Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 3

İlk Şok

Ölüm neden korkutucu? Gittiğimiz yeri bilmediğimizden mi? Dinlerden öğrendiğimiz dizi
dizi korkutma senaryolarından mı? Yoksa toprağın altına gireceğiz böcekler bizi yiyecek
korkutmalarından mı? Ya da bu dünyayı öyle seviyoruzdur ki(!) bir daha onu
göremeyeceğimiz korkusundan mı? Ya da öldüğümüzde artık yakınlarımız bir daha
göremeyeceğiz korkusundan mı? Veya karşılaşacağımız bilinmeyenin korkusundan mı?

Öyle ya da böyle hepimizin bildiği gibi, dünya da insanları birçok şeye motive eden hep bu
ölüm korkusu olmuştur.

Peki, şimdi başka bir şey düşünelim bakalım, yakınlarınızı kaybetme korkusu nasıl geliyor
size? O ölüm korkusundan daha mı baskın, daha mı fazla esir ediyor sizi yoksa içinizde?

Hiç size şimdiye kadar öğretilenlerin ötesinde, çevrenizde yaşananlara uymayan, bana olmaz
dediğiniz ve ona rağmen bir anda sizinde başınıza geliveren bir şey oldu mu? Sadece sizin
yaşadığınız trajik bir olay karşısında, “ya bu durum karşısında ne yapmam gerekir, bununla
nasıl başa çıkarım?” diye hiç kendinize sordunuz mu?

Peki, hiç uzatmadan soracağım, sizin hiç oğlunuz öldü mü?

Evet benim oğlum öldü… Vefat etti demek bana çooook süslü geliyor. Diğer tarafa geçmeyi
seçti ve öldü?

Bu bilgiyi başkasıyla paylaştığınızda ya suratınıza vah vah diye acıyarak bakar, ya özür
dileyerek konuyu kapatır, ya da çoğunluğun yaptığı gibi peş peşe şu soruları sorup: Nasıl?
Niçin? Neden? Sorularına verdiğiniz her cevaba da “Keşke… yapsaydın.” “Keşke…
yapmasaydın” diye anlamsız akıl fikir verme cümleleri kurarlar...

Ne “keşke” si? Bunlar hep “Bana olmaz, benim başıma gelmez, ben çok iyiyim, ya da önlem
aldım ben bak, o nedenle benim başıma gelmiyor böyle şeyler.” egosundan ya da
korkusundan kaynaklanır genelde.

“Olanla ölene çare yok” diye bir atasözü vardır çok severim…

Bir de hızını alamayıp, şaşkınlık ve korkuyla zihni patinaj yapanların ağzından şu kelimeler
savrulur. “Aaa halinden tavrından da hiç belli olmuyor ama?”(!), “Sen hiç değişmemişsin,
bozulmamışsın?”(!) O ne saçma bir dil kaymasıdır anlam veremezsin. Cevap vermeye
söyleyecek laf bulamazsın. Nasıl giyinir, nasıl davranır, ne yer, ne içer ki insan bir evlat
kaybedince acaba ki, sen taaa karşıdan anlayasın, gönlünün nasıl yanmış olduğunu karşıdan
sezesin… Mümkün mü bu acaba? Hiç kimse sormaz ne hissettin o haberi aldığın anda, nasıl
atlattın tüm bu olanları, onu nasıl hatırlıyorsun, hayata bakışın nasıl oldu, ne öğrendin bu
olayları yaşadıktan sonra diye…

Gerçekle yüzleşme anı…

Önce duymak istersin, tüm kalbinle” Yaşıyor, yok bir şey demelerini.” Meraklı ve umut dolu
bakışlarınla tararsın karşında geçmiş sessizce duran her yüzü her sureti. Yaşıyor değil mi?
Ölmemiştir değil mi? Kıpır kıpırdı daha 15 saat önce hopluyor, zıplıyor, yerlerde taklalar
atıyordur herkesi güldürmek için. Neşesi kahkahası her yerde konuşuyordu, daha 6 ay önce
ilk doğum gününü kutlamıştık, hem de iki kez, sevenleriyle. İçinden yakarırsın Tanrıya, ne
olur yok bir şey desinler, ne olur Allah’ım ölmemiş olsun diye… Bu bir kabus olsa gerek diye
geçirirsin içinden, bak şimdi uyanacaksın işte… Bir yandan sen bunları geçirirken içinden,
çevrendekiler gözlerini bir yere dikmiş, kilitlenmiş dua ettiğini görürler ve bir şey
yapamazlar, söyleyemezler, kıyamazlar hayallerine… Neden sonra bakarsın, boşa
çabalıyorsun zaten onlar demeden anlarsın, alırsın birden havadaki ölümün ağır tadını…

Sonra biri bu görevi üstlenir ve söyler sana gerçeği, olanı biteni…

Donarsın…

Söyle bir olduğun yerde yalpalarsın, anlamsızca sağa sola devinirsin, kalırsın öylece.
Ağzından kimsenin duyamayacağı kısıklıkta birkaç söz dökülür, sen bile duyamazsın.

Yaşadığın tüm bu duygu fırtınasının bir Kabusun kalıntıları olması için dua edersin, kendini
rüyadaymış gibi hissetmemeye çabalarsın, hissizleştirirsin vücudunu, dilini, zihnini,
uyanmaya çabalarsın, ama nafile…

Sanki gök kararmıştır, sanki bahar havası, bir anda sonbaharın iç ürperten karanlık serinliğine
bürünmüştür. Kuş cıvıltıları bile sana kuş çığlıkları, uğursuz kuş bağrışları gibi gelir,
kulakların çınlar, için tırmalanır, yer ayağının altında sarsılır. Birden anlarsın, yapılabilecek
hiçbir şey kalmamıştır, O gitmiştir.

Bir çığlık çıkar ağzından sonu gelmeyen. Sesin kendi içine kıvrılır, bir yerlerde düğümlenir.
Sonunu getiremezsin ne çığlığın, ne içinden fışkıran haykırışın, ne yalvarışın, ne de isyanın…
Her şey susar…

Her şey susar…

Kimse sormadı, hiç bir kitapta bulamadım, hiç bir haberde okuyamazsın… Bir anne çocuğunu
kaybettiğinde ne hisseder, onu toprağa verirken hücreleri nasılda titrer onunla gitmek için,
nasıl da aldığı her nefes için suçluluk duyması gerektiğini yakınları her fırsatta ona
hatırlatırlar bilmezsin… Kimse de bilmez, anlayamaz senden başka ne hissettiğini çevrende,
kimse sormaz kimseye oğlunu kaybedince sen neler hissettin diye. Bunlar paylaşsaydın
azalırdı derler? Azalır mıydı bilmezsin, azalır mıydı, yoksa deli diye kliniğe mi kapatırlardı
seni hiç bilmezsin…

Her şey susar…

İlk şok ve titreme, elin ayağın içinin tüm hücrelerinin titremesi…

Kocaman bir sessizlik…

İçinde ve dışında kocaman ve çığ gibi büyüyen bir sessizlik… Hatta belki de fazla huzurlu bir
dinginlik…

Her milimetrekarenin, ürpermesi, çekilmesi, büzüşmesi içe doğru her hücrenin…


Göğsünün tam ortasında kör bıçakla açılan kocaman bir delik ve içinden geçen soğuk hava
tünelinin kalbini dondurması… O soğuk boşluğun sana kalbinde yeri doldurulamaz kaybını,
içindeki boşluğun heybetini, sürekli içini ürperterek hatırlatması.

Akıl tutulması, zihin tutulması, dil tutulması, hissedilen, yaşanan ilk şokla beraber…

Sonrasında iç sesinle konuşmaya başlarsın. Neden oldu? Düşünür düşünür bulamazsın… Sana
hep kötü şey yaparsan, kötü şeyler yaşarsın diye öğretilmiştir. Sen kötü bir şey yaşıyorsundur
sonsuz acı çekiyorsundur. Ne yaptım ben neden oldu böyle bir şey diye kendini suçlamaya
başlarsın. Ne yaptım ki bu neyin cezası diye muhasebeye eski kayıtlara bakmaya başlarsın…

Hiçbir şey bulmazsın. Birden anlarsın ki o senin yaptığın bir şeyin cezası değildir. O kimsenin
yaptığı bir şeyin cezası değildir. O kimsenin yaptığı bir şey de değildir.

Sadece olmuştur…

O ölümü seçmiştir ve gitmiştir.

Sizin hiç oğlunuz öldü mü? Benim bir kere öldü, dünyam lâl oldu, zihnim lal oldu, dilim lal
oldu. Oğlumun son nefesini verdiği gün, ben de kapılarımı mühürledim. Bebekken ben
yıkardım onu, öldü; yıkadılar, aldılar, götürdüler. Onu yıkadıkları gün beni yıktılar. Onu
gömdükleri gün yüreğimi paraladılar… Siz hiç ciğerinizin yandığını hissettiniz mi? Sizin hiç
nefes almaya utandığınız anlar oldu mu? Benim oldu. Ve benim oğlum öldü. (Kasım 2009-
Cemal Süreya’nın bir şiirinden esinlenerek)

2009 İstanbul

You might also like