Atatürk’ün dış politika anlayışı, onun dünya görüşünü yansıtmaktadır. Bunu üç noktada toplamak mümkündür. Bunlar, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve çağdaşlaşmak yani batılılaşmaktır. Bu anlayış, Misak-ı Milli sınırları içinde Lozan’dan önce ve daha sonraki dönemlerde yürütülen siyasal faaliyetlerin temelini oluşturmuştur. İzlenecek Türk dış politikanın temelini ve amaçlarını Misak-ı Milli ortaya koymaktadır; “Ulusal ve ekonomik gelişmemize olanak bulunması ve daha çağdaş biçimde, düzenli bir yönetimle işlerin yürütülmesinin başarmak için, her devlet gibi, bizim de gelişmemiz koşullarının sağlanmasında, bütünüyle bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmamız ana ilkesi varlık ve geleceğimizin temelidir. Bu nedenle siyasal, yargısal, mali... alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlar) karşıyız.” Milli Mücadele’nin dayandığı temel ilkelerden bir milliyetçiliktir ve bu dönemde Türk dış politikanın amacı ulusal bir Türk Devleti’nin kurulmasıdır. Bir ulus devletin kurulması Atatürk’ün gerçekçi politikasının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Milli Mücadele’nin sonunda Lozan Konferansı toplanmış, yapılan görüşmelerde büyük ölçüde Misak-ı Milli’nin esasları gerçekleştirilmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında Atatürk’ün dış politika anlayışında emperyalist bir yön olmadığı görülmüştür. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği topraklar üzerinde hak iddia edilmemiştir. Atatürk’ün çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun izlediği dış politikadan dersler çıkartarak yeni politikanın esaslarını oluşturmuştur. Bunları şu şekilde özetlemek olanaklıdır; başka devletlerin iç işlerine karışmamak ve onları kendi içi işlerimize kesinlikle karıştırmamak, 1- Dış politika da milli çıkarlarımızın gerektirdiği politikayı izlemeyi, hiçbir şekilde maceraya atılmamayı, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesine uygun olarak dış politikada da barışçı olmayı ve sorunları barış yoluyla çözmeyi amaçlar. 2- Emperyalizm ve sömürgeciliğe karşıdır. Akılcıdır, gerçekçidir.. 3- Misak-ı Milli’yi temel almıştır. 4- Batı’ya dönük bir politika oluşturulmuştur. Çünkü. Bu dış politika ile Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturulması amaçlanmıştır.. Batı’ya karşı izlenen politika Atatürk tarafından şöyle vurgulanmıştır; “Bizim, siyaset-i hariciyemizde herhangi bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Biz ecnebilere karşı hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimine münasebetler tesis etmek arzusundayız. Türkler, bütün milletlerin dostudur”.
8.2. Lozan Barışı’ndan Sonraya Kalan Sorunlar
Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması’nda çözümü sonraya bırakılan sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır.Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya- Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Kuzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de Oniki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.
8.2.1. Türk-Yunan İlişkileri
Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922’de başlamış, kesin bir sonuç alınamadan 4 Şubat 1923’de ara verilmiştir Burada Batılı devletlerle çıkan anlaşmazlıkları, Osmanlı borçları, Musul sorunu, Kapitülasyonlar, Trakya sınırının belirlenmesi, konularını içermekteydi. Birinci dönem görüşmeler sırasında 30 Ocak 1923’te “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile “Sivil Tutukluların Geri Verilmesi ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Türk-Yunan Anlaşması” imzalanmıştır. Lozan Barış Görüşmeleri 23 Nisan 1923 tarihinde yenden başlamış, 24 Temmuz 1923 tarihinde Barış Anlaşması ve Ekleri imzalanarak son bulmuştur. Lozan Anlaşmasında iki ülkeyi ilgilendiren şu sorunlara çözüm getirilmiştir. 1. Askeri esirler ve sivil tutukluların değişimi, 2. Meriç nehri sınır olarak alınmıştır. Doğu Ege adaları “silahsızlandırılma” koşulu ile Yunanistan’ın egemenliğine bırakılan Ege’nin statükosu belirlenmiştir. 3. Nüfus Mübadelesi konusunda 30 Ocak 1923’te imzalanan Sözleşme üzerinde anlaşmaya varılarak, Lozan Barış Anlaşması ve Ekleri kapsamına alınmıştır. Bu dönem içinde en önemli anlaşmazlık, 30 Ocak 1923’te imzalanan ve Mübadele Sözleşmesi diye anılan sözleşmenin uygulanmasında ortaya çıkmıştır. Lozan’da imzalanan “Mübadele Sözleşmesi”ne göre Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks olan Türk uyruklular ile Yunan topraklarında yerleşmiş Türk-Müslüman olan Yunan uyrukluların 1 Mayıs 1923’te başlamak üzere zorunlu değişimi kararlaştırılmıştır. Mübadeleye kimlerin tabi olacağı konusunda ilk anlaşmazlık çıkmış, “Yerleşik” yani Fransızca “Etabli”terimi, ölçü olarak kabul edilmiştir. Buna göre, 30 Ekim 1918 tarihi yani Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan önce İstanbul’a yerleşmiş bulunan tüm Rumlar yerleşik yani etabli sayılacaklar ve nüfus değişimi kapsamında tutulacaklardı. Buna karşılık, 1913 Bükreş Anlaşmasıyla belirlenen sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş bulunan Müslümanlar Batı Trakya’da yerleşik sayılacak ve değişim kapsamı dışında bırakılacaktı. Yunanistan, anlaşmanın uygulamasını engellemeye başlamış ve İstanbul’da bulunan Rumları yerleşik gibi saydırmaya çalışarak Yunanistan’a olacak göç dalgasını azaltmaya çalışmıştır. Yunanistan’ın bu davranışı karşısında Türkiye, “Yerleşik” deyimine Türk yasalarının uygulanmasını istemiştir. Etabli anlaşmazlığı onunda Milletler Cemiyetine götürülmüştür. Konu Uluslararası Adalet Divanına havale edilmiş ve 1925’de Adalet Divanı Etabli sorununa her hangi bir çözüm getiremeyeceğini açıklamıştı. Yunanistan, bu sırada Batı Trakya’da bulunan Türklere ait malları ellerinden alarak göç eden Rumlara vermeye başlamış yeni bir gerginlik ortaya çıkmıştır.. Ayrıca Patrikhane konusunda da bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştır.1924’de yapılan seçimde Fener Partikliğine Arapoğlu Konstantin adlı kişi seçilmiş ancak Türkiye, seçilen Patriğin yerleşik olmadığını ileri sürerek sınır dışı etmiştir. Sonunda Konstantin Patriklikten çekilmiş ve yerine İstanbul Rumlarından Vasil Georgiades seçilmiştir. 1926’da değişim ile ilgili sorunları çözmek amacıyla Ahali Mübadelesi olarak adlandırılan bir anlaşma imzalamıştır. 1930 yılında Türk-Yunan ilişkilerinde bir yakınlaşma döneminin başlamasında Bulgaristan’ın Balkanlardaki tutumu etkili olmuştur. Bulgaristan’ın bu yıllarda revizyonist davranış içine girmesi Yunanistan’ı Türkiye’ye yaklaştırmıştır. Türk-Yunan yakınlaşması Venizelos’un başbakan olarak Ekim 1930’da Türkiye’ye gelmesiyle açıkça ortaya çıkmıştır. 10 Haziran 1930’da Türkiye ile Yunanistan arasında değişim sorununa çözüm getiren bir sözleşme imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum tarihi ve yeri ne olursa olsun Rumlar ve Türkler etabli deyiminin kapsamı içine alınmıştır. Ayrıca iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda düzenlemeler yapılmıştır. Böylece süregelen anlaşmazlık sona ermiştir. 8.2.2. Türkiye-İngiltere İlişkileri ve Musul Sorunu Lozan Barış Anlaşması imzalandığında Misak-ı Milli sınırları iki konu dışında çözüme kavuşturulmuştu. Çözüme kavuşturulamayan Batı Trakya ile Musul topraklarıydı. Lozan’da Musul Sorunu çözümlenememiş, İngiltere ile Türkiye arasında tartışmalara neden olmuş ve iki ülke heyetleri sorun hakkında farklı görüşleri savunmuşlardır. İngiltere 5 Ekim 1923 tarihinde Türkiye’ye başvurarak Musul konusunu öngören ikili görüşmelere başlanmasını talep etmiştir. Görüşmeler sonunda Haliç Konferansı, 19 Mayıs 1924’de toplanmıştır. İngiltere, daha baştan Türkiye’nin kabul edemeyeceği istekler öne sürerek sorunun Milletler Cemiyetine götürülmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Çünkü İngiliz diplomatları Musul’u kurtarmak için, bu defa Hakkari’yi talep etmişlerdi. Görüşmeler 5 Haziran günü kesilmiştir. Haliç Konferansı’ndan bir süre sonra, Türk-Irak sınırında İngilizlerin kışkırtmasıyla Nasturi ayaklanması çıkar. İstanbul Haliç Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, İngiltere, Lozan Konferansı’ndan beri istediği şekilde Musul Sorununu, 6 Ağustos 1924’de Milletler Cemiyetine götürmüştür. İngilizler, sorunun Türk-Irak sınırının saptanması olduğunu, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğunu bunun çözümlendiğini, konunun sınırı çizmek olduğunu dile getirmektedir. Türk görüşü olan “plebisit” yapılmasını da reddetmektedir. Sınır konusunun bir askeri konu olduğunu, tarafsız bir komisyon kurulmasını teklif eder. Cenevre’de Türk delegasyonuna Fethi Okyar başkanlık etmiştir. Okyar, sorunun, Türk-Irak sınırının Musul’un kuzeyinden mi yoksa güneyinden mi geçeceğinin belirlenmesi olduğunu söyler. Çözümün plebisit olduğunu ifade eder. Milletler Cemiyeti Meclisi, Irak’ın sınır meselesini incelemeye ayırdığı toplantısında üç üyeli özel bir komisyon oluşturmasına karar vermiştir. Bu Tahkik Komisyonu’nun görevi, Meclisin karar almasında yarayacak tüm belgeleri ve uygun tüm önerileri Meclise getirecektir. Ayrıca Komisyon kendi prosedürünü kendisi düzenleyecektir. Musul Vilayetinde Türkiye ile İngiltere arasında sınır çatışmalarının yoğunlaşması ve Süleymaniye şehrinin bombalanıp, İngilizler tarafından işgal edilmesi üzerine, Türkiye’nin başvurusuyla, Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihli oturumunda konunun çözümlenmesi için bir komisyon atama kararı alır. Bu komisyon 29 Ekim 1924 tarihinde “Brüksel Hattı” adını alan Türk-Irak sınırını geçici olarak belirleyen bir sınır belirlemiştir. Komisyon raporunu 16 Temmuz 1925 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne sunar. Rapor, coğrafi, etnik, tarihsel, ekonomik, stratejik ve politik içerikli değerlendirmeler içermekteydi. Komisyon, Brüksel Hattı ile Britanya Hükümeti tarafından önerilen sınır iyi bir sınır hattı olduğu belirtilerek Küçük Zap ırmağını sınır olarak önerir. Komisyonun etnik sonuçlar kısmında şu ifadeler kullanılmaktadır: “Ekonomik sonuçlara gelince: Komisyon ekonomik özellikleri dolayısıyla sorunlu bölgenin Irak’a bağlanması lehinde öneride bulunmaktadır. Ancak sorunlu bölgenin geleceği açısından Türkiye ile Irak arasında ekonomik bir anlaşma yapılmasını tavsiye eder. Komisyon, bölgenin bir bütün olarak ele alınması durumunda nüfusların davranışın çoğunluğunun Irak’a bağlanmaktansa Türkiye’ye yeğlediğini açıklar.” Raporun son bölümünde Komisyon, üç aşamalı bir çözüm teklif eder; İlk olarak konvansiyonel “Brüksel Hattı”nın güneyinde kalan bütün toprakların Irak’a bağlanması lehinde olduğunu, ancak iki maddelik bir koşul önce sürer; Bunlar gerçekleşmediği takdirde, sorunlu bölgenin Türkiye egemenliği altında yaşamaya devam etmesinin daha uygun olacağını düşünmektedir. Üçüncü çözüm olarak Milletler Cemiyeti Meclis’i sorunlu bölgenin paylaştırılmasını adil bir çözüm olarak görürse, Komisyon Küçük Zap hattının tavsiye edebileceklerini içerir. Lozan Anlaşması’nda manda sözünden bahsedilmediği için Musul Vilayeti üzerinde manda yönetiminin, söz konusu olamayacağını, Musul’un hala Türk egemenliği altında bulunduğunu Meclis’te savunur. Türkiye’nin Tahkik Komisyonu raporuna karşı çıkması üzerine, Milletler Cemiyeti Meclisi 19 Eylül 1925 günü Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na bu konuda görüşünü almak için başvurulmasına karar verir. İngiltere, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin Adalet Divanı’na başvurmasını olumlu karşılarken Türkiye buna karşı çıkmıştır. Adalet Divanı, 21 Kasım 1925 tarihinde iki maddelik bir karar alır: 1- Taraflar, Lozan Anlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasını imzalamakla sorunun kesin çözümünü sağlamak, yani uyuşmazlık konusu olan sınırları kesin olarak saptamak istemişlerdir. Milletler Cemiyeti Meclisi’nin bu madde gereğince alacağı kararın iki taraf için de bağlayıcı olması gerekmektedir. 2- Meclis, kararını oybirliği ile almak zorundadır. Tarafların temsilcileri oylamaya katılacak, fakat oybirliğinin saptanmasında bunların oyları göz önünde tutulmayacaktır. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen 8 Aralık 1925 tarihinde Adalet Divanı’nın kararını kabul eder. Milletler Cemiyeti Meclis’i 16 Aralık 1925 tarihinde ki toplantısında Türkiye’nin gıyabında Üçlü Komisyon Raporunu benimseyen bir karar alır. Bu karar ile sorunlu bölge Irak’a bırakılır; Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl uzatılması için İngiltere ile Irak arasında bir ittifak anlaşması yapılması öngörülür. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi; İlk olarak Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 16 Aralık 1925 tarihinde Milletler Cemiyeti Meclisi’ne yolladığı mektupta, Türkiye’nin Musul Vilayeti üzerinde egemenlik haklarının ancak kredi rızasıyla sona erebileceğini ifade eder. Musul sorununda, Türkiye aleyhinde bir karar çıkması Türkiye’yi önce Batı’dan uzaklaştırmış; bu süreç 1930’lara kadar sürmüş; ancak 1930’larda Batı’yla ve öncelikle İngiltere ile ilişkilerde yakınlaşma dönemi başlamıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te Sovyetler Birliği ile Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalamıştır.1926 yılında Musul Sorununda ikili görüşmeler sonucunda çözüme kavuşacaktır. 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da Türkiye-İngiltere ve Irak Hükümetleri arasında sınır ve iyi komşuluk anlaşması imzalanmıştır.
8.3.1. Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri
Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Batı’nın en güçlü devletlerine karşı verirken, bu sırada 1917 Ekim Devrimi’nde iktidara gelen Bolşevikler’de ayın güçlere yani Batı emperyalizmini karşı mücadele yürütüyordu. Sovyetler Birliği ile Moskova’da 16 Mart 1921 yılında Türk-Sovyet Dostluk Anlaşması imzalanmıştır. Milletler Cemiyeti’nin Musul konusunda yanlı tutumu Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne daha da yaklaştırmıştı. 17 Aralık 1925’te Paris’te iki devlet arasında bir Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzaladı. Bu Anlaşma, Paris’te Chicherin ile Tevfik Rüştü Aras tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma, 1945 yılına kadar yürürlükte kalacaktır. Türk-Sovyet ilişkilerinin dostluk çerçevesinde yürütüldüğünü kanıtlamak için, Kasım 1926’da T.Rüştü Aras ile Chicherin, Odessa’da bir görüşme yapmışlardır. 1928 yılından sonra iki devlet arasında siyasi ilişkiler daha çok uluslar arası politikanın etkisi altında kalarak devam etmiştir. Mart 1928’de Türkiye Milletler Cemiyeti’nin Cenevre’de yapılmakta olan Silahsızlanma Konferansı Hazırlık Komisyonu’na Sovyetler Birliği delegesi Litvinov’un önerisi üzerine çağrılmış oldu. Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra Türkiye’nin katıldığı ilk uluslar arası konferans olmuştur. 27 Ağustos 1928 günü Paris’te imzalana Briand-Kellogg Paktı’na Türkiye ve Sovyetler Birliği de davet edilmişlerdir. Sovyetler Birliği, 31 Ağustos 1928’de Türkiye ise 8 Eylül 1928’de bu Pakta katıldılar. Batılı Devletlerin saldırısından korkan Sovyetler Birliği, Briand-Kellogg Paktı’na önem vermiş ve buna katılmayı hemen kabul etmişti. 1930 yılına doğru Türkiye, İngiltere, Fransa ve Yunanistan ile sorunlarını çözmüş ve bu devletlerle ilişkileri normale dönmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Türkiye’nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan çıkmaya başlamıştır. 1930’lu yılların başlarında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki iyi ilişkilerin devam ettiği görülmüştür. Ancak, 1934, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı ilişkilerinde ilk değişiklik belirtilerinin ortaya çıktığı dönemdir.1936 yılında, Montreux Konferansı sırasında ve sonrasında, Türkiye’nin İngiltere ile işbirliği yapması üzerine ilişkilerin aynı doğrultuda devam etmediği ve soğumaya başladığı anlaşılmaktadır.
8.3.2. Türkiye-Fransa İlişkileri
Türk-Fransız yakınlaşması 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile başlamıştı. Fransa, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini dikkatli bir biçimde geliştirmek, iki ülke arasında çözümlenmesi gereken sorunlarda çıkarlarını en iyi şekilde gözeterek sonuçlandırmak istemekteydi. Osmanlı-Fransız ilişkileri düşünülecek olursa, Fransa’nın bu konuda diğer Batılı devletlere göre daha deneyimli olduğu kabul edilebilir. Ancak, Lozan Konferansı sırasında Fransa, Türkiye ile kapitülasyonlar konusunda sonuna kadar mücadele etmiştir. Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi Lozan’da tümüyle çözüme kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte iki ülke arasındaki ilişkileri en fazla etkileyen konu Fransa’nın mandasında bulunan Suriye ile Türkiye arasındaki sınır sorunu olmuştur. Fransa ile Türkiye arasında Çözümlenmeyen diğer bir konu da Osmanlı borçlarının tasfiyesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun vermiş olduğu kapitülasyonlardan en fazla faydalanan ülke Fransa idi. Bu nedenle borçların tasfiyesi en fazla Fransızları ilgilendiriyordu. Lozan Konferansı sırasında çözümlenemeyen bu konu, Konferans sonrası Fransız vatandaşları ile Türkiye Hükümeti arasında Paris’te yeniden görüşmeler neden olmuştu. 13 Haziran 1928’de Paris’te, Paris Büyükelçisi Fethi Bey’le altı devletin alacaklıları adına hareket eden Osmanlı Düyunu Umumiyesi arasında varılan bir anlaşmayla sonuçlandı. Anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu’nun 124.634.000 Türk altın karşılık olan borçların 86.860.000 altını Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenecekti. Böylece Düyunu Umumiye tarihe karışıyordu. 1 Aralık 1928’de TBMM Osmanlı Borçları anlaşmasını kabul etmiştir. Ancak, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı bu borç anlaşmasının uygulanmasını zorlaştırmış ve borç ödemelerinin yeniden düzenlenmesine gidilmiştir. İki devlet arasındaki görüşmeler sonucunda 22 Nisan 1933’te Paris’te yeni bir anlaşma imzalanmış, borçların ödenmesi yeni koşullara bağlanarak bu sorun çözümlenmiştir. Diğer bir anlaşmazlık konusu, 1929 yılında Adana-Mersin demiryolunun satın alınması sırasında çıkmıştır. Türkiye Hükümeti, satın almak istemiş, Fransızlar buna karşı çıkmışlardı. Adana-Mersin demiryolu hattını kendileri işletiyorlardı. Bu anlaşmazlık 22 Haziran 1929 tarihinde Ankara’da imzalanan bir anlaşma ile çözümlenmiş ve demiryolu satın alınmıştır.
8.3.3. Balkan Antantı (1934)
Türkiye, Lozan Anlaşması’ndan sonra Balkan devletleri ile ilişkilerini düzenlemek ve geliştirmek için ikili dostluk anlaşmaları yapmıştır. Türkiye’nin Yunanistan dışında Balkan ülkeleri ile ilişkilerinde önemli bir sorunu olmamış, Lozan Anlaşması çerçevesinde belirlenen ilişkiler normal gelişimini izlemiştir. 1930 yılında Türk-Yunan devletleri arasında yakınlaşmanın ortaya çıkması Balkan Antantı’nın kurulmasına yol açacaktır. Paktın çekirdeğini, bir taraftan Yugoslavlar ve Romenler arasındaki Anlaşma, diğer taraftan da Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan 14 Eylül tarihli anlaşma oluşturmuştur. Şubat 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Dışişleri Bakanları Belgrat’ta bir araya gelerek Balkan Antantı tasarısını hazırlamışlardır. Ardından 9 Şubat 1934’te Balkan Antantı Atina’da imzalanmıştır. Anlaşma üç maddeden oluşmaktadır. Bu maddeler şöyledir; Madde 1: Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya, bütün Balkan sınırların güvenliğini olarak üstlenirler. Madde 2: Anlaşmada belirlenen çıkarların tehdit edilmesi durumunda alınacak önlemler konusunda birbirlerine danışırlar. Paktı imzalamamış herhangi bir Balkan devletine karşı birbirine önceden haber vermeden siyasi hiçbir harekette bulunamazlar. Taraflardan birinin oluru olmaksızın diğer herhangi bir Balkan ülkesine karşı siyasi hiçbir yükümlülük altına giremezler. Madde 3: Bu itilafname imzalanmasıyla birlikte yürürlüğe girer. İtilafname, her Balkan devletine açık bulunacaktır. Balkan Antantı’nın başarısı 1936’a kadar devam etmiştir. İtalya’nın Ekim 1935’te Habeşistan’a saldırması ve Milletler Cemiyeti’nin bu devlete karış zorlama kararı alması ve bu kararın uyulmasına Balkan Antantı ülkeleri birlik halinde uymuşlardır. Ayrıca Türkiye’yi Boğazlar rejiminin değiştirilmesi için desteklemişler ve Montreux Konferansı’nda birlikte hareket etmişlerdir. Ancak 1936 yılından sonra Almanya’nın Balkanlar’ı ve Ortadoğu’yu nüfuzu altına alma girişimi ve İtalya’nın Balkan Devletleri’nin birbirinden koparma politikası karşısında Balkan Antantı çözülmeye başlamıştır. Bu çözülmede İngiltere ve Fransa’nın bu iki saldırgan devlete karış yatıştırma politikası uygulaması da etkili olmuştur. Ocak 1937’de Yugoslavya’nın revizyonist Bulgaristan’la bir dostluk anlaşması imzalaması Balkan Antantı’nı temelinden sarsmıştır. Bu gelişmeden sonar Başbakan İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Balkan Antantı’nı ayakta tutmak için Balkan Devletlerini ziyaret etmişler, ancak bir sonuç alamamışlardır. Balkan devletleri son toplantısını 1940 yılında Belgrad’a yapmıştır.
8.3.4. Montreux Boğazlar Sözleşmesi:(20 Temmuz 1936)
1933 yılından sonra uluslar arası politikada kamplaşmaların oluşmaya başlaması, Milletler Cemiyeti’nin önderliğinde yürütülmek istenen silahsızlanma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması, devletlerin silahlanma yarışına girmeleri ve revizyonist devletlerin uluslararası hukuku hiçe sayıp çiğnemeleri karşısında, Boğazların Lozan’da belirlenen Sözleşme hükümleriyle korunamayacağı ortaya çıkmıştı. Boğazların silahtan ve askerden arındırılmış olması, uluslararası ilişkilerin bozulmaya başlanmasından sonra Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır. 11 Nisan 1936’da Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne imza koyan devletlere birer nota göndermiştir. Türkiye, bu notada Boğazların askerden arındırılmış olmasının değişen dünya koşulları göz önünde tutulacak olursa Türkiye için çok büyük tehlikeler doğurabileceğini, bu tehlikeleri görmezlikten gelerek değerini yitirmiş garantilere sarılarak eli kolu bağlı oturmanın sorumluluğunu kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bu öneri karşısında, İngiltere, Türkiye’nin notasına olumlu cevap verdi. Öte yandan, Almanya’nın Ren Bölgesine asker sokması üzerine Fransa ile Sovyetler Birliği arasında yakınlaşma başlamıştı. Bu nedenle Fransa’da Türkiye’nin isteğine olumlu yaklaştı. Sovyetler Birliği ise 1923 tarihli Lozan’da kabul edilen Boğazlar Sözleşmesi’ne Karadeniz ülkesi olması nedeniyle pek olumlu bakmıyordu. Revizyonist bir politika izlemeye çalışan Bulgaristan ise, Neuilly Anlaşması’nın delinebileceği düşüncesiyle bu öneriye muhalefet etmedi. Romanya ise doğal olarak tüm anlaşmaların değiştirilmesine karşı çıkıyordu. İtalya, Türk görünüşü karşı çıktı. Arkasından Mayıs 1936’da Belgrat’ta yapılan Balkan Antantı Daimi Konsey toplantısında Antantı üyeleri Türkiye’yi destekleme karar vermiştir. 22 Haziran 1936’da Boğazlar Konferansı Monterux’da toplanmıştır. Türkiye, 13 maddelik bir tasarı metni sundu. Bu tasarı da Türkiye, Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasını istiyordu. Çünkü Boğazlar tahkim edildikten sonar ancak Milletler Cemiyeti’nin teminatından vazgeçilebilirdi. Gerçekten Türkiye, Boğazları tahkim ederek bölgede askeri kuvvet bulundurmak istiyordu. 20 Temmuz 1936 tarihinde Montreux Boğazlar Sözleşmesi; Türkiye, Fransa, İngiltere, Bulgaristan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalanmıştır. Sözleşmenin 14. maddesi savaş gemilerini durumunu açıklamaktadır. Bu maddeye göre, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin Boğazlardan transit geçişlerinde tonaj olarak 15 bin tonalitoyu geçemeyeceklerdir. 18. maddeye göre; bu devletlerin barış zamanında Karadeniz’de bulundurabilecekleri savaş gemileri 30 bin tonalitoyu aşamayacak, bu gemiler Karadeniz’de en fazla 21 gün kalacaktır. Karadeniz’e denizaltı geçirebileceklerdir. Yalnız, denizaltılar gündüz seyrederek, su yüzünden gidecek ve tek, tek geçeceklerdir. Savaş durumunda Türkiye tarafsızca, savaşa katılan ülkelerin gemisi Boğazlardan geçemeyecektir. Savaş durumunda Türkiye savaşa girmişse, 20. maddeye göre, bütün savaş gemilerinin geçmesi Türkiye Hükümetinin kararına bağlıdır.
8.3.5. Sadabat Paktı: (1937)
2 Ekim 1935’te Türkiye, Irak ve İran temsilcileri bir araya gelerek üçlü bir anlaşma imzalamışlardır. Bu üçlü anlaşmaya daha sonra Afganistan’da katılmıştır. Ancak Cenevre’de temelleri atılan bu Doğu Paktı’nın gerçekleşmesi bazı nedenlerden dolayı uzun sürmüştür. Bu üçlü paktın Cenevre’de parafe edildiği Ekim 1935 ile Temmuz 1937’de Tahran’da imzalanan Sadabat Paktı arasında iki yıl geçmiştir. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 8 Temmuz 1937’de Dörtlü Pakt Tahran’da Sadabat sarayında imzaladı. Sadabat Paktı beş yıl için imzalanmıştır. Paktın maddelerine göre; Pakta üye devletler bir diğer üye devletin içişlerine karışmayacaktır, sınırların dokunulmazlığı ve güvenliğine sadık kalınacaktır; ortak çıkarları ilgilendiren uluslararası konularda fikir alışverişinde bulunulacaklardır, taraflar birbirlerine karış saldırı hareketinde bulunmayacaklar; saldırı hedefini güden bir kombinezona girmeyeceklerdir; uyuşmazlıklar Milletler Cemiyeti’ne götürülecek; Briand-Kellogg Paktına uyulacaktır.. Sadabat Paktı, İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’ın İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi üzerine işlerliğini kaybetmiştir.
8.3.6. Hatay Sorunu ve Çözümlenmesi
Türk-Fransız ilişkilerini etkileyen başka bir sorun İskenderun Sancağı uyuşmazlığı olmuştur.İskenderun sancağı Misak-ı Milli sınırları içinde bulunuyordu. Bu uyuşmazlığın başlangıç noktası Milli Mücadele’ye varmaktadır. Milli Mücadele sırasında Fransa ile silahlı çatışmaya girmemek için 20 Ekim 1921’de Ankara da bir İtilafname imzalanmıştı. Bu devrede Suriye ile sınırları kesin olarak çizilememişti. 1921 Ankara İtilafnemesi’nin 7. maddesinde; “İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundan gelen halkı, kültürlerin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır” açıklaması yapılmıştır. Ankara Anlaşması’nın 7. maddesi saklı kalmak kaydıyla Sancak, Fransız Mandası altına girmiş oldu. Fransa’da Mayıs 1936’da Halk Cephesi iktidara geldi. Fransız Hükümeti Suriye temsilcileriyle görüşerek Suriye’ye üç yıl içinde bağımsızlık verileceğini bildirdi. Sancak bölgesinin bu durumu Eylül 1936 yılına kadar sürdü. Ardından 8 Eylül 1936’da Fransa, Suriye ile bir anlaşma imzalayarak manda rejimine son verdiğini, Suriye’ye bağımsızlık tanıdığını açıkladı. Bu anlaşmada İskenderun Sancağı’ndan ve statüsünden bahsedilmiyordu. Sancak sorunu yeniden ortaya çıkmış oldu. İskenderun Sancağı, 1939 yılına kadar Fransa ile Türkiye arasında da uyuşmazlık konusu oldu. Fransa, uzun süre Suriye ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi hükümlerine dayanarak manda rejimine sona verdiğini, Fransa’nın Suriye üzerindeki tüm haklarını Suriye Hükümetine devretmiş olduğunu açıklamıştır. Bu durum karşısında Türk hükümeti 9 Ekim 1936’da Fransız Hükümetine bir nota verdi. Bu notada, Türk Hükümeti Suriye ve Lübnan’a verilen statünün Sancağa da verilmesini istedi. Bu notada; “Fransa mandası çerçevesi içinde Suriye ve Lübnan’ın elde ettiği tekamül doğru ve haklı bir benzeyiş sebebiyle İskenderun ve Antakya’ya da teşmil edilmelidir ve tabi oldukları vesayetten sonra Suriye ve Lübnan’a bahsedilen istiklal İskenderun’un muahebat ile müstefid olacağı geniş otonomiden sonra bu mıntıka içinde tanınmalıdır” deniliyordu. Uyuşmazlık üzerine Fransa’nın önerisi ve Türkiye’nin kabul etmesiyle Sancak konusu 18 Aralık 1936’da Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Burada Suriye ve Arapların kışkırtması ile Sancak’ta olaylar çıkmıştı. İskenderun’daki Fransız temsilcisi Milletler Cemiyeti kararının uygulanmasını güçleştiren bir takım önlemler almıştı. Sancak’ta yapılması gereken seçimler bir türlü yapılamıyordu. Diğer taraftan Paris ve Ankara’da sürdürülen Türk-Fransız görüşmeleri 4 Temmuz’da Ankara’da bir Dostluk Anlaşması parafe edilmesiyle sonuçlanmıştır. Türk-Fransız anlaşması’nın imzalanmasından sonra Sancak’ta 24 Ağustos 1938 tarihinde seçimler yapılmış ve Sancak Meclisi’nde toplam 40 milletvekilinden 22’sini Türkler almıştır. Sancak Meclisi, ilk toplantısını 2 Eylül 1938’de yapmış bu toplantıda Hatay Devleti adını kabul etmiştir. Hatay Devleti’nin bağımsız bir devlet olmasından sonra 23 Haziran 1939’da Ankara’da Türkiye ile Fransa arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Hatay Devleti’nin sınırları ve vatandaşlarının statüsü hakkında hükümler bulunuyordu. 2 Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl bağımsız devlet olarak varlığını sürdürmüştür. Hatay Meclisi son toplantısını 29 Haziran 1939’da yapmış, bu toplantısında Hatay Meclisi oybirliğiyle Türkiye’ye katılma kararı almıştır.