Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 16

T.

C
AMASYA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKÇE ÖĞRETMENLİĞİ BÖLÜMÜ
KARİYER PLANLAMA ÖDEVİ

SAİT FAİK ABASIYANIK’IN BİYOGRAFİSİ


VE LÜZUMSUZ ADAM HİKÂYESİ

Ödevi Hazırlayan
Nisanur PEKDEMİR - 234114011

Dersin Öğretim Üyesi


Öğretim Görevlisi İsa ÇOLAKER

AMASYA, 2024
İÇİNDEKİLER

Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatı ………………………………………. 1


Lüzumsuz Adam Hikâyesi …………………………………………… 6
Kaynakça ………………………………………….............................. 13
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)

Sait Faik Abasıyanık, 18 Kasım 1906’da Adapazarı’nda doğmuştur. Asıl adı Mehmet Sait’tir.
Ramazan Bayramı’nın birinci günü doğduğu için kendisine “kutlu” anlamına gelen “Sait”
ismi verilmiştir. “Abasıyanık” soyadını ise Sait Faik; büyük dedesi Mehmet Efendi’nin
hayvan taşırken sırtındaki abayı suya düşürmesi nedeniyle aileye “Abasızzadeler” veya
“Abasızoğulları” denmesinin etkisiyle kendisi seçmiştir. Dedesi Seyyid Ağa, Adapazarı’nda
dönemin aydınlarının toplandığı bir kahveye sahiptir. Babası Mehmet Faik Bey; tahrirat
kâtipliği yapmış, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde çalışmış, Milli Mücadele Dönemi’nde bir yıl
Adapazarı belediye başkanlığı görevinde bulunmuştur. Daha sonra kereste ve zahire
tüccarlığına başlayan Mehmet Faik Bey, ticarette başarılı olunca işini büyütmüş, 1924 yılında
ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş ve 29 Ekim 1938’de de Burgazada’da vefat etmiştir.
Annesi Makbule Hanım ise Adapazarı’nın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi’nin kızıdır.
Anne ve babasının aralarındaki anlaşmazlık yüzünden 1913-1916 yılları arasında ayrı
kalması, Sait Faik’in ruhundaki yalnızlığın en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Mehmet
Faik Bey’in vefatından sonra Sait Faik ve annesi, kışları Kırağı Sokak’taki İkbal
Apartmanı’nda, yazları ise Burgazada’daki köşkte geçirmiştir.

Sait Faik, babasının işi dolayısıyla 1910-1913 yılları arasında Karamürsel’de deniz kıyısında
bir evde yaşamıştır. 1913’te Adapazarı’na döndükten sonra yabancı dilde eğitim verdiği için
“Gâvur Mektebi” olarak bilinen Rehber-i Terakki’de ilkokula başlamıştır. İki yıl Adapazarı
İdadisinde okuduktan sonra Yunan işgali nedeniyle ailesi bir süre Düzce, Bolu ve Hendek’te
yaşamış 1922’de Adapazarı’na dönmüştür. Burada İdadideki eğitimine devam eden Sait Faik,

1
ailesinin 1924’te İstanbul’a yerleşmesiyle İstanbul Erkek Lisesine kaydolmuştur. Bir yıl
sonra Arapça hocası Salih Bey’in minderine konan bir iğne yüzünden bütün sınıf
cezalandırılınca Sait Faik, Bursa Erkek Lisesi’nde eğitimine devam etmiştir. İlk öyküsü olan
İpekli Mendil’i burada edebiyat dersinde ödev olarak yazmıştır. 1928’de liseden
mezuniyetinin ardından İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydolan Sait
Faik, üçüncü sınıfta okulu bırakmıştır. İlk yazısı olan Uçurtmalar, 9 Aralık 1929’da Milliyet
gazetesinde yayımlanmıştır.

Oğlunun eğitimini yarım bırakmasını istemeyen Mehmet Faik Bey, ekonomi eğitimi alması
için Sait Faik’i Lozan’a göndermiştir. Amcası Ahmet Faik ile Kasım 1930’da Lozan’a giden
Sait Faik, bir süre sonra İsviçre’deki düzenli yaşamın ve ekonomi eğitiminin kendisine uygun
olmadığını anlayarak Fransa’ya geçmiştir. Burada önce Fransızcasını ilerletmek için
Champollien Lisesinde Fransızca derslerine devam eden Sait Faik, aynı yıl bir süreliğine
amcasının yanına Milano’ya gitmiştir. Oradan döndükten üç ay sonra Türkiye’ye dönmek
istediğini amcasına bildirmiştir. Amcası ile birlikte Paris üzerinden Türkiye’ye dönmek için
yola çıkan Sait Faik, Marsilya’da bundan vazgeçerek Grenoble’a gitmiştir. Fransa’da kaldığı
dönemde sadece Fransız edebiyatını yakından incelemekle kalmamış, dünyanın her yerinden
gelen insanları gözlemleme fırsatı da elde etmiştir. Burada kaldığı üç buçuk dört yıldan sonra
okulu bitirmeye niyeti olmadığı belli olunca babası onu geri çağırmıştır. Türkiye’de
öğretmenlik yapabilmek için oradan bir sertifika alıp 1934’te İstanbul’a dönmüştür.
Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Yetim Mektebine Türkçe öğretmenliğine başlayan Sait Faik, burada
sadece altı ay çalışabilmiştir. Öğrenciler üzerinde hâkimiyet kuramadığı için yaşanan bir
tartışma sonucu istifasını vermiştir.

Askerî hastaneden rapor alarak askerlikten muaf olan Sait Faik’e babası, 1936 yılında
Odunkapı’da bir zahire dükkânı açsa da kısa süre sonra dükkân, Sait Faik’in bu işteki
başarısızlığı sonucunda kapatılmıştır. Aynı yıl ilk kitabı Semaver’i, Remzi Kitabevi baskı
maliyetini babasının karşılaması suretiyle basmıştır. Babasının bu maliyeti üstlenmesi,
oğlunun yazar olmasını onaylaması ve onu başka işler yapmaya zorlamayacağı anlamını
taşımaktadır.

Eylül 1937’de on sekiz günlüğüne Marsilya’ya gitmiştir. 1938’de babasının ölümünden sonra
geride kalan mülklerin geliri ve yazıyla geçimini sağlamıştır. 1940’ta daha önce Kurun
dergisinde yayımlanan Çelme adlı hikâyesi Varlık‘ta yeniden çıkınca, halkı askerlikten
soğuttuğu gerekçesiyle hakkında dava açılmış ancak bu davadan beraat etmiştir. 1942 yılında
kısa bir süre Haber gazetesinde muhabir olarak çalışmıştır. Mahkeme Kapısı ismiyle
yayımlanan röportaj kitabı buradaki izlenimlerinin ürünüdür.
2
Sanat hayatına Bursa’da yazdığı ve Varlık’ta 15 Nisan 1934’te yayımlanan İpekli Mendil
hikâyesi ile başlayan Sait Faik’in ilk hikâyelerinde, toplumcu gerçekçilikle iç içe bir
gözlemci gerçekçilik görülmektedir. Adapazarı’nda geçen çocukluğu ile Bursa’da geçen lise
yıllarının anıları, ilk hikâyelerinin konularını oluşturmuştur. Hikâyelerini birinci tekil şahıs
dilinden kurguladığı için okuyucuda hatıra okuduğu izlenimi bırakmıştır. Sait Faik’in
hikâyelerinin temelinde gözlem ve anıları vardır. Bu yönüyle hikâyeleri otobiyografik izler
taşımıştır. Bir işte dikiş tutturamayıp annesinin himâyesinde, sadece yazı yazarak geçirdiği
aylaklığın hâkim olduğu bohem hayatında sokak, kahvehane ve meyhanelerde gördüğü
insanlar, onun hikâyelerinin ana kaynağını oluşturmuştur. Bir ankete verdiği cevapta aslında
ta çocukken bir şey olmamaya karar verdiğini söylemiştir. Aylaklığı sadece bir yaşam biçimi
olarak benimsemez, hikâyeleri de aylaklığa övgü metinleridir.

Sait Faik; ilk hikâyelerini Maupassant etkisiyle yazmış olsa da, kendisinden önce Memduh
Şevket Esendal’ın Türk edebiyatına yerleştirmeye çalıştığı durum hikâyesinin ya da Çehov
tarzı hikâyenin en önemli temsilcisidir. Onun öykülerinde olaylar değil anlık durumlar
resmedilir. Tahir Alangu’ya göre edebiyatımıza “küçük adam”ı getiren o olmadıysa da bunu
yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren ve en güzel hikâyelerini
yazan Sait Faik olmuştur. Sait Faik, Eftalikus’un Kahvesi hikâyesinde yazarlığa dair
görüşlerini şöyle ifade etmiştir: “İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden
dostum, yarın incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir
hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım?
Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.” Onu özgün kılan bu bakış açısıdır. Küçük
şeylere, detaylara gösterdiği dikkatle Sait Faik; ne kendisinden önceki yazarlara ne de
çağdaşlarına benzemektedir. Sait Faik; çağdaşı olan yazarların İstanbul’a ait konuların
tüketildiğini düşünüp Anadolu’ya açıldığı bir dönemde, onların aksine İstanbul’un kıyıda
köşede kalmış küçük insanlarının günlük yaşamından kesitler sunarak İstanbul’u bambaşka
bir boyutta işlemiştir. İstanbul’un balıkçıları, işçileri, Anadolu’dan İstanbul’a göç eden
emekçileri, yoksulları, düşkünleri işlediği hikâyeleriyle, politik bir eksene kaymadan estetik
bir kaygıyla “insan”ı ele alarak toplumcu gerçekçilerden ayrılmıştır. Ancak ondaki estetik
kaygı, hiçbir zaman sadece sanatı önceleme noktasında değildir. Onun hikâyelerinde şiirsel
bir üslupla yazılmış da olsa öncelik insandadır. Alemdağ’da Var Bir Yılan’da geçen
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” ifadesinden de
anlaşılacağı üzere “sevgi” Sait Faik’in eserlerine sirayet eden en önemli duygudur. Sait Faik;
İstanbul’a, denize, hayvanlara, balıkçılara, yoksullara sevgiyle bakmıştır. Haksızlıklar
karşısında öfkelenmesi, yalnızlıktan bunalması veya yeni bir insan tanıması onu yazmaya

3
teşvik eder. Son Kuşlar’da geçen “Yazmasam deli olacaktım.” cümlesi Sait Faik’te yazarlığın
varoluşsal bir mesele olduğunu göstermektedir.

Lüzumsuz Adam’la birlikte hikâyelerindeki hayat dolu insanların yerini karamsar, hayata
küsmüş, hayal kırıklığı içindeki kahramanlara bırakması siroz hastalığına bağlanabilir. Son
öykülerinde adaya, balıkçılara ve denize odaklanan Sait Faik; Alemdağ’da Var Bir Yılan’la
öykücülüğünü zirveye taşımıştır. Anlatım teknikleri bakımından da bu kitaptaki hikâyelerde
gerçeküstü yaklaşımlara ve büyülü gerçekçiliğe kaydığı görülmektedir. Bir söyleşide onun
gibi yazmadığını ama severek okuduğunu söylediği Kafka’nın bunda etkisi vardır. Sait
Faik’in benimsediği şiirsel dil ve kısa cümleler, hikâyelerinde akıcılığı sağlamıştır. Sait
Faik’in Türk edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri olmasında hikâye tekniğinin
yanında kullandığı dil de etkili olmuştur.

Sait Faik’in ilk şiiri 1932 yılında Mektep dergisinde yayımlanmıştır. Ölümünden bir yıl önce
şiirleri Şimdi Sevişmek Vakti adıyla yayımlanmıştır. Sait Faik; hikâye gibi şiir, şiir gibi hikâye
yazdığını söyleyenler olduğunu ancak kendisinin hikâye gibi şiir yazacağına şiir gibi hikâye
yazmayı tercih ettiğini dile getirmiştir.

Sait Faik’in roman denemelerinin ilki olan Medar-ı Maişet Motoru ise 1940’ta tefrika edilmiş
ve 1944’te kitap olarak basılmıştır. Ancak sıkıyönetim mahkemesi tarafından toplatılmış,
daha sonra Birtakım İnsanlar adıyla yayımlanmıştır. Orhan Okay’a göre bu roman, Sait
Faik’in hikâyeleriyle karşılaştırılamayacak derecede zayıf ve aksaklıklarla doludur. Orhan
Okay, Kayıp Aranıyor’u da uzatılmış bir hikâye olarak yorumlar. Sait Faik, her ne kadar ilk
hikâyelerini romana geçişte bir merhale olarak yazsa da bu konuda ısrarcı olmamış; kendisini
ifade edebileceği türün hikâye olduğunu fark edebilmiştir. Sait Faik Abasıyanık, bireyi
önceleyen hikâyeleri ve şiirsel dili ile kendisinden sonra gelen yazarları etkilemiş ve Türk
edebiyatında önemli bir yer edinmiştir.

Hiç evlenmeyen ve bohem hayatı benimseyen Sait Faik, 1945’te hastalanmıştır. Arkadaşı ve
doktoru Fikret Ürgüp, içkiyi yasaklamış ancak bu da işe yaramamıştır. 1948’de hastalığına
kesin olarak siroz teşhisi konmuştur. 1951’de tedavi için gittiği Paris’te, tedaviden korktuğu
için sadece beş gün kalıp Türkiye’ye dönmüştür. Sait Faik 1953’te Mark Twain Cemiyeti
Şeref Üyeliği’ne seçilmiş ancak sevincini doyasıya yaşayamamıştır. Hastalığı ilerlemiş ve 5
Mayıs 1954’te yemek borusunda meydana gelen kanama nedeniyle yatırıldığı hastanede 11
Mayıs 1954’te vefat etmiştir. 12 Mayıs 1954’te Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedilmiştir.
Makbule Hanım, Sait Faik’in vefatından sonra Burgazada’daki köşkü ve diğer
gayrimenkulleri “ölümümden sonra” kaydıyla Darüşşafakaya bağışlamıştır. Ölümünden bir

4
yıl sonra annesi Makbule Abasıyanık; masrafı Sait Faik’in Varlık Yayınevindeki kitaplarının
satış gelirinden karşılanmak üzere, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı düzenlemiştir. Armağan
önceki yılın en iyi hikâye kitabına verilmek üzere tesis edilmiştir. 1960’tan 1963’e kadar
kesintiye uğrayan bu ödül; Makbule Hanım’ın 1963’te vefatından sonra, 1964’ten itibaren
Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verilmeye devam etmektedir. Sait Faik’le
özdeşleşen Burgazada’daki evleri de annesinin isteği üzerine, 1959 yılında Sait Faik
Müzesine dönüştürülmüştür. Bu müze evin bakım, onarım gibi sorumlulukları da
Darüşşafaka Cemiyetine aittir.

Eserleri şunlardır:

Hikâye: Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948),
Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son
Kuşlar (1952), Alemdağda Var bir Yılan (1954), Az Şekerli (Çeviri, 1954), Balıkçının Ölümü
(1977), Yaşasın Edebiyat (1977), Müthiş Bir Tren (Çeviri, 1981), Sevgiliye Mektup (1987),
Hikâyecinin Kaderi (2005), Büyüyen Eller (2007).

Roman: Medar-ı Maişet Motoru (1944), Kayıp Aranıyor (1953), Yaşamak Hırsı (Georges
Simenon’dan çeviri, 1954).

Röportaj: Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapısı (1956)

Mektup: Açık Hava Oteli (1980), Karganı Bağışla (2003).

Şiir: Şimdi Sevişmek Vakti (1953)

LÜZUMSUZ ADAM

5
Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum.
Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile… Mahallemden pek
memnunum. Yedi senedir çıkmadım oradan desem yeri. Hiçbir dostum da nerede
oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir -üç ayda bir Karaköy’e inip
dükkân kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir.

Mahallem birbirine muvazi üç sokakla, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak, bir de
bunlardan bütün bütüne bağımsız -ama sokak sayılmayacak kadar dar, kısa- benim
sokağımdan ibarettir. Ben bu sokaklara, önemliliklerine göre 1, 2, 3, 4 numaralarını taktım.
Kendi sokağım numarasızdır. Onu numaralamaya elim varmadı.

Oturduğum apartmanın altında bir sütçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara
hiç işim düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar. Demek
herkes benim gibi değil: Öyle ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim düşmesin. İs-
tanbul’da marangoza işi düşecek insanlar olmasına şaşar kalırım. Hem de şu İstanbul denilen
yerde kim bilir kaç marangoz vardır?

Sabahları kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi sekiz masadan
ibarettir. Sessiz insanlar gelir gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi
Frenk’le Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi kadındır. Kahvesine girer girmez:

— Bonjur madam, derim.

— Bonjur mösyö, der, komantalevu?

Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş
lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy’ların
arasına kaymasın diye iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir
mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve
gidip lügate baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum
zaman “vay anasını” derim.

Madam:

— Ön kapuçina? der,

Ben:

6
— Peki, derim önce.

Sonra Fransızca olsun diye sesa’yı yapıştırırım. Madam pek sevinir. Başlar kapuçinasını nasıl
yaptığını Alamanca anlatmaya:

On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir
kütüphanenin önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua satın alırım. Koltuğumun
altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır
girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın; bu tramvay yolu insanına benzemez.
Korkarım bu tramvay yolu insanından.

Çoğu gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz adam,
çorbası da iyidir. Dükkânı öteki pis işkembeci dükkânlarına benzemez. Kâseleri antika,
işkembesi de kar gibi beyazdır.

— Terbiyeli mi olsun, Mansur Bey? der.

— Terbiyeli olsun, Bayram, derim.

İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.

— Sirke sarımsak koyayım mı, Mansur Bey?

— Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk, sıkıver.

— Sizin geçen günkü limonun, yarısı duruyor.

— Yok be?

Bayağı, çocuk gibi sevinirim limonun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi
limonu sakladığına, beni sevindirdiğine sevinir.

— Hepsini sıkayım mı yarım limonun Mansur Bey?

— Sık, sık, Bayram! Ekşi ekşi olsun şöyle.

Ekşi ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamus-ı Fransevi karşımda, satın aldığım mecmuanın
resim altlarını Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört

7
buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay
yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızlı hızlı yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı
sokağa paralel iki numaralı sokağa sapıveririm.

Bu sokak çamurlu, dar, pis bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmekçi, ekmekçiden
sonra bir lokanta gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler
satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare,
karga, kedi, köpek, insan eti yiyorlar. Orayı da geçince bizim sokağın başına çıkmış olurum.
Sağa döner; yemişçi kadına, “Merhaba”, derim. “Merhaba bey!” der. Gözleri pek güzeldir.
Sağdaki sokağa sapıp sapmamakta tereddüde düşerim… Neden mi?

Anlatayım: Bu her akşamki gezintilerimden birinde… İnsan gezinirken etrafına bakacak,


yolda durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette. Bütün
bunları yapamam işle. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür; kızgınmışım, bu
sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım:

Efendim, buradaki evlerin birinde ağzı burnu yerinde, (bir gözünde tavukkarası vardır ama
zararı yok!) eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık oturtulacak kadar yumuk
yumuk elli, büyük büyük memeli, entarisinin göğse açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir
ayrılıp birleşme, hoppa mı hoppa bir Yahudi kızcağızı vardı. Çift kanatlı bir pencerenin
önünde oturur, bir şeyler dikerdi. Bazen kapının önüne çıkar, saatlerce sağa sola bakar, adam
bulursa çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam sağlam basan bacakları vardı.
Yahudi’nin esmeri de başka türlü güzel oluyor… Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı
bir defacık ömrümde.

Bir gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının önünde idi.
Karşıdaki marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince marangoz karşıma dikildi:

— Bana baksana; dedi, lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım!

O günden sonra bu sokaktan geçmek dileği de benim için dayanılmaz bir şey olmaya başladı.
Ama ilk günleri akşam gezintilerim de oradan geçmek arzusuna dayanmak için ne çarpıntılar
geçirmedim! Ha şimdi patlatacak gözümü marangoz, ha şimdi! Ne günlerdi o günler!
Senelerden beri bu nevi çarpıntılara yüreğimi kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş
fazla atmazdı. Onu da sayardım Hep altmış üç, hep altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu.
“Yürürken normalini bulur,” derdi bir doktor arkadaşım. Durup da sokakta nabzımı sayamam
a! Ama şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan görmeyince,
gizlice saatimi çıkardım mı tamam: Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme bakar, ne bir portakalın
beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni ilgilendirirdi. Beş kuruşa yerdim. Yirmi beşse
portakala da veda! Üç numaralı sokağa da, İstanbul’a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam
gezintilerim bir zaman tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım.

8
Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir. Oturanların yarısı
Levanten’le Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele Yahudiler! Ne iyi, ne
tatlı, ne civcivli, ne hayatı sever insanlar! Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin takımı
değil, daha doğrusu benim zenginlerle alışverişim yok. Portakaldan benden kırk para fazla
kopardığı gün dünyanın en sevimli insanıdır, İsmi de Salomon’dur. Pahalı bulup da bir şey
almadığım zaman arkamdan ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman
homurdanır. Aksine bana hak verir.

Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin camlarına dallı bir perde
çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Salomon
mumunu diker portakal sandığına. Sonra lakerdacı 300 mumluk ampulünün kordonunu prize
geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar.
Lakerda; şişman, esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir!

Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle sokağıma sokulur.


Zavallı sokağım!

Bir numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler. Taksilerin
arasında şoförler, orospular gezinir. Otomobillerin önündeki hep yıldırım düşmesin diye
takılmış bir paratonerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim halde gene ilk görüşte
aldandığım, o beyaz parlak maden sopa yağmurda bir şimşek gibi parlar.

Kocaman hayvan otomobilin bu ufacık kuyruğunu; onun isterik, tehditkâr sallanışını pek
severim. İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma geçirir, sanki
uzak bir kadınsız memleketten buralara düşmüşüm de beraber geceyi geçirecek, derdimi
paylaşacak bir kadın arıyormuşum gibi kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle
gelen geçene bakar dururum…

On dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iri yarı bir adamdır. Kır
bıyıklıdır. Saçları hiç dökülmemiştir ama beyazdır. Şoförler onu görünce:

— Vay beybaba, merhaba, derler.

O:

— Merhaba evlatlar, der!

Sonra Fuzuli’den beyitler okur. Şoförler adam gittikten sonra:

9
— Okumuş adamdır, derler. Ama huyu kötü: Küçük kızlara düşkün. Hem küçük, hem de en
adisinden olmazsa alıp gitmez, enayi!

Adam karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O tam saz takımının
karşısına geçer oturur. Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları itinalıdır. Gözüküşü
elliden fazla değildir. Küçük şanoda bir, iki, üç, dört, beş, kadın vardır. Beybaba en gencine
diker gözlerini. O kadın beybabaya kokteyl ısmarlatır. İçine dört beş damla tuvalet ispirtosu
damlatılmış nar şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam ortada hizmet eden yusyuvarlak,
gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu adam uyumaya başlar.
Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük takmış, kısık kadın seslerinin
arasına ara sıra çatlak, fakat usule uygun bir ses fırlatan kemancı taksime giriştiği zaman
gözünü açar, “Allah, Allah!” diye haykırır. Garson Bekir anlatırdı: Beraber gittiği kızların
göğsüne başını kor, ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı (mesela
gülmek) hiç olmazmış. Adam sonra gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren bir
bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim için attığı naraya bile kulak asmaz;
meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin bir iki külhan- beyini yakalayıp sokağa
attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar o uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla,
karla birlikte giren genç irisi, pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası
yağ içinde zurnacının pantolonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden
birinin boş bıraktığı yahut onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık gayretiyle kalktığı
iskemleye kurulduğu, kurulup da zurnasını korkunç bir sesle üflediği zamanlarda bile
uyanmaz. Bu zurnacı, saz yerinin son numarasıdır. Saat on bire doğru gelir. İki kalın, kısa,
şişman bacağın üzerinde vücudunu tarta tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun
bir köşesine kor, kör kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kör
kemancıya fıslar. Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görünen kanuncunun biraz evvel
tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü birdenbire bir milyon yerinden buruşur… Zurnacımız da
sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön düğmeleri yok mudur? Yoksa şişmanlıktan her
zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolünün püskülleri çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi
başıyla gözüyle işaret eder. Zurnacı mahcup ayağa kalkar. Dakikalarca arkası müşterilere
dönük pantolonunu toplar, gene oturur, bir zaman etrafına bakar. Sonra cebinden bir tabaka
çıkarır. Sigara saracak sanırsınız — hayır, zurnasının kamış düdüklerinden birini alır, onu
yerine kor, ötekini alır, en münasip olanını yahut da en iyisini bu akşam için çıkaracakmış
gibi yapar. Ben hep bu sırada kalkarım.

Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki
döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış —ne bileyim bir şeyler işte— gibime
geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum.
Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla
dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler
yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl
birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

10
Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkân yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle
gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye
kadar besleyecek. Portakalcı Salomon çürük portakalları çıplak Yahudi çocuklarına nasıl
dağıtıyorsa, ben geçerken de iki tane avucuma koyacak. O günler belki elbiselerim pek eski
olur da içeriye almaz ama pastanenin madamı kapısının önünde bana bir kapuçina içirir.

Bunlar hayal ama mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek
istemiyorum. Ara sıra mahallede onlardan birine rastlıyorum:

— Vay! Sen buralarda, ha?

Boynumu büküp, “Ne yapayım?” der gibi bakıyorum.

— Kim bilir ne dalgan vardır, diyorlar.

Sonra:

— Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti. Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama dert
anlatamıyorum. Kimisi:

— Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesin kim bilir? diyor.

Kendi peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş, elleri,
çukur çukur esmer Yahudi kızma bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı yerleri, ne kokulu tarafları
vardır, kalın bacaklarından gayrı.

Dün mahalleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı’ndan vurup Saraçhane’ye çıktım.
İstanbul bayağı değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma:

Temiz asfalt, kocaman yollar… O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir
kilometreden bir takızafer gibi görünüşü! Yanında Gazanferağa Medresesi şipşirin,
bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. İnsanlar gördüm. Ürkek ürkek dolaştım. Kıztaşı’na kadar
uzandım. Fatih’ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane’ye vardım. Baktım bir binanın
tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir hamam vardı, dedim kendi kendime.
Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bir hamamda yıkanmak kaşıntısı geldi.

Ne olursa olsun, artık kepazeliği ele aldık, onu da söyleyeyim: Yedi senedir yıkanmamıştım.
Yıkanmak aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi.
Bir hamama girdim. Bir yıkandım, bir yıkandım! Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat

11
ettim. Aman, bir terlemişim, aman bir terlemişim! Ellerimi nereye sürsem elimde deri parçası
mı, yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim bir şeyler kaldı. Şaştım kaldım insanoğlunun bu
kadar çörü çöpü olmasına… Bayağı kabuk bağlarmışız.

Sait Faik Abasıyanık

12
KAYNAKÇA

ALANGU, Tahir, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, C 2, İstanbul Matbaası,


İstanbul 1965.

ALANGU, Tahir, Sait Faik İçin, Yeditepe Yay., İstanbul 1956.

ALANGU, Tahir, “Sait Faik’in Hikâye Anlayışında Gelişmeler”, Ataç, S 25, 1 Mayıs 1964,
s. 3-7.

ALANGU, Tahir, “Tahir Alangu Sait Faik’i Anlatıyor”, Varlık, 1971, C 38, S 791, s. 9.

BİNYAZAR, Adnan, “Sait Faik’te İnsan Gerçeği”, Türk Dili, 1974, C 24, S 272, s. 639-643.

ÇELİK, Yakup, Sait Faik ve Değerleri Duyan Bir Varlık Olarak İnsan, Akçağ Yay.,
Ankara 2002.

DUMAN, Faruk, “Sait Faik’in Düşünceleri Arasında, Notos, Nisan-Mayıs, 2014, S 45, s. 39-
41.

GÜLSOY, Murat, “Sait Faik Nasıl Yazıyor?”, Notos, Nisan-Mayıs, 2014, S 45, s. 23-28.

GÜRSEL, Nedim, Yalnızlığın Yarattığı Yazar Sait Faik, Doğan Kitap, İstanbul 2019.

KAHRAMAN, Âlim, Modern Türk Hikâyesi, Büyüyenay Yay., İstanbul 2015.

KANSU, Ceyhun Atıf, “Sait Faik Abasıyanık”, Yeni Türk, Temmuz 1939, S 79, s. 291-294.

KUDRET, Cevdet, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C 3, Dünya Yay., İstanbul 2004.

MERT, Necati, “Modern Öykünün Serüveni: 1940’tan Günümüze”, Hece Dergisi Türk
Öykücülüğü Özel Sayısı, C 4, S 46-47, Ekim- Kasım 2000, (3. Baskı, Ankara 2018) s. 122-
155.

MUTLUAY, Rauf, Bende Yaşayanlar, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2004.

OKAY, Orhan, Sait “Sait Faik Abasıyanık”, İslam Ansiklopedisi, C 35, Türkiye Diyanet
Vakfı Yay., İstanbul 2008, s. 583-584.

SÖNMEZ, Sevengül, A’dan Z’ye Sait Faik, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2007.

SÖNMEZ, Sevengül “Kısa Ama Verimli Bir Yaşam”, Sait Faik Abasıyanık (Armağan
Dizisi, Ed. Yalçın Armağan) Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2013, s. 12-75.

13
TANER, Haldun, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 4. Baskı, Bilgi Yay., Ankara 1998.

TOSUN, Necip, Öykümüzün Kırk Kapısı, Hece Yay., Ankara 2013.

UYGUNER, Muzaffer, “Dil ve Sait Faik”, Türk Dili, Ekim 1962, C 12, S 133, s. 48-49.

YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Sait Faik Hayatı-Hatıraları-Eserleri, İnkılâp-Aka


Kitabevi, İstanbul 1964.

Abasıyanık, Sait Faik (2001), Lüzumsuz Adam, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Aktaş, Şerif (2005)

14

You might also like