Emma, unut gitsin,” dedi Julian sıkılmış bir tonda. “Hiçbir
şey bildiği yok. Adamashn alıp gidelim hadi.”
“İki günleri var,” dedi Rook, kızgın, ince bir sesle. “Numaralar
çekildikten sonra. Cinayetin işlenmesi için iki gün vardır.”Tüm
bunlar onların suçuymuş gibi ikisine de öfkeli gözlerle bakı
yordu. “Sempatik büyü derler buna. Doğaüstü bir yaratığın
ölümünden gelen enerji hepsini daha da güçlendiren büyünün
kuvvetini artırır. Ve liderleri, cinayet sırasında orada bulunur.
Bukadarını biliyorum. Cinayet sırasında orada olursanız adamı
görürsünüz. Ya da kadını. Her kimse işte.”
“Gardiyan cinayetlere mi katılıyor?” dedi Emma. “Enerji al
mak için mi?”
“Yani Sterling’in peşine düşersek, birinin ona saldırmasını
beklersek, Gardiyanı göreceğiz, öyle mi?” dedi Julian.
“Aynen. Bu işe yarar. Yani, büyük bir kara büyü partisinde
bulunmak istemek çılgınlık ama sanırım bu size kalmış bir şey.”
“Sanırım öyle,” dedi Julian. Telefonu tekrar titreşti. LIVVY
BANA BİR ŞEY SÖYLEMİYOR. KENDİNİ ODASINA
KAPATTI. YARDIM ET.
Julian’ın içini büyük bir endişe sarmıştı. Kendi kendine saç
maladığını söylüyordu. Kardeşleri konusunda gereğinden fazla
endişelendiğini biliyordu. Muhtemelen Ty bir hayvanın peşine
düşmüştü. Bir sincabı seviyor veya bir sokak kedisini kucaklı
yordu. Ya da bir kitap alıp kendini kapatmıştı ve sosyalleşmek
istemiyordu.
Julian cevap yazmak için tuşladır DIŞARI ÇIK VE ARKA
BAHÇEYE BAK.
“Hâlâ mesajlaşıyor musun?” dedi Rook, sesinde alaycı bir
tonla. “Galiba oldukça iyi bir sosyal hayatın var.”
“Merak etme,” dedi Julian. “Telefonumun şarjı bitmek üzere.”
Telefon tekrar titreşti. DIŞARI ÇIKTIM, yazıyordu. Derken
ekran karardı. Julian telefonu cebine koydu. Bu esnada alt katta
büyük bir gürültü koptu ve ardından korkunç bir çığlık yük
seldi.
“Neler oluyor?” dedi Rook.
Rook sahiden şok içindeydi. Emma da bunu duymuş olma-
lıydı, zira aşağı inen merdivenlere doğru ilerlemeye başlamıştı.
Rook arkalarından bağırdı fakat Jıılian koruma halkasında^ i
kurtulmasının zaman alacağını biliyordu. Rook’a bakmaksızın
Emma’nın arkasından koşturdu.
447
“Piyangoya dair hiçbir şey bilm iyorum ,” dedi Kit öfkey
le. Tiberiusa döndü. Belki bu işte en tu h af şey Tyın oğlaria
bakıyor olmasıydı. Emma, Ty’ın y ıllar önce söylediği bir jeyj
hatırladı: Neden insanlar “g öz lerim e bak” dem ek yerine “batin
bak”derler? Bir insana bakarken h erh a n gi b ir y erin e bakabilirsin
Bununla birlikte Ty, Kit’in gözlerine öyle bir merakla bakıyor-
du ki sanki bu gözler ona bir şey hatırlatm ıştı.
“Kit!” diye gürüldedi bir ses. E m m a merdivenlerden inen
birinin ayak seslerini duydu ve Jo h n n y Rook içeri girdi. Kol
yenlerinden biri yanmıştı. Em m a onu dah a önce hiç bu kadar
öfkeli görmemişti. “O ğlum u rahat b ırak ın !”
Ty elindeki bıçağı daha sıkı kavrayıp dikleşti. Johnny Rook’a
korkusuzca bakıyordu. “Bize piyan go yu an lat,” dedi.
Kit irkildi. Emma bunu loş ışıkta bile görebilmişti. Ty ona
korkutucu gelmiyordu, üç yaşındayken kucağına almıştı onu.
Oysa Johnny Rook’un korkusu yüzü n d en okunuyordu. Onun
bildiği kadarıyla, Nefılimler oğlu n u öldürm esi için bir Gölge
Avcısı’nı gizlice mahzenine sokm uştu.
“Size Casper Sterling’in adresini vereceğim ,” dedi Johnny.
Kit şaşkınlık içinde gözlerini babasına d ikm işti. Babasını bu
kadar sarsılmış görmediği belliydi. “Adres bende, tamam mı?
Birkaç kimliği var, onu bulm ak k o lay d eğil, am a ben nerede
yaşadığını biliyorum. Tamam mı? Yeterli m i? Bırakın oğlumu!”
Ty bıçağı indirip geri çekildi. B ıçak h âlâ elindeydi. Kit acı
nacak bir hâlde boynundaki izi ovalarken gözlerini ondan ayır
mıyordu. “Baba,” diyecek oldu Kit.
“Konuşma Kit,” dedi Johnny R ook öfkeyle. “Sana daha önce
de söyledim. Nefılimlerin yan ın d a h içb ir şey söyleme.”
“Aynı yerdeyiz,” dedi Julian, en sakin sesiyle.
r
449
“DEFOL. ” Rook patlayacak ya da kalp krizi geçirecekmiş
gibi görünüyordu. D olayısıyla, Em m a son bir kez babını çevirip
onlara baktı ve oradan ayrıldı.
b e b »-450
Elini uzatıp Ty’ı tuttu ve sertçe kendine çekip kucakladı. Ty
julian’ın öfkelenmemesi karşısında şaşkın, öylece kalakalmış di
kilirken yüzünü kardeşinin siyah saçlarına gömdü.
1 “Jules?” dedi- “İyi m isin?”
Julian’m om uzları titredi. K ardeşini daha sıktı, sanki Ty ı
içine, her zaman güvenli olabileceği bir yere almak istiyordu.
Yanağını Ty ın buklelerine dayadı. Gözleri sımsıkı kapalı, sesi
boğuktu. “Başına bir şey geldi sandım ,” dedi. “Johnny Rook’un
• »
sem...
! Cümlesini tam am lam ad ı. T y k o lların ı ih tiyatla Julian’a do
ladı. İncecik elleriyle şefkatle sırtın ı sıvazladı. Emma, Ty’ın
ağabeyini teselli e ttiğ in i ilk kez görüyordu. Julian’ın gerçek
anlamda kendini b irin in k o lla rın a b ırak tığın a ilk kez tanık
oluyordu.
451
Rook’un evinden çıkıp g id iy o r d u m . Ve bizi bir daha içeri al
mazdı herhalde.”
“Seni endişelendirdiğim iç in ö zü r d ile rim ,” dedi Ty. “Bu
yü z d en Rook’un evinin ö n ü n d e san a sa rıld ım çünkü endişelen
diğin için üzüldüm . A m a ben T avvy d e ğ ilim . Ç ocuk değilim.
Beni sen veya M ark bulsun d iy e h e r zam an enstitüde olmak
zorunda da d eğ ilim .”
“Rook’un evine de g e lm e m e liy d in a y rıc a .” Ju lian sesini yük
seltti. “Yaptığın hiç de e m n iy e tli b ir h a re k e t d eğild i.”
“N iyetim içeri g irm e k d e ğ ild i. S ad ece eve bakmaktı,
incelem ek.” Ty’ın y u m u şa k d u d a k la rı g e rild i. “Sonra içeri
girdiğinizi gördüm , ard ın d an aşağı k a tta d o lan an birini. Hiç
beklem ediğiniz b ir an d a y u k a rı ç ık ıp size sald ıracaklar sandım.
Aşağıda biri o ld u ğ u n u a n la m a y a c a ğ ın ız ı b iliy o rd u m .”
“Jules,” dedi E m m a. “Sen d e o lsan a y n ı şeyi yapardın.”
Jules, Em m a’y a k ızg ın b ir b ak ış a ttı. “T y d ah a 15 yaşında.”
“Yaptığım şeyin s ır f 15 y a ş ın d a o ld u ğ u m için tehlikeli ol
duğunu söylem e sak ın ,” d ed i Ty. “S e n d e 15 yaşındayken bir o
kadar tehlikeli şeyler y a p tın . Ü s te lik o ğ lu n a b ıçak tutuyor ol
m asaydım Rook size S terlİn g’in a d re s in i v erm eyecek ti.”
“Bu doğru,” d edi E m m a. “K o ru y u c u h a lk a d a n öyle hızlı çık
tı k i.”
“A şağıda sakladığı b ir o ğ lu o ld u ğ u n u bilem ezdin ,” dedi
Ju lian . “B unun o lacağ ın ı ta h m in e tm iş o lm azsın , Ty. Şansa
denk geldi sadece.”
“Tahm in b ü yü lü b ir şeyd ir,” d e d i Ty. “T a h m in değildi, şans
da. E m m an ın R ook’la ilg ili k o n u ş tu ğ u n u d u y d u m . Diana’nm
da. B ir şeyler sak layacak b iri g ib i g e ld i. G üvenilm eyecek biri-
Ve haklı çık tım .” Ju les’e sert g ö z le rle b a k ıy o rd u . Gözlerinin içi'
T
a o ^ ^ -4 5 4
T
■455’
17
DENİZİN DERİNLİKLERİNDEKİ
İBLİSLER
=>457
“Peki tosr makinesi n ed en k ilerd e ?” dedi JuJian.
“Başka bir...” M ark doğru kelim eleri arıyor gibiydi. “Elektrik
prizi bulamadım.”
“Peki T aw y neden şeker paketi için d e?”
Mark omuz silkti. “Şeker paketi için e girm ek istedi.”
“Bu, onu şeker paketinin içine koym an gerektiği anlamına
gelm iyor.” Julian sesini yükseltm işti. “Ya da ocağı yıkman ge
rektiği. Ya da D rusilla’nın içm esine... O bardakta ne var, Dru?”
“Çikolatalı sü t,” dedi D ru çab u cak. “Ekşi krema ve pep-
siyle.”
Julian iç çekti. “O şeyi içm em eksin .”
“Nedenmiş o?” M ark belindeki bağı çözdüğü önlüğü bir ke
nara fırlattı. “Neden böyle sin irlen d in an lam ıyorum kardeşim.
Hepsi hayatta, öyle değil m i?”
“Bu oldukça düşük bir kıstas,” d edi Ju lian . “Yaptığın şeyin
onları hayatta tutm ak o ld u ğu n u d ü şü n d ü ğ ü n ü fark etmiş ol
saydım ...”
“Söylediğin buydu,” dedi M a rk , y arı kızgın yarı şaşkın.
“Şakasını yaptın, kendi b aşların ın çaresine bakabileceklerini
söyledin.”
“Bakabilirler zaten!” Ju lian iyice d ikleşm işti, bu hâliyle
M ark’ın tepesinde yükseliyor, ağ ab eyin d en çok daha büyük,
çok daha geniş, çok daha y etişk in g ö rü n ü yo rd u . “Ortalığı ka
rıştıran sensin! Sen onları ağab eyisin , b u n u n ne anlam a geldi
ğini biliyor m usun acaba? O n lara b u n d an çok daha iyi bakman
gerekirdi!”
“Jules, sorun yok,” dedi Livvy. “B iz iyiyiz. ” |
“İyisiniz ha?” diye tekrarladı Ju lia n . “T y gizlice dışarı çıkmış
-ve bunu sonra konuşacağız L ivia- Jo h n n y R ook’un evine gir-
mişve oğluna bıçak doğrultm uş. Livvy kendini odasına kapat
mış ve Taw y m uhtem elen tam am en şekere bulanmış. Dru ya
gelince, kusması için yaklaşık beş dakikam ız var.”
“Kusmayacağım,” dedi D ru kaşlarını çatarak.
“Kusarsa tem izlerim ,” dedi M ark.
“Nasıl tem izleyeceğini bilm iyorsun!” Julian’ın yüzü öfkeden
bembeyaz kesilm işti. E m m a onu nadiren bu kadar kızgın gö
rürdü. “Sen,” dedi M a rk ta n gözlerini ayırm adan, “eskiden on
lara bakardın am a san ırım b u n u çoktan unutmuşsun. Bana ka
lırsa, normal olan herh angi b ir şeyi yapm ayı bile unutmuşsun.”
Mark irkildi. T ib eriu s ayağa kalktı. Kül rengi gözleri soluk
yüzünde alev alevdi. E lleri böğründe oynuyor, titriyordu. Güve
kanatlan, bıçak tu tab ilen , b irin in boğazını kesebilecek kanatlar.
“Kes artık,” dedi.
Emma, Julian’la m ı yo ksa M ark ’la m ı yoksa içerideki her
kesle mi kon uştuğunu an lam ad ı fakat Julian’ın donakaldığını
gördü. Julian kardeşlerini süzerken Emma’nın yüreği hop etti.
Dru kım ıldam adan o tu ru yo rd u . T a w y şekerin içinden çıkmış,
kocaman açtığı m avi-yeşil gözleriyle Ju lian ’a bakıyordu.
Mark olduğu yerde d u ru yo rd u . Yüzü solgundu, çıkık elma
cık kemiklerindeki ren k peri m irasın ı ortaya çıkarıyordu.
Kardeşleri Ju lian ’a b akarken gözlerinde sevgi vardı. Ve en
dişeyle korku. Y ine de E m m a, Ju les’ün bunları görebildiğini
sanmıyordu. Yoksa tek gö rd ü ğü h ayatın ın büyük bir kısmını
adadığı çocukların b ir b aşkasıyla m utlu olması mıydı? Emma
gibi o da m utfağa b ak tığ ı zam an 12 yaşında burayı temizle
meyi kendi ken d in e n asıl ö ğren diğin i m i hatırlıyordu? Yemek
pişirmeyi kendi k en d in e nasıl öğrendiğin i. İlk başta basit şeyler,
spagetti, tost, tereyağı ve peynir. M ilyonlarca peynirli sandviç,
ocaktan sıçrayan yağlardan Ju lian ’ın ellerinde ve bileklerinde
milyonlarca yanık. Araba k u llan m ayı öğrenm eden önce, birkaç
günde bir market teslim atını alm ak İçin otobana kadar yürüdü
ğü yol. Tıim yiyeceklerini tepeden sü rükleyerek taşıması.
Kotu ve svveatshirt’ü için de yerleri silen incecik Julian.
Mutfak, anneleri tarafından tasarlan m ıştı, ona ait bir parçaydı,
fakat aynı zamanda Julian m ailesin e y ıllarca verdiği her şeye ait
bir parçaydı da.
Ve bunu y in e yapacak, diye d ü şü n d ü E m m a. Elbette yapa
caktı. Onları ölesiye seviyordu. Ju lia n ’ı kızd ıran tek şey korkuy
du, kardeşleri için duyduğu korku.
Şimdi de korkuyordu ya, E m m a n ed en in i tam olarak kes
tirm iyordu. Kardeşlerinin k ız g ın lığ ım , yaşad ıkları hayal kı
rıklığını anladığı zaman yü zü n d ek i b akışı görüyordu Emma
yalnızca, içindeki ateş sönüverm işti san k i. O cağın önünde yere
çöktü, sonunda döşemeye otu rdu.
“Jules?” T aw y’ydi bu. Beyaz ta n ec ik le r saçların ı kaplamıştı.
Ayaklarını sürüyerek ona yak laştı ve k o lla rın ı Ju lia n ’ın boynuna
doladı.
Jules tuhaf bir ses çıkardı, ard ın d an k ard eşin e kendine doğru
çekip sımsıkı sarıldı. Şeker siyah ta k ım ın a düşüyor, beyaz toz
lara bulanıyordu.
Mutfak kapısı açıldı ve E m m a b irin in şaşkın lık tan nefesini
tuttuğunu işitti. Arkasını dö n ün ce b u k a rışık lık karşısında ağzı
açık bakakalmış C ristin ay ı gördü. “¡Q u e desastre! ”
Bu söz pek de çeviri g erektirm iyo rd u . M a rk boğazını temiz
leyip kirli tabakları lavaboya y ığ m a y a b aşlad ı. A slına bakılır
sa, yığmaktan ziyade atıyordu. L ivvy o n a y ard ım a gittiğinde
Cristina öylece bakıyordu.
•460<=
“Diana nerede?” diye sordu Emma.
“Evde. M alcolm portalla bizi alıp geri getirdi,” dedi Cristina,
gözlerini ocağın üstündeki yanm ış çanaklardan ayırmadan.
“Diana biraz uyum ası gerektiğini söyledi.”
Julian kucağında Tavvy’yle ayağa kalktı. Gömleği, saçları
pudra şekeri olm uştu, fakat yüzünde sakin, belirsiz bir ifade
vardı. “D ağınıklık için özür dileriz C ristina.”
“Sorun değil,” dedi C ristin a etrafa bakarken. “Ne de olsa be
nim mutfağım değil. T ab ii,” dedi aceleyle, “temizlenize yardım
edebilirim.”
“Temizliği M ark yap acak,” dedi Ju lian , ağabeyine bakma
dan. “Malcolm’dan h erh an gi b ir şey öğrenebildiniz mi?”
“Yardımcı o lab ileceğin i d ü şü n d ü ğü birkaç büyücüyü ziya
rete gitmiş,” dedi C ristin a. “C atarin a Loss hakkında konuştuk.
Onun adını d u ym u ştu m . A kadem ide bazen ders veriyor, Aşağı
Dünya çalışm aları ü zerine. B elli ki M alcolm ve Diana onunla
iyi arkadaşlar, zira p ek an lam ad ığ ım bir sürü hikâyelerini anlat
tılar birbirlerine.”
“Eh, biz de R o o k ta n b ir şeyler öğrendik,” dedi Emma ve
olanları anlatm aya başlad ı. T y’ın az daha Kit Rook’un kafasını
koparacağı kısım d an b ah setm edi.
“O hâlde b irisin in S te rlin g ’in peşine düşmesi gerek,” dedi
Livvy hevesle, E m m a ko n u şm asın ı bitirdiğinde. “Ty’la ikimiz
bunu yapabiliriz.”
“Araba k u llan am ıyo rsu n u z,” d iye dikkat çekti Emma. “Ve
araştırma için b u rad a k alm an ız lazım .”
Livvy yüzünü b u ru ştu rd u . “D em ek burada seneler seneler
öncesiydi yazılı h ik ây eleri doku z b in in ci kez okum ak zorunda
kalacağız?”
I “Araba k u llan m ayı ö ğ re n m e m e m iz iç in h içb ir neden yok,”
| dedi Ty, inatçı b ir b akışla. “M a r k 16 y a şın d a olmamamızın bir
İ önem i o lm ad ığın ı sö ylü y o rd u , fan i y a sa la rın a uym ak zorunda
o lm ad ığım ızı...”
“Bunu M ark m ı sö y le d i?” d e d i J u lia n a lç a k sesle. “Pekâlâ. 0
| halde araba k u llan m ay ı siz e M a r k ö ğ re ts in .”
M ark bü yük bir g ü r ü ltü y le la v a b o y a b ir tabak bıraktı.
“Ju lian .”
“Ne oldu M a rk ?” d e d i J u lia n . “A h ta b ii y a, sen de araba
kullanm ayı b ilm iyo rsu n a s lın d a . Ve ta b ii k i b irin e araba kul
lanm ayı öğretm ek zam an a la n b ir ş e y d ir a m a b elki de burada
olmazsın. Ç ü n k ü b u rad a k a la c a ğ ın g a r a n ti d e ğ il.”
“Bu doğru d eğil,” d ed i Livvy. “S o ru ş tu rm a y ı çözm üş sayılırız.”
“A m a seçim i M a rk y a p a c a k .” J u lia n , k a rd e şin in başının üs
tünden ağab eyine b a k ıy o rd u . M a v i- y e ş il g ö z le ri alev saçıyordu.
“Söyle onlara M a rk . K e sin lik le b iz i s e ç e c e ğ in i sö yle onlara.”
Söz v er on la ra , d iy o rd u J u lia n ’ın b a k ış la r ı. O n ları üzmeyece
ğ in e d a ir söz v er
M ark tek k e lim e e tm e d i.
Ah, diye geçirdi E m m a iç in d e n . J u lia n ’ın o n a dışarıdayken
söylediği şeyi h atırlam ıştı. K o rk tu ğ u b u y d u işte. M a rk ’ı şimdiden
çok fazla seviyor o lm a larıy d ı. E ğ er is te d ik le ri bu ysa, çocukların
sorum luluğunu h iç şik ây et e tm e d e n M a r k ’a b ırak ab ilird i. Ty ın
dediği gibi, M ark ’ın k e n d ile rin e b a k m a s ın ı istiyorlarsa. Onları
sevdiği için vazgeçecekti o n la rd a n , ç ü n k ü o n la rın mutluluğu
kendi m utlu lu ğu d em ek ti. Ç ü n k ü o n lar, J u lia n ’ın k an ı canıydı.
O ysa M ark d a o n u n k a r d e ş iy d i v e o n u d a seviyordu.
Sevdiklerinizi te h d it e d en , b ir o k a d a r s e v d iğ in iz b iriyse ne ya
pardınız, ne y a p a b ilird in iz ki?
as>462
“Julian.” Kapı eşiğinde Arthur amcanın dikildiğini gören
herkes şaşırmıştı. Arthur amca mutfaktaki karmaşaya kayıtsız
463
TV a nasıl sarıldığını düşündü, M ark a nasıl baktığını. A rth ur’a
nasıl baktığını.
Aldığı eğitime göre kesişim noktasına JulianTa birlikte git
meliydi. Ne de olsa parabatai siydi. Ancak o sırada Julian’ı aile
sinden ayıramazdı. Bunu yapam azdı. Z ihni bu fikre öyle isyan
ediyordu ki fazla düşünmeye cesaret edem iyordu.
“Cristina.” Emma arkadaşına döndü. “Koridorda konuşabi
lir miyiz?”
Cristina, endişeli bakışlarla koridora doğru Emma’yı takip
etti.
“Arayan Cameron m ıydı?” dedi C ristin a, mutfak kapısı ar
kalarından kapanır kapanmaz. “Şu anda aşk konusunda öneri
verecek hâlde olduğumu sanm ıyorum da.”
“Sahiden Cameron ı görm em gerekiyor,” dedi Emma. Zihni
çok hızlı çalışıyordu. Cristina’yı kesişim noktasına götürebilir
di. Güvenilir biriydi Cristina, orada ne yaptıklarından kimseye
bahsetmezdi. Ancak Julian, M ark’la birlikte m ağaraya gitmele
rine öyle üzülmüştü ki... Ü zülm ekle kalm am ış, aynı zamanda
hayal kırıklığına uğramıştı. Ü stelik p a ra b a ta i ilişkilerini zorla
yan, arızaya sokan öyle çok şey olm uştu ki, yan ın a bir başkasını
alarak aynı şeyi ona bir kez daha yapam azdı. “Am a mesele bu
değil. Bak, birinin Sterling’i takip etm esi gerekiyor. Başına bir
şey geleceğini sanmıyorum -hâlâ iki gün üm ü z var- ama ne olur
ne olmaz.”
Cristina başıyla onayladı. “Ben h alledeb ilirim . Diana kam
yoneti bıraktı. Onu alırım . Tabii, adrese ih tiyacım var.”
“Adres Julianda. Bir de ona iletm en için bir not vereceğim.”
“Güzel, çünkü soracaktır,” d ed i C ristin a keyifsizce.
Birdenbire m utfaktan korkunç b ir ses yü k seld i. Mutfakta
r
>465
Peygamberdevesi iblisleri. M uhtem elen geceleyin çıkıyorlar,
yaşayan her şeyi yiyorlardı. Emma ürpererek mağaraya doğru
yürümeye başladı. Kesiş im noktasının girişi granitin üstünde
kapkara, açılıyordu.
Emma sadece bir kez arkasına baktı. Endişe içindeydi.
Güneş istediğinden daha çok alçalm ıştı. Batarken okyanusun
sularını kan kırmızısı bir renge bürüyordu. Arabayı mağara gi
rişinin olabildiğince yakınm a park etm işti. Böylece, dışarı çık
tığı zaman hava kararmış olursa, arabaya çabucak binebilecekti.
Gerçi, görünüşe bakılırsa, arabaya dönüş yolunda, birkaç pey
gamberdevesi iblisi öldürmek zorunda kalacaktı.
Dümdüz duvara doğru ilerlerken siyah çizgi onu davet etmek
ister gibi biraz daha açıldı. Emma bir elini kayaya yaslayarak başı
nı boşluktan içeri uzattı. Garip bir şekilde deniz suyu kokuyordu.
Annesiyle babası geldi aklına. Lütfen bir şeyler bulmama izin
verin, diye dua etti. Lüfen bir ipucu bulayım, bu mevzunun sîz
lere yapılanla bağlantısını keşfedeyim. L üfen intikamınızı alma
ma izin verin.
Böylece geceleri uyku uyuyabileyim .
Emma boşluğun içinde m ağaranın kalbine giden kayalık ko
ridorun loş ışığını görebiliyordu.
Cadı ışığını sımsıkı kavrayan E m m a kesişim noktasına da
lıverdi.
467
ne odaklandı. Pencereler ışıksız, perdeler hareketsizdi. Her şey
durağan ve sessizdi.
Crisrina j ipe doğru ilerledi. C ebinden stelini çıkardığı anda
bir figür homurtuyla yanına, yere indi. C ristina yerinden sıçra
dı. Gölgeler içindeki figür yavaş yavaş doğruldu. Sterling’di bu.
Cristina’nın fanileri hayal ettiği gibi giyinm işti: Siyah pantolon,
siyah çizme, el dikimi siyah bir ceket.
Sterling, Crisdna’ya baktı ve yüzü yavaş yavaş morardı.
“Sen, "diye tısladı.
“Sana yardım edebilirim ,” dedi C ristin a alçak sesle, bıçağını
oynatmadan. “Lütfen sana yardım etm em e izin ver.”
Sterling’in gözlerindeki nefreti görünce Cristina irkildi.
“Uzak dur benden, "diye tısladı S terlin g ve cebinden bir şey çe
kip çıkardı.
Bir silah. Bir el tabancası. K üçük kalib reliyd i am a Cristina nın
geri adım atmasına yetm işti. Silah lar G ölge Avcıları’nın hayatı
na nadiren giren şeylerdi. Fanilere aitti bunlar, sıradan insanla
rın suç dünyasına.
Bununla birlikte, Gölge A vcıları’n ın kan ım dökebilir, ke
miklerini çatlatabilirdi. Sterling tabancayı C ristina’ya doğrul
tup gerilemeye başladı. Sonunda araba yo lu n u n ucuna geldi.
Derken arkasını dönüp koşm aya başladı.
Cristina, Sterling’in arkasından fırladı. Fakat araba yolunun
ucuna vardığı zaman, Sterling sokağın köşesini dönmüş, gözden
kaybolmuştu. Abanmadığı belliydi. K urtadam lar sahiden insan
lardan daha hızlıydı. Gölge Avcıları’ndan bile daha hızlıydı.
Cristina hafifçe bir küfür h o m u rdan arak jip in e geri döndü.
Boş eliyle kemerinden stelini çıkardı ve yere eğilip aracın teker
leğinin hemen üstüne özenle bir takip m ü h rü çizdi.
Tamamen başarısızlığa u ğram ış sayılm am , diye geçirdi için
den, kamyonete dönüş yo lu n d a. Em m a’nın dediği gibi av
başlamadan önce h âlâ ik i g ü n leri vardı. Ü stelik Sterling’in
arabasına takip m ü h rü çizm esi kesin lik le işlerine yarayacaktı.
Evinden uzak d u rd u k la rı, S terlin g ’in vazgeçtiklerini düşün
mesini sağladıkları sürece şan sları vardı. Tek yap m aları gere
ken dikkatinin d ağ ılm a sın ı ve arab ayı k u llan m aya başlam asını
ummaktı.
Cristina ancak kam yo n ete b in ip k ap ıyı kapattığı zam an te
lefonun ekranındaki ışığ ın y a n d ığ ın ı fark etti. Cevapsız bir çağ
rısı vardı. Telefonu a ld ığ ı an d a yü reğ i hop etti.
Diego R ocío R osales.
Telefon bir akrebe d ö n ü şm ü ş g ib i elin d en bırakıverdi. Diego
neden onu aram ıştı, n ed en , n ed en ? B ir dah a asla kendisiyle ko
nuşmamasını sö ylem işti on a.
Eli farkında o lm ad an b o yn u n d a k i tılsım a gitti. C ristin a tıl
sımı kavradı ve d u d a k la rı sessiz b ir d u ay la oynam aya başladı:
Onu geri aram am am için gerek en g ü c ü v er bana.
471
Cristina enstitüye girdiğinde içerisi karanlık ve sessizdi. Girişteki j
ışıklar kapalıydı ve sadece birkaç pencereden ışık geliyordu -
Julian’ın atölyesinden, tavan arasının aydınlık yerinden, mutfağın
bulunduğu kare pencereden. j
Cristina kaşlarını çatarak doğrudan mutfağa gitti. Emma
gizemli işinden dönmüş müydü merak ediyordu. Diğerleri da
ğıttıkları mutfağı temizlemeyi başarmış mıydı?
İlk bakışta mutfakta kimseler yokmuş gibiydi, sadece tekbir
ışık yanıyordu. Bulaşıklar lavaboya yığılmış, birisi belli ki du
varlarla tezgâhı ovalamış olsa da ocağa yapışmış yemek parçala
rı hâlâ duruyordu. Ağzına kadar dolmuş ve içindekilerin yarısı
yere saçılmış iki büyük çöp torbası duvara yaslanmıştı.
“Cristina?”
Cristina loş ışıkta gözlerini kırpıştırdı. Bununla birlikte, bu
sesi tanımaması mümkün değildi. I
Mark. j
Mark bağdaş kurmuş, yerde oturuyordu. Tavvy yanında |
uyumuştu. Aslında üstündeydi, başı Mark’ın kolunun dirsek
ten kıvrıldığı yere yaslanmış, küçük bacaklarıyla kolları patates
böcekleri misali kıvrılmıştı. Mark’ın tişörtüyle kotu pudraşeke
riyle kaplanmıştı.
Cristina yavaşça eşarbını çözdü ve masanın üstüne koydu.
“Emma dönmedi mi daha?”
“Bilmem ki,” dedi Mark. Şefkatli elleriyle Tavvy’nin saçları
nı okşadı. “Ama dönmüşse de muhtemelen yatmaya gitmiştir.”
Cristina iç geçirdi. Emma’yı görebilmek, neler yaptığını
öğrenebilmek için muhtemelen yarın sabahı beklemesi gereke
cekti. Ve cesaret bulabilirse, Diego’nun kendisini aradığından
bahsetmek için.
“Bana -mahsuru yoksa tabii- bir bardak su verebilir misin?”
diye sordu Mark. Kucağındaki çocuğa yarı mahcup bir tavırla
baktı. “Onu uyandırmak istemiyorum da.”
“Tabii veririm.” Cristina lavaboya gitti, bir bardağa su dol
durdu ve Mark’ın karşısında bağdaş kurup oturdu. Mark min
nettar bir şekilde bardağı Cristinadan aldı. “Eminim, Julian
sana kızgın değildir,” dedi Cristina.
Mark kabaca bir ses çıkarıp suyunu bitirdi ve bardağı yere
bıraktı.
“Tavvyyi kucağına alabilirsin,” diye önerdi Cristina.
“Yatağına götürebilirsin. Uyumasını istiyorsan eğer.”
“Burada olması hoşuma gidiyor,” dedi Mark, ufaklığın kah
verengi buklelerine doladığı uzun, solgun parmaklarına baka
rak. “Herkes gitti ve o da kucağımda uyuyakaldı.” M arkın sesi
şaşkın, dalgın geliyordu.
“Tabii ki, kucağında uyuyacak,” dedi Cristina. “Ne de olsa
kardeşin. Sana güveniyor.”
“Hiç kimse bir avcıya güvenmez,” dedi Mark.
“Sen bu evde bir avcı değilsin. Bir Blackthorn’sun.”
“Keşke Jules da senin gibi düşünseydi. Çocukları mutlu et
tiğimi sanıyordum. Jules’ün istediği şeyin bu olduğunu sanı
yordum.”
Tavvy, M arkın kollarında kıpırdandı, Mark yer değiştirin
ce çizmesi Cristina’nın çizm esinin ucuna değdi. Bu temas içini
hafiften ürpertmişti.
“Anlaman gereken bir şey var,” dedi Cristina. “Julian bu ço
cuklar için her şeyi yapar. Her şeyi. Hayatım da böyle ebeveyn
gibi davranan bir ağabey görmedim hiç. Onlara her zaman evet
diyemez, aynı zamanda hayır da demesi gerek. Disiplin, ceza
473 <
ve irirazJa da başa çıkm ak zorunda. Oysa sen, o n la r a her şCyj
verebilirsin. Onlarla eğlenebilirsin.”
“Juiian da onlarla eğlenebilir,” dedi M ark, biraz asık suratla
“Eğlenemez,” dedi Cristina. “Seni kıskanıyor çünkü onları
sevmesine rağmen ağabeylik yapam ıyor. Onların babası olmak
zorunda çünkü. Ona göre, çocuklar ondan korkuyor ama sana
ta p ıy o r.
475
da onlardan çok korkuyordu. Kieran soyluydu, peri prensiydi
Babası, kral, Gwyn’e olan sevgisini göstermek için onu Av’a
verdi fakat aynı zamanda ona iyi davranm alarını da istedi. Bu
iyi muamele bana da yansıdı fakat Kieran’dan önce de bana
saygı duymaya başlamışlardı. M ark ’ın omuzları çökmüştü.
“En kötüsü cümbüşe katıldığım ız zam anlardı. Her yerden ge
len periler bu cümbüşlere katılırd ı ve Gölge Avcılarının bun
lara katılmasını pek onaylam azlardı. Beni bir kenara atmak,
benimle alay etmek, bana işkence yap m ak için elinden geleni
yaparlardı.”
“Kimse araya girmez m iydi?”
Mark kesik bir kahkaha attı. “Periler zorbadır,” dedi. “En
soyluları bile böyledir. Seelie Sarayı kraliçesinin tacı çalındığı
takdirde tüm güçleri elinden alınabilir. Vahşi Av ın başını çeken
Gwyn bile pelerinini çalan kişiye itaat etm ek zorundadır. Yarı
Gölge Avcısı olan bir oğlana m erham et etm elerini bekleyemez
sin.” Mark dudağını büzdü. “B enim le alay ettikleri bir tekerle
meleri bile vardı.”
“Tekerleme mi?” Cristina elini kaldırdı. “Boş ver, canın iste
miyorsa bana söylemek zorunda değilsin.”
“Artık umurumda değil,” dedi M ark. “Yazınsal değeri ol
mayan tuhaf bir şiirdi. Ö nce ateş sonra sel, ve bir de bakmışsın
Blackthom kam. ”
Cristina oturduğu yerde dikleşti. “N e?”
“Onlara göre bunun anlam ı B lackthorn kanının fırtına veya
yangın gibi yıkıcı olduğu. Bu tekerlem eyi bulan her kimse,
Blackthorn’ların kötü şans getirdiğin i söylüyor. Artık bir önemi
de yok zaten. Saçma sapan bir şey işte.”
“Saçma bir şey değil,” diye bağırdı C ristina. “Bunun bir an-
i lamı var. Cesetlerin üstüne yazılan kelimeler...” Cristina dikkat
kesilmiş* kaşlarını çattı. “Onlarla aynı.”
“Ne demek istiyorsun?”
j “Suya ateş,” dedi Cristina. “Aynı şey. Sadece farklı çeviriler.
| Anadilin İngilizce değilse kelimelerin anlamını daha farklı al
gılıyorsun. İnan bana Suya ateş ve önce ateş sonra sel, aynı şey
I olabilir.”
“Ama ne anlama geliyor ki?”
| “Emin değilim.” Cristina hayal kırıklığı içinde ellerini saçla
rına daldırdı. “Lütfen bana söz ver, bundan Emma’ya ve Jules’e
ilk fırsatta bahsedeceksin. Yanılıyor olabilirim ama...”
i Mark şaşırmış görünüyordu. “Tabii, elbette.”
! boz ver.
j
“Yarın bahsedeceğim, söz.” Mark şaşkınca gülümsedi. “Bana
öyle geliyor ki, benimle ilgili çok şey biliyorsun Cristina, oysa
ben sana dair çok azını biliyorum. İsmini biliyorum, Mendoza
Rosales. Mexico’da bir şeyi terk ettiğini biliyorum. Neydi o?”
| “Bir şey değil,” dedi Cristina. “Birisi.”
1 “Mükemmel Diego mu?”
“Ve kardeşi Jaime.” M ark’ın havaya diktiği kaşlarını görünce
elini salladı. “Onlardan birine âşıktım ve diğeri en yakın arka-
; daşımdı. İkisi de kalbimi kırdı.” Bu sözlerin ağzından çıktığını
| işitince âdeta afalladı.
j “Kalbin iki kez kırıldığı için, üzgünüm,” dedi Mark. “Ama
j bunun, benim hayatına girmeni sağlamasına sevinmekle hata
j mı ediyorum? Buraya geldiğimde sen olmasaydın nasıl daya-
I nırdım bilemiyorum. Julian’ı ilk gördüğümde babam olduğu
nu düşündüm. Kardeşimin bu kadar büyüdüğünü bilmiyor
dum. Onları terk ettiğimde henüz çocuklardı ve artık değiller.
477
Kaybettiklerim i anlayınca, Emma’yia b ile, hayatlarının
senesini... Yaşayabileceğim b ir ş e y le r k ayb etm ed iğ im biri
o da sensin, aksine y e n i b ir a rk a d a ş k a z a n d ım .”
“Arkadaşlık,” dedi C ris tin a h e m fik ir.
M ark elini uzatınca C ris tin a şaşkınlıkla ona baktı.
“Geleneksel b ir şeyd ir b u ,” dedi Mark, “periler arasında, ^
kadaşlık el sıkışarak beyan e d ilir.”
Cristina, Markın e lin i tuttu. Mark parmaklarıyla
Cristina’nın parmaklarını sardı. Nasırlı yerleri sertti ama esnek
ve güçlülerdi. Üstelik Cristina’nın sandığı gibi soğuk değil, sı
caklardı. Kolundaki tüyleri diken diken eden ürpertiye engel
olmaya çalıştı. Birinin elini bu şekilde tutmayalı öyle uzun za
man olmuştu ki.
“Cristina,” dedi Mark ve ismini söylerken Cristina’nın kula
ğına bir şarkı gibi geldi.
İkisi de pencerenin önündeki hareketin farkına varmamıştı.
Ne içeri bakan soluk yüzün ne de ince parmaklar arasında vah
şice ezilen palamudun çıkardığı sesin.
479
zediğini düşündü. Elini uzatıp nesneyi kavradı. Parmaklarımı,
altındaki nesne soğuktu.
Çekip çıkardı.
Bir an hiçbir ş e y olmadı. Derken, iki lombar kapı ardına
kadar açılıverdi.
İçeride tüyler ürpertici bir u ğu ltu yankılandı. Emma arka
sını döndü ve d eh şet içinde bakakaldı. İkinci lombar ardına
kadar açıktı ve parlak m avi renkte ışıldıyordu. Emma bura
nın bir akvaryum olm adığın ı an lad ı. O kyanusa açılan bir ka
pıydı bu. Kapının diğer tarafı, deniz yosunlarının sallandı
ğı, dalgalanan akıntılarla k aran lık , balıktan çok daha büyük
belirsiz biçimlerin b u lunduğu d erin , kocam an bir dünyaya
açılıyordu.
Her yer tuzlu su kokuyordu. Sel, diye düşündü Emma, der
ken ayaklarının yerden kesildiğini ve bir deliğe çekilen sular mi
sali okyanusa doğru çekildiğini hissetti. Bir çığlık atabilmişti ki
kapı eşiğinden içeri sürüklendi ve sulara gömüldü.
Cameron Ashdovvn.
Julian resim yapıyordu. C ristin a tavan arası odasından çık
madan önce Emma’nın notunu verm işti ona. Kısa, öz bir nottu
bu, Cameron’a gideceğini, onu beklem em esini söylüyordu.
Julian bu notu elinde buruşturm uş, Cristina’ya bir şeyler
mırıldanmıştı. Bir an sonra m erdivenlerden koşarak atölyesine
çıkmıştı. M alzemelerinin b u lu n d u ğu dolabı sertçe açmış, bo
yalarını çıkarmıştı. Takım ceketini çıkarıp bir kenara fırlatmış,
yağlıboya tüplerinin kapaklarını hızla açarak paletini boyalarla
doldurmuştu. Sonunda boya kokusu odayı sarmış, kafasındaki
sisi dağıtmaya başlamıştı.
Julian fır ç a y ı b i r s i l a h g i b i t u t u y o r , t u v a l e â d e t a s a ld ır ıy o r d u .
Boyalar k a n g ib i e l i n d e n f ı ş k ı r ı y o r d u .
483
İblisleri.
Emma çığlık artı. Etrafında kabarcıklar yükseldi, sesi çıkmı
yordu. Tam altındaydılar, yükselen kâbuslar gibi. Yumru yum
ru, kaygan yaratıklar. Keskin dişlerin taçlandırdığı dalgalanan
dokunaçlar Emma’ya doğru atıldı. Emma, Manukel’i sallayıp
bacağına uzanan dikenli uzvu kesiverdi. Suyun içini dolduran
siyah kanlar bulutlar misali yükseldi.
Yılana benzer, kırmızı bir şey suda Emma’nın üstüne doğru
atıldı. Emma bir tekme savurunca etli, yumuşak bir şeye çarptı.
Bu temasla öğürdü ve bıçağını aşağı doğru savurdu. Daha fazla
kan yayıldı etrafa. Çevresindeki sular kömür rengini alıyordu.
Emma ayağını ittirerek yüzeye çıkm aya çalıştı. Kabaran iblis
kanları onu yukarı taşıyordu. Suda yükselirken beyaz ayı, suyun
yüzeyinden bulanık bir inciyi andıran ayı görebiliyordu. Nefes
alma mührü teninde kayboluverdi. Ciğerleri çökmüş gibiydi.
Ayaklarının altında suyun köpürdüğünü hissedebiliyor, fakat
aşağı bakmaya cesaret edemiyordu. Elini uzattı, suyun sona er
diği yere doğru uzattı. Derken yüzeye değdiğini, parmaklarında
soğuk havayı hissetti.
Bir şey bileğini tutmaya çalıştı. M elek bıçağı elinden düştü.
Suyun yüzeyine sürüklenirken, parlak ışığın ucu ondan uzak
laşıyordu. Ciğerleri havayla doldu. Göğsü havayla doldu. Ve
karanlık bir kamyonun gücüyle ona çarpıverdi.
Idris, 2 0 0 9
487
Jem yüzünde ciddi bir ifadeyle başını salladı. Onu bir amca
olarak hayal etmek çok kolaydı: Çok g e n ç görünm esine rağmen bu
görünüşün ardında öyle sakin bir kararlılık vardı ki bir peri veya
büyücüyü gib i yaşlanmaz görünüyordu. “Evet? ”
“Kedini bana sen m i gön d erd in ? ”
“Church’ü m ü?”Jem gü lm eye başladı. “Evet. Seninle ilgileniyor
mu? Verdiğim hediyeleri getird i m i? ”
“M idyelerle deniz cam ını m ı?”E mma başını salladı. “Julianın
taktığı bilezik Church’ü n getird iğ i d en iz cam ından yapıldı. ”
Jem in kahkahasının y erin i yum uşak fa k a t bir parça hüzünlü
bir gülümseme aldı. “Tam da olm ası gerek tiği gib i, ” dedi. “Bir
parabataiye ait olan diğerin in sayılır. Çünkü artık tek yüreksiniz.
Ve tek ruh. ”
Jem tören boyunca Emma’n ın y a n ın d a kaldı. Simon ve Clary
de töreni izlemişti, ki Emma on la rın b ir g ü n parabatai olacağım
düşünmüştü.
Törenin ardından, Ju lia n la E m m a Anlaşmalar Holünün
merdivenlerinden onlara öz el verilen y e m e ğ e götürüldü. Tessa da
-Clary nin yaşlarında görü n en , k ahverengi saçlı gü z el bir kadın
dı- onlara katıldı. E mm aya sım sıkı sarılıp Cortanayı görünce
bağırdı ve onu çok uzun zam an ö n ce görd ü ğü n ü söyledi. Diğer
parabatai’l er de kalkıp bağlarından v e yaşadık ları deneyimlerden
bahsetti. Konuşurlarken dostlar çiftle r h â lin d e etrajlanna mutlu
luk yayıyordu.
Jace ve ALec iblis diyarlarında ölm ek ü zere olduklarından gü
lerek bahsetti. Emma, Ju les’l e burada d u ru p birbirlerine sersem
sersem gülümseyerek, ölecek lerini dü şü n dü k leri zamanlarda arala
rındaki bağın onları nasıl k urtardığını anlatacakları günü düşü
nünce içi sevinçle doldu.
Konulmalar sırasında bir ara, Jem sessizce sandalyesinden kal
kıp Melek Meydanına çıktı ve gözden kayboldu. Tessa mendilini
düşürmüştü ve Jem in arkasından koşturdu. Kapılar kapanmadan
Önce Emma loşça aydınlanmış basamaklarda birbirlerine sarıldık
larım görebiliyordu.
Emma onların peşinden gitmek istiyordu fakat Clary çoktan
onu sarayda bulunanların huzuruna çekmişti. Bir tür konuşma
yapması gerekecekti ve Julian da yanındaydı. Yüzünde, aklından
geçen milyonlarca düşünceyi gizleyen o sakin gülümseme var
dı. Ve Emma öyle mutluydu ki. Yardım amaçlı kıyafet satan bir
dükkândan aldığı ilk elbisesini giymişti. Gerçek bir elbiseydi bu,
paramparça olana dek üstünden çıkarmadığı yırtık kotlardan de
ğildi. Üstü bir tarlada büyüyen ayçiçeklerine benzeyen soluk altın
sarısı çiçeklerle süslenmiş kahverengi bir elbise giymişti. Her za
man atkuyruğu yaptığı saçları açıktı ve beline kadar uzanıyordu.
Son bir senede çok hızlı boy atmıştı. Jace onunla Julianı tebrik
etmeye geldiği zaman boyu omuzlarına kadar geliyordu.
12yaşındayken hayatının gelm iş geçm iş en büyük aşkını yaşa
mıştı ve onun yanında kendini hâlâ biraz tuhaf hissediyordu. Jace
19’unayaklaşmıştı ve öncekinden çok daha iyi görünüyordu - boyu
daha uzun, omuzları daha genişti, esmerleşmişti ve saçları güneş
ten açılmıştı, fakat her şey bir yana, hiç olmadığı kadar mutlu
görünüyordu. Emma intikam ve cennet ateşiyle yanan gergin gö
rünümlü, güzel bir oğlan hatırlıyordu, oysa şimdi bu oğlan huzur
içindeydi.
Ki bu da iyi bir şeydi. Emma onun adına, Clary adına sevinç
liydi. Clary salonun öteki ucundan gülümsüyor, ona el sallıyordu.
Jace ona gülümsediği zaman eskisi gib i yüreği p ır p ır etmiyordu
Emma’nın. Veya onu sarılıp y en i elbisesi için çok güzel göründü-
ğünü söylediğinde, bir şeylerin altına saklanası gelmiyordu. “Artık
çok büyük bir sorumluluğun var, ” d ed i Juliana. “Onu hak eden
erkekle birlikte olmasını sağlama alm an gerekecek. ”
Tuhafbir şekilde, Ju lia n ın yü z ü bem beyaz kesti. Belki de töre
nin etkisinden kurtulamıyordur, d iye düşündü Emma. Törendeki
çok güçlü bir büyüydü ve Emma hâlâ bunun kuvvetini şampanya
köpükleri misali damarlarında hissediyordu. Oysa Jules midesi bu
lanmış gibi görünüyordu.
"Pekiya ben?” dedi Emma çabucak. "Jules ün de onu hak eden
bir kızla birlikte olmasını sağlam a alm am gerekmeyecek mi?”
"Kesinlikle öyle. Bunu Alec için yaptım , Alec de aynısını benim
için yaptı. Eh, aslında C laryden ilk başta nefret ediyordu ama
sonradan alıştı. ”
"Bahse girerim, sen d e M agnustan pek hoşlanmıyorsundur”
dedi Julian, yüzünde hâlâ o tuhaf, gerg in ifadeyle.
“Olabilir, ”dedi Jace, "ama bunu h iç d ile getirm edim . ”
“Alec i inciteceğin için m i?” d iye sordu Emma.
“Hayır, ”dedi Jace, "dile getirseydim M agnus beni şapka askısı
na çevirir diye. ” Bunun ardından C larynin yan ın a döndü. Clary
Alec le gülüp eğleniyordu ve ikisi d e m u tlu görünüyordu.
“Gitmem lazım,” dedi Julian. “Biraz hava almam gerek.”
Elinin tersiyle Emmanın ya n a ğın ı okşadıktan sonra sarayın çift
kanatlı kapılarına doğru ilerledi. D okunuşu Emmanın yanağını
acıtmıştı. Tırnaklarını köküne kadar yem işti.
O akşam, ilerleyen saatlerde, E mma rüyasında ateşli halka
lar görmüş, uyandığı zaman ten in in ya n d ığın ı hissetmiş, örtüler
bacaklarına dolanmıştı. Ju lia n la E m m ayı Blackthornlann eski
malikânesine götürm üşlerdi ve Ju lia n çok uzağındaydı. Emma
buranın koridorlarını enstitünün koridorları g ib i bilmiyor-
I
du. Pencereye gitti. B ahçedek i patikaya atlam a mesafesi kısaydı.
Emma terliklerini giyip p en cered en çıktı.
Patika bahçenin etrafın d a kıvrılıyordu. Emma patikada iler
lerken îdrisin k irlenm em iş, soğuk ve tem iz havasını için e çekti.
Tepede gökyüzü m ilyon larca yıld ız la p arıld ıyord u ve ışık kirlili
sinden eser yoktu. Keşke fu lia n ya n ın d a olsaydı da ona bu yıldız
ları gösterebilmeydi d iy e düşünürk en birtakım sesler işitti.
Blackthornların malikânesi çok uzun ¡saman önce yanmıştı
ve Herondalelerin malikânesinin yakınm a yeniden inşa edilmiş
ı
ti. Emma bir dizi güzel patikadan ilerledikten sonra bir duvara
rastladı.
Duvarda bir kapı vardı. Emma kapıya yaklaşırken, mırıltılı
sesleri daha net işitebiliyordu. K apının yanm a gelip parmaklıkla
i rın arasından başını uzattı.
Öteki tarafta yeşil çim en ler bir eğim le beyaz ve sarımsı kah
verengi taşlardan yapılm ış, H erondale malikânesine iniyordu.
Yalnızca İdris’t e bulunan beyaz çiçeklerle süslü çim lerde çiy tanele
ri yıldızların ışığı altında parıldıyordu.
“Ve tam şuradaki takımyıldız, onun adı da Tavşan. Kulaklarını
girebiliyor musun?” Ja ce’in sesiydi bu. C laryyle birlikte omuz
omuza çimlerde oturm uşlardı. Ja ce’i n üstünde kotla tişört vardı ve
Clary geceliği içinde, om zuna fa c e ’i n ceketini sarmıştı. Jace gökyü
züne işaret ediyordu.
“Tavşan adında bir takım yıldız olm adığına em inim ,” dedi
Clary. Jace gib i son sen eler onu pek değiştirm em işti. Hâlâ inceydi,
kızıl saçları Noel kırmızısını andırıyordu, çilli, ufak yüzünde dü
şünceli bir ifade vardı. Başını Ja ce’i n om zuna yaslamıştı.
“Elbette var, ”d ed i Jace. Yıldızların ışığı Ja ce’in sarı buklelerin
de parıldıyordu. Emma eski aşkım gö rü n ce yü reği hafiften p ır p ır
etti. "Ve şuradaki, onun adı ela Cant Kapağı, Şuradaki de Büvü
Krep. ” y*
"İçeri dönüyorum, ” d ed i Clary. "Astronomi dersi atacağım sa
nıyordum. ”
"Neyani? D enizciler eskiden Büyük K reple yönlerini bulurdu,"
dedi Jace. Clary başını salladı ve ayağa kalkmaya hazırlandı. Jace
onu ayak bileğiden yakalayınca Clary kahkahalarla Jace’in üstüne
düştü. Ardından öpüşmeye başladılar. Emma olduğu yerde dona-
kalmıştı. Gayet sıradan gelen b ir an, dostça bir selamla bölebilece
ğ i bir an, birdenbire başka b ir şeye dönüşm üştü.
Jace çimlerde yuvarlanıp Clary nin üstüne çıktı. Clary kollarını
ona dolamış, ellerini saçlarına daldırm ıştı. J a ce’i n ceketi üstünden
düşmüş, geceliğinin askıları soluk ten in d en kollarına inmişti.
Clary kahkahalarla J a ce’i n adını, belki d e içeri girmeleri gerek
tiğini söylüyordu. Ja ce onu boynu ndan öptü. Clary nefesini tuttu
ve Emma şu sözleri işitti: "W ayland m alikânesini hatırlıyor mu
sun? Dışarıda geçirdiğim iz vak itleri?”
"Hatırlıyorum. ” Clary nin sesi alçak v e boğuktu.
“Sana sahip olabileceğim i san m ıyordum , ” d ed i Jace. Dirsekleri
üstünde, Clary’n in tepesinde duruyor, p a rm a ğıyla yanağını okşu
yordu. "Cehennemde olmak gib iyd i. S enin için her şeyi yapardım.
Hâlâ da yaparım. ”
Clary elini Jace’i n göğsüne, k albinin ü stüne koydu ve “Seni se
viyorum,” dedi.
Jace bir ses çıkardı, Emma’n ın d ah a ö n ce h iç duym adığı bir ses.
Bunu duyan Emma kapıdan g e r i çek ilip Blackthorn malikânesine
doğru koşturmaya başladı.
Penceresinin önüne geld iğin d e tırm an ıp içeri girdi. Nefes nefese
kalmıştı. Ay ışığı odasına dolm uş, h er y e r i aydınlatıyordu. Emmi
r
terliklerini çıkarıp yatağına oturdu. Kalbi çok hızlı çarpıyor, âdeta
göğsünü dövüyordu.
Jacein Claryye bakışları, yüzüne dokunuşu. Bir gün birisi ona
ia öyle bakacak m ı diye merak ediyordu Emma. Mümkün gelmi
yordu bu. Kimseyi bu kadar fazla sevebileceğini hayal etmiyordu.
Jules dışında h iç kimseyi.
Ama o farklıydı. Ö yle d eğil mi? Julian m üstüne çıkmasını, onu
o şekilde öpmesini hayal edem iyordu. İkisinin arasındaki farklıydı,
başka bir şeydi, öyle d eğ il mi?
Emma yatağına uzandı. O danın karşısındaki kapıya baktı.
Biryanı JulesÜn içeri girm esin i, ya n ın a gelm esini istiyordu çünkü
Julianın çoğu zam an old u ğu g ib i şim di de Emma mutsuzdu. Ona
bir şey söylemesine gerek kalmadan anlıyordu Julian bunu. Peki,
neden mutsuz old u ğu n u düşünecek ti ki Julian? O gün parabatai
töreni yapılmıştı. H ayatının en m utlu günlerinden biri olmalıy
dı. Belki evlen eceği g ü n dışında. Oysa E mmanın yüzü kızarıyor,
kendini tu h a f hissediyor v e anlam verem ediği şekilde ağlamak is
tiyordu.
Jules, diye g eçir d i için den , fa k a t kapı açılm adı ve Julian gel
medi. Emma da ya stığın a k ıvrıldı ve şafak sökene kadar gözüne
uyku girmedi.
493
18
GECE MEDCEZİRLERİ
¡>497
sersem e çevirdi. Emma’nm elleri Julian’m böğrüne, oradan
kürek kemiklerinin oluşturduğu kanatlara d oğru kaydı. Sanla
vücuduna yen id en şekil veriyor, elleri v e parmaklarının doku
nuşuyla onu baştan yaratıyordu. Eski işaretlerine ait hafif yara
izleri, tuzJu okyanus su yuna bulanm ış teninin sıcaklığı, deniz
camından bileziğin yum uşak lığı... Ju lia n a dair bildiği ne varsa,
her şey Emma’nın n efesin i kesiyordu. Başka hiçbir şey olamaz
dı. Onu dokunuşundan, k albinin k albinin üstünde atışından
tanıyordu.
Emma’nın dokunuşları J u lia n ı düğüm düğüm açıyordu.
Azar azar çözüldüğünü görebiliyordu Emma. Emma dizlerini
kaldırıp Julianm kalçasına d ola d ı. E liyle kotunun kemer kıs
mının altındaki çıplak teni, okyanustaki ağır medcezirin yumu
şaklığıyla kavradı. Julian so n nefesini veriyorm uş gibi titredi.
Emma onu daha önce hiç b ö y le görm em işti, resim yaparken
bile.
Julian n efes nefese du d ak ların ı E m m an ın dudaklarından
çekti. Kendini durm aya, beden inin hareketine engel olmaya
zorluyordu. Emma bunun bedelini gözlerinde görebiliyordu.
Arzu ve sabırsızlıktan kararm ış gözlerinde. Ellerini geri çekip
de Emmanın her iki yan ın d a k u m a göm üşünde, parmakları
nın kumları eşeleyişinde. “E m m a,” diye fısıldadı Julian. “Emin
misin?”
Emma başını sallayıp elin i ona uzattı. Ju lian rahatlamayla
minnet karışımı bir ses çıkardı ve E m m a’y ı kavradı. Bu sefer hiç
tereddüt etmiyordu. Em m a k o lların ı açm ıştı. Ju lian kendini bu
kollara bırakıp Emma’nın her tarafın ı ken din e doladı. Emma
ayak bileklerini Ju lia n ın b ald ırların ın altın a yapıştırıp Julianı
sımsıkı kavradığında Ju lian ilik lerin e k ad ar ürperdi. Emma be-
498
m
499
yordu. Şaşkın görünüyordu, gözleri yarı kapalıydı. Parmaklarıyla
Emma’nın çıplak omzuna yavaş yavaş halkalar çiziyordu. Kalbi
hâlâ hızlı hızlı atıyor, Emma’nın göğsüne değiyordu. Emma onu
öyle çok seviyordu ki kalbinin yerinden çıktığını hissediyordu.
Bunu ona söylemek isterdi, fakat kelim eler boğazına takılı
yordu. “Bu...” diye girdi söze. “İlk öpücüğün müydü?”
“Hayır, bir süredir rastgele yabancılarla uygulama yapıyor
dum.” Julian gülümsedi. A y ışığı altında öyle güzel görünü
yordu ki. “Evet. İlk öpücüğüm dü.” E m m anın tüyleri diken
diken olmuştu. İçinden, seni seviyorum , diye geçiriyordu. Seni
seviyorum, Julian Blackthorn. S eni yıld ız la rın ışığından daha çok
seviyorum.
“Aslında o kadar kötü değildi,” dedi Emma ve Julian a gü
lümsedi.
Julian bir kahkaha atıp E m m ayı kendine doğru çek
ti. Emma bedeninin eğim ine yaslan d ı. H ava soğuktu, fakat
Emma burada ısınıyordu, Ju lia n ’la b irlik te uzandığı bu ufak
alanda, kayalıkların çıkın tıları arasında saklanm ış, tıpkı Julian
gibi kokan pazen cekete sarınm ış hâlde. Ju lian ellerini şefkatle
Emmanın saçlarında gezdiriyordu. “Şşş, Emma. Hadi, uyu
artık.”
Emma gözlerini kapattı. O gece okyanusun kıyısında uyur
ken hiç kâbus görmedi.
504-c
Düşünmüş fakat dile getirmemişti. Julian da öyle. Birbirimize
bağlıyız, demişti. Seni seviyorum , değil.
Emma, Julian’ın, hayatım riske attığın için, demesini bekli
yordu. Hayatını riske attığın için aklımı yitirdim. Veya, az kalsın
ölüyordun ve delirdim. Ya da, olanlar senin suçundu, türünden
herhangi bir şey. Bunu yaparsa aktif hâle gelmiş bir mayın gibi
patlardı herhalde.
Fakat Julian böyle bir şey demedi. Orada dikilmiş Emma ya
I bakıyordu. Pazen ceketinin kollarını dirseklerine kadar çekmiş,
I çıplak teni soğuk sudan kızarmış, kumlardan çizilmişti.
Emma onu hiç bu kadar üzgün görmemişti.
| Çenesini kaldırdı. “Haklısın. Unutsak iyi olur.”
Julian bu söz üzerine irkildi. “Seni sahiden seviyorum
I Emma.”
| Emma ısıtmak için ellerini birbirine sürttü. Okyanusun
yıllar içinde taş duvarları bile nasıl aşındırdığını, bir zamanlar
yıkılmaz olan şeyleri kopmuş parçalar hâline nasıl çevirdiğini
düşündü. “Biliyorum,” dedi. “Sadece o şekilde değil.”
İ
olamazdı, değil mi? Emma yan göz lerle JuJiana baktı. Julianda
onun gibi şoktan bembeyaz kesmişti.
Dianaın kara gözleri Em m anın içine işliyordu. “Bir açıkla
ma bekliyorum,” dedi. “Kesişim noktasına kendi başınıza git
menin iyi bir fikir olduğunu düşündüren neydi size?”
Emma o kadar şaşırmıştı ki verecek cevap bulamadı. “Ne?”
Diana’nın bakışları bir Julian’a bir Emma’ya yöneliyordu.
“Kesişim noktasıyla ilgili m esajı ancak bu sabah aldım,” dedi,
“Çabucak oraya gittim ve arabayı terk edilmiş hâlde buldum.
Öylece duruyordu. Aklıma ilk gelen... AJdıma ne geldi bilmi
yorsunuz ama...” Emma’nın yüreği suçluluk duygusuyla sızladı.
Diana onun için endişelenmişti. Ve Julian için, ki o, kesişim
noktasına gitmemişti bile.
“Özür dilerim,” dedi Emma, içtenlikle. Geçen geceye dair
edindiği kanı, kesişim noktasına gitm ekle doğru şeyi yaptığına
dair verdiği karar tuzla buz olmuştu. Kendini bitkin hissediyor
du şimdi ve hâlâ verecek bir cevabı yoktu. “Mesajı aldım ve he
men yola çıktım. Beklemek istem edim . Lütfen Julian’a kızma.
O benimle değildi. Beni sonra buldu.”
“Seni mi buldu?” D iana şaşırm ışa benziyordu. “Nerede
buldu?”
“Sahilde,” dedi Emma. “M ağaradaki kapılar, bir çeşit portal-
mış ve içlerinden birisi doğrudan okyanusa çıkıyor.”
Diana şimdi sahiden endişeli görünüyordu. “Emma, ken
dini suyun içinde mi buldun? O kyanustan nefret edersin sen.
Nasıl oldu da...”
“Julian gelip beni sudan çıkardı,” dedi Emma. “Suda panik
lediğimi hissetmişti. Parabatai meselesi.” Yan gözlerle Julian’a
baktı. Julian kararlı, açık bir ifadeyle bakıyordu. Güvenilir.
T
Hiçbir şey saklamıyor gibi. “Buraya yürüm em iz epey vaktimizi
i aldı.”
j “Eh, deniz suyunu bulm an sahiden ilginç,” dedi Diana ka-
j portadan inerken. “Sanırım cesetlerin yanında bulunan da aynı
j su. Deniz suyu.”
! “Arabayı nasıl getirdin?” diye sordu Emma, merdivenlerden
| çıkmaya başladıklarında.
j “Elbette demek istediğin arabayı getirdiğin için teşekkür
| ederim D iana” dedi D iana enstitüye girdiklerinde. Julian’la
| Emmanın kuma bulanm ış, ıslak kıyafetlerini, sıyrık tenleriy
le keçeleşmiş saçlarını cid d iyetle süzdü. “Herkesi kütüphane
ye toplamama ne dersiniz? B ilgi alışverişi yapm am ızın zamanı
çoktan gelmiş.”
Julian boğazını tem izledi. “N eden alm adın?”
Hem Diana hem E m m a şaşkın lık içinde Julian a baktı. “Kim
neyi neden alm adı?” d iye sordu D iana sonunda.
“Kesişim noktasıyla ilg ili m esajı neden bu sabaha kadar al
madın? Telefonumun şarjı b itm işti, ki bu benim ahmaklığım
ama seninki?”
“Endişelenmeni gerektirecek bir şey yok,” dedi Diana kesti
rip atarak. “Her neyse, gid in duş alın. A nladığım kadarıyla, eli
nizde önemli bilgiler var am a üstünüzdeki kum ları temizleyene
kadar fena hâlde kaşınacaksınız ve ben bunun dışında hiçbir
şeye konsantre olabileceğim i san m ıyo rum .”
507
Saatler sonra, hızlı bir duşun ardından, temiz bir kotla bluz
giydi ve aceleyle koridora çıktı. Derse geç kalmış fani bir ergen
gibi hissediyordu kendini.
Koridordan koşarak kütüphaneye doğru ilerledi. İçeri girin
ce herkesin orada olduğunu gördü. Hatta, bir süredir oradalar-
mış gibi görünüyordu.
Ty önünde bir yığın kâğıtla, kütüphanenin en uzun masa
sına oturmuştu. Öğleden sonra ışığı tepesine vuruyordu. Mark
yanındaydı. Livvy çıplak ayakla masanın üstüne çıkmış, eskrim
kılıcıyla ileri geri yürüyordu. D ian ayla Dru, Tavvy’yi bir kitap
la oyalıyordu.
“Diana kesişim noktasına gittiğini söyledi,” dedi Livvy.
Emma içeri girerken kılıcını salladı. Bir kitaplığın yanında di
kilmiş olan Cristina beklenmedik bir şekilde soğuk bakışlar attı.
“Bensiz peygamberdevesi iblisleriyle savaştın demek,” dedi
Mark. “Hiç adil değil.”
“Peygamberdevesi iblisleri yoktu,” dedi Emma. Masaya çıkıp
Ty’ın karşısına oturdu. Ty bir şeyler yazm aya devam ediyordu.
Emma mağarada bulduklarını anlatm aya başladı. Hikâyesinin
orta yerinde içeri Julian girdi. O nun da saçları Emma nınki gibi
ıslaktı. Giydiği yeşim rengi tişört gözlerinin rengini koyu yeşile
çevirmişti. Emmayla göz göze geldikleri zaman Emma söyleye
ceğini unutuverdi.
“Emma?” dedi Cristina uzun bir duraksamanın ardından.
“Ne diyordun? Elbise mi bulm uştun?”
“Bu kulağa pek mantıklı gelmiyor,” dedi Livvy. “Kim bir
mağarada elbise saklar ki?”
“Bir tören kıyafeti olabilir,” dedi Emma. “Özenle hazırlan-
' cübbeydi ve gösterişli mücevherler vardı.”
“O hâlde ruh çağıran büyücü bir kadın olabilir,” dedi
Cristina. “Belki de sahiden B elinda’dır.”
“Bana o kadar gü çlü b iri gibi gelm edi,” dedi Mark.
“Gücü hissedebiliyor musun?” diye sordu Emma. “Perilere
özgü bir şey mi bu?”
Mark katılmadığını belirterek başını salladı fakat hafif tebes
sümü Emma ya perilere has bir şeyi andırdı. “Sadece bir his.”
“Ama perilere dair özelliklerden bahsetmişken, Mark işaret
lerin tercümesine dair bize önemli bir ipucu verdi,” dedi Livvy.
“Sahi mi?” dedi Emma. “Ne yazıyormuş?”
Ty kâğıtlardan başını kaldırıp baktı, “ikinci dizeyi çözdü,
bundan sonrası daha kolay olacaktır. Livvy’yle üçüncü dizeyi
büyük ölçüde çözdük sayılır, işaretlerin örüntülerine bakılacak
olursa, yaklaşık beş altı dize tekrar edilmişe benziyor.”
“Bu bir büyü mü?” dedi Emma. “Malcolm bunun büyük
ihtimalle ruh çağırma büyüsü olduğunu söylemişti.”
Ty yüzünü kaşıdı ve elm acık kemiğinin üstüne mürek
kep lekesi bulaştı. “Ruh çağırma büyüsüne benzemiyor. Belki
Malcolm yanılmıştır. Çeviri konusunda ondan çok daha iyisini
yaptık,” diye ekledi gururla. Livvy kılıcını bir kenara bırakıp
masanın üstünde Ty’ın yakınına çömeldi. Elini uzatıp kol ye
niyle Ty’ın yanağındaki mürekkep lekesini sildi.
“Malcolm’un yanında M ark yok,” dedi Julian. Mark, Julian’a
minnetini göstermek için şaşkınlıkla, hızla gülümsedi.
“Cristina da,” dedi M ark. “C ristina bunun bir çeviri me-
| selesi olduğunu anlam asaydı aradaki bağlantıyı asla kura
mazdım.”
Cristina kızardı. “Peki, üçüncü dize ne diyor, Tiberius?”
Ty, Livvy’nin elini savuşturup dizeyi okudu:
509
Önce ateş, sonra sel,
Bir de bakmışsın Blackthorn kanı.
Geçmişi unutmaya bak sen...
“Bu kadar,” diye tam am ladı şiiri Ty. “Şim d iye dek elde ettiğimiz
tek şey bu.”
“Blackthorn kam m ı?” diye tekrar etti D iana. Kütüphane
merdivenine tırmanmış, Tavvy’ye bir k itap uzatıyordu.
Emma kaşlarını çattı. “K ulağa pek hoş geldiğini söyleyemem
doğrusu.”
“Geleneksel kan büyüsü o ld u ğ u n a d air hiçbir gösterge
yok,” dedi Julian. “C esetlerin h içb irin d e o türde kesik ya da
yara yoktu.”
“Geçmiş bahsi beni düşündürüyor,” dedi M ark. “Peri diya
rında bu tür tekerlemeler ço ğun lukla b ir büyünün şifreleridir.
Ozan Thomas’ın baladı gibi. H em b ir hikâyedir bu hem de bi
rini perilerin elinden kurtarm ak için talim atlar içerir.”
Bir an Diana’nın yüzü donakaldı, sanki birdenbire bir şey
fark etmiş ya da bir şey hatırlam ıştı.
i
“Diana?” dedi Julian. “İyi m isin?”
“İyiyim.” Diana merdivenden in d i ve elbisesinin üstündeki
tozlan silkeledi. “Bir telefon açm am gerekiyor.”
“Kimi arayacaksın?” diye sordu Ju lian , fakat Diana başını
sallamakla yetindi. Bunu yaparken saçları om uzlarına değmişti.
“Hemen dönerim,” dedi D iana ve kütüphane kapısından
dışarı seğirtti.
“Peki ama ne anlama geliyor?” dedi Emma odadaki herkese.
uBir de bakmışsın Blackthorn kanı ne?”
“Ve eğer bir peri tekerlemesiyse bu, gerisi olduğunu bilme
leri gerekmez m iydi?” Dru, Tavvy’yi oyaladığı köşeden konuş
muştu. “Peri halkını kastediyorum . Bu konuda bizim tarafımız
da olmaları gerek.”
“Bir mesaj gönderdim ,” dedi M ark ihtiyatla. “Ama emin
olun, hayatımda sadece buradaki iki dizeyi işittim.”
“En manidar olan da, bu durum un -cinayetlerin, cesetlerin,
Müritlerin- bir şekilde bu aileye bağlı olması.” Julian etrafına
bakındı. “Bir şekilde bize bağlı. Biz, Blackthom’lara.”
“Bu, tüm cinayetlerin neden Los Angeles’ta işlendiğini de
açıklıyor,” dedi M ark. “Ne de olsa memleketimiz.”
Emma, Julian’ın bakışlarının hafifçe kaydığını gördü ve ak
lından geçenleri anladı: M ark, Los Angeles’tan hep birlikte ya
şadıkları yer olarak bahsetm işti, onun dışında hepsinin yaşadığı
yer değil. Buradan evi olarak bahsetm işti.
Gürültülü bir u ğu ltu sesi yükseldi. M asadaki Los Angeles
haritası titremeye başlam ıştı. K üçük kırm ızı bir noktaya ben
zeyen bir şey haritanın üstünde geziniyordu. “Sterling evinden
çıktı,” dedi C ristina haritaya uzanarak.
“Belinda Belle iki gü n ü k ald ığın ı söylem işti,” dedi Julian.
"Bu da avın yarın başlayacağı anlam ına gelebilir, tabii günleri
nasıl saydıklarına bağlı. H er halükârda, bunu bilemeyiz.”
“Cristinayla onu takip ederiz,” dedi Emma. Birdenbire o
evden çıkmaya, kafasını boşaltm aya, hatta Juliandan bile uzak
laşmaya can atıyordu.
Mark kaşlarını çattı. “Biz de sizinle gelm eliyiz...”
“Hayır!” dedi Em m a, m asadan aşağı atlayıp. Herkes şaşkın
lık içinde ona bakıyordu. Z annettiğinden çok daha sert tepki
vermişti. Aslına bakılırsa, C ristina’yla yalnız konuşm ak istiyor-
511
du. “Herkes sırayla gidecek,” dedi. “Bir şey olana dek Sterling'j
haftanın yedi günü, yirmi dört saat takip etmemiz gerekebilir
ve hepimiz aynı anda gidersek sonuçta hepimiz bitkin düşeriz.
Bir süreliğine Cristinayla ikimiz gideceğiz, sonrasında Julian ve
Mark a ya da Dianaya devrederiz.”
“Ya da bana ve Ty a,” diye önerdi Livvy tatlılıkla.
Julian endişeli gözlerle bakıyordu. “Emma, bu kararında...”
“Emma haklı,” dedi Cristina beklenmedik bir şekilde.
“Sırayla çalışmamız yapılabilecek en ihtiyatlı şey.”
İhtiyatlı. Emma bu kelimenin yakın tarihinde geçerli olduğu
herhangi bir zamanı hatırlayamıyordu.
Julian yüzündeki ifadeyi saklam ak için bakışlarını çevirdi.
Sonunda, “Pekâlâ,” dedi. “Kazandınız, ikiniz gidin. Ama her
hangi bir desteğe ihtiyacınız olursa hemen bizi arayacağınıza
söz verin.”
Julian konuşurken gözlerini Emma’dan ayırmamıştı.
Diğerleri kendi aralarında konuşuyor, kütüphanedeki arama
yı nasıl yapmaları gerektiğini, farklı büyüleri ayrıntılandıran
kitaplara bakmayı, çevirinin geri kalanını tamamlamanın ne
kadar süreceğini, Malcolm’un yardım a gelip gelemeyeceğini,
vampir pizzası ısmarlayıp ısm arlam ayacaklarını tartışıyordu.
“Hadi Emma, gel,” dedi C ristina ayağa kalkıp. Haritayı bu
rup ceketinin cebine koydu. “G itsek iyi olur. Takımlarımızı gi
yip Sterling’e yetişmemiz gerek. O toyola doğru ilerliyor.”
Emma başını salladı ve arkasını dönüp Cristinayı izledi.
Julian bakışlarını kürek kem iklerinin arasında keskin bir nokta
gibi hissedebiliyordu. Sakın dönüp ona bakma, dedi kendine
kendine. Ancak elinde olmadan arkasını döndü. Julianın yü
zündeki ifade onu az daha mahvedecekti.
512
Julian, Emma’nın hissettiği gibi bakıyordu. Bomboş, içi ku
rumuş gibi. Aralarında söylenmemiş binlerce kelimeyle sevdiği
oğlanı terk ettiği yoktu E m m anın, ancak benzer bir şey yaptığı
| doğruydu. Kendini bildiğinden beri en yakın dostu olan kişiyle
! arasında açılan uçurum onu dehşete düşürüyordu. Ve görünüşe
bakılırsa, Julian da aynı şeyden korkuyordu.
514
“Evet,” dedi C ristin a, ellerini ağzından çekip. “Julian
Blackthorn la y attın .”
Emma hızla pofurdandı. B unun kendisine söylendiğini işit
mek öyle tuhaf geliyo rd u ki sanki birisi karnına bir yumruk
atmıştı.
“Canını sıkan şeyin ne o lduğu n u hiç söylemeyeceksin san
dım!” dedi C ristin a.
“Fikrimi değiştirdim.”
“Neden?” Palmiyelerle, sokakların gerisinde bulunan alçı
kaplama evlerle dolu köşelerden dönüyorlardı. Emma çok hızlı
sürdüğünün farkındaydı ama pek umursadığı yoktu.
“Yani okyanustaydım ve Julian beni çıkardı, ardından işler
çığırından çıktı...”
“Hayır,” dedi Cristina. “Sadece neden yaptınız demedim.
Neden bana anlatm ak konusunda fikrini değiştirdin?”
“Çünkü korkunç bir yalancıyım ben,” dedi Emma. “Önünde
sonunda tahmin edecektin.”
“Olabilir. O lm aya da bilir.” Cristina derin bir nefes aldı.
“Sanırım asıl soruyu sormam gerekiyor. Onu seviyor musun?”
Emma hiçbir şey söylemedi. Gözlerini yolun ortasındaki ke
sik sarı çizgilerden ayırm ıyordu. Güneş, batıya doğru alçalırken
göz alıcı portakal renkli bir topu andırıyordu.
Cristina yavaş yavaş iç geçirdi. “Onu seviyorsun.”
“Öyle bir şey dem edim .”
“Suratından okunuyor am a,” dedi Cristina. “Bunun neye
benzediğini bilirim .” Sesi hüzünlü geliyordu.
“Sakın bana acım a T ina,” dedi Emma. “Lütfen.”
“Sadece senin için korkuyorum. Yasa çok net, cezalar olduk
ça ağır.”
“Eh, bunun bir önemi yok,” dedi Emma, sesinde bir parça
Öfkeyle. “Julian beni sevmiyor. Üstelik parabataınz karşılıksız
âşık olman yasaya aykırı da değil, yani üzülmene gerek yok.”
“Ne dedin?” dedi Cristina şaşkınlık içinde.
“Julian beni sevmiyor,” dedi Emma. “Bu konuda gayet açık
konuştu.”
Cristina ağzını açtı, ardından tekrar kapattı.
“Sanırım buna şaşırman benim açım dan onur verici bir şey,”
dedi Emma.
“Ne diyeceğimi bilem iyorum .” C ristin a elini kalbinin bu
lunduğu yere götürdü. “Böyle bir du rum da normal zamanda
söylenecek şeyler vardır. Ju lian d ışın da birisi olsaydı, senin
kadar cesur ve akıllı birisi ken disin e âşık olduğu için çok
şanslı biri olduğunu söylerdim . Bu kadar açık bir gerçeği bu
budala çocuğa nasıl anlatabileceğim izin yollarını konuşur
dum seninle. Ama bahis konusu Ju lia n ve yaptığınız yasaya
aykırı, dolayısıyla daha fazla bir şey yap m a m alısın Emma. Söz
ver bana.”
“Zaten beni o şekilde istem iyor,” dedi Emma. “Yani bir
önemi yok. Sadece...” Emma sustu. Başka ne diyeceğini, nasıl
diyeceğini bilemiyordu. O nun için asla başka bir Julian olma
yacaktı.
Öyle düşünme. S ırf bir başkasını seveb ileceğin i düşünemiyorsun
diye bir başkasını sevmeyecek değilsin. A ncak, babasının zihninde
çınlayan o sevecen sesi bu sefer Em m a yı teselli edemiyordu.
“Neden yasaya aykırı aklım alm ıyor,” diye tamamladı cüm
lesini Emma. Oysa, aslında söylem ek istediği bu değildi. “Hiç
mantıklı gelmiyor. Julian’la yıllard ır her şeyi birlikte yapıyoruz,
neredeyse birbirimiz için yaşadık, birbirim iz için ölüme atıldık,
benim için ondan daha iyi başka kim olabilir ki? Daha iyi baş
ka...” Emma sustu.
“Emma, lütfen böyle düşünme. Bunun neden yasaya aykırı
olduğunun bir önemi yok. Önemli olan sadece yasaya aykırı
olması. Yasa katıdır ama yasadır.”
“Kötü bir yasa, yasa değildir,” diye karşı çıktı Emma. Pico
Bulvarı’na doğru sert bir dönüş yaptı. Pico neredeyse Los
Angeles şehri boyunca uzanıyordu. Yer yer çakıllı, tehlikeli, terk
edilmiş, endüstriyel bir bulvardı. Otoyolla okyanus arasındaki
bulundukları nokta ise küçük iş yerleri ve restoranlarla doluy
du.
“Bu düstur Blackthorn’ların pek de işine yaramadı,” diye
mırıldandı Cristina. Emma tam ne demek istediğini soracaktı
kiCristina dikleşti. “İşte,” dedi parmağıyla göstererek. “Sterling
orada. Az önce şu binaya girdiğini gördüm.”
Yolun güney tarafında kahverengiye boyanmış, eğimli, al
çak bir bina vardı. B inanın pencereleri yoktu, sadece 21 YAŞIN
ALTINDA KİMSE GİREMEZ yazılı bir tabelanın bulunduğu
tek bir kapı vardı.
“Epey arkadaş c an lısı b ir yere benziyor,” diye homurdandı
Emma ve arabayı p a rk a çek ti.
Arabadan indiler ve silahlarını almaya gittiler. Daha önceden
göz boyama m ühürlerini yapm ışlardı. Yanlarından geçen birkaç
yaya -L.A.de çok az kişi yürürdü ve etrafta bu kadar araba var
ken çok az insan olurdu- orada değillermiş gibi bakıyorlardı
onlara. Parlak, yeşil saçlı bir kız yanından geçerken Emmaya
baktı fakat durmadı.
“Haklısın,” dedi Emma melek bıçaklarını üstlerine tutturur
larken. Her bıçağın silah kem erine takılı durmasını sağlayan
517
küçük bir kancası vardı ve elle çab ucak çekildiği anda çıkıyor,
du. “Julian konusunda. H ak lı o ld u ğ u n u biliyorum .”
Cristina bir kolunu hızla ona d o layıp sarıldı. “Ve sen de doğ
ru olanı yapacaksın. Ben de b u n u b iliyo ru m .”
Emma binayı incelem eye başlam ış, girişleri arıyordu.
Görünürde hiç pencere yo k tu fakat b arın arkasına giden dar bir
sokak kısmen aşırı bü yü m üş, ince o tlarla kapatılmıştı. Emma
orayı işaret etti ve C ristin a y la b irlik te sessizce kirli havada az
çok büyümüş cansız b itk ilerin arasın a daldılar.
Güneş batm ak üzereydi ve b arın arkasın d ak i sokak karanlık
tı. Birbirine zincirlerle b ağlan m ış b ir dizi çöp tenekesi parmak
lıklar ve tahtayla kap lı bir b en ceren in a ltın a yığılm ıştı.
“Oraya tırm anab ilirsem p a rm a k lık la rı çıkarırım,” dedi
Emma, çöp tenekelerine işaret ederek.
“Tamam, bekle.” C ristin a stelin i çık ard ı. “Mühürlerimiz.”
C ristina’nın m ü h ü rleri ö z en li, n e t ve güzeldi. Emma
güç m ührünün kafein a lm ış g ib i iç in i ü rp erttiğin i hissetti.
Julian’ın ona y ap tığ ı m ü h ü rle re b en zem iyo rd u . Cristina’mn
m ührüyle, Em m a âd eta g ü c ü n iç in e a k tığ ın ı, ikiye katlandı
ğını hissediyordu.
Cristina arkasını d ö n ü p c e k e tin i in d ird i ve çıplak tenini
Emma’ya çevirdi. Steli E m m a’y a v erd i. E m m a çizmeye başladı.
Birbirinin üstüne binen ik i sessizlik, k esin darbe ve esneklik
mührü.
“Lütfen sana k ızd ığım ı falan d ü şü n m e ,” dedi Cristina karşı
duvara dönükken. “Sen in için e n d işelen iyo ru m , hepsi bu. Çok
güçlü birisin Em m a. İlik lerin e k a d a r gü çlü sü n . İnsanlar kalp
acısını atlatm ayı başarır ve sen b u n u p ek ço k kez yaşadın. Fakat
Julian yalnızca kalbine d o k u n ab ile c e k b irisi değil. Ruhuna da
dokunabilir. Ve kalp kırıklığıyla ruhunun yıkılması arasında
epey fark vardır.”
Emmanın elindeki stel titredi. “Melek’in bir planı var san
mıştım.”
“Var zaten. Ama lütfen ona âşık olma Emma.” Cristina nın
sesi titredi. “Lütfen.”
Emma konuşurken sesi titredi. “Senin kalbini kim kırdı?”
' Cristina arkasını dönüp ceketini omuzlarına çekti.
Kahverengi gözlerinde ciddi bir ifade vardu. “Sen bana bir sır
ı verdin, ben de sana bir sır vereceğim. Ben Diego’ya âşıktım ve
onun da bana âşık olduğunu sanıyordum. Ama her şey bir ya
lanmış. Kardeşinin en yakın dostum olduğunu düşünüyordum,
oysa bu da yalanmış. İşte bu yüzden oradan kaçtım. O yüzden
buraya geldim.” Bakışlarını çevirdi. “İkisini de kaybettim. Aynı
günde hem en yakın dostum u hem de aşkımı. O zaman ben
de Raziel’in benim için bir planı olduğuna inanmakta güçlük
çekmiştim.”
Enyakın dostum ve aşkım.
Cristina steli alıp kem erine geri taktı,
i “Asıl güçlü olan ben değilim T ina. Şensin.”
Cristina ona hızlıca gülüm sedi ve elini uzattı. “Gidelim.”
Emma uzanıp Cristina’nın elini tuttu ve yerden kuvvet alarak
sıçradı. Çizmeleri çöp tenekelerinin tepesine değdi ve zincir şan
gırdadı. Pencerenin parm aklarından tutup çekti, avuçlarına sap
lanan metalin verdiği his hoşuna gitmişti. Parmaklıklar yumuşak
alçıdan ayrılarak m inik taşlar hâlinde ortalığa saçıldı. Emma me
tal ızgarayı aşağı uzattı ve Cristina bunu çimlerin üstüne attı.
Emma bir elini aşağı uzattı, bir saniye içinde Cristina ya
nındaydı ve ikisi b irlik te lekeli pencereden kirli bir mutfağa
519
bakıyorlardı. Bardaklarla dolu kocaman lavaboya musluktan
su akıyordu.
Emma bir ayağını geriye çekti, çizmesinin çelik ucuyla camı
kırmaya hazırdı. Cristina onu omzundan yakaladı. “Dur.”
Cristina eğilip pencerenin çerçevesinden tuttu. Çürümüş çer
çeveyi çekip aşağıdaki plastik çöp tenekelerine atarken boynun
daki güç mührü bükülerek parıldadı. “Böylesi daha sessiz,” dedi
Cristina.
Emma güldü ve sallanarak pencereden içeri girdi. Votka şi
şeleriyle dolu bir sandığın üstüne düştü. O sıçrayınca Cristina
da onu izledi. Cristina’nın çizmeleri yere değdiği anda mutfak
kapısı açıldı ve sivri uçlarıyla siyah saçlı, barmen önlüğü içinde
kısa boylu bir adam içeri girdi. Emma ve C ristinayı gördüğü
anda irkilerek ciyakladı.
Harika, diye düşündü Emma. Görül yetisi varmış.
“Selam,” dedi Emma. “Sağlık bakanlığından geliyoruz.
Şuradaki kutularda hiç antibakteriyel jel kalmadığını biliyor
muydunuz?”
Bu, barmeni etkilemişe benzemiyordu. Bakışları Emmadan,
Cristina ya, oradan açık pencereye yöneldi. “Buraya zorla girerek
ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz sizi sürtükler? Hemen şimdi...”
Emma bulaşıldıktan tahta bir kaşık alıp fırlattı. Kaşık dank
diye barmenin başının kenarına isabet etti. Adam yere yığıldı.
Emma adamın yanına gidip nabzını yokladı. Nabzı normaldi.
Başını kaldırıp Cristina’ya baktı. “B irinin bana sürtük demesin
den nefret ediyorum.”
Cristina, Emma nın yanından geçip kapıyı açtı ve dışarı bak
tı. Bu sırada Emma barmeni odanın köşesine sürükleyip yığıl
mış şişe kutularının arkasına doğru nazikçe ittirdi.
Cristina burnunu büktü. “lyyyk.”
Emma barmenin ayaklarını bıraktı. Adamın ayakları pat
diye yere düştü. “Ne oldu? Orada kötü bir şeyler mi oluyor?”
“Hayır, sadece iğrenç bir bar burası,” dedi Cristina. “Kim
burada içmek ister ki?”
Emma kapı eşiğinde duran Cristina’ nın yanına geçti ve ikisi
de dışarı baktı.
“D.F.’teki barlar çok daha güzel,” dedi Cristina. “Sanırım bi
risi şu köşeye kusmuş.”
Cristina eliyle işaret etti. Emma bakmadı ama ona inanı
yordu. Bar loş ışıklarla aydınlanmıştı, hatta pek aydınlandığı
söylenemezdi. Yerler betondu ve sigara izmaritleriyle doluydu.
Çinko kaplı tezgâhı olan bir bar vardı ve arkasındaki aynaya
bir tahta kalemiyle içki fiyatları yazılmıştı. Pazen gömlekleriyle
kotları içindeki adam lar pürüzlü keçeden bir bilardo masasının
etrafına toplanmıştı. Diğerleri barda oturmuş, sessizce içkilerini
içiyordu. Mekân ekşimiş, bozuk birayla sigara kokuyordu.
Barın uzak köşesinde balık sırtı desenli ceketiyle tanıdık bir
adam tünemişti. Sterling.
“İşte orada,” dedi Emma.
“Takip mührü yanılm az.” Cristina, Emmânın kolunun al
tından geçip içeri girdi. Emma da onu izledi. Bir yığın faninin
gözlerinden kaynaklanan hafif baskıyı hissetti üstünde fakat
göz boyama m ühürleri işliyordu. Mutfak kapısı kapanırken
barda duran tek barmen başını kaldırıp baktı. Muhtemelen iş
arkadaşını arıyordu. H içbir şey görmediği zaman bardakları sil
meye geri döndü.
Emma ve Cristina yaklaşırken, Sterling’in yüzüne olağan dışı
bir ifade yayıldı. Şokla karışık çaresizlik, ardından bir çeşit neşe.
521
Önündeki barda bir bardak vardı ve yarısı altın sarısı bir içkiyle
doluydu. Sterling bardağı alıp içkiyi kafaya dikti. Bardağı bara
vurduğu zaman gözleri parıldıyordu.
“Nefilimler,” diye tısladı.
Barmen şaşkınlık içinde ona baktı. Müşterilerden bir kısmı
daha taburelerinin üstünde kıpırdandı.
“Doğru,” dedi Sterling. “Onlar benim deli olduğumu dü
şünüyor.” Diğer bar müdavimlerine işaret etmek için kolunu
savurdu. “Kimseyle konuşmuyorum. H avayla konuşuyorum.
Ama siz. Sizin umurunuzda değil. Buraya bana eziyet etmeye
geldiniz.”
Sterling ayağa kalktı.
“Hey,” dedi Emma. “Sarhoşsun. ”
Sterling, Emma nın bulunduğu yere doğru iki parmağını si
lah gibi yaparak işaret etti. “Ç ok dikkatlisin, sarışın.”
“Dostum!” Barmen tezgâhın üstüne bir bardak vurdu.
“Kendi kendine konuşacaksan, çık dışarıda konuş. Ortamı
mahvediyorsun.”
“Bu ortamı nasıl mahvedebilir ki?” dedi Emma.
“Emma, dikkatini topla,” dedi C ristina ve Sterling’e döndü.
“Buraya sana eziyet etmeye gelm edik. Sana yardım etmeye gel
dik. Sürekli sana bunu söylüyoruz.”
“Kendinize söyleyin,” diye tısladı Sterling ve cebinden bir yı
ğın para çıkardı. Bunları bara fırlattı. “Hoşça kal Jimmy,” dedi
barmene. “Bir daha asla görüşm em ek üzere.”
Sterling kapıya doğru ilerleyip kolların ı uzattı ve kapıyı açtı.
Emma ve Cristina peşinden fırladı.
Emma tekrar dışarı çıktığına çok sevinm işti. Sterling başını
eğmiş, sokakta hızla ilerlemeye başlam ıştı. Güneş çoktan bat-
mışcı ve yanan sokak lam baları etrafı sarı sodyum renginden
aydınlatıyordu. Pico’dan arabalar geçiyordu.
Sterling çok hızlı hareket ediyordu. Crİstina arkasından
seslendi fakat S terlin g dönm edi. Sadece takım ceketine iyi
ce sokulup daha da h ızlı yü rüm eye başladı. Birdenbire sola
doğru yön değiştirip ik i b in an ın arasına girdi ve gözden kay
boldu.
Emma sessiz bir küfür savurdu ve koşmaya başladı. Heyecanı
damarlarında hissediyordu. K oşm aya bayılıyordu, koşmanın
zihnini boşaltmasına, ciğerlerine girip çıkan hava dışında her
şeyi ona unutturm a biçim in e.
Sol tarafında dar bir sokak ağzı belirdi. Çöplerin yığıldığı
bir sokak değildi burası. B urası norm al bir sokak kadar genişti
ve arka sokağa bakan, ucuz alçıdan balkonlarıyla uzun bir sıra
oluşturan apartm an b in aları boyunca uzanıyordu. Ortasında
gri, betondan bir kanalizasyo n borusu vardı.
Sokağın biraz aşağısın a S terlin g’in gri jip i park edilmişti.
Sterling sürücü k ap ısın a doğru eğilm iş, kapıyı açm aya çalışıyor
du. Emma, Sterling’in sırtın a atılıp onu arabadan geriye çekti.
Sterling kendi etrafında d ö n d ü, sendeledi ve yere düştü.
“Kahretsin!” d iye c iy a k la d ı ve d izlerin in üstünde doğruldu.
“Buraya bana y a rd ım etm ek için geld iğin izi söylediniz sanı
yordum!”
“Genel anlam da evet,” ded i E m m a. “Ç ü n kü işim iz bu. Ama
bana sarışın d iyen k im sen in dizleri sağlam kalm az.”
“Emma,” d edi C ristin a u yaran b ir sesle.
“Ayağa kalk,” d ed i E m m a elin i Sterling’e uzatıp. “Bizimle
gel. Ama bir d aha b an a sarışın dersen dizlerini parçalar ve m inik
jant kapaklarına çeviririm , an laşıld ı m ı?”
Adama bağırmayı kes E m m a,” dedi Cristina. “Casper -Bay
Sterling- senin yanında kalm am ız gerek, tam am mı? Tehlikede
olduğunu biliyoruz ve sana yardım etm ek istiyoruz.”
“Bana yardım etmek istiyorsanız benden uzak durun,” diye
bağırdı Sterling. “ Yalnız kalm ak istiyo ru m !”
“Sonunda her tarafın işaretler içinde ve parmak uçların
zımparalanmış hâlde boğulup yak ılm ak için m i?” dedi Emma.
“İstediğin bu m u?”
Sterling ağzı açık Em m a’ya baktı. “N e?”
“Emma!” Emma, C ristina’nın yu k a rıya baktığını fark etti.
Bir figür çatının üstünde geziyordu. Siyah kıyafetler içinde,
tehlikeli, tanıdık bir gölgeydi bu. E m m a’n ın yüreği göğüs kafe
sinde hop etti.
“Ayağa kalk!" Emma, S terlin g’in elin d en tutup onu yukarı
çekti. Sterling biraz debelendikten sonra ağzı açık, Emma’nın
üstüne yığıldı. Bu sırada çatıd aki k ara n lık figür dışarı uzanan
balkona indi. Emma şim di onu d ah a iy i görebiliyordu: Siyahlar
içinde bir adamdı, yüzünü sak lam ak için siyah bir kapüşon tak
mıştı.
Sağ elinde bir arbalet vardı. A dam arb aleti kaldırdı. Emma,
Sterlingi öyle bir ittirdi ki onu az k alsın yere düşürüyordu.
“Koş!” diye bağırdı Emma.
Sterling yerinden k ım ıld am ad ı. A ğzı açık, siyahlar içinde
ki figüre bakıyordu. G özlerine in an am ıyo rm u ş gibi ifade vardı
yüzünde.
Emma’nın kulağının yan ın d an bir şey uğuldayarak geçti. Bir
arbalet oku. Tüm algıları açılm ış, C ristin a kelebek bıçağını açtı
ğında gürültüyle çıkan çat sesini, b ıçağın havada pır pır ederek
uçtuğunu işitti. Siyahlar için d eki a d am ın bağırdığını duydu ve
arbalet adamın elinden kayıverdi. Arbalet sokağa büyük bir gü
rültüyle düştü ve bir saniye içinde siyahlar içindeki adam onu
izleyerek Sterling’in sırtına sert bir sesle indi.
Sterling boylu boyunca yere uzanmıştı. Onun üstüne çöme-
len siyahlar içindeki adam elini kaldırdı. Gümüşe benzer bir şey
parmaklarının arasında parıldadı. Bir bıçaktı bu. Adam bıçağı
: aşağı indirdi...
I Ve Cristina ona çarparak yüzüstü yere yapıştırdı. Adam yere
serildi ve Sterling ayağa kalkıp arabasına doğru koşmaya başla
dı. Emma onun peşinden fırladı, ancak araba çoktan çalışmaya
başlamış, sokakta ilerliyordu.
Siyahlar içindeki adam tam sıçradığı anda Emma arkasına
döndü. Saniyeler içinde üstündeydi adam ın. Onu apartman bi
nasının kirlenmiş duvarına doğru savurdu.
Adam, E m m an ın elinden kurtulm aya çalıştı, fakat Emma
yumruğuyla adam ın sw eatshirt’ünü sım sıkı kavramıştı. “Julian ı
vurdun sen,” dedi Em m a. “Seni buracıkta öldürm eliyim .”
“Emma.” C ristin a ayağa kalkm ıştı. Gözlerini siyahlar için
deki adama dikti. “Ö nce kim olduğunu öğrenelim.”
Emma boş eliyle ad am ın kapüşonunu tutup aşağı indirdi ve
ortaya...
Bir çocuk çıktı. B ir a da m değil, diye düşündü Emma, irki
lerek, kesinlikle bir çocuktu bu. Siyah saçları karmakarışıktı.
Çenesini sıkm ıştı ve siyah gözleri öfkeyle parlıyordu.
Cristina nefesini tu ttu . "D ios m ío, ¡n o p u ed o creer que eres tú! ”
“Ne?” diye sordu E m m a, bir çocuğa bir Cristina’ya bakarak.
“Neler oluyor?”
“Emma.” C ristina afallam ış görünüyordu. Sanki soluksuz kal
mıştı. "Bu Diego. D iego R ocío Rosales, bu da Emma Carstairs.”
525
Enstitünün dışındaki hava adaçayı ve tuz kokusuyla yoğundu
ve insana canlılık veriyordu. Ju lian ağustos böceklerinin alçak
mırıltılarının etrafı kapladığını, D iana’nın kamyonetin kapısı
nı kapatırken çıkardığı gürültüyü yum uşattığını işitebiliyordu.
Diana kamyonetin etrafından dolanırken Julian ın girişteki mer
divenlerde oturduğunu görünce durdu.
“Jules,” dedi. “Burada ne işin var?”
“Aynı soruyu ben de sana sorabilirim ,” dedi Julian. “Gidiyor
musun? Yine mi?”
Diana saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı fakat kurtul
mayı başaran birkaç buklesi rüzgârla uçuştu. Diana siyah kıya
fetler giymişti, takımı değil de siyah kot, siyah eldiven ve siyah
çizme. “Gitmem gerek.”
Julian bir basamak indi. “Geri dönm en ne kadar sürer?”
“Bilmiyorum.”
“O hâlde kendimizi sana b ağlam am alıyız.” Julian göğsün
deki ağırlık öyle fazlaydı ki dayanam ıyordu. Birilerine saldır
mak, bir şeyleri tekmelemek istiyordu. Emma’y k konuşmak
istiyordu. Emma’nın onu teselli etm esini. Fakat Emmâyı dü
şünemezdi.
“İster inan ister inanma,” dedi D iana, “sizler için elimden
gelenin en iyisini yapıyorum.”
Julian başını eğip ellerine baktı. D eniz camından yapıl
mış bileziği bileğinde parlıyordu. Geçen gece, suyun içinde,
Emma’ya doğru yüzdüğü sırada bu bileziğin nasıl ışıldadığını
hatırlıyordu. “Onlara ne söylem em i bekliyorsun?” dedi Julian.
“Nerede olduğunu sorarlarsa.”
“Bir şeyler uyduruver,” dedi D iana. “Bu konuda başarılısın.”
Julian’ ın için i b ü y ü k b ir öfke kaplayıverdi. Şayet bir yalan
cıysa, üstelik iy i b ir y ala n c ıy sa, başka bir seçeneği olmadığı
içindi.
“Sana dair bildiğim şeyler var,” dedi Julian. “Seyahat iznin
de buradan ayrıldığını ve Tayland’a gittiğini, baban ölene dek
dönmediğini biliyorum .”
Diana bir eli kamyonetin kapısında, duruverdi. “Benim
hakkımda soruşturma mı yapıyorsun Julian?”
“Bildiğim şeyler var çünkü bunları bilmek zorundayım,”
dedi Julian. “D ikkatli olmam gerek.”
Diana kapıyı sertçe açtı. “Buraya geldim,” dedi Diana yumu
şak bir sesle, “hem de kötü bir fikir olduğunu bile bile. Sizlere
bakmanın kontrol edemeyeceğim bir kadere kendimi bağlamak
olduğunu bile bile. Bunu yaptım çünkü senin ve kardeşlerinin,
birbirinizi ne kadar sevdiğinizi gördüm ve bunun benim için
bir anlamı vardı. Buna inanm aya çalış Julian.”
“Kardeşliğin nasıl bir şey olduğunu anladığını biliyorum,”
dedi Julian. “Senin de bir kardeşin vardı. Tayland’da öldü.
Ondan hiç bahsetm edin.”
Diana kamyonete bindi, kapıyı arkasından çarparak kapattı.
Penceresi hâlâ açıktı. “Sana cevap borcum yok Julian,” dedi.
“Olabildiğince çabuk dönmeye çalışacağım.”
“Sorun değil,” dedi Julian. Birdenbire üstüne büyük bir yor
gunluk çökmüştü. “Nasılsa nerede olduğunu sormayacaklar.
Buralarda olm anı beklediklerini söyleyemem.”
Diana nın yüzünü elleriyle kapadığını gördü. Bir saniye son
ra kamyonet çalıştı. Kamyonet tepeden aşağı inerken, farları
enstitünün girişini aydınlatıyor, saman sarısı çimlerde gezini
yordu.
Julian uzun süre olduğu yerden kım ıldam adı. Ne kadar
uzundu, bilem iyordu. G üneşin tam am en batmasına, ışıltıların
tepeleri terk etmesine yetecek kad ar uzun. İçeri geri girmek için
dönmesine, om uzlarını d ikleştirip k en d in i hazırlamasına yete
cek kadar uzun.
İşte o anda duydu sesi. A rkasını d ö n d ü ğü anda onları gördü:
Büyük bir kalabalık enstitüye gid en yo ld an ilerliyordu.
19
ÜRPERTİ VE KATLİAM
53i
tası göçmüştü. Sürücü koltuğunun kapısı açıktı. Hava yastıkla
rından biri patlamıştı fakat Steriing’e bir şey olmamıştı.
Yolun tam ortasında birisiyle cebelleşiyordu Sterling,
Emma’nın daha önceden, barın önündeki sokakta gördüğü
yeşil saçlı kızla. Kız, Sterling’in elinden kurtulmaya çalışıyor
du. Sterling bir yumruğunu kızın ceketinin sırtına sarmıştı.
Yüzünde çılgına dönmüş gibi bir ifade vardı.
“Bırak kızı!” diye bağırdı Diego. Üçü birlikte koşmaya baş
ladı. Emma elini Cortana’ya uzattı. O nları gören Sterling kızı
arabasının öteki tarafına sürüklemeye başladı. Jipe doğru atılan
Emma kaportaya atladı, tepeye çıktı ve diğer tarafta yere indi.
Ve mavi-yeşil bir ateş yığınıyla karşı karşıya geldi. Sterling
ateş yığınının arkasında durmuş, yeşil saçlı kızı hâlâ bırakma
mıştı. Emmayla göz göze geldiler. Kızın ince, elflere benzer bir
yüzü vardı. Geceyarısı Tiyatrosu’nda kızı gördüğünü anımsar
gibi oldu Emma.
Emma ileri doğru sıçradı. M avi-yeşil alevler de yukarı doğru
patlayarak Emma yı birkaç adım geride yere serdi. Sterling elini
kaldırdı. Avucunda bir şey parıldıyordu. Bir bıçak.
“Durdur onu!” diye bağırdı Diego. C ristin ayla birlikte mavi
alev duvarının öteki tarafında belirm işlerdi. Emma öne doğru
atıldı. Tabii bu, bir tayfuna karşı yürüm eye benziyordu. Tam bu
sırada Sterling bıçağı kaldırıp kızın göğsüne sapladı.
Cristina çığlık attı.
Olamaz, diye geçirdi Emma içinden, dehşetten şok içinde.
Hayır, olamaz, hayır. İnsanları kurtarm ak, onları korumaktı
Gölge Avcıları’nın görevi. Sterling kıza zarar veremezdi, bunu...
Bir an Emma alevlerin içinde bir karanlık gördü. Her tara
fına şiirlerle semboller kazınmış, kesişim noktasındaki mağara-
532
T
j nın içi gözüne ilişir gibi oldu. Derken karanlıktan eller uzana-
! rak kızı Sterling’in elinden kapıverdi. Emma bunları alevlerle
karmaşanın arasında, yalnız bir an için görebilmişti ama eller
uzun, beyaz gibi görünüyordu. Sadece kemikleri kalmış gibi,
tuhaf bir şekilde eğriydi.
Kan kusan, bükülm üş ve ölm ek üzere olan kız karanlığa çe-
j kildi. Sterling dönüp Emma’ya sırıttı. Gömleği kanlı el izleri
i içindeydi ve bıçağı kıpkırm ızıydı.
“Çok geç kaldınız!” diye bağırdı Sterling. “Çok geç,
j Nefılimler! O, on üçüncü kurbandı. Sonuncu kurban!”
Diego küfrederek ileri doğru atıldı. Ancak alevlerden oluşan
duvar harlayınca geriye doğru sendeleyerek dizleri üstüne düş
tü. Dişlerini sıkıp tekrar ayağa kalktı ve bir hamle daha yaptı.
1 Sterling sırıtm ayı bırakm ıştı. Solgun gözleri korkuyla parla
dı ve iskeletimsi el alevlerin arasından uzanarak kızın ardından
onu kendine doğru çekti.
“Hayır!” Emma sıçradı ve sahilde bir dalganın altına girer
gibi alev dalgasının altın d an yuvarlandı. Sterling i bacağından
yakaladı ve ellerini b ald ırın a sapladı.
“Bırak beni!” diye bağırdı Sterling. “Bırak beni dedim sana.
Götür beni Gardiyan , g ö tü r b en i buradan ...”
İskeletimsi el Sterling’i çekiştirdi. Emma, Sterling’in elinden
kaydığım hissediyordu. Başını kaldırdı, gözleri acıyor, yanıyor
du. Tam bu sırada C ristina’nın kelebek bıçağını savurduğunu
gördü. Bıçak pençeye benzer ele saplandı. Kemikleri çatırdayan
el aceleyle geriye çekilirken Sterling’i de bıraktı. Sterling tüm
ağırlığıyla yere düştü.
“Hayır!” Sterling dizleri üstünde doğruldu, ellerini uzattı.
Bu sırada alevler azalarak yok oldu. “Lütfen! Beni de al.”
533
Üç Gölge Avcısı birden Sterling’in tepesine çullandı. Diego,
Sterling’i kabaca kavrayıp zorla ayağa kaldırdı. Sterling acı için
de bir kahkaha attı. “Beni durduramadınız,” dedi. “Aptal kızlar
sizi, beni takip edip koruyacaklarmış .”
Diego, Sterling’i sertçe ittirdi, oysa Emma başını sallıyordu.
“Piyangoda seçildiğin zaman,” dedi Sterling’e, kurumuş boğa
zıyla cevabını bildiği soruyu sorarken, “öldürülmek için seçil
medin. Cinayeti gerçekleştirmek için seçildin, değil mi?”
“Ah, Raziel,” diye fısıldadı Cristina. Eliyle boynundaki kol
yeyi tutarken ne yapacağını bilemez görünüyordu.
Sterling yere tükürdü. “Doğru,” dedi. “Numaran seçilir,
ya ölürsün ya öldürülürsün. T ıpkı sizler gibi Wren de bunun
nasıl işlediğini bilmiyordu. Burada benim le buluşmayı kabul
etti. Ahmak fahişe.” Gözlerinde yabani bir ifade vardı. “Onu
öldürdüm ve Gardiyan onu aldı, artık sonsuza dek yaşayaca
ğım. Gardiyan beni tekrar bulana kadar tabii. Ölümsüz olarak
zengin olacağım, ne istersem yapacağım .”
“Bunun için mi öldürdün?” diye sordu Cristina. “Bir katile
bunun için mi dönüştün?”
“Piyangoda beni seçtikleri anda bir katil olmuştum zaten,”
dedi Sterling. “Başka şansım yoktu.”
Uzaktan polis sirenlerinin sesi yükseldi.
“Buradan gitmemiz lazım,” dedi C ristina, Sterling’in mah
volmuş arabasına, sokaktaki kanlara bakarak. Emma, Cortanayı
kaldırınca Sterling’in titreyen yüzünde bir korkuyla karşılaştı.
“Hayır,” diye sızlandı Sterling. “Sakın ...”
“Onu öldüremeyiz,” diye karşı çıktı Diego. “Ona ihtiyacı
mız var. Aralarından birini diri ele geçirem edim hiç. Onu sor
guya çekmeliyiz.”
n® >534<
“Sakin ol, M ükem mel Diego,” dedi Emma ve Cortana’nın
kulpunu Sterling’in şakağına doğru savurdu. Sterling bilinçsiz
ce, bir kaya gibi yere düştü.
■Minise 5 3 5
“Meğer bir katili koruyormuşuz,” dedi Cristina. Eli sım^
kolyesine dolanmış, perişan görünüyordu.
“Kendinizi suçlamayın,” dedi M ükemm el Diego, adına ya
raşır bir mükemmellikle. “Elinizde hiçbir bilgi olmadan bir s0
ruşturma yürütüyorsunuz. Sessiz Kardeşlerden hiçbir yardı^
almadan. Bir başkasından da.”
Cristina başını çevirip arkasına döndü ve öfkeyle Diego’ya
baktı. “Tüm bunları nereden biliyorsun?”
“Soruşturma yürüttüğümüzü de nereden çıkardın?” diye
sordu Emma. “Sırf beni ve Ju lian’ı W ells’in evinde gördüğün
için mi?”
“İlk ipucum buydu,” dedi M ükem m el Diego. “Ondan son
ra, birilerine sordum. Hayalet Pazardaki elemanla konuştum.”
“Yine mi Johnny Rook?” dedi Emma tiksintiyle. “Bu ada
mın boşboğazlık etmediği biri yok m u?”
“Bana her şeyi anlattı,” dedi M ükem m el Diego. “Konseyin
bilgisi dışında cinayetleri araştırdığınızı. Bunun bir sır olduğu
nu. Senin için korktum, C ristina.”
Cristina arkasını dönmeksizin pofurdandı.
“Tina,” dedi Mükemmel Diego, sesi özlemle dolu. “Tina,
yapma.”
Emma huzursuzca ön cam dan dışarı baktı. Okyanus manza
rası belirmişti neredeyse. A rabadaki her şeyin farkında olan iki
kişi yerine, buna odaklanmaya çalıştı.
Cristina kolyesini daha da sıktı fakat bir şey söylemedi.
“Rook soruşturma yaptığınızı çünkü cinayetlerin annen
le babanın ölümüyle ilgisi olduğuna inandığını söyledi,” dedi
Mükemmel Diego Emma’ya. “H er ne olursa olsun, kaybın için
üzüldüm.”
r
537
birdenbire sola dönüş yoluna girdi ve öfke içinde, bangır banglr
çalan kornaların arasında sahil otoyoluna doğru giden rampada
son sürat ilerledi.
“Yüce İsa!” diye bağırdı Sterling. “Araba kullanmayı nerede
öğrendin sen?”
“Kimse sana fikrini sorm adı!” diye bağırdı Emma da ona,
hızla ilerleyen trafiğe girdiklerinde. Neyse ki saat geçti ve yollar
hemen hemen boştu.
“Pasifik Kıyısı otoyolunda ölm ek istem iyorum !” diye sızlan
dı Sterling.
“Ah, kusura bakma.” E m m an ın sesinde öyle iğneleyici bir
ton vardı ki. “Ölmek istediğin başka b ir o to y o l var mı? ÇÜNKÜ
İSTİYORSAN BUNU AYARLAYABİLİRİZ.”
“Seni sürtük,” diye tısladı Sterling.
Cristina koltuğunda hızla döndü. Silah sesine benzer bir ses
işitildi ve bir an sonra, otoyolun ken arın da yürüyen bir grup
sörfçünün yanından son sürat geçerlerken, Emma, Cristinanın
Sterling’in yüzüne tokat attığın ı fark etti.
“Arkadaşıma sürtük dem e,” dedi C ristina. “Anladın mı?”
Sterling çenesini ovuşturdu. G özleri öyle kısıktı ki yarık gibi
görünüyordu.
“Bana dokunmaya hiç hakkınız yo k.” Sesinde bir sızlanma
vardı. “Nefılimler sadece A n laşm aları çiğneyen meselelerle il- ı
gilenirler.”
“Yanılıyorsun,” dedi M ükem m el D iego. “Canımızın istediği
her meseleyle ilgileniriz.” j
“Ama Belinda bize...”
“Evet, sözü açılmışken,” dedi C ristin a. “Tarikate nasıl girdin :
ya da Geceyarısı Tiyatrosu nda dönen her neyse ona işte?”
538
J Sterling titrek bir şekilde soluklandı. “Gizlilik yemini ediyo
ruz,” dedi sonunda. “Size her şeyi şimdi anlatırsam beni koru
yacak mısınız?”
“Bir ihtimal,” dedi Emma. “Ama şu anda bağlısın ve elimiz
de bir yığın silah var. İstediklerimizi anlatmadığın sürece ne ka
dar şansın olduğunu sanıyorsun sahiden?”
Sterling, Mükemmel Diego’ya bir bakış attı. Diego hançeri
ni bir kalem gibi dalgınca tutuyordu. Yine de, büyük bir gücü
varmış gibi hissediyordu insan, sanki bir saniyede harekete
geçebilirdi. Sterling’in biraz aklı varsa korkardı. “Yapımcı bir
arkadaşım vasıtasıyla katıldım aralarına. Arkadaşım bana do
kunduğun her şeyin altına döneceğine dair kesin bir yol buldu
ğunu söyledi. Kelime anlam ıyla değil tabii,” diye ekledi Sterling
| aceleyle.
“Kimse kelime anlam ıyla söylemediğini anladı zaten, seni
' ahmak,” dedi Emma. Sterling’in çıkardığı öfkeli ses Diego’nun
bıçağı boğazına daha sert dayamasıyla kesiliverdi.
“Gardiyan kim peki?” diye sordu Cristina. “Tiyatrodaki
Müritlerin başını kim çekiyor?”
“Hiçbir fikrim yok,” dedi Sterling suratı asık. “Kimse bilmi
yor. Belinda bile.”
“Belindayı H ayalet Pazar’da tarikatınızı yemlemeye çalışır-
ı ken gördüm,” dedi Emma. “Tahminimce, toplantılarına katıl
dığınız takdirde sizlere para ve şans vadediyorlar. Tek yapmanız
gereken piyangolara katılm a riskini almanız. Haklı mıyım?”
“Piyangolar o kadar büyük bir risk gibi görünmüyordu,”
dedi Sterling. “Arada bir yapılıyordu sadece. Seçildiğin zaman
kimse size dokunam ıyordu. Birini öldürene kadar kimse sana
karışamıyordu.”
■
540
“Hayalet Pazar’dan bir kız,” dedi Sterling omuz silkerek.
“Orada takı satıyordu. Tasarımlarını mağazalara götürebilece
ğimi söyledim ona. Benle buluşursa onu zengin edeceğimi.”
Sterling homurdandı. “Herkes açgözlüdür.”
Otoyolun asıl kalabalığını geçmiş, mavi cankurtaran kulele-
rile dolu sahil kenarına varmışlardı.
“Şu mavi ateş,” dedi Emma, yüksek sesle düşünür gibi.
“Gardiyan içindeydi. Cesedi kesişim noktasına götürdüler. Kızı
bıçakladın ama Gardiyan onu ölmeden önce yakaladı. Demek
ki ölüm kesişim noktasında oluyor ve diğer her şey de, yakılma,
cesedi deniz suyuna batırma, mühürleri kazma, tüm ayin orada
gerçekleşiyor, öyle değil mi?”
“Evet. Ve beni de kesişim noktasına götüreceklerdi,” dedi
Sterling, içerleyen bir sesle. “Gardiyan bana orada teşekkür ede
cekti. İstediğim her şeyi verecekti. Ayini görebilecektim. Tek bir
ölüm hepimize kuvvet verir.”
Emmayla Cristina birbiriyle bakıştı. Sterling mevzuyu ay
dınlatmıyor, giderek daha karmaşık bir hâle getiriyordu.
“Kızın sonuncu olduğunu söyledin,” dedi Diego. “Ondan
sonra ne oluyor? Sonucu ne?”
Sterling homurdandı. “H içbir fikrim yok. Hayatta, oldu
ğum yere cevaplarına ihtiyaç duymadığım soruları sorarak gel
medim.”
"Hayatta nereye geldin ki?” dedi Emma küçümseyerek.
“Bir arabanın arkasında bağlanm ış olmaktan mı bahsediyor
sun yoksa?”
Emma ileride M alibu iskelesinin ışıklarını görebiliyordu.
Işıklar karanlık suya tezat, parıldıyordu. “Bunların hiçbirinin
önemi yok. Gardiyan beni bulacaktır,” dedi Sterling.
“Ben olsam buna bel bağlamazdım,” dedi Mükemmel Dieg0
alçak sesiyle . Emma otoyoldan enstitü yoluna doğru döndü,
Enstitü ışıklarının arabanın aitındaki tekerlek izleriyle dolu
yolu aydınlattığını görebiliyordu. “Peki, seni bulduğu zaman ne
olacak?” dedi Emma. “Gardiyandan bahsediyorum. Sence ne
yapacak sanıyorsun, tüm bunları bize anlatmandan sonra sana
kucak mı açacak? Bunun bedelini ödetmeyecek mi dersin?”
“Ona vermem gereken bir şey daha var,” dedi Sterling.
“Belinda verdi. Ava bile verdi. Son, son bir şey. Ve sonra...”
Sterling dehşet içinde çığlık attı. Karşıda, enstitü belirmişti.
Mükemmel Diego bir küfür savurdu.
“Emma!” Cristina’nın soluğu kesilmişti. “Emma, dur!”
Emma enstitünün tanıdık binasını, önlerindeki araba yolu
nu, arkasında yükselen kanyonlarla tepeleri gördü. Her yer göl
geler içindeydi, enstitü bu gölgelerle çevrelenmişti. Araba ancak
son tepeyi çıktığında ve farlar enstitüyü aydınlattığında Emma
gözlerinin önündeki şeyin verdiği şoku algılayabildi.
Enstitünün etrafı sarılmıştı.
Çeşitli figürler -insan biçim inde, karanlık figürler- enstitü
nün etrafını çevirmişti. Omuz om uza duruyorlardı, ne sesleri
çıkıyordu ne de kımıldıyorlardı. Bu hâlleriyle Emmânın gör
düğü Yunan savaşçılarına ait eski resimleri andırıyorlardı.
Sterling anlaşılmaz bir şey söyleyerek bağırdı. Farlar binanın
önündeki ayaklar altında ezilmiş çalıları aydınlatırken Emma
frene bastı. Figürler aydınlanm ıştı, gün ışığı altında gibi par
lıyorlardı. Bunların bir kısmı tanıdıktı. Emma, Geceyarısı
Tiyatrosundaki kıvırcık saçlı çocuğu hatırladı. Hırlayan yüzü
taş kesmişti. Yanında bir kadın vardı. Siyah saçlı, kırmızı rujlu
bir kadın. Kadın tabanca bulunan elini kaldırdı.
“Belinda!” Sterling’in sesi epey korkmuş çıkıyordu. “O...”
Belinda’nın eli seken bir mermiyle geriye fırladı. Merminin
parçaladığı arabanın sağ ön tekerliği ikiye ayrılınca Emmanın
kulakları çınladı. Araba sertçe yana kayarak bir hendeğin içine
saplandı.
Karanlık çöktüğü anda kırılan cam sesleri yükseldi.
Direksiyon Emma’nın göğsüne çarpınca nefesi kesildi. Farlar
sönüverdi. Emma, C ristina’nın çığlığını, arka koltuktan gelen
debelenme seslerini işitti. Em niyet kemerini hızla çekerek açtı
ve dönüp elini Cristina’ya uzattı.
Cristina yerinde yoktu. Ajrka koltuk da boştu. Emma kapıyı
yumruklayarak açtı ve birikm iş toprağa düşecek oldu. Ayağa
kalkıp hızla arkaya döndü.
Arabanın ucu hendeğe saplanm ıştı ve patlamış lastikten du
manlar yükseliyordu. D iego yolcu kapısından o tarafa gelirken
çizmeleri kuru toprakta çatırtılar çıkıyordu. Kucağında Cristina
vardı, sol kolunu dizlerinin altına alm ıştı. Cristina’nın bacak
larından biri tu h af bir açıyla sallanıyordu. Bir eli Diego’nun
omzundaydı ve parm akları svveatshirt’ünün kolundaydı.
Diego ay ışığı altın d a kahram anca bir havaya bürünmüştü.
Biraz Superman gib iydi. M ükem m el Diego. Emma içten içe
ona bir şey fırlatm ak istiyordu am a Cristina ya isabet etmesin
den korkuyordu. D iego erkeksi çenesini enstitüye doğru kaldır
dı. “Emma!”
Emma hızla arkasını döndü. Enstitünün etrafını saran fi
gürler dönmüştü. A rtık ona, D iego’ya ve mahvolmuş arabaya
bakıyorlardı.
Ay ışığı altında tü yler ürpertici görünüyorlardı. Siyah ve
griler içindeki sert figürleri, bulanık yüzleri andırıyorlardı.
Kurtadamlar, yarı periler, karan lıkta yaşayan vampirler, ifritler:
Müritler bunlardan oluşuyordu işte.
“Emma!” diye seslendi M ü kem m el D iego yeniden. Stelini
çıkarmış, Cristina’nın kolun a iyileştirm e m ührü çiziyordu.
“Sterling kaçtı. Kılıcın elin d e...”
Sterling yanından insanüstü bir hızla geçtiği anda Emma
arkasını döndü. El ve ayak b ilek lerin i çözm üştü, fakat panto
lonunun uçlarında kan lekeleri vardı. “B elin d a!” diye bağırdı.
“Buradayım! Yardım et!” K oşarken k aran lık ta ışıldayan bir şey
kaldırdı.
Cortana.
Emma’nın içi öfkeyle doldu. B ir b aru t gib i patlayarak da
marlarına yayıldı bu öfke ve b ird en a ya k la rıy la çimleri ve top
rağı döverek Sterling’in peşinden k o şm aya başladı. Kayalıkların
üstünden atlıyor, belli belirsiz fig ü rlerin yan ın d an hızla geçiyor
du. Sterling çok hızlıydı am a E m m a d a b ir o kadar hızlıydı. Onu
enstitü basam aklarının orada y a k a la d ı. S terlin g, Belinda’nın ya
nına gelmiş sayılırdı.
Emma, Sterling’e toslayıp cek etin i tu ttu ve onu kendine
doğru çevirdi. Sterling’in yü zü k an lek eleri içinde, kirli ve kor
kudan bembeyazdı. Em m a, S te rlin g ’in C o rtan a’yı tutan el bile
ğini kavradı. K ılıcını. B abasının k ılıc ın ı. Y ağm ura karışan tozlar
misali geçmişte yol olm uş ailesin e o n u b ağlayan tek şeydi bu.
Derken bir çatırtı işitti. S te rlin g ciy ak lay a rak dizleri üstüne
çökünce Cortana yere düştü. E m m a, C o rtan a ’yı alm ak için yere
eğildi. D oğrulduğu anda etrafı M ü ritlere a it ufak bir grupla sa
rılmıştı ve başlarını B elinda çek iyo rd u .
“Ona ne anlattın Sterling?” d iy e sordu B elinda. Kırmızı du
daklarının arasından ufak, beyaz d işleri görünüyordu.
544
J
545
Sterling elini Mükemmel Diego’nun ayak bileğine doladı.
Belli ki bu şartlar altında, sığınabileceği tek kişinin Mükemmel
Diego olduğuna kanaat getirmişti. “Beni almalarına izin ver
me,” diye yalvardı. “Yoksa beni öldürürler. Her şeyi berbat et- 1
tim. öldürecekler beni.”
“Onu almanıza izin veremeyiz,” dedi Mükemmel Diego. :
Emma, Diego’nun sesinden aldığı pişm anlık hissinde yanıldı- j
ğına emin sayılırdı. “Bize verilen emir, hayatlarımıza bir tehlike
oluşturmadığı sürece fanileri korum aktır.”
“Bilemiyorum,” dedi Emma, kan kaybından ölen yeşil saçlı
kızı düşününce. “Bu fani bana öldürülebilir gibi geliyor.”
Belinda kırmızı dudaklarıyla onlara gülümsedi. “O bir fani
değil. Hiçbirimiz fani değiliz.”
“Bize verilen emir her hâlükârda insanları korumak,” dedi
Mükemmel Diego. Emma, C ristin ayla bakıştı. Cristinanın
Mükemmel Diego’yla aynı kanıda olduğunu anlamıştı.
Merhamet, Melek’in Gölge Avcıları’ndan beklediği bir özellik
ti. Merhamet yasa demekti. Bazen Emma merhamet gösterme
yetisinin Karanlık Savaş’ta yok olduğunu düşünerek endişele
niyordu.
“Bilgi almak için ona ihtiyacım ız var,” dedi Cristina alçak
sesle. Ancak Belinda bunu işitm işti ve dudakları gerildi.
“Bizim ona daha çok ihtiyacım ız var,” dedi. “Şimdi, onu
bize verin de gidelim. Sadece üç kişisiniz oysa bizler üç yüz ki
şiyiz. İyi düşünün.”
Emma, Cortana yı savurdu.
Cortana, Emma’nın elinden öyle b üyük bir hızla savrulmuş-
tu ki Belinda’nın tepki verecek fırsatı olm adı. Cortana etraf
larını saran Müriderin çevresinde bir pusulanın ibreleri gibi
546
r
547
1
548
fakat takımının bacak kısm ı kan içindeydi. Diego yanında du
rurken dev gölgesi enstitüye düşüyordu.
“Elin yok,” dedi Emma nefes nefese ve Belinda’yla arasında
ki boşlukta Cortana’y ı kaldırdı. “T ıpkı Ava’nınki gibi...”
Enstitünün kapıları büyük bir gürültüyle açıldı. Işıklar öyle
parlaktı ki göz kam aştırıyordu. Emma elinde kanlı kılıcıyla ol
duğu yerde donakaldı. Başını kaldırıp bakınca Julianın kapı
eşiğinde olduğunu gördü.
Julian melek bıçağın ı başının üstünde kaldırm ıştı ve bıçak
ışıkla birlikte bir yıld ız m isali parıldıyordu. Gökyüzünü, ayı
aydınlatıyordu. M ü ritler sahiden de bunu görünce gerilemişti.
Sanki düşen bir uçağın ışığını görm üşlerdi.
0 donmuş an içinde Em m a, Jules’ün gözlerinin içine baktı
ve onun da kendisine b aktığın ı gördü. Göğsünün büyük bir gu
rurla kabardığını hissetti. T anıdığı Julian’dı karşısındaki. Hassas
ruhlu hassas bir erkekti, yin e de her ruh kendi zıttını da içinde
taşıyordu ve hassasiyetin zıttı acım asızlıktı. M erham etin yıkılışı.
Emma bunu J u lia n ın yüzünde görebiliyordu. Emma’yı kur
tarmak uğruna orada b u lu n an herkesi öldürebilirdi Julian. Her
şey bitene dek d u rup düşünm ezdi bile, ta ki ellerindeki kanı
kırmızı boyayı çıkarır gib i lavaboda temizleyene dek. Ancak o
zaman pişm anlık d uyardı.
“Durun,” dedi Ju lian . B ağırıp çağırm am asına karşın, iler
lemeyi sürdüren M ü ritler oldukları yerde donakaldılar. Sanki
Emma gibi onlar d a J u lia n ın yüzündeki ifadeyi okuyabiliyor
du. Korkuyorlardı sanki.
Emma, Sterling’i gö m leğin in arkasından yakalayıp çekti
ve ayağa kaldırdı. “B uraya gel,” dedi ve kalabalığın arasından
onu çekmeye, enstitüye doğru sürüklem eye başladı. S terlin gi
içeri sokmayı başarmaktı tek niyeti. A ncak Belinda birdenbire
enstitü basamaklarına yaklaşm ak için diğer M üritleri ittirerek
ileri doğru atıldı. G öm leğindeki y ırtık ta hâlâ kan lekesi yok
tu. Eldivenini eline geri takm ıştı. S iyah saçları özenle yapılıp
zafer topuzundan çıkıyordu ve B elin da öfkeden kuduracakmış
gibi görünüyordu.
Belinda ileri doğru sıçrayarak E m m a’yla merdivenlerin ara
sına geçti. Cristina ve D iego hem en arkalarındaydı. Cristina
yüzünü buruşturm uştu, solgun gö rü n ü yo rd u .
“Julian B lackthorn!” d iye b ağırd ı B elin d a. “Bu adamı al
mamıza izin verm eni istiy o ru m .” S te rlin g ’i işaret etti. “Onu
buradan götürm em ize izin ver! Ve işlerim ize karışmayı bıra
kın! G ardiyanın M ü ritlerin in ne sizin le ne yasalarınızla işi
var!I ”
Julian bir basamak aşağı in d i. M e le k b ıçağın ın ışıltısı gözleri
ni tüyler ürpertici bir deniz a ltı yeşilin e bürüyordu. “Ne cüretle
buraya gelirsiniz,” dedi Ju lia n hissizce. “N efılim lerin alanını ne
cürede istila eder, ne cüretle bizden talep lerde bulunursunuz.
Sizin ahmak tarikatınız bizi ilg ilen d irm iyo rd u , ta ki insanları
öldürmeye başlayana kadar. S îzleri d u rd u rm a k artık bizim işi
miz. Ve bunu yapacağız da.”
Belinda kesik bir k ah k ah a a ttı. “B u rad a üç yüz kişiyiz. Sizse
yok denecek kadar azsınız. Ü stelik ço cu ksu n u z da.”
“Hepimiz çocuk değiliz,” d ed i b ir b aşka ses. Ve Malcolm
Fade merdivenlere, Ju lian m y a n ın a çık tı.
M üritlerin ağzı açık k alm ıştı. B elli k i, çoğu onun kim oldu
ğundan bihaberdi. A ncak m or b ir ateşle kıvılcım lar saçan bir
haleyle çevrili olm ası epey b ir k ıs m ın ı endişelendirmişti kuş
kusuz.
550<sss
“Ben Malcolm Fade,” dedi M alcolm . “Los Angeles’m kı
demli büyücüsü. B üyücülerin kim olduğunu biliyorsunuzdur
herhalde, öyle değil m i?”
Emma kahkahasına hâkim olam adı. M ükem m el Diego göz
lerini dikmiş M alcolm ’a bakıyordu. Sterling dehşetten bembe
yaz kesmişti.
“Bizlerden bir kişi,” dedi M alcolm , “beş yüzünüze eşittir.
Tam altı saniyede sizi yakıp kavurabilir ve küllerinizi kız ar
kadaşıma vereceğim oyu ncak ayıyı doldurm ak için kullanabili
rim. Şu anda bir kız arkadaşım da yo k gerçi am a,” diye ekledi,
“umut insanın ekm eğidir tab ii.”
“Bir büyücüsün ve N efılim lere m i hizm et ediyorsun?” diye
sordu Belinda. “A şağı D ü n y a lıla r a yap tık ları onca şeyden
sonra?”
“Bin senelik siyasete d air yetersiz b ilgilerin i benim üstümde
kullanmaya çalışm a, evlat. Boşa uğraşırsın.” M alcolm saatine
baktı. “Sizlere bir d ak ik a veriyo rum ,” dedi. “Bir dakika sonra
burada kalan her k im o lu rsa alev alacak.”
Hiç kimse yerin d en k ım ıld am ad ı.
Malcolm iç geçirerek m erdivenlerin altında birikm iş California
adaçayı çalılarına işaret etti. A daçayı kokulu, boğucu bir duman
yükseldi. Malcolm’un p arm akların da alevler oynuyordu.
Müritler arkaların ı d ö n üp yo la doğru koşm aya başladı.
Yanından son sürat geçerlerken E m m a öylece dikildi. Sanki bir
çığın ortasında kalm ıştı. B ir san iye için de B elinda dışında hepsi
oradan ayrılm ıştı.
Belinda nın yü zü n d e k o rk u n ç öfkeli bir ifade vardı, hatta
daha beteri, feci bir çaresizlik. H epsini olduğu yere m ıhlayan
bir bakıştı bu.
551
Kara gözlerini Julian’a doğru kaldırdı. “Sen,” dedi, “evcj)
büyücünle şu anda bizi mağlup ettiğini düşünüyor olabilirsjn
ama sana dair bildiğimiz şeyler olduğunu unutuyorsun. Ah,
Konseye anlatabileceğimiz öyle çok şey var ki. Amcana dair
gerçekler. Bu enstitüyü kimin yönettiğine dair gerçekler. Bu
gerçekler...”
Julian’ın beti benzi atmıştı fakat konuşmasına veya hareket
etmesine kalmadan, acı içinde bir çığlık sesi yükseldi. Sterling
bağırıyordu. Göğsünü tutmuş, herkes, hatta Belinda bakar
ken, çimlere yığıldı. Ağzından boşalan kanlar yerlere döküldü.
Gözleri korkudan pörtlemişti, dizleri büküldü. Yerleri tırmala
dı, parmağındaki pembe bokböceği yüzüğü parıldadı ve olduğu
yerde kaldı.
“Öldü,” dedi Cristina şüphe içinde. Belinda ya döndü. “Ne
yaptın ona?”
Belinda bir an boş gözlerle baktı. Sanki o da diğerleri ka
dar şok içindeydi. Ajrdından, “Nasıl da,” dedi, “bilmek isterdin
değil mi?” Süzülerek cesedin yanına gitti. İncelemek ister gibi
eğildi.
Bir an sonra sol elinin parm aklarında bir bıçak parıldadı.
Mide bulandırıcı iki kesme sesinin ardından Sterling’in elleri
bileklerinden ayrıldı. Belinda elleri kaldırıp sırıttı.
“Teşekkürler,” dedi. “Gardiyan öldüğünü duyunca çok se
vinecek.”
Emmanın aklında bir an havuzdaki Ava canlanıverdi. Elinin
kesildiği yerdeki korkunç derisi. G ardiyan ölmesini istediği ki
şilerin öldüğüne dair bu tüyler ürpertici kanıtı mı istiyordu her
zaman? Peki ya Belinda? Bir tür takdir alm ak için mi yapmıştı
bunu?
î».
T
Emma enstitü basamaklarını çıkmak için bir adım öne attı, fakat
Malcolm onu durdurmak için bir elini havaya kaldırdı.
“Emma, olduğun yerde kal,” dedi. “Cristina, cesedin yanın
dan çekil.”
Cristina eli boynunda, madalyonuna dokunarak kendisin
den isteneni yaptı. Sterlingin cesedi ayaklarının ucunda kendine
doğru kapanmış hâlde uzanıyordu. Kesilmiş bileklerinden kan
akmıyordu artık ama etrafındaki zemin kandan sırılsıklamdı.
Cristina hevesle geri çekilirken Mükemmel Diego’ya çarptı.
Diego onu tutmak için ellerini kaldırdı. Cristina’nın buna izin
verdiğini gören Emma şaşırdı. Cristina yüzünü buruşturuyor
du, acı çektiği belliydi. Ayakkabısına kan dökülmüştü.
Malcolm elini indirip parmaklarını avucuna doğru çekti.
Sterling’in cesedi alev almaya başladı. Büyücü ateşiydi bu, şid
detle, hızla yanıyor, yakıp yok ediyordu. Ceset bir an şiddetle
parlamış gibi geldi, derken küle dönüştü. Ateş sönünce geriye
sadece cesedin bulunduğu yeri belli eden kan lekesi içinde, yan
mış toprak parçası kalmıştı.
Emma, Cortana yı hâlâ elinde tuttuğunu fark etti. Yere eği
lip kılıcı mekanik bir hareketle kuru çimlere sürttü ve kınına
soktu. Ayağa kalkarken gözleri Julian’ı aradı. Julian ön kapının
yanındaki sütunlardan birine yaslanmıştı. Karanlıkta kalmış
melek bıçağı elinden sarkıyordu. Emmayla sadece bir an göz
göze geldi. Bakışları kasvetliydi.
553<s
Enstitünün giriş kapısı açıldığı zaman başını çevirdi,
çıkan Marktı. “Bitti mi?” diye sordu.
“Bitti,” dedi Julian bitkince. “En azından şimdilik.” U f
Mark bakışlarını diğerlerinin üstünde gezdirdi.
Emma’ya, ardından Cristina’ya baktı. Ve Diego’da kalakaldı. ^
bakışların şiddetinden Diego da şaşırmışa benziyordu.
“Bu da kim?” diye sordu Mark.
“Diego,” dedi Emma. “Diego Rocio Rosales.”
“Mükemmel Diego mu?” dedi M ark, kuşku içinde.
Diego şimdi daha da şaşırmışa benziyordu. Bir şey söyle-
meşine kalmadan Cristina birden bacağını tutarak yere yığıldı,
“Sanırım bir,” dedi biraz soluk soluğa, “bir iratzeyz daha ihti
yacım...”
Diego, Crisdnayı kucağına alıp merdivenlerden yukarı çık
tı. Cristina’nın yürüyebileceğine dair itirazlarını duymazdan
gelmişti. “Onu içeri götürm eliyim ,” dedi, Julian’ı, ardından
Mark’ı iteleyerek. “Reviriniz var m ı?”
“Tabii ki,” dedi Julian. “İkinci katta.”
“Cristina!” diye seslendi Emma ve onların arkasından mer
divenleri koşarak çıktı. Fakat Diego’yla Cristina çoktan gözden
kaybolmuştu.
“Merak etme,” dedi M alcolm . “Peşlerinden gitmesen iyi
olur, aksi hâlde çocukları korkutursun.”
“Çocuklar nasıl?” diye sordu Emma endişeyle. “Ty, Dru...”
“Gayet iyiler,” dedi Mark. “O nlarla ben ilgilendim.”
“Ya Arthur?”
“Olanların farkına bile varmamış gibiydi,” dedi Mark, şaş
kın bir bakışla. “Tuhaftı.”
Emma, Juliana döndü. “Sahiden tuhaf,” dedi. “Julian»
Belinda ne elemek istedi? Enstitüyü gerçekte kimin idare ettiği
ni bildiğini söylerken ne kastetti?”
Julian başını salladı. “B ilm iyorum .”
Malcolm çileden çıkm ış gibi derin bir nefes aldı. “Jules,”
dedi. “Söyle ona.”
Julian, M alcolm 5a baktı. B itkin görünüyordu. Hatta daha
da beter. Emma bir yerde insanların su yüzeyinde kalma çaba
sından çok yoruld ukların da boğulduğunu okumuştu. Bu du
rumda insanlar pes eder, denizin onları almasına izin verirdi.
Julian ın o anki yo rgu n lu ğu da buna benziyordu. “Malcolm,
yapma,” diye fısıldadı.
“Söylediğin onca y ala n ı hatırlayabiliyo r musun acaba?” diye
sordu Malcolm ve b akışların d a o her zam anki tuhaf kaygısız
lığından eser yoktu. G özleri am etist kadar sert görünüyordu.
“Ağabeyinin dönüşünden bahsetm edin bana...”
“Ah, M ark!” d iye b ağırd ı Em m a. Birdenbire Malcolm5un
Mark’ın enstitüde o ld u ğu n u önceden bilm ediğini hatırlamıştı.
Elini ağzına götürdü. M a rk b ir kaşını havaya dikti. Gereğinden
fazla sakin görünüyordu.
“Bunu sakladın,” d iye sürdürdü konuşmasını Malcolm,
“bunu öğrenm em in bu cinayetlere perilerin karıştığını fark ede
ceğim anlam ına g e ld iğ in i b iliyo rd u n . Size yardım ederek Soğuk
Barış kurallarını çiğn eyeb ileceğim i anlayacağım ı.”
“Bilmediğin sürece k u ralları çiğnem iş olamazdın,” dedi
Julian. “Seni de k o ru m aya çalışıyordum .”
“Olabilir,” dedi M alco lm . “A m a bıktım artık. Gerçeği söyle
onlara. Yoksa y a rd ım ım ın sonu olur.55
Julian başını sallad ı. “E m m a’y la M ark’a söyleyeceğim,” dedi.
“Diğerlerinin bilm esi a d il d eğil.”
“Amcan şu sözü söyleyenin kim olduğunu sana söyleye,
bilir muhtemelen,” dedi Malcolm. “Hiçbir şeyi gizlemeyin,
zira zaman her şeyi görür, duyar ve sonunda hepsini açığa
çıkarır.”
“Bunu söyleyenin kim olduğunu ben de biliyorum.”Julian’m
gözleri hafif bir ateşle parlıyordu. “Sofokles.”
“Aferin evlat,” dedi Malcolm. Sesinde sevecenliğin yanı sıra
yorgunluk da vardı.
Malcolm arkasını dönüp merdivenlerden aşağı indi. En alt
basamağa geldiğinde durdu, Emma’nın arkasına doğru şöyle
bir baktı. Gözleri öyle karanlıktı ki okunmuyordu. Uzaklarda,
Emma’nın göremediği bir şeyler görür gibiydi. Ya geleceğe ait
hayal edilemeyecek kadar ya da geçmişe dair hatırlanamayacak
kadar uzak bir şey.
“Bize yardım edecek misin peki?” diye seslendi Julian arka
sından. “Malcolm, bizi...” Sustu. M alcolm akşam karanlığında
gözden kaybolmuştu. “Bizi terk etmeyeceksin değil mi?” dedi,
kimsenin dinlemediğini biliyormuş gibi.
Julian hâlâ sütuna yaslanıyordu. Sanki ayakta durmasını sağ
layan tek şey oydu. Emma, Anlaşmalar Holü ndeki sütunları,
12 yaşındaki Julian’ı, birbirlerine dolanmış, onun ellerine akıt
tığı gözyaşlarını düşünmeden edemiyordu.
O zamandan beri birkaç kez daha ağlamıştı fakat çok sık
değildi. İnsanın babasını öldürmesiyle eşdeğer pek bir şey ola
mazdı herhâlde.
Julianın elindeki melek bıçağı sönmüştü. Emma yanına yak
laştığı anda Julian bıçağı bir kenara attı. Emma elini Julianın
boş kalan eline doladı. Bu harekette zerre kadar arzu yoktu, sa
hilde geçirdikleri geceyi hatırlatacak herhangi bir şey de. Sadece
on seneden fazla süredir paylaştıkları arkadaşlığın o bozulmaz
sağlamlığı vardı.
Julian işte o zam an E m m aya baktı. Emma gözlerinde şükra
nı gördü. Bir an dünyada ikisi dışında var olan, nefes alan hiç
bir şey yoktu. Julian parm ak ucunu Emma’ nın çıplak bileğinde
gezdirdi: T-E-Ş-E-K-K-Ü-R E-D-E-R-İ-M.
“Malcolm bize söylem en gereken bir şey olduğunu söyledi,”
dedi Mark. “Sen de kabul etm iş gibiydin. Neymiş o? Çocukları
daha fazla bekletirsek isyan edecekler.”
Julian doğrularak başını salladı ve sütundan uzaklaştı.
Yeniden sakin ağabey, iyi asker, planları olan erkek oluvermişti.
“Yanlarına gidip olanları anlatacağım onlara. Siz ikiniz,
beni yemek salon un da bekleyin,” dedi. “Malcolm haklıydı.
Konuşmamız gerekiyor.”
Los A n g e le s , 2 0 0 8
558
Arthur portalla geleb ilirdi fak at bir fa n i gibi yolculuk yapmayı
tercih etmişti. M erdivenlerden çıkarken üstü başı buruşmuştu,
i yol yorgunu görünüyordu. D iana hem en arkasındaydı. Julian
Diana’nm ağzım sımsıkı kapattığını görebiliyordu. Acaba Arthur
onu sinirlendirecek bir şey m i yapm ıştı? Umarım öyle bir şey yoktu,
zira Diana, Los Angeles E nstitüsüne geleli yalnızca bir ay olmuştu
veJulian onu şim did en çok seviyordu. Arthur la ikisinin anlaşması
j herkesin iyiliğine olacaktı.
| Arthur enstitü girişin e ulaştı. Güneşten kamaşan gözleri içe
rideki loş ışığa alışırken kırpıştırdı. Öteki Blackthorn lar da ora
daydı, en şık k ıyafetlerini giym işlerdi. Dru kadife elbise giymiş,
Tiberius boynuna kıravat takmıştı. Livvy, Tavvyyi kucağında taşı
yor, yüzü um utla parlıyordu . Emma bitkince m erdivenlerin dibin
de dikilmişti. K on um u n u n , a ilen in bir parçası olmakla birlikte
onlardan biri olm a d ığın ın açıkça farkındaydı.
Emma örgü lerin i tu ttu rm u ş, sarı bukleleri başının her iki ya
nında sarmal ip ler şek lin de sallanıyordu. Julian bunu hâlâ hatır
lıyordu.
Diana herkesi b irb iriyle tanıştırdı. Julian, amcasıyla el sıkıştı.
Amcası yakından babasına p ek benzem iyordu. Belki de bu iyi bir
şeydi. Julianın babasına d a ir en son anısı pek hoş değildi.
Julian göz lerin i a m casın a dikmişken, Arthur yeğeninin elini
sıkıca tuttu. A rthur B lack thornlara özgü kahverengi saçlara sa
hipti, gerçi o zam an n ered eyse tam am en bem beyaz olmuştu. Bir
de gözlüklerinin ardın da, m a vi-yeşil gözlere. Yüz hatları geniş ve
kabaydı, Karanlık Savaş esnasında aldığı yaradan dolayı hâlâ ha
fiften topallıyordu.
Arthur dönüp çocu k ların g e r i kalanını selamlarken Julian bir
şaşkınlıkla sarsıldığın ı hissetti. D ru n u n um utla bakan yüzünü as-
559
ttğtm, Tyin kaçamak, utangaç bakışlarını gördü: Onları sev. Sev
onları. Melek aşkına, sev onları.
Birinin onu sevip sevmem esinin hiçbir önem i yoktu. 12 ya
şındaydı. Yeterince büyüktü. İşaretleri vardı, bir Gölge Avcısı ydı.
Emma yanındaydı. Oysa diğerlerinin hâlâ iyi geceler öpücüğü ve
recek, kâbuslarını uzaklaştıracak, yaralı dizlerini saracak ve ken
dilerini teselli edecek birine ihtiyaçları vardı. Onlara büyümeyi
öğretecek birine.
Arthur, Drusilla’n ın karşısına g eçti ve beceriksizce elini sıktı.
Arthur, Livvynin yanına geçtiğin d e D runun yüzündeki gülümse
me soldu. T avvyyigörm eden gelen Arthur daha sonra elini uzatıp
Tiberusd doğru eğildi.
Ty elini uzatmadı.
“Bana bak, Tiberius,” dedi Arthur, sesi bir parça boğuk.
Boğazını temizledi. “Tiberius!” A rthur doğrulup Julian a döndü.
*Neden bana bakmıyor?”
“Göz teması kurmak her zaman hoşuna gitm iyor, ” dedi Julian.
“Nedenpeki?” diye sordu Arthur. “Nesi var ki?”
Julian, Livvynin boştaki eliyle Tyın elin i tuttuğunu gördü.
Amcasını yumruklayıp kardeşinin ya n ın a gitm esin e engel olan tek
şey buydu. “Hiç. Sadece öyle birisi. ”
“Tuhaf,” dedi Arthur ve Tydan öteye döndü. Onu aklından
çıkarmıştı bile. Diandya baktı. “Ofisim n erede?”
Diana nın dudakları daha da inceldi. Ju lia n boğulacakmış gibi
hissediyordu. “Diana her zaman burada yaşayıp çalışmıyor,”dedi.
“O bir eğitmen, Konsey için çalışıyor. O fisinizi bulmanıza ben
yardım edebilirim. ”
“Güzel. ” Arthur amca bavulunu aldı. “Yapacak çok işim
Julian merdivenlerden yukarı çıkarken kafasının içinde bir
i yığın küçük patlama olduğunu hissediyordu. Bunlar Arthur
j amcanın o esnada üzerinde çalıştığı önemli bir İlyada monog
rafisine dair verdiği dersi duyulmaz hâle getiriyordu. Anlaşılan,
Karanlık Savaş çalışmasını duraklatmış, bunun bir kısmı Londra
Enstitüsüne yapılan saldırıda yok olmuştu.
“Savaş, çok yersizdi, ” dedi Arthur, eskiden Julianın babasına
ait olan ofise girerken. Duvarlar h a fif ahşaptandı, bir düzine pen
cere deniz ve gökyüzü manzarasına bakıyordu.
Özellikle savaşta ölen insanlar için, diye düşündü Julian fa
kat amcası başını sallıyordu. Parmak eklemleri bavulunun kulpu
etrafında beyazlaşmıştı. “Ah, hayır, hayır, ” dedi Arthur. “Burası
kesinlikle olmaz. ” Pencerelere arkasını döndüğünde Julian onun
bembeyaz kestiğini ve terlediğini fark etti. “Çok cam var, ” dedi.
i Sesi öyle alçalmıştı ki m ırıltı gib i çıkıyordu. “Işık... Çok aydınlık.
Aşın. ” Öksürdü. “Bir tavan arası var mı burada?”
Julian enstitünün tavan arası odasına çıkmayalı yıllar olmuştu.
Yine de yerini hatırlıyordu. Dördüncü kattan çıkılan dar merdi
venlerin yukarısındaydt. Burayı tozdan öksüren amcasıyla birlikte
tırmandı. Odada küften kararmış ahşap döşemeler, bir yığın eski
sandık ve kırık ayağı bir köşeye yaslanmış, dev bir masa vardı.
Arthur amca bavulunu yere bıraktı. “Mükemmel,”dedi.
Julian onu bir sonraki akşama kadar görmedi. Muhtemelen
açlıktan aşağı inmek zorunda kalmıştı. Arthur yemek masasında
sessizlik içinde oturmuş, yem eğin i sinsice yemişti. Emma o akşam
onunla konuşmaya çalıştı. Bir sonraki akşam da. Sonunda pes etti.
“Ondan hoşlanmıyorum, ” dedi Drusilla bir gün, Arthur amca
koridora çekilirken kaşlarını çatarak. “Konsey bize başka bir amca
gönderemez m i?”
> 561
J
J
T
J
?
| Julian kollarım ona doladı. “Korkarım hayır. Aileden kalan '
tek kişi o. ”Arthur giderek daha da için e kapandı. Bazen şiir di- !
j zeleri gib i veya Latince birkaç k elim e konuşuyordu. Bir keresinde j
j Juliana tuzu uzatması için eski Yunanca soru sordu. Bir akşam i
| Diana akşam yem eğin e kaldı. A rthur o g e c e için odasına çekildik-
I ten sonra Ju lia n ı bir kenara çekti.
“Belki de aile üyeleriyle birlikte yem ek yem em esi daha iyi olur,”
dedi usulca. “Ona akşam y e m e ğ in i b ir tepside götürebilirsin. ”
Julian olum lu bir şekilde başını salladı. Kafasının içindeki
durmayan patlam alara benzeyen öfke ve korkunun yerini hayal
kırıklığının sızısı aldı. A rthur am ca, J u lia n v e kardeşlerini sevme
yecekti. Onları yataklarına yatırm ayacak , ya ra lı dizlerini öpmeye-
cekti. Juliana h içb ir şekilde y a rd ım etm eyecek ti.
Julian onları herhangi b ir yetişk in in iki katı kadar seveceği
ne karar verdi. Bir gece, A rthur a m ca n ın akşam yem eğini -soğuk
spagettiyle tost ve çay- tepside götü rü rk en on la r için her şeyi yapa
cağını düşünüyordu. Amcası en stitü ye taşınalı birkaç ay olmuştu.
İstedikleri her şeye sahip olm a la rım sağlayacaktı. Sahip olmadık
ları hiçbir şey olm am alarını sağlayacak, kaybettikleri her şeyi telafi
edebilmek için onları çok sevecekti.
Julian tavan arası odasının kapısını om zuyla iterek açtı. Bir
an, şaşkınlıktan gözlerin i kırpıştırırken, od a n ın boş olduğunu san
dı. Amcasının gittiğin i y a da aşağı katta oldu ğu n u , kimi zaman,
tu h a f saatlerde yap tığı g ib i u yu d u ğu n u düşündü.
Andrew?” Ses zem inden gelm işti. A rthur am ca eğilmiş, sırtını
dev masayayaslamıştı. K aranlık lar için d e oturuyorm uşa benziyor
du. Julianın bunun kan old u ğu n u a n lam ası biraz zaman aldı.
Loş ışık altında siyah görü n ü yord u , h e r t a r a f ya p ış yapış olmuş
tu. Kan yerlerde kuruyor, gevşek k âğıt p a rça la rın ı birbirine ya-
SSl
piştiriyordu. Arthur’un gömlek kolları sıyrılmış, gömleğinin üstü
başı kan içinde kalmıştı. Sağ elinde donuk bir bıçak tutuyordu.
“Andrew, ”dedi boğuk bir sesle, başını Juliana doğru eğerek. “Affet
beni. Buna m ecburdum. Çok... Çok düşünce vardı kafamda. Çok
fazla rüya. Sesleri bana kan vasıtasıyla geliyor. Kanı akıttığım za
man onları duym az oluyorum . ”
Julian bir şekilde konuşmayı başardı. “Kimin seslerini?”
“Gökteki, cennetteki m elek lerin,” dedi Arthur. “Ve denizin
altındaki iblisler. ” B ir parm ak ucunu bıçağın ucuna bastırdı ve
kanın burada toplanm asını izledi.
Fakat Julian onu duyam az hâldeydi. Elinde hâlâ tepsiyi tutu
yor, geçen onca seneye, K on seye ve yasaya bakıyordu âdeta.
Bir Gölge Avcısı kim senin duyam adığı sesleri işittiğini, kimse
nin göremediği şeyleri görd ü ğü n ü söylediği zaman, “Delilik!” der
lerdi. Başka kelim eler d e vardı, daha çirkin kelimeler, fakat asıl
var olmayan şey anlayış, sem pati ve toleranstı. Delilik beyninizin
Melek kanının m ük em m elliğini reddeden bir işaret, bir lekeydi.
Deli olarak görü len ler Basiliasa kapatılır ve dışarı çıkmalarına
bir daha asla izin verilm ezdi.
Enstitü idare etm elerin e ise kesinlikle müsaade edilmezdi.
Nihayetinde, Blackthorn çocuk larının karşılaşmak zorunda
kalacağı en çirkin ih tim a l y eterin ce sevilm em e meselesi değildi.
563
20
UZUN ZAM AN Ö N CE
564
“O bir savaş değildi,” dedi Julian. “Tabii, Malcolm gelene
kadar bazı anlar hoş değildi.”
“Malcolm’u Julian mı çağırdı?” dedi Emma, yemek salonu
na dönerek. “Sen orada olmana ve Malcolm un döndüğünden
bihaber olmasına rağmen, öyle mi?”
“Buna mecburdu,” dedi Mark. Emma, Mark’ın bu insani
( cevabı karşısında şaşırmıştı. Kotu ve kazağı içinde görünüşü de
i insana benziyordu, rahat bir tavırla masanın başına tünemişti,
j “Binayı çevreleyen 300 Mürit vardı ve Meclis’i yardıma çağıra-
| mazdık.”
“Saklanmanı isteyebilirdi,” dedi Emma. Ceketinde kan ve
kir lekeleri vardı. Emma ceketini yakındaki bir sandalyeye fır
lattı.
“İstedi zaten,” dedi Mark. “Ben kabul etmedim.”
“Ne? Neden böyle bir yaptın?”
Mark cevap vermeden, Emma’ya bakmakla yetindi. “Elin,”
dedi. “Kanıyor.”
Emma aşağıya baktı. M ark haklıydı. Eklemlerinde bir kesik
vardı. “Bir şey değil.”
Mark elini uzatıp Emma’nın elini tuttu ve büyük bir ciddi
yetle kana baktı. “Sana bir iratze çizebilirim,” dedi. “Tenimde
mühür istememem bir başkasına çizemeyeceğim anlamına
gelmez.”
Emma elini geri çekti. “Endişelenme,” dedi ve tekrar girişi
izlemeye döndü.
“Peki ya bir sonraki seferde?” diye soruyordu Ty. “Meclisi
aramak zorunda kalacağız. Bu işi tek başımıza halledenleyiz,
ayrıca Malcolm’un sürekli burada olmasını da bekleyemeyiz.”
“Meclis’in haberi olmamalı,” dedi Julian.
565
“Juies,” dedi Livvy. “Yani, hepimiz bunun nedenini anlıyo-
ruz, ama başka bir yolu yok muydu? Yani Meclis, Mark’ın dö
nüşünün nedenini anlamak zorunda. Ne de olsa ağabeyimiz...”
“Ben icabına bakarım,” dedi Julian.
“Peki, ya geri dönerlerse?” dedi Dru alçak sesle.
“Bana güvenmiyor musunuz?” diye sordu Julian şefkatle.
Dru olumlu bir şekilde başını salladı. “O hâlde endişe etmeyin.
Geri dönmeyecekler.”
Emma iç geçirdi. Bu sırada Julian kardeşlerini yukarıya gön
derdi. Orada dikilmiş, gidişlerini izliyordu. Ardından yemek
salonuna doğru döndü. Emma kapıdan geriye çekildi ve yüksek
arkalıklı sandalyelerden birine oturdu. Tam bu esnada Julian
içeri girdi.
Tepedeki cadı ışığı avize pırıl pırıl parlıyordu. Merhameti
olmayan bir sorgu ışığı beyazıyla. Julian içeri girince kapıyı ka
pattı ve kapıya yaslandı.
Mavi-yeşil gözleri solgun yüzüne tezatla parlıyordu. Alnına
düşen saçlarını itmek için elini kaldırdığında Emma parmak
larının tırnaklarını köküne kadar yediği yerlerinin kanadığını
gördü.
Köküne kadar. Emma bu terim i Julian, Ty ve Livvy i ant
renman salonunda çalışırken parm aklarını kanatana kadar ye
mesini izlediği zamanlarda, D ianadan öğrenmişti. “Tırnak et
lerini köküne kadar yemesi bir kılıcı nasıl tutması gerektiğini
öğrenmesine yardım etmeyecek,” dem işti Diana. Emma bunu
duyunca gidip terime bakmıştı.
Tırnak eti: Tırnakların altındaki yum uşak, hassas deri.
Aynı zamanda “diri ve ölü” terim indeki gibi “et” anlamına
da geliyordu.
Emma, Julian ın bunu ölüm ün sonrası olarak düşünmeden
edemiyordu. Sanki Julian bir şekilde pisliği dağlamak için ya
şamının kanlı m addesini dişliyordu. Bunu tedirgin ve kaygılı
olduğu zamanlarda yap tığın ı biliyordu: Ty mutsuz olduğunda,
Arthur amcanın K onseyle bir görüşmesi olduğunda, Helen
aradığında ve ona her şeyin yolunda gittiğini, Aline’le endişe
etmemesini ve evet, W rangel Adası’ndan neden geri dönemeye
ceklerini anladığını söylediğinde.
Şimdi de aynı şeyi yapıyordu.
“Julian,” dedi Em m a. “Eğer istemiyorsan bunu yapmak zo
runda değilsin. Bize hiçbir şey açıklam ak zorunda...”
“Aslına bakarsan, istiyorum ,” dedi Julian. “Kimse araya gir
meden bir süreliğine de olsa konuşm am lazım. Sonrasında, sor
mak istediğiniz bir şey olursa cevaplayacağım . Anlaştık mı?”
Markla Emma başlarını salladı.
“Karanlık Savaştan sonra, buraya, evimize dönmemize izin
vermelerinin tek nedeni A rthur am caydı,” dedi Julian. “Birlikte
kalmamızı kabul etm elerinin tek nedeni bizi gözetecek birinin
olmasıydı. A krabam ız olan bir veli, fazla genç ya da yaşlı de
ğil, altı çocuğa bakm a sözü verebilecek, eğitim lerini alm alarını,
antrenmanlarını yap m aların ı sağlayacak birisi. Helen dışında
hiç kimse bunu yap am azdı ve o da sürgüne gönderilm işti.”
“Ben de yo ktum ,” dedi M ark acı içinde.
“Senin hatan d eğ ild i...” Ju lian sustu, derin bir nefes aldı,
hafifçe başını salladı. “K onuşursanız,” dedi, “herhangi bir şey
söylerseniz bu nu b itireb ileceğim i sanm ıyorum .”
Mark çenesini eğdi. “Ö zür dilerim .”
“Seni götürm eselerdi bile M ark, çok genç bulacaklardı.
Ancak 18 yaşın d an b ü y ü k b irisi enstitüyü idare edebilirdi.”
es>567
Ju lian ellerin e b ak tı. İçten içe b ir savaş v e rir g ib iyd i. Ardında*
tek rar o n lara d ö n d ü . “ K o n s e y A r t h u r a m c a n ın b u veli olabî \
leceğine k arar v e rd i. B iz d e ö y le . A r t h u r a m c a b u ray a geldiğe
zam an, h a tta h a fta la r s o n ra s ın d a b ile b ö y le d ü şü n d ü m . Belki \
de aylar so n ra sın d a . H a tır la m ıy o r u m . H e rh a n g i b irim iz i tanı
m ak için h iç b ir a n la m d a ç a b a s a r f e tm e d iğ in i b iliy o ru m , ama
k e n d im e b u n u n ö n e m i o lm a d ığ ın ı s ö y le d im . B iz i sevecek bit
veliy e ih tiy a c ım ız o lm a d ığ ın ı s ö y le d im . S a d e c e h e p b irlik te ka
la b ilm e m iz i sa ğ la y a c a k b ir is in e İ h t iy a c ım ız v a r d ı.”
Ju lian gözlerin i E m m a n ın g ö z le rin e d ik m iş ti. B ir somaki
sözleri d o ğru dan E m m a’y a sö y le r g ib iy d i. \
“B irb irim izi y e te rin c e s e v d iğ im iz i d ü şü n ü y o rd u m . Bunun
bir önem i o lm a d ığ ın ı. S e v g i g ö s te r e b ile c e k b ir i d eğild i bd\û
am a e n stitü iç in iy i b ir v a s i o la b ilir d i. S o n r a , a şa ğ ıy a daha da 1
az in m eye b a şla d ı v e ç e ş itli e n s t it ü le r d e n , K o n s e y d e n gelen ara
m alara cevap v e rm e z o lu n c a , c id d i a n la m d a y a n lış gid en başka
şeyler d e o ld u ğ u n u f a r k e t t im . T a v a n a r a s ın a ç ık ıy o r, yemeğini
g ö tü rü yo r, m e k tu p la r a , t e le f o n la r a c e v a p v e r m e s i iç in yalvarı
y o rd u m . K o n se y in a r a y a g ir m e s in e e n g e l o lm a k iç in yapma
sı g e re k e n le ri y a p m a s ı iç in y a l v a r ı y o r d u m o n a . Ç ü n k ü b\m\ı
y a p tık la r ı t a k d ir d e b a ş ım ız a g e l e c e k le r i b i l i y o r d u m . B it vasinin
o lm a z sa , b ir e v im iz d e o lm a z d ı. Ve s o n r a ...”
Julian derin bir nefes aldı.
“Emmayı İdris’teki yeni akademiye yollayacaklardı Alkh
yapmak istedikleri şey de buydu zaten. Muhtemelen geni
nımızı da Londra’ya göndereceklerdi. Tavvy daha bebekti,
başka bir ailenin yanına yerleştirebilirlerdi. Druslllayı d;
Ty a gelince... Ty a ne yaparlardı, düşünsenize. Olması \
ğini düşündükleri şekilde davranm adığı anda onu Aka
5 6 8 - «
artıkları aldıkları programa alırlardı. Livvyden ayırırlardı. Bu,
ikisini de mahvederdi.”
Julian huzursuzluk içinde Jesse Blackthornun portresine
doğru yürüdü ve atasının yeşil gözlerinin içine baktı. “Ben de
Konseye cevap vermesi, enstitü başkanı olduğunu gösterecek
her şeyi yapması için A rthur’a yalvardım. Mektuplar birikiyor
du. Acil mesajlar da öyle. Silahlarım ız yoktu ve Arthur amca
talepte bulunm uyordu. M elek bıçaklarım ız tükeniyordu. Bir
gece ona sormak için yu karı çıktım .” Sesi titredi. “Mektupları
ben yazarsam im zalayabilir m i diye sormak için. Bu işe yaraya
bilirdi. Yukarı çıktığım da onu yerde elinde bir bıçakla buldum.
İçindeki şeytandan ku rtu lm ak için derisini kesiyordu.”
Julian gözlerini portreden ayırm ıyordu.
“Yaralarını sardım . Fakat sonrasında onunla konuştuğumda
her şeyi anladım . A rthur am canın gerçekliği bizimkine benze
miyordu. Beni bazen Ju lian bazen de babam olarak gördüğü bir
hayal dünyasında yaşıyordu. O rada olmayan insanlarla konu
şuyordu. Ah, kim olduğunu, nerede olduğunu bildiği zamanlar
da oluyordu tabii. A m a bunlar gelip geçiyordu. Haftalarca bizi
tanımadığı kötü dönem leri oluyordu. Sonrasında, iyileştiğini
zannedebileceğiniz b ilin çli zam anları. Ama asla iyileşmiyordu.”
“Onun deli o ld u ğu n u söylüyorsun,” dedi M ark. Bu durum
peri lügatinde d elilik ti. H atta, insanı deliliğe sürüklemek, zih
nini mahvetmek perilere özgü bir cezaydı. Gölge Avcıları ise
buna akıl hastalığı diyordu. Emma’m n içinden bir ses faniler
arasında başka kelim eler de olduğunu söylüyordu, izlediği film
lerden, okuduğu k itap lard an edindiği belli belirsiz bir histi bu.
Zihinleri çoğunluktan farklı çalışan insanları algılam anın daha
az zalim ve daha az kesin bir yo lu vardı. Düşünceleri kendileri-
569
ne acı ve korku veren kişileri. A ncak Konsey zalim ve kararlı^,
Yaşamlarını belirleyen düstur kelim elerde saklıydı zaten: Yaıa
katıdır ama yasadır.
“Akıl hastası, derdi buna K onsey sanırım ,” dedi Julian, du
dağını acıyla büzerek. “Z ih n in d e bir hastalık varken Gölge
Avcısı olamıyorsun belli ki am a vücudunda bir hastalık oldu-
ğunda hâlâ bir Gölge Avcısı olabilm en sahiden ilginç. Daha
12 yaşım dayken dahi K onsey’in A rth u r’un gerçek vaziyetini
öğrendiği takdirde en stitün ün idaresin i alacağını biliyordum.
Ailemizi parçalayacak, bizi dağıtacaklard ı. Ve b una asla izin ve
remezdim.”
Julian ateş saçan gözleriyle M a rk ’tan E m m aya döndü.
“Savaş sırasında aileden yeterin ce k işiyi kaybetmiştim zaten,”
dedi. “Hepimiz öyle. Ö yle çok şey k ayb etm iştik ki. Annem, ba
bam, Helen, M ark. Yetişkin o lan a d ek bizi ayıracaklardı ve o
zaman bir aile olm aktan çıkacak tık. O n lar ben im çocuklarımdı.
Livvy. Ty. Dru. Tavvy. O n ları b en b ü yü ttü m . Arthur amca ben
oldum. M ektupları ald ım , cevap lan yazd ım . Faturaları ödedim.
İhtiyaç taleplerinde b u lu n d u m . D evriye program larını ben ha
zırladım. Arthur’un hasta o ld u ğ u n u herkesten gizledim. İlginç
biri, bir dâhi olduğunu, tavan arası o d asın d a sürekli çalıştığını
söyledim. A slında gerçek...” Ju lia n başım çevirdi. “Küçükken
ondan nefret ederdim . O d asın d an çık m asın ı hiç istemezdim
ama bazen bunu yap m ak zo ru n d a k alırd ı. Kaçamayacağı yüz
yüze görüşmeler olurdu ve h iç k im se ö n em li zirvesini 12 yaşın
daki bir çocukla yap m ak istem ezdi. B en de M alcolm ’a gittim.
Arthur amcaya verebileceğim b ir ilaç ü retm eyi başardı. Bir sü
reliğine zihin açıklığı veriyo rdu ona. Sadece birkaç saat sürüyor
du ve sonrasında A rthur’u n başı ağ rıyo rd u .”
570
Emma, Arthur’un Sığınak’ta peri temsilcileriyle yaptığı top
lantıdan sonra başını nasıl tuttuğunu hatırladı. Yüzündeki acıyı
düşündü. Ne kadar istese de bir türlü aklından çıkaramıyordu
bu görüntüyü.
“Bazen başka yöntemlerle onu uzak tutmaya çalıştığım da
oldu,” dedi Julian. Sesinde kendinden tiksinen birinin havası
vardı. “Bu akşamki gibi, Malcolm ona uyku ilacı verdi. Bunun
yanlış olduğunun farkındayım. İnanın bana, bu yüzden ce
henneme dahi gidebilirim sanırım. Yaptığım şeyi yapmamam
gerektiğini biliyorum. Malcolm sessizliğini korudu, kimselere
bir şey söylemedi, fakat durumu tam olarak onaylamadığının
farkındayım. Doğruyu söylememi istiyordu. Ancak doğru aile
mizi mahvederdi.”
Mark öne doğru eğildi. Yüzündeki ifade okunmuyordu.
“Peki, ya Diana?”
“Ona tam olarak açıklama yapmadım hiç,” dedi Julian.
“Ama sanırım bir kısm ını tahmin etmiştir.”
“Neden ondan enstitüyü idare etmesi İstenmedi? 12 yaşında
bir çocuk yerine enstitüyü o idare edemez miydi?”
“Ona sordum. H ayır dedi. İmkânsız olduğunu söyledi.
Gerçekten üzüldü ve elinden geldiğince yardım edeceğini söy
ledi. Diana nın da kendine ait sırları var.” Julian, Jesse’nin port
resinden döndü. “Son bir şey daha. Arthur’dan nefret ettiğimi
söyledim. Ama bu çok uzun zaman önceydi. Artık ondan nefret
etmiyorum. D urum unu öğrendiği takdirde Konsey in ona ya
pacaklarından nefret ediyorum.”
Julian başını öne eğdi. Fazlasıyla parlak cadı ışığı saçlarının
uçlarına altın rengi, tenindeki yara izlerine gümüşi bir renk ve
riyordu.
“Eh, artık biliyorsunuz,” dedi Julian. Ellerini sandalye
nin arkalığına sardı. “Benden nefret ederseniz sizi anlarım,
Yapabilecek başka ne vardı aklım a gelmiyor. Yine de sizi an
larım.”
Emma sandalyesinden ayağa kalktı. “Sanırım biliyorduk,”
dedi. “Aslında bilmiyorduk... Ama biliyorduk da.” Julian a bak
tı. “Biliyorduk, öyle değil mi? Birinin her şeyi çekip çevirdiğini
ve bunun Arthur olmadığını biliyorduk. Enstitüyü onun idare
ettiğine inandırdıysak kendimizi, işimize geldiği içindir. Gerçek
olmasını istediğimiz şeydi bu.”
Julian gözlerini kapadı. Gözlerini tekrar açtığı zaman ağa
beyine odaklandı. “Mark?” dedi ve bu kelimede tek bir soru
gizliydi: Mark, benden nefret ediyor musun,?
Mark masadan kalktı. Cadı ışığı sarı saçlarını beyaza çeviri
yordu. “Seni yargılamaya hiç hakkım yok kardeşim. Bir zaman
lar büyük olan bendim ama artık sen benden daha büyüksün.
Peri diyarındayken, her gece hepinizi düşünürdüm. Seni ve
Helen’i, Livvy’yi Ty’ı, Dru’yu ve Tavvy’yi. Yıldızlara isimleri
nizi vermiştim, böylece gökyüzünde parladıklarını gördüğüm
zaman yanımda olduğunuzu hissediyordum. Yaralandığınız,
ölmek üzere olduğunuz ihtim alinden bihaber olma korkusuna
karşı yapabildiğim tek şey buydu. O ysa geri döndüğüm ailede
kimse ne yaralı ne ölmek üzere, aynı zamanda bağları kopma
mış. Burada, aranızda sevgi var. Böyle bir sevgi nefesimi kesiyor,
Bana bile verecek sevginiz varmış.”
Julian, Mark’a tereddütlü bir şaşkınlıkla bakıyordu. Emma
boğazının düğümlendiği hissetti. Julian’ın yanına gitmek, kol
larını boynuna dolamak istiyordu ancak onu tutan öyle çok şey
vardı kİ.
572
I “Diğerlerine şimdi anlatmamı istiyorsanız,” dedi Julian bo
ğuk bir sesle, “gider anlatırım .”
“Bunun kararını vermenin zamanı değil şimdi,” dedi Mark,
i gu tek cümlede, Julian a o anki bakışlarında, Mark döndüğün
den beri ilk kez Emma bir zamanlar Julian la birlikte oldukları
j bir dünyayı, kardeşlerini birlikte büyüttükleri, ne yapacakları-
! na dair anlaşmaya vardıkları bir dünyayı görebiliyordu. İlk kez,
| kaybettikleri uyum u görebiliyordu. “Etrafımızı ve enstitüyü sa-
I ran düşmanlar varken, hayatlarım ız ve kanımız tehlikedeyken
1 değil.”
! “Bu sırrı taşım ak ağır bir yük,” dedi Julian. Sesinde hem
uyarıcı bir ton hem de um ut vardı. Tüm bunların yanlışlığı kar-
! şısında Em m anın yüreği sızlıyordu: 12 yaşındaki bir çocuğun
| ailesini bir arada tu tm ak uğruna aldığı acı verici ve umutsuzca
kararlar. Kendi eseri olm ayan fakat ortaya çıktığı anda kendi hü
kümeti tarafından cezalandırılacak olan, Arthur Blackthornu
çevreleyen karanlık, yüreğini sızlatıyordu. İyi niyetle söylenmiş,
| binlerce yalanın ağırlığı... Ç ünkü iyi niyetle söylenen yalanlar
da yalandı. “Ve M ü ritler tehditlerini sürdürürse...”
“Ama nereden bilebilirler?” dedi Emma. “Arthur’a dair ger
çeği nereden biliyorlar?”
Julian başını salladı. “B ilm iyorum ,” dedi. “Ama sanırım bir
şekilde öğrenmek zorunda kalacağız.”
573
1
574
r
575
▼
577
nim ve annem üzerinde kullanarak D.F. enstitüsünün başın,
daki pozisyonunu elinden alarak başkanlığı ele geçirecektiniz
Plan buydu. Benimle evlenmekle en kolay işin sende olduğunu
söyledi çünkü istediğin zaman beni terk edebilecektin. Oysa
parabatai olmak o kişiye sonsuza dek bağlı olmak demek. Bunu
söylediğini hatırlıyorum.”
“Cristina...” Diego bembeyaz kesmişti. “O gece demek bu
yüzden ayrıldın. Annen hastalandığı ve enstitüde, şehirde sana
ihtiyacı olduğu için değildi.”
“Asıl hasta olan bendim,” dedi Cristina öfkeyle. “Kalbimi
kırdınız Diego, sen ve kardeşin. Hangisi daha kötü bilmiyo
rum, en yakın arkadaşını m ı yoksa âşık olduğun erkeği mi
kaybetmek... Fakat sana şunu söyleyebilirim , o gün ikiniz de
benim için öldünüz. İşte bu yüzden ne telefonlarına ne mesaj
larına cevap verdim. Ölü birinin telefonuna cevap vermezsin.”
“Peki ya Jaime?” Diego’nun gözlerinde bir alev parladı. “Ya
onun aramaları?”
“Jaime hiç aramadı,” dedi Cristina. Diego’nun yüzündeki şok
ifadesinden keyif almıştı âdeta. “Belki senden daha akıllıdır.”
“Jaime? Jaime mi?” Diego şim di ayağa kalkmıştı. Şakağında
bir damar zonkluyordu. “O günü hatırlıyorum Cristina. Jaime
sarhoştu ve saçmalıyordu. Benim bir şey dediğimi işittin mi
yoksa sadece onu mu duydun?”
Cristina hatırlamak için kendini zorladı. Hafızasında her
şey ahenksiz seslerden oluşuyordu. A ncak... “Sadece onun sesi
ni duydum,” dedi. “Senin tek kelim e ettiğini duymadım. Beni
korumak için de. Herhangi bir şey söylem ek için de.”
“Jaime o hâldeyken konuşm aya çalışm anın hiçbir anla
mı yoktu,” dedi Diego acı acı. “Ben de bıraktım konuşsun.
Yapmamalıydım. Planı beni hiç ilgilendirmiyordu. Seni sevi
y o r d u m . Seninle uzaklara gitmek istiyordum. Jaime benim kar
deşim ama bir şeyi eksik doğdu bana kalırsa, şefkate dair bir şey
eksikti yüreğinde.”
“Benim parabataım olacaktı,” dedi Cristina. “Sonsuza dek
ona bağlı kalacaktım. Ve sen bana hiçbir şey söylemeyecektin
Öyle mi? Buna engel olmak için hiçbir şey yapmayacaktın?”
“Yapacaktım,” diye karşı çıktı Diego. “Jaime, Idris’e gitme
yi planlamıştı. Onun yanımızdan ayrılmasını bekliyordum.
Bizimle değilken konuşmam gerekiyordu seninle.”
Cristina başını salladı. “Beklememeliydin.”
“Cristina.” Diego ellerini uzatıp ona yaklaştı. “Lütfen,
eğer hiçbir şeye inanmıyorsan, seni hep sevdiğime inan.
Çocukluğumuzdan beri sana bir kez olsun yalan söylediğimi
hatırlıyor musun? Seni ilk öptüğümde kahkaha atarak koştu
ğun zamandan mı bahsediyorsun? On yaşındaydım. Sahiden
bunun bir tür plan olduğunu mu düşünüyorsun?”
Cristina, Diego’ya ellerini uzatmadı. “Ama Jaime,” dedi.
“Onu da o kadar zamandır tanıyorum. Kendimi bildim bileli
arkadaşımdı. Ama aslında değildi, öyle değil mi? Hiçbir arkada
şın söylemeyeceği şeyleri söyledi ve beni kullandığını bilmene
rağmen tek kelime etm edin.”
“Sana anlatacaktım.”
“Niyetlerin hiçbir önemi yoktur,” dedi Cristina. Diego’ya
sonunda neden ondan nefret ettiğini, duyduklarını anlatmanın
içini rahatlatacağını düşünmüştü. Nihayet bağlan koparmanın.
Oysa bağlar kopmuş gibi gelmiyordu. Onları bağlayan bağı his
sedebiliyordu. Tıpkı enstitünün dışında arabanın kaza yapma
sıyla bayılıp da Diego’nun kollarında uyandığı zaman olduğu
579
gibi. Diego kulağına iyi olacağını, onun Cristinası’nın güçjjj
olduğunu fısıldayıp durmuştu. Ve Cristina bir an son birkaç ay
bir rüyaymış da evine dönmüş gibi hissetmişti.
“Burada kalmam gerek,” dedi Diego. “Bu cinayetler,
Müritler, bunlar çok önemli şeyler. Ben bir yüzbaşıyım, görevi
min başından ayrılamam. Ama enstitüde kalmama gerek yok.
Gitmemi istersen giderim.”
Cristina ağzını açtı. Ancak konuşmasına fırsat kalmadan
telefonu titreşti. Emma’dan bir mesaj gelmişti. MÜKEMMEL
DIEGO’YLA YİYÎŞMEYİ BIRAK DA BİLGİSAYAR
ODASINA GEL, SANA İHTİYACIM IZ VAR.
Cristina yüzünü ekşitti ve telefonu cebine koydu. “Gitsek
iyi olacak.”
21
BİR RÜZGÂR ESTİ
581
kalemle notlar alıyordu, ikinci kalemini de kulağının arkasına
sıkıştırmıştı. Siyah saçları kedi tüyleri gibi karışmıştı. Julian,
Ty’ın daha ufak olup da saçları fazla karıştığında düzeltmek için
elini uzattığı zamanları hatırlıyordu. Bu anıyla içinde bir şey cız
ediyordu.
“Pekâlâ,” dedi Ty o esnada, Diego ve yanında oturan
Crisdna’ya dönerek. Cristina’nın ayakları çıplaktı, pantolon
paçalarından biri kıvrılmış, baldırı bandajla sarılmıştı. Arada
bir Diego’ya yarı şüphe yarı rahatlam ayla şöyle bir bakıyordu.
Acaba ona yardım ettiği için m iydi? Yoksa sırf orada olduğu için
mi? Julian kestiremiyordu. “Yüzbaşı m ısın sen?”
“Scholomance ta eğitim aldım ,” dedi Diego. “Şimdiye dek
yüzbaşı olanlar arasındaki en genç aday bendim.”
Mark dışında herkes etkilenm işe benziyordu. Ty bile. “Bir
anlamda dedektif olmak gibi, değil m i?” dedi Ty. “Konsey için
mi araştırma yapıyorsun?”
“Yaptığımız şeylerden biri de bu,” dedi Diego. “Gölge
Avcıları’nın perilerle ilgili meselelere karışmasını önleyen yasa
bizi kapsamıyor.”
“Konsey bu istisnayı herhangi bir Gölge Avcısı için de ya
pabilir, tabii zorlayıcı durum larda,” dedi Julian. “Neden Diana
soruşturma yürütemeyeceğimizi söyledi acaba? Neden seni yol
ladılar?”
“Peri halkıyla olan bağlantınız yüzünden ailenizin bazı kur
banların peri olduğu bir dizi cinayeti nesnel bir şekilde araştır
mayacağına kanaat getirdiler.”
“Bu çok saçma,” dedi M ark, ateş saçan gözlerle.
“Öyle mi?” Diego etrafına bakındı. “Duyduğum ve gördü
ğüm kadarıyla, Konsey e hiçbir şey söylemeden gizli bir soruş-
T
583
Mark onu atfetmişti. Ancak yalan söyled iği tek kişi Mark de-
İ ğild i. İnsanın parabataısine yalan söylemesi yasak değildi fakat
j parabataıle rin çoğu bunu yapmazdı. Bir şeyleri saklamaya ili-
tiyaç duymaz, saklamak istemezlerdi. Emma’dan bu kadar çok
şey saklamış olması onu şaşırtmış olmalıydı. Emma’nın yüzüne
gizlice bakıyor, şok veya öfke işaretlerini okumaya çalışıyordu.
Bununla birlikte, hiçbir şey anlayamıyordu. Diego hikâyesine
başlarken yüzü insanı çıldırtacak kadar okunaksızdı.
' Diego Los Angeles’a vardığında enstitüye geldiğini, Arthur
amcanın onu kovaladığını anlattı. A rthur amca Blackthorn
ailesinden olmayanların Blackthorn’ların işine karışmasını is
temediğini söylemişti. Livvy soru sormak için elini kaldırdı.
“Neden böyle bir şey yapsın ki?” dedi. “Arthur amca yabancı
lardan hoşlanmaz ama yalancı da değildir.”
Emma başını Livvy’den öteye çevirdi. Julian içinin buruldu-
ğunu hissetti. Sırları, hâlâ bir yüktü omuzlarında.
“Eski nesil Gölge Avcıları’nın çoğu yüzbaşılara güvenmez,”
dedi Diego. “Scholomance 1872’de kapandı ve yüzbaşılar o za
mandan bu yana eğitim almıyor. Yetişkinlerin içinde yaşama
dıkları koşullar konusunda nasıl olduğunu bilirsin.”
Livvy, şüphesi biraz giderilm iş olacak ki, omuz silkti. Ty def
terine not alıyordu. “Ondan sonra nereye gittin Diego?”
“Johnny Rook’la buluşmuş,” dedi Cristina. “Ve Rook ona
tıpkı Emma ya yaptığı gibi G öm üt’ten bahsetmiş.”
“Hiç vakit kaybetmeden oraya gittim ,” dedi Diego. “Barın
arkasındaki sokaklarda günlerce bekledim .” Cristina ya döndü,
julian bir parça sinizmle Diego’ nun her şeyi bariz bir şekilde
Cristina uğruna yaptığı düşüncesini diğerlerinin paylaşıp pay
laşmadığını merak ediyordu. İyiliği için paniklememiş olsaydı
584
doğrudan Gömüt’e gitm esinin ve günlerini olacakları bekleye
rek geçirmesinin m üm kün olm adığını fark etmiş miydi herkes?
“Sonra bir kızın bağırdığını işittim .”
Emma oturduğu yerde dikleşti. “Biz hiçbir şey duymadık.”
“Sanırım siz oraya gelm eden önceydi” dedi Diego. “Sesi
takip ettim ve bir grup M ü ritin bir kıza saldırdığını gördüm,
Belinda da aralarındaydı. T abii o zaman kim olduğunu bilm i
yordum. Ona vuruyor, suratına tükürüyorlardı. Yere tebeşirle
koruyucu halkalar çizilm işti. O sembolü gördüm. Ateş işareti
nin altında su çizgileri vardı. B unu pazardayken de görmüştüm.
Çok, çok eski bir d iriliş işareti bu.”
“Diriliş,” diye tekrarladı Ty. “Nekromansi mi?”
Diego başıyla onayladı. “M üritlerle savaştım ama kız kaçtı.
Arabasına koştu.”
“Ava m ıydı?” d iye tah m in yü rü ttü Emma.
“Evet. Beni gördü ve kaçtı. O nu evine kadar takip ettim,
Geceyarısı T iya tro su n a, M üritlere ve piyangoya dair her şeyi
anlatması için onu ikn a etm eyi başardım . Pek bir şey anlatmadı
ama piyangoda seçild iğin i öğrendim . Stanley Wells’i öldüren
kişi olduğunu. B unu yap m asaydı işkence görüp öldürüleceğini
biliyordu.”
“Sana her şeyi an lattı m ı yan i?” dedi Livvy şaşkınlık içinde.
“Ama gizlilik yem in i ediyorlar ”
Diego omuz silkti. “Sırların ı neden bana anlattı bilmiyorum.”
“Ciddi m isin d o stu m ?” d ed i Em m a. “H iç mi aynan yok
senin?
“Emma!” diye tısladı C ristin a.
“Stanley’y i b irk aç gü n önce öldürm üştü. Zaten suçluluk
duygusundan m ah v o lm u ş h âld eyd i. Sokağa gelm işti çünkü
585
cesedini görm ek istem işti. T ebeşirle çizilen halkalara dair tr
haf bir şey söyledi. İşe y a ra m a d ık la rın ı, yan ıltm ak için oj.
duklarını. A n lattık ların ın çok azı m a n tık lıy d ı.” Diego kaşlj.
rım çattı. “Onu k o ru yacağım ı sö yled im ona. Verandasın^
yattım. Ertesi gün gitm em i isted i. G ardiyan ve dig{r
M üritlerle birlikte olm ak iste d iğ in i sö yled i. O raya ait oldu-
ğunu. Gitmem için ısrar etti, ben de g ittim . Pazara döndüm,
Johnny Rook’tan silah satın a ld ım . O akşam Ava nın evine
döndüğümde ölm üştü. B o ğazlan m ış ve havuzda boğulmuş
tu, eli kesilm işti.”
“Şu el mevzusu nedir bir türlü an layam ıyo ru m ,” dedi Emma.
“Ava nın bir eli yoktu ve ö ld ü rü lm üştü. B elinda nın bir eli yok
tu ama yaşamasına izin verm işler ve öldükten sonra Sterlingen
iki elini birden kestiler.”
“Belki de birinin öldüğüne d air G a rd iyan a kanıt veriyoriar-
dır,” dedi Livvy. “Avcının Pam uk Prenses’in kalbini bir kutuda
götürmesi gibi.”
“Ya da belki bir büyünün parçalarıdır,” dedi Diego kaşlarını
çatarak. “Ava ve Belinda’nın baskın olarak kullandıkları elleri
yoktu. Belki Belinda, Sterling’in sağ elin i m i yoksa sol elini mi
kullandığını bilemedi ve ikisini birden kesti.”
“Kurban ayini için katile ait bir parça m ı yoksa?” dedi Julian.
“Kütüphanenin nekromansi bö lüm ünde daha derin araştırma
yapmamız gerekecek.”
“Evet,” dedi Diego. “Keşke Ava Leigh’i ölü bulduğum za
man kütüphanenize girmiş olsaydım . Yardım ım a ihtiyacı olan
bir faniyi koruma görevimde başarısızlığa uğradım . Yemin ede
rim, bunu yapanın kim olduğunu bulacağım . Çatısında bekle
dim ve...”
“Tabii ya, olanları biliyoruz,” dedi Julian. “Soğuk havalarda
ne zaman böğrüm sancısa bunu hatırlayacağım.”
Diego başını eğdi. “Bu konuda gerçekten çok üzgünüm.”
“Sonra olanları öğrenm ek istiyorum,” dedi Ty. İncelikli,
okunmaz yazısıyla notlar alm aya devam ediyordu. Julian bunla
rın her zaman bir sayfada dans eden kedi patilerine benzediğini
düşünürdü. U zun, ince parm aklarında şimdiden kalem izleri
vardı. “Sterling’in bir sonraki seçilen kişi olduğunu öğrendin ve
onu takip ettin, öyle m i?”
“Evet,” dedi D iego. “Ve onu korum aya çalıştığınızı gördüm.
Nedenini anlam am ıştım . Ü zgünüm am a Arthur un bana söy
lediklerinden sonra, hepinizden şüphelendim. Sizi Konseye
şikâyet etmem gerektiğini biliyordum ama yapamadım.”
Cristina ya bakıp gözlerini çevirdi. “Bu akşam barın önünde
Sterling’i durd urabilirim u m ud u yla bekliyordum fakat itiraf
etmeliyim ki hikâyen in size ait kısm ını da öğrenmek istedim.
Artık biliyorum . Bu işe m ü dah il olm anız konusunda yanıldığı
ma sevindim.”
“Öyle olm alısın zaten,” diye hom urdandı M ark.
Diego arkasına yaslan dı. “Şim di, siz bildiklerinizi anlatmalı
sınız belki de. G ayet ad il b ir şey olur bu.”
Mark hikâyeyi özet geçm eye giriştiğinde Julian rahatladı.
Detaylar konusunda özenliydi. H atta kendi kaderine dair peri
lerle yapılan pazarlıkla enstitüde bulunm asının sonuçları konu
sunda dahi bu tavrını korudu.
“Blackthorn kam ,” dedi D iego düşünceli bir tavırla, M ark
hikâyesini b itird iğin d e. “Bu ilgin ç işte. Beş yıl önceki ölümler
göz önüne alınırsa, C arstairs’ların bu büyülerle daha ilgili oldu
ğunu düşünürdüm .”
587-
T
i
j
“Emma nın annesiyle babası demek istiyorsun,” dedi Julian.
Onları, gülen gözlerini ve Emma’ya olan sevgilerini hatırladı
Onun için asla ölümler d iye anılıp geçilecek bir şey olamazlardı
Julian göz ucuyla Tavvy’nin kıvrıldığı koltuktan kalktığım
gördü. Tavvy sessizce kapıya doğru gidip dışarı sıvıştı. Yorgun
düşmüş olmalıydı, muhtemelen Ju lian m onu yatırmasını bek
liyordu. Julian en küçük kardeşini düşününce içinde bir sızı
hissetti. Sürekli kan ve ölümden bahseden insanlarla dolu oda- i
larla kısılıp kalıyordu sık sık. 1
“Evet,” dedi Diego. “A klım daki sorulardan bir tanesi beş
sene öldürülmüş oldukları gerçeği ve sonrasında, geçen seneye
kadar hiçbir cinayetin işlenmemiş olması. Neden bu kadar za
man girdi araya?”
“Büyünün bunu gerektirebileceğini düşündük,” dedi Livvy
ve esnedi. Yorgun görünüyordu, gözlerinin altında koyu halka
lar vardı. Hepsi aynı durum daydı.
“O başka bir şey. Sterling arabadayken ne tür bir canlı öl
dürdüklerinin bir önemi olm adığını söyledi, insan ya da peri.
Hatta, Carstairs cinayetlerini düşünürsek Nefilim.”
Cristina, “Kurtadamlarla,” dedi, “büyücüleri öldürmeleri
nin yasak olduğunu söyledi.”
“Tahminimce, Anlaşmalar tarafından korunan canlılardan
uzak duruyorlar,” dedi Julian. “Böylesi dikkatleri çeker diye.
Bizim dikkatimizi.”
“Evet,” dedi Diego. “Ama aksi hâlde, seçtikleri kurbanın tü
rünün fark etmemesine gelirsek? İnsan veya peri, erkek veya
kadın, yaşlı ya da genç? Bu şekilde bakm ak isterseniz, her büyü
nün temaları vardır. Kurban büyüleri kurbanlar arasında müş
tereklikler gerektirir. Görüş yetisine sahip olan herkes, bakireler
588
veya belli kan grubuna sahip olanlar. Burada ise rastgele görü
nüyor.”
Ty bariz bir hayranlıkla Diego’ya bakıyordu. “Scholomance
muhteşem bir yere benziyor,” dedi. “Efsunlarla büyülere dair
bunca şeyi öğrendiğinizi bilmiyordum.”
Diego gülümsedi. D rusilla düşecek gibi görünüyordu. Livvy
yorgun olmasa etkilenirdi sanki. M ark ise daha da sinirlenmişe
benziyordu.
“Kesişim noktasının fotoğraflarını görebilir miyim?” dedi
Diego. “Epey önem li görünüyor. Orayı bulmanız beni etki
ledi.”
“Biz gittiğim izde etrafı peygamberdevesi iblisleriyle çevrili
yordu, bu yüzden dışarıya değil içeriye ait resimleri var,” dedi
Mark, Ty fotoğrafları getirm eye gittiğinde. “İblislere gelince,
Emmayla icabına baktık.”
Mark, E m m aya göz kırptı. Emma gülümsedi. Julian, Mark
ne zaman Emma’ykı flört etse içine bir bıçak gibi saplanan o kıs
kançlığı hissetti. Bunun bir anlam ı olmadığını biliyordu. Mark
perilere özgü şekilde flört ediyordu. Ardında gerçek anlamda
hiçbir ağırlık bulunm ayan bir çeşit zarif mizah anlayışıyla.
Oysa M ark istese Em m a yla flört edebilirdi. Seçim şansı var
dı, üstelik periler kaypaklıklarıyla nam salmıştı... Ve Mark sa
hiden Emma’yla ilgilen iyor olsa, Julian’ın buna karşı çıkmaya
hakkı yoktu. Bunun için bir nedeni de vardı. Ağabeyini destek
lemesi gerekiyordu. N eticede ağabeyi ve parabataıs i birbirlerine
âşık olsa şanslı sayılm az m ıydı? İnsanlar sevdiklerinin birbirine
âşık olması için hayaller kurm az mıydı?
Diego, M ark’a bir kaşını kaldırarak baktı fakat hiçbir şey
demedi. Tiberius sehpaya fotoğrafları dizdi.
589
'W
fI “Enerji büyüsü ,” d ed i Ty. “Bu kadarını biliyoruz.”
jj “Ever,” dedi D iego. “Enerji saklanabilir, özellikle de ölüm
i enerjisi ve sonradan nekromansi için kullanılabilir. Ama birinim
bütün bu en erjiye n e d e n ihtiyacı o ld u ğ u n u bilmiyoruz.”
“Ruh çağırma büyüsü için,” d e d i Lİvvy ve tekrar esnedi. “En
azından Maicolm’un s ö y le d iğ i buydu.”
Diego’nun kaşları arasında ufak bir kırışıldık oluştu. “Ruiı
çağırma büyüsü olamaz,” dedi. “Ölüm enerjisi ölüm büyüsü
yapmayı sağlar. Büyücü ölmüş birini geri getirmeye çalışır.”
“Ama kimi?” d ed i T y bir sessizliğin ardından. “Güçlü bi
rini mi?”
“Hayır,” dedi Drusilla. “Annabel’i çağırmaya çalışıyor.
Annabel Lee’yi.”
Drunun konuşması herkesi şaşırtm ışa benziyordu. Öyle şa
şırtmıştı ki Dru içine kapanacak gibi olmuştu. Bununla birlikte
Diego onu cesaretlendirmek için gülüm sedi.
“Şiir. Şiir kesişim noktasındaki m ağaranın duvarında yazı
lıydı, değil mi?” diye devam etti konuşm asına Dru, endişeyle
etrafına bakınarak. “Ve herkes bunun bir şifre mi yoksa büyü
mü olduğunu çözmeye çalışıyordu am a ya sadece bir hatıraysa?
Bu kişi -büyücü olan- sevdiği birini kaybetti ve onu geri getir
meye çalışıyor.”
“Kayıp aşkını geri getirmek için tarikat kuracak, bir düzine
den fazla insanı öldürecek, kesişim noktasında bir mağara yara
tacak, şiiri duvara kazıyacak, okyanusa açılan bir portal bulacak
kadar deli biri mi?” Livvy şüpheli konuşuyordu.
“Ben yapardım,” dedi Dru. “Gerçekten sevdiğim biriyse. Kız
arkadaşı olmak zorunda da değil. Belki annesi, kardeşi veya baş
ka biridir. Yani, Emma İçin yapardın değil m i Jules? Ölseydi?”
590
Emmamn öleceğini düşünmekten gelen dehşet Julian ın zih
ninde canlanıverdi. “Böyle kötü şeylerden bahsetme, Dru,”
dedi Julian kendi kulaklarına dahi yabancı gelen bir sesle.
“Julian?” dedi Emma. “İyi misin?”
Neyse ki buna cevap vermesine gerek yoktu Julianın. Kapı
eşiğinden ağırbaşlı bir ses konuştu. “Dru haklı,” dedi Tavvy.
Demek ki yatm aya gitm em işti. Kocaman açtığı gözleriyle
kapıda dikilmiş, kahverengi saçları karışmıştı. Her zaman yaşı
na göre küçük görünürdü zaten ve gözleri solgun yüzünde ma-
vi-yeşil fincan tabakları gibiydi. Arkasında bir şey tutuyordu.
“Tavvy,” dedi Julian. “Tavs, ne var elinde?”
Tavvy elini arkasından çıkardı. Bir kitap taşıyordu. Büyük
boy bir çocuk kitabıydı bu, illüstrasyonlu bir kapağı vardı.
Başlık yaldızla yazılm ıştı. N efilim ler için Masallar Hâzinesi.
Gölge Avcıları’na ait bir çocuk kitabıydı bu. Fazla olmamak
la beraber bu tür şeyler mevcuttu. Idris’teki matbaalar küçüktü.
“Nereden buldun onu?” diye sordu Emma, sahiden merak-
lanmıştı. Çocukken onda da böyle bir kitap vardı, fakat anne
siyle babasının eşyalarının çoğuyla birlikte kayıplara karışmıştı.
“Büyük teyzem M arjorie verdi,” dedi Tavvy. “Hikayelerin
çoğunu seviyorum . İlk parabataîy\z ilgili olan iyiydi ama ba
zıları hüzünlü ve korkunçtu, Tobias Herondale’le ilgili olan
hikâye gibi. Ve G eceyarısı Leydisi en hüzünlü hikâye.”
“Ne kraliçesi?” diye tekrarladı Cristina, öne doğru eğilerek.
“Geceyarısı,” dedi Tavvy. “G ittiğiniz tiyatro gibi. Mark’ın
tekerlemeyi söylediğini işittim ve daha önce okuduğumu ha
tırladım.”
“Daha önce okum uş m uydun?” dedi M ark kuşkuyla. “O
peri tekerlemesini nerede gördün, Octavian?”
1
T a v v y k ita b ı a ç tı. “G ö lg e A v c ı s ı b i r k a d ı n v a r d ı ,” dedi.
o lm a m a sı g e re k e n b ir in e â ş ık o l m u ş t u . A n n e s i y le babası oj^
d e m ir b ir ş a to y a k a p a tt ı v e a d a m iç e r i g ir e m iy o r d u . Kadı^
ü z ü n tü d e n ö ld ü , b u y ü z d e n o n u s e v e n a d a m p e r i le r kralına gj
d ip o n u g e ri g e t i r m e n i n b i r y o l u o l u p o lm a d ı ğ ı n ı so rd u . Kjgj
o n a b ir te k e rle m e o ld u ğ u n u s ö y le d i .
592
T a w y k i t a b ı ç e v i r i n c e a k ı l la r d a n ç ık m a y a c a k tü r d e b ir çiz im
g örü n d ü . S i m s i y a h s a ç la r ı o m u z l a r ı n a d ö k ü lm ü ş b ir k a d ın , k o
caman a ç tığ ı g ö z l e r i y l e g e r i y e ç e k i le n b i r e rk e ğ e e lin i u z a tıy o r
du v e k a d ın ı n g ö z le r i d e n i z g ib i m a v i - y e ş ild i .
L iv v y ’ n i n n e f e s i t u t u l d u . E li n i k it a b a u z a ttı. T a v v y g ö n ü l
süzce L iv v y n i n k i t a b ı a l m a s ı n a iz in v e r d i .
“S a y fa la r ı y ı r t m a s a k ı n ,” d i y e u y a r d ı o n u .
“D e m e k t e k e r l e m e n i n t a m a m ı b u ,” d e d i L iv v y . “ C e s e tle rin
ü stü n d e y a z a n buymuş d e m e k .”
593
“Hayır,” dedi Mark kesin bir tavırla. “Ama tekerleme tali
matların geri kalanını nerede bulacağını söyler. Arama melek
lerin gri kitabım. Cevap Gri Kitapta değil. Beyaz ve Kırmızı
Metinler kitaplarında da değil.”
“Ölüler kitabının kara cildinde,” dedi Diego.
“Scholomance tayken o kitabı duym uştum .”
“O da ne?” dedi Emma. “Herhangi bir baskısı var mı?
Bulabileceğimiz bir şey mi?”
Diego başını salladı. “Bir kara büyü kitabıdır. Efsanevi sayı
lır. Büyücüler bile onu bulunduramazlar. Herhangi bir baskı
sı varsa nerede olduğunu bilmiyorum. Ama yarınki hedefimiz
onu bulmak olmalı.”
“Evet,” dedi Livvy, uykudan boğuk bir sesle. “Yarın.”
“Yatmak mı istiyorsun Livvy?” diye sordu Julian. Öylesine
sorulmuş bir soruydu bu. Livvy solgun bir çiçek gibi bükülmüş
tü. Ancak, Julian’ın bu sözleri üzerine kendini zorlayıp dikleşti.
“Hayır ben iyiyim, biraz daha durabilirim .”
Ty ikiz kardeşine bakınca yüz ifadesi hafiften değişti. “Çok
yorgunum,” dedi. “Bence hepimiz uyusak iyi olacak. Sabahleyin
daha iyi konsantre oluruz.”
Julian, Ty’ın yorgun olduğundan şüpheliydi. Bir bilmeceyle
uğraştığı zaman günlerce uyum adığı olurdu. Yine de Livvy bu
sözleri üzerine minnettar bir şekilde başını salladı.
“Haklısın,” dedi Livvy. O turduğu sandalyeden kalkıp
Tavvy’yi kucağına aldı ve kitabını geri verdi. “Hadi gel,” dedi.
“Bu saatte uyuyor olmalıydın.”
“Ama size yardımcı oldum, öyle değil m i?” diye sordu Tavvy,
ablası onu kapıya doğru taşırken. Bunu söylerken Juliana
bakıyordu. Julian çocukluğunu, aynı bu şekilde Andrew
B la c k th o rn a b a k t ı ğ ı m h a t ı r l a d ı . B a b a s ın a b a k ıp o n a y is te y e n
bir çocu k.
“Yardımcı olm akla k a l m a d ı n dedi Julian. “Bana kalırsa
çözmüş bile olabilirsin Tavs.”
“Oley,” dedi Tavvy uykulu bir şekilde ve başını Livvy’nin
omzuna koydu.
596
“Sadece Diana,” dedi Emma.
“Diana eğitmeniniz mi?” Emma başını sallayınca Diego kaş
larım çam. “Jace Herondale ve Lightwood’lar da kendi eğit
menlerinin ihanetine uğram am ış mıydı?”
“Diana bize asla ihanet etmez,” dedi Emma öfkeyle. “Ne
Konseye ne de bir başkasına karşı. Hodge Starkweather baş
kaydı.”
“Nasıl başka?”
“Starkweather, D iana değildi. Valentine’in yardakçısıydı.
Diana iyi biridir.”
“Peki, şimdi nerede?” diye sordu Diego. “O nunla tanışmak
isterim.”
Emma tereddüt etti. “D iana...”
“Tayland’da,” dedi arkalarından bir ses. Juliandı. Kotuyla
tişörtünün üstüne kapüşonlu bir kamuflaj ceket geçirmişti.
“Enerji büyüleri konusunda soru sormak istediği bir cadı var
mış orada. Gençken tan ıd ığı biriym iş.” Julian sustu. “O na gü
venebiliriz.”
Diego başını eğdi. “A ksini im a etm ek istememiştim.”
Julian sütunlardan birin e yaslandı ve Diego ezilmiş çimlerde
yola doğru ilerlerken Em m a’y la birlikte onu izlediler. Ay tama
men gözden kaybolm uş, gökyüzünün doğu tarafı pembeleşme
ye başlamıştı.
“Burada ne işin var?” dedi Ju lian sonunda, alçak sesle.
“U yuyam adım ,” dedi Em m a.
Julian şafak vaktinin loş ışığında güneşlenir gibi başını arkaya
eğmişti. Bu tu h af ışık onu değiştirm iş gibiydi. Mermer ve gü
müşten yapılm ış birini, kapkara bukleleri şakaklarıyla boynuna
Yunan sanatındaki ayı yoncaları gibi düşen birini andırıyordu.
597
T
Diego gibi mükemmel değildi ama Emma’nın gözünde on-
dan daha güzel kimse yoktu.
“Önünde sonunda bunu konuşmak zorunda kalacağız,”
dedi Emma.
“Biliyorum.” Julian uzun bacaklarına, kotunun aşınmış pa
çalarına, çizmelerine baktı. “Ummuştum ki... Sanırım bunun
başımıza gelmemesini ummuştum ya da en azından geldiği za
man yetişkin olmayı.”
“O hâlde bu konuda yetişkin gibi davranalım. Neden bana j
daha önce söylemedin?” {
ı
“Senden sır saklamak hoşuma m ı gidiyor sanıyorsun? Sana
anlatmak istemedim mi sanıyorsun?”
“Anlatmak isteseydin anlatabilirdin.”
“Hayır, anlatamazdım.” Julian sakin bir çaresizlik içinde ko- |
nuşmuştu.
“Bana güvenmedin mi? Seni gam m azlarım mı sandın?” j
Julian başını salladı. “Sebebi o değildi.” Etrafa yeterince ışık
düştüğü için Julian’ın gözlerinin rengi karanlıkta görülebiliyor-
du. Yapay olarak aydınlatılmış bir denizi andırıyorlardı.
Emma, Julian’ın annesinin öldüğü akşamı düşündü. Annesi
hastalanmıştı ve Sessiz Kardeşler sonuna kadar onunla ilgilenmiş
lerdi. Nefilim büyüsünün dahi iyileştiremediği birtakım hastalık
lar vardı. Kadın kemik kanseriydi ve bu yüzden ölmüştü.
Karısını kaybeden Andrew Blackthorn öyle yıkılmıştı ki
geceleyin Tavvy ağladığı zaman bebeğin yanına gidemiyordu.
Helen bu konuda becerikliydi. Tavvy’nin süt şişelerini ısıtıyor,
altını değiştiriyor, onu giydiriyordu. Yine de gündüzleri onun
la duran Julian oluyordu. M ark ve H elen antrenmana gittiği
zaman Julian, Tavvy’nin odasında oturuyor, eskiz veya resim
598
yapıyordu. E m m a d a a r a a r a o n u n l a o t u r u y o r d u v e b ir k a ç a d ım
u zakların d aki b e b e k b e ş i ğ i n d e a g u la r k e n , ik is i h e r z a m a n k i g ib i
oyun o y n u y o r d u .
h se >-599
“Tabii ki ailemle birlikteyken m utluyum ,” dedi Julian.
aym zamanda onlardan sorum luyum da. Senden hiçbir zaman
sorumlu olmadım. Biz birbirim izden s o r u m lu y u z ,/ » ^ ^ ^
bu demek zaten. A nlam ıyor m usun Emma, sadece sen vardın,
bana göz kulak olması gereken tek kişi şendin sadece.” j
“O hâlde seni yüzüstü bıraktım ,” dedi Emma. Öyle derin i
bir hayal kırıklığı içindeydi ki. “N eler yaşadığını anlamam ge- j
rekirdi ve ben anlam adım .” |
“Bir daha asla böyle konuşm a!” Ju lian sütundan çekildi.
Arkasında, doğmakta olan güneş, saçların ın uçlarına bakır ren
gi veriyordu. Emma, Ju lian ’ın yü zü n deki ifadeyi göremiyordu
ama öfkeli olduğunu biliyordu.
Emma ayağa kalktı. “Ne, an lam am gerektiğinden mi bahse
diyorsun? A nlam am ...”
“Bir daha asla beni yüzüstü bıraktığın ı söyleme,” dedi Julian
hararede. “Bir bilseydin, h ayatım a devam etm em i sağlayan tek şe
yin sen olduğunu bilseydin, bazen haftalar, bazen aylar boyunca,
Ingiltere’deyken seni düşünm ek h ayata devam etmemi sağladı,
İşte bu yüzden seninle p arab a tai o lm am gerekiyordu -tamamen
bencilce bir şeydi bu- ne olursa olsun seni kendime bağlamak
istedim, bunun kötü bir fikir o ld u ğu n u bilsem de, bunun...”
Julian sustu. Yüzünde dehşet d o lu b ir ifade vardı.
“Bunun ne?” diye sordu E m m a. K albi hızlı hızlı çarpıyordu.
“Bunun ne Julian?”
Julian başını salladı. E m m a n ın saçları atkuyruğundan çık
mıştı ve rüzgâr onları yü zü n ü n etrafın d a uçuşturuyordu. Rüzgâra
kapılmış parlak, sarı saç tu tam ları. Ju lia n bir tutam ı Emmanın
kulağının arkasına alm ak için elin i u zattı. Rüyadaym ış gibi bir
hâli vardı, sanki uyanm aya çalışıyo rd u . “Boş ver,” dedi.
600
“Beni seviyor musun?” Emma fısıltıyla konuşmuştu.
Julian, Em m anın bir tutam saçını parmağına doladı. Bu
hâlde gümüş-altın karışım ı bir yüzüğü andırıyordu. “Ne fark
eder ki?” diye sordu. “Sevmem hiçbir şeyi değiştirmez.”
“Bazı şeyleri değiştirir,” dedi Emma fısıltıyla. “Benim için
her şeyi değiştirir.”
“Emma,” dedi Julian. “İçeri girsen iyi olur. Git uyu. Şu an
ikimiz de...”
Emma dişlerini sıktı. “Şu anda bana sırtını dönüp gidecek
sen bunu tek başına yap m ak zorunda kalacaksın.”
Julian tereddüt içindeydi. Emma ondaki, bedenindeki geri
limi görebiliyordu. K ırılm ak üzere olan bir dalga gibi yükseli
yordu.
“Bana sırtını dönüp gideceksen,” dedi Emma sertçe. 11Dön
ve git.”
Julian’ın gerginliği yükselip yok oldu. İçinde bir şeyler kaya
lıklara çarpan sular m isali yık ılm ış gibiydi. “Yapamam,” dedi, al
çak, boğuk bir sesle, “T anrım , yapam ıyorum .” Ve gözlerini yarı
kapayıp diğer eliyle E m m an ın yüzünü kavradı. Parmaklarını
Emmanın saçlarına d ald ırıp onu kendine doğru çekti. Emma
soğuk bir nefes çekti içine, ardından Ju lian ın dudakları dudak
larına değince bir d u yu patlam ası yaşadı.
Aklının bir köşesinde, sahilde aralarında geçenler o an pay
laştıkları adrenalinden k ayn aklan an beklenm edik bir şeyse, ne
olur diye düşünüp durm uştu. Elbette öyle olsaydı, o şekilde
öpüşmezlerdi. Ö yle kapsayıcı bir şeydi ki insanın içinde şim
şekler çakıyor, tü m gücünüzü yiyip bitiriyordu. Yapabileceğiniz
tek şey karşıdaki kişiye tu tu n m ak oluyordu.
Öyle olm adığı kesindi.
601
Emma ellerini Julian m ceket kumaşında yumruk yapmış,
onu daha da kendine çekiyordu. Julian’ın dudaklarında şe
ker ve kafein tadı vardı. Enerji gibiydi tadı. Emma ellerini
Julian’ın tişörtünün altına sokup sırtındaki çıplak tenine el
ledi. Julian nefes alabilmek İçin geri çekildi. Gözleri kapalı,
dudakları aralıktı.
“Emma,” dedi nefes nefese. Sesindeki arzu Emma nın içinde
kızgın bir yol açmıştı. Julian başını ona yaklaştırdığında Emma
az kalsın onun üstüne düşecekti. Julian, Emma’yı döndürüp
sırtını bir sütuna dayadı. Emma’ya değen vücudu sert, alev
alevdi...
Bir ses Emmayı daldığı düşüncelerden çıkarıverdi.
Emma ve Julian birbirinden uzaklaştı. Birbirlerine bakıyor
lardı.
Vahşi Av geldiği zaman ikisi de İdris’teki Anlaşmalar
Holü’ndeydi. Vahşi Av duvarları uğuldatm ış, tavanı titretmişti.
Emma, Gwytı in havada patlayan borusunun sesini anımsıyor
du. Vücudundaki her bir siniri titreten. Yüksek, yankılı, yalnız
bir sesti bu.
Şimdi yine geliyordu işte, sabahın içinde yankılanıyordu.
Emma, Julian’la sarmaş dolaşken güneş doğmuş, otobana
inen yol gün ışığıyla aydınlanm ıştı. At sırtında onlara doğru
gelen üç kişi vardı. Atlardan biri siyah, biri beyaz, biri griydi.
Emma binicilerden ikisini anında tanıdı. Güneş ışığı altın
da kapkara görünen saçlarıyla, bir dansçı gibi atına oturmuş
Kieran ve siyah cübbesine bürünm üş Iarlath.
Üçüncü biniciyi kitaplardaki yüzlerce çizimden tanıyordu
Emma. İri yarı, sakallı bir adam dı, bir ağacın üst üste yığılan
kabuklarını andıran siyah bir zırh giym işti. Borazanını kolunun
602
Aştırmış*1- uevasa bir borazandı bu ve ner tararı geyiK.
^ > ° H anylakaphydl'
^Vah$i Av’m lideri, ^vcı Gwyn enstitüye gelmişti. Ve hâlinden
v(je memnun görünmüyordu.
h*v
22
YAŞÇA BAŞÇA İLERİ
OLANLAR
£►605
mermer gibi kesik içinde, siyah ve gümüş rengi gözleri gün ışı-
ğında tekinsizce parlıyordu.
“Neler oluyor?” diye sordu Emma. “Bir şey mi var?”
Gwyn ilgisizce ona baktı. “Bu seni ilgilendirmez, Carstairs
kızı,” dedi. “Bu mevzu Mark Blackthorriu ilgilendiriyor. Onun
dışında hiçbirinizi değil.”
Julian kollarını göğsünde kavuşturdu. “Ağabeyimi ilgilendiren
her şey beni de ilgilendirir. Aslına bakarsan, hepimizi ilgilendirir”
Kieran’ın ağzı sert, inatçı bir çizgi gibiydi. “Bizler, Vahşi
Avdan Gwynle Kieran ve Unseelie Sarayı’ndan Iarlath, bir
adalet meselesi için buraya geldik. Git, kardeşini getir.” Emma
merdivenin en tepesine gelip Cortanasını kınından çıkardı.
Cortana havaya parlak kıvılcımlarını saçtı. “Sakın ona ne ya
pacağını söylemeye kalkma,” dedi. “Burada olmaz. Enstitünün
basamaklarında bunu yapamazsın.”
Gwyn beklenmedik bir kahkaha patlattı. “Saçmalama
Carstairs kızı,” dedi. “Hiçbir Gölge Avcısı peri halkından üç
kişiyi tutamaz, o muhteşem kılıçlarınızı kuşanmış olsanız bile.”
“Yerinde olsam Emmayı hafife almazdım,” dedi Julian, jilet
gibi keskin bir sesle. “Aksi hâlde başını yerde kıvranıp duran
bedeninin yanında bulabilirsin.”
“Aman ne çarpıcı,” dedi Iarlath, neşeyle.
“Buradayım,” dedi nefes nefese bir ses arkalarından. Emma
gözlerini hafifçe kapadı. Duyduğu korku ona acı veriyordu.
Mark’tı bu.
Alelacele tişörtle kazak giymiş, ayaklarına spor pabuçlarını
geçirmiş gibiydi. San saçları dağılmıştı ve her zamankinden
daha küçük görünüyordu. Gözleri şaşkınlıktan, savunmasız
hayretinden kocaman açılmıştı.
! "Ama daha vaktim dolmadı,” dedi Mark. Gwyn le konuşma
sına rağmen Kieran a bakıyordu. Yüzünde garip bir ifade vardı.
Öyle ki Emma bunu ne yorumlayabiliyor ne de tanımlayabi-
I tiyordu. Yalvarma, acı ve memnuniyet karışımına benzer bir
şeydi. “Hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Sonuca çok
yaklaştık. Ama son mühlet...”
“Mühlet mi?” diye tekrarladı Kieran. “Kendini dinle.
Onlardan biri gibi konuşuyorsun.”
i Mark şaşırmışa benziyordu. “Ama Kieran...”
“MarkBlackthorn,” dedi Iarlath. “Kesinlikle yasak olmasına
rağmen, peri diyarına ait sırlardan birini bir Gölge Avcısıyla
paylaşmakla suçlanıyorsun.”
Mark enstitü kapısını bırakınca kapı kapandı. Birkaç adım
öne çıktı, sonunda Julian’ın yanında durdu. Ellerini arkasında
i kavuşturdu. Titriyordu elleri. “Ne... ne demek istediğini anla
mıyorum,” dedi. “Aileme yasak olan hiçbir şey söylemedim.”
| “Ailene değil,” dedi Kieran, sesinde çirkin bir tonla. “O
I km. "
“0 kıza mı?” dedi Julian, Emma’ya bakarak. Emma başını
| salladı.
| “Bana değil,” dedi. “Cristina’yı kastediyor.”
! “Seni gözümüzün önünden ayıracağımızı sanmıyordun
j herhalde, değil mi M ark?” dedi Kieran. Siyah ve gümüş
| rengi gözleri hançerler m isali keskindi. “Sen onunla konuş
tuğun zaman pencerenin önündeydim . Ona Gwynin güç
lerinden nasıl m ahrum bırakılabileceğini anlattın. Yalnızca
Av’dakilerin bildiği ve bir başkasına anlatmanın yasak olduğu
bir sırrı verdin.”
Markın yüzü kül rengine dönmüştü. “Hayır...”
e>607
“Yalan söylemenin bir anlamı yok,” dedi Iarlath. “Kieran
peri diyarı prensidir ve yalan söyleyemez. Bunu duyduğunu
söylüyorsa, duymuştur.”
Mark bakışlarını Kieran’a yöneltti. Gün ışığı Emma’ya artık
güzel gelmiyordu. Aksine, acımasızdı, Mark’ın altın sarısı saçları
nı, tenini kavuruyordu. Mark’ın yüzüne tokat yemişçesine bir acı
ifâdesi yayıldı. “Bu, Cristina’ya hiçbir şey ifade etmez. Bir başka
sına asla söylemez. Ne bana ne Ava zarar verecek bir şey yapar.”
Kieran başını çevirdi. Güzel dudaklarının kenarı büküldü.
“Bu kadar yeter.”
Mark bir adım öne attı. “Kieran,” dedi. “Nasıl yapabilirsin
bunu? Bana?”
Kieranın yüzü gerildi. “İhanet benimkisi değil,” dedi.
“Dönülen sözlerden bahsedeceksen Gölge Avcısı prensesinle
konuş.”
“Gwyn.” Av’m liderine yalvarmak için ona döndü. “Kieran la
aramızda olan şey, ne sarayların ne de avın yasasını ilgilendirir.
Ne zamandan beri gönül meselelerine karışıyorlar?”
Gönül meseleleri. Emma bunu ikisinin de, hem Markın hem
Kieran ın yüzünde, birbirlerine bakışlarında, gözlerini birbir
lerinden kaçırışlarında görebiliyordu. Bu iki kişinin birbiri
ni seven iki insan olduğunu nasıl olmuştu da daha önceden,
Sığınaktayken, fark etmemişti? Ancak birbirine âşık iki kişinin
yapabileceği şekilde birbirini inciten iki insan.
Kieran, M arka kendisi için yeri doldurulamayacak kadar
değerli bir şeyi almış gibi bakıyordu. Ve M ark da...
Mark mahvolmuş görünüyordu. Emma sabahleyin, sahilde
Juiianla kendini, tepelerinde dolanan martıların yalnız çığlık
larım düşündü.
“Evlat,” dedi Gwyn. Sesindeki şefkati duyan Emma şaşır
mıştı. “Bu ziyaretin gerekçesi beni ne kadar üzüyor bilemezsin.
Veinan bana, Vahşi Av senin sözünle, gönül meselelerine karış
maz. Ancak Avın en köklü yasalarından birini çiğnedin ve tüm
üyeleri tehlikeye soktun.”
“Kesinlikle,” dedi Kieran. “Mark peri diyarının yasasını çiğ
nedi ve bunun için insanların dünyasında fazla oyalanmadan
bizimle birlikte peri diyarına dönmek durumunda.”
“Hayır,” dedi Iarlath. “Cezası bu değil.”
“Ne?” Kieran şaşkınlık içinde ona döndü. Saçlarının uç kı
sımları kırağı gibi mavi ve beyaz parlıyordu. “Ama dediniz ki...”
“Cezalar hakkında hiçbir şey demedim sana, küçük prens,”
dedi Iarlath, öne çıkıp. “Bana M ark Blackthorn’un yaptıkla
rından bahsettin, ben de bunun gereğince icabına bakılacağını
söyledim. Bunu, ahbabın olsun diye peri diyarına geri götürül
mesi olduğuna inandıysan, belki de şunu hatırlasan iyi olur:
Peri diyarı soylularının güvenliği Unseelie kralının oğlunun
keyfinden çok daha önemlidir.” Mark’a sertçe bakıyordu, göz
leri parlak güneş ışığında ürkütücü görünüyordu. “Kral, cezanı
kararlaştırmam için bana izin verdi,” dedi. “Sırtına yirmi kırbaç
darbesi yiyeceksin. Daha fazla olmadığı için kendini şanslı say.”
"HAYIR!” Bu söz bir patlama gibi çıkmıştı. Emma bu
nun Julian olduğunu fark edince şaşırdı. Hiçbir zaman sesi
ni yükseltmemiş olan Julian. Hayatında kimseye bağırmamış
olan Julian. Julian merdivenlerden inmeye başladı. Emma da
Cortanası elinde, onu izledi.
Kieran ve Mark susuyor, birbirlerine bakıyordu. Kierahm yü
zündeki kan çekilmişti, hasta gibi görünüyordu. Julian öne çıkıp
Kieranla Mark’ın arasına girdiğinde yerinden kımıldamadı.
609
..V,'âv2
“İçinizden biri ağabeyime dokunacak ve ona zarar verecek
olursa,” dedi Juiian, “sizi öldürürüm.”
Gwyn başını salladı. “Cesaretine hayran olmadığımı dü
şünme Blackthorn,” dedi. “Fakat yerinde olsam, peri diya
rından gelen bir kafileye zarar vermeden önce bir kez daha
düşünürdüm.”
“Bunu engelleyecek herhangi bir hamle yaparsanız, anlaş
mamız sona erer,” dedi Iarlath. “Soruşturma biter ve Mark’ı
peri diyarına götürürüz. Ve orada kırbaçlanır, üstelik burada
göreceğinden çok daha beter bir muamele olur bu. Hiçbir şey
kazanmaz, çok şey kaybedersiniz.”
Juiian ellerini yumruk yaptı. “O nur denen şeyi sadece kendi
nizin anladığını mı sanıyorsunuz? Burada durup Mark’ı aşağıla
manıza, ona işkence etmenize izin vermekle neler kaybedebile
ceğimizi bilmeyen sizler mi? İşte bu yüzden insanlar perilerden
tiksiniyor. Bu anlamsız zorbalığınız yüzünden.”
“Ağır ol evlat,” diye homurdandı Gwyn. “Sizin yasalarınız
sîzindir, bizimkilerse bizim. Aradaki tek fark şu: Bizler kendi
yasalarımız zorba değilmiş gibi davranmıyoruz.”
“Yasa serttir,” dedi Iarlath neşeyle, “am a yasadır.”
Iarladı bu cümleyi söylediğinden beri ilk kez konuştu Mark.
“Kötü bir yasa yasa değildir,” dedi. Büyülenmiş gibiydi. Emma
Sığınakta yere yığılan, dokunulduğunda bağıran ve hâlâ ona
dehşet veren dayakları anlatan oğlanı düşündü. Biri yüreğini
söküp almıştı sanki. Herkes bir yana, M ark’ı kırbaçlamak mı?
Bedeni iyileşebilecek fakat ruhu bir daha kendine gelmeyecek
Markı?
“Bize gelen sizdiniz,” dedi Juiian. Sesinde çaresizlik vardı.
“Bize gelen sizdiniz. Bizimle pazarlık yaptınız. Yardımımıza ih-
! ^acınız vaıdı. Bunu çözmek için bizler, her şeyimizi tehlikeye
I antk, her türlü riski aldık. Tamam, Mark bir hata yaptı belki
ama bu sadakat sınavı kaybedildi.”
i ‘Mesele sadakat değil,” dedi Iarlath. “Bir emsal oluşturmak.
Yasalar bunlar. İşler böyle yürüyor. Mark’ın bize ihanet etmesi
neizin verirsek diğerleri zayıf olduğumuzu öğrenir.” Kendinden
i memnun bir hâli vardı. Hevesli görünüyordu. “Bu pazarlık
: Önemli. Ama bu durum çok daha önemli.”
Bunun üzerine M ark öne çıkıp Julian’ın omzunu tuttu.
| “Bunu değiştiremezsin kardeşim,” dedi. “Bırak, ne olursa ol-
j sun.” Iarlath’a, ardından G w yne baktı. Kieran’a bakmadı.
| “Cezamı çekeceğim.”
Emma, Iarlath’ın kahkahasını işitti. Çatırdayan buzları andı
ransoğuk, keskin bir sesti bu. Iarlath elini pelerinine sokup bir
avuçdolusu kan kırm ızısı taş çıkardı. Bunları yere attı. Iarlath’m
; neyaptığını açıkça bilen M ark’ın yüzü bembeyaz kesti.
| Iariath’ın taşlarını attığı yerde bir şey büyümeye başladı. Bir
i ağaçtı bu, bükük, budaklı, yam uktu. Kabuğuyla yapraklan kan
i kırmızısıydı. M ark bunu dehşetli bir büyülenmişlik içinde izli-
j yordu. Kieran kusacak gibi görünüyordu.
! “Jules,” diye fısıldadı Emma. Sahildeki geceden sonra ilk kez
Julian’a bu şekilde hitap ediyordu.
Julian bir süre Emma’ya boş boş baktıktan sonra döndü ve
merdivenlerin geri kalanını atlayarak indi. Emma bir an dona
kaldı. Ardından Ju lian ı takip etti. Iarlath önünü kesmek için
derhâl aralarına girdi.
“Kılıcını yerine koy,” diye tısladı Iarlath. “Peri halkının hu-
S zurunda silaha izin yoktur. Elinizde silah olduğu sürece sizJere
j güvenilmeyeceğim çok iyi biliyoruz.”
|
6li
Emma, Cortana’yı öyle hızlı savurdu ki bıçağı görünmez
oldu. Ucu Iarlath’m ölümcül bir gülümseyişin eğimiyle, çene
sinin altına, teninden bir milimetre uzağa süzüldü, larlath’ın
boğazından bir ses çıkınca Emma kılıcını sesi çıkacak kadar
kuvvetle arkasındaki kınına sokuverdi. Öfkeyle parlayan göz
lerini Iarlath’a dikti.
Gwyn kıkırdadı. “Ben de durmuş, Carstairs’lerin müzik dı
şında hiçbir şeyden anlamadığını düşünüyorum.”
Iarlath, Emma’ya iğrenç bir bakış attıktan sonra arkasını
dönüp M arka doğru yürüdü. Beline bağladığı bir ip yumağı
nı çözmeye başlamıştı. “Ellerini üvezin gövdesine koy,” dedi.
Emma bu sözle keskin dalları ve kan rengi yapraklarıyla eğril
miş, korkunç ağacı kastettiğini düşündü.
“Hayır.” Çaresizlik içindeki Kieran dengesizce Iarlath’a dön
dü. Diz çöküp kendini yere attı. Ellerini uzattı. “Sana yalvarı
yorum,” dedi. “Unseelie Sarayı prensi olarak sana yalvarıyorum.
M arkın canını yakma. Onun yerine bana istediğini yap.”
Iarlath yüzünü buruşturdu. “Seni kırbaçlam ak babanın gaza
bını üzerimize çekmemize neden olur. Oysa bu onu etkilemez.
Ayağa kalk çocuk prens. Kendini daha fazla küçük düşürme.”
Kieran güçlükle ayağa kalktı. “N ’olur,” dedi, Iarlath’a değil
de M arka bakarak.
Mark ona öyle iç kıyıcı bir nefretle baktı ki Emma geri çeki
lecek gibi oldu. Kieran daha da midesi bulanmışa benziyordu.
Tabii böylesi mümkünse.
“Bunu öngörmüş olmalıydın, seni enik,” dedi Iarlath, an
cak bakışları Kieran’da değildi, M ark ın üstündeydi. Açlık dolu
bakışlardı bunlar, birini kırbaçlama fikri yem ek gibi çekiyordu
sanki onu. Mark ellerini ağaca doğru uzattı.
Julian öne çıktı. “Onun yerine beni kırbaçla,” dedi.
Bir an herkes donakaldı. Emma göğsüne bir beyzbol sopası
yemiş gibiydi. “Hayır,” demeye çalıştı fakat bu söz bir türlü ağ
zından çıkmadı.
Mark dönüp kardeşine baktı. “Yapamazsın,” dedi. “Suç be
nim. Cezayı da ben çekeceğim.”
Julian, Mark’ın yanından geçti. Gwynİn karşısına çıkmak
; konusunda öyle kararlıydı ki Mark’ı âdeta kenara ittirdi. Sırtı
i dimdik, çenesi kalkık durdu. “Bir peri savaşında kişi kendisini
temsil edebilecek bir destekçi seçebilir,” dedi. “Bir savaşta ağa
beyim yerine geçebiliyorsam neden bunu şimdi yapmayayım?”
“Çünkü yasayı çiğneyen benim!” Mark çaresiz görünüyordu.
“Ağabeyimi K aranlık Savaş m başında götürdünüz,” dedi
j Julian. “Hiçbir savaşa katılm adı. Ellerinde peri kanı yok.
j Oysa ben o sırada A licante’deydim . Peri halkından birilerini
öldürdüm.”
“Seni kışkırtmaya çalışıyor,” dedi Mark. “Demek istediği bu
değil;
“Demek istediğim tam da bu,” dedi Julian. “Gerçek bu.”
“Birisi hükümlü birinin yerine geçmeye gönüllü olursa,
buna itiraz edemeyiz.” Gwyn sıkıntılı görünüyordu. “Emin mi
sinJulian Blackthorn? Çekilecek ceza senin değil.”
Julian başını eğdi. “E m inim .”
“0 hâlde kırbaç cezasını çekmesine izin ver,” dedi Kieran.
“Bunu kendisi istiyor. Bırakalım çeksin.”
| Bu sözlerin ardından, her şey çok çabuk gelişti. Mark
yüzünde ölüm cül bir ifadeyle Kieran’ın üstüne atıldı.
Parmaklarını Kieran’ın göm leğine geçirirken bağırıyor, onu
sarsıyordu. Emma öne çıktı fakat Gwyn onu geriye savurdu.
A rdından K ieran’la M a rk ’ı a y ırm a k iç in vahşice M ark’ı bir
kenara ittird i.
“Piç kurusu,” dedi M ark. A ğzın dan kan geliyordu. Kieran’ın
ayağına tükürdü. “Seni k ü stah !”
“Yeter M ark,” dedi G w yn öfkeyle. “K ieran Unseelie
Saravı’nın prensidir.”
“Benim düşm anım o,” d ed i M a rk . “B un dan böyle sonsu
za dek düşm anım dır.” K ieran a v u racak m ış gib i elini kaldırdı.
Kieran yerinden k ım ıld am ak sız ın y ık ılm ış bir yüz ifadesiy
le ona bakm akla y etin d i. M a rk e lin i in d irip arkasını döndü.
Sanki Kieran a d aha fazla b a k m aya d ayan am ıyo rd u . “Jules,”
dedi onun yerine. “Ju lia n , lü tfen y a p m a b u n u . Bırak cezamı
kendim çekeyim .”
Julian, ağabeyine ağır ağır, ta tlılık la g ü lü m sed i. Bu gülümse
mede ağabeyini k ayb etm iş ve h er şeye rağ m en geri kazanmış bir
çocuğun sevgisi ve m erakı v ard ı. “Y apam azsın M ark.”
“Yakala onu,” d ed i Iarlath , G w y n e . G w yn kararsızlığı yü
zünden okunm asına karşın ö n e ç ık ıp M a r k ı tu ttu ve Julian’dan
uzaklaştırdı. M ark d eb elen irk en J u lia n e lle rin i in d irip ceketini,
ardından tişörtünü çıkard ı.
Parlak gün ışığında, Ju lia n ın h a fiften esm erleşm iş fakat sır
a y la göğsünde d ah a so lgu n o la n te n i sav u n m asız ve korunmasız
görünüyordu. Ç ık ard ığ ı tişö rtü n ü n y a k a s ın d a n saçları iyice ka
rışmıştı. T işö rtün ü yere atark en E m m a y a b ak tı.
Bu bakış Em m a’y ı için e a lm ış o la n şo k u n soğukluğundan
çıkarıverm işti. “Ju lian .” E m m a’n ın sesi titriy o rd u . “Bunu yapa
mazsın.” Ö ne çık ın ca Iarlath y o lu n u k esti.
“O lduğun yerde k al,” d iye tısla d ı Iarlath . E m m an ın yanın-
dan uzaklaştı. E m m a p eşin d en g itm e y e k a lk ın c a bacaklarının
I yere mıhlandığını fark etti. Hareket edemiyordu. Büyü bacak
larının her tarafını, om urgasını karıncalandırıyor, bir ayı ka
panına kısılmış gibi onu olduğu yerde tutuyordu. Emma ileri
doğru hamle yapm aya çalışınca peri büyüsünün teninde yarat
tığı sıkışma ve yanm a hissiyle çığlığını tutmak zorunda kaldı.
Julian öne doğru bir adım atıp ellerini ağaca koydu ve başı
nı eğdi. Uzun om urgası tu h af bir şekilde Emma’ya öyle güzel
geldi İd. Düşmek üzere olan bir dalganın kavisini andırıyor
du. Sırandaki beyaz yara izleriyle siyah işaretlerin oluşturduğu
i örüntü deri ve kan içinde çizilm iş çocuk illüstrasyonlarına ben
ziyordu.
“Bırak beni!” diye bağırdı M ark, Gwyh in ellerinde bükülerek.
Kâbus gibi, diye d üşündü Emma. Koşup durduğunuz fakat
hiçbir yere varam adığınız rüyalara benziyordu yaşadıkları. Oysa
i şimdiki gerçekti. B acaklarıyla kollarını panoya mıhlanmış bir
kelebek misali görünm ez güce karşı oynatmaya çalışıyordu.
| Iarlath, Julian’a doğru ilerledi. Elinde bir şey parlıyordu,
İ uzun, ince ve güm üş renkli bir şey. Bu şey ileri doğru atılıp ha-
| vayla temas edince E m m a, Iarlath’ın gümüş bir kırbacın siyah
| kulpunu tuttuğunu gördü. Iarlath kolunu geriye çekti.
“Aptal Gölge A vcıları,” dedi Iarlath. “Kime güveneceğinizi
j dahi bilemeyecek kad ar naifsiniz.”
] Kırbaç aşağı indi. Em m a kırbacın Julian’ın derisine girdiğini,
i kam,julian m sıratım kabardığım, vücudunun büküldüğünü gprdü.
i içine büyük bir acı y a y ıld ı. Sanki bir ateş çubuğu sırtına ko-
j yulmuştu. İrkildi, ağzın da kan tadı vardı,
j “Kes şunu!” d iye h aykırd ı M ark. “İkisinin de canını yaktığını
! göremiyor musun? Ceza bu d eğil! Bırak beni, benim parabataım
yok, bırak beni ve o n u n yerin e beni kırbaçla.”
Bu sözler Emma’nın zihninde dönüp durdu. Acı hâlâ bede
ninin her yanını sarmaktaydı.
Gwyn, Iarlath ve Kîeran birEmma’ya bir Julianabakıyordu.
JuJian’ın sırtında uzun, kanlı bir şerit oluşmuştu ve Julian ağa
cın gövdesini sımsıkı tutuyordu. Saç çizgisinde terler birikmişti.
Emma’ın yüreği ezilmişti. Hissettiği şey acıysa eğer, Julian
ne hissetmişti? İki katını, dört katını mı?
“Götürün onu buradan,” dedi Iarlath, rahatsızca. “Bu inle
meler saçmalık.”
“Karşındaki bir histeri nöbeti değil Iarlath,” dedi Kieran.
“Bunun sebebi onun parabataisı olması. Savaşçı eşi, birbirleri
ne bağlanmışlar.”
“Hanımım adına, ne yaygara ama,” diye tısladı Iarlath ve
kırbacı tekrar şaklattı.
Bu sefer Julian bir ses çıkardı. Boğuk, güç duyulur bir ses
ti bu. Dizleri üstüne çökerken ağacı tutm aya devam ediyordu.
Emma’nın içine bir acı saplandı yine fakat bu sefer kendini ha
zırlamıştı. Emma çığlık attı. Normal bir çığlıktan ziyade, dehşet
ve ihanete karşı atılmış bir öfke, acı ve hiddet çığlığıydı bu.
Gwyn elini Iarlath’a doğru savurdu fakat Emma’ya bakıyor
du. “Dur,” dedi.
Emma, Gwyn in bakışlarındaki ağırlığı hissetti ve onu oldu
ğu yere mıhlayan büyü bozulurken bir hafifleme hissetti.
Julian a doğru koşturup yanında diz çöktü. Kemerinden ste-
lini çıkardı. Iarlath’ın itirazlarım, Gwyn in kısık sesle ona bunu
sona erdirmesini söylediğini duyabiliyordu. Emma bunlara ku
lak asmadı. Görebildiği tek şeyju lian ’dı. Dizleri üstündeki, kol
larını ağacın gövdesine dolamış, alnını yaslam ış Julian. Çıplak
sırtından kanlar akıyordu. Emma ona elini uzatırken omuz
kasları gerildi, sanki üçüncü bir kırbaç darbesine hazırlamıştı
kendini.
Jules, diye düşündü Emma ve Julian onu duymuş gibi ha
fifçe yüzünü çevirdi. Alt dudağını fena ısırmıştı. Çenesine kan
damlıyordu. Boş gözlerle Emma’ya bakıyordu, serap görmüş
bir adam gibiydi.
“Em?” dedi nefes nefese.
“Şşş,” dedi Emma, elini Julian ın yanağına koyup.
Parmaklarını saçlarına daldırdı. Kan ve terden ıslanmışa, göz-
bebekleri kocaman açılmıştı. Emma gözbebeklerinde kendini,
acı içindeki solgun yüzünü görebiliyordu.
Stelini Julian ın tenine koydu. “Onu iyileştirmem gerek,”
dedi. “İzin ver onu iyileştireyim .”
“Saçmalık bu,” diye karşı çıktı Iarlath. “Oğlanın kırbaç ce
zasını çekmesi lazım.”
“Bırak gitsin Iarlath,” dedi Gvvyn. Kollarını sımsıkı Mark’a
dolamıştı. Iarlath hom urdanarak duruldu. Mark debeleniyor,
güçlükle soluyordu. E m m anın elindeki stel soğuktu. Julian ın
tenine indirirken daha da soğudu.
Emma mührü çizdi.
“Uyu aşkım,” diye fısıldadı. Öyle alçak sesle söylemişti ki
bunu ancak Julian duyabilirdi. Juliariın gözleri bir an kocaman
açıldı. Berrak ve şaşkındı. Ardından gözleri kapandı ve Julian
yere yığıldı.
“Emma!" M ark bunu bağırarak söylemişti. “Ne yaptın sen?”
Emma ayağa kalktı. Dönünce Iarlath’ın öfkeyle parlayan
gözlerini gördü. Oysa Gvvyn, gözlerinde anlık bir sevinç görür
gibi oldu, sanki Emma tam da yapmasını beklediği şeyi yap
mıştı.
“Onu bayılttım,” dedi Emma. “Şu anda bilinci yerinde de.
ğil. Yapacağınız hiçbir şey onu uyandıram az.”
lariath’tn dudakları büzüldü. “H issetm e yetisini elinden
alarak vereceğimiz cezadan bizi m ahrum bırakacağını mı sanı
yorsun? Bu kadar aptal m ısın?” G w yn e doğru döndü. “Mark’ı
getir,1’’diye tısladı. “Onun yerine M ark’ı kırbaçlayacağız, böyle-
ce iki Blackthorn u da kırbaçlam ış olacağız.”
“Hayır!” diye bağırdı Kieran. “O lm az! Sana izin vermiyo
rum. Buna dayanamam.”
“Neye dayanıp neye dayanam ayacağın kim seyi ilgilendirmi
yor küçük prens, hele beni hiç,” dedi Iarlath. “Evet, iki kardeşi
de kırbaçlayacağız,” dedi. “M ark kaçam ayacak. Ve parabatainm
yakın zamanda seni affedeceğini de sanm am ,” diye ekledi
Emma ya doğru dönerek.
“İki Blackthorn u kırbaçlam ak yerine,” dedi Emma, “bir
Blackthorn la bir Carstairs’i kırbaçlayabilirsin. Böylesi daha iyi
olmaz mı?”
Gwyn, larlath’ın emrine rağm en yerinden kımıldamamış«.
Gözleri şimdi kocaman açılm ıştı. Kieran soluklandı.
“Julian, Karanlık Savaşta perileri öldürdüğünü söyledi,”
dedi Emma. “Fakat ben ondan çok daha fazlasını öldürdüm.
Boğazlarını kestim, parmaklarımı kanlarıyla ıslattım . Yine olsa
yine yaparım.”
“Sus!” Iarlath’m sesi öfkeyle doluydu. “Bu tür şeylerle ne cü-
rede övünürsün?”
Emma elini aşağı indirip tişörtünü yukarı çekti. Tişörtünü
yere bırakırken Mark’ın gözleri kocaman açıldı. Emma üstün
de sadece sütyeni ve kotuyla hepsinin karşısında dikiliyordu.
Umurunda değildi. Kendini çıplak hissetmiyordu, ö fk e ve hid-
I detle sarmalanmıştı, A rth u ru n öykülerindeki savaşçılardan biri
gibiydi.
j ' Beni kırbaçla,” dedi Emma. “Kabul et de bu iş burada bitsin.
| Aksi hâlde, yem in ederim sonsuza dek peri diyarının toprakların-
j da peşine düşerim. M ark yapam az am a ben yapabilirim.”
j Iarlath, E m m an ın bilm ediği bir dilde kızgınca bir şey söy-
! ledi ve dönüp okyanusa baktı. Bunu yaparken Kieran, Julianın
büzüşmüş bedenine d oğru ilerledi.
“Dokunma on a!” d iye bağırdı M ark. Fakat Kieran ona bak
maksızın, ellerini J u lia n ın kollarının altına sokup onu ağaçtan
uzaklaştırdı. J u lia n ı b ir ik i m etre öteye yatırdı ve üstündeki
uzun tuniği çıkarıp J u lia n ın kan içindeki, bilinçsizce uzanan
vücuduna sardı.
I
Emma rahatlayarak iç geçird i. Güneş çıplak sırtım yakıyordu.
“Bitir şu işi,” dedi. “A ksi hâlde bir kızı kırbaçlayamayacak kadar
korkaksın dem ektir.”
j “Emma, kes şu n u ,” dedi M ark. Sesinden korkunç bir acı
I içinde olduğu anlaşılıyordu. “Bırak beni kırbaçlasın.”
Iarlath’ın gözleri zalim bir ışıkla parıldamıştı. “Pekâlâ
Carstairs,” dedi. “P a ra b a ta î n gibi yap sen de. Kırbaçlanmaya
hazırlan.”
Emma ağaca doğru ilerlerken G w ynin yüzündeki ifâdenin
üzüntüye döndüğünü gördü. Ağacın gövdesi yakından pürüz
süz ve koyu kırm ızı-kahverengiydi. Kollarını etrafına dolarken
soğuktu. Gövdenin içindeki tek tük çatlakları görebiliyordu.
Emma ağacı elleriyle kavradı. M ark’ın tekrardan kendisine
seslendiğini işitti fakat bu ses çok uzaklardan geliyor gibiydi.
Iarlath, Emma’nın arkasına geçti.
Iarlath kırbacı kaldırırken bir uğultu yükseldi. Emma gözle
rini kapadı. Göz kapaklarının ardındaki karanlıkta Julianı, etra
fındaki ateşi gördü. Sessiz Şehrin odalarındaki alevleri. Julianın
Incil’den alınmış ve Gölge Avcıları tarafından parabatai yemini
ne dönüştürülmüş o eski kelimeleri fısıldadığını işitti.
Nereye gidersen ben de oraya gideceğim...
Kırbaç iniverdi. Emma önceden acıyı tattığını düşünmüş
se bu ızdırabın ta kendisiydi. Sırtı alevlerle açılmış gibiydi.
Çığlıklarım bastırmak için dişlerini sıktı.
Yalvarırım seni terk etm em e izin verme.
Bir kez daha. Bu seferki acı daha beterdi. Emma parmakla
rını ağacın gövdesine sapladı.
Ne depeşinden gitmekten dönmeme.
Bir kez daha. Emma dizleri üstüne çöktü.
Bunu yapabilmem için izin ver bana Melek, dahası, ölüm bizi
ayırana dek izin ver.
Bir kez daha. Acı bir dalga gibi yükseliverdi, güneş görün
mez olmuştu. Emma çığlık atıyor fakat kendi sesini duyamı-
yordu. Kulakları tıkanmıştı sanki, etraftaki her şey yok oluyor,
kendi içine kapanıyordu. Kırbaç beşinci kez indi ve altıncı, ye
dinci kez. Oysa Emma bir şey hissetmez hâle gelmiş, kendini
karanlığa bırakmıştı.
23
SEVMEK VE SEVİLMEK
627
Emma mutfak sandalyesinden kalktı. Dışarıda gökyüzü ka
rarmaya başlamış, batmakta olan güneşin ışıltıları kanalın sula
rına düşmüştü. “Gitmem gerek.”
“Ah, Em.” Emmanın annesi mutfak masasının etrafından
dolanıp kızının yanına geldi. Elinde Cortana’yı tutuyordu.
“Biliyorum.”
Emmanın zihninin içinde gölgeler dolanıyordu. Birisi elini
öyle sıkı tutuyordu ki Emmanın canı acıyordu. “Emma, lüt
fen,” dedi dünyada en çok sevdiği o ses. “Emma, kendine gel.”
Emmanın annesi kılıcı kızının ellerine koydu. “Çelik ve mi
zaç, kızım,” dedi. “Ve unutma, demirci Wayland’in yaptığı bir
kılıç her şeyi kesebilir.”
“Geri dön.” Babası, Emma’yı alnından öptü. “Geri dön
Emma, sana ihtiyaçları var.”
“Anneciğim,” diye fısıldadı Emma. “Babacığım.”
Emma kılıcı iyice sıktı. Mutfak etrafında dönmeye başlayarak
bir zarf gibi kapanıyordu. Annesiyle babası, uzun zaman önce
yazılmış kelimeler misali, mutfakla birlikte gözden kayboldular.
*>■633
“Birbirimize yalan söylememizden bıktım artık,” dedi
Emma. “Anlıyor musıın? Bıktım usandım artık Julian.”
Julian ellerini saçlarına daldırdı. “Bundan nasıl iyi bir sonuç çı
kar bilemiyorum,” dedi. “Her şeyin başıma yıkıldığı bir kâbustan
başka bir şey göremiyorum, sana sahip olmadığım bir yerde.”
“Şu anda bana sahip değilsin,” dedi Emma. “Önemli olan
şekilde değilsin. Gerçekçi anlamda.” Emma yatakta doğrulma
ya çalıştı. Sırtı ağrıyor, bacaklarıyla kollarını bitkin hissediyor
du. Sanki kilometrelerce yol koşmuş, dağ tırmanmıştı.
Julian’ın gözleri karardı. “H âlâ canın acıyor mu?”
Komodindeki eşyaları karıştırıp küçük bir şişe çıkardı.
“Malcolm bir süre önce yapmıştı bunu bana. İç.”
Şişe açık yeşil-altın sarısı bir renkte sıvıyla doluydu. Hafiften
şampanyaya benziyordu tadı. Emma bunu diktiği anda vücu
dunun her yanının uyuştuğunu hissetti. Kollarıyla bacakların
daki ağrı azaldı ve yerini ferah, büyük bir enerji aldı.
Julian şişeyi Emma mn elinden alıp yatağa bıraktı. Bir ko
lunu Emmânın dizleri altına, diğerini ise omuzlarının altına
soktu ve vücudunu yataktan kaldırdı. Emma bir süre şaşkınlık
içinde ona sarıldı. Kalbinin hızlı hızlı çarptığını hissedebiliyor,
sabun, boya ve karanfille karışık kokuyu alabiliyordu. Julian’ın
yanağına değen saçları yum uşacıktı.
“Ne yapıyorsun sen?” dedi Emma.
“Benimle gelmen gerek.” Julian ın sesi sertti. Sanki korkunç
bir şey yapmak için cesaretini toplam aya çalışıyordu. “Sana bir
şey göstermem lazım.”
“içi kesik kollarla dolu bir buzluğu olan bir seri katilmişsin
gibi konuşuyorsun,” diye m ırıldandı Emma, Julian omzuyla
kapıyı açarken.
ı “Konsey duysa bundan daha mutlu olabilirdi.”
j Emma yanağını Ju lian ın yanağına sürtmek, sakallarının
| sertliğini hissetmek istiyordu. Julian felaket bir hâldeydi, göm-
I legini ters giymiş, ayaklan çıplaktı. Emma öyle bir çekim ve
S arzu hissetti ki tüm vücudu gerildi.
i “Beni indirebilirsin,” dedi. “Gayet iyiyim. Prenses-taşıması
yapmana gerek yok.”
Julian bir kahkaha attı. Kesik, boğuk bir kahkahaydı bu.
“Böyle bir fiil olduğunu bilm iyordum ,” dedi. Yine de Emmayı
yere indirdi. Özenle ve yavaşça. Birbirlerine dayandılar. İkisi
de birbirlerine dokunm ayacakları ana katlanamayacaktı sanki.
Emmaın kalp atışları hızlandı. Julian ı boş koridorda takip
ederken, merdivenlerden atölyesine doğru çıkmaya başladıkla
rında hızlandı. Boyayla kaplanm ış masaya yaslanırken, Julian
pencerenin yanındaki çekm eceden anahtarı almaya giderken
hızlandı.
j Emma, Julian’ın derin bir nefes aldığını, omuzlarının kalktı-
i ğını gördü. K ırbaçlanm aya hazırlandığı anki gibi görünüyordu
| tıpkı.
Julian cesaretini toplam ayı başararak kilidi odanın kapısına
doğru gitti. O nun d ışın da hiç kim senin girmediği odanın ka
pısına. Kararlı bir şekilde anahtarı kilitte çevirdi ve kapı birden
açılıverdi.
Kenara çekildi. “İçeri gir,” dedi.
| Yılların kökleşmiş alışkanlığı ve Ju lian ın mahremiyetine
{ olansaygısı E m m aya engel oluyordu. “Emin misin?”
! Julian onaylam ak için başını salladı. Yüzü solgundu. Emma
i masanın başından çekilip içinde bir kaygıyla odanın karşı tara-
j fma geçti. Belki içeride sahiden de cesetler vardı. Her ne varsa,
I
I
e >635
1
korkunç bir şey olm alıydı. Ju lian ı d ah a önce hiç böyle bakar
ken görmemişti.
Emma odanın içine girdi. Bir an k en d in i aynalarla dolu bir
eğlence evine girm iş gibi hissetti. H er yüzeyden kendine ait
yansımaları ona bakıyordu. D uvarlar raptiyelenm iş desenler ve
yağlıboyalarla doluydu. Bir şövale de vardı ve tek pencerenin
yanındaki köşeye kurulm uştu. Ü stün de yarısı tam amlanmış bir
resim duruyordu. D oğu ve batı d u varları boyunca uzanan iki
tezgâhın üstü de sanat eserleriyle d o lu yd u .
Her imge Emma ya aitti.
İşte şurada Cortana’yı tutm uş, an tren m an yapıyor, Tavvy yle
oynuyor, D ru ya kitap okuyordu. Su lu b o yalardan birinde ba
şını ellerine yaslamış sahilde u yuyo rd u. O m uz kıvrım ına dair
detaylar, tenine şeker gibi yapışm ış k u m taneleri öyle sevgi dolu
çizilmişti ki Emma başının d ö n d ü ğü n ü hissetti. Bir başka re
simde, Los Angeles şehrinin tepesinde d ikiliyo rd u . Çıplaktı fa
kat vücudu saydamdı. Sadece silü etiyle geceleyin gökyüzünde
parıldayan yıldızların aydın lığı gö rülüyordu. Saçları göz alıcı
bir ışık gibi dökülüyor, her tarafı ayd ın latıyo rd u.
Dans ettikleri zaman Ju lian ın ona söylediklerin i hatırladı.
“Resmini yapm ayı düşünüyordum . S açların ın resmini yap
mayı. Doğru rengi bulabilm ek, saçlarının ışığı yakalayışını, par
layışını yansıtm ak için titanyum beyazı kullan m am gerektiğini.
Ama bu işe yaramaz, öyle değil mi? Saçlarındaki renklerin hepsi
bu değil, yalnızca altın sarısı değil: K ehribar, açık kahverengi,
karamel, buğday ve bal rengi.”
Emma saçlarına dokunm ak için elin i uzattı. Sıradan sarı dı
şında hiçbir şekilde bakm am ıştı saçlarına daha önce. Derken
şövalede duran resmine baktı. Yarısı bitm işti tablonun. Resimde
i Emma, Corranası kalçasın a bağlı, okyanus kenarında yürüyor
du. Resimlerin ço ğu n d a o ld u ğu gibi saçları açıktı. Julian saçla
rını gün batınım daki o k yan u s sularına, günün son ışınlarının
suyun rengini sert b ir a ltın rengine bürüdüğü sıradaki görün-
ı ciiye benzetmişti. B ir tan rıça kad ar güzel, sert ve korkutucu gö
rünüyordu Em m a.
; Emma dudağın ı ısırdı. “Saçlarım ı açık seviyorsun,” dedi.
| Julian kesik bir k ah k ah a attı. “Söyleyeceğin tek şey bu mu?”
i Emma dönüp d o ğ ru d an J u lia n a baktı. Birbirlerine çok ya-
| kın duruyorlardı. “Ç o k güzeller,” dedi Emma. “Neden daha
| önce hiç gösterm edin bana? Ya da bir başkasına?”
Julian iç geçirdi. Y üzüne ağ ır ağır, hüzünlü bir tebessüm ya
yıldı. “Em, bu resim lere b akan h iç kim senin sana hissettikleri
mi anlamaması m ü m k ü n d e ğ il.”
Emma elini tezgâha k o yd u . Birdenbire ayakları üstünde
dengede durabilecek b ir şey b u lm ak durum unda hissetmişti.
“Ne zamandır resim lerim i çiziyo rsun?”
Julian iç geçirdi. B ir an sonra elin i Emma nm saçlarına koy
du. Parmakları E m m a’n ın saç tutam ların a dolandı. “Kendimi
bildim bileli.”
“Eskiden çizdiğini h atırlıyo ru m am a sonra bırakmıştın.”
“Hiç bırakm adım ki. Sadece saklamayı öğrendim.”
Yüzündeki gülüm sem e k ayb o ld u . “Son sırrım da buydu.”
“Hiç sanm ıyorum ,” d ed i Em m a.
i “Hayatım boyunca d u rm ad an yalan söyledi m.” Julian yavaş
j yavaş konuşuyordu. “Yalan söylem e konusunda uzman oldum.
; Yalan söylemeyi d ü şü n m en in yık ıcı bir şey olabileceğini düşü-
; nemez oldum. H atta kö tü b ir şey olabileceğini. Ta ki o sahilde
! durup da sana karşı o şekilde hissetm ediğim i söyleyene dek.”
637
Emma tezgâhı öyle sıkı tutuyordu ki eli acıyordu. “O şekilde
hissetmek mi?”
“Biliyorsun işte ” dedi Ju lian elin i çekerken.
Emma birdenbire aşırı ileri g ittiğ in i, J u lia r iı fazla zorladığını
düşündü, ancak gerçeği bilm eye d air d u yd u ğ u o azılı ihtiyaç
bunun üstüne geçiverdi. “Senden işitm em gerek. Benim için
söyle, Julian.”
Julian kapıya doğru bir adım attı. T okm ağı tuttu. Bir an
Emma çıkıp gideceğini düşündü. D erken Ju lian küçük odanın
kapısını kapattı. K ilideyip onları oraya kap attı. Emma’ya dön
dü. Loş ışıkta gözleri parıldıyordu.
“Seni seviyorum,” dedi, her b ir k elim en in üstünde durarak.
“Seni seviyorum çünkü bana gerçeği söylüyorsun. Geldiğini
görmememe rağmen koridordaki a ya k seslerini tanıyabildiğim
gerçeğini seviyorum. H iç kim se o m erdivenleri senin gibi çıkıp
inemez. Akşamları uykuya dalm adan hem en önce, rüyaların
seni şaşırtıyormuş gibi soluklanm anı seviyorum . Sahilde dur
duğumuz zaman gölgelerim izin tek b ir beden olm asını seviyo
rum. Parmaklarınla tenim e yazm anı ve seni kulağım a bağıran
birinden çok daha iyi anlayabilm em i seviyorum . Seni bu şe
kilde sevmek istemezdim. Seni b u şekilde sevm em dünyadaki
en kötü fikir. Ama seni seviyorum işte. N e kadar çabalasam da
bundan vazgeçemiyorum.”
Emma tezgâhı bıraktı. Ju lian a doğru b ir adım attı. Ardından
bir adım daha. “Bana... Bana âşık m ısın?”
Julian’ın gülümsemesi yum uşak ve hüzünlüydü. “Hem de
nasıl.”
Bir an sonra Emma, Ju lian ın kolların da, onu öpüyordu.
Tam olarak nasıl yapm ıştı bunu bilem iyordu, sadece kaçınılmaz
r
642
Buradan gitmeme rağmen seni düşündüm, uzun, san örgüle
riyle o hassas kızı. Başına bir şey gelseydi Julian ın kalbi kırılırdı,
biliyordum.”
Emma yüreğinin hop ettiğini hissetti fakat Mark, “Kalbi kı
rılırdı,” derken olağan dışı bir durumdan bahsediyorsa da bu
belli olmuyordu.
“Bugün onu korudun,” dedi Mark. “Onun çekeceği kırbaç
cezasını sen üstüne aldın. Sana yaptıklarını izlemek kolay de
ğildi. Keşke beni kırbaçlam ış olsaydılar. Bunu binlerce kez di
ledim. Ama kardeşim in neden beni korumak istediğini biliyo-
! rum. Ve karşılığında, onu koruduğun için sana minnettarım.”
I Emma boğazındaki düğüm ü çözmek için soluklandı. “Buna
mecburdum.”
“Sana sonsuza dek borçlu kalacağım ,” dedi Mark. Sesi ver
diği sözler sözden de öte olan, peri diyarından bir prens gibi
I gelmişti.
“Ne istersen sana vereceğim .”
j “Bu büyük bir söz. B unu yapm ak zorunda...”
| “Ben istiyorum ,” dedi M ark kararlılıkla.
Bir süre sonra Em m a başını salladı ve içindeki tuhaf his yok
oluverdi. Peri M ark yeniden M ark Blackthorn olmuş, diğerle
rinin yanına gittikleri sırada E m m ayı soruşturma sürecine dair
bilgilendirmeye başlam ıştı. A rthur amcanın Emma ve peri kafi
lesi arasında geçen olayları öğrenmemesi için Julian, Cross Creek
; Caddesi ndeki pizzacıda Anselm Nightshade’le bir görüşme ayar-
! lamıştı. Nightshade önceden A rthur için bir araba göndermiş,
j akşam vakti olm adan birlikte döneceklerine söz vermişti.
Ailenin geri kalan ı kütüphanedeydi. Geceyansı Leydisi’yie
I ilgili bilgi arayışında bir yığ ın kitaba bakmışlardı.
i
643
“Herhangi bir şey buldular mı?” diye sordu Emma.
“Emin değilim. Tam kütüphaneye gitmek üzereyken Bay
Yakışıklı ve Seksi karşıma çıktı ve bir şeyler bildiğini söyledi.”
“Vay canına.” Emma elini kaldırdı. “Bay Yakışıklı ve Seksi ha?”
“Mükemmel Diego,” dedi M ark homurdanarak.
“Pekâlâ, bak, peri diyarından döneli çok olmuyor, farkında
yım ama insanlar dünyasında Bay Yakışıklı ve Seksi pek etkili
bir hakaret değildir. ”
Mark cevap verecek fırsatı bulamadan kütüphaneye varmış
lardı. İçeri girdikleri anda Emma kendisine doğru koşturup
kararlılıkla kucaklayan biri tarafından yere serildi. Livvy’di bu,
anında gözyaşlarına boğuldu.
“Ayyy,” dedi Emma etrafına bakınarak. İçerisi kâğıt istifle
riyle, kitap yığınlarıyla dolmuştu. “Liv, sargılara dikkat et.”
“O perilerin seni kırbaçlamasına izin verdiğine inanamıyo
rum, ah, nefret ediyorum onlardan, saraylardan nefret ediyo
rum, hepsini geberteceğim.”
“İzin vermek doğru ifade olm ayabilir,” dedi Emma. “Her
neyse, ben iyiyim. Canım acımadı bile diyebilirim .”
“Aaah, seni yalancı!” dedi Cristina, yanında Diego’yla bir kitap
yığınının ardından çıkıp. İlginç, diye düşündü Emma. “Yaptığın
çok kahramanca bir şeydi ama aynı zamanda aptalcaydı.”
Diego kahverengi gözlerinde ciddiyede E m m aya baktı.
“Olacaklardan haberim olsaydı burada kalır ve beni kırbaçla
malarım isterdim. Senden çok daha kaslı ve iriyim , muhteme
len çok daha ucuz atlatırdım.”
“Ben de gayet iyi atlattım,” dedi Emma sinirlenerek. “Ama
hantal bir dev olduğunu hatırlattığın için teşekkürler. Aksi
hâlde unutabilirdim.”
“Aaah! Kesin şunu!” Cristina İspanyolca bir şeyler söylendi.
Emma ellerini havaya kaldırdı. “Cristina, yavaş. ”
“Yardımı olur mu ki?” dedi Diego. “İspanyolca biliyor musun?”
“Pek sayılmaz,” dedi Emma.
Diego hafifçe gülümsedi. “Ah, iyi, bu durumda bize iltifat
ediyor.”
ı “Onların iltifat olm adığını gayet iyi biliyorum, "dedi Emma.
| Derken kapı açıldı ve Julian içeri girdi. Birdenbire herkesi ki-
î tapları taşıma, m asanın üstüne dizme ve kâğıtları ayırma konu
sunda görevler vermeye başladı. Ty yönetim kurulu toplantısını
i yürütüyormuş gibi m asanın başına oturmuştu. Emma’ya gü-
j lümsediği söylenemezdi ya, yan bakışlarından Emma gösterdiği
sevgiyi anlıyordu. A rdından Ty işine geri döndü.
Emma, Julian’a bakm adı, en azından şöyle bir göz atmak dı
şında bir şey yapm adı. Bunu yapabileceğini sanmıyordu. Yine
i de odanın öteki tarafında bulunan uzun masaya doğru yürür-
ı ken varlığını hissediyordu. Ju lian masanın yanına gelip Ty’m
|i solunda durdu ve notlarına baktı.
i “Tavvy’yle D ru nerede?” diye sordu Emma, bir kitap yığını-
| nın en üstündeki cildi kaldırırken.
“Tavvy ortalığı karıştırıyordu. D ru onu sahile götürdü,” dedi
Livvy. “Ty bir şeyleri çözmüş olabileceğini düşünüyor.”
“Kadının kim old uğunu,” dedi Ty. “Geceyarısı Leydisi’nin.
| Tavvy nin kitabı bana Blackthorn tarih kitaplarından okudu-
| gum hikâyelerden birin i h atırlattı.”
I “Ama Blackthorn tarih kitaplarının hepsine bakmıştım,”
dedi Julian.
Ty ona üstünlük taslar g ib i bir bakış attı. “Yüz yıl öncesi
ne kadar uzanan her şeye b aktık,” dedi. “Ama Tavvy’nin ki-
645
tabına göre Geceyarısı Leydisi âşık olması yasaklanmış birine
âşıkmış.”
“Biz de yasak aşk ne demek diye düşündük,” dedi Livvy he
vesle. “Yani, birbiriyle akraba olan insanlar ki bu iğrenç ve bir
birlerinden çok büyük ya da küçük insanlar ki bu da iğrenç ve
düşmanlık yemini etmiş kişiler, ki bu iğrenç değil de üzücü...”
“Star Wars\x sevenlerle Star Trek’ı sevenler gibi,” dedi Emma.
“Buradan nereye varacaksın Livs?”
“Ya da parabataıler, Silas Pangborn ve Eloisa Ravenscar
gibi,” diye sürdürdü konuşmasını Livvy. Emma o anda şaka
yaptığı için üzüldü. Julianm durduğu yerin, ona ne kadar ya
kın olduğununun, ne kadar gerildiğinin farkına varmıştı bir
denbire. “Ama bu pek olası görünmüyor. D olayısıyla biz de dü
şündük ki, Anlaşmalardan önce Aşağı D ü n yalılara âşık olmak
kesinlikle yasaklanmıştı. Böylesi büyük bir skandal olurdu.”
“Biz de daha önceki tarihlere baktık,” dedi Ty. “Ve bir şey
bulduk. Bir Blackthorn ailesinin bir büyücüye âşık olan bir kız
lan varmış. Kızla büyücü kaçacaklarmış fakat kızın ailesi onları
yakalamış. Kızı Demir Kız Kardeş olm aya göndermişler.”
“Ailesi onu dem ir bir şatoya k a p a t t ı M ark, Tavvy’nin kitabı
nı okuyordu. “Demek bu anlam a geliyor.”
“Peri masallarının diliyle konuşuyorsun,” dedi Diego.
“Sanırım pek de şaşırtıcı değil.”
“O hâlde kadın ondan sonra öldü,” dedi Emma. “Adı ney
miş peki?”
“Annabel,” dedi Livvy. “Annabel Blackthorn.”
Julian iç geçirdi. “Tüm bunlar nerede olm uş?”
“İngiltere'de,” dedi Ty. “İki yüz sene önce. A nnabel Lee bile
yazılmadan önce.”
“Ben de bir şey buldum,” dedi Diego. Ceket cebinden üs
tünde birkaç yaprağın bulunduğu, hafiften solmuş görünümlü
bir dal çıkardı. Bunu masaya koydu. “Sakın dokunma,” dedi
j Liwy elini uzatırken. Livvy elini geri çekti. “Güzelavrat otu bu.
ölümcül bir itüzümü. Sadece yendiği ya da kana karıştığı za
man öldürür ama yine de tehlikelidir.”
“Kesişim noktasından m ı bu?” dedi Mark. “Orada gör
müştüm.”
“Evet,” dedi Diego. “Sıradan güzelavrat otunuzdan çok daha
Ölümcüldür. Hayalet Pazar’dan aldığım oklara sürülenin bu ol
duğundan şüpheleniyorum.” Diego kaşlarını çattı. “Tuhaf olan,
bu bitki normalde C ornw all’da yetişir.”
“Büyücüye âşık olan kız,” dedi Ty. “O da Cornwairdaydı.”
Odanın içindeki her şey birdenbire fazlasıyla net, aydınlık ve
! sert görünmeye başlam ıştı. Beklenmedik bir anda netlenen bir
' fotoğraf gibiydi. “D iego,” dedi Emma. “Okları kimden aldın?
! Pazardaki okları?”
i Diego kaşlarını çattı. “Görüş yetisi olan bir insandan.
Sanırım adı Rook tu.”
“Johnny Rook,” dedi Ju lian . Emma’yla göz göze geldiğinde
bakışlarında ani bir farkm dalıkla kararmıştı. “Sence?..”
Emma elini uzattı. “Bana telefonunu ver.”
Emma telefonu Ju lian d an alırken diğerlerinin meraklı göz-
| lerle kendisine baktığının farkındaydı. Yürürken numarayı çe-
! virdi. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
! “Alo?”
i “Rook,” dedi Em m a. “Ben Emma Carstairs.”
| “Sana beni aram am am söylem iştim .” Rook’un sesi buz gi-
j biydi. “Arkadaşının, oğlum a yaptıklarından sonra...”
ı
647
“Şu anda benimle konuşmazsan bir sonraki ziyaretçilerin
Sessiz Kardeşlerden olacak,” dedi Em m a adam ın sözünü ke
serek, Sesinde öfke vardı, bununla birlikte bu öfkenin yalnızca
ufak bir kısmı ona yönelm işti. H iddeti içinde bir gelgit gibi
yükseliyordu. H iddet ve ihanete uğradığı hissi savaşıyordu için
de. “Bak, arkadaşıma birkaç ok sattığın ı biliyorum . Oklar ze
hirliymiş. Yalnızca M üritlerin G ardiyan in in ulaşabileceği tür
den bir zehir bu.” Emma o anda b lö f yapıyordu ama hattın
öteki ucundaki sessizlikten karanlığa sıktığı kurşunun çok uza
ğa gitmeyeceğini anlayabiliyordu. “K im olduğunu bilmediğini
söylemiştin. Yalan söyledin.”
“Yalan söylemedim,” dedi R ook b ir duraksam anın ardın
dan. “Adamın kim olduğunu b ilm iyo rum .”
“O hâlde bir adam olduğunu nereden biliyorsun?”
“Bak, adam her seferinde bir cübbe, eldivenler ve kapüşonuy
la geliyordu, tamam mı? H er tarafı kapalı hâlde. Kullanabileceği
bir bileşim hazırlamak için o yaprakları dam ıtm am ı istedi. Ben
de dediğini yaptım .”
“Okları zehirleyebilmek için, değil m i?”
Emma, Rook’un sesinden zoraki gülüm sediğini anlayabili
yordu. “Elimde çok az kalm ıştı, ben de biraz eğleneyim iste
dim. Yüzbaşılar Hayalet Pazar’a rağbet etm ez ve avratotu kul
lanmak yasa dışıdır.”
Emma, Rook’a bağırmak, eğlence olsun diye zehirlediği ok
lardan birinin az kalsın Julian’ı öldüreceğini haykırm ak istiyor
du. Yine de kendini tuttu ve sakince, “G ardiyan için başka ne
yaptın?” diye sordu.
“Sana hiçbir şey anlatm ak zorunda değilim Carstairs.
Gardiyanı o kadar iyi tanıdığım a dair hiçbir kanıtın...”
I “Sahi mi? O hâlde cesedin G öm üt’e bırakılacağım nereden
biliyordun?” Rook susuyordu. “Sessiz Şehirdeki hapishaneler
nasıldır biliyor m usun? İlk elden deneyim lem eyi istiyor musun
i sahiden?”
“Hayır.”
“0 hâlde onun için başka neler yaptın anlat. Gardiyan için.
Nekromansi yap tın m ı?”
“Hayır! Ö yle b ir şey yap m ad ım .” Rook işte şimdi biraz pa
niklemiş gibiydi. “M ü ritler için bir şeyler yaptım. Totemler
yaptım, beklenm edik şanslar elde etm elerini sağladım, parti
lere, galalara girişlerin i sağladım , birilerini onlara âşık ettim.
İşlerini kolaylaştırdım . B ü yü k şeyler değil bunlar. Sadece onları
I mutlu ettim ve orada kalm aların a değdiğine inanmalarını sağ-
! ladım. Gardiyan ın o n ları gözettiğine, istedikleri her şeyi elde
edeceklerine in an m aların ı.”
! “Peki, bunların k arşılığ ın d a G ardiyan senin için ne yaptı?”
! “Para,” dedi R ook hissizce. “Koruma sağladı. Evimi iblislere
i karşı korudu. O ad am ın b ü yü lü güçleri var.”
i “İnsanları kurban eden bir adam için çalıştın,” diye dikkati
ni çekti Emma. “Bu b ir tarik attı.”
| Rook basbayağı h ırlıyo rd u . “H er zaman var oldu bu tür
| şeyler. Gelecekte de var olacaklar. İnsanlar para ve güç ister
| ve bunları elde etm ek için her şeyi yaparlar. Bu benim suçum
| değil.”
“Tabii ya, insanlar para için her şeyi yapar elbet. Sen de bu-
j nun bir kanıtısın.” Em m a sin irin i kontrol altına almaya çaiışı-
, yordu fakat kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. “Bu adama dair bildiğin
| ne varsa anlat bana. Sesini tanıyor olmalısın. Yürüyüş biçimini,
ona dair tuhaf şeyleri...”
649
“Sürekli kumaşlara sarınmış olarak ortada dolaşan bir ada
mın her şeyi tuhaftır. Ayakkabılarını bile göremiyordum, ta
mam mı? Aklı başında bîri gibi konuşuyordu. Gömüt’ü sana
söylememi benden isteyen oydu. Bir yığın saçma laflar ediyor
du, bir keresinde L.A. e aşkını geri getirmeye geldiğini...”
Emma telefonu kapattı. Diğerlerine bakarken kalbi göğsün
den fırlayacak gibi çarpıyordu. “M alcolm ,” dedi. Kendi sesi ku
laklarına uzak ve tiz geliyordu. “Gardiyan MaJcoim.”
Hepsi Emma’ya sessizlik içinde, şaşkın gözlerle bakıyordu.
“Malcolm bizim dostumuz,” dedi Ty. “Bu... Böyle bir şey yap-
maz o.
"Ty haklı,” dedi Liwy. “S ırf Annabel Blackthorn bir büyü
cüye âşık diye...”
“Bir büyücüye âşıktı zaten,” diye tekrarladı lafını Emma.
“CornwalTdayken. Magnus, M alcolm ’un eskiden CornwaH’da
yaşadığım söylemişti. Cornvvall’dan gelen bir bitki kesişim
noktasında yetişiyor. Malcolm soruşturm ada bize yardım edi
yordu, ama aslında pek de yardım cı olduğunu söyleyemeyiz.
Ona verdiğimiz kâğıttaki tek bir kelim eyi bile tercüme etmedi.
Bunun bir ruh çağırma büyüsü olduğunu söyledi bize. Öyle
değil ama bu bir nekromansi büyüsü.” Emma bir ileri bir geri
yürümeye başladı. “Kırmızı taşlı yüzüğü var ve kesişim nokta
sında bulduğum küpeler yakuttu. Tam am , buradan nihai bir
sonuca varamayız belki am a kadın için elbiseler bulundurmalı,
öyle değil mi? Annabel için? O nu geri getirdiğinde etrafta me
zar kıyafederiyle gezemez sonuçta. N ekrom ansi yapan kişinin
kendisinden ziyade dirilttiği ölü için kıyafetler bulundurması
daha mantıklı.” Arkasını döndüğünde diğerlerinin gözlerinin
üstünde olduğunu gördü. “M alcolm L.A.’e enstitüye yapılan
saJdırıdan beş ay önce taşındı. Olay olduğu sırada burada bu
lunmadığını söylüyor ama ya öyle değilse? Kıdemli büyücüydü
o. O gün annemle babamın nerede olduğunu kolaylıkla bula-
| bilirdi. Onları öldürebilirdi.” Emma sırayla diğerlerine baktı.
Hepsinin yüzündeki ifade şaşkınlık ve şüphe arasında gidip ge
liyordu.
“Malcolm’un böyle bir şey yapacağını düşünmüyorum işte,”
dedi Livvy alçak sesle.
“Rook buluştuğu Gardiyan’ın kim liğini sakladığını söyledi
bana,” dedi Emma. “Fakat aynı zamanda Gardiyan aşkını geri
getirmek için L A . ye geldiğini söylemiş ona. Filmleri izlerken
Malcolm bize ne dedi hatırlıyor musunuz? Buraya gerçek açkı
diriltmek için geld im b e n ” Emma telefonunu öyle sıkıyordu ki
eli acıyordu. “Ya bu sözleri gerçekse? Kelime anlamıyla gerçek
se? Buraya gerçek aşkını diriltm ek için geldi. Annabel’i.”
Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda bu sessizliği bozan Cristina
olunca Emma şaşırdı. “M alcolm ’u pek iyi tanımıyorum, sizin
kadar da sevm iyorum ,” dedi yum uşak sesiyle. “Yani söylediğim
bir şey sizi üzerse şim diden beni affedin. Ama Emmanın haklı
olduğunu düşünüyorum . Bu şeylerden bir tanesi tesadüf olabi
lirdi. Ama hepsi olam az. A nnabel Blackthorn, CornwaH’da bir
büyücüye âşık oldu. M alco lm , Cornwall’da bir büyücüydü. Bu
bile kendi başına öyle şüphe uyandırıyor ki bunu araştırmak
gerekiyor.” Kahverengi gözlerinde samimi bakışlarla etrafına
bakındı. “Ü zgünüm . G ardiyan için bir sonraki adım Blackthorn
kanı. Dolayısıyla bekleyecek vaktim iz yok.”
“Üzülme C ristina. H aklısın ,” dedi Julian. Emma’ya bak-
i
! u. Emma gözlerinde söylem ediği kelimeleri okuyabiliyordu:
Bdinda, A rthurun d u ru m u n u bundan dolayı biliyordu .
651
“Onu bulmamız lazım,” dedi Diego. Net ve kararlı sesiyle
sessizliği bozmuştu. “Hemen harekete geçmeliyiz...”
Kütüphane kapısı birdenbire açıldı ve Dru koşarak içeri gir
di. Yüzü pembeleşmişti ve kahverengi dalgalı saçları örgülerin
den fırlıyordu. Az kalsın Diego’ya çarpacaktı, derken bir çığlık
atarak geri sıçradı.
“Dru?” Konuşan Mark tı. “Her şey yolunda mı?”
Dru başını sallayıp sekerek Julian’ın yanına gitti. “Neden
bana ihtiyacınız vardı?”
Julian şaşırmışa benziyordu. “Ne dem ek istiyorsun?”
“Tavvy’yle sahildeydim,” dedi Dru, soluklanm ak için masa
nın kenarına yaslanarak. “Sonra o geldi ve benimle konuşmak
istediğini söyledi. Ben de koşarak döndüm ...”
“Ne?” dedi Julian. “Seni çağırması için sahile kimseyi gön
dermedim Dru.”
“Ama o...” Dru birdenbire paniklem işe benziyordu. “Beni
hemen görmek istediğini söyledi.”
Julian ayağa kalktı. “Tavvy nerede?”
Dru’nun dudağı titremeye başlamıştı. “A m a o... Eve koşar
sam Tavvyyi eve getireceğini söyledi. O na bir oyuncak verdi.
Daha önce de Tavvy’ye bakmıştı, anlam ıyorum burada yanlış
olan?..”
“Dru,” dedi Julian dikkatle kontrol ettiği bir sesle. “O dedi
ğin kim? Tavvy kimde?”
Dru yutkundu, yuvarlak yüzü korku içindeydi. “Malcolm,”
dedi. “Malcolm’da.”
r
653
onun yanına gitti. Mark’ın elini kaldırıp tuttu. Emma masa
nın kenarını tutuyordu. Sırtındaki ağrıyı hissetmez olmuştu.
? Hiçbir şey hissetmiyordu.
Görebildiği tek şey Tavvy’ydi. Tavvy’cik, Blackthornların
en küçüğü. Kâbuslar gören Tavvy, beş sene önce savaşın harap
ettiği enstitüde kollarında taşıdığı Tavvy. Jules’ün atölyesinde
boyalara bulanmış Tavvy. Aralarında tek bir m ühür bile taşıya
mayan deriye sahip tek kişi olan Tavvy. Başına gelenleri, neden
lerini anlamayan Tavvy.
“Bir dakika,” dedi Dru. “M alcolm bana bir not verdi. Sana
vermemi söyledi Jules.” Dru, Livvyden uzaklaşıp elini cebine
soktu ve katlanmış bir kâğıt çıkardı. “Bize okumamam söyledi,
özelmiş.”
Tyın yanına gitmiş olan Livvy tiksinti dolu bir ses çıkardı.
Julian ın yüzü bembeyaz kesmiş, gözleri ateş saçıyordu. “Özel
mi? Özeline saygı duymamızı m ı istiyor?” Ju lian , Dru’nun elin
den kağıdı kapıp yırtarcasına açtı. Emma kâğıdın üstüne büyük
harflerle yazılmış notu şöyle bir görüverdi. Ju lian ’ın yüzü şaş
kınlıktan donup kalmıştı.
“Ne yazmış Jules?” diye sordu M ark.
Julian kâğıtta yazan kelimeleri yüksek sesle okudu. “SENİ
DİRİLTECEĞİM, ANNABEL LEE *
İçeride ani bir patlama oldu.
657
Siyah saçlı figür yırtık pırtık, kanlı kıyafetleri içinde incecik
bir oğlandı. Gevşemişti. Mark onun üstünde dizleri üstünde
duruyordu. Elini hançerine uzattı ve hançer parıldadı. Emma
İmi davetsiz misafirin Kieran olduğunu fark etti.
Mark bıçağını Kieran ın boğazına dayadı. Kieran bıçağın al
tında kaskatı kesildi.
"Seni buracıkta öldürmem lazım,” dedi M ark sıktığı dişleri
nin arasından. “Boğazımı kesmeliyim.”
Dru hafif bir ses çıkardı. Elini uzatıp onu rahatlatmak
için omzuna koyanın Diego olması Emma’yı şaşırttı. İçinde
DiegoVa karşı az da olsa bir sevgi kıvılcım landı.
Kieran dişlerini gösterdi, ardından başını arkaya eğerek boy
nunu açtı. “Durma,” dedi. “Öldür beni.”
“Burada ne işin var?” M ark hırıltıyla nefes alıyordu. Julian
onlara doğru bir adım attı.
Eli kalçasında, atış bıçağının kulpundaydı. Emma, Julian’ın
o uzaklıktan Kieran’ı vuracağını biliyordu. Ve M ark tehlikeye
düştüğü anda bunu yapardı.
Mark bıçağı tutarken eli titremiyordu fakat yüzünde acı dolu
bir ifade vardı. “Burada ne işin var?” diye sordu tekrar. “Senden
nefret ettiklerini bile bile neden buraya geliyorsun? Neden seni
öldürmeye mecbur etmek istiyorsun beni?”
“Mark,” dedi Kieran. Elini uzatıp M ark’ın kol yenini kav
radı. Yüzü özlem doluydu. Alnına düşen saçlarında lacivert tu
tamlar vardı. “Mark, lütfen. ”
Mark kolunu sallayarak K ieranın elinden kurtardı.
“Kırbaçladığınız kişi ben olsaydım seni affedebilirdim,” dedi.
“Ama sevdiğim insanlara sürdünüz ellerinizi, işte bunu affede-
mem. Emma gibi sen de kan dökm elisin.”
“Yapma! Mark!” Emma paniğe kapılmıştı. Kieran için de
ğildi bu, bir yanı onun kan döktüğünü görmek istiyordu. Onu
panikleten M arktı. Kieran ı öldürmek bir yana, ona zarar ver
menin Markta bırakacağı izler yüzünden.
“Sana yardım etmeye geldim,” dedi Kieran.
Mark bir kahkaha attı. “Burada yardımını da istemiyoruz.”
“Malcolm Fade’i biliyorum ,” dedi Kieran nefes nefese.
“Kardeşini kaçırdığını biliyorum .”
Julian gırtlağından bir ses çıkardı. Mark’ın bıçağı tutan eli
nin kanı çekildi. “Bırak onu M ark,” dedi Emma. “Tavvy’ye dair
herhangi bir şey biliyorsa, ne olduğunu öğrenmek zorundayız.
Bırak onu.”
“Mark,” dedi C ristina yum uşak bir tavırla. Mark vahşi bir
hareketle Kieran’ın üstünden kalktı ve geriye çekildi. Sonunda
julian5tn yanına gelm işti. Julian da kendine işkence edecek ka
dar sıkı tutuyordu bıçağını.
Kieran acı içinde, ağır ağır ayağa kalktı ve içeridekilere baktı.
Emma’nın ilk kez Sığınak’ta gördüğü o nazik ve soylu prens
ten öyle uzak görünüyordu ki. Gömleğiyle bol pantolonu kan
lekesi olmuş, yırtılm ıştı, yüzü morarmıştı. Sinmiş veya kork
muş bir hâli yoktu, ancak bu kahramanlıktan ziyade çaresizliğe
dair bir hâle benziyordu: Görüşünden duruşuna, Marka bakı
şına kadar ona dair her şey kendi başına gelecekleri zerre kadar
önemsemeyen biri olduğunu söylüyordu.
Kütüphane kapısı birdenbire açıldı ve Ty’la Livvy içeri girdi.
“Her şey kapanm ış,” diye bağırdı Livvy. “Tüm telefonlar, bilgi
sayar, hatta radyolar.”
Livvy karşısındaki m anzaraya bakarken sustu. Odadakilerin
karşısında duran K ieran.
p Kieran hafifçe bir baş selamı verdi. “Ben Vahşi Avdan
?' |7*
Kieran.
»
«a
m fark ermeyecektiniz. Bu uğurda Jo h n n y Rook’u da kullandı.
Meyve vermeyecek bir soruşturm aya dalm anızı istedi. Mark’ın
varlığı Konsey ya da Sessiz K ardeşlerden yardım istemekten alı
koyacaktı sizi, böylece M alcolm ’un M ü ritlerle yaptığı işi, eski
aşkını diriltme girişim lerini m uhafaza edecekti. M alcolm yap
ması gerekeni yaptığı zam an bir B lackthorn alacaktı, çünkü bir
Blackthornün ölüm ü büyünün son an ah tarı olacaktı.”
“Malcolm bunu nasıl yapabilir?” dedi Livvy, şaşkınlık dolu
bir dehşet içinde. “Tavvy’yi çok seviyor. O nunla saatlerce oy
nadı, ona oyuncaklar getirdi. Tavvyyi öldüremez. Yapamaz
bunu.”
“Bir düzine insanın ölümünden sorum lu o Livvy,” dedi
Julian. “Belki daha da fazla.”
“İnsanların içinde birden fazla kişi vardır,” dedi Mark ve ko
nuşurken Kieran’a şöyle bir baktı. “Büyücülerin de öyle.”
Emma elleri melek bıçaklarında, öylece dikiliyordu. Julian
her zamanki gibi onun hislerini içinde duyuyordu, sanki yüreği
onun yüreğinin bir aynasıydı. Boğazı düğüm leyen bir çaresizlik
ve kaybın üstünden yükselen ateş gibi bir öfke. Julian elini ona
uzatmayı her şeyden çok istiyordu am a herkesin önünde bunu
yapmayı göze alamıyordu.
Emma’ya dokunduğu anda herkes aklından geçenleri, ger
çek hislerini görebilecekti. Şu anda böyle bir risk almasının hiç
bir yolu yoktu. Küçük kardeşi için duyduğu korkudan içi içini
yerken, diğer kardeşlerinin m oralini bozm am ak uğruna göste
remediği korkudan içi içini yerken yapam azdı bunu.
“Herkesin içinde birden fazla kişi vardır,” dedi Kieran. “İster
iyi ister kötü olsun, giriştiğimiz tek bir eylem den ibaret de-
i ğdiz.” Marka bakarken gümüş rengi ve siyah gözleri parıldı-
yordu. Gölge Avcılan’nın eşyalarıyla dolu olan bu odada dahi,
Avın ve peri diyarının vahşiliği yağmur ya da yaprak kokuları
gibi Kierariın üstüne yapışmıştı. Julian m kimi zaman Markta
hissettiği vahşilikti bu, yanlarına döndüğünden beri azalmak
la birlikte ara ara kendini uzaktan açılmış bir ateş gibi kısacık
parlamalarla gösteriyordu. Bir an ikisi de Julian a çevreleriyle
tamamen uyumsuz, vahşi yaratıklar gibi göründü.
“Cesetlerin üstüne yazılan şiir,” dedi Cristina. “Kara kitapta
bahsedilen şiir. H ikâye bunun Malcolm’a Unseelie Sarayı’nda
verildiğini söylüyor.”
“Peri hikâyesi de aynı şekilde gidiyor,” dedi Kieran.
“Malcolm’a ilk başta sevgilisinin Demir Kız Kardeş olduğunu
söylediler. Sonrasında M alcolm sevgilisinin kendi ailesi tarafın
dan öldürüldüğünü öğrendi. C anlı canlı mezara koyulduğunu.
Bubilgi onu Unseelie Sarayı kralına gitmeye ve ölüleri diriltme
nin herhangi bir yolu olup olm adığını sormaya itti. Kral ona bu
tekerlemeyi verdi. Bunlar talim atlardı. Sadece onları uygulama
yı öğrenmesi ve kara kitabı bulm ası yaklaşık bir yüzyılını aldı.”
“Demek saldırı sırasında kütüphane o yüzden yıkıldı,” dedi
Emma. “Arayan hiç kim se kitabın kaybolduğunu fark etmesin
diye. Pek çok kitap kaybolm uştu.”
“Peki, Iariath neden M alcolm ’a M üritlerin insanların yanı
sıra perileri de öldürebileceğini söyledi?” dedi Emma. “Sahiden
Malcolm’la iş birliği içindeyse...”
“Bu Iarlath’ın istediği bir şeydi. Saraylarda düşmanlan vardı.
Bunlardan bir kısm ından kurtulm ası için elverişli bir yoldu bu.
Malcolm, M üritlerine onları öldürtecek, böylece cinayetlerin
ucunda Iarlath’ın olduğu anlaşılm ayacaktı. Bir perinin soylu bir
periyi öldürmesi, kesinlikle affedilmez bir suçtur.”
“Annabefin cesedi nerede?” diye sordu Livvy. “CornwalPa
gömülmüş değil mi? Mezarının üstü orada kapatılmış değil mir
Azgın sahildekiyattığ ın y e rd e ?
“Kesişim noktalan zaman ve mekândan bağımsız yerler
dir,” dedi Kieran. “Kesişim noktasının kendisi ne burada ne
Comwairda ne de başka gerçek bir mekânda. Ara bir yer orası,
tıpkı peri diyarı gibi.”
“Muhtemelen CornwaH’dan da girilebiliyordur. O bitkiler,
kesişim noktasının girişinde bu yüzden yetişiyor olabilir,” dedi
Mark.
“Peki, tüm bunların Annabel Lee şiiriyle ilgisi ne?” diye sor
du Ty. “Annabel ismi, hikâyelerdeki benzerlikler... Tesadüften
fazla gibi geliyor.”
Siyah saçlı peri prensi sadece başını sallam akla yetindi. “Tek
bildiğim Iarlath’ın bana anlattıkları ve peri ilm ine dair şeyler.
Ne Annabel ismini ne de o fani şiirini biliyordum .”
Mark hiddetle Kierana döndü. “Iarlath şim di nerede?”
Kieran ona baktığında gözleri parlıyor gibiydi. “Burada za
man kaybediyoruz. Kesişim noktasına doğru yola çıkmalıyız.”
“Hakkı var.” Diego tam amen kuşanm ıştı. Takımı, birkaç
kılıç, bir balta, kemerinde atış bıçakları. T akım ının üstüne si
yah bir pelerin giymiş, omuz kısm ını yüzbaşıların rozetiyle
tutturmuştu. Rozette yapraksız bir dalla P rim i Ordines keli
meleri vardı. Julian onu görünce ken dini çıplak hissetmişti.
“Büyülü çizgilerin kesişim noktasına gid ip Fade’i durdurma
lıyız.”
Julian etrafına bakındı. E m m aya ve M a rk a , ardından Ty
ve Livvyye, en son ise Dru’ya. “Kendimizi bildiğimizden beri
Malcolm’u tanıdığımızın farkındayım . Am a o bir katil ve ya-
lancı. Büyücüler ölümsüzdür ancak kurşun işlemez değildirler.
Onu gördüğünüz zaman bıçağınızı kalbine saplayın.”
Bir sessizlik çöktü. Sessizliği bozan Emma oldu. “Annemle
babamı öldürdü,” dedi. “Kalbini kesip çıkaracak olan benim.”
Kieran kaşlarım havaya dikti fakat hiçbir şey söylemedi.
“Jules.” Konuşan M ark’tı. Yer değiştirmişti ve Julian ın he
men yanında duruyordu. Cristina nın kestiği saçları darmadağı
nıktı. Gözlerinin altında halkalar oluşmuştu. Bununla birlikte,
Julian’ın omzuna koyduğu elinde güç vardı. “Bana bir mühür
yapar mısın kardeşim? Zira m ühür olmaksızın savaşta etkisiz
kalacağımdan korkuyorum .”
Julian elini hiç düşünm eden steline götürdü. Ardından dur
du. “Emin misin?”
Mark başını salladı. “Kâbusları yenmenin vakti geldi.”
Tişörtünün yakasını kenara ve aşağı çekip omzunu açtı.
“Cesaret,” dedi, m ührün ism ini söyleyerek. “Ve çeviklik.”
Diğerleri kesişim noktasına gitm enin en hızlı yolunu tar
tışıyorlardı. Oysa Ju lian elini M a rk ın sırtına koyup özenle iki
mühür çizerken Emma’yla Kieran’ın gözlerinin üstünde oldu
ğunun farkındaydı. M ark stelin ilk temasında gerildi fakat he
men gevşeyerek yu m uşak bir şekilde nefes verdi.
Julian işini bitirdikten sonra ellerini indirdi. Mark doğrulup
ona döndü. H iç ağlam am ış olm asına rağmen iki renkli gözle
ri parlıyordu. Bir an Ju lia n la ağabeyinden başka kimse yoktu
çevrelerinde.
“Neden?” dedi Ju lian .
“Tavvy için,” dedi M ark. Birdenbire, M arkın ağzının du
ruşunda, çenesindeki kararlı çizgide, Julian kendini görüver
di. “Ve,” diye ekledi M ark, “bir Gölge Avcısı olduğum için ”
B S .^ 0 ^ 9
Kieran a doğru bakrı. Kieran stel kendi tenini kavurmuş gibi
bakıyordu onlara. Aşk ve nefretin kendine has, gizli dili vardır,
diye düşündü Julian. O sırada M ark’la Kieran bu dilden konu
şuyordu. “Ve bir Gölge Avcısı olduğum için,” dedi Mark tekrar.
Dikleşti ve gömleğini indirdi. Gözleri gizli bir meydan oku
mayla doluydu. “Bir Gölge Avcısı olduğum için .”
Kieran neredeyse şiddetle masadan çekildi. “Size bildiğim
her şeyi anlattım,” dedi. “Gizli kalan başka bir şey yok.”
“O hâlde gidiyorsun sanırım,” dedi M ark. “Yardımın için
teşekkürler Kieran. A va dönüyorsan Gwyn e söyle geri gelme
yeceğim. Ne hüküm verirlerse versinler asla dönmeyeceğim.
Yemin ederim...”
“Yemin etme, ” dedi Kieran. “İşler ne yönde değişecek bil
miyorsun.”
“Bu kadar yeter.” M ark arkasını dönecek oldu.
“Küheylanımı yanımda getirm iştim ,” dedi Kieran. Markla
konuşuyordu fakat herkes onu dinliyordu. “Av’a ait bir peri kü-
heylanı havalanabilir. Yollar yolculuğum uzu yavaşlatmaz. Ben
önden gidip sizler gelene kadar kesişim noktasında olacakları
geciktireceğim.”
“Ben de onunla gidiyorum,” dedi M ark sertçe.
Herkes ona şaşkınlıkla baktı. “Iu,” dedi Emma. “Yolda onu bı
çaklamana izin vermiyorum Mark. Sonradan ihtiyacımız olabilir.”
“Kulağa ne kadar hoş gelse de böyle bir planım yoktu zaten,”
dedi Mark. “îki savaşçı bir savaşçıdan daha üstündür.”
“İyi düşündün,” dedi Cristina. Kelebek bıçaklarını kemerine
soktu. Emma melek bıçaklarının sonuncusunu da bağladı.
Julian savaş beklentisinin kanını donduran o tanıdık hissini
damarlarında hissetti. “Hadi gidelim .”
670
Hep birlikte aşağı in erlerken Ju lian kendini Kieran ın yanın-
j d a buldu. T üyleri d ik en d ik en olm uştu. Kieran tuhaflığı, vahşi
büyüyü, A vın cani terk in i sim geliyordu. M ark onda sevecek ne
| bulmuştu an layam ıyo rd u.
“Ağabeyin senin h a k k ın d a y an ılm ış,” dedi Kieran girişe doğ-
j ru merdivenlerden in erlerken .
| Julian etrafına bakındı. Görünüşe bakılırsa, kimse onları
1 dinlemiyordu. Cristina, Emma’nın yanındaydı, ikizler birlik-
ı teydi ve Dru utangaç bir tavırla Diego yla konuşuyordu.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Julian ihtiyatla. Geçmiş
! deneyimlerinden peri halkına, sözel tuzaklarıyla yanıltıcı imala-
nna karşı tetikte olm ak gerektiğini öğrenmişti.
“Senin şefkatli biri olduğunu söylemişti,” dedi Kieran.
j “Tanıdığı en şefkatli kişi.” Kieran gülümsedi. Bu tebessüm yü
züne soğuk bir güzellik verm işti, buzun kristale benzer yüzeyini
| andırıyordu. “Şefkatli değilsin. Acımasız bir yüreğe sahipsin.”
Julian bir süre sessiz kaldı. Tek duyduğu merdivenlerden
inen ayak sesleriydi. En son adım ında Kieran a döndü,
i “Bunu sakın aklından çıkarm a,” dedi ve yürüyüp gitti.
671
gözlerinin üstüne düşerek uzun kirpiklerine karışmasına kadar.
Mark bu kirpiklerin eğimi, kıvrım ı karşısında büyülendiğini
hatırlıyordu. Tenine değdiklerinde verdiği hissi hatırlıyordu.
“Neden?” dedi Kieran. Biraz uzakta, M ark5a dönük duruyor
du. Tokat yemeyi bekliyormuş gibi kaskatı kesilmişti. “Neden
benimle geliyorsun?”
“Çünkü seni gözlemek gerekiyor,” dedi M ark. “Bir zamanlar
sana güvenebilirdim. Artık güvenm iyorum .”
“Söylediğin gerçek değil,” dedi Kieran. “Seni tanıyorum
Mark. Yalan söylediğin zaman anlarım .”
Mark ona doğru döndü. K ieran’dan her zam an biraz kork
muştu, bunu şimdi fark ediyordu: R ütbesin in gücünden, ken
dine olan şüphesiz güveninden. Bu korku yoktu artık. Sebebi
omzundaki cesaret m ührü m üydü yoksa K ieran ın yaşaması
artık onu eskisi kadar ilgilen dirm iyor m u yd u , bunu bilemi
yordu. Onu istemek, onu sevm ek... B un lar farklı konulardı.
Oysa iki türlü de hayatta k alab ilird i. Ne de olsa bir Gölge
Avcısı ydı.
“Tamam,” dedi M ark ve pekâlâ dem esi gerektiğini biliyordu,
ancak bu dil ona hitap etm iyordu artık. Peri diyarının soylu
konuşma biçimi içini ısıtmıyordu. “Sana neden seninle gelmek
istediğimi söyleyeceğim.”
Derken beyaz bir şey parıldadı. K üheylan ufak bir tepeye
çıkmış, onlara doğru koşuyordu. Sahibinin çağrısına kulak ver
mişti. Mark’ı gördüğünde kişnedi ve burnunu omzuna sürttü.
Mark küheylamn ensesini okşadı. Av’da yüzlerce kez
Kieran la onu taşımıştı, yüzlerce kez tek bir atı paylaşmış bir
likte yolculuk etmiş, birlikte savaşmışlardı. Kieran atın üstüne
j - çıkarken bu tanıdıklık M ark’ın tüylerini diken diken etti.
Kieran yukarıdan M ark’a baktı. Kanlı kıyafetlerine rağmen
prens olduğu her hâlinden belliydi. Yarı kapalı gözleri gümüş ve
siyah renkli hilalleri andırıyordu. “Söyle o hâlde,” dedi.
Mark, K ieranın arkasına binerken çeviklik mührünün yan
dığını hissetti.
Hiç düşünmeden kollarını Kieran a dolayıp ellerini her za
man koyduğu yere, K ieran ın kemerine koydu. Kieranın sertçe
nefes aldığını hissetti.
Başını Kieran ın om zuna koym ak istiyordu. Ellerini Kieran m
ellerinin üstüne koym ak, parm aklarını onun parmaklarına do
lamak istiyordu. Av’ın içinde yaşarken hissettiklerini hissetmek
istiyordu. KieranTa birlikte güvende olduğunu, Kieran varken
onu asla terk etm eyecek birinin olduğunu.
Ancak terk edilm ekten çok daha kötü şeyler vardı dünyada.
“Çünkü,” dedi M ark, “Son bir kez Av’da seninle birlikte yol
culuk yapmak istedim .” K ieran ın irkildiğini hissetti. Bunun ar
dından, peri oğlan öne doğru eğildi ve Mark, onun küheylana
peri dilinde birkaç kelim e söylediğini işitti. At koşmaya başla
dığında Mark elini arkasına götürüp Julian’ın mühürleri yaptığı
yere dokundu. Stel tenine değdiği an içini bir korku sarmıştı,
ardından yayılan rahatlam a hissiyle şaşırmıştı.
Belki de cennetin m ühürleri gerçekten tenine aitti. Belki de
nihayetinde onlar için yaratılm ıştı.
Küheylan gökyüzüne yükselirken Kieran’ı sıkıca tuttu.
Toynakları havayı kargılarken aşağıda kalan enstitü giderek
uzaklaşmaya başladı.
675
25
AZGIN SAHİLDE YATTIĞIN YER
677
Meşum görünümlü lekelerle dolu madeni bir kâse Tavvy ni^
başının yanına yerleştirilmişti. Bunun yanında ise çentik dişli
bakır bir bıçak vardı.
Cadı ışığı içeride canlı varlıklarmış gibi gezinen gölgeleri ya-
rıverdi. Emma mağaranın gerçek büyüklüğünü, ne kadarının
değişen ilüzyonun bir parçası olduğunu merak ediyordu.
Livvy, kardeşinin adını haykırarak öne doğru atıldı. Julian
onu yakaladı ve geriye çekti. Livvy inatla Ju lian a karşı koyma
ya çalışıyordu. “Onu kurtarmamız gerek,” diye tısladı Livvy.
“Onun yanına gitmemiz...”
“Orada koruyucu bir halka var,” diye tısladı Julian aynı şe
kilde. “Yerde, etrafına çizilmiş. O radan geçersen ölebilirsin.”
Birisi usulca mırıldanıyordu. Cristina’ydı bu, dua ediyor
du. Mark kaskatı kesildi. “Sessiz olun,” dedi. “Birisi geliyor.”
Ellerinden geldiğince karanlığa doğru çekildiler. Debelenmeyi
sürdüren Livvy bile. Julian m cadı ışığı sönüverdi. Karanlıklar
arasından biri çıkmıştı. Uzun, siyah bir cübbe içindeydi, kapü
şonu yüzünü gizliyordu. Adam h er seferin d e b ir cübbe, eldivenler
ve kapüşonuyla geliyordu, tamam m ı? H er ta r a f kapalı hâlde.
Emmanın kalp atışları hızlanm aya başladı.
Bu kişi masaya yaklaştı ve koruyucu halka bir kilit gibi
açıldı. Mühürler gözden kaybolup silin d iklerin d e içinden ge
çebileceği bir boşluk oluştu. Başını eğerek Tavvy’ye daha da
yaklaştı.
Ve daha yakınına geldi. Emma etrafındaki Blackthorn’ların
canlı bir varlığa benzeyen korkusunu her yan ında hissedebili
yordu. Ağzında kan tadı vardı. D udağını ısırıyordu, öyle sert
ısırıyordu ki öne doğru atılm ak halkanın içinden geçmek
Tavvyyi kapıp koşmak istiyordu.
! Livvy kendini Julian’dan kurtardı ve mağaraya dalıverdi.
; “Hayır!” diye bağırdı. “Kardeşimden uzak dur yoksa seni öldü
rürüm, öldürürüm...”
i
| Kapüşonlu figür olduğu yerde donakaldı. Yavaş yavaş başını
kaldırdı. Kapüşonu düştü ve uzun, dalgalı, kahverengi saçları
dökülüverdi. Esmer teninde tanıdık bir koi dövmesi parıldadı.
I “Livvy?”
“Diana?” dedi Ty, kardeşinin şüphesini dillendirerek. Livvy
sus pus olmuştu.
Diana masadan uzaklaşıp onlara baktı. “Melek adına,” dedi
nefes nefese. “Kaç kişi geldiniz?”
Konuşan Julian oldu. Sesi ölçülüydü, Emma bu şekilde ko
nuşmak için harcadığı çabayı hissedebiliyordu. Diego gözlerini
! kısmış, öne eğildi. J a ce H erondale ve Lightıuood’lar da kendi eğit
menlerinin ihanetine uğradı. “Hepimiz,” dedi Julian.
“Dru da mı? B unun ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyor-
i sunuz. Julian, herkesi dışarı çıkarm alısın.”
“Tavvy olm adan asla,” dedi Emma öfkeyle. “Diana, ne halt
ediyorsun sen? Bize T ayland’da olduğunu söylemiştin.”
“Eğer öyleyse bile B angkok Enstitüsü’nde kimsenin haberi
yoktu,” dedi Diego. “A rayıp kontrol ettim.”
“Bize yalan söyledin,” dedi Emma. Iarlath’ın sözlerini hatır
ladı: Aptal Gölge A vcıları , kim e gü veneceğinizi dahi bilmeyecek
kadar naifiiniz. M alco lm ’u m u yoksa Diana’yı mı kastetmişti?
“Ayrıca tüm bu soruşturm a boyunca yanımıza bile gelmedin,
sanki bizden bir şeyler saklıyor gib i...”
Diana irkildi. “E m m a, düşündüğün gibi değil.”
“0 hâlde nasıl? Ç ü n k ü burada bulunm ak için ne tür bir se
bebin olabilir tahm in edem iyorum .”
- /* > 7 ft — -
Bir ses işitildi. Karanlıklar arasından, yaklaşmakta olan bi
rinin ayak sesleri. D iana elini havaya savurdu. “Geri çekilin,
uzaklaşın!”
iMalcolm tam göründüğü anda Julian , Livvy’i yakalayıp kar
deşini karanlığa doğru geri çekti.
Malcolm.
Her zaman nasılsa öyle görünüyordu. K otu ve saçlarına uy
gun beyaz keten ceketi içinde biraz pejm ürde. Elinde deri bir
kayışla bağlanmış, büyük siyah bir kitap taşıyordu.
“Sahiden şenmişsin dem ek,” diye fısıldadı D iana.
Malcolm sakince ona baktı.
“Diana Wrayburn,” dedi. “B ak hele. Seni burada görmeyi
ummuyordum. Kaçtın sanm ıştım .”
Diana ona döndü. “Ben kaçm am .”
Malcolm yine D ian ay a bakıyor gibi görünüyordu. Sanki
Tavvy’nin ne kadar yakınında oldu ğu n u anlam ak istiyordu.
“Çocuğun yanından çekil.”
Diana yerinden kım ıldam adı.
“Dediğimi yap,” dedi M alcolm, Kara Kitap’ı ceketine sokarken.
“Senin için bir şey ifâde etmiyor zaten. Bir Blackthorn değilsin.”
“Ben onun eğitmeniyim. Benim ellerim de büyüdü.”
“Ah, yapma am a,” dedi M alcolm . “O çocuklar umurunda
olsaydı enstitü başkanı görevini yıllar önce kabul ederdin. Ama
sanırım, bunu neden yapm adığını hepim iz biliyoruz.”
Malcolm sırıttı. Bununla beraber tüm yüzü değişiverdi.
Emmânın onun suçluluğuna dair herhangi bir şüphesi kalmış
sa o anda hepsi yok olm uştu. D eğişken, neşeli yüz hatları sert
leşmişe benziyordu. Bu tebessümde bir zalim lik vardı, bomboş,
dipsiz bir kayıpla çevrelenmiş bir acımasızlık.
T
68i
öte yana çevirerek. “Senden şüphelenemeyecek kadar.” Bir an
683
ayağa kalkmaya çalıştığında dizlerinin b ü kü ldü ğün ü fark etti.
Görünmez bağlarına vuruyordu.
“Yerinden hareket edemeyeceksin,” dedi Malcolm, sıkılgan
bir sesle. “Felç olmuş hâldesin. Seni anında öldürebilirdim el
bette, ama eh, az sonra yapacağım şey büyük bir marifet ve her
marifetin bir seyirciye ihtiyacı vardır. M alcolm beklenmedik
bir şekilde gülümsedi. “Sanırım sahip olduğum seyirci kitlesini
unutmamalıyım. Sadece yeterince harekedi değiller.”
Birdenbire mağaranın içi ışıkla doldu. Taş masanın ardında
ki koyu karanlık yok olmuştu ve Emma m ağaranın epey ötelere
uzandığını görüyordu. Kilise oturaklarına benzeyen uzun sıra
lar hâlinde koltuklar vardı ve hepsi insanlarla doluydu.
“Müritler,” dedi Ty. Onları daha ön ce sad ece enstitü pencere
lerinden gördü, diye düşündü Emma. Acaba bu kadar yakından
görürken ne düşünüyordu? M alcolm’un tüm bu insanlara li
derlik ettiğini, onların üstünde her şeyi yaptıracak kadar büyük
bir güce sahip olduğunu bilmek tuhaftı. H epsinin gülünç bir
karakter olarak düşündüğü M alcolm , ayakkabı bağcıklarını bir
birine bağlayan Malcolm.
Müritler gözlerini kocaman açmış, elleri kucaklarında çıt
çıkarmadan oturuyordu. Bu hâlleriyle sıra sıra dizilmiş oyun
cak bebekleri andırıyorlardı. Emma, Belinda’yı ve Sterling’i
almaya gelen birkaç kişi tanıdı. Başlarını bir yana eğmişlerdi.
Meraklarım gösteren bir hareket, diye düşündü Emma. Derken
bu eğimin açısının ne kadar tuhaf göründüğünü fark edince
onları böylesi kımıldamadan tutan şeyin m erak olmadığını an
ladı. Öyle duruyorlardı çünkü boyunları kırılm ıştı.
Birisi öne doğru çıkıp elini Emma’nın om zuna koydu.
Cristinâydı bu. “Emma,” diye fısıldadı. “Saldırıya geçmeli-
yiz. Diego, M alcolm ’u n etrafını sarabileceğimizi düşünüyor,
Yeterince fazla o lursak on u alt edebilirm işiz.”
Emma o ld uğu yerden kım ıldayam ıyordu. Koşmak,
Malcolm’a sald ırm ak istiyordu. Fakat içinden bir ses, inatçı
bir ses, ona d u ru p b eklem esin i söylüyordu. Korku değildi bu.
Tereddüt d eğildi, iş in aslın ı b ilseydi, bunun delirdiği anlamına
geldiğini d ü şü n m eseyd i, Ju lia n ın sesi olduğunu söylerdi.
Emma, bekle. Lütfen bekle.
“Bekle,” diye fısıldadı Emma.
“Bekle mi?” Cristina’nın kaygısı açıkça hissediliyordu.
“Emma, yapmamız gereken...”
Malcolm ilerleyip halkanın içine girdi. Tavvy’nin ışıklar
altında çıplak ve korunm asız görünen ayaklarına yakın duru
yordu. Masanın kenarında duran kumaşla kaplanmış nesneye
doğru uzandı ve üstündeki kumaşı çekti.
Emma bunun daha önceden gördüğü pirinç şamdan oldu
ğunu hatırladı. O zam an üstünde mumlar yoktu. Şimdi ise, çok
daha korkunç bir şeye dönüşm üştü. Her bir sivri ucuna bilekler
aşağıda olacak şekilde kesik bir el saplanmıştı. Kaskatı kesilmiş
ölü parmaklar tavana uzanıyordu.
Ellerden birinde parlak pembe taşlı bir yüzük vardı.
Sterling’in eliydi bu.
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Malcolm,
kibirle. “Biliyor m usun D iana?”
Diana başını kaldırdı. Yüzü sıyrık ve kan içindeydi. Boğuk
bir sesle fısıldayarak konuştu. “Zafer Elleri.”
Malcolm m em nun görünüyordu. “İhtiyaç duyduğum şeyin
bu olduğunu anlam ak epey zam anım ı aldı,” dedi. “Carstairs ai
lesindeki girişim im de işe yaram ayan şeydi bu. Büyü adamotu
685
gerektiriyordu ve “adam otu” kelim esin in aslın d a m ain de gloiTe
kökenine işaret ettiğini anlam am uzun zam an ald ı. Yani Zafer
Eli.” Malcolm büyük bir zevkle g ü lü m sed i. “En karanlık kara
büyü.”
“Yapıldıkları şekle bakarsan,” dedi Diana. “Katil elleri bun
lar. Katillerin elleri. Yalnızca bir insanın canım alan el Zafer Eli
olabilir.”
“Ah.” Karanlığın içinden gelen bu ufak nida Ty a aitti.
Gözleri korku içinde kocaman açılm ıştı. “Şim di anladım işte.
Şimdi anladım.”
Emma ona doğru döndü. Tünelin karşılıklı duvarları
na yaslanmış, birbirlerine dönük duruyorlardı. Ty’ın bir ya
nında Livvy, öteki yanında ise Diego vardı. D ru yla Cristina,
Emma’yla birlikteydi.
“Diego bunun tuhaf olduğunu söylem işti,” diye sürdür
dü konuşmasını Ty fısıltıyla, “cinayet kurb an ların ın tuhaf bir
karışım oluşturduğunu söylemişti. İnsanlar ve periler. Bunun
nedeni kurbanların ne olduğunun hiçb ir önem i olmamasıydı.
Malcolm’un istediği kurbanlar değil, katillerdi. İşte bu yüzden
Müritlerin Sterling e ihtiyacı vardı. Ve B elin da bu yüzden elle
rini kesti onları alıp gitti. Ve M alcolm bu yüzden ona izin verdi.
Bunu yapabilmek için katilin ellerine ih tiyacı vardı, cinayet iş
ledikleri ellere. Belinda iki eli birden ald ı çü n k ü cinayeti hangi
eliyle işlediğini bilmiyordu ve bunu sorm ası m üm kün değildi.”
Ama neden, diye sormak istiyordu E m m a. Yakmanın, boğa
rak öldürmenin, işaretlerin, ayinlerin n ed en i n e? N eden? Ancak
ağzım açtığı takdirde bir öfke çığlığı çıkacağın d an korkuyordu.
“Yaptığın yanlış Malcolm.” D iana bo ğuk fakat sakin bir ses
le konuşuyordu. “Seni senelerdir tan ıyan in san larla konuşmak-
la geçirdim günlerim i. Ç atarın a Loss. M agnus Bane. Senin iyi,
sempatik biri o ld u ğu n u söylediler. T üm bunların hepsi yalan
olamaz.”
“Yalan m ı?” M alco lm sesini yükseltm işti. “Yalandan mı
bahsetmek istiyorsun? B ana A nnabel hakkında yalan söylediler.
Onun bir D em ir K ız K ardeş o ld u ğu n u söylediler. Hepsi bana
aynı şeyi söyledi: M agn u s, Ç a tarın a, Tessa. O nların yalan söyle
diğini öğrenmem b ir peri sayesinde oldu. Bir periden öğrendim
Annabel’in başına gelen leri. O zam an d a çoktan ölm üştü zaten.
Kendi evladım ö ld ü ren B lack th o rrilar!”
“Bu dediğin, n esiller ö n ceyd i. M asaya zincirlediğin çocuk
Annabel5i hiç tan ım ad ı. S en i yaralayan insanlar onlar değil.
Annabel5i senden a la n la r o n lar d eğil. O nlar m asum .”
“Hiç kim se m asu m d e ğ ild ir!” diye bağırdı M alcolm . “O bir
Blackthorn’du. A n n ab el B lack th o rn ! B eni seviyordu ve onu
benden aldılar. O n u k a ç ırıp üzerin e duvar ördüler ve orada,
mezarında ö ld ü rd ü ler. B u n u b a n a ya p tıla r ve onları affetm iyo
rum! Asla affetm eyeceğim !55 M a lco lm d erin bir nefes aldı. Sakin
durmak için k e n d in i z o rla d ığ ı b e lliy d i. “ 13 Zafer Eli,5’ dedi. “Ve
Blackthorn k an ı. B ö ylece y e n id e n b irlik te olacağız.55
Malcolm, D ian a’d a n T av vy’ye d o ğ ru dön dü veT avvy’nin ba
şının yan ında d u ra n b ıç a ğ ı a ld ı.
Tüneldeki g e rilim b ird e n b ire , sessizce yükselerek patlayıver
di. Herkesin e li s ila h ın a g itm iş , sım sık ı kabzaları kavrıyorlardı.
Diego baltasını k a ld ırd ı. Beş ç ift göz E m m a’y a doğru döndü.
M alcolm b ıç a ğ ı k a ld ırırk e n D ia n a d ah a da b ü yü k b ir güçle
debelenmeye b a şla d ı. B ıç a k etrafa ışık lar saçıyordu. D uvardaki
şiirin d izelerini a y d ın la tırk e n , tu h a f b ir gü zelliğ i vardı.
Sevdalı d eğil k a ra se v d a lıy d ık ...
Julian, diye düşündü Emraa. J u lia n , başka şansım yok Seni
bekleyemeyiz.
“Gidelim, ” diye fısıldadı Em m a ve hep beraber tünelden
fırlayıverdiler. Ty ve Livvy, Emma C ristin a ve D iego bir anda
Malcoim’a doğru koşturm aya başladı.
Malcolm bir anlığına şaşırm ış gö ründü. Elindeki bıçağı
bıraktı. Bıçak yere düştü ve yu m uşak bakırdan yapıldığı için
eğrildi. Malcolm bıçağa, ardından B lackth orrilara, arkadaşları
na baktı ve gülmeye başladı. O nlar üstüne gelirken, koruyucu
halkanın ortasında dikilm iş, kahkahalar atıyordu. Koruyucu
halkanın görünmez duvarının gücüyle hepsi teker teker arkaya
savruldu. Diego savaş baltasını salladı. B alta çeliğe çarpmış gibi
havayı sıyırarak geriye çekildi.
“Malcolm’un etrafını sarın!” diye bağırdı Em m a. “Koruyucu
alanda sonsuza dek duramaz! Ç evirin etrafın ı!”
Herkes yayılarak yerdeki koruyucu m ü h ü rlerin etrafını sar
dı. Emma kendini elinde bıçağıyla Ty’ın yan ın d a buldu. Ty,
Malcolm’a acayip bakışlarla bakıyordu. Yarı anlam sız, yarı nef
ret dolu bakışlar.
Ty rol yapmanın, başka bir şeymiş gibi davranm anın ne ol
duğunu anlıyordu. Ancak M alcolm ’un yap tığı boyutta bir ha
inlik bambaşka bir şeydi. Emma bile bunu anlam akta güçlük
çekiyordu ki Konsey in Helen’i sürgüne gönderip M ark’ı terk
ettiğini gördüğünde insanların ne tür h ain likler yapabileceğini
bizzat görmüş, yaşamıştı.
“Hemen oradan çıkmak zorundasın,” dedi Emma. “Bunu
yaptıktan sonra...”
M alcolm eğilip yam u lm u ş b ıç a ğ ın ı y e rd e n a ld ı. D oğrulduğu
zam an E m m a gözlerinin m or ren kte o ld u ğ u n u gö rd ü . “Bunu
yaptıktan sonra ölm üş o lacaksın ız” dedi öfkeyle ve arkasını
dönüp ölülerin d izild iğ i sıraya doğru elini kaldırdı. “Ayağa kal
kın!” diye seslendi. “M üritlerim , kalkın ayağa!” Bir dizi iniltiyle
gıcırtı işitildi. M ağaran ın her yerindeki M üritler ayağa kalkma
ya başladı.
Olağan dışı b ir yav aşlık veya olağan dışı bir hızlılıktan ziya
de sakin bir k ara rlılık la hareket ediyorlardı. Silahlanmışa ben
zemiyorlardı fakat an a odaya yaklaştıkları sırada Belinda -bom
boş bakan gözleri ve y a n a eğilm iş başıyla- Cristina nın üzerine
atıldı. Parm aklarını b irer pençe gibi eğdi ve Cristina’nın kar
şılık vermesine k alm ad an yaağın a tırnaklarıyla kanlı yaralar
açtı.
Cristina bir tiksin ti çığlığ ıyla cesedi üstünden ittirdi ve kele
bek bıçağını B elinda’ n ın boğazına doğru savurdu.
Hiçbir şey fark etm em işti. Belinda tekrar ayağa kalktı.
Boğazındaki kesik kansızdı ve başı sallanıyordu. Cristina nın
üstüne doğru yü rü d ü . Bir adım atmasına kalmadan gümüş bir
şey parlayıverdi. D iego’nun baltası bir uğultuyla öne doğru sav
ruldu ve Belinda n ın başını boynundan ayırıverdi. Başsız gövde
yere çöktü. Yaradan hâlâ kan gelmiyordu, dağlanmış görünü
yordu.
“Arkanda!” diye bağırdı Cristina.
Diego hızla arkasını döndü. İki M ürit daha ellerini uzatmış
onu yakalamaya çalışıyordu. Diego süratle bir yay çizerek dö
nünce baltası ikisinin de başını uçuruverdi.
Emma arkasında bir ses duydu. Bunun anında Müritlerden
biri olduğunu tahm in etti. Sıçradı, döndü ve bir tekme savu
rup arkasındakini yere serdi. Kıvırcık saçlı klarnetçiydi bu.
Cortana’sını aşağı doğru savurup başını gövdesinden ayırdı.
689
Geceyarısı Tiyacrosu’nda ona göz k ırp tığ ı zam an ı hatırladı.
Adım h iç öğrenem edim , diye geçirdi için d en ve hızla arkasına
döndü.
Etraf kargaşa içindeydi. Tam M alcolm ’un istediği türde ol
malıydı. Gölge Avcıları, M üritleri defetmek için koruyucu hal
kanın çevresinden ayrılacaktı.
Malcolm etrafında olan biten her şeyi görmezden geliyordu.
Zafer Elleri’nin olduğu şamdanı almış, m asanın başına taşıyor
du. Şamdanı yanağı kızarmış, uyum akta olan Tavvy’nin yanma
koydu.
Dru, Diana nın yanına koşmuş, ayağa kalkm asına yardım
ediyordu. Bir Mürit yanlarına yaklaşırken D ru kendi etrafında
hızla dönerek bıçağıyla kadını ikiye ayırdı. C eset yere yığılırken
Emma, Dru’nun savaşta ilk defa birin i öldürdüğünü fark edi
yordu. Gerçi çoktan ölmüş birini öldürm üştü am a yine de ilkti.
Livvy mükemmel bir şekilde savaşıyor, eskrim kılıcını indi
rir gibi yapıp siper ediyor, M üritleri Ty a doğru gönderiyordu.
Ty’ın elinde melek bıçağı vardı. A vucunda alev gib i parıldıyor
du. Sarışın bir M ürit üstüne atılırken Ty bıçağı ölmüş adamın
boynuna sapladı.
Melek bıçağı ete değdiğinde bir çatırtı işitild i ve M ürit yan
maya başladı. Mürit yanan etini tutarak geriye doğru sendeledi
ve yere düştü.
“Melek bıçakları!” diye bağırdı Emma. “H erkes melek bı
çaklarını kullansın!”
Mağaranın içi alev alev parlıyordu. E m m a m eleklerin ismini
çağıran mırıltıları işitiyordu: Jophiel, R em iel, D um a. Işıkların
oluşturduğu sislerin arasında eğilm iş bakır bıçakla Malcolmu
gördü. Malcolm elini bıçakta gezdirince bıçak parm akları al-
690
tında açılarak eskisi kadar keskin hâle geldi. M alcolm bıçağın
ucunu Tavvy’nin boğazına koyup aşağı doğru bir hamleyle
çocuğun Batm an tişö rtü n ü kesti. Y ırtılm ış kumaş kıvrılınca
Tavvy’nin ince, savunm asız göğsü ortaya çıktı.
Emmanın d ü n yası altü st olm uştu. İçerideki karmaşada sa
vaşmaya devam ediyor, ardı ard ın a M üritlere batırdığı melek
bıçağı alev alıyo rd u. C esetler çevresinde yere yığılıyordu.
Emma onları ittirerek T avvy ye doğru ilerlemeye çalışırken
Julianın sesini d u y d u . A rkasın ı dön dü fakat onu göremiyor-
du. Bununla b irlik te, sesi k u lak ların d a gayet net, şöyle diyordu:
Emma, Emma, k enara çekil, tü n eld en uzaklaş.
Emma ken ara sıçrayarak yere düşen bir M ürit cesedinden
uzaklaştı. Tam b u sırad a b aşka b ir ses duydu: Toynak gürültüsü.
Ulumayla çalan dev b ir zil sesi arasın daki bu ses içeride yankı
landı. Öyle vahşi b ir ak isle u ğu ld u yo rd u k i duvarların arasında
Malcolm bile b aşın ı k a ld ırıp b ak tı.
Kireanın k ü h e y la n ı tü n e lin ağzın dan içeri dalıverdi. Üstünde
Julian oturm uş, e lle ri a tın yelelerin e göm ülm üştü. Arkasında
Mark vardı, k ard e şin in k em erin d en tutuyordu. Küheylan sıç
rarken hepsi tek b ir v ü c u t o lm u ştu sanki.
At son süratle h a v a ya sıçrayıp da koruyucu bariyeri aşınca
Malcolm’un ağzı a ç ık k a ld ı. K üh eylan m asaya doğru süzülür
ken Julian atın s ırtın d a n a tla y a ra k Tavvy’nin yanına, düz, taş
zemine tüm a ğ ırlığ ıy la in d i. E m m a k em ikleri sarsan acısını tüm
bedeninde hissetti.
Küheylan, m asad an ileri süzü lerek halkanın öteki tarafına
ayak bastığında M a rk y e rin d e n k ım ıld am ad ı. A rtık delinm iş
olan halka ışık lı b ir y ıla n g ib i k ıv rılm aya başladı. M ühürler te
ker teker alev a la ra k sö n ü yo rd u .
691
Julian dizleri üstünde doğruluyordu. M alcolm tıslayarak
Tawy ye uzandı. Tam bu sırada tepeden biri indi ve onu yere
serdi.
Kierandı bu. Saçları mavi-yeşil parıldıyordu ve deniz ren
ginde bıçağını kaldırmıştı. Bıçak M alcolm ’ın göğsüne doğru
inerken Malcolm ellerini havaya kaldırdı. Avuçlarından mos
mor bir ışık patlayarak Kieran’ı geriye savurdu. Malcolm ayağa
kalktı. Nefretle tıslarken yüzü eğrilm işti. Kieran’ı ezmek üzere
bir elini savurdu.
Küheylan bir çığlık attı. Toynakları havada, kendi etrafında
döndü ve M alcolmün sırtına bir çifte attı. B ir şekilde Mark
hâlâ yerindeydi. Büyücü havaya savruldu. Kırmızı gözlerini
kocaman açmış olan at geriye çekilip hom urdandı. Avucuyla
küheylanın yelesini tutan M ark öne doğru eğildi, diğer elini
Kieran’a doğru uzatmıştı.
“Tut,” dediğini duydu Emma onun. “K ieran, elim i tut.”
Kieran elini uzatınca M ark onu yu k arıya, atın sırtına doğru
çekti. Kendi etraflarında dönerek bir grup M ü ritin üstüne atıl
dılar. At, Müritleri dağıtırken M ark’la K ieran da kılıç darbele
riyle yaşayan ölülerin işlerini bitiriyordu.
Malcolm ayağa kalkm aya çalışıyordu. Az önce beyaz olan
ceketinin her tarafı kir ve kan olm uştu. M asaya, Julian’ın
Tavvy nin üstünden eğilerek onu bağlayan zincirleri çekiştirdiği
yere doğru ilerlemeye başladı. E traflarını çevreleyen koruyucu
halka hâlâ kıvılcımlar saçıyordu. Em m a derin bir nefes alıp ma
saya doğru koşturdu ve havaya sıçradı.
Kırılmış halkanın içinden geçerken an lık bir elektriğe ka
pıldı, çömelerek yukarı sıçradı. D iz çöker pozisyonda, tam
Julian’ın yanına, masaya indi.
“Geri çekil!” diyecek kadar vakti oldu ancak. “Julian, çekil!”
Julian kardeşinden uzaklaştı. Bununla birlikte Emma
Tavvy’yi bırakm anın yap m ak istediği son şey olduğunu biliyor
du. julian m asanın k en arın a kaydı ve dizleri üstüne yükselerek
arkaya kaykıldı. E m m a’y a güveniyor, ona alan açıyordu.
Demirci W aylan d ’ın yap tığ ı b ir bıçak her şeyi kesebilir.
Emma, C o rtan a’y ı Tavvy’n in bileğinden birkaç milimetre
uzağa, aşağı d oğru savurdu . K ılıcın ucu zinciri kırdı ve zincir
büyük bir g ü rü ltü y le yere dü ştü . Em m a, M alcolm ’un çığlığını
işitti ve içeriye m o r b ir alev y a y ıld ı.
Emma, C o rtan a’y ı tek rar in d irin ce Tavvy’yi masaya bağla
yan diğer zin cirleri de k ırm ış oldu. “Koş!” diye bağırdı Julian.
“Çıkar onu b u rad an !”
Julian k üçü k k ard eşin i k u cağ ın a aldı. Gözleri geriye kaymış
olan Octavian’ın b ed en i p elteleşm işti. Ju lian masadan aşağı at
ladı.
Emma onun tü n ele g ird iğ in i görm edi, çoktan arkasını dön
müştü. M ark ve K ieran b ir g ru p M ü rit yüzünden odanın öteki
ucunda, D iego’y la C ris tin a d a d iğer ucunda kısılıp kalm ıştı.
Malcolm, Ty ve L iv vy’n in ü stü n e yü rüyo rd u. Tekrar elini kal
dırdı ve ufak b ir fig ü r o n a d o ğ ru uçtu. Elinde alev saçan bir
melek bıçağı vard ı.
Dru’ydu bu.
“Uzak d u r o n la rd a n !” d iy e b ağırd ı, bıçağı aralarında parıl
darken. “K ard eşlerim d en u zak d u r!”
Malcolm tısla y a ra k p a rm a ğ ın ı D ru’y a doğru kıvırdı. M or
ışıktan bir ip D ru ’n u n b a c a k la rın ı sararak onu yere çekti. M elek
bıçağı savrularak taşa çarp tı. “H âlâ B lackthorn kanına ihtiya
cım var,” d edi M a lc o lm e lin i D ru ’y a uzatırken. “Ve seninki de
693
kardeşininki kadar işe yarar. Harta sen daha kanlı canlı görü
nüyorsun.”
“Kes şunu!” diye bağırdı Emma.
Malcoim başını kaldırıp ona baktı ve olduğu yerde donakal
dı. Emma taş masanın üstünde dim dik duruyordu. Bir elinde
Cortana vardı. Diğerinde ise Zafer Elleri’ni taşıyordu.
“Bunları toplamak epey zamanını aldı öyle değil mi?” dedi
buz gibi bir sesle. “On üç katilin ellerini. Pek kolay olmamıştır.”
Malcoim, Dru’yu bırakınca Dru odanın uzak köşesine doğ
ru ilerleyerek bir başka silah almak için elini kemerine götürdü.
Malcoim yüzünü buruşturdu. “Geri ver onu,” diye tısladı.
“Durdur onları,” dedi Emma. “M üritlerini durdur, ben de
sana bunları geri vereyim.”
Malcolm’un gözleri ateş saçıyordu. “Beni Annabefi geri ka
zanma şansımdan edersen, bunun bedelini fena ödersin,” dedi.
“Konuştuğunu duymaktan daha fena olamaz,” dedi Emma.
“Durdur onları yoksa bu iğrenç şeyleri paramparça ederim.”
Elindeki Cortanayı daha da sıktı. “Büyülerin onlarda bir işe
yaracak mı görelim.”
Malcoim bakışlarını odada gezdirdi. M üritlerin cesetleri
mağaranın her tarafına yayılm ıştı fakat bir kısm ı hâlâ ayakta,
Diegoyla Cristina’yı odanın bir köşesine sıkıştırmıştı. Mark
ve Kieran, küheylamnın üstünde, ikisi de bıçaklarıyla saldırı
hâlindeydi. Atın toynakları kandan kıpkırm ızı olmuştu.
Büyücü ellerini iki yanında yum ruk yapm ıştı. Arkasını dö
nüp Yunanca birkaç kelime söyledi ve geri kalan Müritler yere
düşmeye, devrilmeye başladı. D iego yla C ristina Drunun ya
nına koşturdu. Kieran, atını durdurdu ve ölüler bir kez daha
ölürken, peri atı olduğu yerde kaldı.
694
r
>695
IamaJk bir beceri işidir, cesaret ve zaman ister. Sterling’i elini
alamadan benden uzaklaştırdığınız zaman ne kadar sinirlen
dim inanamazsın. Cinayetin hangisiyle işlendiğini ayırt etmem
için Belinda ikisini de bana getirmek zorunda kaldı. Ardından
Julian’ın beni yardıma çağırması... Tam bir talih kuşu.”
“Talih falan değildi. Sana güvendik.”
“Ben de bir zamanlar Gölge Avcıları’na güvendim,” dedi
Malcolm. “Herkes hata yapar.” K onuştur onu, diye düşündü
Emma. Diğerleri peşimden gelecektir.
“Johnny Rook cesedi Gömüt’e atacağınızı bana bildirmeni
istediğini söyledi,” dedi Emma. “Neden? Neden beni peşine
düşürdün?”
Malcolm bir adım öne attı. Emma şam danı ona doğru ittir
di. Malcolm onu yatıştırmak ister gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Dikkatinizi başka tarafa yöneltmem gerekiyordu. Cinayedere
değil, kurbanlara odaklanmanızı sağlam alıydım . Üstelik, peri
kafilesi ayağınıza gelmeden önce durum dan haberdar olmalıy
dınız.”
“Ve işlediğin cinayetleri soruşturm am ızı istedin? Bundan ka
zancın neydi?”
“Konsey in bu İşin tamamen dışında kalacağına dair kesin
bir söz aldım,” dedi Malcolm. “Gölge Avcıları bireysel olarak
beni korkutmuyor Emma. Ama hepsinin üzerime gelmesi
gerçekten ortalığı karıştırabilirdi. Iarlath’ı uzun zamandır ta
nıyordum. Vahşi Avla bağlantıları olduğunu ve Vahşi Avın
elinde sizi Konsey ve Sessiz Kardeşlerden bilgi saklamak için
her yolu denemeye sürükleyecek bir şeye sahip olduğunu bili
yordum. Oğlana karşı kişisel bir şeyim yok, en azından ondaki
Blackthorn dölü iyi, sağlıklı Aşağı D ünya kanıyla biraz olsun
696
seyrelmiştir. A m a Ju lian ı tanıyorum . Neye öncelik vereceğini
biliyordum ve bu ne yasa ne Konsey olacaktı.”
“Bizi k ü ç ü m s ü y o r s u n d e d i Emma. “Her şeyi çözdük.
Suçlunun sen o ld u ğ u n u an lad ık .”
“Buraya b ir yüzb aşı gönderebileceklerini düşünmüştüm
ama tanıdığınız b iri o lacağ ın ı tahm in etmezdim. Mark’a rağ
men sırdaş yap acak k ad ar güvendiğiniz biri olacağını. Rosales
denen oğlanı g ö rd ü ğü m d e fazla vaktim kalm adığını anladım.
Tavvy’yi hem en g ö tü rm em gerektiğini biliyordum . Neyse ki,
Iarlath yardım e tti, k i b u pah a biçilm ezdi. Bir de,” diye ekle
di, “kırbaçlanm a o la y ın ı d u yd u m . B unun için özür dilerim.
Iarlath’ın ken d in e ö zgü e ğlen m e b içim leri vardır ve bunlar bana
ait değiller.”
“Özür mü diliyorsun?” Emma şaşkınlık içinde ona bakı
yordu. “Annemle babam ı öldürdün ve şimdi özür mü dili
yorsun? Binlerce kez kırbaçlanm ayı ve ailemi geri getirmeyi
tercih ederdim.”
“Ne düşündüğünü biliyorum . Siz Gölge Avcıları, hepi
niz aynı şekilde düşünürsünüz. Ama anlamanızı istiyorum...”
Malcolm sustu, yüzü seyiriyordu. “Anlasaydınız,” dedi, “beni
suçlamazdınız.”
“Bana olanları anlat,” dedi Emma. Malcolm’un arkasından,
omzunun üstünden koridoru görebiliyordu. Uzakta şekiller,
gölgeler görür gibi oldu. M alcolm ’u oyalamayı sürdürürse ve
diğerleri de arkadan saldırabilirse... “Peri diyarına gittin,” dedi
Emma. “Annabel’in D em ir Kız Kardeş olmadığını, öldürüldü-
; günü öğrendiğinde... Iarlath’la öyle mi tanıştın?”
i “O zamanlar Unseelie kralının sağ koluydu,” dedi Malcolm.
“Oraya gittiğim de kralın beni öldürme ihtimali olduğunu bi-
697
liyordum. Büyücüleri pek sevmezler. Am a um urum da değildi.
Kral benden bir iyilik istedi ve ben de yaptım . Karşılığında
bana şiiri verdi. Annabel’im i diriltecek ısm arlam a bir büyüydü
bu. Blackthorn kanı. Kana kan, işte böyle dem işti kral.”
“Peki, neden onu hemen diriltm edin? Neden bekledin?”
“Peri efsunuyla büyücü efsunu çok farklıdır,” dedi Malcolm.
“Başka bir dilden çeviri yapm aya benzer. Şiirin şifresini çöz
mem seneler sürdü. Sonra bir kitap bulm am ı söylediğini fark
ettim. Aklımdan çıkıp gidecekti neredeyse: Yıllar süren çeviri
sonucunda elime geçen tek şey bir kitap üzerine bir tekerle
meydi.” Malcolm, Emma ya öyle bakıyordu ki anlamasını ister
gibiydi. Bakışları Emma’nın içine işliyordu. “Annenle babanın
öldürülmesi sadece talihsizlikti,” dedi. “Ben enstitüdeyken ora
ya döndüler. Ama işe yaram adı. B üyü k itab ın ın dediği her şeyi
yaptım ve Annabel dirilm edi.”
“Annemle babam...”
“Onlara olan sevgin Annabel’e olan sevgim den daha büyük
değildi,” dedi Malcolm. “A dalet arıyordum . Seni üzmek isteye
ceğim en son şeydi. Carstairs’lardan nefret etm iyorum . Annenle
baban kurban değildi.”
“Malcolm...”
“Onlar da kendilerini feda ederlerdi öyle değil mi?” diye sor
du Malcolm mantıklı bir şekilde. “Konsey için? Senin için?”
Emma’nın içinde öyle büyük bir öfke vardı ki her yanının
uyuştuğunu hissediyordu. Yerinden kım ıldam am ak için elin
den geleni yapıyordu. “Yani beş sene bekledin?” Bu soruyu bo
ğuk bir sesle sormuştu. “Neden beş sene?”
“Büyüyü doğru anlayana kadar bekledim ,” dedi Malcolm.
“Bu zamanı bir şeyleri öğrenmek için kullan dım . Bir şeyleri
I
İ
699
yücüyle yaşamaya tercih ettiler. O nu bir tabuta kapattılar, diri
diri gömüp üstüne bir duvar ördüler.”
Malcolm şimdi hıçkırıklara boğulm uştu. Yerinden kımılda-
yamayan Emma ona öylece bakıyordu. M alcolm ’un acısı olan
lar daha dün yaşanmış gibi taze ve gerçekti.
“Bana bir Demir Kız Kardeş olduğunu söylediler. Hepsi
bana yalan söyledi. M agnus, C atarina, Ragnor, Tessa. Gölge
Avcıları tarafından yozlaştırıldılar, onların yalanlarına ortak ol
dular! Bense, her şeyden bihaber onun için gözyaşı döktüm,
sonunda gerçeği öğrendim.”
Birdenbire koridorda sesler yükseldi. Em m a koşuşturma ses
leri duydu. M alcolm parm aklarını şaklattı.
Arkalarındaki tünelde mor bir ışık parladı, yanardöner rengi
solarken ışık giderek daha loş, daha opak bir hâl alarak bir du
vara dönüştü.
Ayak sesleriyle gürültüler kesiliverdi. Em m a, Malcolm’a bir
mağarada kısılıp kalm ıştı.
Emma elindeki şam danı sıkarak geri çekildi. “Elleri yok
edeceğim,” diye uyardı M alcolm ’u, kalbi hızlı hızlı çarparken.
“Dediğimi yapacağım .”
Malcolm’un parm ak uçlarında kara bir ateş kıvılcımlandı.
“Gitmene izin verebilirim ,” dedi. “Yaşamana izin verebilirim.
Daha önce yaptığın gibi okyanusa gir. M esajım ı onlara iletebi
lirsin. Konseye m esajımı ilet.”
“Beni bırakm ana gerek yok.” Emma nefes nefeseydi. “Seninle
savaşmayı tercih ederim.”
Malcolm’un yüzündeki tebessüm çarpıktı, âdeta hüzün do
luydu. “Sen ve kılıcın, tarihi ne olursa olsun bir büyücüyle ya
nşamaz Emma.”
“Benden ne istiyorsun?” diye sordu Emma, sesini yükselt
mişti ve sesi m ağara duvarlarında yankılanıyordu. “Ne istiyor
san Malcolm?”
“Anlamanı istiyorum ,” dedi Malcolm sıktığı dişlerinin ara
sından. “Konseye sorum lu oldukları şeyi birinin anlatmasını
istiyorum, ellerinde kan olduğunu ve bunun nedenini bilmele
rini istiyorum.”
Emma, M alcolm ’a baktı. Lekeli beyaz ceketi içinde uzun,
ince bir figürdü. Parm ak uçlarında kıvılcımlar oynaşıyordu.
Malcolm, Emma’y ı ayn ı anda hem korkutuyor hem üzüyordu.
“Senin nedenlerinin bir önemi yok,” dedi Emma sonunda.
“Yaptığın şeyi aşk adına yapm ış olabilirsin. Ancak bunun bir
fark yarattığını sanıyorsan şunu bil ki Konseyden hiçbir farkın
yok.”
Malcolm, Emma’ya doğru hareket etti ve Emma şamdanı
ona doğru savurdu. M alcolm başını eğince şamdan onu ıska
layarak büyük bir güm bürtüyle taş zemine düştü. Kesilmiş el
lerin parmakları ken dilerini korum ak ister gibi kıvrtlmışa ben
ziyordu. Emma ayakların ı açtı. Seneler önce Idris’teyken Jace
Herondale’in ona düşm em ek için nasıl duracağını gösterdiğini
hatırlamıştı.
İki eliyle birden C ortana’nın kabzasını kavradı. Bu sefer ha
tırladığı C lary Fairchild’dı ve Idriste, Emma 12 yaşındayken,
ona söylediği sözler: Kazanan her zaman kahramanlar olmaz.
Bazen kaybedenlerdir onlar. Ama savaşmaya devam ederler,; sürek
li geri dönerler. Asla p es etmezler. Onları kahraman yapan şey de
budur zaten.
Emma, Cortana’y ı havaya kaldırarak Malcolm’a doğru sıç
radı. Malcolm bir saniye içinde ona karşılık verdi. Işıklar sa-
çan parmaklarıyla elini Emmaya doğru savurdu. Kıvılcımlar
çıkaran parmakları Emma ya doğru altın sarısı ve kor ışıklarla
cızırdıyordu.
Bir saniyelik gecikme Emmaya eğilme şansı vermişti. Emma
kendi etrafında dönerek Cortana’yı başının üstüne kaldırdı.
Tekrardan Malcolm’un üstüne atıldı. M alcolm eğilerek geri
kaçtı. Yine de Emma Malcolm’un kol yenini tam dirseğinin
üstünden yırtmayı başarmıştı. M alcolm bunu fark etmişe ben
zemiyordu.
“Annenle babanın ölümü gerekliydi,” dedi Malcolm.
“Kitabın işe yarayıp yaramadığını görmek zorundaydım.”
“Hayır, değildin,’’diye tısladı Emma, Cortana’yı sallarken.
“Ölüleri diriltmeye çalışmaktansa başka şeyler denemeliydin.”
“Yani Julian ölseydi, onu diriltm eye çalışmayacaktın öyle
mi?” dedi Malcolm, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Emma tokat
yemiş gibi geri çekildi. “Annenle babam diriltmeyecektin öyle
mi? Ah, tüm Gölge Avcıları gibi senin için de sanki bizden çok
daha üstünmüşsünüz gibi orada durup ahlaki açıklamalar yap
mak çok kolay.”
“Daha üstünüm,” dedi Emma. “Senden daha üstünüm.
Çünkü katil değilim M alcolm.”
Bu söz üzerine Malcolm’un irkilm esi E m m ayı şaşırtmış
tı. Gerçekten şaşkınlıktan gelen bir irkilm eydi bu, sanki daha
önce bir katil olarak adlandırılm ayı tahayyül etmemişti. Amma
Cortana’yı uzatarak atıldı. Kılıç M alcolm ’un göğsüne gelerek
spor ceketini yırttı ve bir kayalığa saplanm ışçasına orada kala
kaldı.
Emma bir elektrik akım ı yayılm ış gibi kolu acırken çığlık
attı. Malcolm’un kahkaha attığını duydu ve açtığı parmak-
702
T
703
memeye çalışıyordu. “Korkunç bir şey bu. Atalarının günahı
yüzünden onları suçlayamazsın.”
“Kan kandır,” dedi Malcolm. “Hepimiz ne için doğmuşsak
onu yaşarız. Ben Annabel’i sevmek için doğdum ve onu benden
aldılar. Şimdi yalnızca intikam için yaşıyorum. Tıpkı senin gibi
Emma. Hayatında istediğin tek şeyin annenle babanı öldüren
kişiyi öldürmek olduğunu kaç kez söyledin bana? Bu uğurda
nelerden vazgeçeceğini? Blackthorn’lardan vazgeçer miydin? 0
kıymetli parabatat nden vazgeçer m iydin? Âşık olduğun kişi
den?” Emma inkâr eder gibi başını sallarken Malcolm’un gözle
ri parıldadı. “Yapma. Birbirinize nasıl baktığınızı hep gördüm.
Sonra Julian bana mührünün avratotu zehirinden kurtulmasını
sağladığını söyledi. Normal bir Gölge Avcısı mührü böyle bir
şeyi yapamazdı.”
“Bunlar hiçbir şeyin kanıtı değil,” dedi Emma nefes nefese.
“Kanıt mı? Kanıt mı istiyorsun? Sizi gördüm, ikinizi.
Sahilde, birbirinizin kollarında uyurken. Tepenizde dikildim ve
sizi izlerken ne kadar kolay öldürebileceğim i düşündüm. Ama
sonra bunun merhamet olacağını fark ettim , öyle olmaz mıydı?
Birbirinizin kollarında uyurken ikinizi öldürmek? Pambataîm.
âşık olmanın yasaklanmasının bir nedeni var Emma. Bunun
ne olduğunu öğrendiğin zaman sen de tıpkı benim gibi Gölge
Avcılarının ne kadar zalim olduğunu anlayacaksın.”
“Yalancının tekisin sen,” dedi Emma, güçsüz bir sesle. Sesi
alçalırken sözleri bir fısıltıdan ibaret kalm ıştı. Kan kaybından
ölmek üzere olan insanları düşündü, son anlarında tüm acının
nasıl da yok olduğuna dair bir şeyler duym uştu.
Malcolm yüzünde bir tebessümle Emma’nın yanında diz
çöktü. Emma nın sol elini okşayınca Em m a parmaklarını çek-
704
I
ti. “Ölmeden önce izin ver sana gerçeği söyleyeyim Emma,”
dedi. “Nefılimlere dair bir sırdır bu. Aşktan nefret ederler, insa
ni aşktan... Çünkü meleklerden gelmişlerdir. Tanrı meleklerine
insanları gözetme görevi verdi, melekler ilk önce yaratıldı ve
Tanrı’nın ikinci yaratısından her zaman nefret ettiler. İşte bu
yüzden Şeytan düştü. İnsanlığa boyun eğmeyecek bir melekti
o, Tanrı’nın en sevdiği çocuğuydu. Aşk insanların zaafıydı ve
melekler bu yüzden onlardan nefret ettiler. Konsey de bundan
nefret ediyor, bu yüzden onu cezalandırıyor. Birbirine âşık olan
parabataîlerin başına ne gelir biliyor musun? Âşık olmaları ne
den yasak biliyor musun?”
Emma başını salladı.
Malcolm’un ağzına bir gülümseme yayıldı. Bu gülümseme
de bir şey vardı. Ç ok hafif ancak öyle derin bir nefretle doluydu
ki hiçbir tebessümünün olm adığı kadar Emma’nın içini don
durdu. “O hâlde ölüm ünün sevgili Julian’ı neden esirgediğine
dair de hiçbir fikrin yok,” dedi. “O hâlde bunu ruhunun bede
ninden çıkması olarak düşün. Bir bakıma senin ölümün mer-
hamedi bir şey.” M alcolm elini kaldırdı ve mor ateş parmaklan
arasında cızırdamaya başladı.
Büyüsünü Emma’ya doğru savurdu. Emma, Julian ın daya
nıklılık mührünü kazıdığı kolunu havaya kaldırdı. Acılar içinde
yanan, sızlayan kolunu. Kara Kitap’a çarptığından beri kullan
maması için Emma’ya isyan eden kolunu.
Ateş Emma’nın koluna vurdu. Emma’ya sert bir darbe gibi
gelmişti bu, daha fazlası değil. Dayanıklılık mührü Emma’nın
içindeki öfkenin yanında var gücüyle damarlarında dolanıyordu.
Malcolm’un annesiyle babasını öldürdüğünü bilmekten ge
len öfkeydi bu, gözlerinin önünde olmasına rağmen onların
705
katilini aradığı kayıp senelerin öfkesi. Julian a her gülümsedi
ğinde, Tavvy’yi her kucakladığında yüreğinin nefretle dolu ol
duğunu bilmenin öfkesi. Blackthorn’ların ellerinde alınan bir
şey için daha duyduğu öfke.
Emma, Cortanayı alıp dizleri üstünde doğruldu. Kılıcı
Malcolm’un boğazına savururken saçları uçuşuyordu.
Bu sefer kılıcın saplanmasını engelleyecek bir Kara Kitap
yoktu. Emma kılıcın adamın boğazına girdiğini, derisini deşe
rek kemiğine saplandığını hissetti. Ucunun ensesinden çıktığı
nı, beyaz ceketinin kana bulandığını gördü.
Ayağa sıçrayıp kılıcı geri çekti. M alcolm boğulur gibi bir ses
çıkardı. Kanlar yerlere akıyor, taşların üstünde gezerek Zaferin
Elleri’ni lekeliyordu.
“Bu annemle babam için,” dedi Emma ve var gücüyle
Malcolm’u cam duvara ittirdi.
Arkasındaki cam çatlarken M alcolm ’un kaburgalarının kırıl
dığını hissetti. Çatlaklardan su girm eye başladı. Emma gözyaş
ları kadar tuzlu suların yüzüne sıçradığını hissediyordu.
“Sana parabatai lanetini anlatacağım ,” dedi Malcolm nefes
nefese. “Konsey bunu sana asla söylem eyecektir. Yasak bir şey
bu. Beni öldürürsen asla öğrenemezsin.”
Emma sol eliyle kaldıraçı aşağı çekti.
Cam kapı açılırken kapının arkasına atıld ı ve içerisi sularla
doldu. Sular yaşayan bir şey gib i hareket ediyordu. Denizin
biçimini verdiği, sudan yapılm ış b ir el gib i. M alcolm ’un etra
fını sardılar. Emma bir an onu tüm n etliğ iyle gördü. Bir gir
dabın arasında zayıf hareketlerle debeleniyordu. Sular yerlere
dökülüyor, Malcolm’u kavrıyor, yırtılm az bir ağ gibi etrafını
sarıyordu.
Derken Malcolm’u yukarı kaldırdılar. Okyanus onu alırken
| Malcolm bir dehşet çığlığı attı. Akıntı geriye doğru çekilirken
kendisiyle birlikte Malcolm’u da götürdü ve cam kapı büyük
bir gürültüyle kapandı.
Suyun geride bıraktığı sessizlik kulakları sağır ediyordu.
Emma bitkin bir hâlde lombar kapının arkasına yığılmıştı,
i Buradan okyanusu, geceleyin gökyüzünün aldığı rengini gö
rebiliyordu. M alcolm ’un bedeni karanlığın içinde soluk bir
yıldızı andırıyor, yosunların arasında sürükleniyordu. Derken,
I sivri uçlu pençe dalgalar arasından yukarı doğru kıvrılarak
| Malcolm’u ayak bileğinden yakaladı. Onu hızla çektiği anda
! Malcolm’un vücudu gözden kayboldu.
Bir kıvılcım çaktı. Emma arkasını dönünce arkadaki ko
ridorda mor ışıktan oluşan duvarın kaybolduğunu gördü.
Büyücüler öldüklerinde kendileriyle birlikte yaptıkları büyüler
de kaybolurdu.
! “Emma!” Koridorda koşanların sesi duyuldu. Karanlıklar
arasından Julian belirdi. Ju lian , Emma’yı kaldırırken Emma
yüzündeki acı dolu ifadeyi gördü. Julian elleriyle kana bulan-
| mış, ıslak takım ını kavradı. “Emma, Tanrım, duvardan yanına
gelemedim, orada old u ğu nu biliyordum ama seni kurtarama
dım.”
“Beni kurtardın,” dedi Emma boğuk bir sesle. Kolundaki
dayanıklılık m ührünü göstermek istiyordu Julian’a, ancak öyle
hâlsizdi ki hareket edem iyordu. “Kurtardın. Haberin yok ama
kurtardın işte.”
Derken diğerlerinin sesini işitti Emma. Koridorda onlara
doğru geliyorlardı. M ark. C ristina. Diego. Diana.
“Tavvy,” dedi Em m a fısıltıyla. “İyi...”
707
“İyi. Ty, Livvy ve Dru’yia birlikte dışarıda. Julian, Emmayı
alnından öptü. “Emma.” Dudakları dudaklarına değdi. Emma
içinde sevgiyle acının bir dalga gibi yayıldığını hissetti.
“Bırak beni,” diye fısıldadı Emma. “Beni bırakman lazım,
bizi bu şekilde görmemeliler. Julian, bırak beni.”
Julian başını kaldırdı. Gözlerinde acı dolu bir ifadeyle geri
çekildi. Emma, Julian’ın bu uğurda ödediği bedeli görüyordu.
Ellerini yanlarına indirirken titrediğini. Aralarındaki boşluğun
insanın etine kazınmış bir yara gibi açıldığını hissetti.
Bakışlarını ondan çevirip yere dikti. Yerler bileğe kadar de
niz suları ve kanla kaplıydı. M alcolm ’un şamdanı bir yerlerde,
yüzeyde sürükleniyordu.
Emma memnundu. Tuz, M alcolm ’un korkunç cinayet anı
tını eritecek, eriterek temizleyecekti ve geriye kalan beyaz ke
mikler Malcolm’un cesedi okyanusun dibini boylarken onunla
birlikte dibe çökecekti. Uzun zam andır ilk kez, Emma denize
minnet duyuyordu.
26
GÖKLERDE UÇAN MELEKLER
709
Bir şey eziliyormuş gibi büyük bir gürültü işitildi. Tepedeki
boşluk iyileşmekte olan bir yara misali arkalarında kapanıyor
du. Diana yolu açık tutabilecekmiş gibi oraya doğru koşturdu
fakat taşlar birdenbire kapanıverdi. Diana elini tam zamanında
çekip ezilmekten kurtardı.
“Onu durduramazsınız,” dedi Kieran. “Açıklık ve İçerideki
yol Malcolm tarafından yapıldı. Bu tepe normalde İçinde tü
nellerle mağaraları barındırmıyor. A rtık öldüğüne göre, büyü
leri bozuluyor. Bu alana girmek için bir başka yol olabilir, başka
bir kesişim noktası yolu. Ama bu kapı bir daha açılmayacaktır.”
“Öldüğünü nereden anladın?” dedi Emma.
“Aşağıdaki şehir ışıkları hâlâ yanıyor,” dedi Kieran. “Şey, siz
faniler ona ne diyorsunuz bilm iyorum .”
“Karartma,” dedi M ark. “Karartma sona erdi. Ve Malcolm un
yaptığı büyü yüzünden karartma olm uştu. Yani, evet...”
“Yani telefonlarımız sinyal alacak m ı şim di?” dediTy merakla.
“Bir bakayım,” dedi Julian ve yürüyerek telefonunu kula
ğına dayadı. Emma, Arthur am canın ism ini söylediğini duyar
gibi oldu, ancak emin değildi. Başka bir şey duymasına kalma
dan Julian duyma menzilinden çıktı.
Diego ve Cristina Liw y, Ty ve D ru’nun yanına geldi.
Cristina, Tavvy ye doğru eğilirken Diego elini takım ceketinin
içine sokmuştu. Emma da onların yan ın a yürüdü. Yaklaşırken
Diego’nun elinde gümüş bir cep şişesi olduğunu gördü.
“Ona içki vermiyorsun değil m i?” dedi Emma. “Bunun için
biraz küçük.”
Diego yüzünü ekşitti. “Enerji içeceği bu. Sessiz Kardeşler ta
rafından yapıldı. M alcolm uyusun diye her ne verdiyse etkisini
yok edebilir.”
710
Livvy, Diego’dan şişeyi alıp içindekinin tadına baktı. Başıyla
onaylayarak şişeyi küçük kardeşinin ağzına götürdü. Tavvy
memnuniyede içeceği içerken Emma diz çöküp elini Tavvy’ nin
yanağına koydu.
“Selam tatlım,” dedi. “İyi misin?”
Tavvy gözlerini kırpıştrarak Emma’ya gülümsedi. Tıpkı
Julianın çocukluğuna benziyordu. Dünya onu değiştirmeden
önceki hâline. En yakın dostum ve biricik aşkım.
Emma, Malcolm’u düşündü. Parabatai lanetini. Yüreği sızla
yarak Tavvy nin bebeklerinki kadar yumuşak yanağını öptü ve
ayağa kalktı. C ristina yanındaydı.
“Sol kolun,” dedi C ristina şefkatle ve onu birkaç adım ileri
götürdü. “Uzatır m ısın?”
Emma kendisine söyleneni yaptı ve eliyle bileğindeki deri
nin yanmış gibi kıpkırm ızı kabardığını gördü.
Cristina başını sallayarak ceketinden stelini çıkardı.
“Malcolm’un yaptığı duvarın arkasındayken, birkaç dakika ora
dan hiç çıkmayacaksın sandım .”
Emma başını C ristina nin omzuna vurdu. “Üzgünüm.”
“Biliyorum.” C ristina hareketlenmiş, Emma mn kol yenini
yukarı sıyırdı. “İyileştirm e m ühürlerine ihtiyacın var.”
Stel teninde dolanırken Emma, Cristina ya sokuldu. Orada
olmasının verdiği rahatlam a hissinin tadını çıkardı. “Orada
Malcolm’la kısılıp kalm ak çok tuhaftı,” dedi Emma. “Büyük öl
çüde bana A nnabel’i anlatm ak istiyordu. Ve mesele şu ki, onun
için sahiden üzüldüm .”
“Hiç de tu h af değil,” dedi Cristina. “Korkunç bir hikâye bu.
Ne o ne Annabel yanlış bir şey yapmış. Sevdiğin birinin böylesi
korkunç bir şekilde cezalandırıldığını ve işkence çektiğini gör-
711
mek, seni terk ettiğini düşünürken terk edenin kendin olduğu-
nu düşünmek...” Cristina ürperdi.
“Hiç böyle düşünmemiştim,” dedi Emma. “Sence kendini
suçlu mu hissediyordu?”
“Öyle hissettiğine eminim. Kim olsa aynısını hisseder.”
Emma yüreği sızlayarak Annabel’i düşündü. Suçsuzdu
o, bir kurbandı. Neyse ki, hiçbir şeyin farkına varmamış,
Malcolm’un onu diriltme çabalarından haberi olmamıştı.
“Ona Konsey kadar kötü olduğunu söylediğim de sahiden şa
şırmışa benziyordu.”
“Hiç kimse kendi hikâyesinin kötü adam ı değildir.” Cristina,
Emma’yı bıraktı ve yaptığı iyileştirm e m ührünü inceledi.
Emma’nın kolundaki acı şimdiden azalm ıştı. Ju lian ın yapacağı
bir mührün çok daha hızlı şifa vereceğini biliyordu ancak daya
nıklılık mührünü yaparken olanlardan sonra herkesin önünde
kendisini mühürlemesine izin verecek cesareti bulamıyordu.
Julian. Cristina’nın hemen arkasında görebiliyordu onu.
Arabanın yanındaydı. Telefonunu kulağına tutuyordu. Emma
onu izlerken Julian ekranı tuşlayıp telefonu cebine koydu.
“Eee, sinyaller çalışmaya başlamış m ı?” diye sordu Ty. “Kimi
aradın?”
“Pizza,” dedi Julian.
Hepsi ona bakıyordu. Diğerleri gibi Ju lia n ın da üstü kir
içindeydi. Yanağında uzun bir sıyrık vardı ve saçları darmada
ğınıktı. Ay ışığında gözleri bir yer altı nehrinin rengini almıştı.
“Hepimiz acıkmışızdır diye düşündüm ,” dedi o aldatı
cı ılımlılığıyla. Yaşananlar ne olursa olsun Ju lia n ın aklından
geçenlerle hiçbir ilgisi olmadığı anlam ına geldiğini biliyordu
Emma artık bunun.
“Gitsek iyi olur,”dedi Julian. “Kesişim noktasının yıkılması
j Konsey in haritasında buradan yayılan kara büyüyü görebile-
; ceği anlamına geliyor. Geri döndüğümüzde yalnız olacağımızı
sanmıyorum.”
j
I
Herkes yola çıkm aya hazırlanm ak için acele ediyordu: Livvy
j Toyota nın arka koltuğunda Octavian’ı kucağına yerleştirmiş,
Diana, Cristina’yla Diego’ytı çalıların arkasına gizlediği kam
yonete almıştı. Kierani M ark’ı tekrar atıyla götürmeyi teklif etti
fakat Mark bu teklifi geri çevirdi.
“Kardeşlerimle yolculuk yapmayı tercih ederim,” dedi Mark
açıkça.
Julian, Kieran’a döndü. Perinin gözlerinde ne düşündüğünü
göstermeyen, ifadesiz bir bakış vardı. Julian bu gözlerde karde
şinin neyi sevdiğini anlam ayı çok isterdi: M arka sıcak ve nazik
davranan K ierani. Kieran’a M ark’ı Av’dakilerin arasında yalnız
bırakmadığı için teşekkür etm ek isterdi.
Kalbinde daha az nefret hissetmeyi isterdi.
“Bizimle dönm ek zorunda değilsin,” dedi Julian. “Yardımına
i ihtiyacımız kalm adı artık.”
“M arkın güvende olduğunu görene kadar bir yere gitmeye
ceğim.”
Julian omuz silkti. “Nasıl istersen. Geri döndüğümüz zaman
sana söyleyene kadar enstitüye girme. Sırf seninle savaşmamız
bile başımızı belaya sokacaktır.”
Kieran’ın ağzı sertleşti. “Ben olmasaydım bu gece yenilmiş
olacaktınız.”
“Muhtemelen,” dedi Julian. “Emma’nın sırtındaki yara iz
lerini her gördüğüm de sana m innet duymayı hatırlayacağım.”
713
Kieran irkildi. Julian arkasını dönüp arabaya doğru yürüdü.
Diana bir eli havada Julian’ın yolunu kesti. Kalın bir şala sarın-
mıştı ve yüzü çiller misali kan lekeleriyle doluydu.
“Konsey sahiden sizi bekliyor olabilir,” dedi Diana doğru
dan. “İstersen her şeyin suçunu üstüme alabilir, kendimi onla
rın merhametine bırakabilirim.”
Julian uzun bir süre D ianaya baktı. Ö yle uzun süredir kas
katı kurallar içinde yaşamıştı ki. Tavvyyi koru, Livvyyle Tyt
koru, Druyu koru. Emmayı koru. Son günlerde bu sorumluluk
bir nebze daha da artmıştı. M ark’ı koruyacaktı çünkü Mark
geri dönmüştü, Cristinayı koruyacaktı çünkü Emma onu se
viyordu.
Çok az kişinin anlayabileceği türden bir sevgiydi bu. Toptan,
ezici bir sevgiydi ve acımasız olabiliyordu. Ailesine bir tehdit
oluşturduğu takdirde koca bir şehri yok edebilirdi.
12 yaşındayken ailenizle yokluk arasında duran tek şey sîzse
niz, ılımlılık nedir öğrenemiyordunuz.
Julian şimdi elinden geldiğince tarafsız olm aya çalışarak dü
şünüyordu da, Diana suçu üstlense ne olurdu acaba? Bu fik
ri aklında ölçüp biçti, eğip büktü ve reddetti. “Olmaz,” dedi.
“Sana iyilik yaptığım yok. işe yarayacağını sanmıyorum.”
“Julian...”
“Sakladığın şeyler vardı,” dedi Ju lian. “H âlâ sakladığın bir
şey olup olmadığını M elek bilir ancak. Bu nedenden enstitü
nün idaresini alamadın. Asla söylem eyeceğin bir şey bu zaten.
Bir şeyleri saklamak konusunda çok iyisin am a iyi bir yalancı
değilsin. Sana inanmayacaklardır. A m a bana inanırlar.”
“Onlara anlatacak bir hikâyen var m ı yan i?” diye sordu
Diana, kara gözlerini kocaman açarak.
Julian hiçbir şey söylemedi.
Diana göğüs geçirip şalına daha sıkı sarındı. “Tuhaf birisin,
Julian Blackthorn.”
“Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum,” dedi Julian, ki
Diana nın bunu kastettiğini sanmıyordu.
“Bu akşam buraya geleceğimi biliyor muydun?” diye sordu
Diana. “Malcolrn la iş birliği yaptığımı mı düşündün?”
“Buna hiç ihtim al vermedim,” dedi Julian. “Ama öte yan
dan, kimseye tam anlam ıyla güvenmem.”
“Bu doğru değil,” dedi Diana ve Mark’ın sürücü koltuğuna
geçmesi için yardım ettiği Em m aya baktı. Emmanın sarı saç
ları uçuşurken yıldızların ışığı altında kıvılcımlara benziyordu.
Diana tekrar Julian’a döndü. “Geri dönsen iyi olur. Yarma dek
ortalarda görünm eyeceğim.”
“Onlara hiçbir şeyden haberin olmadığını söyleyeceğim,
insanlar eğitm enlerini sürekli kandırıyor zaten. Üstelik bizim
le birlikte yaşam ıyorsun bile.” Julian, Toyota’nın motor sesini
işitti. Diğerleri onu bekliyordu. “O hâlde Diego’yla Cristina’yı
enstitüye bırakıp eve döneceksin, değil mi?”
“Bir yerlere gideceğim ,” dedi Diana.
Julian arabaya doğru yöneldi, sonra arkasını dönüp Diana’ya
baktı.
“Hiç pişm anlık duyduğun oldu mu? Eğitmenimiz olmayı
seçtiğin için? B unu yap m ak zorunda değildin.”
Rüzgâr D iana’nın siyah saçlarını yüzüne savuruyordu.
“Hayır,” dedi. “A ilenizin bir parçası olduğum için şimdi oldu
ğum kişiyim. B unu asla unutm a Jules. Yaptığımız seçimler, bizi
biz yapan şeylerdir.”
*
Enstitüye dönüş yolunda herkes sessiz ve bitkindi. Ty da ko
nuşmuyor, yolcu koltuğunda oturm uş, pencereden dışarı bakı
yordu. Dru tortop olm uştu. Tavvy yarı uyanık, başını Livianın
omzuna yaslamıştı. Emma elinde C o rtan asıyla arka koltuk
pencerelerinden birine dayanmış, gözleri kapalı, sarı, ıslak saç
ları yüzünün etrafında dalgalanıyordu. M ark onun yanına sı
kışmıştı.
Julian elini Emma ya uzatmak, elini tutm ak istiyordu fa
kat herkesin önünde yapamazdı bunu. Y ine de, elini arkadaki
Tavvy ye uzatıp dokunmadan edem edi. K üçük kardeşinin hâlâ
hayatta, güvende olduğunu hissetmek istiyordu.
Hepsi hayattaydı ve bir tür m ucizeydi bu. Julian vücudun
daki her bir sinir, derisinden çekilip alınm ış gibi hissediyordu.
Sinir uçları sanki dışarıya açılmış, çıplak kalm ış gibi canlanıyor
du gözünde. Her biri bir sensör misali, etrafındaki aile üyeleri
nin varlığına tepki veriyordu.
Diana’nın sözlerini düşünüyordu: İşi o lu ru n a bırakm ak zo
runda kalacaksın.
Ve bu sözlerin doğru o ld u ğu n u b iliyo rd u . G ünün birinde
ellerini açmak, kardeşlerinin özgürce d ü n yaya açılm asına izin
vermek zorunda kalacaktı. O nlarda yaralar açacak, onlarda izler
bırakacak, onları yere serip bir daha ayağa kaldırm ayacak bir
dünyaya. Günün birinde, bunu yap m ak zorunda kalacaktı.
Ama şimdi değil. Henüz değil.
“Ty,” dedi Julian. Arka koltuktakiler onu duym asın diye al
çak sesle konuşuyordu.
“Efendim?” Ty ona doğru baktı. G özlerinin altındaki halka
lar tıpkı irisleri gibi kül rengiydi.
“Haklıymışsın,” dedi Julian. “Ben yan ılm ışım .”
“Öyle m i?” Ty şaşırm ışa benziyordu. “Ne konuda?”
“Bizimle kesişim noktasına gelmen konusunda,” dedi Juiian.
“İyi savaştın. Hatta m uhteşem din. O rada olmasaydın...” Julianın
boğazı düğümlendi. Tekrar konuşması biraz zaman aldı. “Sana
minnettarım,” dedi. “A yn ı zam anda da özür dilerim. Seni dinle
meliydim. Yapabileceklerin konusunda haklıymışsın.”
“Teşekkürler,” dedi Ty. “Ö zür dilediğin için.” Sustu. Juiian
konuşmanın sona erdiğini tahm in etmişti ki birkaç saniye son
ra Ty ona doğru uzanıp başını hafifçe omzuna dokundurdu.
Church’ün yapacağı türden dostça bir kafa selamıydı bu, ilgi
bekleyen bir selam. Juiian elini uzatıp küçük kardeşinin saçları
nı okşadı ve gülüm ser gibi oldu.
Bu gülümseme tam oluşm am ıştı ki enstitünün önüne gelip
birdenbire durunca hepten kayboldu. Enstitünün her tarafı bir
Noel ağacı gibi aydınlanm ıştı. Oradan ayrıldıkları zaman her
yer karanlıktı. Arabadan indikleri sırada havada çok hafif bir
parıltı görür gibi oldu.
Emma’yla b irb irlerin e baktılar. H avadaki ışık portal demekti
ve portal da K onsey d em ekti.
Diana nın k am yo n eti p ark etti ve D iego yla Cristina aşağı
indi. A rkalarından k ap ıy ı k ap attıkları zaman kam yonet hızla
oradan uzaklaştı. B lackth orn’lar da arabadan inmişti. Kimisi
gözlerini kırpıştırıyo rdu, k im isi u yan ık durm akta güçlük çeki
yordu (Dru ve M ark ), k im isi biraz şüpheli (Ty), kim isi ise endi
şeli (Tavvy’yi rahatça tu tan Livvy) görünüyordu. Juiian uzakta
küheylanın soluk silü etin i görür gibi oldu.
Hep birlikte enstitü m erdivenlerine doğru ilerlediler.
Merdivenlerin tepesine geldiklerinde Juiian kapıyı açmakta te
reddüt etti.
Kapının ardında onu bekleyen herhangi bir şey olabilirdi.
Toptan sıraya dizilmiş Meclis üyelerinden birkaç düzine Konsey
savaşçısına kadar. Julian artık M ark’ı saklayamayacağını biliyor
du. Planlarının ne olduğunu biliyordu. Bunların bir toplu iğne
nin ucundaki milyonlarca melek gibi dengede durduğunu bi
liyordu. Onları şans, koşullar ve kararlılık bir arada tutuyordu.
Diğerlerine baktığında Emma’nın kendisine baktığını gör
dü. Bitkin, kirli yüzüne bir gülümseme yayılmamasına karşın,
gözlerinde ona duyduğu güveni, inancı görebiliyordu.
Bir şeyi unutmuş olduğunu düşündü. Şans, koşullar, karar
lılık ve inanç.
Julian kapıyı açtı.
Girişteki ışık öyle parlaktı ki göz alıyordu. Cadı ışığı avize
lerin ikisi de yanıyordu ve yukarıdaki galeri ailenin neredeyse
hiç kullanmadığı sıra sı ra meşaleyle aydınlatılm ıştı. Sığınak’m
kapısının altından bir ışık hüzmesi yayılıyordu.
Odanın ortasında Magnus Bane dikiliyordu. Şık kıyafeti
içinde göz kamaştırıcı görünüyordu. Brokar bir ceket ve panto
lon, düzinelerce yüzükle süslenmiş parm akları. Yanında Clary
Fairchild duruyordu. Koyu kızıl saçlarını dağınık bir topuz
yapmış, şık bir yeşil elbise giym işti. İkisi de bir partiden çıkıp
gelmişe benziyordu.
Julian ve diğerleri içeri doluşmaya başladığında Magnus bir
kaşını havaya kaldırdı. “Şu işe bakın,” dedi. “B üyük bir ağırla
ma töreni falan olmalıydı. Hovardalar dönm üş.”
Clary elini ağzına götürdü. “Emma, Ju lian .” Yüzü bembeyaz
kesildi. “Mark? Mark Blackthorn?”
Mark hiçbir şey söylemedi. Kimse ağzını açm adı. Julian bi
linçsizce M arkın etrafına toplandıklarını, onu korumak için
bir tür çember oluşturduklarını fark etti. Her yeri kan içinde,
yüzünü ekşiten Diego bile bunun bir parçasıydı.
Mark sessizce dikilm iş, kirlenmiş açık sarı saçları başının et
rafında bir haleye benziyor, sivri kulaklarıyla iki renkli gözleri
parlak ışıkta netçe görülüyordu.
Magnus sertçe M ark’a baktıktan sonra ikinci kata döndü.
“Jace!” diye seslendi. “Buraya gel!”
Clary, Blackthorn lara doğru bir hamle yapacak oldu fakat
Magnus nazikçe onu geriye çekti. Clary kaşlarını çatıyordu. “İyi
I misiniz?” dedi, soruyu E m m aya yöneltmesine karşın hepsini
kastettiği belliydi. “Yaralı mısınız?”
Kimsenin konuşm asına kalmadan, merdivenlerin tepesinde
bir kargaşa çıktı ve uzun boylu biri belirdi.
Jace.
Julian, Gölge Avcısı dünyasında nam salmış Jace Herondale’le
ilk tanıştığında Jace 17, Julian ise 12 yaşındaydı. Yine 12 yaşın
da olan Emma, Jace’in evrene varlığıyla lütufta bulunduğunu,
hayatında gördüğü en yakışıklı ve harika insan olduğunu cümle
i âleme duyurmaktan çekinm em işti.
Julian onunla hem fikir değildi ya, öte yandan fikrini soran
kimse de olm am ıştı.
Jace’in merdivenlerden öyle bir inişi vardı ki Julian, Jace’in
arkasından m uhteşem bir kervan gelip gelmediğini merak etti.
Yavaş yavaş, kararlı adım larla, odadaki tüm gözlerin odağında
olduğunun farkındaym ış gibi.
Ya da belki de sadece bakılm aya alışkındı. Emma bir noktadan
sonra Jace’e dair konuşm aktan vazgeçmişti, fakat Gölge Avcısı
dünyası genel olarak görünüş konusunda onu sıra dışı olarak de
ğerlendiriyordu. Saçları olağanüstü bir altın sarısıydı. Gözleri de
719
Öyle. Magnus ve Claıy gibi o da partiden gelmiş gibi görünüyor
du. Üstünde şarap kırmızısı bir ceketle gündelik şık bir havası
vardı. En alt basamağa geldiğin d e kan ve kir içindeki Julian’a,
ardından onun kadar kirli ve berduş görünen diğerlerine baktı.
“Pekâlâ, ya şeytânı güçlerle savaşmaktan ya da bizimkin
den çok daha çılgın bir partiden geliyor olmalısınız. Selam
Blackthorn’Jar.”
Livvy iç geçirdi. Jace’e Emma’nın 12 yaşındayken baktığı şe
kilde bakıyordu. Diegoya olan aşkına sadık kalan Dru ters bir
bakış attı.
“Neden geldiniz buraya?” diye sordu Ju lian , cevabı bilmesi
ne rağmen. Yine de, şaşırdığı izlenim ini oluşturm ak çok daha
iyiydi. İnsanlar verilen cevaplara prova edilm ediğin i düşündük
lerinde daha çok inanırdı.
“Kara büyü,” dedi Magnus. “H aritada kocam an bir alev
hâlinde görünüyordu. Kesişim no ktasında.” Bakışlarını
Emma’ya çevirdi. “Sana verdiğim ufak bilgiyle bir şeyler yapa
bileceğini düşünmüştüm. Söz konusu b ü yü lü çizgiler olduğun
da, anahtar her zaman kesişim noktalarıdır.”
“O hâlde neden oraya gitm ediniz?” diye sordu Emma.
“Kesişim noktasına?”
“Magnus orayı büyüyle kontrol etti,” dedi Clary. “Harabe
dışında bir şey yoktu orada, biz de po rtalla buraya geldik.”
“Kesin konuşmak gerekirse, kız kardeşim in nişan partisin
den,” dedi Jace. “Açık bir bar vardı.”
“Ah!” Emmanın yüzünde bir m u tlu lu k ifadesi belirdi.
“Isabelle, Simon’la mı evleniyor?”
Juliana göre, hiçbir kız Emma’yla boy ölçüşem ezdi, fakat
Clary gülümsediği zaman çok güzel gö rünüyo rdu. Tüm yüzü
aydınlanıyordu. A slına bakılırsa, Emma’yla ortak noktalarıydı
bu. “Evet,” dedi C lary. “Ve Sim on çok m utlu.”
“Onları tebrik ederiz,” dedi Jace, tırabzan küpeştesine yasla
narak. “Her neyse, p artid eyd ik ve M agnus L.A. Enstitüsü’nün
yakınında nekrom ansi b ü yü sü oldu ğu na dair uyarı aldı. Sonra
Malcolm’a ulaşm aya çalıştı fakat başaram adı. Biz de gizlice ora
dan ayrıldık. Sadece d ö rd üm ü z. T abii bana sorarsanız parti için
büyük bir kayıp o ld u , ç ü n k ü b ir konuşm a yapacaktım ve m uh
teşem olacaktı. S im o n b ir d ah a asla dışarı çıkam ayacaktı.”
“Nişan k u tlam asın ın am acı bu sayılm az Jace,” dedi C lary.
Diegoya endişeli gözlerle b ak ıyo rd u . Sahiden de korkunç dere
cede benzi solm uştu.
“Dördünüz m ü ?” E m m a etrafın a b akın dı. “Alec burada
mı?” Magnus cevap v erm ek için ağzın ı açm ıştı ki tam o sırada
Sığınak’ın k ap ıları a ç ıld ı ve siyah saçlarıyla uzun boylu, tıknaz
bir adam belirdi: R o b ert L ig h tw o o d ’d u bu. O zam anki engi-
zitör, İdris M e c lisi’n in k o m u ta n m u av in i ve yasayı çiğneyen
Gölge Avcıları’nı so ru ştu rm ak la görevli kişi.
Julian en gizitö rü d a h a önce sadece b ir kez görm üştü.
Konseyin k arşısın d a d ik ilm e y e zo rlan m ış ve S eb astian ın ens
titüye saldırısını a n la tm ış tı. E lin d e Ö lü m cü l K ılıç’ı tu ttu ğ u n u
hatırlıyordu. G erçeğin b ıç a k la r ve k an calarla sizden alın d ığ ı, iç
organlarınızın p a rç a la n d ığ ı h issin i v erird i bu.
Ona sald ırıyı s o rd u k la rın d a h iç y a la n söylem em işti, b u n u ne
istemiş ne de p la n la m ıştı. Y in e de a y n ı acıyı çekm işti. Ü stelik
çok kısa bir sü re liğ in e de o lsa Ö lü m c ü l K ılıç’ı tu tm ak zih n in d e
gerçek ve acı a rasın d a s ilin m e z b ir b ağ o lu ştu rm u ştu .
Engizitör, Ju lia n ’a d o ğ ru y ü rü d ü . Ju lia n ’ın h a tırlad ığ ı R obert
Lightwood’d an b iraz d a h a y a şlıy d ı. S açların a ara ara ak lar düş-
müştü. Ancak lacivert gözlerindeki bakışlar hiç değişmemişti.
Sert ve soğuktu.
“Burada neler oluyor?” diye sordu Robert Lighnvood.
“Birkaç saat önce nekromansi büyüsü izleri görüldü burada ve
amcan hiçbir şey bilmediğini söylüyor. Daha kötüsü, nereye
kaybolduğunuzu söylemeyi reddetti.” Lighnvood arkasını dön
dü. Gözleri herkesin üzerinde dolaştı ve M ark’ta durdu.
“Mark Blackthorn?” dedi şüpheyle.
“Bundan daha önce bahsetmiştim,” dedi Clary. Julian,
Clary nin müstakbel kayınpederini pek de sevmediğine dair bir
hisse kapıldı. Tabii karşısındaki oysa. Jace ve C lary evlenmeyi
planlıyor muydu, hiçbir fikri olm adığını fark etti.
“Evet,” dedi Mark. Bir idam mangası karşısındaymışçasına
dimdik duruyordu. Robert Lighnvood’un gözlerinin içine bak
tı ve Julian, engizitörün Gölge Avcısı’nın yüzünde Vahşi Avın
bıraktığı izler karşısında irkildiğini gördü.
Bu gözlerde Konseye karşı bir suçlam a vardı. Beni terk et
tiniz, diyordu bu gözler. Beni korumadınız. Yapayalnız kaldım.
“Geri döndüm,” dedi Mark.
“Vahşi Av seni asla bırakm azdı,” dedi engizitör. “Onlar
için değerin paha biçilmez. Ü stelik p eriler aldıklarını geri
vermezler.”
“Robert,” diye söze girdi Magnus.
“Bana yanıldığımı söyleyin,” dedi Robert Lighnvood.
“Magnus? Başkası?”
Magnus susuyordu. M utsuzluğu yüzünden okunuyordu.
Jace’in altın rengi gözleri okunaksızdı.
Dru boğulmuş gibi, korku dolu bir ses çıkardı. Clary,
Robert a döndü.
“Onları sorgulaman adil değil,” dedi. “Daha çocuklar.”
“Jace’le daha çocukken başınıza aldığınız belayı hatırlamadı
ğımı mı sanıyorsunuz?”
“Hakkı var.” Jace, Ju liarila Emmaya gülümsedi. Bu gülüm
seme çeliğin üstünde eriyen bir altın gibiydi. Yumuşaklığının
nasıl da bir maske olduğunu, altında yatan şeyin Jace’e neslinin
en iyi Gölge Avcısı lakabını kazandırdığını görebiliyordunuz.
“Hiç nekromansi yapm adık,” dedi Julian. “Buna ihtiyacı
mız olmadı. Perilerle ilgili mevzuya gelince, her zaman anlaşma
yapmaya hazırdırlar.”
Sığınak’ın kapısında iki kişi belirdi. Anselm Nightshade.
Kemikli, sert hatlı yüzü bitkindi. Ve yanında Arthur. Yorgun
görünüyordu ve elinde bir kadeh şarap vardı. Julian o akşam
erken saatlerde şişeyi Sığınak’a bırakmıştı. Kaliteli bir vintage
şaraptı. Sığınak’ın korunaklı alanı kapıların çok az ötesine ula
şıyordu. Anselm sınır çizgisinin üstünden ayak parmaklarından
birini çıkardı ve irkilerek çabucak geri çekti.
“Arthur. Bütün akşam Anselm N ightshadele Sofokles’i tar
tıştığınızı iddia ettin, değil m i?” dedi Robert Lightvvood.
“Kötülüğü kötülükle iyileştirm eye çalışırsan kaderine daha
fazla acı getirirsin,” dedi Arthur.
Robert bir kaşını havaya kaldırdı.
“Antigone'dtn bir alın tı yapıyor,” dedi Julian bitkince. “Evet
demek istiyor.”
“İçeri gel Arthur,” dedi Robert. “Lütfen bana Sığınak’ta giz
lendiğin izlenim ini verm e.”
“O sesle konuştuğun zaman Sığınak’ta benim gizlenesim
geliyor,” dedi M agnus. İçeride dolanm aya başlamıştı. Eline bir
şeyler alıp yerine koyuyordu. Hareketleri alelade görünüyordu
>723
ama Juiian işin aslını biliyordu. Magnus önceden tasarlamadan
çok az şey yapardı.
Jace de öyle. Jace merdivenlerin en alt basamağında otur
muştu, keskin bakışları kararlıydı. Juiian bu bakışların ağırlığını
göğsünde bir yük gibi hissediyordu. Boğazını temizledi.
“Kardeşlerimin bu işle hiçbir ilgisi yok,” dedi Juiian. “Ayrıca
Tavvy çok yorgun. Bu akşam neredeyse onu öldüreceklerdi.”
“Ne?” dedi Clary, yeşil gözleri panikten kararmış. “Nasıl
oldu bu?”
“Anlatacağım,” dedi Juiian. “O nları bırakın gitsinler.”
Robert bir süre tereddüt ettikten sonra ters ters başını salla
dı. “Gidebilirler.”
Ty, Livvy ve Dru merdivenleri çıkm aya başladığında Juiian
rahatladı. Livvy hâlâ omzuna başını yaslam ış olan Tavvy yi ta
şıyordu. En üst basamakta Ty bir an durup aşağı baktı. Marka
bakıyordu ve yüzünde korku dolu bir ifade vardı.
“İnsanın hiçbir dostuna güvenmemesi zorbalığın getirdiği
bir hastalıktır,” dedi Anselm Nightshade. “Aeschylus.”
“Kızımın nişan partisinden klasikler üzerine ders almak için
gelmedim buraya,” dedi Robert. “Ayrıca bu Aşağı Dünyalıları ilgi
lendiren bir mesele de değil. Lütfen bizi Sığınak ta bekle Anselm.”
Arthur kadehini Anselm’e verdi. Anselm kadehi alaylı bir
tavırla kaldırmasına rağmen Sığınak’a gitti. Kutsal toprakların
başladığı sınırın başladığı yerden kurtulduğu için rahatlamışa
benziyordu.
O gittiği anda Robert, Arthur’a döndü. “Tüm bunlar hak
kında ne biliyorsun, Blackthorn?”
“Peri diyarından bizi görmeye bir kafile geldi,” dedi Arthur.
I “Markı ailesine geri vermeyi önerdiler ve karşılığında Los
Angeles’ta perileri öldüren kişiyi bulmalarına yardım etmemizi
I istediler”
“Ve sen de bundan Konseye bahsetmedin, öyle mi?” dedi
! Robert. “Yasayı çiğnediğini bilmene rağmen, Soğuk Barış’ı..
“Yeğenimi geri istiyordum,” dedi Arthur. “Sen de ailen için
aynı şeyi yapmaz m iydin?”
“Sen bir Gölge Avcısı sın,” dedi Robert. “Ailen ve yasa ara-
j sında bir seçim yapm an gerektiğinde yasayı seçersin!”
! “Lex malla, lex nulla, ” dedi Arthur. “Aile düsturumuzu bili
yorsun.”
“0 doğru olanı yaptı.” Jace’in konuşmasında ilk kez mizahi bir
tavır vardı. “Ben de aynı şeyi yapardım. Hepimiz aynısı yapardık.”
Robert çileden çıkm ışa benziyordu. “Peki, buldunuz mu?
Perileri kimin öldürdüğünü buldunuz mu?”
i “Bu akşam bulduk,” dedi Julian. “Malcolm Fade’miş.”
Kedi gözleri öfkeyle parlayan Magnus kaskatı kesildi.
“Malcolm mu?” Ç abucak ters yöne dönerek hızla Juliana doğ
ru ilerledi. “Peki, katilin neden bir büyücü olduğunu düşün
dünüz? Büyü yapm ayı bildiği için mi? Tüm kara büyüler bizim
suçumuz mu yani?”
“Bunu yaptığını söylediği için,” dedi Julian.
Clary nin ağzı açık kalm ıştı. Jace olduğu yerde otururken,
yüzündeki ifade bir kedininki kadar okunaksızdı.
Robert’ın yüz ifadesi karardı. “Arthur. Bu enstitünün müdü
rü sensin. Konuş. Yoksa bu işi yeğenine mi bırakacaksın?”
“Bazı şeyler var,” dedi Ju lian, “Arthur a söylemediğimiz şey
ler. Onun bilm ediği şeyler.”
Arthur elini ona acı veriyorm uş gibi başına koydu. “Ben ya-
nıldıysam,” dedi, “Ju lian ın açıklam a yapmasına izin verin.”
725
Robert’ın sert bakışları herkesin üstünde gezindi ve Diego’da
durdu. “Yüzbaşı,” dedi. “Ö ne çık.”
Julian gerildi. Diego. O nu hiç hesaba katm am ıştı ama
Diego bir yüzbaşıydı, Konsey e doğruyu söylem eye yeminliydi.
Elbette Robert, Julian’dan ziyade o n un la konuşm ayı isteyecekti.
Robernn kendisiyle konuşm ak için hiçbir gerçek nedeni ol
madığını biliyordu. Enstitüyü idare eden o değildi. Arthur’du.
Yıllardır Robert’ın mektuplarına cevap verm esinin, Robert’ın iş
leri yürütme biçimini oradaki herkesten çok daha iyi bilmesinin
hiçbir önemi yoktu. En azından resmi yazışm alarda birbirlerini
iyi tanıyor olmalarının da. Sadece ergen bir oğlandı Julian.
“Efendim sayın engizitör?” dedi D iego.
“Bize Malcolm Fade’den bahset.”
“Malcolm düşündüğünüz gibi biri d eğil,” dedi Diego.
“Sayısız ölümden sorumlu. Emma n ın annesiyle babasının ölü
münden sorumluydu.”
Robert siyah saçlarıyla başını salladı. “Böyle bir şey nasıl
mümkün olabilir? Carstairs’Iar Sebastian M orgenstern tarafın
dan öldürüldü.”
Sebastian ın adını duyunca C lary n in yüzü soldu. Doğrudan
Jace’e baktı ve göz göze geldiler. Senelerdir paylaştıkları geçmiş
le yoğrulmuş bir bakıştı bu. “H ayır,” dedi Clary. “Öyle olmadı.
Sebastian bir katildi ama Emma annesiyle babasının ölümün
den sorumlu olduğuna hiçbir zaman inanm adı. Ben ve Jace de
öyle.” Dönüp Emma’ya baktı. “H aklıym ışsın ,” dedi. “Bir gün
haklı çıkacağını düşündüm hep. A m a k atilin M alcolm olması
beni üzdü. O senin dostundu.”
“Benim de öyle,” dedi M agnus, gergin bir sesle. Clary onun
yanına gidip elini koluna koydu.
“Aynı zam anda k ıd e m li b ü yü cü yd ü ,” dedi Robert. “Nasıl
oldu bunlar? İn san ları ö ld ü rü yo r derken neden bahsediyor-
sunuz?5>>
“Los Angeles’taki b ir dizi cinayetten,” dedi Diego. “Fanileri
cinayet işlemeye ve sonrasında nekrom anside kullanabileceği
parçaları toplam aya ikn a ediyorm uş.”
“Konsey e haber v erilm eliyd i.” Robert öfkeden çılgına dön
müş gibiydi. “Peri kafilesi geldiği an Konsey e derhâl haber ve
rilmeliydi!”
“Engizitör,” dedi D iego. Sesi bitkin geliyordu. Takımının
sağ kolu tam am en kan içindeydi. “Ben bir yüzbaşıyım.
Sorumluluğum doğrudan Konsey e karşıdır. O nlara da olanları
bildirmedim çünkü harekete geçildiği zaman bildirm ek işleri
yavaşlatmak dem ektir.” K onuşurken C ristina’ya bakmıyordu.
“Konsey soruşturm ayı en başından başlatacaktı. Vakit yok
tu ve bir çocuğun h ayatı tehlikedeydi.” Elini göğsüne koydu.
“Madalyonumu elim den alm ak istiyorsanız sizi anlarım. Ama
Blackthorn’Iarın yap tığı şeyin haklı olduğunu sonuna dek sa
vunacağım.”
“Madalyonunu elinden alacak değilim , Diego Rocio
Rosales,” dedi Robert. “Ç o k az yüzbaşına sahibiz ve sen en iyi
lerinden birisin.” D iego’ya, kanlı koluna ve bitkin yüzüne en
dişeli gözlerle baktı. “Konsey yarın senden bir rapor bekliyor
olacak ama şim dilik yaraların la ilgilen .”
“Onunla gideceğim ,” dedi C ristina.
Cristina, D iego’nun m erdivenlerden çıkmasına yardım etti.
Diego, C ristinanın incecik bedenine yaslandı. M ark onlara
baktıktan sonra gözlerini çevirdi. C adı ışığını geçtikten sonra
karanlıkta kayboldular.
= 0 . 797
“Robert,” dedi Jace onlar gittik ten sonra. “Ju lian 12 yaşın
dayken Konseyin önünde şah itlikte bulundu. Bunun üzerin
den beş sene geçti. Şim di, konuşm asına izin ver.”
Robert yüzündeki açık gönülsüzlüğe rağm en başını salla
dı. “Pekâlâ,” dedi. “Herkes senin konuşm anı dinlem ek istiyor
Julian Blackthorn. Anlat bakalım .”
I 730
Arthur’un yüzü solmuş, gözleri kocaman açılmıştı. Bununla
birlikte, Emma daha önce onun hiç bu kadar dokunaklı, hiç
bu kadar kararlı konuştuğunu işİtmemişti. Sahiden tuhaftı bu.
“Koruyabilir m iydiniz sahiden?” diye sordu Arthur. “O hâlde,
Helen neden hâlâ W rangel Adası’nda?”
“Orada daha güvenli de ondan,” dedi Robert öfkeyle.
"Karanlık Savaş’taki ihanetlerinden dolayı hâlâ perilerden nefret
edenler var. Ben onlardan b iri değilim . Gölge Avcıları arasında
bulunduğu sürece ona nasıl davranacaklarını sanıyorsun?”
“O hâlde M ark’ı koruyabilirdiniz,” dedi Arthur. “Bunu itiraf
etdn.”
Robert’ın konuşm asına kalm adan Julian, “Arthur amca,”
dedi, “ona gerçeği söyleyebilirsin.”
Arthur şaşırmışa benziyordu. Ne kadar aklı başında görünse
de Julian’ın kastettiği şeyi anlam ışa benzemiyordu. Ayrıca hızlı
hızlı soluklanıyordu. T ıp kı S ığın aklayken başı ağrıdığı zaman
olduğu gibi.
Julian, Robert’a döndü. “Peri halkı M ark’ı buraya getirdiği
anda Arthur, Konsey’e gitm ek istedi,” dedi. “Bunu yapmaması
için ona yalvardık. K ardeşim izin bizden alınacağından korktuk.
Cinayetleri çözdüğüm üz takdirde, M ark da bize yardım ederse,
Konsey in gözünde daha iyi görünür diye düşündük. Burada
kalması için onları ikna etm em ize yardım ı olur dedik.”
"Her şeye rağm en yap tığın ız şeyin farkındasınız değil mi?”
diye sordu engizitör. “M alcolm , karanlık güçlerin arayışında ol
saydı, Konseydeki herkese karşı bir tehdit oluşturabilirdi.” Bu
sözlere rağmen, Robert ikn a olm uşa benzemiyordu.
“Malcolm güç arayışın da değildi,” dedi Julian. “Sevdiği
birini diriltmek istiyordu. Yaptığı şey kötüydü. Ve bu uğur-
da canını feda etti, yapması gerektiği gibi. Fakat tek amacı ve
tek planı buydu. Ne Konsey ne Gölge Avcıları umurundaydı.
Umursadığı tek şey âşık olduğu kadındı.”
“Zavallı Malcolm,” dedi Magnus alçak sesle. “İnsanın sevdi
ği kişiyi o şekilde kaybetmesi...”
“Robert,” dedi Jace. “Bu çocuklar yanlış bir şey yapmamış.”
“Olabilir ama ben engizitörüm. Bu olayın üstünü kapata-
mam. Malcolm Fade de öldüğüne ve Kara Kitap’ı kendisiyle
birlikte okyanusa götürdüğüne göre, üstelik tüm bunlar enstitü
başkanınm bilgisi dışında olduğuna göre...”
Julian öne çıktı. “Arthur amcanın size söylemediği bir şey
var,” dedi. “Kendisi hiçbir şey yapmazken etrafta dilediğimiz
şeyi yapmamıza izin vermekle kalmadı. Aynı zamanda kendisi
de bir başka kaynaklı kara büyünün peşindeydi.”
Julian konuşurken Magnus’a bakıyordu. Geçmişte onlara
yardım etmiş olan Magnus’a. M agnus’un onu anlamasını, ona
inanmasını ister gibiydi.
“Anselm Nightshade’in Sığınakta olması bir tesadüf değil,”
dedi Julian gergin bir sesle. “Arthur buraya geldiğinizi bildiği
için onu çağırdı.”
Robert bir kaşını havaya kaldırdı. “Bu doğru mu? Arthur?”
“Onlara anlatsan iyi olur,” dedi Julian, gözlerini amcasından
ayırmadan. “Önünde sonunda öğrenecekler zaten.”
“Ben...” Arthur gözlerini Julian’a dikm işti. Gözlerinde
öyle boş bakışlar vardı ki Emma’nın yüreği hopladı. Julian,
Arthur’un izinden gitmesini ister gibiydi. “Bundan bahsetmek
istemedim,” dedi Arthur, “çünkü M alcolm ’a dair öğrendikleri
mizin yanında epey hafif kalıyor.”
“Neden bahsetmek istemedin?”
732
“Nightshade para için kara büyü kullanıyor,” dedi Julian.
Yüzünde sakin, bir parça pişmanlığını gösteren bir ifade vardı.
“Yaptığı pizzalarda bağımlılık yapıcı maddeler kullanarak avuç
dolusu gelir elde ediyor.”
“Kesinlikle doğru!” dedi Emma, Arthur’un şaşkın sessizliği
ni kapatmak için. “Şehirde öyle bağımlı hâle gelmiş insanlar var
ki birazcık daha madde alabilmek uğruna her şeyi yapabilirler.”
“Pizza esareti ha?” dedi Jace. “Bu hiç şüphesiz duyduğum
en tuhaf...” Clary ayağına basınca Jace sustu. “Ciddi bir şeye
benziyor,” dedi. “Yani, bağım lılık yapıcı iblis tozları vesaire.”
Julian odanın karşı tarafındaki gömme dolaba gidip kapağı
nı açtı. Dolaptan birkaç pizza kutusu düştü.”
“Magnus?” dedi Julian.
Magnus şalının ucunu omzuna atıp Julian ve kutuların ya
nına gitti. Pizza kutusunun kapağını öyle özenle açışı vardı ki
sanki kilitli bir hazine sandığını açıyordu.
Elini kutuya doğru götürüp soldan sağa çevirdi. Ardından
başını kaldırdı.
“Arthur haklı,” dedi. “Kara büyü bu.”
Sığınaktan bir çığlık yükseldi. “İhanet bu!” diye bağırdı
Anselm. “Et tu, B rüte?”
“Dışarı çıkamaz,” dedi Arthur, büyülenmiş bir bakışla.
“Dışarı açılan kapılar k ilitli.”
Robert, Sığınak’a doğru koşturmaya başladı. Bir süre sonra
Clary yle Jace de peşinden gitti. Geriye sadece Magnus kalmış
tı. Elleri ceplerinde antrede dikiliyordu.
Magnus, Ju lian a altın rengi-yeşil gözlerinde ciddi bakışlarla
baktı. “İyi iş,” dedi. “Bunu başka nasıl tanımlayabilirim bilemi
yorum ama iyi iş başardın.”
JuJian, A rthur’a doğru bakrı. A rth ur, S ığ ın ak kapısının ya
nında, duvara yaslanm ıştı. G özleri y a rı k ap alı, yüzü acı içindey
di. “Bundan dolayı cehennem de y a n a c a ğ ım ,” d iye mırıldandı
alçak sesle.
“Ailen için yanmakta utanılacak bir şey yok,” dedi Mark.
“Yanında memnuniyetle yanabilirim ben de.”
Julian yüzünde şaşkın ve m em nun bir ifadeyle M arka baktı.
“Ben de öyle,” dedi Emma. M agnus’a baktı. “Çok üzgü
nüm,” dedi. “Malcolm’u öldüren bendim . Arkadaşın olduğunu
biliyorum, keşke...”
“Arkadaşımdı,” dedi M agnus kasvetli bakışlarla. “Ölen biri
ne âşık olduğunu biliyordum. H ikâyenin geri kalanından habe
rim yoktu. Konsey ona ihanet etti, tıpkı sana ihanet ettiği gibi.
Çok uzun zamandır hayattayım , pek çok ihanet, bir yığın kırık
kalp gördüm. Acılarının kendini yiyip bitirm esine izin verenler
vardır. Diğerlerinin de acı çektiğini unutanlar. Alec ölseydi...”
Magnus ellerine baktı. “O nun gibi olm ayacağım ı düşünmem
lazım.”
“Annemle babamın başına gelenleri sonunda öğrendiğime
memnunum,” dedi Emma. “N ihayet, gerçeği biliyorum .”
Kimsenin bir şey demesine kalm adan, Sığın ak’ın girişinden
bir patlama sesi yükseldi. Birdenbire Jace belirdi, geri geri ka
yıyordu. Şık ceketi yırtılm ış, sarı saçları dağılm ıştı. Diğerlerine
dönüp öyle bir gülümsedi ki bu gülüm sem e tüm odayı aydın
lattı.
“Clary, Nightshade’i bir köşeye sıkıştırdı,” dedi. “Bu kadar
yaşlı bir vampire göre epey çevikmiş. Bu arada gösteri için te
şekkür ederim, ben de kalkm ış bu akşam ın sıkıcı olacağını dü
şünüyordum!”
734
*
735
“Gökyüzünün dehşetini bilmeyen biri konuşuyor,” dedi
Mark.
“Olabilir,” dedi Jace. “Sana verdiğim cadı ışığı hâlâ duru
yor mu?”
Mark başıyla onayladı. “Peri diyarında hep yanım da taşıdım.”
“Hayatımda yalnızca iki kişiye cadı ışığı m ühür taşlarından
verdim,” dedi Jace. “C laryye ve sana.” Başını bir yana eğdi. “Sizi
tünellerde bulduğumuzda sende bir şey vardı. Korkuyordun
ama pes etmeyecektin. Seni tekrar göreceğim e dair hiçbir za
man en ufacık bir şüphem olm adı.”
“Gerçekten mi?” M ark kuşkuyla ona baktı.
“Gerçekten.” Jace o doğal, büyüleyici gülüm sem esiyle gülüm
sedi. “Şunu unutma ki New York E nstitüsü sizin tarafınızda*
dedi. “Bir daha başınız belaya girecek olursa, bunu Juliana da
hatırlat. Bir enstitüyü idare etm ek k o lay değildir.”
Mark karşı çıkacak oldu fakat Jace çoktan arkasını dönmüş,
Clarynin yanına gitmek için içeri girm işti bile. M ark her ne
dense Jacein itirazına aldırış edeceğini sanm ıyordu. Durumu
olanca çıplaklığıyla görmüştü fakat d en geyi bozacak hiçbir şey
yapmayı düşünmüyordu.
Mark tekrar ufku inceledi. Şafak sö km ek üzereydi. Yol ve
otoban, çöl ağaçları, hepsi birden artan ışık la keskince aydın
lanmaya başlamıştı. Ve orada, yo lu n k en arın d a Kieran dikilmiş,
denize doğru bakıyordu. M ark on u yaln ızca b ir gölgeden ibaret
görüyordu ama Kieran ın gölgesini d a h i b ir başkasıyla karıştır
masına imkân yoktu.
Mark merdivenleri inip K ieran ın d u rd u ğ u yere yürüdü.
Kieran kıyafetlerini değiştirm em işti ve y a n ın d a asılı duran kılı
cının bıçağı kan lekeleri içindeydi.
“Kieran,” dedi M ark .
“Kalacak m ısın?” d iye sordu K ieran ve birdenbire kederle
baktığını fark etti. “E lbette k alacak sın .”
“Ailemle b irlik te m i k a la c a ğ ım yo k sa V ahşi Av’a geri m i
döneceğim d iye so ru y o rsan , o h â ld e evet, cevabın d o ğ ru ,”
dedi M ark. “S o ru ş tu rm a so n a e rd i. K atil ve M ü ritle rin d e n
kurtulduk.”
“Pazarlık m evzusu b u d e ğ ild i,” d ed i K ieran. “G ölge A vcıları
katili Peri d iyarın ın v esayetin e b ıra k a c ak tı, cezaya biz karar ve
recektik.”
“Malcolm ö ld ü ğ ü n ü ve Iarlath ’ın ih a n e tin in b o yu tu n u göz
önüne alırsak, h a lk ın ız ın v e rd iğ im k ara ra h o şgö rü yle b ak acağ ı
nı umuyorum,” d e d i M a rk .
“Benim h a lk ım ,” d e d i K ieran . “H o şg ö rü lü o lm a d ık la rın ı bi-
i lirsin. Bana h o şg ö rü yle d a v ra n m a d ıla r.” M a rk , K ieran ın d ağ ı-
i nık siyah saçların ın a ltın d a k i k a ra g ö z le rin d e k i isyan k âr b ak ış
ları ilk gördüğü an ı d ü şü n d ü .
Diğer av c ıların işk e n c e e d e c e k ve d a lg a g eçecek b ir pren s
buldukları iç in y a ş a d ık la r ı s e v in c i h a tır la d ı. K ieran m d u -
| daklarını k ü stah ç a b ü k e r e k , ç e n e s in i k a ld ır a r a k b u n u n asıl
| karşıladığını. B a b a s ın ın o n u A v ’ın a ra s ın a b ir k ö p eğ e k e m ik
atarcasına a ttığ ı g e r ç e ğ in i n a s ıl k a ld ır d ığ ın ı. K ieran ’ın o n u se-
| ven ve geri g e tir m e k iç in sa v a şa n b ir k a rd e şi y o k tu . J u lia n ı
! yoktu. “A m a s e n in iç in s a v a ş a c a ğ ım ,” d e d i K ieran , M a rk ’ın
| gözlerinin iç in e b a k a ra k . “ B u r a d a k a lm a n ın h a k k ın o ld u ğ u n u
söyleyeceğim o n la r a .” S u s tu . “ B ir b ir im iz i... B ir b ir im iz i te k ra r
| görecek m iyiz?”
j “Sanm ıyorum K ie ra n ,” d e d i M a rk , e lin d e n g e ld iğ in c e n az ik .
“Tüm olanlardan so n ra a sla .”
Kieran m yüzüne hafif bir acı yayıld ı. K ieran çabucak gizledi
bunu. Saç rengi solmuş, güm üşi-m avi rengi alm ıştı, bu hâliyle
okyanusun sabahlan aldığı rengi andırıyordu . “Başka bir ce
vap da beklemiyordum zaten,” dedi. “G erçi, um ut etmiştim.
Umudu öldürmek zordur. A m a san ırım , seni uzun zaman önce
kaybettim zaten.”
“O kadar uzun olm adı,” dedi M ark . “B uraya Gwyn ve
Iariath’la gelip kardeşimi k ırb açlam aların a izin verdiğinde kay
bettin beni. Kendi çekeceğim herh an gi b ir acı için seni affede
bilirdim. Ama Julİan ve E m m an m çektik leri işkence için seni
asla affetmeyeceğim,”
“Emma mı?” dedi Kieran, kaşların ı çatarak. “Hoşlandığın
kişinin diğer kız olduğunu san m ıştım .”
M ark boğuk bir kahkaha attı. “M elek ad ın a,” dedi ve Gölge
Avcıları’na özgü bu tabir karşısında K ieran ın irkildiğini gördü.
“Hayal gücün kıskançlığına y en ik düşm üş. K ieran... Bu çatı al
tında yaşayan herkes, aralarında kan b ağı olsun olmasın, görün
mez bir sevgi, görev bilinci, sadakat ve o n u rla birbirine bağlıdır.
Gölge Avcısı demek bu dem ek işte. A ile— ”
“Aile hakkında ne bilirim ki ben? B abam beni Vahşi Ava
sattı. Annemi hiç tanım adım . Ü ç düzin e kardeşim var ve hepsi
de beni ölü gördüğüne sevinir. M ark , h ayatım d a bir tek sen
varsın.”
“Kieran...”
“Ve seni seviyorum,” dedi K ieran. “Yeryüzünde, gökyüzü
nün altında var olan, sevdiğim tek şey sensin.”
M ark, Kieran ın güm üş rengi ve siyah gözlerinin içine ba
kınca bu gözlerde her zam anki gibi k aran lık gökyüzünü gördü.
Göğsünde hain bir sızı hissetti, yaln ız b u lu tların yolu olabile-
ceğini söyleyen bir sızıydı bu. Asla insanlara dair endişeleri ol
mayacağını söylüyordu: Para, kalacak yer, kurallar ve yasalar.
Buzulların tepesinden, hiçbir insan evladının varlığını bilme
diği ormanlardaki ağaçların tepelerinden, gökyüzü boyunca
yol alabilirdi. Y üzyıllar önce yo k olm uş şehirlerin harabelerinde
uyuyabilirdi. Evi tek b ir b attan iye olabilirdi. Kieran ın kolların
da uzanıp yıldızları sayab ilird i.
Oysa yıldızlara her zam an kardeşlerinin ismini vermişti.
Özgürlük fikrinde gü zellik vardı fakat bu bir yanılsam aydı. Her
insan yüreği sevgiyle zin cirlen m işti.
Mark ellerini uzatıp e lf o k u kolyesini taşıyan zinciri çıkardı.
Uzandı ve K ieran ın e lin i tu ttu . Avucu yukarı gelecek şekilde
elini çevirdi ve kolyeyi b ıraktı.
“Vahşi Av için d ah a fazla ok atm ayacağım artık,” dedi.
“Bunu sakla, belki beni h atırlarsın .”
Kieran elini o k b aşın d a sık tı, eklem leri beyazlıyordu.
“Yıldızlar gö rü n d ü ğü zam an seni çoktan unutm uş olacağım
Mark Blackthorn.” M a rk hafifçe K ieran ın yanağına dokun
du. Peri prensinin gö zleri k o cam an açılm ıştı, tek bir damla
yaş yoktu bu gözlerde. A n cak bu gözlerin içinde M ark yal
nızlığın o büyük b o şlu ğu n u gö rebiliyo rdu. Binlerce karanlık
gece boyunca a lın an y o lla r h içb ir eve varm ıyordu. “Seni af-
| fetmiyorum,” dedi M ark . “A m a neticede bize yardım a geldin.
| Gelmeseydin neler o lu rd u b ilem iyo ru m . Yani, bir gün bana
| ihtiyacın olursa -gerçek b ir ih tiy a ç olursa bu- çağır beni, ya-
| nına gelirim.”
Kieran gözlerini hafifçe kapadı. “M ark...”
Oysa M ark çoktan arkasını dönm üştü. Kieran orada dikilip
Markın uzaklaşmasını izledi. Yerinden kım ıldam am asına, ko-
nuşmamasına rağmen, uçurumun kenarında küheylam şahla
nıp çığlık attı. Toynakları gökyüzünü dövüyordu.
746 a
27
AYIRAMAZ BENDEN SENİ
Emma, Magnus Bane ve bir grup p alyaço yla ilgili tuhaf bir rüya
görüyordu ki omzuna dokunan bir elle u yan d ı. Homurdanarak
yatak örtülerine daha da göm ülse de el ısrarcıydı. Kolunu okşu
yordu ki gerçekten hoşuna gitm işti bu. Sıcak bir ağız, dudakla
rının köşesini sıyırdı.
“Emma?” dedi Julian.
Emma, Julian’ın onu koridordan yatak odasına taşıdığını ve
yanına yattığını hayal m eyal hatırlıyor, b u n lar yorgunluktan
beyninde oluşan sislerin arasında do lan ıyo rdu. Htm> diye geçir
di Emma içinden. Yataktan k alkm asın ın h içb ir nedeni yokmuş
gibi geliyordu. Özellikle de Ju lian böylesi sevecen davranır
ken. Julian yanağından öperken E m m a u yu r numarası yaptı.
Ardından çenesinden ve sonra...
Emma birdenbire öksürerek yerin d en fırladı. “Dilini kula
ğıma soktun!”
“Aynen.” Julian sırıttı. “Seni harekete geçirdi am a değil mi?”
“Iyyy!” Emma, Julian a üstünde C A L I’Yİ SEVİYORUM
yazan yastıklardan birini fırlattı ve Ju lian çabucak başını eğdi.
Kotla gri bir tişört giym işti ve bu renk gözlerini lapis mavisi
gösteriyordu. Belli ki az önce uyanm ıştı, saçları darmadağınıktı
ve Öyle sevimli görünüyordu ki Em m a içindeki ona saldırma
isteğini ancak ellerini arkada tutarak durdurabiliyordu.
| “Neden ellerini arkan da tutuyorsun?” diye sordu Julian.
ı “Nedeni yok.” E m m a b u ru n kıvırdı. “K ulağım a yaptığın şey
tuhaftı. Bir daha sakın yap m a.”
“Ya buna ne dersin?” d iye sordu Ju lian ve eğilip boynunu
i öptü.
Julian’ın d u d ak ların ın d o k u n d u ğu yerden Emma’n ın içine
büyük bir heyecan y a y ıld ı. Ö nce köprücük kem iğine, sonra
boynuna, ardından ağzın ın ken arın a.
Emma ellerini arkasın d an çekip J u lia n a doğru uzattı.
Julian’ın teni güneşten sıcacıktı.
Yüzleri öyle b irb irin e y ak ın d ı ki Em m a, Ju lian ın gözleri
nin içindeki yıld ızları an d ıran renkleri görebiliyordu: A çık sarı,
daha açık mavi. Ju lian gü lü m sem iyo rd u. Yüzünde fazlasıyla
düşünceli bir ifade vardı. G özleri öyle b ir arzuyla doluydu ki
Emma tüm kontrolünü k ayb ettiğ in i hissediyordu.
Dudakları b irb irin i arark en , E m m a n ın bacakları Örtülere
dolandı. Julian ö p üşm e k o n u su n d a h âlâ usta değild i am a bu
durum Emma’n ın h o şu n a g id iyo rd u . K endisi dışın da k im
seyle birlikte o lm a d ığ ın ı h a tırla m a k ona ken d in i özel his
settiriyordu. K en d isin in ilk o ld u ğ u n u h atırlam ak. Ö püşm ek
j kadar basit bir şeyin h âlâ o n u n için bir heyecan kaynağı ol-
! ması. Emma d ilin i Ju lia n ’m ağzın ın ken arın d a, du dakların ın
başladığı yerde gezd irdi. S o n u n d a Ju lian yatağa gö m üldü ve
Emma yı üstüne çekti. V ü cu d u E m m a n ın kin e doğru kalkar
ken ürperiyordu. E llerin i aşağı k ayd ırarak Emma’nın kalçala
rını kavradı.
“Emma?” Kapı çalın m ıştı. Emma’yla Ju lian birbirlerinden
ayrıldılar. Julian yatak tan çıktı, Em m a doğruldu. Kalbi hızlı
hızlı çarpıyordu. “Em m a, ben D ru. Jules’ü gördün m ü?”
“Hayır,” dedi Emma boğuk bir sesle. “Görmedim.”
Kapı açılmaya başladı.
“Gelme,” diye seslendi Emma. “Şey, giyiniyorum.”
“Boş ver,” dedi Dru, savuştururcasına fakat kapı açılma
dı. Emma kararlılıkla Juliana doğru bakmadı. Her şey yolun
da, dedi kendi kendine. Sakin, sakin o l “Eh, onu görürsen
Tavvy nin ve hepimizin öğle yemeği yemesi gerektiğini söyler
misin? Livvy yle Ty mutfağı mahvediyorlar.”
Emma, kardeşiyle boşboğazlık eden biri konuşmaya özen
gösteriyordu.
“Tabii,” dedi Emma. “Atölyeye baktın mı? Orada olabilir.”
Bir hışıra işitildi. “Hayır, bakm adım, iy i fikir. Sonra görü-
M M l»
şııruzl
“Görüşürüz,” dedi Emma alçak sesle. D ru’nun ayak sesleri
koridorda uzaklaşmaya başlamıştı bile.
Emma sonunda Ju lian a baktı. Ju lian duvara yaslanmış, göğ
sü inip kalkıyordu. Gözleri yarı kapalı, dudağını ısırıyordu.
İç geçirdi. “Raziel,” dedi fısıltıyla. “Ucuz atlattık.”
Emma ayağa kalktı. Geceliği dizlerinin etrafında hışırdıyor
du. Ve Emma tir tir titriyordu. “Yapamayız,” dedi. “Yapamayız.
Yakalanırız.”
Julian çoktan odanın karşısına geçm iş, Emma’yı kollarına
alıyordu. Emma, Julian’ın kalbinin güm güm çarptığını hisse
debiliyordu. Bununla birlikte sesi sakindi. “A ptal yasadan dola
yı,” dedi Julian. “Kötü bir yasa bu Em.”
Parabataine aşık olm anın yasak lanm asının b ir nedeni var
Emma. Bunun ne olduğunu öğren d iğin ¡sam an sen d e tıpkı be
nim gib i Gölge A vcılarının n e kadar z a lim oldu ğu n u anlaya
caksın.
7\1
Malcolm’un sesi, b ek len m ed ik ve kaçınılm az b ir şekilde
Emmanın zihninde y an k ılan ıy o rd u . B u n u un u tm ak, sözleri
ni unutmak için elin d en gelen i yap m ıştı. Y alancının tekiyd i o.
Her konuda yalan sö ylem işti. B u d a b ir yalan olm alıyd ı.
Yine de. B unu ö telem işti am a Ju lia n a söylem esi gerektiğini
biliyordu. B ilm ek o n u n d a h a k k ıy d ı.
“Konuşmamız lazım ,” d e d i E m m a.
Julian’ın y ü reğ in in h o p la d ığ ın ı hissetti. “Böyle konuşm a. İyi
bir şey söylem eyeceğini b iliy o ru m .” Ju lia n , E m m ay a d ah a d a
sıkı sarıldı. “K orkm a E m m a,” d iy e fısıld ad ı. “S ırf k o rktu ğu n
için bizi harcam a.”
“Korkuyorum. Kendim için değil senin için. Bu zamana dek
yaptığın her şey için, çocukları bir arada tutabilm ek uğruna giz
lediğin, rol yaptığın için. D urum değişmedi Julian. Sizden biri
ne herhangi bir zarar verirsem ...”
Julian öpünce Em m a konuşm asını sürdüremedi. Her şeye
rağmen, bu öpücüğü tüm bedeninde hissetmişti. “Yasa kitap
ları okurdum,” dedi Ju lian geri çekilerek. “Parabataı yle ilgili
kısımlarını. M ilyonlarca kez okudum onları. Birbirine âşık
olan bir parabataı çiftin yakalan ıp affedildiği hiçbir vaka yok.
Sadece korku hikâyeleri vardı. A ilem i kaybetm eyi göze alamam.
Haklısın. Bu, beni öldürür.” Ju lian ın gözleri m asmaviydi. “Ama
korku hikâyeleri yakalan an larla ilgiliyd i,” dedi. “D ikkat edersek
yakalanmayız.”
I Emma, Julian ın önceki gece bir noktayı aşıp aşm adığını
düşünüyordu. O nu b o yun duru ğu n a alan sorum lulukların aşıl
maz olduğu bir noktaydı bu. K uralları çiğnem e isteği kesinlikle
Julian’a göre değildi. E m m a her ne kadar onun istediğini istiyor
olsa da cesaretinin k ırıld ığ ı b ir gerçekti.
“KuraJJar koymamız gerekecek,” dedi Ju lian . “Katı kurallar.
Birbirimizi görebileceğimiz zam an larla ilgili- D ikkat etmek zo
rundayız. Öncekinden çok dah a d ik k atli olm alıyız. Sahil yok,
atölye yok. Her seferinde kim senin gelem eyeceği bir yerde ol
duğumuzu garantiye alm am ız gerekecek.”
Emma başıyla onayladı. “H atta, bu k o n u d a bir daha konuş
mak da yok,” dedi. “E nstitüde yo k. B irin in bizi duyabileceği
bir yerde yok.”
Julian başını salladı. G özbebekleri b iraz büyüm üş, gözleri
okyanusta çıkm ak üzere olan fırtın an ın v erd iği rengi almıştı.
“Haklısın,” dedi Julian. “B urada ko n uşam ayız. Çocuklar için
öğle yemeği hazırlayacağım , böylece b en i aram ayı bırakacaklar
dır. Sonrasında sahilde buluşalım tam am m ı? Yeri biliyorsun.”
Seni okyanustan çekip çıkardığım yer. H er şeyin başladığı yer.
“Anlaştık,” dedi E m m a, k ısa b ir te re d d ü d ü n ardından.
“Önce sen git, sonra ben g eleyim . Y in e d e sa n a söylem em gere
ken bir şey var.”
“Söyleyeceğin şey bunu istem ediğin olm adığı sürece...”
Emma parmak uçlarında yükselip Ju lian ı öptü. Uzun, ya
vaş, baş döndürücü bir öpüştü bu ve Ju lian ’ın boğazından bir
inilti yükselmişti.
Emma geri çekildiğinde Julian ona bakıyordu. “İnsanlar bu
duygulan nasıl kaldırıyor?” Julian sahiden hayretler içindeymiş
gibi görünüyordu. “Eğer, âşıklarsa işte, nasıl oluyor da sürekli
birbirlerinin üstüne atlam ıyorlar?”
Emma içindeki ağlama hissine engel oldu. Âşık. Julian bu
kelimeyi daha önce hiç telaffuz etm em işti.
Seni seviyorum , Julian Blackthorn, diye geçirdi Emma için
den. Orada, odasında, binlerce kez yap tığı gibi Juliana bakı-
7S4
y o r d u ama şim diki tam am en başkaydı. B ir şey nasıl aynı anda
hem b u kadar güvenli ve ta n ıd ık hem de bu kadar korkutucu
ve kapsayıcı olabiliyordu?
Emma, Ju lia n ın ark asın d ak i k ap ı pervazında, b ir zam anlar
senede bir boy ö lçü lerin i k a yd e ttik le ri yerd eki soluk kalem iz
lerini görebiliyordu. Ju lia n ’ın b o yu Em m a’ n ın k in i geçtiğinde
bunu yapmayı b ırak m ışlard ı ve en yü k sek tek i iz Ju lian ın b aşın
dan epey aşağıdaydı.
“Sahilde gö rüşürüz,” d iy e fısıld a d ı E m m a.
Julian bir an te re d d ü t e ttik te n so n ra b aşın ı sallayıp odadan
dışarı çıktı. E m m a o n u n g id iş in i izlerken tu h a f b ir şekilde için
de kötü bir şeyler o la c a ğ ın a d a ir b ir h is o lu ştu . M a lc o lrh u n ona
söylediklerine n asıl te p k i v e re ce k ti acaba? T ü m b u n ların yalan
olduğunu söyleyerek sav u ştu rsa d a in san tü m h a y a tın ı saklan ıp
gizlice buluşarak ve b u m u tlu lu k d o lu b ir şeym iş g ib i y ap a rak
nasıl geçirirdi? E m m a n işan p a rtile rin in ve b u n a benzer şeyle
rin mantığını şim d iy e k a d a r h iç a n la m a m ış tı (y in e de Isabelle
ve Simon adına se v in m işti) o ysa şim d i k av rıyo rd u : İnsan âşık
olduğu zaman b u n u başk a la rıyla p a yla şm a k isterd i ve E m m a’y la
Julianın yap am ayacağı b ir şey v arsa ta m d a b u y d u işte.
En azından Ju lia n ’a o n u se v d iğ in i sö yley erek teselli e d e b ilir
di. Her zaman sev eceğ in i sö y le y e re k . K im se n in y e rin i ala m a y a
cağını söyleyerek.
Telefonun g ü r ü ltü y le titre m e s iy le b irlik te E m m a b u d ü şü n
celerinden u ya n ıv erd i. O n u n te le fo n u y d u . El y o rd a m ıy la y a z ı
masasında telefo n u b u lu p a ld ı, b a şp a rm a ğ ıy la a n a e k ra n ı açtı.
Yazılı bir m esaj g e lm iş ti. B ü y ü k , k ırm ız ı h arflerle y a z ılm ıştı.
ACİL D U R U M
LÜTFEN H E M E N G E L
,L.
LÜTFEN
KIT ROOK
“Cristina?”
Cristina yavaş yavaş gerindi. Sırtıyla bacakları ağrıyordu.
Yatağın yanındaki sandalyede uyuyakalm ıştı. Yere de kıvrıla-
biiirdi herhalde ancak bu şekilde Diego’ya göz kulak olmakta
zorlanacaktı.
Diego’nun omzuna aldığı yara Cristina’nın sandığından çok
daha kötü çıkmıştı. Kızarık, su toplamış bir yanık derin bir ke
siği çevreliyor, kara büyüden dolayı iyileştirm e mühürleri ne
redeyse etkisiz kalıyordu. Cristina, D iego’nun kana bulanmış
takımını, kan ve ter içinde kalm ış altın daki tişörtünü keserek
çıkarmıştı.
Havlular getirip yatağın altını bunlarla doldurmuş, bir kıs
mını ıslatarak yüzüyle boynundaki kanları silm işti. Diego’ya
ardı ardına ağrı kesici mühürler, tekrar tekrar iyileştirme mü
hürleri yapmıştı. Yine de Diego gece boyunca dönüp durmuş,
simsiyah saçları yastıkların üzerine karm akarışık olmuştu.
Cristina, Mexico’d an ayrıldığından beri ilk kez Diego’yla kü
çükken birbirleri için ne ifade ettiklerini böylesi net ve acı içinde
hatırlıyordu. Onu ne kadar çok sevdiğini. D iego kardeşinin adını
yalvararak sayıkladığında ise kalbi param parça olmuştu: Jaime,
Jaime, ayúdame. Yardım et. Sonrasında C ristina’nın adını haykır
mıştı ki bu daha da kötüydü. Cristina, no m e dejes. Regresa.
Cristina, bırakma beni. Geri dön.
Yanındayım, demişti Cristina ona. Estoy a q u í , ancak Diego
uyanmamıştı. Parmaklarını örtülere geçirm iş, sonunda huzur
suz bir uykuya dalmıştı.
|
757
L.
Cristina dönüp arkasına baktı. Yatağın yanındaki rafta bir
árbol de vida, hayat ağacı duruyordu. Seram ik çiçekler, aylar,
güneşler, aslanlar, deniz kızları ve oklarla süslü zarif bir seramik
çerçeve. En altında Cebrail uzanmış, sırtını bir ağaca, kalkanını
ise dizine yaslamıştı. Cristina evden ayrılırken oraya dair yanma
aldığı birkaç eşyadan biriydi bu.
“Sen yapmıştın,” dedi Cristina. “D oğum günüm için. 13
yaşımdayken.”
Diego ellerini dizlerine koyup öne doğru eğildi. “Evi özlüyor
musun Cristina?” diye sordu. “Ç ok az da olsa?”
“Elbette özlüyorum,” dedi C ristina. Diego’nun sırt çizgisi
dümdüz, dimdikti. Ö püştükleri zam an tırnaklarım Diego’nun
kürek kemiklerine daldırdığını hatırlıyordu. “Ailemi özlüyo
rum. D.F.’teki trafiği bile özlüyorum . Buradaki trafik de pekiyi
değil ya. Yemekleri özlüyorum, burada M eksika mutfağı dedik
leri şeyi görsen inanmazsın. Parkta seninle birlikte Jicaletasyt-
meyi özlüyorum.” Cristina ellerine bulanan lim ve biber tozunu
hatırlıyordu. Biraz ekşi, biraz acı.
“Seni özledim,” dedi Diego. “Seni her gün özlüyorum.”
“Diego...” Cristina sandalyeden yatağa geçti ve elini
Diego’nun sağ eline uzattı. D iego’nun eli büyük ve sıcaktı, elin
deki aile yüzüğünün baskısı hissediliyordu. İkisi de Rosales ai
lesi yüzüğü taşıyordu, fakat C ristina’n ın k in in içinde Mendozas
deseni varken Diego’nunkinde R ocíos deseni vardı. “Hayatımı
kurtardın,” dedi Cristina. “Bu kadar affetmez olduğum için
pişmanım. Daha çoğunu b ilm eliydim . Seni daha iyi tanıyor
olmalıydım.”
“Cristina...” Diego boştaki elin i C ristina’nın saçlarına, ya
nağına götürdü. Parmak uçları C ristin a m n teninde hafifçe do-
Tro
I
J lanıyordu. Diego ona doğru uzanırken Cristina’ya geri çekile
li cek zaman da tanımıştı. Fakat Cristina bunu yapmadı. Dudak
dudağa geldikleri zaman Cristina öpüşmek için başını yukarı
kaldırdı. Yüreği aynı anda hem geleceğine hem de geçmişine
doğru yol aldığına dair tuhaf bir hisle doldu.
-760-
Mark’ın konuşmasındaki yarı öfkeli tavrı algılayamayan Ty
ogüzel, kara kaşlarını çattı. “Sanırım ona bahsetmiştim.”
‘7 y ”dedi Mark. “Başkalarının hayatını bu şekilde düzenle
yemezsin. Bunun iyi bir fikir olduğu kanısını nereden edindin?”
Tyın gözleri odanın etrafında dolanmaya başladı, Mark
dışında her yere bakıyordu. “Seni kızdırmak istememiştim.
Julianın sorumluluğu sana bıraktığı o akşam, mutfakta, iyi va
kit geçirdiğini düşünm üştüm .”
“iyi vakit geçirdim zaten. H epim iz iyi vakit geçirdik. Aynı
zamanda ocağı ateşe verdim küçük kardeşini şekere buladım.
İşler her zaman böyle olm am alı. İşler...” M ark sustu, tekrar
duvara yaslandı. T itriyordu. “Tavvy’nin velisi olabilecek nite
liklere sahip olduğum u da nereden çıkardın? Ya da Dru nun?
Livvy’yle daha büyüksünüz am a bir ebeveyn e ihtiyacınız olma
dığı anlamına gelm iyor. Sizin ebeveyniniz Julian.”
“Julian benim ağabeyim ,” dedi Ty, ancak bu sözleri gergin
likle söylemişti. “Sen de öylesin. Bana benziyorsun,” diye ekle
di. “Birbirimize benziyoruz.”
“Hayır,” dedi M ark sertçe. “Benzemiyoruz. Ben beceriksizin
tekiyim. Bu dünyada nasıl yaşanır onu dahi bilm iyorum . Sen
beceriklisin. Ben değilim . Sen tam bir insansın. Seni seven, seni
kendisinden bile daha çok seven biri tarafından büyütüldün. Ve
bu minnet duyacağın bir şey değil, ebeveynlerin yaptığı bir şey,
oysa ben yıllar boyunca bunun yokluğu içinde yaşadım . M elek
adına, kendime bakm ayı dahi bilm iyorum . Sizlerin sorum lulu
ğunu kesinlikle alam am .”
Tyın dudakları bem beyaz kesilm işti. Bir adım geriledikten
sonra koridorda koşturm aya başladı. Derken ayak sesleri işitil
mez oldu.
£>761
Tanrım, diye düşündü Mark. Ne felaket. Ne büyük felaket.
Paniklemeye başlamıştı bile. Ty’a ne demişti öyle? Kendisini bir
yük gibi hissetmesine mi neden olmuştu? Küçük kardeşiyle ara
sındaki her şeyi berbat etmiş, Ty’ı onulm az bir şekilde kırmış
mıydı acaba?
Korkak biri olduğunu düşünüyordu. Ju lian ın bunca senedir
taşıdığı sorumluluklar karşısında siniyor, düşüncesiz, deneyim
siz ellerinde ailesinin başına gelebilecekleri düşünerek panikli
yordu.
Biriyle konuşmaya öyle çok ihtiyacı vardı ki. Julianla değil,
ona bir başka yük olurdu böylesi. Em m a ise Julian’dan sır sak-
layamıyordu. Livvy onu gebertirdi, diğerleri ise çok küçüktü...
Cristina. Cristina ona her zam an iyi önerilerde bulunurdu.
Cristina’nın o tatlı gülümsemesi yüreğini ısıtırdı. Aceleyle oda
sına yollandı.
Elbette kapıyı çalması gerekiyordu. N orm al insanlar böyle
yapardı. Ancak yıllar boyunca kapıların olm adığı bir dünyada
yaşamış olan Mark elini C ristina’nın kapısına koydu ve hiç dü
şünmeden kapıyı açıverdi.
Pencereden içeri güneş ışığı giriyordu. Cristina yatağında
oturmuş, dirseklerine dayanm ıştı. D iego önünde diz çökmüş,
onu öpüyordu. Başını ellerinde öyle bir tutuşu vardı ki çok
kıymetli bir nesneyi tutuyordu sanki. C ristin a nın siyah saçları
parmaklarının arasından dökülüyordu.
İkisi de ne Mark’ın kapı eşiğinde don akaldığını gördü ne de
elinden geldiğince sessiz kapıyı kap attığım işitti. Mark duvara
yaslandı. İçi utançla dolm uştu.
Her şeyi yanlış arılamışım, diye geçirdi içinden, her şeyi mah'
vetmişim. Cristina’ya duyduğu hisler karm aşık ve tuhaftı fakat
T
; Diego’yu öptüğünü görmek tahm in ettiğinden daha da canım
yakmıştı. Bu acının bir kısm ı kıskançlıktan, diğer kısmı ise nor
mal insanlardan onları anlayamaz olacak kadar uzak kaldığını
anlamaktan kaynaklanıyordu. Belki de hiçbir zaman anlamaya
caktı onları.
Avla birlikte kalmalıydım. Yere çöküp yüzünü ellerine gömdü.
763
Başını duvara sertçe çarpmıştı. Sersemlemeye başladı. Hay^
meyal peygamberdevesi iblisinin kendisine doğru şahlandığı,
gördü.
Çabuk ol, diye geçirdi içinden. Tanrı aşkına, çabuk öldür
beni.
İblis ağzı açık, Kit’in tepesine indi. Sıra sıra dişleri ve kara
gırtlağı tüm görüş alanını kapladı. Kit onu engellemek için bir
elini kaldırdı. İblis giderek yaklaşıyordu. Birdenbire patlar gibi
oldu. Başı bir yana, gövdesi diğer yana savruldu. Yeşil-kara iblis
kanı Kit’in üstüne sıçradı.
Başını yukarı kaldırınca hayal m eyal iki kişinin tepesinde
dikildiğini gördü. Biri enstitüden sarışın Gölge Avcısı, Emma
Carstairs ti. İrin lekeleriyle kaplanm ış, altın renkli bir kılıcı sa
vuruyordu. Yanında ondan birkaç yaş büyük görünen bir başka
kadın vardı. Uzun inceydi, kahverengi saçları uzun, dalgalıy
dı. Kit onu daha önce gördüğünü belli belirsiz hatırlıyordu.
Hayalet Pazar’da mı görmüştü yoksa? Em in olamıyordu.
“Sen Kit’le ilgilen,” dedi Emma. “Ben de diğer iblislerin ica
bına bakayım.”
Emma, Kit’in dar görüş alanın dan çıktı. Sadece öteki kadı
nı görebiliyordu şimdi. Tadı ve şefkatli bir yüzü vardı kadının,
Kit’e şaşırtıcı bir sevgiyle bakıyordu. “Ben Tessa Gray,” dedi.
“Kalk bakalım, Christopher.”
Kit gözlerini kırpıştırdı. D aha önce h iç kim se ona bu şekilde
hitap etmemişti. Babası dışında h iç kim se, o da kızgın olduğu
zamanlarda. Johnny’yi düşününce içine bir sızı saplandı ve ba
basının cesedinin büzüşmüş hâlde serildiği yere baktı.
Orada iki kişiyi görünce şaşırdı. Siyah saçlı, uzun boylu bir
adam. Kılıç başlı bir asayı savuruyordu. Emma’nın yanına geçti
T
765
Emma, Johnny Rook’un evine vardığı anda bir sıkıntı ol
duğunu anlamıştı. Ev aynı görünmesine, kapı kapalı, pence
relerin kepenkleri inik ve etraf sessiz olmasına rağmen, daha
önce oraya geldiklerinde açıkça hissettikleri büyülü enerjinin
yokluğunu duyumsamıştı. Telefondaki mesaja tekrar bakmış ve
Cortanasım çıkarmıştı.
Evin içinde bomba patlamış gibi görünüyordu. İblislerin
buraya evin altındaki topraktan geldikleri belliydi. İblisler ge
nellikle gün ışığından korunmak için toprak altından yolculuk
ederlerdi. İblisler döşeme tahtalarını patlatarak yukarı çıkmıştı.
Her yer irin, kan ve talaş içindeydi.
Ve peygamberdevesi iblisleri. Johnny Rook’un oturma oda
sında, Santa Monica Dağları’nın dik tepelerinde olduklarından
çok daha korkunç görünüyorlardı. Ç ok daha iğrenç ve azman.
Jiledi kolları ahşap duvarları deşmiş, m obilyalarla kitapları pa
ramparça etmişti.
Emma, Cortana’yı savurdu. İblislerden birini ikiye ayırdı.
İblis tiz bir çığlıkla kaybolurken, Emma içeriyi açıkça görebi
liyordu. Diğer iblislerin çoğunun üstünde kırm ızı, insan kanı
vardı. Johnny Rook’un yerde kalm ış kalıntılarının etrafında
toplanmışlardı.
Kit. Emma delirmiş gibi etrafına bakındı ve oğlanı merdi
venlerin orada çömelmiş hâlde buldu. H erhangi bir zarar gör
memişti. Onun yanm a doğru gitm işti. Tam bu sırada Kit bir
koltuk alıp peygamberdevesi iblisin başına geçirmişti.
Emma’nın donup kalm am asını sağlayan tek şey aldığı eği
timdi.
İnsan çocuklar böyle şeyler yapm azdı. İblisleri nasıl uzaklaş
tıracaklarını bilmezlerdi. Böyle bir içgüdüleri yoktu.
' Arkadaki kapı birdenbire açıldı ve aldığı eğitim bir kez daha
■ şaşkınlığa yenilmesini engelledi. Bir peygamberdevesi iblisin
| daha başını koparmayı başardı. Cortana’nın bıçağı irine bulan-
! mıştı. Tam bu sırada Jem Carstairs koşarak içeri girm iş, onu
Tessa takip etmişti.
Ne birbirlerine ne de E m m aya bir şey söylemiş, doğrudan
savaşa girişmişlerdi. Yine de Emma savaşırken Jem’ie bakış
mış, onu orada gördüğüne şaşırm adığını anlam ıştı. İdris’teki
hâlinden daha yaşlı görünüyordu. 26 sına yaklaşm ış gibi. Bir
oğlandan çok bir erkeğe benziyordu. O ysa Tessa hiç değişme
mişti.
Emmanın hatırladığı o aynı tatlı ifade vardı yüzünde, aynı
şefkatli ses. Kit’in yanına gidip elini uzattığında ona sevgi dolu
gözlerle bakmıştı.
Christopher Herondale.
“Asıl adın Christopher H erondale,” diyordu Tessa şim
di, şefkatle. “Christopher Jonath an H erondale. Ve baban da
Jonathan’dı öyle değil m i?”
Johnny. Jonathan.
Jonathan ism inde binlerce G ölge Avcısı vardı. Jonathan
Shadovvhunter N efılim ırk ın ın kurucusuydu. Jace e de onun
adım vermişlerdi.”
Emma, Tessanın adın ı evdeyken duym uştu elbette, ancak
inanmakta güçlük çekiyordu. Tessa yalnızca saklanan bir Gölge
Avcısı değildi, aynı zam anda bir H erondale’di. C lary ve Jace’e
| haber vermek gerekecekti. M uhtem elen koşarak onlara gelecek
ti. “0 bir Herondale m i? Jace gib i m i?”
“Jace Herondale,” d iye ho m u rdan dı Kit. “Babam onun en
kötülerinden biri olduğunu söylerdi.”
767
“Ne bakımdan en kötülerden biri?” diye sordu Jem.
“G ölge A vcılarından” Kit bu kelimeyi öfkeyle söylemişti.
“Bu arada ben onlardan biri değilim, ö y le olsaydı bilirdim.”
“Sahi mi?” Jem ılımlı konuluyordu. “Nasıl?”
“Yıldız biçiminde bir işaret var mı vücudunda?” diye sordu
Tessa. “Derinde? Babanın var m ıydı?”
Kit bakışlarını bileğine yöneltince Emma soluk, beyaz bir
doğum lekesinin ucunu gördü. Kit elini çevirip bu izi sakla
dı. “Bu seni ilgilendirmez,” dedi. “Ne yaptığınızı biliyorum.
Babam görüş yetisi olan 19’un altındaki herkesi kaçırdığınızı
söylemişti. Gölge Avcısı yapabileceğinizi düşündüğünüz herke
si. Karanlık Savaştan sonra sayınız epey azaldı.”
Emma kızgınca karşı çıkm ak için ağzını açtı fakat Tessa çok
tan konuşmaya başlamıştı.
“Baban doğru olmayan bir sürü başka şey de söyledi,” dedi.
“Ölünün arkasından konuşulmaz Christopher ama sana zaten
bilmediğin bir şeyi söylediğimi de sanm ıyorum . Ayrıca görüş
yetisine sahip olmak bir şey, bir peygamberdevesi iblisiyle dö
vüşmek başka şeydir.”
“Onu aradığınızı söyledin, değil m i?” diye sordu Emma.
Topanga kanyon otelinin yanından geçiyorlardı. Kirli pencere
leri güneş ışığında kahverengi görünüyordu. “Neden?”
“Çünkü o bir Herondale,” dedi Jem . “Ve Carstairs’lerin
Herondale’lere borcu var.”
Emmanın içi hafiften ürperdi. Babası da aynı sözleri söyle
mişti ona, hem de kaç kez.
“Seneler önce, Tobias H erondale firardan hüküm giydi”
dedi Jem. “Ölüme m ahkûm edildi am a bulunamadı, böylece
cezasını karısına verdiler. Karısı o zam an hamileydi. Catarina
Loss adında bir büyücüydü, bebeği güvende olması için gizlice
Yeni Dünyaya kaçırdı.”
“Cezayı hamile karısına mı verdiler?” dedi Kit. “Sizin soru
nunuz ne?”
“Korkunç bir şey bu,” dedi Emma, ilk kez Kit’le hemfikir
olarak. “Yani Kit, Tobias Herondale’in soyundan mı geliyor?”
Tessa başıyla onayladı. “Konsey in eylemleri karşısında
hiçbir savunma yoktur. Bildiğiniz gibi, bir zamanlar Tessa
Herondaledim. Tobias’ı bilirdim , hikâyesi bir korku efsane-
siydi. Sadece birkaç sene önce Catarina bana çocuğun hayatta
kaldığından bahsetti. Jem’le buraya Herondale soyuna ne oldu
ğunu öğrenmek için gelm iştik. Bir sürü araştırma bizi babana
götürdü, Kit.”
“Babamın soyadı Rook,” diye homurdandı Kit.
“Yasal olarak, ailenin pek çok adı vardı,” dedi Tessa. “Bu seni
bulmamızı epey zorlaştırdı. Tahm inim ce, baban Gölge Avcısı
soyundan haberdardı ve seni bizden saklıyordu. Dışarıya seni
görüş yetisi olan bir fani olarak göstermek kesinlikle akıllıca bir
hareket. Bu sayede bağlantılar kurm ayı, evini korumayı, kim li
ğini saklamayı başardı. Seni saklam ayı.”
Kit donuk bir sesle konuşuyordu. “Eskiden en büyük sırrı
olduğumu söylerdi.”
Emma enstitüye giden yola döndü.
“Christopher,” dedi Tessa. “Biz, Jem ’le ben, Gölge Avcısı de
ğiliz. Seni olmak istem ediğin bir şey hâline gelmeye zorlayan
Konsey de değiliz. Am a babanın pek çok düşm anı vardı. A rtık
öldüğüne ve seni koruyam ayacağına göre senin peşine düşecek
lerdir. Enstitü en güvende olacağın yer.”
Kit inledi. Ne etkilenm işe ne de güvenmişe benziyordu.
769
Sahiden tuhaf, diye düşündü Em m a, yolun sonunda arabayı
park ederken. K itin babasıyla tek ortak noktası, görünüş açı-
smdandı. Boyu ve inceliğiydi. K anlı tişörtüyle arabadan iner
ken kam burunu çıkardı, gözleri m asm aviydi. A çık sarı, dalgalı
saçları tam Herondale soyuna özgüydü. Yüzündeki incecik ke
mikleri, zarifliği de öyle. O an d a her yeri kan ve çizik içinde,
perişan görünüyor olabilirdi fakat b ir gün herkesi etkileyecekti.
Kit enstitüye tiksintiyle baktı. H er tarafı cam ve ahşapla
kaplı, akşamüstü güneşinde parlıyordu . “Enstitüler hapishane
lere benzemez m i?”
Emma pofurdandı. “B üyü k evlere benzerler. Dünyanın her
yanından gelen Gölge A vcıları bu rada kalabilir. Milyonlarca ya
tak odası vardır. B enim ki şurada.”
“Her neyse,” dedi K it birdenbire huysuzlanarak. “İçeri gir
mek istem iyorum .”
“İstersen kaçabilirsin,” dedi Tessa. Ve ilk kez Emma şefkatli
sesinin altındaki sertliği işitti. Jace’le ayn ı soyu paylaştıklarını
hatırlatm ıştı bu. “A m a m uhtem elen şafak söker sökmez bir pey
gamberdevesi iblisine yem olursun.”
“Ben Gölge Avcısı d eğilim ,” dedi K it arabadan inerken.
“Ö yleym işim gibi davranm ayı b ırakın .”
“Eh, onu hızlı bir sınavdan geçirebilirsiniz,” dedi Jem.
“Yalnızca bir Gölge Avcısı enstitün ün kapısını açabilir.”
“Kapı mı?” Kit gözlerini kap ıya d ik ti. B ir kolunu vücuduna
yakın tutuyordu. E m m an ın bakışları keskinleşti. Parabataİû
Julian olduğu için erkeklerin yaralan d ıkları zaman bunu nasıl
saklamaya çalıştıklarını bilirdi. B elki de soyu bir yandan ona
dayanıyordu.
“Kit,” diye söze girdi Emma.
j “Şunu bir açıklığa kavuşturalım ,” d iye sözünü kesti Kit. “Bu
r
771
1
773
“Konsey sevgiden nefret ediyormuş çünkü sevgi insanların
hissettiği bir şeymiş. Bir sürü yasayı işte bu yüzden koymuşlar,
Aşağı Dünyalılara veya parabatailerm c. âşık olanlara dair yasa
ları... Ve bu yasalar m antıklı değilm iş...” Emma göz ucuyla Jem’i
inceliyordu. Her şeyi çok mu açık etmişti acaba?
“Konsey korkunç olabilir,” dedi. “Geri kafalı ve zalim. Ama
yaptıkları şeylerin bir kısm ı tarihe dayanır. Örneğin parabatai
yasası.”
Emma vücut sıcaklığı birkaç derece düşmüş gibi hissediyor
du. “Ne demek istiyorsun?”
“Sana söylemeli m iyim em in değilim ,” dedi Jem, okyanusa
doğru bakarken. Yüzünde öyle hüzünlü bir ifade vardı ki Emma
yüreğinin buz kestiğini hissetti. “Bir sırdır bu. Parabataıletfen
dahi saklanan bir sır. Sadece birkaç kişin in bildiği bir sır: Sessiz
Kardeşlerin, meclisin... Ben de yem in liyim .”
“Ama artık bir Gölge Avcısı değilsin,” dedi Emma. “Yeminin
bir geçerliliği yok.” Jem konuşm ayınca Emma üsteledi. “Bana
borçlusun, biliyorsun. Yanımda olm adığın için.”
Jem’in ağzının kenarı k alk tı ve gülüm sedi. “Sıkı pazarlık
ediyorsun Emma C arstairs.” Nefes aldı. Emma, Tessanın
rüzgârla taşınan sesini du yab iliyo rd u . Jaceten bahsediyor
du. “Parabatai ritüeli iki G ölge A vcısı’nın ayrı değil de bir
likteyken daha güçlü olabilm esi için yaratılm ıştır. Yıllardan
beri en güçlü silahlardan biri o lm u ştur bu. İdeal olarak, her
parabatai nin gücünü artırır. P arabatai \tnn birbirine yaptığı
mühürler daha kuvvetlidir ve kişisel bağ ne kadar artarsa güç
de o kadar artar.”
Emma oktan zehirlendikten sonra Ju lian a çizdiği iyileştirme
büyülerini düşündü. Nasıl p arladıkların ı.
774
“Bu ritüel birkaç nesil boyu kullanıldıktan kısa bir süre son
ra,” dedi Jem, sesini alçaltarak, “iki kişi arasındaki bağ fazla
yakınsa, romantik sevgiye meylediyorsa, büyüden gelen gücün
türünü çarpıtıp değiştirebileceği keşfedildi. Tek taraflı aşk, ufak
bir hoşlanma, tüm bunlara izin verir gibidir yasa. Ama gerçek,
karşılıklı aşk? Korkunç bir bedeli vardır bunun.”
“Güçlerini mi kaybederler?” diye tahm inde bulundu Emma.
“Gölge Avcıları olarak yani?”
“Güçleri artar,” diye düzeltti onu Jem. “Yaptıkları mühürler
diğerlerine hiç benzemez. Büyücüler gibi büyü yapmaya baş
larlar. Ama Nefılimler büyücü olm ak için yaratılmamışlardır.
Çok geçmeden güçleri onları delirtir ve sonunda birer canavara
dönüşürler. Ailelerini, sevdiklerini yok ederler. Her taraflarını
ölüm sarar ve sonunda kendileri de ölür.” Emma boğulacak
| gibi hissediyordu. “Neden bunu bize söylemiyorlar? Neden
j M im leri bilsinler diye uyarm ıyorlar?”
! “Bahsettiğimiz ş e y gü ç, Em m a,” dedi Jem . “Kimisi böyle bir
I bağdan bilgece kaçınacaktır fakat kim ileri yanlış amaçlar uğru
nabundan faydalanm aya bakacaktır. Güç her zaman açgözlü ve
zayıfolanları çeker.”
“Ben böyle bir şey istem ezdim ,” dedi Emma usulca. “O tür
bir gücü istemezdim.”
“Ayrıca insan doğasını d a düşünm ek gerek,”dedi Jem ve
Tessaya gülümsedi. Tessa telefon konuşm asını bitirm iş, yoldan
onlara doğru geliyordu. “A şkın yasak olduğunu bilm ek aşkı öl
dürmez. Daha da güçlendirir.”
“Ne konuşuyorsunuz ikin iz bakalım ?” Tessa m erdivenlerin
başından onlara gülüm sedi.
“Aşkı,” dedi Jem . “N asıl bitireceğini sanırım .”
“Ah, sırf istemekle aşkı bitirebilseydik hayat çok farklı olur
du!” Tessa bir kahkaha attı. “Birine olan aşkını öldürmekten*
birinin sana olan aşkını öldürm ek daha kolaydır. Onu sev
mediğine ya da güvenemeyeceği biri olduğuna ikna et. İdeali,
ikisini bir arada yapm aktır.” Tessa’nın kül rengi gözleri koca
man açılmıştı ve hayat doluydu. 19 yaşından büyük olduğuna
inanmak zordu. “Kendi kalbini değiştirm ek... Bu neredeyse
imkânsız.”
Havada bir şey parıldadı. Birdenbire bir portal belirdi.
Toprağın hemen üstünde, bir hayalet kapı gibi parıldıyordu.
Kapı açılınca Emma içeriyi anahtar deliğinden bakıyormuş gibi
görmeye başladı. Portalın öteki tarafında M agnus Bane duru
yordu ve yanında uzun boyu, siyah saçlarıyla Alec Lightwood
vardı. Alec kucağında lacivert tenli, beyaz tişörtlü bir oğlan
taşıyordu. Hırpani ve m utlu görünüyordu ve Max’i tutması
Emma’ya Julian’ın eskiden T avvyyi taşım asını hatırlatmıştı.
“Tessa Gray!” diye bağırdı M agnus, bir balkondan eğilir gibi
portaldan aşağı eğildi. “Jem Carstairs! G itm e vakti geldi!”
Birisi sahilden yola doğru yürüyordu. Emma yalnızca bir
silüet görebiliyordu. Yine de bunun Ju lian olduğunu anladı.
Sahilde, onu beklediği yerden dönen Ju lia n d ı bu. Emma bunu
ne zaman görse anlardı.
Yıllar öncesine ait bir neslin k ib arlığıyla Jem , Emma nın eli
ne doğru eğilerek nazikçe reverans yaptı.
“Bana ihtiyacın olursa Church’e söyle,” dedi doğrulurken.
“Emin ol, yanına gelmemi sağlayacaktır.”
Ardından döndü ve portala doğru yürüm eye başladı. Tessa,
Jem’in elini tutup ona gülüm sedi ve birkaç saniye sonra ışılda
yan kapıdan içeri girm işlerdi. Portal soluk altın sarısı bir kıvıl-
cımla ortadan kaybolunca Emma gözlerini kırpıştırarak merdi
venin başında ona bakan Julian ı gördü.
“Emma?” Julian merdivenleri sıçrayarak çıkıp Emma’nın ya
nına geldi. “Emma, ne oldu? Seni sahilde bekledim...”
Emma dokunmasın diye Ju liandan uzaklaştı. Julian ın
jrüzünde üzgün bir ifadenin belirdiğini gördü. Sonra Julian
nerede olduklarını fark etm iş gibi etrafına bakındı ve başını
salladı.
“Benimle gel,” dedi Ju lian alçak sesle. Emma onu takip etti.
Enstitünün etrafından otoparka giderlerken Emma büyülen
miş gibiydi. Julian heykellerin altından başını eğerek küçük
bahçeye çıktı. Emma hemen arkasındaydı. Sonunda sıra sıra
fundalıklarla kaktüslerin bulunduğu yere geldiklerinde binadan
j görünmez olmuşlardı.
Julian, Emma ya dönünce yüz yüze geldiler. Emma Julian ın
gözlerindeki endişeyi görebiliyordu. Ju lian elini uzatıp
Emma nın yanağını tutunca Em m a kalbinin göğüs kafesinden
çıkacakmış gibi çarptığını hissetti.
“Şimdi söyleyebilirsin,” dedi Ju lian . “N eden gelm edin?”
Emma buz gibi bir sesle K it’ten gelen panik içindeki mesajı,
bunu aldığı anda arabaya koşturduğunu anlattı.
Enstitüde o gün yaşan ılan onca şeyin ardından Rook’un
evine kimseyi sürüklem ek istem ed iğ in i söyledi. Rook’un nasıl
kendi sorumluluğu g ib i geld iğ in d en bahsetti. Ju lian ı arayıp
gittiği yeri söylem ek isted iğ in i am a Ju lian ’ın telefonu açm a
dığını söyledi. Rook’un evin deki peygam berdevesi ib lislerin -
i den, Jem ve Tessa’nın gelişin den , K it’e d air gerçekten bahsetti.
Jem’in parabatai m evzusu üzerine sö yled ikleri d ışın d a her şeyi
anlattı.
“İyi olduğuna sevindim,” dedi JuJian, Emma anlatmayı biti
rince. Başparmağını elmacık kem iğinde gezdirdi. “Gerçi yara
lamaydın haberim olurdu herhalde.”
Emma ona dokunmak için ellerini kaldırmadı. Yanlarında,
yumruk hâlinde tutuyordu ellerini. H ayatında zor şeyler yap
tığını düşünüyordu. Eğitim aldığı seneler boyunca. Annesiyle
babasının ölümü sonrasında. M alcolm ’u öldürürken.
Ancak Julianın bakışları -açık ve güvenli bakışları- bu yaptı
ğının hayatının en zorlu şeyi olacağını söylüyordu.
Emma elini uzatıp Ju lian ın elinin üstüne koydu. Yavaş ya
vaş parmaklarını parm aklarına doladı. H atta daha da yavaş,
Julianın elini yüzünden çekti. Z ihnindeki sesi susturmaya çalı
şıyordu: Sana bu şekilde dokunduğu son an bu, son.
Hâlâ ele efe tutuşuyorlardı am a Emma’nın eli kaskatıydı.
Ölü gibiydi. “Emma?”
“Yapamayız bunu,” dedi Emma, hissiz bir sesle çekinmeden.
“Sana bunu söylemek istem iştim işte. B irlikte olamayız. Bu şe
kilde mümkün değil.”
Julian elini çekti. “A nlam ıyorum . Ne dem eye çalışıyorsun?”
“Öpüşmek yok, dokunm ak yok, âşık olm ak, buluşmak yok.
Yeterince açık mı?”
Julian bir darbe yemiş gibi görünm üyordu. Bir savaşçıydı o.
Her türlü darbeyi kaşrılayabilir, iki katı güçle saldırıya geçebi
lirdi.
Çok daha kötüsüydü bu.
Emma söylediği sözleri geri alm ayı, ona gerçeği söylemeyi
öyle çok istiyordu ki, ancak Jem ’in sözleri zihninde yankılanı-
778
i|
“Bu tür bir ilişki yaşam ak istemiyorum,” dedi Emma.
“Saklanmak, yalan söylemek, gizlice buluşmak. Anlam ıyor m u
sun? Sahip olduğumuz her şeyi zehirleyecek böylesi. Parabatai
olmanın iyi yanlarını öldürecek ve sonunda dost olmayacak
hâle geleceğiz.”
“öyle olmak zorunda değil.” Julian dağılmış görünüyordu fa
kat kararlıydı. “Sadece kısa bir süreliğine saklamamız gerekecek.
Çocuklar bana ihtiyaç duym ayacak kadar büyüyene kadar...”
“Tavvy’nin sana sekiz sene daha ihtiyacı olacak,” dedi Emma
elinden geldiğince soğukkanlılıkla. “O kadar uzun süre gizle
yemeyiz.”
“Askıya alabiliriz. Bizi askıya alabiliriz.”
“Beklemek istem iyorum .” Em m a, Ju lian ın kendisini incele
diğini, acısının ağırlığını hissedebiliyordu. B unu hissettiği için
mutluydu. Bunu hissetm eyi hak ediyord u .
“Sana inanm ıyorum .”
“Gerçek olmasaydı söyler m iyd im sanıyorsun? Bana dair pek
de iyi bir tablo çizmiyor, Jules.”
“Jules mü?” Ju lian bu sözü boğulacak gibi söyledi. “Bana
yine böyle mi hitap ediyorsun? Ç ocukm uşuz gib i ha? A rtık ço
cuk değiliz, Emma!”
“Tabii ki değiliz,” dedi Em m a. “A m a genciz. H atalar yap ı
yoruz. Aramızdaki bu şey, bir hataydı. A lacağım ız risk çok bü
yük.” Bu kelimeler ağzına acı bir tat veriyordu. “Yasa...”
“Sevgiden daha önem li bir şey yoktur,” dedi Ju lian , acayip,
uzak bir sesle. Sanki kendisine daha Önceden söylenen bir şeyi
tekrar ediyordu. “D aha yü ksek yasa da yoktur.”
“Bunu söylemesi çok kolay,” dedi Em m a. “M esele şu ki
böyle bir riski alacaksak h ayat boyu sürecek, gerçek bir sevgi
779
1
780
r
“Ah, Jules,” dedi Emma çaresizlik içinde. “Anlamıyor mu
sun? Ancak kaçarak birlikte olabileceğimizden bahsediyorsun
ve az önce Rook’un evinden geldim. Kit’i gördüm, saklanarak
yaşamanın ne olduğunu gördüm. Nasıl bir bedel ödeyeceğimizi
gördüm. Yalnızca bizimle de sınırlı değil üstelik. Ya bir gün ço
cuklarımız olursa? O zaman kendimizden vazgeçmek zorunda
kalacağız. Bir Gölge Avcısı olmaktan vazgeçmek zorunda kala
cağım. Ve bu, beni öldürür Jules. Beni mahveder.”
“0 hâlde başka bir çözüm bulm am ız gerekecek,” dedi Julian.
Sesi zımpara misali acı veriyordu. “Gölge Avcısı olm ayı sürdü
receğimiz bir şey. Bunu birlikte çözeceğiz.”
“Hayır,” diye fısıldadı Emma. Julian gözlerini kocaman aç
mış, kararını değiştirmesi, sözlerini geri alm ası, kırdığı şeyi ye
niden bir araya getirmesi için ona yalvarıyordu.
“Emma,” dedi Julian eline uzanarak. “Seni asla, asla , bırak
mayacağım.”
Emma nın kalbi param parça olm uştu.
Tuhaf bir ironi olduğunu düşünüyordu bunun, korkunç
bir ironi. Zira Julian’ı öyle çok seviyor, öyle iyi tanıyordu ki,
Julian’ın kendisine karşı hislerini tek bir darbede yok etm ek
için tam olarak yapm ası gerekeni biliyordu.
Emma geriye çekilip eve doğru ilerlem eye başladı. “Evet,”
dedi. “Bırakacaksın.”
781
ğını sormuştu. Kit’i m i koruyordu? Yoksa enstitüyü mü Kit’ten
koruyordu? Ancak Ty om uz silkm ekle yetinm işti.
Livvy, Dru’yla birlikte antrenm an salonundaydı. Emmadö
şemelerin altından gelen boğuk seslerini duyabiliyordu.
Cristina nın yanında olm asını istiyo rdu. Ju lian ’a karşı ne his
settiğini bilen tek kişiyi istiyordu yan ın d a, böylece Cristina nın
kollarında ağlayabilir, C ristin a ona h er şeyin yoluna gireceğini,
doğru olanı yaptığını söyleyebilirdi.
Bununla birlikte, C ristina yap tığ ı şeyin doğru olduğunu dü
şünecek miydi sahiden? Em m a b u n u kestirem iyordu.
Ancak içten içe bunun gerekli o ld u ğu n u hissediyordu.
Kapı tokmağı döndüğünde sesini işitti ve gözlerini kapattı.
Julian’a sırt çevirdiği andan beri sürekli yü zü geliyordu gözleri
nin önüne.
Jules, diye düşündü Em m a yü reği sızlayarak. Keşke bam
inanmamış olsaydın , buna h iç gerek kalmazdı.
“Emma?” M ark’ın sesiydi bu. Kapı eşiğinde dikilmiş, düğ
meli penyesi ve kotunun içinde fazlasıyla insana benziyordu.
“Mesajını yeni aldım . K onuşm ak m ı istiyo rdun ?”
Emma ayağa kalkıp üstüne g iyd iğ i elbiseyi düzeltti.
Kahverengi arka planı üstünde sarı çiçekleriyle güzel bir elbi
seydi bu. “Bana bir iyilik yap m an ı istiyo rum ,” dedi.
Mark’ın sarı kaşları havaya d ik ild i. “İyilikler periler için ha
fife alınacak şeyler değildir.”
“Gölge Avcıları için de öyle.” O m uzlarını dikleştirdi. “Bana bir
iyilik borcun olduğunu söylemiştin. Julian’a göz kulak olduğum
için. Hayatını kurtardığım için. Ne istersem yapacağını söyledin.”
Mark kollarını göğsünde kavuşturdu. Em m a tenindeki si
yah mühürleri bir kez daha görebiliyordu. Yaka kısmında, bi-
782
gelelerinde. Teni önceye kıyasla şim d id en esm erleşm işti. D aha
da kaslanmıştı, ne de olsa a rtık yem ek yiyo rd u . G ölge A vcıları
hızlı kas yapardı.
“0 hâlde devam et lü tfen ,” d ed i M ark . “Ve g ü cü m ü n yete
ceği bir iyilikse, elbette yerin e getireceğim .”
“Julian sana sorarsa...” E m m a sesini alçalttı. “H ayır. Sorsun
ya da sormasın. İlişki yaşıyo rm u şu z g ib i yap m an ı istiyo ru m .
Birbirimize âşık oluyorm uşuz g ib i.”
Mark kollarını aşağı in d ird i. “N e?”
“Beni duydun,” dedi E m m a. M a rk ’ın yü zü n d ek i ifadeyi
okuyabilmeyi öyle çok isterdi k i. T eklifin e karşı çık tığ ı takdirde
onu zorlamanın hiçbir yo lu o lm a d ığ ın ı b iliyo rd u . B u n u yap a
cak cesareti bulam azdı asla. İro n ik b ir şekild e, Ju lia n ın acım a
sızlığına sahip değildi.
“Tuhaf geldiğinin fark ın d ayım ,” d ed i E m m a.
“Çok tuhaf geld i,” d ed i M ark . “Ju lia n ’ın b ir erkek ar
kadaşın olduğunu d ü şü n m esin i istiyo rsan neden C am ero n
Ashdowndan istem iyorsun b u n u ?”
Mark’la sen... B öyle b ir şey olsaydı b ir d ah a k en d im e g elem ez
im sanırım.
“Sen olmak zorundasın,” ded i E m m a.
“Herkes senin erkek arkadaşın olabilir. Ç o k güzel b ir kızsın.
Yalan söyleyecek birine ih tiyacın yo k .”
“Mesele benim egom değil,” dedi Em m a öfkeyle. “Ve erkek ar
kadaşımolsun da istem iyorum . Tek istediğim bu yalanın kendisi.”
“Sadece Julian’a m ı yalan söylem em i istiyorsun yoksa herke
semi?” dedi M ark. Eli b o yn u n d ayd ı, oradaki nabza vuruyordu.
Belki de elf oku kolyesini arıyo rdu k i E m m a onu tak m ad ığ ın ı
yeni fark etmişti.
700
“Sanırım herkesin inanması gerekecek,” dedi Emma gönül
süzce. “Hepsinden JuJian’a yalan söylemesini isteyemeyiz.”
“Doğru,” dedi Mark, dudağının bir kenarı havaya kalkarak.
“Böylesi işe yaramaz”
“İstediğim şeyi yapmayacaksan söyle,” dedi Emma. “Ya da
seni ikna edebilmek ne diyebilirim onu söyle. Bunu benim için
değil Mark, Julian için yapacağız. Hayatını kurtarabilmek için.
Bundan daha fazlasını sana söyleyemem. Sadece bana güven
meni istiyorum. Bunca senedir onu koruyorum. Bu... Bu iste
ğim de bunun bir parçası.”
Güneş batmak üzereydi. O danın içi kırmızıya çalan ışıkla
dolmuştu. Bu ışık M arkın saçlarına ve tenine gül rengi bir pı
rıltı veriyordu. Emma 12 yaşındaki hâlini hatırladı, Mark’ın
yakışıklı olduğunu düşündüğü zam anlan. Ona abayı yakacak
kadar uzun sürmemişti bu düşüncesi, fakat burada kendisi adı
na bir başka geçmiş görebiliyordu - M a rk ın kaçırılmadığı bir
geçmiş. M arkın yanlarında olacağı ve kardeşine değil de ona
âşık olacağı bir geçmiş. Julian’ın pam ba ta İs i olup ağabeyiyle ev
leneceği, birbirlerinin hayatı hâline gelerek insanların birbirine
bağlanabileceği her şekilde sonsuza dek birbirlerine bağlanacak
ları, istedikleri tek şeyin bu olacağı bir geçmiş.
“Ona, herkese birbirimize âşık olm aya başladığımızı mı söyle
memi istiyorsun?” dedi Mark. “Hâlihazırda âşık olmadığımızı?”
Emma kızardı, “inanılır bir yalan olm ası gerek.”
“Bana söylemediğin çok şey var.” M a rk ın gözleri parlıyordu.
O anda insandan çok bir periye benzediğini düşündü Emma.
Durumu ölçüp biçiyor, bu aldatm a oyunu içinde kendini ko
numlandırıyordu. “Sanırım herkesin öpüştüğümüzü bilmesini
istiyorsun. Hatta daha fazlasını yaptığım ızı.”
Emma başıyla onayladı. Yanaklarının kıpkırm ızı kestiğini
açıkça hissedebiliyordu.
i “Sana yemin ederim, elimden geldiğince her şeyi açıklaya
cağım,” dedi Emma. “Tabii teklifimi kabul edersen. Ve yem in
ederim bu Julianm hayatını kurtarabilir. Yalan söylemeni iste
mekten nefret ediyorum am a...”
“Ama sevdiklerin için her şeyi yaparsın,” dedi M ark.
Emmanın buna verecek bir cevabı yoktu. M ark şim di açıkça
gülümsüyordu, ağzı neşeyle kıvrılm ıştı. Bu, insanlara ait bir
neşemiydi yoksa perilerinki gibi kaostan m ı besleniyordu kesti-
remiyordu. “Neden beni seçtiğini anlayabiliyorum . Buradayım ,
yakınım ve bir ilişki başlatm am ız çok kolay olacak, ikim iz de
bir başkasına bağlı değiliz. Üstelik, dediğim gibi, çok güzel bir
kızsın ve umarım sen de beni tiksinç bulm uyorsundur.”
“Hayır,” dedi Emma. B üyük bir rahatlam a hissiyle birlikte
bir yığın duygu sarmıştı bedenini. “T iksinç değilsin.”
“0 hâlde tek bir sorum daha olacak sanırım ,” dedi M ark.
“Ama önce...” Arkasını dönüp k ararlılık la Em m a nın kapısını
kapattı.
Tekrar döndüğü zam an Em m a, onun daha önce hiç bu ka
dar perilere benzemediğini fark etti. Gözleri vahşi bir neşey
le, insan yasalarının bulunm adığı bir d ü n yaya ait kayıtsızlıkla
doluydu. Kendisiyle birlikte peri diyarın ın vahşiliğin i getirm işe
benziyordu o odaya. Kökleri acı olsa da soğuk tatlı bir büyü.
Fırtına beni çağırdığı g ib i sen i d e çağırıyor, öyle d eğ il m i?
Mark, Emma ya elini uzattı. Yarı çağıran yarı sunan bir eldi bu.
“Neden yalan söyleyecekm işiz?” dedi.
Sonsöz
Annabel
Yıllarca m ezarı kuru kalm ıştı. Şimdi ise, taştaki incecik göze
neklerden deniz suyu giriyordu. Ve deniz suyuyla birlikte kan.
Bunlar kavrulm uş kemiklerle, kurumuş kasların üstüne dü
şüyor, Annabel in sarmalanmış kefenini ıslatıyordu. Kupkuru
kalmış dudaklarını nemlendiriyordu. Kendileriyle birlikte ok
yanusun büyüsünü ve onunla Annabel’in aşkının kanını, bu
kanla da daha acayip bir büyüyü getiriyorlardı.
O azgın sahilde, yattığı yerde, Annabel’in gözleri açılıverdi.
İ
CLARY VE ÖLÜMCÜL
OYUNCAKLAR KARAKTERİLERİNİ
BARINDIRAN YENİ BİR HİKÂYE
UZUN BİR muhabbet
796 <
“Planlamadan sordum,” dedi Simon. “Bir anda yapılmış bir
teklifti. Brooklyn Köprüsü’ndeydik. Izzy bir Shax iblisinin kel
lesini uçurmuştu.”
“İrinle kaplı hâldeyken daha önce hiç bu kadar çekici gelme
miş miydi yoksa?” dedi Jace.
“Onun gibi bir şey,” dedi Simon.
“Hayatımda duyduğum en Gölge Avcısı’na yaraşır şey bu,”
dedi Clary. “Eee, detaylardan bahset. Dizlerinin üstüne çök
tün mü?”
“Gölge Avcıları bunu yapmaz,” dedi Jace.
“Çok yazık,” dedi Clary. “Filmlerde o kısımlara bayılırım.”
“O hâlde neden bu kadar telaşlı görünüyorsun?” diye sordu
Jace. “Evet dedi, öyle değil mi?”
Simon parmaklarını saçlarına daldırdı. “Nişan partisi yapa
lım istiyor.”
“Açık bar olm alı,” dedi Jace. Son zamanlarda barmenliğe
karşı bir ilgi geliştirmişti. Clary bunu çok eğlenceli buluyordu.
“Kesinlikle açık bar olmalı.”
“Hayır, anlamıyorsunuz,” dedi Simon. “Partiyi iki gün son
rasına istiyor.”
“Hım,” dedi Clary. “Bu olayı arkadaşları ve ailesiyle paylaş
ma heyecanını anlayabiliyorum da birazcık daha bekleyebilirsi
niz herhâlde?..”
Jace konuştuğunda sesi monoton çıkıyordu. “Max’in do
ğum gününde yapm ak istiyor partiyi.”
“Ah,” dedi C lary yumuşak bir tavırla. Lightwood’lann en
miniği, en tatlısıydı Max, Izzy ve Alex’in küçük kardeşiydi. 14
yaşına girecekti, Tiberius ve Livvy Blackthorn’la aynı yaşlarday
dı. Clary, Isabelle’in nişan partisini neden Max’in orada bulu-
797
nacağından gerçekten emin olduğu bir zamanda yapmak istedi
ğini anlayabiliyordu. “Peki, M agnus’a sormayı düşündün mü?”
“Elbette düşündüm,” dedi Sim on. “O da mümkün olsa yar
dım edebileceğini ama Rafael’le ilgili şu meseleyle uğraştıklarını
söyledi...”
“Doğru,” dedi Clary. “Peki, bizden m i yardım istiyorsun?”
“Partiyi burada yapabileceğim izi um uyordum ,” dedi Simon.
“Enstitüde. Ve pek anlam adığım birkaç konuda bana yardım
edebilirsin, değil m i?”
Clary büyük bir pişm anlık hissetm eye başlamıştı. Enstitü
son zamanlarda büyük tadilatlardan geçm işti ve bunların bir
kısmı hâlâ sürüyordu. Çok nadir k u llan ılan balo salonu ikinci
bir antrenman salonuna çevrilm iş, katlardan birkaçı karo dö
şemeler ve kereste yığınlarıyla dolm uştu. M üzik odası vardı ki
kocaman bir yerdi ancak içerisi çellolar, piyanolar ve hatta bir
orgla tıka basa doluydu. “Ne gibi konularda?”
Simon kahverengi gözlerini köpek yavruları gibi açıp
Clary’ye baktı. “Çiçekler, ikram lar, dekorasyon...”
Clary sızlandı. Jace, C lary’nin saçlarını karıştırdı.
“Yapabilirsin,” dedi. C lary sadece sesinden Jace’in sırıttığını an
layabiliyordu. “Hadi ama, bir keresinde dünyayı kurtarmıştın,
unuttun mu? Sana inanıyorum .”
işte Clary kendini enstitünün m üzik odasında böyle dikilir
ken bulmuştu. Magnus’un buz saçaklarından yeşil elbisesine sular
damlıyordu. Magnus arada burayı biraz değiştirir, hayali gül yap
raklan sarardı etrafı. M aia’nın kurtadam sürüsünden birkaç kişi
arpı, orgu ve diğer enstrümanları bitişikteki boş odaya taşımaya
yardım etmişti. (Bu odanın kapısı şim di kapalıydı ve kısmen uçu
şan kelebeklerden oluşan büyülü bir şelaleyle kapanmıştı.)
708
Burası Clary’ye bir parça Seelie kraliçesinin sarayını anım
satıyordu. Seneler önce ziyaret ettiği her seferinde farklı gör
müştü. Kâh pırıltılı buzlar, kâh kırm ızı renkli pelüş kadifeler
le kaplıydı. C lary yüreğinde bir sızı hissetti. Acımasız ve hain
davranan kraliçenin kendisi için değil de peri halkının büyüsü
için. Soğuk Barış yap ıld ığın d an beri peri diyarının saraylarını
ziyaret etmemişti. C en tral Park dolunay çıktığı gecelerde dans
edenlerle dolm uyordu artık. H udson Nehri sularında perilerle
deniz kızları da görülm üyordu. Bazen, gecenin geç vakitlerin
de, Vahşi Avın ıssız borazanının gökyüzünde inlediğini işitiyor,
aklına Mark Blackthorn geliyo rdu. Hüzne kapılıyordu. Ancak
Gwyn ve halkı asla yasalarla bağlı olm am ışlardı ve Av’ın sesi bir
zamanlar Hart A dası’ndan gelen peri cüm büşlerinin yerini asla
dolduramazdı.
Clary bu konuyu Jace’le konuşm uş, Jace hem erkek arkada
şı hem de enstitünün ikin ci m ü dürü olarak ona hak vermişti:
Gölge Avcıları’nın d ü nyası peri h alkı olm aksızın dengesizdi.
Gölge Avcıları’nın A şağı D ü n y a lıla ra ihtiyacı vardı. H er za
man da olmuştu. Peri h alkı yokm uş gib i davranm aya çalışm ak
ancak bir felakete yol açab ilird i. A ncak D ivan üyesi değillerdi.
Yalnızca tek bir en stitün ün çok genç yaştaki m üdürleriydiler.
Böylece beklediler ve h azırlık lı olm aya çalıştılar.
Claryye kalırsa, böyle bir p artiye ev sahipliği yapacak baş
ka bir enstitü düşünelem ezdi. Beatriz’in öğrencileri garson
olarak çalışıyor, etrafta kanepe tepsileri taşıyorlardı. Kanepeler
Simon ın Brooklyn’de bir restorantta çalışan kız kardeşi tarafın
dan getirilmişti. A yrıca servis tabakları ve çatal bıçak takım ları
orada bulunan kurtad am lar düşünülerek güm üş değil, kurşun
ve kalay karışımıydı.
>799
Aşağı D ünyalılardan bahsetm işken, M aia Bat’le el ele tutuş
muş, odanın bir köşesinde gülüyordu. Ü stünde, portakal rengi,
tiril tiril bir elbise vardı, buklelerinden bir topuz oluşturmuştu
ve Praetor Lupus m adalyonu esmer boynunda parıldıyordu.
C laryn in üvey babası Luke’la konuşuyordu. Luke gözlük
lerini başının üstüne geçirm işti. Luke’un saçlarındaki beyazlar
son zamanlarda artm ıştı, fakat gözleri her zam anki gibi ışıl
dıyordu. Jocelyn Sim on un m üstakbel kayınvalidesi Maryse
Lightwood’la ofislerden birine gitm iş ve uzun bir sohbete dal
mışlardı. C lary Jocelyn’in her zam anki anaç konuşmasını yapıp
yapmadığını m erak ediyordu: Lightw ood’larin Simon’ı kazan
makla çok şanslı olduklarını ve bunu unutm am aları gerektiğini.
Julie Beauvale, Beatriz’in parabataıs , elinde m inik puf bö
reklerinin bulunduğu bir tepsiyle yan ların d an geçti. Clary onu
izlerken, New York vam pir klanı lideri L ily tepsiden bir börek
kapıverdi, Bat ve M aia’ya göz kırptı ve Sim on ın yanından sü
zülerek geçip piyanonun başına gitti. Sim on, Isabelle in babası,
Robert Lightwood’la konuşuyordu. Ü stünde köm ür karası-gri
bir takım elbise vardı ve yüreği ağzına gelm iş gibi heyecanlı gö
rünüyordu.
Jace mor ceketini sandalyesinin arkasına atm ış, piyano çalı
yordu. İnce parm akları piyanonun tuşlarında dans eder gibiy
di. Clary, Jace’i enstitüde ilk gördüğü zam anı, sırtı ona dönük
piyano çaldığını hatırlam adan edem edi. Alec, dem işti Jace. Sen
misin,?
Jace’in yüzünde tüm dikkatini top ladığını, işine yoğunlaş
tığını gösteren bir ifade vardı. T üm dikk atin i vermeye değer
bir şey olduğu zam anlar böyle görünürdü sadece. Savaşırken,
müzik çalarken, öpüşürken. C la ry n in bakışlarını hissetmiş gibi
başını kaldırdı ve ona gülüm sedi. B unca zam an sonra bile hâlâ
Clarynin tüylerini diken diken edebiliyordu.
Clary onunla öyle gu ru r d u yu yo rd u ki. M eclis M aryse git
tikten sonra, ikisini en stitün ün yen i m ü d ürleri olarak seçtiğin
de herkes kadar onlar d a şaşırm ıştı. H enüz 19 yaşındaydılar.
Clary görevi Alec’in veya Isabelle’in devralacağını düşünm üştü
fakat ikisi de bunu istem em işti. Isabelle gezm ek istiyordu. Alec
ise kurmaya uğraştığı A şağı D ü n yalılar ve G ölge A vcıları ittifa
kıyla fazlasıyla m eşguldü.
0 zaman Clary, Jace’e bu teklifi istedikleri zam an geri çevi
rebileceklerini söylem işti. K im se herh an gi birin i zorla enstitü
müdürü yapamazdı ve b irlik te d ü n ya tu ru n a çıkm ayı planlıyo r
lardı. Clary resim yapacak, Jace ise sıra dışı yerlerdeki iblislerle
savaşacaktı. Fakat Jace m ü d ü r o lm ayı istem işti. C lary, Jace’in
bunu içten içe savaşta k ayb ettik leri, k u rtarm ayı başaram adık
ları insanlara borçlarını ödem e yo lu o larak gördüğünü biliyor
du. Şansları yaver gitm işti k i tü m b u n ları sevdikleri insanların
burnu bile kanam adan atlatm ışlard ı. B ir zam anlar hiçb ir yakın
dostu, hiçbir kardeşi o lm ayacağın ı, asla âşık olm ayacağını d ü
şünürken, evren ona A lec’i ve Isabelle’i, C la ry ’yi verm işti.
Enstitüyü idare etm ek zorlu bir işti. Jace’in tüm albeni bece
risini, Clary nin ise barışı k o ru m a ve ittifaklar oluşturm a konu
sundaki sezgilerini gerektiriyordu. Tek başına olsalardı, ikisi de
bunu beceremezdi ya, b irlik teyken C la ry n in kararlılığı Jace’in
hırsını, C larynin fani d ü n ya ve p ratik m eselelere dair bilgisi
Jace’in köklü Gölge Avcısı soyunu ve eğitim in i dengeliyordu.
Jace her zaman küçük gru p ların ın doğal lideri, güvenilir strate-
jisti olmuştu. Kimin hangi alan d a en iyi olacağına karar verm ek
konusunda m ükem m eldi. C la ry korkanları teselli edebilen kişi
olmanın yanı sıra, yasak olm asına rağm en strateji odasına gizli
ce bir bilgisayar kurdurm ayı başarm ıştı.
Lily, Jace’in kulağına bir şey fısıldadı. M uhtem elen bir şarkı
istemişti. Yirm ili yıllard a öldü ğü için hep ragtim e ezgileri isti
yordu.
Ardından kırm ızı topukları üstünde dönerek odanın bir kö
şesine serilm iş battaniyenin oraya doğru yü rü d ü . Battaniyenin
üstüne M agnus oturm uş, lacivert m avisi ten iyle üç yaşındaki
büyücü oğlu M ax ise onun yan ın a k ıv rılm ıştı. Battaniyenin üs
tünde aynı zam anda beş yaşın d a b ir çocu k daha vardı. Dağınık
siyah saçlarıyla beş yaşın d a b ir G ölge A vcısı’ydı bu da ve
M agnus’un ona doğru tu ttu ğ u k itab a e lin i uzatıp mahcup bir
tavırla büyücüye gülüm sedi.
C lary’nin yan ın d a birdenbire B eatriz belirdi. “Isabelle nere
de?” dedi fısıltıyla.
“Büyük bir giriş yap m ak istiyor,” d iye fısıldadı C lary ona.
“Herkesin buraya gelm esini bekliyor. N eden k i?”
Beatriz ona m anidar bir bakış atıp başın ı kap ıya doğru kal
dırdı. Birkaç saniye içinde C la ry koridorda onu takip ediyor
du. Elbisesinin eteğini kenarına basm am ak için kaldırmıştı.
Koridor duvarı boyunca uzanan ayn ad a k en d in i görebiliyordu.
Yeşil elbisesi çiçek sapı rengindeydi.
Jace, C lary’nin yeşil giym esin d en ho şlan ıyo rdu. Üstelik ye
şil gözleriyle de u yu m lu yd u . A n cak b ir zam an lar C lary yeşil
renkle sıkıntı yaşam ıştı. Ne zam an yeşil görse öldüğü zaman
gözleri yeşile dönen ağabeyi Jo n ath an ’ı hatırlam adan edemi
yordu.
Eskiden, yani Sebastian ken, gözleri siyahtı. Ancak bunun
üzerinden seneler geçmişti.
•802-
Beatriz, C lary’y i y e m e k sa lo n u n a g ö tü rd ü , iç e risi çiçek lerle
doluydu. H ollanda laleleri o ld u ğ u n a e m in d i C la ry . B u n lar san
dalyelerin, m asanın, b ü fen in ü stü n e y ığ ılm ış tı.
“Bunlar yeni g e ld i,” d e d i B eatriz v a h im b ir ses to n u y la .
Sanki yerel bitki d eğil de ö lü b ed e n le rd i b u n lar.
“Tamam, peki sorun n e d ir?” d e d i C lary.
“Isabellein lalelere a le rjisi var,” d e d i k a ra n lığ ın için d en
bir ses. Clary yerin d en sıçra d ı. M a sa n ın k arşı u c u n d a A lec
Lightwood bir san d alyeye o tu rm u ştu . S iy a h p a n to lo n u n u n üs
tüne içine sokm adığı beyaz b ir g ö m le k g iy m iş ti ve elin d e sarı
bir lale tutuyordu. U zun p a rm a k la rıy la ç iç e ğ in y a p ra k la rın ı k o
parmakla m eşguldü. “B eatriz, b ir sa n iy e liğ in e C la r y y le k o n u
şabilir miyim?”
Beatriz başıyla o n aylad ı. S o ru n u b ir b aşk asın a d ev rettiğ i için
rahatlamış görünüyordu. O d a d a n ç ık ıp g itti.
“Sorun nedir, A lec?” d iy e so rd u C la ry , o n a d o ğ ru b ir a d ım
atıp. “Neden partiye g elen lerle d e ğ il de b u ra d asın ?”
“Annem konsülün u ğ ra y a b ile c e ğ in i sö y le d i,” d ed i A lec k as
vetle.
Clary ona b akakalm ıştı. “E ee?” d ed i. A lec aran an b ir su çlu
falan değildi neticede.
“Rafe olayını d u yd u n d eğil m i? ” d ed i A lec. “Yani tü m d e
taylarını.” Clary tereddüt ed iyo rd u . B irk aç a y ön ce A lec b ir d izi
vampir saldırısını araştırm ak için B uenos A ires’e g ö n d erilm iş
ti. Oradayken, beş y aşın d a b ir G ö lge A vcısı ço cu k la k arşılaş
mıştı. Çocuk, K aranlık Savaş sırasın d a B uenos A ires E n stitü sü
katliamından sağ k u rtu lm u ştu . M a g n u s’la ve ço cu k la b irlik te
Arjantin boyunca sürekli p o rtalla gezm işler, k im seye y a p tık la rı
şeyden bahsetmemişlerdi. S o n u n d a, şaşkın b akışlı, b ir d eri b ir
803
kem ik bir oğlanla N ew York’a çıkagelm iş ve onu evlat edinecek
lerini söylem işlerdi. O ğu llan olacaktı ve M ax’in kardeşi.
O na Rafael Santiago L ightw ood ad ın ı verm işlerdi.
“Rafe’y i bu ldu ğum da so kakta yaşıyo rd u ve açlıktan ölmek
üzereydi,” dedi Alec. “F anilerden yiy ec e k çalıyo rd u , görüş yetisi
olduğu için kâbuslar gö rü yo rd u ve canavarlar.” A lec dudağını
ısırdı. “M esele şu ki, M ax ’i evlat ed in m em ize izin vermeleri
nin nedeni onun A şağı D ü n ya’d an o lm ası. K im se onu isteme
di. Kimse u m ursam adı. A m a R afe b ir G ölge Avcısı ve Magnus
değil. M eclis bir A şağı D ü n y a lı’n ın N efilim b ir çocuğa ebe-
veynlik yapm asına ne der b ile m iy o ru m , ö zellikle de yeni Gölge
A vcıları’na bu kad ar ih tiy aç la rı v a rk e n .”
“A lec,” dedi C la ry sertçe. “R afe’y i sizden alam azlar. Onlara
izin verm eyiz.”
“Ben on lara izin verm em ,” d e d i A lec. “H ep sin i gebertirim.
A m a bu tu h a f o lu r ve p a rtiy i m ah ved er.”
C la ry ’n in g ö zü n d e k ısa b ir sü re , A le c ’in p a rtiy e gelen ziya
retçilere y a y ı ve o k u y la s a ld ır d ığ ı, M a g n u s ’u n ise büyülü ateş
açarak o n ları ö ld ü rd ü ğ ü c a n la n d ı. G ö ğ ü s g eç ird i. “Rafe’yi
sizd en a la c a k la rın ı d ü ş ü n d ü re c e k h e rh a n g i b ir neden geliyor
m u ak lın a? M e c liste n h e rh a n g i b ir işa re t y a d a bir şikâyet
g e ld i m i?”
A lec b aşın ı sallad ı. “H ayır. S a d e c e ... M e c lisi biliyorsun işte.
S o ğu k B arış sü rek li g erg in o ld u k la rı a n la m ın a geliyor. Şu anda
M ecliste, A şağı D ü n ya’d an o lm a la rın a ra ğ m e n on lara güvenmi
yorlar. Bazen K aran lık Savaş’ın ö n c e sin d e n d ah a beter oldukla
rın ı d ü şü n ü y o ru m .”
“H ak sız o ld u ğ u n u sö y le m e y e c e ğ im ,” d e d i C lary. “Ama baş
k a b ir şey ö n ereb ilir m iy im ?”
“Pança zehir mi katayım ?” diye sordu Aiec, tedirgin bir me-
| rakla.
i “Hayır,” dedi Clary. “Sadece kaygının nesnesini değiştiriyor
; olabilirsin diyecektim.”
Alec şaşırmışa benziyordu. Fanilere ait psikolojik terimler
Gölge Avcıları açısından oldukça rastgele anlamlar taşırdı.
“Endişeli olmanın asıl nedeni çocuk sahibi olmanın önem-
j li bir sorumluluk olması ve bunu birdenbire yaşaman,” dedi
Clary. “Ama Max de birdenbire girdi hayatınıza. Ve Magnus’la
ikiniz muhteşem ebeveynlersiniz. Birbirinizi öyle çok seviyor
sunuz ki, çocuklara verm eniz gereken sevgiyi buluyorsunuz za
ten. istediğiniz kadar çocuk sahibi olabilirsiniz, birbirinize olan
sevginiz Öyle büyük ki hiç endişelenm enize gerek yok.”
Alec’in kömür karası kirpiklerin in altındaki açık mavi göz
leri bir an parıldadı. A yağa kalkıp C lary’nin kapının yanında
l durduğu yere geldi. “A kıllı kızsın,” dedi.
“Beni her zaman akıllı bulm azsın sen.”
“Doğru, tam bir başbelası olduğunu düşünürdüm ya, şim di
daha iyisini biliyorum .” C lary’nin başına bir öpücük kondurdu
ve elinde lalesiyle, kapıdan çıktı.
“Müzik odasına dönene kadar elindekini at!” diye seslendi
| Clary arkasından. A klına Isabelle’in kurdeşen dökerek yere y ı
ğıldığı görüntüsü gelm işti.
Clary iç geçirip lalelere baktı. Ç içekler olm adan da bir parti
verebilirlerdi herhalde. Y ine de...
, Kapı çalındı. Yama işinden ipek bir elbisesiyle, kahverengi
uzunsaçları örgülü bir kız kapıdan başını sokm uştu. Rebecca’ydı
gelen, Simon’ın kız kardeşi. “G elebilir m iyim ?” diye sordu ka
pıyı açarak. “Vay canına, lalelere bak!”
805
“Isabelle’in laJelere alerjisi var,” dedi C lary kasvetle.
“Anlaşılan o yani.”
“Çok yazık,” dedi Rebecca. “Biraz konuşabilir m iyiz?”
Clary başıyla onayladı. “Tabii, neden olm asın?”
Rebecca içeri girip m asanın kenarına tünedi. “Sana teşekkür
etmek istiyordum,” dedi.
“Ne için?”
“Her şey için.” Rebecca odaya bakın dı. G ölge Avcısı ataları
nın portrelerini, meleklerle haçlı k ılıç lara a it m otifleri inceledi.
“Şu Gölge Avcısı mevzusuna d air h âlâ p ek b ir şey bilmiyorum.
Simon panikletmeyecek kadar bir şeyler an latab iliyo r sadece. İşi
ne tam olarak bilm iyorum ...”
“İnsanları Gölge Avcısı y ap m ay a çalışıyo r,” dedi Clary.
Bunun Rebecca için hiçb ir şey ifad e etm e y ec e ğ in i bilmekle
birlikte Sim onla g urur d u yu yo rd u . S im o n ’ın başına gelen
her şey sertti, acı vericiydi, zo rlu yd u . V am p ir olm ası, hafıza
sını yitirm esi, George’u k ayb etm esi. Ö y le k i S im o n sonunda
insanlara yardım cı olm ak istem işti. “Beş sene önceki savaşta
bir sürü Gölge Avcısı k ayb ettik . Ve o z am an d an beri yenile
rini bulmaya çalışıyoruz. En iy i a d a y la r d a G ölge Avcısı kanı
taşıyan faniler, bu da görüş y e tisin e sah ip o lm ak la birlikte
Gölge Avcısı olduklarım b ilm e d ik le ri a n la m ın a geliyor sık
lıkla. Vampirleri, k u rtad am ları, b ü y ü y ü g ö reb iliyo rlar. İnsana
delirdiğini düşündürecek şeyleri. S im o n o n la rla konuşuyor,
Gölge Avcısı olm anın nasıl b ir şey o ld u ğ u n u ve zorluklarını
anlatıyor. Ve önem ini.”
Clary bunları bir faniye sö ylem em esi g erek tiğ in in farkın
daydı. Öte yandan, ikram servisi iç in görev verm ek bir yana
Rebecca yı enstitüye dahi alm a m a lıyd ı. A n c ak C la ry ve ]ace
enstitü idaresini aldıkları zaman yeni bir tür vasi olacaklarına
yemin etmişlerdi.
Ne de olsa C lary’yle Simon bir zamanlar enstitüye adım at
maması gereken birer faniydi.
Rebecca başını sallıyordu. “Pekâlâ, bunların hiçbirini anla
mıyorum. A m a kardeşim önemli birisi, değil mi?”
C lary gülüm sedi. “Benim için her zaman önemli biri oldu.”
“Simon gerçekten m utlu,” dedi Rebecca. “Hayatından
memnun, Isabelle’le m utlu. Ve tüm bunlar senin sayende oldu.”
Rebecca öne doğru eğilerek bir sır verir gibi konuşmaya başladı.
“Simon la ilk arkadaş olduğunuzda ve okuldan dönüşte seni eve
getirdiğinde, annem bana şunu derdi: Bu kız Simoriın hayatına
mucizeleri getirecek . Ve sahiden öyle oldu.”
“Tam olarak öyle,” dedi Clary. Rebecca boş bakıyordu. Ah,
tanrım, Jace olsa buna gülerdi. “Demek istediğim, bu çok güzel
ve onun ad ın a çok m utluyum . Simon ı kardeşim gibi sevdiğimi
biliyorsun...”
“C lary!” C la ry p an ik içinde başını kaldırdı. Gelenin Isabelle
olmasından korkuyordu fakat yanılm ıştı. Lily Chendi gelen,
yanında da M a ia Roberts vardı. New York vampir klanının li
derleri b irlikteyd i.
O nları b ir arada görm ek olağan dışı bir şey de değildi gerçi:
İkisi arkadaştı.
Fakat ay n ı zam anda bazen kendilerini bir tartışmanın karşı
tarafları o larak b u lan siyasi m üttefiklerdi de.
“Selam , R ebecca,” dedi M aia. El sallayınca parmağındaki
sade, bronz yü zü k parıldadı. Bir süre önce Bat’le söz yüzüğü
takm ışlardı fakat işi resm iyete dökmemişlerdi. M aia M anhattan
kurtadam sü rü sü n ü n başkanıydı ve Praetor Lupus’un yeniden
inşa edilmesinden sorum luydu. A ynı zam anda işletmecilikte li
sans yapıyordu. D ehşet derecede b ecerikliyd i.
Lily, Rebecca’ya ilgisizce baktı. “C lary, seninle konuşmamız
lazım,” dedi. “Jace’le konuşm aya çalıştım am a piyano çalıyor
du, M agnus’la Alec de o k ü çü k v arlık larla m eşguldü.”
“Çocuklar,” dedi C lary. “O n lar ço cu k.”
“Alec’e yardım a ih tiyacım ız o ld u ğu m u z bilgisin i verdim ama
seninle konuşm am ız gerektiğin i sö yled i,” dedi Lily, sıkkın bir
sesle. Kendine göre, A lec’i severdi. A lec gerçek anlamda işine
dört elle sarılan, M aia ve L ily’yle çalışan , G ölge Avcısı bilgileri
ni onların Aşağı D ünya b ecerileriyle b irleştiren ilk Gölge Avcısı
olmuştu. Jace ve C lary en stitü n ü n başın a geçtiklerinde bu garip
ittifakı da kabul etm işti. B öylece Isabelle’le Sim on ellerinden
geldiğince işe destek oluyordu. C la ry o n lar için haritalarla, ta
sarılarla, acil bir durum o ld u ğu tak d ird e ön em li bağlantılarla
dolu bir strateji odası hazırlam ıştı.
Ve bir yığın acil d u ru m la k arşılaşıyo rlard ı. Soğuk Barış,
Manhattan’da peri halkın a ait olan bazı bölgelerin ellerinden
alınması, diğer Aşağı D ü n y a lıla rın k alan yerler üzerine didişip
savaşması anlam ına geliyordu. C la ry ve Jace’in, Alec, Lily ve
M aiayla birlikte bir vam pir/kurtadam ateşkesine dair ayrınn-
ları şekillendirmeye çalıştığı veya b ir in tik a m planına başlama
dan engel olm aya uğraştığı p ek çok geceler yaşanm ıştı. Magnus
dahi bazı özel büyüler hazırlam ış, b u sayede L ily kutsal bölge
olmasına rağmen enstitüuye gireb ilm işti. Ki Jace bunun daha
önce bir başka vam pir için y ap ılm ad ığ ın ı söylem işti.
“Mesele H igh Line’la ilg ili,” dedi M a ia. H igh Line, batı ya
kasında kullanılm ayan bir yü kseltilm iş tren in yolunun tepesin
de kurulmuş, yakın zam anda açılm ış b ir h alk parkıydı.
“High Line m ı?” dedi Clary. “Ne yani, birdenbire kentsel
gelişim projeleriyle mi ilgilenm eye başladınız?”
Rebecca, Lily’ye el salladı. “Selam, ben Rebecca. Göz kale
min m uhteşem m iş.”
Lily onu duym azdan geldi. “Yükseltide bulunduğu için
M anhattan’da yeni bir toprak parçası,” dedi, “dolayısıyla, ne
vampirlere ne de kurtadam lara ait. İki grup da bunun üzerinde
hak iddia etm eye çalışıyor.”
“Bu konuyu sahiden şu anda konuşmak zorunda mıyız?”
dedi Clary. “Isabelle’le Sim on’ın nişan partisindeyiz.”
“Am an T anrım !” Rebecca ayağa fırladı. “Unuttum! Slayt
gösterisini unuttum !”
Rebecca odadan koşarak çıktı. C lary arkasından bakakal-
mıştı. “Slayt gösterisi m i?”
“A nladığım kadarıyla, bu tür törenlerde müstakbel gelinle
damadı çocukluk fotoğraflarını göstererek küçük düşürmek ge
leneksel bir şey,” dedi Lily. C laryyle M aia ona bakakalmıştı.
“Ne? Televizyon izliyorum sonuçta.”
“Bak, seni meşgul etm ek için kötü bir zaman, farkındayım ,”
dedi M aia, “am a mesele şu ki, şu anda orada karşı karşıya gel
miş bir grup kurtadam la bir grup vampir var. Enstitüden des
teğe ihtiyacım ız var.”
C lary kaşlarını çattı. “Haberi nereden aldınız?”
M aia telefonunu kaldırdı. “Az önce onlarla konuştum ,” dedi.
“Telefonu bana ver,” dedi C lary kasvetle. “Pekâlâ, kim inle
konuşacağım?”
“Leila H aryana,” dedi M aia. “Benim sürümden birisi.”
C lary telefonu aldı, yeniden arama tuşuna bastı ve karşı taraf
ta bir kız telefonu açana kadar bekledi. “Leila,” dedi. “Ben ens-
8E=5?>809
ritüden Claıy Fairchild.” Sustu. “Evet, enstitü başkam. Benim.
Bak, High Line’da olduğunuzu biliyorum. Bir vampir klanıyla
savaşmak üzere olduğunuzu da biliyorum. Durmanız gerek.”
Bu sözleri kızgın bağırışlar takip etti. C lary iç geçirdi.
“Anlaşmalar hâlâ geçerli,” dedi Clary. “Ve bu olay onları çiğ
niyor. Iu, yedinci kısım, 42. paragrafa göre, savaşa başlamadan
önce en yakındaki enstitüye bir bölgesel ih tilaf metni getirme
niz gerekiyor.”
Daha fazla bağırış yükseldi. H
g
Clary onun sözünü kesti. “Vampirlere söylediklerimi ilet. Ve
yarın sabah erkenden Sığınakta ol.” M üzik odasındaki şampan- i
yayı düşündü. “O kadar erken olm ayabilir. Saat 11 ’de iki vam
pir İki kurtadam olarak gelin ve bu işi bir çözüme bağlayalım, j
Aksi hâlde, enstitü düşmanları olarak kabul edileceksiniz.”
Homurtular yükseldi.
Clary sustu. “Tamam,” dedi. “O hâlde hoşça kalın. İyi gün
ler.” Clary telefonu kapattı.
“İyi günler mi?” dedi Lily, kaşlarını havaya dikerek.
Clary homurdanarak M aia’ya telefonunu geri verdi. “Bitiş j
kısımlarında çok beceriksizim.” !
“Yedinci kısım, paragraf 42 ne?” diye sordu M aia.
“Hiçbir fikrim yok,” dedi Clary. “U ydu rdum .”
“Hiç fena değil,” diye kabul etti Lily. “Şim d i, müzik odasına 1
geri dönüp Alec’e bir sonraki sefer ona ihtiyacım ız olduğunda j
bir an önce gelmesi gerektiğini, aksi takdirde çocuklarından bi
rini ısıracağımı söyleyeceğim.”
Öfkeyle, etekleri hışırdayarak odadan çıktı.
“Bu felaketi önlemeye gid iyo rum ,” dedi M aia telaşla.
“Görüşürüz, Clary!” ı
Maia dışarı çıkınca, Clary odanın ortasındaki dev masaya
yaslanmış, sakinleşmek için derin derin nefes alıyordu. Kendini
huzurlu bir yerde hayal etmeye çalıştı. Bir sahil belki. Ama bu,
Los Angeles enstitüsünü aklına getirdi.
Jace’le Karanlık Savaş’m ardından mekanı yeniden kurma
larına yardım etmek için oraya gitmişlerdi. Sebastian’ın saldır
dığı enstitülerin içinde en büyük darbeyi alan yerlerden biriy
di. Emma Carstairs onlara İdris’te yardımcı olmuş, dolayısıyla
Clary de bu sarışın, küçük kızı korumak istemişti.
Bir günlerini yeni kütüphanedeki kitapları düzenleyerek
geçirmişler, sonrasında Clary, Emma’yı sahile götürmüş, orada
midyelerle deniz camları aramışlardı. Emma suya girmek iste
memişti. Uzun süre okyanusa bakmıştı.
Clary, Emma ya iyi olup olmadığını sormuştu.
“Kendimle ilgili endişelenmiyorum,” demişti Emma.
“Jules’le ilgili endişem. Onun iyi olması için her şeyi yaparım.”
Clary ona uzun uzun bakmıştı. Fakat Emma, kırmızı-porta-
kal renkleriyle batan güneşi izlediği için onu görmemişti.
“C lary!” Birdenbire kapı açılıverdi. Gelen Isabelle’di.
Leylak rengi ipek elbisesiyle, pırıltılı sandaletleri için göz ka
maştırıcı görünüyordu. İçeri girdiği anda burnunu çekmeye
başladı.
Clary birdenbire doğruldu. “Melek adına...” Gölge
Avcıları’na ait bu laf düşünmeden çıkmıştı ağzından. Oysa bir
zamanlar tuhaf bir söylem gibi gelirdi. “Buraya gel.”
“Laleler, ” dedi Isabelle boğuk bir sesle. Clary onu koridora
doğru yöneltti.
“Biliyorum ,” dedi Clary. Isabelle’i yelliyor, bir yandan da iyi
leştirme m ühürlerinin alerjilere iyi gelip gelmediğini düşünü-
811
yordu. Isabelle tekrar burnunu çekti, gözleri sulanıyordu. “Çok
üzgünüm...”
“Sedid hatan dedil,” dedi Isabelle. C la ry bu n u n şu cümlenin
alerjik hâli olduğunu düşündü: S enin h a ta n değil.
“Aslına bakarsan, ö y le !”
“Pffbt,” dedi Isabelle, in celik ten u zak ve elin i salladı.
“Endidelenme. Birazdan ken d im e g e lirim .”
“Gül sipariş etm iştim ,” dedi C lary. “Y em in ederim sipariş
ettiğim güldü. Ne oldu b ilem iyo ru m . Y arın çiçekçiye gidip onu
öldüreceğim. Ya da belki A lec’e y a p tırırım b u n u . Bu akşam
epey vahşi bir hâli var.”
“Bir sıkıntı yok,” dedi Isabelle, daha norm al bir sesle. “Ve
kimsenin ölmesine gerek de yok. Clary, evleniyorum ! Simon’la!
Öyle mutluyum ki!” Isabelle’in gözleri parlıyordu. “Birine kal
bini vermekte bir zaaf olduğunu düşünürdüm eskiden. Kalbini
kırabileceklerini. Ama şimdi daha iyiyim . Ve bu Simon’ın saye
sinde oldu ama aynı zamanda senin sayende.”
“Senin sayende derken ne kastediyorsun?”
Isabelle bir parça mahcup omuz silkti. “Sadece insanları öyle
çok seviyorsun ki. Onlara öyle çok şey veriyorsun ki. Ve bu seni
sürekli güçlendiriyor.”
Clary gözlerinin yaşardığını fark etti. “Biliyorsun, Simon’la
evlenmen demek kardeş olacağım ız dem ek? P arabatatnlt evle
nen kişi kardeşin olmaz m ı?”
Isabelle kollarını C lary’ye doladı. Bir süre, loş koridorda
öylece sarıldılar. Clary elinde olm adan Isabelle’le birbirlerine
ilk zamanlar nasıl yaklaştıklarını h atırladı. O kadar uzun süre
geçirmişlerdi ki, tam burada, enstitün ün bu koridorlarında.
Endişem sadece Alec e dair değil. Senin için d e endişelendim .
812
“Aşktan ve aşka dair şeylerden söz açılm ışken,” dedi Isabelle,
kurnaz bir gülüm sem eyle, C lary’den uzaklaşırken. “Ç ifte d üğü
ne ne dersin? Sen ve Jace...”
C lary’ın yüreği hopladı. H islerini, yaşadıklarını saklam ak
konusunda hiçb ir zam an başarılı olm am ıştı. Isabelle şaşkınca
ona bakıyordu. B ir şey sorm ak üzereydi. Ters bir şey olup ol
m adığını soracaktı m uhtem elen. Tam bu esnada, m üzik odası
nın kapısı açıld ı ve koridor aydın lan arak, m üzik sesiyle doldu.
Isabelle’in annesi M aryse başını uzattı.
Yüzünde bir gülümseme vardı. Mutlu olduğu belliydi.
Clary bunu gördüğünü sevinmişti. Maryse’le Robert, Karanlık
Savaş’ın ardından boşanma işlemlerini tamamlamışlardı.
Robert İdris’teki engizitör evine taşınmıştı. Maryse enstitüyle
ilgilenmek için New York’ta kalmış, birkaç sene sonra ise büyük
bir memnuniyetle idareyi Clary’yle Jace’e vermişti. Sözde anla
madıkları konularda onlara yardımcı olmak için New York’ta
kalmıştı fakat C lary bunun asıl nedeninin çocuklardan ayrıl
mamak olduğundan şüpheleniyordu. Ve torunu Max’ten. îlk
tanıştıkları günden daha fazla beyaz vardı saçlarında şimdi, fa
kat sırtı dim dik, duruşu hâlâ bir Gölge Avcısı’nın duruşuydu.
“Isabelle!” diye seslendi Maryse. “Herkes seni bekliyor.”
“Güzel,” dedi Isabelle, “o hâlde girişimi yapabilirim .”
Kolunu C lary nin koluna geçirip koridordan odaya doğru iler
ledi. Birdenbire, m üzik odasının parlak ışıkları, kapı eşiğinde
onları gören bir yığın insanın gülümsemeleriyle karşılaştılar.
Clary her zam anki gibi Jace’i görmüştü: Bir odaya girdiği
zaman gördüğü ilk yüz onunki olurdu. Jace piyanoyu çalmaya
devam ediyordu. Hafif, ağır melodiydi çaldığı. Bununla birlik
te, C lary içeri girince ona baktı ve göz kırptı.
t
QiA
bulunduğu yere değdirdi. Sim on’ın tüm hislerini gözlerinden
anlam asını um uyordu. O nun güven kaynağı, çocukluğunun
temeli, yetişkin h ayatın ın işaret direği olduğu.
C lary gözlerindeki yaşlarla m üziğin durduğunu fark etti.
Jace odanın karşı tarafında, A lec’in kulağına bir şeyler fısıldıyor,
siyah ve sarı saçlarıyla başlarını birbirlerine eğiyorlardı. Alec eli
ni Jace’in om zuna koym uş, başını sallıyordu.
Clary, Jace ve A lec’e öyle çok bakm ıştı ki çok iyi dost olduk
larını görebiliyordu. Jace’in A lec’i ne kadar sevdiğini, A lec’in
yaralandığını gördüğü ilk kez Jace’in -sahiplenm ek konusunda
dehşetti- m ahvolduğunu biliyordu. A lec’le ilgili kötü söz söy
leyen birine b aktığın d a ölüm cül bir sarılık alan gözlerini nasıl
kıstığını görm üştü. Ve bunu anladığını düşünüyordu. T ıpkı
Simon’la onun gibi çok iyi dostlardı.
Sim on artık p a ra ta b a i’si olduğuna göre, C lary bunu çok
daha iyi anlıyordu. P a ra b ata î niz yanınızdayken kendinizi nasıl
daha güçlü hissettiğinizi. Sizin en iyi yanınızı gösteren bir ayna
olduklarım . İnsanın parabataî sim kaybettiğini tahm in bile ede
miyordu, bunun nasıl korkunç bir şey olacağını.
Onu koru, Isabelle Lightu/ood, diye geçirdi içinden Clary, el
ele tutuşan Isabelle ve Sim on’a bakarken. Lütfen koru onu.
“Clary.” Ö yle düşüncelere dalm ıştı ki, Jace’in A lec’ten uzak
laşıp yanına geldiğini fark etm em işti. Jace şim di arkasındaydı,
Noel’de ona verdiği parfüm ün, sabunla şam puanının h afif ko
kusunu alabiliyor, kolu koluna değerken ceketinin yum uşaklı
ğını hissedebiliyordu. “H adi gidelim ...”
“Kaçamayız, partiyi biz veriyoruz...”
“Bir saniyeliğine,” dedi Jace, alçak bir sesle, ö y le ki k ötü
düşünceleri iyiym iş gibi işitildi. Clary, Ja ce’in bir adım g e r iy e
T
816
yaslanm ıştı. “D ostlarım ızın nişan partisi olurken dolapta
saklandığım ız an m ı?”
Jace cevap verm edi. O nun yerine, C lary’y i belinden tutup
kucağına aldı ve kuyruklu piyanonun kapağının üstüne oturttu.
Yüzleri aynı hizadaydı. C lary, Jace’e şaşkınca bakıyordu. Jace’in
yüzünde ciddi bir ifade vardı. Elleri C lary’nin belinde, onu öp
mek İçin eğildi ve parm aklarını elbisesinin kum aşına doladı.
“Jace,” diye fısıldadı C lary. K albi hızlı hızlı atıyordu. Jace
bedenini ona yaklaştırdı ve C lary’nin sırtı piyanoya dayandı.
Dışarıdan gelen kahkaha ve m üzik sesleri duyulm az olurken
Jace’in hızlı so lukların ı işitebiliyordu. O nun çocukluğu, İdris’te
W ayland M alikân esi’nin önünde çim lere oturdukları zam anı,
öpüştüklerini ve aşkın insanın içini nasıl da bir bıçak gibi kes
tiğini hatırlıyordu.
Clary, Jace’in nabzını hissedebiliyordu. Jace ellerini yukarı
kaldırıp elbisesinin b ağın ı okşadı. Yarı kapalı gözleri karan lıkta
parıldıyordu. “’K ırık kalplerim izi iyileştirm ek için yeşil,”’ diye
alıntı y ap tı Jace. N efılim çocuk şiirlerinden bir parçaydı bu,
C lary çok iy i b iliyo rd u . Jace’in kirpikleri C lary’nin yan ağın a
değdi, k u lağ ın a fısıldarken sesi sıcacık geliyordu. “Sen kalb im i
iyileştirdin,” d iye fısıldadı Jace. “H ayata küsm üş, öfkeli oğlanın
parçalarını to p lad ın ve on u m utlu bir erkek y ap tın , C lary.”
“H ayır,” d ed i C la ry titrek bir sesle. “O d ed iğini yapan şen
din. Ben sadece seni teşvik ettim .”
“Sen o lm asayd ın b u rada olm azdım ,” dedi Jace, C la ry ’nin
du d akların da m ü zik g ib i yum u şacık bir his bırakarak. “Sadece
sen değil. A lec, Isabelle ve Sim on için de geçerli bu. A m a sen
benim k alb im sin .”
“Sen de b en im ,” dedi C lary. “B unu biliyorsun.”
Jace gözlerini kaldırdı. Renkleri altın sarısıydı, sert ve güzel.
Clary onu öyle çok seviyordu ki n efes alırken göğsü acıyordu.
“Peki, kabul ediyor musun?” dedi Jace.
“Neyi kabul ediyor muyum?”
“Benimle evlenmeyi,” dedi Jace. “Evlen benimle, Clary.”
Clary altındaki zemin sarsılmış gibi hissetti. Yalnızca bir an
duraksadı, ancak bu ona sonsuzluk gibi gelmişti. Bir yumruğun
yüreğini sıktığına yemin edebilirdi. Jace’in yüzüne şaşkın bir
ifadenin yayılmaya başladığını gördü. Derken, bir patlama oldu
ve odanın kapısı kıymıklar saçılarak açılıverdi.
Magnus girdi içeri. Telaşlı görünüyordu. Siyah saçları yapış
mış, kıyafetleri buruşmuştu.
Jace, Clary’den çok az uzaklaştı. Gözlerini kısmıştı. “Kapı
çalmayı bilmiyor musun derdim am a bilm ediğin belli,” dedi.
“Aslına bakarsan, meşguldük.”
Magnus onu savuşturur gibi elini salladı. “Atalarınızı daha fena
hâllerde bastığım da oldu,” dedi. “Ayrıca, acil bir durum var.”
“Magnus,” dedi Clary, “bu seferki çiçeklerle ilgili değildir
umarım. Ya da pastayla.”
Magnus güldü. “Acil durum dedim . N işan partisindeyiz,
Normandiya Savaşı’nda değil.”
“Ne savaşı?” dedi Jace. Fani tarihine hâkim değildi.
“Haritaya bağlı olan alarm çaldı,” dedi M agnus. “Nekromansi
büyüsünü gösteren haritaya. Az önce Los Angeles’ın üstünde
bir patlama oldu.”
“Ama tam konuşma yapacaktım ,” dedi Jace. “Mahşer biraz
bekleyemez mi?”
Magnus ona sert bir bakış attı. “H arita o kadar kesin değil,
ama patlama enstitüye yakın bir yerde olm uş.”
818
Clary yerinden doğruldu. Paniklem'ışti. “E m m a, ” dedi. “Ve
Julian. Çocuklar...”
“H atırlayın, en son böyle olduğunda bir şey yoktu,” dedi
Magnus. “A m a beni endişelendiren birkaç şey var.” Sustu.
“Onlara uzak olm ayan büyülü çizgilerin kesiştiği büyük bir yer
var. O rayı kontrol ettim ve orada bir şeyler olm uşa benziyordu.
Etraf harabeye dönm üştü.”
“M alcolm Fade’e ulaşm ayı denedin m i?” diye sordu Jace.
M agnus kasvetle başını salladı. “Cevap verm edi.”
C lary p iyanonu n üstünden aşağı indi. “Başka birine söyle
din m i?” diye sordu M agn us’a. “Bizim dışım ızda yani.”
“Yanlış alarm ih tim aliyle p artiyi m ahvetm ek istem edim ,”
dedi M agn us. “Ben de sadece...”
Kapı eşiğinde uzun bir gölge belirdi. G elen Robert
Lightwood’du. O m zuna bir çanta asm ıştı. C lary birkaç m elek
bıçağının kabzasının çan tan ın üstünden çıktığın ı görebiliyor
du. C lary’yle Jace’i üstü başı dağılm ış, kızarm ış yüzlerle görün
ce olduğu yerde kalakald ı.
“... O n a haber verdim ,” diye tam am ladı M agnus cüm lesini.
“A ffedersiniz,” d edi Robert.
Jace’in yü zü n d e tu h a f b ir ifade vardı. R obert’ın yüzünde
de tu h af b ir ifade vardı. M agn us sabırsız görünüyordu. C lary,
M agnus’un R obert’tan pek ho şlanm adığını biliyord u, b u n u n
la b irlikte ilişk ileri A lec ve M agn us, M ax’i evlat ed in d iğin d en
beri biraz d ü zelm işti. R obert iyi b ir baba olm am asına karşın iyi
bir b ü yü k b ab ayd ı. Yere otu rup M ax’le yuvarlan m ayı seviyordu.
Rafe’yle de.
“Jace ve C la ry n in seks h ayatı ko n usun da tu h a f d av ran m ayı
bırakıp işim ize b ak ab ilir m iyiz?” d iye sordu M agn us.
>819
“Bu sana bağlı sayılır,” d ed i Clary. “P ortalı ben yapamam.
Haritayı görm ed im . N ereye gittiğ im iz i bilen sensin.”
“Haklı olm andan n efr et ed iy o r u m , ç ö r e ğ im ,” d ed i Magnu s,
p es ederek v e parm aklarını k oca m a n a çtı. Parmaklarından çı
kan m avi k ıvılcım lar h e d e f a lm ış a teş b ö ceklerini andırıyordu.
M ükem m el bir etki yaratarak açıld ı ve g e n iş bir dikdörtgen bi
çimini aldı. Pırıltılı portaidan C lary, Los A ngeles Enstitüsü nün
çizgilerini, uzaktaki bir dizi d a ğı, d en izin k ab ar ıp inişini göre
biliyordu.
Deniz tuzu ve adaçayı k o k u su n u alab iliy o rd u . Jace, Clary’nin
yanm a geçip elini tuttu. C lary, J a c e in p a rm ak ların ın hafif ba
sıncını hissetti.
Evlen benimle, Clary.
Geri döndükleri zam an, Ja c e ’e b ir cevap verm ek zorunda
kalacaktı. Bundan korkuyo rdu. A m a şim d ilik , ilk başta Gölge
Avcısı ydılar. C la ry sırtın ı d ik le ştirip b aşın ı k ald ırarak portala
adım attı.
-H İK Â Y E N İN S O N U -
“GÖLGE AVCILARI" ROMANLARINI SEVENLER İÇİN