Professional Documents
Culture Documents
PDF of Gecmisin Izleri Altmisli Ve Yetmisli Yillarin Kolektif Bellegi 1St Edition Ozge Ozdemir Full Chapter Ebook
PDF of Gecmisin Izleri Altmisli Ve Yetmisli Yillarin Kolektif Bellegi 1St Edition Ozge Ozdemir Full Chapter Ebook
https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/
https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/
https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/
https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/
Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition
Valentina Mapelli
https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/
https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/
https://ebookstep.com/product/100-delf-b1-version-scolaire-et-
junior-1st-edition-sylvie-cloeren/
https://ebookstep.com/product/la-nuova-prova-orale-1-a1-b1-1st-
edition-telis-marin/
https://ebookstep.com/product/nuevo-prisma-fusion-b1-b2-libro-de-
ejercicios-1st-edition-amelia-guerrero-ana-hermoso-alicia-lopez-
y-david-isa/
ÖZGE ÔZDEMlR • Geçmişin lzleri
ÔZGE ÔZDEMlR 1987 yılında Alanya'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi lngiliz
Dilbilimi Bölümü'nde okudu. Kocaeli Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi'nde
iletişim Bilimleri alanında yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Hacettepe
Üniversitesi'nde araştımıa görevlisi olarak çalışn. Bellek çalışmaları, gündelik hayat,
kültürel çalışmalar ve etnografi akademik ilgi alanlandır. Goethe Üniversitesi'nde
doktora sonrası çalışmalarına devam ediyor.
Geçmişin İzleri
Altmışlı ve Yetmişli Yılların
Kolektif Belleği
-
�,,,,
. ,
iletişim
Sonsuz sevgi ve minnetle,
anneme ve babama...
iÇiNDEKiLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................................... 11
BiRiNCi BÖLÜM
ZAMANSAL KIRILMALAR VE BELLEK KRiZİ ........................................ 21
Sisler içindeki uzak geçmiş...................................................................................... 25
Maurice Halbwachs'ın mirası: Kolektif bellek............................................... 30
iKiNCi BÖLÜM
TORKIYE'DE GEÇMİŞE BAKIŞTAKI EŞİKLER
VE KIRILMALAR ............................................................................................................. 39
"Alaturka on sularında mektepten çıkardık" ................. ........................... 43
Eski dünya hızla geride kalırken............ .......... .............. ............................. .... 48
Altmışların ötesi ................................................................ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ZAMANSAL DENEYiM VE KUŞAK BELLEGI ............................................ 57
Zeitgeist: "O zamanların öyle yaşanması gerekiyordu" ..................... 60
"Aynı kültürün insanlarıyız"................................................................................... 64
"Ah O Şarkılar" .......................................................................................................... 70
"Kıyafetlerimiz çok güzeldi" .................................................................................. 79
Dönemin kara kutusu: Radyo ve basılı materyaller . . ................................... 86
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DEViNiM YILLARINI HATIRLAMAK:
ALTMIŞLAR VE YETMIŞLER .................................................... . . . . . ....................... 103
Renkliliğiyle müstesna bir zaman: Altmışlar ................. .......................... 106
Darbeler mevsimi başlıyor: 2 7 Mayıs 1960 ................................... .............. 112
"Altmış, tam delibozuk zamanıydı" ................................................................. 122
"Bir de gençlik boyutumuz vardı"....... ............................... . . . . . . . . . . . . . . . . ............... 126
12 Mart'a doğru: "iyice inandım örgütlü olmaya" ................................. 130
"Yetmişli yıllardan nefret ediyorum desem"............... . . . . . . . . . . . . . . .............. 134
"Gözümüzün önünde çatışmalar olurdu".................... ........... . . . . ... ... ..... . 142
"Parlamentoda Demirel, sokakta Türkeş"................... ......... . . . . .. . . . . .............. 149
12 Eylül'e çıkan yollar............ .............................. .................... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ............. 154
"12 Eylül bizi çok yordu"........................................................................................ 161
Darbelerin yarattığı bulanıklık ve kavramsal kargaşalar.................... 169
BEŞiNCi BÖLÜM
GEÇMiŞ ANLATISINDAKI fARKLI izLER:
TOPLUMSAL SINIF VE CiNSiYET .......................................... .. ... ..... .......... 179
Sınıfsal farklılaşmalar ................................................................................................ 180
Yokluklar ve yoksulluklar: "O zaman yoktu" ..................... ....... ..... .......... 192
"Bak bunlar anneannemin taş plakları"....................................................... 196
Belleğin cinsiyeti .......................................................................................................... 205
"Rahmetli babacığım" ........................................................................................... 209
ALTINCI BÖLÜM
ZAMANSAL EViN DiNMEYEN HASRETi:
NOSTALJi VE BELLEK ...................................................... ............... ........................ 219
Zamansal eşik: "1980 sonrası" .......................................................................... 221
"Eski Türkiye yok" ........................ ................................................................................235
Ölüp gidenler ve cemaat hissinin kaybı
ya da "Nereye gitti bizim gibi insanlar?" ..................................................... 237
"Yarınlar hep kötü geldi, biliyor musunuz?"............................................... 243
9
editörüm Melike Işık Dumıaz'a ve emekleri için lletişim Yayın
ları'nın diğer çalışanlarına teşekkür ederim.
Zaman zaman benimle birlikte kafa yoran, önerilerde bulu
nan ve bu yoğun süreçte metinsel dünyanın dışına çıkarak eğ
lenmemi, rahatlamamı sağlayan dostlarım Umut Yener Kara ve
Furkan Dilben'e de teşekkür borçluyum. Annem Bircan, ba
bam Ekrem ve kardeşim Gözde'nin her konudaki emekleri ve
destekleri tarifsizdir. Görüşmecileri bulmamda onların katkısı
büyüktür. Aynca boğulduğumda neşeye, yorulduğumda gerek
li güce ulaşmamı sağladılar. Bana olan koşulsuz inançları ve cö
mert destekleri için bu güzel üçlüye tarifsiz minnet doluyum.
Ve son olarak yaşamın her anını benimle paylaşan Ozan Çö
melekoğlu'na bir gönül borcum var. Yazım aşamasının önem
li bir kısmı bunaltıcı pandemi dönemine denk gelen bu çalış
manın kesintisiz devam edebilmesi onun sayesindedir. Deste
ği, eleştiri ve önerileriyle beni daima motive etti. Varlığı ve sev
gisi eksik olmasın.
10
ÖNSÖZ
11
da kullanmaya başlarken, sosyal bilimciler ve özellikle sosyo
loglar da "bellek çalışmalan"na eğildiler. Anlatılarda birleşen
ler ve ayrılanlar, eşit derecede önem kazandı. Aynca konuşan
ların anlatısı, daha önce görmediğimiz, kaçırdığımız, gölgelen
miş pek çok unsuru da göz önüne çıkarmaya başladı. Bu çerçe
vede bu özel bağlamlarla genel eğilimleri ve kolektivite mesele
sini birleştirebilenler başarılı çalışmalara imza attılar, tıpkı eli
nizdeki kitap gibi...
Sosyal bilimler, "toplumsal"ın, yani kolektif olanın peşin
dedir elbette. Daha önce topluma bir bütün olarak bakılması
gerektiğine dair varsayımın arkasında duran pozitivist ve/ve
ya açıklamacı eğilimler, modeller; bireyi, özneyi ister istemez
ihmal etmişti. Öznenin yeniden keşfi ile toplumsal meselenin
özneyle olan ilişkisi de yeniden kurulmuş oluyordu. Bu kuru
lumda kuşak çalışmalarının önemi ortadaydı. Özneler, men
sup oldukları kuşakların temel eğilimlerini, düşünme biçimini
ve söylemini temsil eden ve o arada yine kuşaksal kolektivite
nin dışına çıkan durum ve yaşantıları ile, yine o kolektivitenin
ne'liği hakkında fikir vermekteydi. Kuşakların belirginleşen sı
nırlan da böylece görünür oldu. Zira tek tek hikayelerde biri
ken ortaklıklar ve farklılıklar kuşakların varlığına, toplumsal
la ilişkilenme biçimine, olan bitenlerden etkilenme biçimine ve
bizatihi kendilerinin tarihsel etkilerine işaret ediyordu. Belirli
yaş gruplarında bu tür izlerin ortaya çıkmaması halinde ise ku
şağın varlığı silikleşmekteydi. Kuşağın varoluşunun altını çizen
şey, anlatıda ve söylemde onun etkilerinin açıkça görülmesi ve
duygu ve deneyimlerinin ortak noktalarda birleşebilme yetene
ğidir. Onun dışında kuşak kendi tarihine değil, içinde aktığı ta
rih o kuşağa etki ediyor demektir ve kuşak bu etkiler karşısın
da silikleşerek bir "akran birliği" halinde kalır. 1 960'ların ve
1970'lerin akranlarını kuşak yapan, işte bu etki etme ve ortak
duygu ve deneyimlerde birleşme yeteneğidir. Bu, anlatıda ken
disini korumaktadır; biz onu artık her anlatıda teşhis edebiliriz.
Çalışkan doktora öğrencim sevgili Özge Özdemir, doktora tezi
olarak bu konuyu seçtiğinde, işte esas olarak bu teşhisin peşin
deydi. Öncelikle bu kuşağın müzik eğilimleri ile işe başlamış-
12
tı. Niyeti izleri dinlenilen, yani hala ortak duyguyu taşıyan ve
temsil eden şarkılarda bulmak ve bunun üzerinden kuşağı teş
his etmekti. Ancak görüşmeleri çoğaldıkça bakış açısı da geniş
ledi ve ortaklığın görülebileceği eşiklerin ne kadar fazla oldu
ğunu gördü. Böylelikle, bu kuşağı nitelememizi sağlayacak ge
niş yelpazeye yayılmış bir anlatı birliği üzerinden, onlar içinde
ki çeşitlilikleri de ihmal etmeden, kuşağın varlığını ve özel nite
liğini, daha önemlisi tarihle (döneminin toplumsallığıyla) iliş
kisini gösterdi. Bu kuşak hakkında çok konuşuldu, çok yayın
yapıldı. Ancak bunların ezici çoğunluğu bu kuşak içinde öne
çıkan politik kişilerin hikayeleri ve anıları üzerinden kurul
muştu. Burada ilk kez kuşağa mensubiyeti bakımından gevşek
veya sıkı siyasi ilişkilenmelerine bakılmadan, her nevi öznenin
araştırmaya dahil edilmesiydi. Bu yolla kuşağın çok daha iyi te
mellendirilmiş bir görüsü, siyasi etki ve amaçlardan olabildi
ğince arındırılmış daha "saf' sosyal bilimsel bir gösterimi orta
ya çıktı. Dolayısıyla bu araştırma, bu döneme ilişkin kuşak ça
lışmaları ve çalışmada kullanılan yöntemin ayrıntıları bakımın
dan da bellek çalışmasının incelikleri hakkında büyük bir kat
kıyı temsil etmektedir. Böylelikle 1960'ların ve 1970'lerin ak
ran birliği, her ne kadar siyasi niteliği ile bilinen bir kuşak gibi
görünmüş ve öyle gösterilmiş olsa da, esas olanın bu siyasi nite
liği aşan bir ortak yaşantı ve duygu birliği olduğu da görülüyor.
İşte bu nitelikleriyle, aynca güzel dili ve anlatımı serimlemede
ki başarısıyla, elinizdeki kitap öncü ve yaratıcı bir örnek olarak
literatürde özel yerini fazlasıyla hak etmektedir.
SUAVi AYDIN
13
GiRiŞ
12 Eylül üzerine yapılan çalışmalardan ikisi için bkz. Göze Orhon, The We
ight of the Pası: Memory anıl Turkey's 12 September Coup, Cambridge Scholars
Publishing, 2015; Elif Karacan, Remembering the 1980 Turkish Military Coup
d'F.tat: Memory, Violence anıl Trauma, Springer, 2015.
15
yasi belirlenimin çok yoğun hissedildiği bir zamansal deneyim
sahası olduğudur. Bu saha içerisinde yeni bir toplumsal muha
lefet alanı ortaya çıktığı görülüyor. Öyle ki siyaset, toplumsal
tabanda hiç olmadığı kadar yayılarak aynı anda özgürlükçü ve
çatışmacı bir karaktere bürünüyor. Bunun yanı sıra ebeveynle
rinden ayrışan bir gençlik kültürünün, önceki kuşaktan farklı
giyim-kuşam stillerinin, yeni müzik türlerinin, zamanın ruhu
nu her yana taşıyan sinemanın, tiyatronun, radyonun ve "oku
ma" eylemine kapı aralayan türlü basılı materyalin damgasını
vurduğu bir dönem karşımıza çıkıyor. Siyasetin ve yeni kültü
rel pratiklerin her anı doldurduğu bu yıllar, öznel ve kolektif
deneyimde kalıcı etkiler bırakan bir aralığa dönüşüyor. O yüz
den, böyle bir dönemin bireysel belleklerde ortak bir etki yara
tarak ayırt edici bir kuşak deneyimi ve belleği yaratığını rahat
lıkla söyleyebiliyoruz.
Bu etkinin izini sürebilmenin yolunun ise deneyim ve hatır
lama uğraklarında gezinen, öznenin merkezde olduğu ve birey
sel anlatılara dayanan bir araştırma tasarlamaktan geçtiğini dü
şünüyorum. Bunun için kırklı ve ellili yıllarda doğmuş otuz beş
kişiyle gerçekleştirdiğim derinlemesine görüşmeler çalışmanın
temel izleğini oluşturdu.2 Bu izleğe dayanarak altmışlı ve yet
mişli yıllarda toplumsal hayata karışmış, kuşağın farklı aidiyet
lere sahip "sıradan" üyelerinin geçmişi nasıl anlamlandırdığını
sorgulamaya çalıştım. Böylece Türkiye'nin bu ilgi çekici yılla
rının tekdüze bir belleğinden ziyade, farklı deneyimleri ve öz
nellikleri öne çıkaran çoğul bir bellek anlatısını görünür kıl
mayı amaçladım. Bu doğrultuda, görüşmelerde cevabını aradı
ğım temel soru, altmışlı ve yetmişli yıllardaki belirli olayların
nasıl hatırlandığı değil, bu yıllara dair nelerin hatırlandığı oldu.
16
Bu tercih, görüşmecilerin bireysel ve kolektif düzlemde rahat
ça gezinerek anlatılarının çeşitlenmesini ve çoğalmasını sağla
dı. Aynca görüşmeler sırasında dinlediğimiz dönem şarkıları
nın da bu rahatlığa katkısını göz ardı etmemek gerek.
Çalışma boyunca "belleği" en basit haliyle insanların geçmi
şi anlamlandırma biçimlerine karşılık gelecek şekilde kullanı
yorum. 3 İçerisinde bulunduğu toplumsal çerçeveye bağlılığıy
la ve bu çerçevenin hatırlama süreçlerine etkisiyle beraber dü
şünülmesi gereken bellek kavramı,4 geçmiş ve şimdiki zama
nın birbiriyle ilişkilendiği, dinamik ve yeni etkilere açık bir an
lam çerçevesi temelinde, çalışmanın esas analitik aracı olarak iş
görüyor. Bununla bağlantılı olarak, "kolektif bellek" kavramı,
belleğin toplumsal ve kültürel bir olgu olduğunu vurguluyor. 5
Bu kavramlara ve bunların etrafında gelişen kuramsal arka pla
na dayanan bu çalışmada temel olarak altmışları ve yetmişle
ri bizzat deneyimleyen öznelerin bireysel hatıralarındaki ortak
örüntüler üzerinden, bu yılların kolektif belleğini anlamaya ça
lışıyorum. Başka türlü söylersek, burada öznelerarası bir bellek
yaklaşımını benimseyen, tarihsel ve toplumsal bağlama sıkı sı
kıya bağlı, anlamayı esas alan bir sürecin peşinden gidiyorum.
Öznelerarasılık kavramı, basitçe "insanların bakış açılan ara
sındaki olası ilişkilerin çeşitliliği" anlamına gelir. 6 Çalışmada,
özneler arasında kurulan ilişkisel anlamlandırma sürecinde bir
araya gelen farklı perspektifler, kuşak deneyiminde ve kolektif
bellekte cisimleşen ortak anlamlar kümesini ortaya sermeye ya
rıyor. Bu bakımdan öznelerarasılık, mesele kolektif bellek olsa
da hatırlayan öznenin daima birey olduğu, belleğin her zaman
için diğerleriyle paylaşılanlarla ilişki halinde biçimlendiği ve bu
17
ilişki çerçevesinde deneyimlerin belleğin bir parçası haline gel
diği kabulüne işaret ediyor.7 Ancak bu, bireysel belleklerin tek
düze bir içeriğe sahip olacağı anlamına gelmemeli. Aksine "or
tak bir olayı deneyimlemiş kişilerin bellekleri hiçbir zaman ay
nı değildir, çünkü her birinde somut anılar farklı çağrışımlan
ve duygulan uyandınr" .8
Bu farklı çağnşımlann veya farklı dünya görüşlerinin arasın
da kurulan ilişkiselliği bir arada sunabilmenin en iyi yolunun
ise Bahtinci anlamda diyalojik bir düzlem kurgulamaktan geç
tiğini düşünüyorum.9 Çünkü bu diyalojik düzlem, ortak bir za
mansal deneyime sahip farklı öznelerin bakış açılannın çokses
li ilişkisine zemin sunduğu gibi, araştırmacı olarak benimle gö
rüşmeciler arasında kurulan ve geçmişten bugüne gidip gelen
diyaloğu da içerme gücüne sahip. Bu bakımdan burada bir ku
şağı oluşturan farklı öznelerin bakış açılannın ve seslerinin ço
ğulluğunu düzenleyen ve bu çoğulluğun yazım sürecine akta
nlmasını ve farklı metinlerden alınan parçalarla bir araya gel
mesini sağlayan diyalojik tutum, çalışmamda anlam üretme
nin bir yöntemi olarak iş görüyor. Böylece, birer metne dönü
şen görüşme transkripsiyonlanndan parçalann, farklı türdeki
metinlerden yapılan alıntılann, dönemin gazete haberlerinin ve
benim tüm bunları anlama, yorumlama ve bütünlüklü bir an
latıya dönüştürme sürecimin bir araya geldiği bir geçmiş anla
tısı ortaya çıkıyor.
Son olarak, çalışmanın odaklandığı dönem altmışlı ve yet
mişli yıllar olmakla birlikte görüşmecilerin çocukluk yılları-
18
na denk gelen ellili yılların da anlatılarda çokça yer tuttuğu
nu göreceksiniz. Çünkü merkezde altmışlı-yetmişli yıllar ol
makla birlikte belleğin doğası gereği farklı yönlere, daha uzak
bir geçmişe, bugüne ve geleceğe uzanan bir hikaye söz konu
su. Bu hikayenin Birinci Bölüm'ü, belleğin popüler bir araştır
ma nesnesi haline gelmesine yol açan gelişmelerle ve kuramsal
tartışmalarla başlıyor. İkinci Bölüm'de geç Osmanlı dönemin
den başlayarak Türkiye tarihi içerisinde "zaman" deneyiminin
farklılaştığı uğrakları ve geçmişin şimdiki zamandan uzaklaştı
ğı hissini kuvvetlendiren "bellek krizleri" ile devam ediyorum.
Bunu ellili yıllardan başlayarak günümüze ulaşan kısa bir tarih
sel bir arka plan takip ediyor. Üçüncü Bölüm, görüşmecilerin
temsilini oluşturduğu yaş grubunun kuşak deneyimindeki kül
türel pratikleri ele alıyor. Tarihsel olayların ortak deneyimine
odaklanan Dördüncü Bölüm, dönemin hatırlanan olaylarının,
bireysel ve kolektif momentlerin kesişim alanında nasıl yorum
landığına yer veriyor. Beşinci Bölüm, toplumsal sınıfın ve top
lumsal cinsiyetin geçmişin hatırlanma sürecine etkisini tartışı
yor. Altıncı Bölüm ise seksenli yılların nasıl bir kırılma yarattı
ğını tartışarak başlıyor ve geçmişe bakmanın bir modu olarak
görebileceğimiz nostalji tartışmasıyla son buluyor.
Kısacası, bu kitapta dönemi deneyimlemiş kişilerin anlatı
larının rehberliğinde zamansal deneyim, kuşak ve bellek uğ
raklarında gezinen bir anlam dünyasına yol alıyoruz. Altmış
ları ve yetmişleri deneyimlemiş kuşağın, kendisini içinde var
lık olarak hissettiği bir zaman diliminin hikayesinin peşinden
gidiyoruz. Bir kuşağı ve bireyi var eden şey, var olma bilinci,
"biz" duygusu ve biricik kılınarak yaşanan zamandır. Burada
bu biricikliğin öznel anlatılarında beliren ortak noktalar üze
rinden dönemin kolektif bellek repertuarına ulaşmaya çalışı
yorum. Bu repertuar aynı zamanda nelerin altının kalın ola
rak çizildiğini, bu kuşağın hayatı nasıl anlamlandırdığını veya
hayatı nasıl sürdüreceğini tayin ettiği ana istikametleri de ve
riyor bize. Böylece öznelden yola çıkıp ortak duygu ve ortak
bellek üzerinden bu kuşağın diğer kuşaklardan nasıl farklılaş
tığı hakkında fikir sahibi olacağız. Altmışlı ve yetmişli yılların
19
siyasal, toplumsal ve kültürel devinimleriyle zaman içinde ve
zamanla yoğrulan bu anlam dünyası içerisinde kümelenen dü
şünceler ve hisler, bu kuşağı diğerlerinden ayırt etmemize ya
rayacağı gibi, aynı zamanda bu kuşağın paylaştığı kolektif bel
lek unsurları üzerinden dönemin ethosunu anlama imkanına
da kavuşacağız.
zo
BiRiNCi BÖLÜM
ZAMANSAL KIRILMALAR
VE BELLEK KRiZi
Charles Baudelaire, "Çalar Saat", Kötülük Çiçekleri, çev. Ahmet Cevdet, Adam
Yayınlan, lstanbul, 2001 , s. 205.
2 https://edition.cnn.com/traveVarticle/norway-sommaroy-island-time-free-zo-
ne/index.html (erişim 23.08.2019).
21
yimlendiği günümüz dünyasında "saatlerin zorundan kurtul
muş bir zaman"3 istencinin cezbedici olması şaşırtıcı değil. Ne
de olsa bu haberin bu denli popülerleşmesi günümüz dünya
sında zaman ve mekan deneyiminin hızı karşısında bireyin his
settiği çaresizlikle yakından ilişkili. Öte yandan "saatsiz" bir ri
tim arzusu zamana yönelik yepyeni bir tasarı değil, geçmişte
bıraktığımız bir zamansal kavrayışın özlemi sadece. 1884 yılın
da Washington'da düzenlenen 1. Uluslararası Meridyen Konfe
ransı öncesinde, genel kabul gören zaman dilimleri dahi yoktu.
O yüzden jason Scott Smith'in Birleşik Devletler'in erken ulu
sal dönemi ( 1 776- 1840) için söylediklerinin diğer coğrafyalar
için de kabaca geçerli olduğunu söylemek sanıyorum hatalı ol
mayacaktır:
22
kilenmeyen, böylelikle durmaksızın ilerleyen elektrikli mo
dem saat,5 modem düşüncenin üzerine temellendiği ilerleme
fikri ile saatleri sonunda uyumlu hale getirmeyi başardı. Ön
cesinde saatler "zamanın akışkanlığını" yansıtamıyordu,6 fakat
bundan böyle zaman durmaksızın ilerleyebilirdi. Bir süre önce
geride kalan sanayi öncesi döngüsel zamansallık anlayışı yeri
ni doğrusal zamana bırakırken, döngüselliği hatırlatan yuvar
lak form, geçmişin bir anısı olarak modem saatlerde yaşama
ya devam etti.
Zamanın bölgesel zaman dilimlerine göre niceliksel olarak
homojen hale gelmeye başlamasıyla birlikte, bir yandan "ka
musal zaman her geçen gün mekan boyunca daha türdeş ve ev
rensel hale geliyor,"7 diğer yandan da zaman ve mekan dene
yiminde ciddi bir değişim yaşanıyordu. Bu değişimin izlerini
Zaman ve Uzam Kültürü (1880-1918) isimli çalışmasında süren
Stephan Kem,8 döneme ait "kültür üzerine genellemeler" ya
parak "telefon, telsiz-telgraf, X ışınlan, sinema, bisiklet, otomo
bil ve uçağın" zaman ve uzam deneyimindeki değişime mad
di temel sağladığını, "bilinç akışı romanı, psikanaliz, Kübizm
ve görecelik kuramı gibi bağımsız kültürel gelişmelerin" ise bu
yöndeki bilince şekil verdiğini aktarır. Kem'in ele aldığı dönem
boyunca zaman ve uzam deneyimindeki farklılaşmaları tek bir
sav altında bir araya getirmek olanaklı değilse de, vurgulanması
gereken önemli değişikliklerden biri "zamanların ve uzamlann
çoğulluğunun doğrulanmasıdır". 9 Keza toplumsal yaşama öz
gü zamanın, Helga Nowotny'nin10 belirttiği gibi "birçok yüzü"
vardır. Üstelik dünya üzerindeki tüm insanlar, şimdi ve geç-
24
lışmalara alan açtı.16 Aynı çalışmasında bellek mefhumuna da
değinen Durkheim, belleği sadece anma ritüelleri ve gelenek
sel toplumlarla ilişkili olarak ele almış olsa da, kolektif kimliğin
önemini ve her toplumun geçmişle devamlılık duygusu temelin
de bir ilişki kurduğunu vurgulaması bakımından oldukça önem
lidir. 1 7 Ancak beni burada asıl ilgilendiren Durkheim'ın toplum
sal zamana ilişkin fikirleriyle yoğrulan öğrencisi Maurice Hal
bwachs'ın bellek mefhumuna verdiği yön olacak. Böylece artık
Halbwachs'ın kolektif bellek yorumuyla sistematik bir yaklaşım
olarak başlangıcı işaretlenen bellek çalışmalannın ilk evresi baş
lamak üzere. Ancak Halbwachs'ın bellek çalışmalanna sağladığı
kurucu katkılan ele almadan önce geçmişin kavranışında oluşan
değişimlere ve bunun yarattığı 19. yüzyıl "bellek krizine"18 kısa
ca değinmek istiyorum. Zira Halbwacs'ın biçimlendirdiği kolek
tif bellek mefhumu, bir bütün olarak 19. yüzyılda zaman kavra
mı üzerine yürütülen tarUşrnalardan ve çağın gündelik deneyim
lerinden bağımsız ortaya çıkan bir tür hudayinabit değildir.
25
limi, Reinhart Koselleck'in tarihsel semantik analizine göre 17.
yüzyıl tarihyazımında "bugün"ü geçmişten ayıran bir dönemsel
leştirme kavramı olarak kullanılmaya başlayan, modem çağ an
lamındaki Almanca Neuzei.t (kelimenin tam anlamıyla "yeni za
man") sözcüğünün, geçmişle geriye dönük bir ilişkiden ziyade
kendi başına yepyeni bir dönem olarak "yeni zaman" anlamına
evrilmesi ancak 18. yüzyılın sonunda gerçekleşmişti. Dönemin
tarih anlayışına uygun şekilde "ilerleme" kavramı, yenilenme
nin asli olduğu bir tarihsel zamanı oluşturuyor, her iki kavram
da "gelecek beklentilerin ufkunu" önceki dönemlerden farklılaş
tırıyor ve genişletiyordu. Bu yeni zamanda artık "geçmişten gele
cek için sonuçlar çıkarmak" mümkün değildi.21 Oysa "geleceğin
geçmişi kopya euneyip ötesine de giunediği"22 önceki zamanlar
da, insan zihni katedeceği yolu görebiliyordu. Bu nevi şahsına
münhasır yeni zamanda ise geleceği belirleyecek olan yalnızca
"bugün"dü. Dönemin zaman anlayışına eşlik eden bir diğer un
sur ise zamanın hızlandığının duyumsanınasıydı. Hızlanmış bir
zaman ve/veya tarih algısının temelinde yatan ise esasında deği
şimin hızıydı.
yüzyılın ikinci yansında başladı. Lakin bundan daha da önemlisi, 1789 tarih
li Fransız Devrimi toplumsal ve siyasal alanı yepyeni bir tarzda düzenleyerek
geçmiş ve şimdi arasında keskin bir aynını da beraberinde getirdi. Üstelik bu
yalnızca Fransız toplumunu etkileyen bir yenilik olmanın ötesinde, tüm Av
rupa'ya tesir eden bir dalga yaşanmasına sebep oldu. Dahası 1792-1802 yıllan
arasında Fransız Devrim hükumeti ile Avrupalı devletler arasında süregiden
Devrim Savaşlan'nın ortaya serdiği kaos ve dehşet ortamı, bugün ile geçmiş
arasında bir mesafe yaraıu. Geçmiş ile şimdinin kıyasında duyumsanan fark
lılık birçok araştırmacı tarafından zamana yönelik bir duygudurum hali olan
(modem bir olgu olarak) "nostalji" kavramının gelişmesine de kaynaklık et
ti. Örneğin nostaljiyi, daimi yenilik temelindeki "ilerleme kavramına bağım
lı modem bir olgu" olarak gören Peter Fritzsche'nin sözleri, sözünü ettiğim
duruma açıklık getiriyor: "Nostalji araştırması Fransız Devrimi sonrasındaki
otuz yıl boyunca hem kamusal hem de özel alanlarda daha keskin bir zaman
sal kimlik anlayışını ortaya koyar. Böylelikle bellek tarihine ve şahsi bir tarih
selleştinneye ilişkin bilgiye katkıda bulunur" (Fritzsche, "Specters of History:
On Nostalgia, Exile, and Modemity", The American Hisıorical Review, cilt 106,
sayı 5, 2001, s. 1589).
21 Reinharı Koselleck, Fuıures Pası: On ıhe Semanıics of Hisıorical Time, Colum
bia University Press, New York, 2004, 196-197.
22 François Hartog, Tarih, Başkalık, Zamansallık, çev. Emin M. Ôzcan, Levent
Yılmaz ve Adnan Kahiloğullan, Dost Kitabevi, Ankara, 2000, s. 204.
26
19. yüzyıl boyunca teknolojik gelişmeler birbiri ardına geli
yor, bilindik her şeyi değiştirerek yeni bir deneyim alanı açıyor
du. Trenler zamanda katedilen mesafeyi azaltıyor, telgraf mesa
jın oldukça kısa sürede iletilmesini sağlıyor, fotoğraf zamanda
ki bir anı gelecekteki zamana taşıyabiliyor, fonograf sesin son
raki zamanda da duyulabilmesini sağlıyor, sinema ise cereyan
eden hareketi kaydedebiliyordu. Bunlar içerisinde özellikle fo
nograf ve sinema üzerinde duran Kern'e23 göre bu iki keşif "in
sanların kişisel geçmişlerini deneyimleme biçimlerini ve kolek
tif tarihsel geçmişi değiştirdi". Bu aynı zamanda "belleği koru
ma ve geri çağırma yollarının" kökten değiştiğinin işaretiydi.24
Zira artık geçmişe yeniden bir bakış atabilmenin çeşitli yolları
nı ortaya koyuyordu. Fonograf bir an için işitilip anın akışın
da kaybolacak sesçil momentleri kaydedip tekrarlayabilmekte,
"tıpkı fotoğraf gibi, insanı ölümsüzlüğe bir nebze olsun yakın
laştıramamış olsa da en azından geçiciliğin sonuçlarını hafifle
tebilmiş bir alet olarak görülmekteydi". 25 Bunlar değişimin esas
ilke olduğu "yeni zaman" düzeninde ucu bucağı belirsiz gele
cek zamanın açıklarına doğru yol alırken geçmişe açılan za
man geçitleri gibi bir ferahlık duygusu, naif bir avuntu yarat
mış olsa gerek. Çünkü anlaşılan o ki 19. yüzyıl itibariyle geçmi
şin duyumsanışına giderek daha çok bilinmezlik karışıyor, Da
vid Lowenthal'in26 deyişiyle geçmiş artık "her zaman her yerde
bulunmaktan çıkıp nostaljik bir sisin içerisinde uzaklaşıp kay
boluyordu".
Öte yandan, geçmişle ilişkinin bu denli belirsiz olması 19.
yüzyıl insanının kültür dünyasının geçmişle ilişki kurmasında
bir boşluk yaratarak Richard Terdiman'ın "bellek krizi" ola
rak adlandırdığı tedirginliğe yol açtı. Eğer geçmişi inşa ede
nin bellek olduğunu yahut belleğin geçmişle kurulan bir iliş-
27
ki kipi anlamırıa geldiğini söylüyorsak,27 böylesine uzak ve ya
bancı bir geçmişin bugünün anlam dünyasındaki yeri neydi?
19. yüzyıl bellek krizinin çıkış noktası işte bu soru oldu. Fer
dinand Tönnies'in geleneksel aile ve köy temelli cemaat tipi
topluluklardan modemitenin kentsel-kapitalist temelli toplu
muna geçişe vurgu yaptığı Gemeinschaft-Gesellschaft modeli
ne işaret eden Terdiman'a28 göre, "geleneksel toplumlarda in
sanlar ve nesnelerin geçmişleri ve anlamlan açıktı" . Ancak ye
ni toplumsallık düzeninde geçmişe bakarak şimdiki zaman
da cereyan eden yeni davranışları yorumlamak imkansız ha
le geldi. Barbara Misztal'ın29 özetlediği haliyle, Avrupa'da ar
tarak devam eden sanayileşme, kentleşme, modernizasyon ve
ilerlemeye yönelik yeni sorgulamalar, söz konusu bellek krizi
ni daha da derinleştirirken, geleneğin ortadan kalktığı ve kül
türün kendi geçmişiyle bağının zedelendiği, sözlü gelenek za
yıflarken popüler basının yükselişe geçtiği ve zorunlu eğitim
le birlikte kültürün demokratikleşmesinin yaygın hale geldiği
bu dönemde, belleğin kendisi ve korunma biçimi değişim ge
çiriyordu.
Terdiman'ın30 özellikle altını çizdiği üzere tüm çağlar boyun
ca tüm toplumlarda geçmişle gergin bir ilişki kurulmuş olması
muhakkaktır, ancak "uzun 19. yüzyıl"31 olarak da anılan aşağı
yukan 1 789- 1920 arasında, geçmişle kurulan ilişki "tuhaf bir
şekilde travmatik, bilhassa yeni ve korkunç görünüyordu". Üs
telik bu silik ve tedirgin ilişki, l 9 l 4'te başlayan Birinci Dünya
Savaşı'nın ortalığa saçtığı vahşet ve korkuyla daha da derinleş
ti. Çünkü "savaş tarihsel dokuyu yırtarken aniden ve geri dö
nülemez bir biçimde herkesin geçmişle bağlannı kopardı"32 ve
28
eski tanıdık zamanlara ait geçmiş ile savaş döneminde cereyan
eden korku dolu, nahoş sürprizlere açık şimdiki zaman ara
sındaki mesafenin daha da açılmasına neden oldu. Savaşa ta
nık olan kuşağın savaş öncesi ve esnasında gündelik yaşamla
rındaki keskin farklılıklar karşısında yaşadığı şok öyle şaşkın
lık vericiydi ki, "Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden [bu]
kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda,
çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların al
tında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı kü
çük, korumasız insan bedeni".33
Yaşanan bu deneyim, Avrupa'nın "uzun 19. yüzyılı"nda ya
şanan bu gelişmeler, bellek çalışmalarının merkezine oturarak
onu biçimlendiren travma söyleminin zemini olan faktörlere
de karşılık geliyor. llkin bir tür modernlik travması da diyebile
ceğimiz bu durum Birinci Dünya Savaşı'nın yaşattığı dehşet ile
daha da tırmandı. Savaşın geçmiş ile bugün arasında yarattığı
boşluk, birçokları tarafından çağdaş travma söyleminin34 ve ay
nı zamanda zamansallık, deneyim ve ulusal belleklerle ilgili al
gıda yaşanan değişimin başlangıcı olarak kabul ediliyor.35 Hat
ta savaşla birlikte maddi ve manevi dünyayı algılayışta hayal
edilemeyecek denli zorlanmaya işaret eden Walter Benjamin'e
göre deneyimin mahiyetindeki değersizleşme o kadar derindir
ki hikaye anlatıcısının da beslendiği dilden dile dolaşan dene
yim artık paylaşılamaz, anlatılamaz hale gelir.
Ayrıca bu birbiriyle bağlantılı iki travma, modernlik ve sa
vaş deneyiminin yarattığı sarsıntı, burada ele alınan modern
Avrupa tarihselliğinden önemli farklılıklara sahip "modernleş
me" ahvalini yakalamaya çabalayan geç Osmanlı ve onun ar
dılı Türkiye için de geçerlidir. Modernliğin ve Birinci Dünya
Savaşı'nın geçmişle ilişkide yarattığı değişim, Türkiye'de farklı
şekillerde duyumsandı elbette. Dünya Savaşı'nın ardından Os
manlı geçmişini resmi olarak reddeden, yeni bir rejim ve top-
33 Walter Benjarnin, " Proust imgesi", Son Bakışta Aşk, der. Nurdan Gürbilek,
çev. Orhan Koçak, Metis Yayınlan, lsıanbul, 2012, s. 78.
34 Olick, Vinitzky-Seroussi ve Levy, "lntroduction", s. 26.
35 Olick, Vinitzky-Seroussi ve Levy, "lntroduction", s. ll8.
29
lumsallık düzeninde şekillenen bir ulus-devlet söz konusuy
du. Bu geçiş bir yandan akut bir bellek krizini doğururken bir
yandan da savaş, kahramanlık mitleri/hatıraları üretilmesine
yaradı. Daha sonra detaylandıracağını bu meseleye dair şimdi
lik yalnızca, Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı travmanın Tür
kiye toplumu ve kurumlan için başka türden bir etkisi oldu
ğunu söylemekle yetineceğim. Yine de modern Avrupalı ulus
lar ile modernleşen "diğer" uluslar için aynı anda söylenebile
cek olan ise, 19. yüzyıl itibariyle geçmişin "yabancı bir ülke"36
gibi uzak bir bilinmezlikle duyumsanır hale geldiğidir. Bu ba
kımdan kolektif zaman düşüncesinin de kolektif bellek kav
ramının da sosyolojik bakışın odağına yüzyıl sonunda -hat
ta ikincisinin savaş sonrasında- girmiş olması hiç şaşırtıcı de
ğil; ne de olsa bu , bir devrin acılı sonu yahut Fransızca deyiş
le fin de siecle'di.
31
toplumsal bir karaktere sahiptir; yalnızca bireysel deneyime ta
bi anlar ve şeyler bile başkaları sayesinde hatırlanır, "bunun se
bebi aslında hiçbir zaman yalnız olmamamızdır" .41 Bu bakım
dan bireylerin anılarını yerleştirip yeniden çağırabildikleri top
lumsal çerçeve dışında bir bellek olası dahi değildir.42 Bu çer
çeveyi kuran ise, geçmişle ilintili olarak oluşan fikir ve yargılar
zinciridir.43 Halbwachs toplumun sürekli olarak, anın koşulla
rına göre geçmişin bilgi ve deneyimlerini hesaba katarak uzla
şımlarını değiştirdiğini öne sürer. Değişen uzlaşımlara çoğun
lukla uyum sağlandığından, "toplumun üyelerinin her biri anı
larının yönünü kolektif hafızanın evirildiği yöne çevirir".44 Zi
ra bireyin bilinçten soyutlanarak kurduğu bir zamansal düzlem
mümkün değildir. Böyle bir bilinçten yoksun rüyalar bile önce
ki deneyimlerin çarpık bir yansımasından başka bir şey olamaz.
Halbwachs'ın bellek çalışmalarına bıraktığı en temel mi
ras, "toplumsal bir grup ile kolektif bellek arasında kurduğu
bağlantıdır".45 Halbwahcs'a46 göre toplumsal bir grubu bir ara
da tutan güç kolektif bellektir; keza kolektif bellek de ancak
grubun ömrü boyunca varlığını koruyabilecektir. Öte yandan,
kolektif bellek tek bir genel bellek çıkarımından ziyade çoklu
bir içerime sahiptir. Toplumsal grubu oluşturan bireylerin her
birinin zihinlerinde farklı hatıralar farklı yoğunlukta olabile
ceği gibi,47 her grup birbirinden farklı deneyim ve anlam hari
talarından sızıp kurulan belleklere sahiptir. Başka bir ifadeyle,
grup sayısı kadar çok kolektif bellek söz konusudur. Belirli bir
olay, farklı kolektif bilinçleri aynı anda etkileyebilse de grup
ların buna getirdikleri yorum ve olaya verdikleri mahiyet bir
birinden farklıdır.48 Halbwachs'a göre kolektif belleğin tarih-
32
ten ayrıldığı yer tam da burasıdır. Belleğin çoğul mevcudiye
tine karşılık "tarih tektir ve başka tarih olmadığım da söyleye
biliriz" .49 Halbwachs'ın "ölü bellek" olarak değerlendirdiği ta
rih, geçmişin aruk haurlanmadığı ve bu yolla yaşanmadığı du
rumda ortaya çıkar; soyut ve tekildir. Bellek ise tarihin tam
karşısında yaşanmışlığın ve canlılığın olduğu yerdedir: "Hafı
zamız öğrenilmiş tarihe değil, yaşanmış tarihe dayanır. "50 Hal
bwachs'ın tarih ve bellek arasında kurduğu bu karşıtlık, esa
sında 19. yüzyıl tarihselciliğinden kalma bir miras olup,51 da
ha sonraları Pierre Nora'mn körüklediği fikirlerden biri olsa
da, Klein'in ifade ettiği üzere bugün aruk "tarihin ve belleğin
gerçekten zıt olmadığını beyan etmek, yeni bellek söylemimi
zin klişelerinden biri haline gelmiştir".52 Aynı klişenin devamı,
ikisi arasında zıtlıktan ziyade diyalektik bir ilişkinin olduğunu,
ikisinin birbirini besleyerek tamamladığım vurgular.
Her ne kadar Paul Ricceur'ün53 övgüyle ifade ettiği üze
re "hafızayı doğrudan grup ya da toplum adını verdiği kolek
tif bir varlığa bağlamak gibi böylesine cüretkar bir felsefi karan
Maurice Halbwachs'a borçlu" olsak da, bellek çalışmaları Hal
bwachs'ın ardından coşkunlukla gelişme gösteren bir alan ol
madı. Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı'mn yarattığı karan
lık ve geçmişten kopuş hissi, lkinci Dünya Savaşı süresince da
ha da perçinlendi. Savaşın sona erdiği ve Halbwachs'ın toplama
kampında öldüğü l 945'ten sonrası ise, yıkılan kentleri ve trav
matize olmuş toplumu yeniden kurma, şimdiki zamanda bir te
lafi imkanı bulup geleceği tasarlama zamanıydı. Sistematik bir
alan olarak bellek çalışmalarından bahsetmek söz konusu de
ğildi. Savaş zamanından kalma dehşetli anılarla yüklü geçmişin
şimdiki zamana sızması henüz mümkün olmamışu belki de. Bu
33
sessizlik, ilk önce otobiyografik edebiyat, aile şecereleri ve mü
zelere yönelik artan bir ilginin yaşandığı l 970'li yılların son
larında bozulmaya başladı. 54 l 980'ler ise sessizliğin tamamen
yok olduğu, literatürde memory boom (bellek patlaması) ola
rak anılan süreci beraberinde getirdi. l 990'lı yıllar belleğe yö
nelik ilginin artan yayınlar ve konferanslara yansıdığı, 2000'ler
ise bellek çalışmalarının tam anlamıyla kurumsallaşuğı, hand
boo klar antolojiler, readerlann yayımlandığı ve alana adanmış
,
34
farklı disiplinleri aynı anda işe koşan bellek kavramının şemsi
ye niteliğini göz ardı ettiğini öne sürer. Bu anlamda, bütünleş
tirici tek bir teoriden ziyade, disiplinlerarası, karmaşık bir ala
na karşılık gelen bellek çalışmaları temel olarak bireylerin ve
toplumların nasıl hatırladıklarına odaklanır. 59 Hatırlama eyle
mi, anlatılar ve metinlere gömülü farklı niteliklere sahip dene
yimler arasında sıçrayarak, gündelik yaşamı oluşturan tarihsel
ve çağdaş güç ilişkilerini şimdinin biricikliği içerisinde yeni an
lamlara kavuşturan sürece karşılık gelir ve esasında bellek ça
lışmalarının kazıp çıkarmak istediği şey, bu anlam üretimi sü
recidir. 60 Ancak tüm bunlar bir yana, asıl sorulması gereken
seksenli yıllardan itibaren geçmişe dair neredeyse saplantılı de
recede büyüyen bu ilginin nasıl ve neden doğduğudur.
Buna cevaben Olick vd. bellek çalışmalarını yaratan şeyin
Holokost olup olmadığı sorusunu yöneltirler doğrudan.61 Ce
vap kısmen evettir; zira bellek patlamasından bahseden bir kişi
bir ölçüde Holokost anılarından da bahsediyordur. Klein'e gö
re "Shoah, tarihsel söylemin eleştirisi için bir tahlil örneği ola
rak ortaya çıktı. Tarihsel nesnelliğe yapılan eski çağrılar umut
suzca şüpheli hale geldi" .62 Zira Kattago'nun da ifade ettiği gi
bi, "Holokost'un anısı insan haklarıyla bağlantılı evrensel bir
kötülük sembolü olarak, insanlık onurunun evrensel kavramı
ve gelecekteki soykırımların önlenmesi arzusudur".63 Bellek li-
35
teratürü içerisinde l 980'lerden bu yana üzerine en fazla yazı
lan konuların başında gelen Holokost'un bellek çalışmaları için
güçlü bir motivasyon kaynağı olduğu çok açık. Bu yüzden, 1 9.
yüzyıldan bu yana gelişen ve iki dünya savaşı ve Holokost de
neyimi ile başka acılan da içine alarak yetmişli yıllardan itiba
ren merkeze oturmaya başlayan travma söylemi, bellek patla
masına neden olan etmenlerin harcı olarak karşımıza çıkıyor.64
Travma deneyimi ve söylemiyle ilişkili olarak sözü edilme
si gereken bir diğer mesele ise "tanıklık" tır. Travmatik olayla
ra özgü bireysel tanıklıkların toplamı, gerçekliğin kuruluşun
da .değerli bir kaynak olarak görülmeye başladı. Aynı zaman
da sözlü tarih çalışmalarını şekillendiren sözel tanıklıklar, ka
ba ve üstünkörü gerçekliklerin altındaki tekil deneyimleri gö
rünür kıldı. Aynca tanıklığa atfedilen bu yeni değer, gerçeklik
ve sözel tanıklık arasındaki aynını ortadan kaldırmanın yam sı
ra acele etmenin gerekliğine de vurgu yapıyordu.65 Keza bellek
nosyonunun yükselişe geçmesine 20. yüzyılın en karanlık gün
lerini yaşamış bir kuşağın artık hayata veda ediyor oluşunun da
etki etmesi bu yüzdendi. 66
Son olarak, hatırlama ile birlikte bellek kavramının iki yü
zünü oluşturan unutma edimine de değinmek gerekiyor. Geç
tiğimiz yüzyılın ağır deneyimlerini yaşamış kuşağın üyeleri
nin bir bir hayata veda etmesinin bellek kavramını hem aka
demi de hem de sivil toplum ve popüler kültürde öne çıkar
masının altında yatan itki esasında "unutma"dır. Pierre No
ra67 için, bu kadar çok bellekten bahsediyor oluşumuzun ne
deni esasında bellekten geriye çok az şeyin kalmış olmasıdır.
Paul Connerton'a68 göre de belleğe yönelik ilginin artmasında-
36
ki neden "modernitenin unutkanlık gibi bir sorununun olma
sıdır" . Andreas Huyssen ise unutmanın yaşanacağı eşiğe "bel
leğin alacakaranlığı" ifadesiyle işaret eder. Zaman ve teknolo
jik modernizasyonun hızı nedeniyle silikleşmeye başlayan ku
şağa özgü anılann alacakaranlık anı, ancak bir temsil ilişkisiy
le varlığına devam edebilir. Zira geçmiş, basitçe bellekte duran
bir şey değildir, aksine "belleğe dönüşmesi için dolaşımda ol
ması gerekir" .69 Belleğe saplantılı ve "ölümcül derecede amnezi
hastası"70 olarak tanımlanan çağdaş toplumlarda unutkanlığın
başlıca kaynağı toplumsal yaşamın aşina olunan yanlarını bü
yük bir değişime uğratan "insanüstü hız, akılda tutulamayacak
denli büyük megakentler, emek süreciyle bağı kopmuş tüketi
cilik, kent mimarisinin kısa ömrü, içinde yürünebilir kentlerin
ortadan kalkması"71 gibi süreçlerde gizlidir.
37
i KiNCi BÖLÜM
39
yanlan ele alan bir tarihsel izlek çıkarmak istiyorum. Bu doğ
rultuda bölüm içerisinde şimdiki zaman deneyiminin geçmiş
ten uzaklaştığı eşikleri ve bellek krizlerini çalışmanın odaklan
dığı tarih aralığını ( 1960-1980) da kapsayacak şekilde yorum
lamaya çalışacağım.
18. yüzyıl Osmanlısı, hakim sınıfların Batılılaştırılması te
mennisiyle Avrupa mobilyalarının ve modalarının ithal edil
meye başladığı ve böylece yeni bir hayat tarzının ortaya çıkma
sına gayret edildiği bir geçiş sürecidir.5 Kamusal alanda değil
se de 18. yüzyıl itibariyle evlerde Avrupa'dan ithal edilen saat
ler de yeni Avrupa modaları arasındadır. Ancak Feroz Ahmad,
18. yüzyıl hakim sınıfları arasında yaygın bir ilgi halini alan sa
at ithalatının zaman bilinci kazandırmadığını belirtir; "böyle
bir bilinç edinmiş olsalardı, ortaya çıkacak sonuçlar devrim ni
teliğinde olabilirdi".6 Avrupa'da ise zamanın en doğru şekilde
ölçülmesine ilişkin belirgin bir çaba söz konusuydu. 18. yüzyı
lın son çeyreğinde kabul gören kronometreyle, "zaman giderek
daha çok, saat rakkasının sahnmasıyla belirlenen mekanik bir
bölünme gibi görülüyor, zamanın oku hem ileriye hem geriye
bakışta doğrusal olarak düşünülüyor" ,7 geçmiş ve geleceğe ba
kış da saat tıkırtılarıyla eşzamanlı hale geliyordu. Osmanlı dün
yasında ise modernleşmenin zaman merkezli doğasının, üzeri
ne oturacağı bir zemin henüz yoktu.
lslami temele dayanan zaman, günü beş vakte bölen dua
döngülerine göre hesaplanıyordu. Kentlerde saati hesaplama
ya yarayan araçlar ise çok sayıdaki güneş saatinin yanı sıra ge
nellikle cami kompleksinin bir parçası olarak inşa edilen mu
vakkithanelerde (zaman evleri) ölçülüyordu.8 Osmanlı Devleti
ve Türkiye'nin tarihsel kimliğine işleyen alaturka-alafranga iki
liği saatlerde de görülüyordu. Yaygın olan elbette alaturka saat-
5 Feroz Ahmad, Modem Tü.rhiye'nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan, Kaynak Ya-
yınlan, lsıanbul, 2002, s. 35.
6 Ahmad, Modem Tü.rhiye'nin Oluşumu, s. 35.
7 Harvey, Postmodemliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri, s. 281-283.
8 Mehmet Bengü Uluengin, "Secularizing Anatolia Tick by Tick: Clock Towers
in ıhe Ottoman Empire and ıhe Turkish Republic" . lntemational ]oumal of
Middle East Studies, cilt 42, sayı 1 , 2010, s. 18.
40
ti; günbatımından gündoğumuna hesaplanarak O'dan 1 2'ye ka
dar iki defa sayılıyordu. Alafranga saat ise yalnızca denizcilik
te kullanıyor, toplumsal yaşamda bir karşılığı bulunmuyordu.
Osmanlı'da takvim de çok çeşitliydi. Her bir dini grubun ken
di takvimi vardı. Devlette ise çoğu alanda Muhammed Peygam
ber'in Mekke'den Medine'ye göçünü başlangıç yılı kabul eden,
yılbaşı Muharrem ayının l'i, yani 1 Mart olan Kameri Hicri tak
vim kullanılıyordu. Bunun yanı sıra 1 7. yüzyıldan itibaren, ay
nı zamanda Şemsi Hicri takvim denen julian takvim esasında
ki Rumi takvim de kullanılmaya başladı. Önceleri yalnızca ma
li ve ticari işlerde kullanılan bu takvim, Tanzimat reformlarının
neticesinde 1840'tan sonra devlet işlerinde her alanda yaygın
laştı. Hicri takvim ise ağırlıklı olarak dini işler için kullanılıyor
du, fakat karışıklıkları önlemek adına her iki takvimin aynı an
da kullanılması yaygın bir durum haline gelmişti. 9
1 884'te Washington'da düzenlenen Uluslararası Meridyen
Konferansı'nın katılımcıları arasında Osmanlı lmparatorlu
ğu'nu temsilen Ahmet Rüstem (Bilinski) Efendi de bulunuyor
du. Konuşma sırası kendisine geldiğinde alaturka saat sistemi
nin yarattığı sıkıntıların çok iyi farkında olmalarına rağmen,
ülkesinin milli ve dini karakterinin alaturka saati terk etmeleri
nin önünde engel olduğunu dile getirdi:
41
sistemine geçiş olanaklı değildi, ancak yine de 1884'te standart
saati gösteren iki saat satın alınarak, İstanbul'un iki noktasına
alaturka saatlerin yanına yerleştirildi.1 1 Bu esnada saat kullanı
mı özel ve kamusal alanlarda artış göstermiş olmakla birlikte
saatlerin çoğunlukla standart zamana göre ayarlanmadığını be
lirtmek gerekir.12 Öte yandan 1 884 konferansından sonra katı
lımcı tüm ülkelerin tereddütsüz bu düzenlemeye geçtiğini söy
lemek de doğru olmaz. Aksine ülkeler arasında değişen zaman
larda aşamalı bir geçiş yaşanmıştır. 13
Ancak Osmanlı toplumunun İslami temeldeki saat ve tak
vimlerinin modern devletlerin zamanıyla tamamen farklı ol
ması ciddi bir ayrışmaya işaret ediyordu. Bu bakımdan, Ahmet
Rüstem'in sözlerinde Osmanlı toplumu ile Avrupa toplumla
rı arasındaki temel bir fark da gizliydi: eşzamanlılık. 19. yüz
yıl Avrupası toplumsal hayatı düzene sokan bir dizi reform ve
bilimsel yeniliklerle şekillenmiş, okuryazarlık oranının arttığı,
kentleşme ve sanayileşmenin tamamlandığı, dolayısıyla tarım
sal toplum olmanın çok uzağına ulaşmış modem bir toplumdu.
Osmanlı için 19. yüzyıl, modernleşme çabalarının hız kazandı
ğı bir dönem olsa da değişim geçiren devlete toplumsal teme
li oluşturacak dönüşüm başarılamamıştı.14 Geç 19. yüzyıl itiba
riyle modernleşmenin maddi araçlarıyla donanmaya başlayan
başkent İstanbul insanında görebileceğimiz üzere çeşitli deği
şimler yaşanmaktaydı. Ancak bunlar, İstanbul dışında birkaç li
man kentiyle sınırlıydı. Dahası, zaman bilinci bakımından söy
lersek, 1912 yılında alaturka saatlerin resmen kaldınlması ida
ri bir zorunluluk olmasına rağmen, sıradan insanların yaşamla
rında hemen karşılık bulan bir değişiklik olmadı. Fakat bir sü-
11 Avner Wishnitzer, "Our Time: On the Durability o f the Alaturka Hour System
in the Late Ottoman Empire", lnıemaıionaljoumal of Turhish Studies, sayı 16,
2010, s. 65.
12 Uluengin, "Secularizing Anatolia Tick by Tick: Clock Towers in the Ottoman
Empire and the Turkish Republic" , s. 18.
13 Eviatar Zerubavel, "Social memories: Steps to a sociology of the pası", Qua!i
ıaıive Sociology, cilt 19, sayı 3, 1996, s. 283-299; lan R Bartky, "The adoption
of standard time", Technology and Culture, cilt 30, sayı 1 , 1989, s. 25-56.
14 Ahmad, Modem Türlıiye'nin Oluşumu, s. 46.
42
re sonra alaturka saatlerle alafranga saatler aynı anda taşınma
ya başladı.15 Bundan böyle eski ile yeni yahut geçmiş ile şim
diki zaman aynı anda deneyime sızıyordu. Aralannda bir aynş
manın, birbirinden uzaklaşmanın gerçekleşmesi için Cumhuri
yet reformlannı beklemek gerekiyordu.
43
mından da son derece işlevsel bir yana sahipti. Esra Özyürek'in
ifade ettiği gibi, "Yerleşik alışkanlıklann ve yakın geçmişin anı
lannın silinmesi, altı yüz yıllık Osmanlı geçmişinin doğrudan
mirasçısı olmasına rağmen, Türk hükümetinin kendisini yeni
bir dönemin kurucusu olarak kurmasına izin verdi."18
Bu bakımdan 1 925 yılı ayırt edici bir miladı işaretledi.
l 925'te çıkarılan bir yasayla erkeklerin fes giymesi yasaklan
dı. Bundan sonra şapka giyilecek, "böylece kişinin başındaki
şapkasıyla toplumsal ve dinsel farklılıklann belli olmasına son
verilecekti" .19 Oysa daha önce Müslümanlarla gayrimüslimler
birbirlerini başlıklannın biçiminden tanıyorlardı.2° Fakat ar
tık fes yahut feste biçimlenen bütün bir giyim tarzı "ilerleme ve
medeniyete yönelik düşmanlığın" sembolü olarak görülüyor
du. Mustafa Kemal'in ifadesiyle, "Fesi atarak onun yerine bü
tün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve
bu suretle Türk milletinin, medeni hayatı içtimaiyeden, zihni
yet itibariyle de, hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lazime
idi".21 Fes geri kalmışlığın, eskinin, geçmişin işaretiydi ve va
tandaşın yeni zamana şeklen uydurulması gerekiyordu. Bu ya
sada kadınlann kılık kıyafetine yönelik bir düzenleme yer almı
yordu. Ancak birçok Müslüman kadın peçelerini kendiliğinden
çıkanyor, çıkarmayanlar üzerinde ise bu yönlü bir baskı kendi
ni gösteriyordu.22 Şapka Kanunu taşra iller ve kasabalarda da
hi sıkı bir şekilde uygulanıyor; aksi yönde diretenlere yaptmm
uygulanıyordu.23 Artık değişik şekillerde şapkalar giyen erkek
lerin, yüzlerini kapamak yerine modem kıyafetler içinde salı-
44
nan Müslüman kadınların görünür olduğu bambaşka bir za
man manzarası söz konusuydu.
1 925 aynı zamanda takvim ve saatlerde düzenlemeye gidil
diği yıldı. Ahmet Haşim'in ifadesiyle, "Eskiden kendimize gö
re yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize gö
re, dinden, ırktan ve an'aneden hayat alan bir zevkimiz oldu
ğu gibi, bu hayat üslubuna göre de 'saat'lerimiz ve 'gün'lerimiz
vardı" .24 Oysa şimdi bütün bir yaşam tarzının, düşünme, giyin
me biçimlerinin yam sıra zamanı kavrama biçiminin de kökten
değişmesi söz konusuydu. Modernleşme ve laikleşme idealin
deki yeni bir ulusun, dini temeldeki saat ve takvim konusunda
düzenlemeye gitmemesi beklenemezdi. 26 Aralık 1925 tarih,
697 sayılı kanunla, bundan böyle "Türkiye Cumhuriyeti dahi
linde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dör
de kadar sayılır" oldu.25 Aynca aynı tarihli 698 sayılı kanun ile
" 1341 senesi Kanunuevvelinin [Aralık'ının] 3 l'inci gününü ta
kip eden gün, 1926 senesi Kanunusanisinin [Ocak'ının] birinci
günü "26 olarak belirlendi. Bundan böyle her yerde "beynelmilel
takvim" kullanılması kararlaştırıldı. Bu bir yanıyla modernle
şen yeni devlet ile modem dünya arasındaki zamansal farkı or
tadan kaldırarak devleti "modem zamanın" gereklerine adapte
ediyordu. Öte yandan bu karar, Osmanlı'ya ait alaturka zaman
kültürünün tümden ortadan kaldırılması anlamına geliyordu.
Zamanın ölçülmesinde meydana gelen değişikliklerin bilin
ce ve bakış açısına tesir etmesi kaçınılmazdır. Ahmet Haşim de
bundan bahsediyor, yeni saat usulünün hayata bakışları üze
rinde korkunç bir etkisi olduğunu yazıyordu : "Giden saatler
babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğdu
ğumuz, kervanların hareket ettiği, orduların düşman şehirle
rine girdiği saatlerdi."27 Böylece bütün bir toplum için bellek
lerini kuran geçmişin bugündeki anlamı ve yeri aniden ve geri
45
Another random document with
no related content on Scribd:
And so it was. A book which at present would call forth no remark,
no controversy, was discussed in all the newspapers, and raised a
storm all over England. Bishops shook their heads, nay even their
fists, at the young heretic, and even those among his contemporaries
at Oxford who ought to have sympathised with him, and were in fact
quite as unorthodox as he was, did not dare to stand up for him or
lend him a helping hand. Stanley alone never said an unkind word of
him. The worst was that Froude not only lost his fellowship, but
when he had accepted the Headmastership of a college far away in
Tasmania, his antagonists did not rest till his appointment had been
cancelled. Froude unfortunately was poor, and his father, a venerable
and well-to-do Archdeacon, was so displeased with his son that he
stopped the allowance which he had formerly made him. It seems
almost as if the poverty of a victim gave increased zest and
enjoyment to his pursuers. Froude had to sell his books one by one,
and was trying hard to support himself by his pen. This was then not
so easy a matter as it is now. At that very time, however, I received a
cheque for £200 from an unknown hand, with a request that I would
hand it to Froude to show him that he had friends and sympathisers
who would not forsake him. It was not till many years later that I
discovered the donor, and Froude was then able to return him the
money which at the time had saved him from drowning. I should like
to mention the name, but that kind friend in need is no longer among
the living, and I have a feeling that even now he would wish his name
to remain unknown. This is by no means the only instance of true
English generosity which I have witnessed. But at the time I confess
that I was surprised, for I did not yet know how much of secret
goodness, how much of secret strength there is in England, how
much of that real public spirit, of that chivalrous readiness to do
good and to resist evil without lifting the vizor. Froude had a hard
struggle before him, and, being a very sensitive man, he suffered very
keenly. Several times I remember when I was walking with him and
friends or acquaintances of his were passing by without noticing him,
he turned to me and said: “That was another cut.” I hardly
understood then what he meant, but I felt that he meant not only
that he had been dropped by his friends, but that he felt cut to the
quick. Persecution, however, did not dishearten him; on the
contrary, it called forth his energies, and the numerous essays from
his pen, now collected under the title “Short Studies on Great
Subjects,” show how he worked, how he thought, how he followed
the course that seemed right to him without looking either right or
left. Bunsen, who was at the time the Prussian Minister in London,
and had heard from me about Froude, took a deep interest in him,
and after consulting with Archdeacon Hare and Frederick Maurice,
suggested that he should spend a few years at a German university. I
was asked to bring my young friend to Carlton Terrace, where
Bunsen received him with the truest kindness. What he tried to
impress on him was that the questions which disturbed him required
first of all a historical treatment, and that before we attempt to solve
difficulties we should always try to learn how they arose. Froude was
on the point of going to Germany with the assistance of some of
Bunsen’s friends when other prospects opened to him in England.
But frequently in later life he referred to his interview with Bunsen
and said, “I never knew before what it meant that a man could drive
out devils.”
I confess I was somewhat surprised when Froude suddenly told me
of his plan of writing a History of England, beginning with Henry
VIII. My idea of a historian was that of a professor who had read and
amassed materials during half his life, and at the end produced a
ponderous book, half text, half notes. But, hazardous as the idea of
writing a History of England seemed to me for so young a man, I
soon perceived that Froude had an object in writing, and he certainly
set to work with wonderful perseverance. Few of his critics have
given him credit for what he did at Simancas and at the Record
Office in London. I have seen him at work, morning and evening,
among piles of notes and extracts. I know how the pages which are
such pleasant light reading were written again and again till he was
satisfied. Often I had to confess to him that I never copied what I had
once written, and he was outspoken enough to tell me, “But you
ought; and you will never write good English if you don’t.” He learnt
Spanish, French, and German, so as to be able to read new and old
books in these languages. He always kept up his classical reading,
and translated, as far as I remember, several Greek texts from
beginning to end. To these he afterwards referred, and quoted from
them, without always, as he ought, going back again to the original
Greek.
It is not for me to say that he did not make mistakes, and that he
was not weak in some branches of historical knowledge. I cannot
deny that in his translations also there are mistakes, arising from
haste rather than from ignorance. But who has ever examined any
translation from any language, without finding signs of what seems
carelessness or ignorance? Four eyes see more than two. We have
translations of Plato and Aristotle in Latin and in almost every
language of Europe. The text has been critically examined for
hundreds of years, and every difficult passage has been explained
again and again. But is there any one translation which could be
called immaculate? Was not even the last translation of Plato which
is so deservedly popular, characterised by the late Rector of Lincoln,
in the well-known words of a French writer, as très belle, mais peu
fidèle? Now, while the true scholar, when examining a new
translation, rejoices over every new happy rendering, the ill-natured
critic, particularly if he wants to display his own superior knowledge,
can easily pick out a number of passages where a mistake has been
made, or where he thinks that a mistake has been made, and then
proceed to show that the very best Greek scholar of the day does not
know “what every schoolboy ought to know,” etc. There are many
passages in Greek and other authors that admit of more than one
translation. If the translator adopts one and rejects another, the
game of the critic is easy enough: he has only to adopt the rejected
rendering, and his triumph is secured. If that is so in Greek, how
much more is it the case in translating passages from faded
documents written in antiquated Spanish, nay, even letters of
Erasmus written in his peculiar Latin, or statutes in Norman-French.
Translation is a difficult art, and scholars, particularly those who
know the language from which, or the language into which, they
translate as well as their own, consider a good translation almost
impossible. I have had some experience in translating, and I know
something of the treatment which translators may expect from
conceited critics. The Sacred Books of the East, translated by myself
and a number of friends, the best scholars I could find, have not
escaped that kind of pedantic criticism. Impartial and honest critics
have recognised the difficulties under which scholars labour in
translating, often for the first time, ancient texts, whether Greek or
Sanskrit. It is easy enough to translate a text, after it has once been
translated; it is easy even to improve in a few places on the
translations of the first pioneers. But to translate for the first time an
ancient text, badly edited or not yet edited at all, is a totally different
thing, and those who undertake it have a right not only to the
indulgence, but to the gratitude of all who come after them. No one
in our sphere of studies would call himself a scholar who has not
edited a text never edited before, or at least translated a text that
never was translated before. There are some critics who think they
have done their duty if they can discover a few flaws in a translation,
though they cannot even appreciate the labours and the brilliant
though silent discoveries of a first translator. The work that has to be
done by a first translator of an ancient text is often the work of a real
decipherer. He has to grope his way through Egyptian darkness like
the first interpreter of an Egyptian or Babylonian inscription. He
cannot help making mistakes. But though we know now how often
even a Champollion (died 1832) was mistaken, do we not feel
ashamed if we read what another most eminent Egyptologist and
Coptic scholar, Amadeo Peyron (died 1870), the head of the Egyptian
Museum at Turin, said of Champollion? “I have known
Champollion,” he said, “the so-called decipherer of hieroglyphics,
very well, from his first visits to our Museum. I took him for an
ordinary swindler, and his publications have afterwards confirmed
me in my views. His philological labours have remained to me
unsolved riddles.”[7]
I have lately had another experience. I had to revise my translation
of Kant’s “Critique of Pure Reason,” and I was surprised to see how
many passages there were which I had to alter, not because I did not
know either German or English, but because in many places a
translation can only be approximately faithful; and it is only a happy
thought that enables us now and then to approach nearer to the
German original, though in that case often at the expense of the
English idiom.
In the case of Froude, we must remember that, whatever he wrote,
he had to meet not a single critic only, but a whole army. As far as
one could see, a kind of association had been formed for the
suppression of his “History.” Those who were behind the scenes
know how certain of his rivals and enemies actually banded
themselves together, as if against a common enemy. Now, I
remember seeing in Fraser’s Magazine, then edited by Froude, a
review of Green’s “History of the English People,” with pages and
pages of mistakes in names, in dates, in facts. Yet, the same writers
who delighted in picking holes in Froude’s “History” from week to
week, from month to month, from year to year, kept up a constant
chorus of applause for Green’s “History of the English People”—no
doubt rightly so; but why not mete the same measure to others also?
One of his reviewers openly confessed that if he took the trouble of
reading a book carefully, he could not afford to review it in one paper
only, he had to write at least five or six articles to make it pay. This
Φρουδοφονία, as it was called, went on year after year, but, strange
to say, Froude’s work was not killed by it; on the contrary, it became
more and more popular. In fact, together with his other works, it
enabled him to live independently and even comfortably by his pen.
Things have come to such a pass that, if we may trust the experience
of publishers, nothing sells so well as a well-abused book, while
laudatory notices seem to produce little or no effect. The public, it
seems, has grown too wise. Even such powerful adjectives as epoch-
making (Epoche-machend), monumental and even pyramidal, fall
flat. Epoche-machend has too often been found out to mean no more
than Poche-machend (Poche in German means claque), and
monumental has once or twice proved a misprint for momental or
momentary. Few scholars would agree with M. Le Bon that “works of
history must be considered as works of pure imagination, as fanciful
accounts of ill-observed facts.” This is a French exaggeration. But
neither are books of history meant to be mere chronicles. History is
surely meant to teach not only facts, but lessons also; and, though
historians may say that facts ought to speak for themselves, they will
not speak without a vates sacer. I am the last man to stand up for an
unscholarlike treatment of history, or of anything else. But as I do
not call a man a scholar who simply copies and collates MSS., makes
indices or collects errata, I doubt whether mere Quellenstudium will
make a historian. Quellenstudium is a sine quâ non, but it is not
everything; and whereas the number of those who can ransack
archives and libraries is large, the world has not been rich in real
historians whom it is a delight to listen to, such as Herodotus,
Thucydides, Livy and Tacitus, Montesquieu, Gibbon, and, may we
not add, Macaulay and Froude? None of these historians, not even
Gibbon, has escaped criticism, but how poor should we be without
them!
Sir Walter Raleigh, when he was writing his “History of the World”
in the Tower of London, overheard two boys quarrelling over the
facts of an incident that had happened the day before; and he said to
himself: “If these two boys cannot agree on an event which occurred
almost before their own eyes, how can any one be profited by the
narration which I am writing, of events which occurred in ages long
past?” The answer which the critical historian would give to Raleigh
would probably be: “Go and examine the two boys; find out their
home, their relations, their circumstances, particularly the
opportunities they had of seeing what they profess to have seen; and
try to discover whether there was any bias in their minds that could
have made them incline towards one side rather than the other. Give
all that evidence, and then you are a real historian.” But is that true,
and were any of the great historians satisfied with that? Was not
their heart in their work, and is the heart ever far from what we call
bias? Did not Herodotus, in describing the conflict between Greece
and Asia, clearly espouse the cause of Greece? I know he has been
called the father of lies rather than of history; but he has survived for
all that. Did not Thucydides throughout his history write as the loyal
son of Athens? Was Tacitus very anxious to find out all that could be
said in favour of Tiberius? Was even Gibbon, in his “Decline and Fall
of the Roman Empire,” quite impartial? Ranke’s “History of the
Popes,” may be very accurate, but for thousands who read Macaulay
and Froude is there one who reads Ranke, except the historian by
profession? History is not written for historians only. Macaulay
wrote the history of the English Restoration as a partisan, and
Froude made no secret on which side he would have fought, if he had
lived through the storms of the English Reformation. If Macaulay
had been one of the two boys of Sir Walter Raleigh, he would
probably not have discovered some of the dark shadows on the face
of William III. which struck the other boy; while some critics might
possibly say of Froude that in drawing the picture of Henry VIII. he
may have followed now and then the example of Nelson in the use of
his telescope. Still, in describing such recent periods as the reign of
Henry VIII., historians cannot, at all events, go very far wrong in
dates or names. Froude may have been wrong in embracing the
cause of Henry VIII. and accepting all the excuses or explanations
which could be given for his violent acts. But Froude is, at all events,
honest, in so far that no one can fail to see where his sympathies lie,
so that he really leaves us free to decide what side we ourselves
should take.
When the historian has to analyse prominent characters, and bring
them again full of life on the stage of history, is it not the artist, nay
the poet, who has to do the chief work, and not the mere chronicler?
In Froude’s case the difficulty was very great. The contemporary
estimates of Henry’s character were most conflicting, and without
taking a line of his own, without claiming in fact the same privilege
which Henry’s contemporaries claimed, whether friends or foes, it
would have been impossible for him to create a character that should
be consistent and intelligible. There was nothing too fiendish to be
told of the English king by the Papal party, and yet we cannot help
asking how such a caitiff, as he is represented to have been by
Roman Catholic agents, could have retained the love of the English
people and secured the services of some of the best among the
noblemen and gentlemen of his time? If we take upon ourselves to
reject all reports of Royal Commissioners in Henry’s reign as corrupt
and mendacious, would it be worth while to write any history of the
English people at all? It is, no doubt, an ungrateful task to whitewash
a historical character that has been besmirched for years by a
resolute party. Yet it has to be done from time to time, from a sense
of justice, and not from a mere spirit of opposition. Carlyle’s heroes
were nearly all the best-abused men in Christendom: Frederick the
Great, Cromwell, and Goethe. Every one of these characters was
lying, as Carlyle said himself, under infinite dung; yet every one of
them is now admired by thousands, because they trust in Carlyle. It
was the same Carlyle who encouraged Froude in his work of
rehabilitating Bluff King Hal, and we ought, at all events, to be
grateful to him for having enabled us to know all that can be said by
the king’s advocates. If Froude wrote as a partisan, he wrote, at the
same time, as a patriot, and if a patriot sees but one side of the truth,
some one else will see the other.
Can we imagine any history of our own times written from the pole
star, and not from amid the turmoil of contending parties? Would a
history of the reign of Queen Victoria, written by Gladstone, be very
like a history written by Disraeli? However, these squabbles of
reviewers about the histories of Macaulay and Froude are now
almost entirely forgotten, while the historical dramas which
Macaulay and Froude have left us, remain, and Englishmen are
proud of possessing two such splendid monuments of the most
important periods of their history. Macaulay’s account of William III.
remained unfinished, and it is characteristic of Froude that, if I
understood him rightly, he gave up the idea of finishing the reign of
Queen Elizabeth, because, as an Englishman, he was disappointed in
her character towards the end of her reign.
I saw much of Froude again during the last years of his life, when
he returned to Oxford as Regius Professor of History, having been
appointed by Lord Salisbury. “It is the first public recognition I have
received,” he used to say. He rejoiced in it, and he certainly did credit
to Lord Salisbury’s courageous choice. His lectures were brilliant,
and the room was crowded to the end. His private lectures also were
largely attended, and he was on the most friendly and intimate terms
with some of his pupils.
There is no place so trying for a professor as Oxford. Froude’s
immediate predecessors, Goldwin Smith, Stubbs, and Freeman, were
some of the best men that Oxford has produced. Their lectures were
excellent in every respect. Yet every one of them had to complain of
the miserable scantiness of their audiences at Oxford. The present
Bishop of Oxford, Dr. Stubbs, in his “Seventeen Lectures on the
Study of Mediæval and Modern History” (1886), states what may
sound almost incredible, that he had sometimes to deliver his
lectures “to two or three listless men.” The same may be said of some
of the best lectures delivered in the University. The young men are
encouraged in each college to attend the lectures delivered by the
tutors, and are given to understand that professorial lectures “do not
pay” in the examinations. These examinations are chiefly in the
hands of college tutors. Professor Stubbs was not given to complain
about anything that might seem to concern himself, yet he confesses
that “sometimes he felt hurt that in the combined lecture list he
found the junior assistant tutor advertising a course on the same
subject, or at the same hours, as his own.” Nay, he goes so far in his
modesty as to say: “It may be better that there should be a dozen or
fifteen college lecturers working away with large classes, when I have
only a few stray men,” but the real friends of the University would
hardly think so. As things are at present, it has been said, and, I
believe, truly said, that nearly all professorial lectures might be
abolished, and the studies of the undergraduates would go on just
the same. Oxford suffers in this respect from a real embarras de
richesse. The University is rich enough, though by no means so rich
as it was formerly, to keep up a double staff of teachers, professorial
and tutorial. It supports sixty-five professors, readers, and lecturers,
and probably four or five times as many tutors. Many of the tutors
are quite equal to the professors, nay, it may be, even superior to
them, but the most popular tutor, whose lectures, when in college,
were crowded, has to be satisfied with two or three listless men as
soon as he has been raised to the professoriate. Froude’s lectures
formed an exception, but even this was quoted against him.
Froude was not only the most fascinating lecturer, but the most
charming companion and friend. His conversation was like his
writings. It never tired one, it never made one feel his superiority.
His store of anecdotes was inexhaustible, and though in his old age
they were sometimes repeated, they were always pleasant to listen to.
He enjoyed them so thoroughly himself, he chuckled over them, he
covered his eyes as if half ashamed of telling them. They are all gone
now, and a pity it is, for most of them referred to what he had
actually seen, not only to what he had heard, and he had seen and
heard a good deal, both in Church and State. He knew the little
failings of great men, he knew even the peccadilloes of saints, better
than anybody. He was never ill-natured in his judgments, he knew
the world too well for that, and it is well, perhaps, that many things
which he knew should be forgotten. He himself insisted on all letters
being destroyed that had been addressed to him, and from a high
sense of duty, left orders that his own letters, addressed to his
friends, should not be divulged after his death. Though he left an
unfinished autobiography, extremely interesting to the few friends
who were allowed to read it, those who decided that it should not be
published have acted, no doubt, wisely and entirely in his spirit.
My friend Charles Kingsley was a very different man. He was a
strong man, while Froude had some feminine weaknesses, but also
some of the best feminine excellencies. His life and his character are
well known from that excellent biography published by his gifted
widow, not much more than a year after his death. This Life of hers
really gave a new life to him, and secured a new popularity and
influence to his writings. In him, too, what I admired besides his
delightful character was his poetical power, his brilliant yet minute
and accurate descriptions of nature, and the characters he created in
his novels. With all the biographies that are now published, how little
do people know after all of the man they are asked to love or hate! In
order to judge of a man, we ought to know in what quarry the marble
of which he was made was carved, what sunshine there was to call
forth the first germs of his mind, nay, even whether he was rich or
poor, whether he had what we rightly call an independence, and
whether from his youth he was and felt himself a free man. There is
something in the character of a man like Stanley, for instance, which
we have no right to expect in a man who had to struggle in life like
Kingsley. The struggle for life may bring out many fine qualities, but
it cannot but leave traces of the struggle, a certain amount of self-
assertion, a love of warfare, and a more or less pronounced
satisfaction at having carried the day against all rivals and
opponents. These are the temptations of a poor man which do not
exist for a man of independent means. It is no use shutting our eyes
to this. Every fight entails blows, and wounds, and scars, and some of
them remain for life. Kingsley seems to have had no anxieties as a
young man at school or at the University, but when he had left the
University and become a curate, and, more particularly, when he had
married on his small curacy and there were children, his struggles
began in good earnest. He had often to write against time; he had to
get up subject after subject in order to be able to write an article,
simply that he might be able to satisfy the most troublesome
tradesmen. He always wrote at very high pressure; fortunately his
physical frame was of iron, and his determination like that of a
runaway horse. People may say that he had the usual income of a
country clergyman, but why will they forget that a man in Kingsley’s
position had not only to give his children an expensive education, but
had to keep open house for his numerous friends and admirers?
There was no display in his quiet rectory at Eversley, but even the
simplest hospitality entails more expense than a small living can
bear, and his friends and visitors ranged from the lowest to the
highest—from poor workmen to English and foreign royalties. As
long as he could wield his pen he could procure the necessary
supplies, but it had to be done with a very great strain on the brain.
“It must be done, and it shall be done,” he said; yes, but though most
of his work was done, and well done, it was like the work of an
athlete who breaks down at the end of the day when his victory is
won. People did not see it and did not know it, for he never would
yield, and never would show signs of yielding. When, towards the
end of his life, a canonry was offered him, first at Chester, then at
Westminster, he felt truly grateful. “After all,” he said to me, “these
stalls are good for old horses.” His professorship at Cambridge was
really too much for him. He was not prepared for it. Personally he
did much good among the young men, and was certainly most
popular. At Cambridge as a professor he did his best, but he had
hardly calculated Quid valeant humeri, quid ferre recusent. Anyhow,
the work soon became too much even for his iron constitution, and
he was glad to be relieved. The fact is that Kingsley was all his life, in
everything he thought and in everything he did, a poet, a man of high
ideals, and likewise of unswerving honesty. No one knew Kingsley,
such as he really was, who had not seen him at Eversley, and among
his poor people. He visited every cottage, he knew every old man and
old woman, and was perfectly at home among them. His “Village
Sermons” gave them just the food they wanted, though it was curious
to see every Sunday a large sprinkling of young officers from
Sandhurst and Aldershot sitting quietly among the smock-frocked
congregation, and anxious to have some serious conversation with
the preacher afterwards. Kingsley was a great martyr to stammering,
it often was torture to him in a lively conversation to keep us all
waiting till his thoughts could break through again. In church,
however, whether he was reading or speaking extempore, there was
no sign of stammering; apparently there was no effort to overcome it.
But when we walked home from church he would say: “Oh, let me
stammer now, you won’t mind it.”
He was not a learned theologian, his one idea of Christianity was
practical Christianity, honesty, purity, love. He was always most
courteous, most willing to bow before higher authority or greater
learning; but when he thought there was anything wrong, or mean,
or cowardly, anything with which he, as an honest man, could not
agree, he was as firm as a rock.
His favourite pursuits lay in natural science. He knew every flower,
every bird, every fish, and every insect in his neighbourhood, and he
had imbibed a belief in the laws of nature, which represented to him
indirectly the thoughts of God. When, therefore, after a long
continuance of drought, the bishop of his diocese ordered him to
have a special prayer for rain, he respectfully and firmly declined. He
would pray for the good gifts of heaven, offer thanks to God for all
that He was pleased to send in His wisdom, but he would not enter
into particulars with Him, he would not put his own small human
wisdom against the Divine wisdom; he would not preach on what he
thought was good for us, for God knew best. He had no difficulty in
persuading his farmers and labourers that if they had any trust in
God, and any reverence for the Divine wisdom that rules the world,
they would place all their troubles and cares before Him in prayer,
but they would not beg for anything which, in His wisdom, He
withheld from them. “Thy will be done,” that was his prayer for rain.
There was great commotion in ecclesiastical dovecotes, most of all in
episcopal palaces. All sorts of punishments were threatened, but
Kingsley remained throughout perfectly quiet, yet most determined.
He would not degrade his sacred office to that of a rain-maker or
medicine-man, and he carried his point. “In America we manage
these things better!” said an American friend of Kingsley. “A
clergyman in a village on the frontier between two of our States
prayed for rain. The rain came, and it soaked the ground to such an
extent that the young lambs in the neighbouring State caught cold
and died. An action was brought against the clergyman for the
mischief he had done, and he and his parishioners were condemned
to pay damages to the sheep farmers. They never prayed for rain
again after that.”
Kingsley incurred great displeasure by the support he gave to what
was called Christian Socialism. His novel “Alton Locke,” contained
some very outspoken sentiments as to the terrible sufferings of the
poor and the duties of the rich. Kingsley, Frederick Maurice, and
their friends, did not only plead, but they acted; they formed
societies to assist poor tailors, and for a time the clothes they wore
showed but too clearly that they had been cut in Whitechapel, not in
Regent Street. Poor Kingsley suffered not only in his wardrobe, but
in his purse also, owing to his having been too sanguine in his
support of tailoring by co-operation.
However, his books, both in prose and poetry, became more and
more popular, and this meant that his income became larger and
larger.
Publishers say that novels and sermons have the largest market in
England and the colonies, and Kingsley provided both. All went on
well: even his being stopped once in the middle of a sermon by a
clergyman who had invited him to preach in his church in London,
but did not approve of his sermon, did not hurt him. He had many
influential friends; both the Queen and the Prince of Wales had
shown by special marks of favour how much they appreciated him,
and he had a right to look forward to ecclesiastical preferment and to
a greater amount of leisure and freedom. One unexpected cloud,
however, came to darken his bright and happy life. Some people will
say that he brought it upon himself, but there are certain clouds
which no honest man can help bringing upon himself. He, no doubt,
began the painful controversy with Newman. Having seen how much
misery had been caused among some of his own dearest friends by
the Romanising teaching under the auspices of Newman and Pusey,
he made the mistake of fastening the charge of dishonesty, half-
heartedness, and untruthfulness on Newman personally, instead of
on the whole Roman Catholic propaganda in England from the time
of Henry VIII.’s apostasy from the Roman Church to that of
Newman’s apostasy from the Church of England. I shall not enter
into this controversy again. I have done so once, and have been well
punished for having ventured to declare my honest conviction that
throughout this painful duel Kingsley was in the right. But Kingsley
was clumsy and Newman most skilful. Besides, Newman was
evidently a man of many friends, and of many able friends who knew
how to wield their pens in many a newspaper.
In spite of having taken a most unpopular step in leaving the
national church, Newman always retained the popularity which he
had so well earned as a member of that Church. I have myself been
one of his true admirers, partly from having known many of his
intimate friends at Oxford, partly from having studied his earlier
works when I first came to England. I read them more for their style
than for their contents. If Newman had left behind him no more than
his exquisite University sermons and his sweet hymns he would
always have stood high among the glories of England. But Kingsley
also was loved by the people and surrounded by numerous and
powerful friends. It must be due to my ignorance of the national
character, but I have certainly never been able to explain why public
sympathy went so entirely with Newman and against Kingsley; why
Kingsley was supposed to have acted unchivalrously and Newman
was looked upon as a martyr to his convictions, and as the victim of
an illiberal and narrow-minded Anglican clique. Certain it is that in
the opinion of the majority Kingsley had failed, and failed
ignominiously, while Newman’s popularity revived and became
greater than ever.
Kingsley felt his defeat most deeply; he was like a man that
stammered, and could not utter at the right time the right word that
was in his mind. What is still more surprising was the sudden
collapse of the sale of Kingsley’s most popular books. I saw him after
he had been with his publishers to make arrangements for the sale of
his copyrights. He wanted the money to start his sons, and he had a
right to expect a substantial sum. The sum offered him seemed
almost an insult, and yet he assured me that he had seen the books of
his publishers, and that the sale of his books during the last years did
not justify a larger offer. He was miserable about it, as well he might
be. He felt not only the pecuniary loss, but, as he imagined, the loss
of that influence which he had gained by years of hard labour.
However, he was mistaken in his idea that he had laboured in vain.
Immediately after his death there came the most extraordinary
reaction. His books sold again in hundreds of thousands, and his
family received in one year a great deal more from his royalties than
had been offered him for the whole copyright of all his books. People
are more willing now to admit that though Newman may have been
right in his “Apologia pro Vita Sua,” Kingsley was not wrong in
pointing out the weak points in Newman’s character and in the moral
and political doctrines of the Roman Catholic system, more
particularly of the Jesuits, and the dangers that threatened his
beloved England from those who seemed halting between the two
Churches, the one national, the other foreign, the one reformed, the
other unreformed.
There was another occasion when Newman’s and Kingsley’s
friends had a sharp conflict at Oxford. When the Prince of Wales was
invited to Oxford to receive his honorary degree of D.C.L., he had, as
was the custom, sent to the Chancellor a list of names of his friends
on whom he wished that the same degree should be conferred at the
same time. One of them was Kingsley, then one of his chaplains.
When his name was proposed a strong protest was made by Dr.
Pusey and his friends, no one could understand why. Dr. Pusey
declared distinctly that he did not mean to contest Kingsley’s
orthodoxy, but when asked at last to give his reasons, he declared
that Kingsley’s “Hypatia” was an immoral book. This was too much
for Dr. Stanley, who challenged Pusey to produce one single passage
in “Hypatia” which could be called immoral. On such conditions
Shakespeare could never have received an honorary degree from the
University of Oxford. I still possess the copy of “Hypatia” which
Stanley examined, marking every passage that could possibly be
called immoral. It need hardly be said that there was none. Still Dr.
Pusey threatened to veto the degree in Convocation and to summon
his friends from the country to support him. And what could have
been done to prevent an unseemly scandal on such an occasion as a
royal visit to Oxford? Dr. Stanley and his friends yielded, and
Kingsley’s name was struck out from the Prince’s list, and, what was
still worse, it was never placed again on the list of honorary doctors
such as might really have reflected honour on the University. If ever
the secret history of the degrees conferred honoris causa by the
University of Oxford on truly eminent persons, not members of the
University, comes to be written, the rejection of Kingsley’s name will
not be one of the least interesting chapters.
Kingsley’s death was a severe blow to his country, and his friends
knew that his life might have been prolonged. It was a sad time I
spent with him at Eversley, while his wife lay sick and the doctors
gave no hope of her recovery. He himself also was very ill at the time,
but a doctor whom the Queen had sent to Eversley told him that with
proper care there was no danger for him, that he had the lungs of a
horse, but that he required great care. In spite of that warning he
would get up and go into the sick-room of his wife, which had to be
kept at an icy temperature. He caught cold and died, being fully
convinced that his wife had gone before him. And what a funeral it
was! But with all the honour that was paid to him, all who walked
back to the empty rectory felt that life henceforth was poorer, and
that the sun of England would never be so bright or so cheerful
again, now that he was gone. Though I admired—as who did not?—
his poetical power, his brilliant yet most minute and accurate
descriptions of nature, and the lifelike characters he had created in
his novels, what we loved most in him was his presence, his
delightful stammer, his downright honesty, and the perfect
transparency of his moral nature. He was not a child, he was a man,
but unspoiled by the struggles of his youth, unspoiled by the
experiences of his later years. He was an English gentleman, a
perfect specimen of noble English manhood.
Having been particularly attached to his young niece, my wife, he
had at once allowed me a share in his affections, and when other
members of her family shook their heads, he stood by me and bade
me be of good cheer till the day was won, and she became my wife.
That was in 1859. Here are some verses he had addressed to his two
nieces, to my wife and to her sister, afterwards Mrs. Theodore
Walrond (died 1872):—
TO G***.
A FAREWELL.