Hafta-Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 8

BÖLÜM:8 ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

8.1. Atatürk’ün Dış Politika Anlayışı


Atatürk’ün dış politika anlayışı, onun dünya görüşünü yansıtmaktadır. Bunu üç
noktada toplamak mümkündür. Bunlar, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve çağdaşlaşmak
yani batılılaşmaktır. Bu anlayış, Misak-ı Milli sınırları içinde Lozan’dan önce ve daha sonraki
dönemlerde yürütülen siyasal faaliyetlerin temelini oluşturmuştur. İzlenecek Türk dış
politikanın temelini ve amaçlarını Misak-ı Milli ortaya koymaktadır;
“Ulusal ve ekonomik gelişmemize olanak bulunması ve daha çağdaş biçimde, düzenli
bir yönetimle işlerin yürütülmesinin başarmak için, her devlet gibi, bizim de gelişmemiz
koşullarının sağlanmasında, bütünüyle bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmamız ana ilkesi
varlık ve geleceğimizin temelidir. Bu nedenle siyasal, yargısal, mali... alanlarda gelişmemizi
önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlar) karşıyız.” Milli Mücadele’nin dayandığı temel
ilkelerden bir milliyetçiliktir ve bu dönemde Türk dış politikanın amacı ulusal bir Türk
Devleti’nin kurulmasıdır. Bir ulus devletin kurulması Atatürk’ün gerçekçi politikasının bir
sonucu olarak değerlendirilmektedir.
Milli Mücadele’nin sonunda Lozan Konferansı toplanmış, yapılan görüşmelerde
büyük ölçüde Misak-ı Milli’nin esasları gerçekleştirilmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında
Atatürk’ün dış politika anlayışında emperyalist bir yön olmadığı görülmüştür. Çünkü,
Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği topraklar üzerinde hak iddia edilmemiştir. Atatürk’ün
çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun izlediği dış politikadan dersler çıkartarak yeni politikanın
esaslarını oluşturmuştur. Bunları şu şekilde özetlemek olanaklıdır; başka devletlerin iç işlerine
karışmamak ve onları kendi içi işlerimize kesinlikle karıştırmamak,
1- Dış politika da milli çıkarlarımızın gerektirdiği politikayı izlemeyi, hiçbir şekilde
maceraya atılmamayı, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesine uygun olarak dış politikada da
barışçı olmayı ve sorunları barış yoluyla çözmeyi amaçlar.
2- Emperyalizm ve sömürgeciliğe karşıdır. Akılcıdır, gerçekçidir..
3- Misak-ı Milli’yi temel almıştır.
4- Batı’ya dönük bir politika oluşturulmuştur.
Çünkü. Bu dış politika ile Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturulması
amaçlanmıştır.. Batı’ya karşı izlenen politika Atatürk tarafından şöyle vurgulanmıştır; “Bizim,
siyaset-i hariciyemizde herhangi bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Biz ecnebilere karşı
hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimine münasebetler tesis etmek
arzusundayız. Türkler, bütün milletlerin dostudur”.

8.2. Lozan Barışı’ndan Sonraya Kalan Sorunlar


Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması’nda çözümü
sonraya bırakılan sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı
borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması
sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır.Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-
Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe
karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur.
Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine
karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır.
1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur
bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır.
Kuzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile denetimindeki manda
rejimleri dolayıyla ve Ege’de Oniki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

8.2.1. Türk-Yunan İlişkileri


Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922’de başlamış, kesin bir sonuç alınamadan 4
Şubat 1923’de ara verilmiştir Burada Batılı devletlerle çıkan anlaşmazlıkları, Osmanlı
borçları, Musul sorunu, Kapitülasyonlar, Trakya sınırının belirlenmesi, konularını
içermekteydi.
Birinci dönem görüşmeler sırasında 30 Ocak 1923’te “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine
İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile “Sivil Tutukluların Geri Verilmesi ve Savaş Tutsaklarının
Mübadelesine İlişkin Türk-Yunan Anlaşması” imzalanmıştır.
Lozan Barış Görüşmeleri 23 Nisan 1923 tarihinde yenden başlamış, 24 Temmuz 1923
tarihinde Barış Anlaşması ve Ekleri imzalanarak son bulmuştur. Lozan Anlaşmasında iki
ülkeyi ilgilendiren şu sorunlara çözüm getirilmiştir.
1. Askeri esirler ve sivil tutukluların değişimi,
2. Meriç nehri sınır olarak alınmıştır. Doğu Ege adaları “silahsızlandırılma” koşulu ile
Yunanistan’ın egemenliğine bırakılan Ege’nin statükosu belirlenmiştir.
3. Nüfus Mübadelesi konusunda 30 Ocak 1923’te imzalanan Sözleşme üzerinde
anlaşmaya varılarak, Lozan Barış Anlaşması ve Ekleri kapsamına alınmıştır.
Bu dönem içinde en önemli anlaşmazlık, 30 Ocak 1923’te imzalanan ve Mübadele Sözleşmesi
diye anılan sözleşmenin uygulanmasında ortaya çıkmıştır. Lozan’da imzalanan “Mübadele
Sözleşmesi”ne göre Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks olan Türk uyruklular ile
Yunan topraklarında yerleşmiş Türk-Müslüman olan Yunan uyrukluların 1 Mayıs 1923’te
başlamak üzere zorunlu değişimi kararlaştırılmıştır. Mübadeleye kimlerin tabi olacağı
konusunda ilk anlaşmazlık çıkmış, “Yerleşik” yani Fransızca “Etabli”terimi, ölçü olarak kabul
edilmiştir.
Buna göre, 30 Ekim 1918 tarihi yani Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan önce
İstanbul’a yerleşmiş bulunan tüm Rumlar yerleşik yani etabli sayılacaklar ve nüfus değişimi
kapsamında tutulacaklardı. Buna karşılık, 1913 Bükreş Anlaşmasıyla belirlenen sınır
çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş bulunan Müslümanlar Batı Trakya’da yerleşik
sayılacak ve değişim kapsamı dışında bırakılacaktı.
Yunanistan, anlaşmanın uygulamasını engellemeye başlamış ve İstanbul’da bulunan
Rumları yerleşik gibi saydırmaya çalışarak Yunanistan’a olacak göç dalgasını azaltmaya
çalışmıştır. Yunanistan’ın bu davranışı karşısında Türkiye, “Yerleşik” deyimine Türk
yasalarının uygulanmasını istemiştir. Etabli anlaşmazlığı onunda Milletler Cemiyetine
götürülmüştür. Konu Uluslararası Adalet Divanına havale edilmiş ve 1925’de Adalet Divanı
Etabli sorununa her hangi bir çözüm getiremeyeceğini açıklamıştı.
Yunanistan, bu sırada Batı Trakya’da bulunan Türklere ait malları ellerinden alarak
göç eden Rumlara vermeye başlamış yeni bir gerginlik ortaya çıkmıştır..
Ayrıca Patrikhane konusunda da bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştır.1924’de yapılan seçimde
Fener Partikliğine Arapoğlu Konstantin adlı kişi seçilmiş ancak Türkiye, seçilen Patriğin
yerleşik olmadığını ileri sürerek sınır dışı etmiştir. Sonunda Konstantin Patriklikten çekilmiş
ve yerine İstanbul Rumlarından Vasil Georgiades seçilmiştir.
1926’da değişim ile ilgili sorunları çözmek amacıyla Ahali Mübadelesi olarak adlandırılan bir
anlaşma imzalamıştır.
1930 yılında Türk-Yunan ilişkilerinde bir yakınlaşma döneminin başlamasında
Bulgaristan’ın Balkanlardaki tutumu etkili olmuştur. Bulgaristan’ın bu yıllarda revizyonist
davranış içine girmesi Yunanistan’ı Türkiye’ye yaklaştırmıştır. Türk-Yunan yakınlaşması
Venizelos’un başbakan olarak Ekim 1930’da Türkiye’ye gelmesiyle açıkça ortaya çıkmıştır.
10 Haziran 1930’da Türkiye ile Yunanistan arasında değişim sorununa çözüm getiren bir
sözleşme imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum tarihi ve yeri ne olursa olsun Rumlar ve
Türkler etabli deyiminin kapsamı içine alınmıştır. Ayrıca iki ülkenin azınlıklarına ait mallar
konusunda düzenlemeler yapılmıştır. Böylece süregelen anlaşmazlık sona ermiştir.
8.2.2. Türkiye-İngiltere İlişkileri ve Musul Sorunu
Lozan Barış Anlaşması imzalandığında Misak-ı Milli sınırları iki konu dışında çözüme
kavuşturulmuştu. Çözüme kavuşturulamayan Batı Trakya ile Musul topraklarıydı.
Lozan’da Musul Sorunu çözümlenememiş, İngiltere ile Türkiye arasında tartışmalara neden
olmuş ve iki ülke heyetleri sorun hakkında farklı görüşleri savunmuşlardır.
İngiltere 5 Ekim 1923 tarihinde Türkiye’ye başvurarak Musul konusunu öngören ikili
görüşmelere başlanmasını talep etmiştir. Görüşmeler sonunda Haliç Konferansı, 19 Mayıs
1924’de toplanmıştır.
İngiltere, daha baştan Türkiye’nin kabul edemeyeceği istekler öne sürerek sorunun
Milletler Cemiyetine götürülmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Çünkü İngiliz diplomatları
Musul’u kurtarmak için, bu defa Hakkari’yi talep etmişlerdi. Görüşmeler 5 Haziran günü
kesilmiştir. Haliç Konferansı’ndan bir süre sonra, Türk-Irak sınırında İngilizlerin
kışkırtmasıyla Nasturi ayaklanması çıkar. İstanbul Haliç Konferansı’nın başarısızlıkla
sonuçlanması üzerine, İngiltere, Lozan Konferansı’ndan beri istediği şekilde Musul Sorununu,
6 Ağustos 1924’de Milletler Cemiyetine götürmüştür. İngilizler, sorunun Türk-Irak sınırının
saptanması olduğunu, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğunu bunun çözümlendiğini, konunun
sınırı çizmek olduğunu dile getirmektedir. Türk görüşü olan “plebisit” yapılmasını da
reddetmektedir. Sınır konusunun bir askeri konu olduğunu, tarafsız bir komisyon kurulmasını
teklif eder.
Cenevre’de Türk delegasyonuna Fethi Okyar başkanlık etmiştir. Okyar, sorunun,
Türk-Irak sınırının Musul’un kuzeyinden mi yoksa güneyinden mi geçeceğinin belirlenmesi
olduğunu söyler. Çözümün plebisit olduğunu ifade eder. Milletler Cemiyeti Meclisi, Irak’ın
sınır meselesini incelemeye ayırdığı toplantısında üç üyeli özel bir komisyon oluşturmasına
karar vermiştir. Bu Tahkik Komisyonu’nun görevi, Meclisin karar almasında yarayacak tüm
belgeleri ve uygun tüm önerileri Meclise getirecektir. Ayrıca Komisyon kendi prosedürünü
kendisi düzenleyecektir.
Musul Vilayetinde Türkiye ile İngiltere arasında sınır çatışmalarının yoğunlaşması ve
Süleymaniye şehrinin bombalanıp, İngilizler tarafından işgal edilmesi üzerine, Türkiye’nin
başvurusuyla, Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihli oturumunda konunun çözümlenmesi
için bir komisyon atama kararı alır. Bu komisyon 29 Ekim 1924 tarihinde “Brüksel Hattı”
adını alan Türk-Irak sınırını geçici olarak belirleyen bir sınır belirlemiştir.
Komisyon raporunu 16 Temmuz 1925 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne sunar. Rapor, coğrafi,
etnik, tarihsel, ekonomik, stratejik ve politik içerikli değerlendirmeler içermekteydi.
Komisyon, Brüksel Hattı ile Britanya Hükümeti tarafından önerilen sınır iyi bir sınır hattı
olduğu belirtilerek Küçük Zap ırmağını sınır olarak önerir.
Komisyonun etnik sonuçlar kısmında şu ifadeler kullanılmaktadır:
“Ekonomik sonuçlara gelince: Komisyon ekonomik özellikleri dolayısıyla sorunlu bölgenin
Irak’a bağlanması lehinde öneride bulunmaktadır. Ancak sorunlu bölgenin geleceği açısından
Türkiye ile Irak arasında ekonomik bir anlaşma yapılmasını tavsiye eder.
Komisyon, bölgenin bir bütün olarak ele alınması durumunda nüfusların davranışın
çoğunluğunun Irak’a bağlanmaktansa Türkiye’ye yeğlediğini açıklar.”
Raporun son bölümünde Komisyon, üç aşamalı bir çözüm teklif eder;
İlk olarak konvansiyonel “Brüksel Hattı”nın güneyinde kalan bütün toprakların Irak’a
bağlanması lehinde olduğunu, ancak iki maddelik bir koşul önce sürer;
Bunlar gerçekleşmediği takdirde, sorunlu bölgenin Türkiye egemenliği altında yaşamaya
devam etmesinin daha uygun olacağını düşünmektedir.
Üçüncü çözüm olarak Milletler Cemiyeti Meclis’i sorunlu bölgenin paylaştırılmasını
adil bir çözüm olarak görürse, Komisyon Küçük Zap hattının tavsiye edebileceklerini içerir.
Lozan Anlaşması’nda manda sözünden bahsedilmediği için Musul Vilayeti üzerinde manda
yönetiminin, söz konusu olamayacağını, Musul’un hala Türk egemenliği altında bulunduğunu
Meclis’te savunur.
Türkiye’nin Tahkik Komisyonu raporuna karşı çıkması üzerine, Milletler Cemiyeti
Meclisi 19 Eylül 1925 günü Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na bu konuda görüşünü
almak için başvurulmasına karar verir. İngiltere, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin Adalet
Divanı’na başvurmasını olumlu karşılarken Türkiye buna karşı çıkmıştır. Adalet Divanı, 21
Kasım 1925 tarihinde iki maddelik bir karar alır:
1- Taraflar, Lozan Anlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasını imzalamakla sorunun
kesin çözümünü sağlamak, yani uyuşmazlık konusu olan sınırları kesin olarak saptamak
istemişlerdir. Milletler Cemiyeti Meclisi’nin bu madde gereğince alacağı kararın iki taraf için
de bağlayıcı olması gerekmektedir.
2- Meclis, kararını oybirliği ile almak zorundadır. Tarafların temsilcileri oylamaya
katılacak, fakat oybirliğinin saptanmasında bunların oyları göz önünde tutulmayacaktır.
Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen 8 Aralık 1925 tarihinde
Adalet Divanı’nın kararını kabul eder.
Milletler Cemiyeti Meclis’i 16 Aralık 1925 tarihinde ki toplantısında Türkiye’nin
gıyabında Üçlü Komisyon Raporunu benimseyen bir karar alır.
Bu karar ile sorunlu bölge Irak’a bırakılır; Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl uzatılması için
İngiltere ile Irak arasında bir ittifak anlaşması yapılması öngörülür.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi; İlk olarak Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
Aras, 16 Aralık 1925 tarihinde Milletler Cemiyeti Meclisi’ne yolladığı mektupta, Türkiye’nin
Musul Vilayeti üzerinde egemenlik haklarının ancak kredi rızasıyla sona erebileceğini ifade
eder.
Musul sorununda, Türkiye aleyhinde bir karar çıkması Türkiye’yi önce Batı’dan
uzaklaştırmış; bu süreç 1930’lara kadar sürmüş; ancak 1930’larda Batı’yla ve öncelikle
İngiltere ile ilişkilerde yakınlaşma dönemi başlamıştır.
Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te
Sovyetler Birliği ile Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalamıştır.1926 yılında Musul
Sorununda ikili görüşmeler sonucunda çözüme kavuşacaktır.
5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da Türkiye-İngiltere ve Irak Hükümetleri arasında sınır ve
iyi komşuluk anlaşması imzalanmıştır.

8.3.1. Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri


Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Batı’nın en güçlü devletlerine karşı verirken, bu
sırada 1917 Ekim Devrimi’nde iktidara gelen Bolşevikler’de ayın güçlere yani Batı
emperyalizmini karşı mücadele yürütüyordu. Sovyetler Birliği ile Moskova’da 16 Mart 1921
yılında Türk-Sovyet Dostluk Anlaşması imzalanmıştır.
Milletler Cemiyeti’nin Musul konusunda yanlı tutumu Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne daha
da yaklaştırmıştı. 17 Aralık 1925’te Paris’te iki devlet arasında bir Dostluk ve Tarafsızlık
Anlaşması imzaladı. Bu Anlaşma, Paris’te Chicherin ile Tevfik Rüştü Aras tarafından
imzalanmıştır.
Bu anlaşma, 1945 yılına kadar yürürlükte kalacaktır.
Türk-Sovyet ilişkilerinin dostluk çerçevesinde yürütüldüğünü kanıtlamak için, Kasım 1926’da
T.Rüştü Aras ile Chicherin, Odessa’da bir görüşme yapmışlardır.
1928 yılından sonra iki devlet arasında siyasi ilişkiler daha çok uluslar arası politikanın etkisi
altında kalarak devam etmiştir.
Mart 1928’de Türkiye Milletler Cemiyeti’nin Cenevre’de yapılmakta olan
Silahsızlanma Konferansı Hazırlık Komisyonu’na Sovyetler Birliği delegesi Litvinov’un
önerisi üzerine çağrılmış oldu. Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra Türkiye’nin
katıldığı ilk uluslar arası konferans olmuştur.
27 Ağustos 1928 günü Paris’te imzalana Briand-Kellogg Paktı’na Türkiye ve
Sovyetler Birliği de davet edilmişlerdir. Sovyetler Birliği, 31 Ağustos 1928’de Türkiye ise 8
Eylül 1928’de bu Pakta katıldılar. Batılı Devletlerin saldırısından korkan Sovyetler Birliği,
Briand-Kellogg Paktı’na önem vermiş ve buna katılmayı hemen kabul etmişti.
1930 yılına doğru Türkiye, İngiltere, Fransa ve Yunanistan ile sorunlarını çözmüş ve bu
devletlerle ilişkileri normale dönmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Türkiye’nin dayandığı
tek büyük devlet olmaktan çıkmaya başlamıştır.
1930’lu yılların başlarında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki iyi ilişkilerin
devam ettiği görülmüştür. Ancak, 1934, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı ilişkilerinde ilk
değişiklik belirtilerinin ortaya çıktığı dönemdir.1936 yılında, Montreux Konferansı sırasında
ve sonrasında, Türkiye’nin İngiltere ile işbirliği yapması üzerine ilişkilerin aynı doğrultuda
devam etmediği ve soğumaya başladığı anlaşılmaktadır.

8.3.2. Türkiye-Fransa İlişkileri


Türk-Fransız yakınlaşması 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile
başlamıştı. Fransa, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini dikkatli bir biçimde geliştirmek,
iki ülke arasında çözümlenmesi gereken sorunlarda çıkarlarını en iyi şekilde gözeterek
sonuçlandırmak istemekteydi. Osmanlı-Fransız ilişkileri düşünülecek olursa, Fransa’nın bu
konuda diğer Batılı devletlere göre daha deneyimli olduğu kabul edilebilir.
Ancak, Lozan Konferansı sırasında Fransa, Türkiye ile kapitülasyonlar konusunda sonuna
kadar mücadele etmiştir. Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi Lozan’da tümüyle çözüme
kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte iki ülke arasındaki ilişkileri en fazla etkileyen konu
Fransa’nın mandasında bulunan Suriye ile Türkiye arasındaki sınır sorunu olmuştur.
Fransa ile Türkiye arasında Çözümlenmeyen diğer bir konu da Osmanlı borçlarının
tasfiyesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun vermiş olduğu kapitülasyonlardan en fazla
faydalanan ülke Fransa idi. Bu nedenle borçların tasfiyesi en fazla Fransızları ilgilendiriyordu.
Lozan Konferansı sırasında çözümlenemeyen bu konu, Konferans sonrası Fransız vatandaşları
ile Türkiye Hükümeti arasında Paris’te yeniden görüşmeler neden olmuştu. 13 Haziran
1928’de Paris’te, Paris Büyükelçisi Fethi Bey’le altı devletin alacaklıları adına hareket eden
Osmanlı Düyunu Umumiyesi arasında varılan bir anlaşmayla sonuçlandı.
Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu’nun 124.634.000 Türk altın karşılık olan
borçların 86.860.000 altını Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenecekti. Böylece Düyunu
Umumiye tarihe karışıyordu. 1 Aralık 1928’de TBMM Osmanlı Borçları anlaşmasını kabul
etmiştir.
Ancak, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı bu borç anlaşmasının uygulanmasını
zorlaştırmış ve borç ödemelerinin yeniden düzenlenmesine gidilmiştir. İki devlet arasındaki
görüşmeler sonucunda 22 Nisan 1933’te Paris’te yeni bir anlaşma imzalanmış, borçların
ödenmesi yeni koşullara bağlanarak bu sorun çözümlenmiştir.
Diğer bir anlaşmazlık konusu, 1929 yılında Adana-Mersin demiryolunun satın alınması
sırasında çıkmıştır. Türkiye Hükümeti, satın almak istemiş, Fransızlar buna karşı çıkmışlardı.
Adana-Mersin demiryolu hattını kendileri işletiyorlardı. Bu anlaşmazlık 22 Haziran 1929
tarihinde Ankara’da imzalanan bir anlaşma ile çözümlenmiş ve demiryolu satın alınmıştır.

8.3.3. Balkan Antantı (1934)


Türkiye, Lozan Anlaşması’ndan sonra Balkan devletleri ile ilişkilerini düzenlemek ve
geliştirmek için ikili dostluk anlaşmaları yapmıştır. Türkiye’nin Yunanistan dışında Balkan
ülkeleri ile ilişkilerinde önemli bir sorunu olmamış, Lozan Anlaşması çerçevesinde belirlenen
ilişkiler normal gelişimini izlemiştir.
1930 yılında Türk-Yunan devletleri arasında yakınlaşmanın ortaya çıkması Balkan
Antantı’nın kurulmasına yol açacaktır. Paktın çekirdeğini, bir taraftan Yugoslavlar ve
Romenler arasındaki Anlaşma, diğer taraftan da Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan 14
Eylül tarihli anlaşma oluşturmuştur.
Şubat 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Dışişleri Bakanları
Belgrat’ta bir araya gelerek Balkan Antantı tasarısını hazırlamışlardır. Ardından 9 Şubat
1934’te Balkan Antantı Atina’da imzalanmıştır. Anlaşma üç maddeden oluşmaktadır. Bu
maddeler şöyledir;
Madde 1: Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya, bütün Balkan sınırların
güvenliğini olarak üstlenirler.
Madde 2: Anlaşmada belirlenen çıkarların tehdit edilmesi durumunda alınacak
önlemler konusunda birbirlerine danışırlar. Paktı imzalamamış herhangi bir Balkan devletine
karşı birbirine önceden haber vermeden siyasi hiçbir harekette bulunamazlar. Taraflardan
birinin oluru olmaksızın diğer herhangi bir Balkan ülkesine karşı siyasi hiçbir yükümlülük
altına giremezler.
Madde 3: Bu itilafname imzalanmasıyla birlikte yürürlüğe girer. İtilafname, her
Balkan devletine açık bulunacaktır.
Balkan Antantı’nın başarısı 1936’a kadar devam etmiştir. İtalya’nın Ekim 1935’te
Habeşistan’a saldırması ve Milletler Cemiyeti’nin bu devlete karış zorlama kararı alması ve
bu kararın uyulmasına Balkan Antantı ülkeleri birlik halinde uymuşlardır. Ayrıca Türkiye’yi
Boğazlar rejiminin değiştirilmesi için desteklemişler ve Montreux Konferansı’nda birlikte
hareket etmişlerdir. Ancak 1936 yılından sonra Almanya’nın Balkanlar’ı ve Ortadoğu’yu
nüfuzu altına alma girişimi ve İtalya’nın Balkan Devletleri’nin birbirinden koparma politikası
karşısında Balkan Antantı çözülmeye başlamıştır. Bu çözülmede İngiltere ve Fransa’nın bu iki
saldırgan devlete karış yatıştırma politikası uygulaması da etkili olmuştur. Ocak 1937’de
Yugoslavya’nın revizyonist Bulgaristan’la bir dostluk anlaşması imzalaması Balkan
Antantı’nı temelinden sarsmıştır. Bu gelişmeden sonar Başbakan İnönü ve Dışişleri Bakanı
Tevfik Rüştü Aras, Balkan Antantı’nı ayakta tutmak için Balkan Devletlerini ziyaret etmişler,
ancak bir sonuç alamamışlardır. Balkan devletleri son toplantısını 1940 yılında Belgrad’a
yapmıştır.

8.3.4. Montreux Boğazlar Sözleşmesi:(20 Temmuz 1936)


1933 yılından sonra uluslar arası politikada kamplaşmaların oluşmaya başlaması,
Milletler Cemiyeti’nin önderliğinde yürütülmek istenen silahsızlanma çabalarının
başarısızlıkla sonuçlanması, devletlerin silahlanma yarışına girmeleri ve revizyonist
devletlerin uluslararası hukuku hiçe sayıp çiğnemeleri karşısında, Boğazların Lozan’da
belirlenen Sözleşme hükümleriyle korunamayacağı ortaya çıkmıştı. Boğazların silahtan ve
askerden arındırılmış olması, uluslararası ilişkilerin bozulmaya başlanmasından sonra
Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır.
11 Nisan 1936’da Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne imza koyan devletlere birer nota
göndermiştir.
Türkiye, bu notada Boğazların askerden arındırılmış olmasının değişen dünya
koşulları göz önünde tutulacak olursa Türkiye için çok büyük tehlikeler doğurabileceğini, bu
tehlikeleri görmezlikten gelerek değerini yitirmiş garantilere sarılarak eli kolu bağlı oturmanın
sorumluluğunu kabul edemeyeceğini bildirmiştir.
Bu öneri karşısında, İngiltere, Türkiye’nin notasına olumlu cevap verdi. Öte yandan,
Almanya’nın Ren Bölgesine asker sokması üzerine Fransa ile Sovyetler Birliği arasında
yakınlaşma başlamıştı. Bu nedenle Fransa’da Türkiye’nin isteğine olumlu yaklaştı. Sovyetler
Birliği ise 1923 tarihli Lozan’da kabul edilen Boğazlar Sözleşmesi’ne Karadeniz ülkesi
olması nedeniyle pek olumlu bakmıyordu. Revizyonist bir politika izlemeye çalışan
Bulgaristan ise, Neuilly Anlaşması’nın delinebileceği düşüncesiyle bu öneriye muhalefet
etmedi. Romanya ise doğal olarak tüm anlaşmaların değiştirilmesine karşı çıkıyordu. İtalya,
Türk görünüşü karşı çıktı. Arkasından Mayıs 1936’da Belgrat’ta yapılan Balkan Antantı
Daimi Konsey toplantısında Antantı üyeleri Türkiye’yi destekleme karar vermiştir.
22 Haziran 1936’da Boğazlar Konferansı Monterux’da toplanmıştır. Türkiye, 13 maddelik bir
tasarı metni sundu. Bu tasarı da Türkiye, Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasını istiyordu.
Çünkü Boğazlar tahkim edildikten sonar ancak Milletler Cemiyeti’nin teminatından
vazgeçilebilirdi. Gerçekten Türkiye, Boğazları tahkim ederek bölgede askeri kuvvet
bulundurmak istiyordu.
20 Temmuz 1936 tarihinde Montreux Boğazlar Sözleşmesi; Türkiye, Fransa, İngiltere,
Bulgaristan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından
imzalanmıştır.
Sözleşmenin 14. maddesi savaş gemilerini durumunu açıklamaktadır. Bu maddeye
göre, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin Boğazlardan transit geçişlerinde tonaj olarak 15
bin tonalitoyu geçemeyeceklerdir. 18. maddeye göre; bu devletlerin barış zamanında
Karadeniz’de bulundurabilecekleri savaş gemileri 30 bin tonalitoyu aşamayacak, bu gemiler
Karadeniz’de en fazla 21 gün kalacaktır. Karadeniz’e denizaltı geçirebileceklerdir. Yalnız,
denizaltılar gündüz seyrederek, su yüzünden gidecek ve tek, tek geçeceklerdir.
Savaş durumunda Türkiye tarafsızca, savaşa katılan ülkelerin gemisi Boğazlardan
geçemeyecektir. Savaş durumunda Türkiye savaşa girmişse, 20. maddeye göre, bütün savaş
gemilerinin geçmesi Türkiye Hükümetinin kararına bağlıdır.

8.3.5. Sadabat Paktı: (1937)


2 Ekim 1935’te Türkiye, Irak ve İran temsilcileri bir araya gelerek üçlü bir anlaşma
imzalamışlardır. Bu üçlü anlaşmaya daha sonra Afganistan’da katılmıştır. Ancak Cenevre’de
temelleri atılan bu Doğu Paktı’nın gerçekleşmesi bazı nedenlerden dolayı uzun sürmüştür. Bu
üçlü paktın Cenevre’de parafe edildiği Ekim 1935 ile Temmuz 1937’de Tahran’da imzalanan
Sadabat Paktı arasında iki yıl geçmiştir.
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 8 Temmuz 1937’de Dörtlü Pakt Tahran’da
Sadabat sarayında imzaladı. Sadabat Paktı beş yıl için imzalanmıştır. Paktın maddelerine
göre; Pakta üye devletler bir diğer üye devletin içişlerine karışmayacaktır, sınırların
dokunulmazlığı ve güvenliğine sadık kalınacaktır; ortak çıkarları ilgilendiren uluslararası
konularda fikir alışverişinde bulunulacaklardır, taraflar birbirlerine karış saldırı hareketinde
bulunmayacaklar; saldırı hedefini güden bir kombinezona girmeyeceklerdir; uyuşmazlıklar
Milletler Cemiyeti’ne götürülecek; Briand-Kellogg Paktına uyulacaktır..
Sadabat Paktı, İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’ın İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından
işgal edilmesi üzerine işlerliğini kaybetmiştir.

8.3.6. Hatay Sorunu ve Çözümlenmesi


Türk-Fransız ilişkilerini etkileyen başka bir sorun İskenderun Sancağı uyuşmazlığı
olmuştur.İskenderun sancağı Misak-ı Milli sınırları içinde bulunuyordu. Bu uyuşmazlığın
başlangıç noktası Milli Mücadele’ye varmaktadır. Milli Mücadele sırasında Fransa ile silahlı
çatışmaya girmemek için 20 Ekim 1921’de Ankara da bir İtilafname imzalanmıştı. Bu
devrede Suriye ile sınırları kesin olarak çizilememişti. 1921 Ankara İtilafnemesi’nin 7.
maddesinde; “İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk
soyundan gelen halkı, kültürlerin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili
orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır” açıklaması yapılmıştır.
Ankara Anlaşması’nın 7. maddesi saklı kalmak kaydıyla Sancak, Fransız Mandası altına
girmiş oldu.
Fransa’da Mayıs 1936’da Halk Cephesi iktidara geldi. Fransız Hükümeti Suriye
temsilcileriyle görüşerek Suriye’ye üç yıl içinde bağımsızlık verileceğini bildirdi. Sancak
bölgesinin bu durumu Eylül 1936 yılına kadar sürdü. Ardından 8 Eylül 1936’da Fransa,
Suriye ile bir anlaşma imzalayarak manda rejimine son verdiğini, Suriye’ye bağımsızlık
tanıdığını açıkladı. Bu anlaşmada İskenderun Sancağı’ndan ve statüsünden bahsedilmiyordu.
Sancak sorunu yeniden ortaya çıkmış oldu. İskenderun Sancağı, 1939 yılına kadar Fransa ile
Türkiye arasında da uyuşmazlık konusu oldu.
Fransa, uzun süre Suriye ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi hükümlerine dayanarak
manda rejimine sona verdiğini, Fransa’nın Suriye üzerindeki tüm haklarını Suriye
Hükümetine devretmiş olduğunu açıklamıştır. Bu durum karşısında Türk hükümeti 9 Ekim
1936’da Fransız Hükümetine bir nota verdi. Bu notada, Türk Hükümeti Suriye ve Lübnan’a
verilen statünün Sancağa da verilmesini istedi. Bu notada; “Fransa mandası çerçevesi içinde
Suriye ve Lübnan’ın elde ettiği tekamül doğru ve haklı bir benzeyiş sebebiyle İskenderun ve
Antakya’ya da teşmil edilmelidir ve tabi oldukları vesayetten sonra Suriye ve Lübnan’a
bahsedilen istiklal İskenderun’un muahebat ile müstefid olacağı geniş otonomiden sonra bu
mıntıka içinde tanınmalıdır” deniliyordu.
Uyuşmazlık üzerine Fransa’nın önerisi ve Türkiye’nin kabul etmesiyle Sancak konusu
18 Aralık 1936’da Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.
Burada Suriye ve Arapların kışkırtması ile Sancak’ta olaylar çıkmıştı. İskenderun’daki
Fransız temsilcisi Milletler Cemiyeti kararının uygulanmasını güçleştiren bir takım önlemler
almıştı. Sancak’ta yapılması gereken seçimler bir türlü yapılamıyordu.
Diğer taraftan Paris ve Ankara’da sürdürülen Türk-Fransız görüşmeleri 4 Temmuz’da
Ankara’da bir Dostluk Anlaşması parafe edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Türk-Fransız anlaşması’nın imzalanmasından sonra Sancak’ta 24 Ağustos 1938
tarihinde seçimler yapılmış ve Sancak Meclisi’nde toplam 40 milletvekilinden 22’sini Türkler
almıştır. Sancak Meclisi, ilk toplantısını 2 Eylül 1938’de yapmış bu toplantıda Hatay Devleti
adını kabul etmiştir. Hatay Devleti’nin bağımsız bir devlet olmasından sonra 23 Haziran
1939’da Ankara’da Türkiye ile Fransa arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya
göre, Hatay Devleti’nin sınırları ve vatandaşlarının statüsü hakkında hükümler bulunuyordu.
2 Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl bağımsız devlet olarak varlığını sürdürmüştür.
Hatay Meclisi son toplantısını 29 Haziran 1939’da yapmış, bu toplantısında Hatay Meclisi
oybirliğiyle Türkiye’ye katılma kararı almıştır.

You might also like