Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

G■lgam■■ Destan■ 10th Edition

Anonim
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/gilgamis-destani-10th-edition-anonim/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/
Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st
Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

■■■■■■■■■■ ■■■■ ■■■ ■■■■■■■■■■■ B1 B2 3rd Edition ■


■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29840068/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/

Un giorno diverso A2 B1 Primi Racconti 1st Edition


Marco Dominici

https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

100 DELF B1 Version scolaire et junior 1st Edition


Sylvie Cloeren

https://ebookstep.com/product/100-delf-b1-version-scolaire-et-
junior-1st-edition-sylvie-cloeren/
Genel Yayın: 3219

Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan


varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin
benimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifa­
denin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir
milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğru­
su kendi idrakinde tekrar etmesi; zeka ve anlama kudretini o
eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yarat­
masıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli
ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz. Zekasının
her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş
milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun
mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar
işliyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet
ittisali, zamanda ve mekanda bütün hudutları delip aşacak bir
sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu
yönden zenginse o millet, medeniyet aleminde daha yüksek
bir idrak seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketi­
ni sistemli ve dikkatli bir surette idare etmek, Türk irfanının
en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine,
ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esir­
gemiyen Türk münevverlerine şükranla duyguluyum . Onla­
rın himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz
ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı
ile, onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tercüme
kütüpanemiz olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden
elde edeceği büyük faydayı düşünüp de şimdiden tercüme faa­
liyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okuru için
mümkün olamıyacaktır.

23 Haziran 1941
Maarif Vekili
Hasan Ali Yücel
HASAN Ali YüCEL KLASİKLER D İZİSİ

GILGAMIŞ DESTANI

ÖZGÜN ADI
E POPEE DE GILGAMESH

ÇEVİREN
SAtf MADEN

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINL ARI, 2013


Sertifika No: 40077

EDİTÖR
HANDE KOÇAK

GÖRSEL YÖNETMEN
BiROL BAYRAM

DÜZELTİ
OZAN K.DİL

GRAFİK TASARIM VE UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

I. BASIM, OCAK 2015, İSTANBUL

X. BASIM, EKİM 2.019, İSTANBUL

ISBN 978-605-332-356-3 (KARTON KAPAKLI)

BASKl-CİLT
DERYA MÜCELLtr SANAYi VE 11CARET LİMİTED ŞİRKE11
MALTEPE MAH. LİTROS YOLU FATİH SANAYİ SİTESİ NO: 12./80-81 TOPKAPI
ZEYTİNBURNU İSTANBUL
Tel: (0212) 501 02 72 - (0212) 501 35 91 Faks: (0212) 480 09 14
Sertifika No: 40514

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: ı./4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
00
HASAN
Ali
YÜCEL
ki .\�ık LiR
ili/ 1 �ı

CCXL

GlLGAMIŞ DESTANI

ÇEVİRcN:
SAIT MADEN

TÜRKiYE $BANKASI
Kültür Yayınları
eeeeeeee
ee eeee eıeeeeeeeeE.eeeeec

İçindekiler

Özel Bir Tarihleme..... . ...


. .... ...... .......
.
.... JX

Başlarken ............. ....................... . . . . . . . . . ..... ....... . . . . . . . . . . . . . . ................................. ......... . . . . . . . ......... ................................ ..................... . . . . . . . . . xı

Bir Açıklama ... . . . . .. ....... ....... . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... . . . . .


...... ....... ....... .. ... ............... . ...... .... . .
...... . . ..
... xxxı

L Tablet ... . . .......... . ... ... . . . . ... . . . . . ... . 1


iL Tablet . . ... . . . . . ... . . 13
. . ...................... . . . . . . . ......... . . . . . . . . . . . ....... .......................... ............. .. ..... ............................ . ...... ....... ..... ... .....

fil. Tablet. . . . . 27
ıv. Tablet .......... . ..................................................... 35
V. Tablet .. .. ....... ... ................... ........ . . . .. . ...... ....... . ............................... ......... 47
VL Tablet 55
VIL Tablet . . ·· · · ················ · ·· · · · · 65
vm. Tablet . . 77 .... ··· · · ·· ·· ..

IX. Tablet. . . . . . . . . . . . . . . . . . ......... . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 83


X. Tablet 91 . .. ..... ·····

XI. Tablet ......... . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 105


XII. Tablet . . . . . . ... . . . . . . . . . . ....... . . . . . . . ...... .. .
. ...... J 19

Kaynakça ······· 129


Günümüzden beş bin yıl önce, Yunan destanı İlyada'dan,
büyük Hint destanı Mahabharata'dan bin beş yüz yıl önce
biçimlenip yazıya geçirilmiş olan Gılgamış Destanı, insanoğ­
lunun ilk yazınsal ürünü, ilk başyapıtıdır.
Bütün büyük yapıtlara özgü temel izleklerin, yaşam sev­
gisi, ölüm korkusu, yiğitlik, aşk, cinsellik gibi temel değer­
lerin çok etkileyici bir biçimde iç içe geçtiği bu destan hangi
coğrafyada, hangi çağlarda, hangi koşullarda oluştu, hangi
serüvenlerden geçerek bugüne ulaştı?
Başlangıçta bu sorunun ilginç yanıtlarını bir bir gözden
geçirmemiz gerek.

Vll
Özel Bir Tarihleme

MÖ 5000-4000 Mezopotamya
uygarlığının Sümerler ve
Sami kökenli halklarla
biçimlenmeye başlaması.
3000'e doğru Sümerlerin insanlığa Gılgamış:
büyük armağanı: yazının ilk Sümer
bulunuşu. yerleşkelerinden
Uruk kentinin
kralı.
2350'ye doğru Bağımsız kent-devletler. 1. Gılgamış
Ur dönemi. Sümercenin ölümünden
yaygınlaşması. bir süre sonra
efsanevi bir
kimlik kazanır.
2330-2100 Sami soyundan Gılgamış'la
Asurluların Büyük Sargon ilgili değişik
eliyle kurdukları ilk söylenceler
devlet: 1. Asur dönemi. Sümer dilinde
yazıya geçirilir.
1750-1600 Babil kralı Hammurabi Destan'ın
bütün ülkeyi tek bir bütüncül
krallık altında birleştirir. ilk biçimi
belirmeye
başlar.

ıx
1600-1300 Uzun süren Kasit Söylence,
egemenliği ardından Orta değişik
Babil dönemi. sunumlar ve
anlatımlarla
yayılmaya
başlar.
1300'den sonra Orta Asur dönemi.
1100 Yeni Asur dönemi. Sin-lekke-
Babil ile Asur arasında unninni
egemenlik çatışmaları. Destan'ı
Asur kültürünün yeniden
yaygınlaşması. yazar. Ninova
anlatımı
denilen bu yeni
kurgu bütün
Ortadoğu
dillerine çevrilir.
609 Yeni Babil dönemi.
539 Ülkenin bütünü Pers kralı
Serhas'ın eline geçer: Pers
dönemi.

330 Büyük İskender Babil ve 250'ye doğru


Pers krallıklarını ortadan Destan'ın
kaldırır: Selefkiler dönemi. bilinen son
yazımı.
2. yy'dan sonra Ülkede Part egemenliği
başlar. Görkemli geçmiş
yazıları, dilleri ve bütün
yapıtlarıyla yavaş yavaş
tarihin belleğinden silinir
ve iki bin yıl sürecek
olan derin bir karanlığa
gömülür.

x
Başlarken

İnsanoğlunu yedi bin yıl öncesinden bugüne taşıyan bü­


tün bilgilerin ilk tohumları Sümerler eliyle atıldı. Bugün adı­
na "uygarlık" dediğimiz bilgi birikimini oluşturan her şeyin
ilk biçimleri Sümer ülkesinde yaratıldı, orada geliştirildi ve
bütün çevre ülkelere oradan yayıldı. Akdeniz yöresinde olu­
şan tek tanrılı üç büyük dinin temelinde Sümer tanrılarıdan,
Sümer inançlarından çok derin izleri var (BPSL). 1 Konuyu
dikkatle kurcalayan herkes şu gerçeği kolayca görebilir: Üç
kutsal kitabın içerdiği bilgilerin hiçbiri "gökten inme" de­
ğildir. Bir örnek: Kur'an' da bir sayfalık, Tevrat'ta ve İncil'de
iki üç sayfalık yer tutan Tufan söylencesi Sümerlerden kal­
ma, hem de çok ayrıntılı bir öykü olarak: tam 327 dize.
Sümerlerin bulduğu ilk yazı, belli bir evrim geçirdikten
sonra, Fenikeliler eliyle Yunanlara, onların eliyle de bütün
Batı dünyasına aktarıldı. Sümerler, birer tanrı saydıkları
gökcisimlerinin uzaklıklarını, devinimlerini hesaplamakta
büyük bir başarı gösterdiler. Toprak bölüşümü, ürün payla­
şımı gibi konular ölçüm bilgilerini şaşırtıcı bir düzeye ulaş­
tırdı. Örneğin, İyonyalı matematikçi Thales'in (MÖ VII-VI.
yy) ünlü teoremlerini ondan bin beş yüz yıl önce çözmeyi
biliyorlardı (AP-HS, 1 1 1). Daireyi 360 dereceye, günü 24
saate böldüler. Bütün bu ve benzeri bilgiler Doğu Akdeniz ve

Bu tür kısalnnalar için bkz. Kaynakça.


Xl
Anadolu üzerinden Batı'ya yayıldı ve Yunan düşüncesinin,
dolayısıyla Batı düşüncesinin oluşmasına kaynaklık etti.

Sümerler

Sümerler MÖ beş binlere doğru Aşağı Mezopotamya'da2


görülmüş bir halk. Yakın zamana dek onların doğudan,
Hindistan'ın İndus yöresinden deniz yoluyla geldikleri sanı­
lıyordu (GC-CAB, 43). Ama bugün kuzeyden, Kafkasya'dan
indikleri ileri sürülüyor. Bu savın gerekçesi şu: MÖ 7500'ler­
de görülen büyük küresel ısınma sonucu eriyen buzullar ne­
deniyle okyanusların yükselmesi, Atlas Okyanusu üzerinden
Akdeniz'e gelen olağanüstü büyük taşkınların o dönemde
Anadolu'nun kuzeyindeki küçük bir gölü binlerce kat ge­
nişletip bugünkü Karadeniz'e dönüştürürken çok büyük bir
alandaki yerleşik yaşamı yok etmesi, kurtulabilen halkların
uzak ülkelere kaçışı (WR, WP-NT). "Büyük Tufan"ın kay­
nağı bu.
Sümerce tek heceli sözcüklerden oluşmuş bitişken bir
dil. Fin-Uygur, Ural-Altay, Hint-Avrupa gibi hiçbir dil top­
luluğuna bağlı değil. Türkçeyle yakınlığını ileri sürenler
var (ONT-ST). Kimi dilbilimciler, örneğin Sümerce "din­
gir" (tanrı) sözcüğünün Orta-Asya Türkçesindeki "teng­
ri" (tanrı) sözcüğüyle kökendeş olduğunu söylüyor (ME­
THR, 66).
Sümerler Dicle ve Fırat kıyılarında Uruk, Kiş, Eridu, Şu­
ruppak, Lagaş, Nippur gibi kentleri kurdular. Bu iki ırmağın
düzenli taşkınlarından korunmak için yüksekçe yerlere ku­
rulmuştu bu kentler. Basra Körfezi o çağda bugünkünden
150 km daha içeri uzanıyordu. Dicle'yle Fırat ise güneye
doğru birleşip tek koldan inmezdi, ayrı ayrı yerlerden dö-

Mezopotamya: Grekçe "meso", "ara", "potamos" ise "ırmaklar" demek­


tir.: "ırmaklar arası."
Xll
Gılgamış Destanı

KAFKASYA

ARAP ÇÔLÜ

* Destan'ın buluntu yerleri


a Destan'da geçen yer adları
.& Destan'da geçendağ adları
o Günümüzdeki bazı yer adları

külürlerdi denize. Geçtikleri bitek toprakları ekip biçmek


için Sümerler buralarda yaygın bir sulama düzeni kurdular.
Çinicilik sanatını bulup geliştirdiler. Altın, bakır, gümüş ve
tunç gibi madenleri işlemekte ustalaştılar (ME-CAP). Doğu
Akdeniz, Anadolu, Kafkas ülkeleriyle bu madenlerin alışve­
rişini yaptılar. Topraklarından taş, mermer çıkmadığı için
yapılarında yalnız kerpiç ve tuğla kullandılar.
Kentlerinin orta yerinde gök tanrısı An adına kurul­
muş tapınaklar yer alıyordu. Büyük bir ustalıkla yapılmış

xııı
kabartmalarla, çini panolarla donanmış çok görkemli
yapılardı bunlar. Kimi tapınakların hemen ardında zigur­
ratlar bulunurdu. Doğal yükseltileri olmayan dümdüz bir
ülkede, geldikleri dağlık yerlerin anısını yaşatmak, dola­
yısıyla Göktanrı'ya daha yakın olabilmek, onunla daha
dolaysız ilişkiye geçebilmek için kurulmuş büyük yapı­
lardı bunlar. Sümerler bu yapılarda gereksinim duyduk­
ları keresteleri Lübnan, Amanos ve Zagros Dağları'ndan
getirdiler. Çevre ülkelerle alışveriş yapmak için güvenli
kervan yolları açtılar.

Asuriular

Sümer ülkesinin yukarısında, Mezopotamya'nın orta


bölgesinde Asur ülkesi yer alıyordu. Önceleri Subaru3 de­
nilen bu topraklara daha sonra Asur denildi. Halk Sami so­
yundandı. Dilleri Sami dil öbeğinin Akadca koluydu. Bu dil
Kuzey Afrika ağızlarını (eski Mısır dilini, Berberi dilini, Ha­
beş dilini), Fenike dilini, Arap Yarımadası ağızlarını -güney­
de Sebaca ve Arapça, kuzeyde Kenanca ve Aramca ağızları­
nı- içeren Sami dil öbeğinin Akadca koluydu. Bu kol MÖ

2000'lerde iki ağıza bölündü: Güneyde konuşulana Babilce,


kuzeyde konuşulana Asurca denildi.

Çivi Yazısı

Tarihte yazıyı ilk bulanlar Sümerler oldu. Güney Me­


zopotamya'daki Uruk kenti kazılarında çıkan ve MÖ
3500'lere tarihlenen buluntulardan anlaşıldığına göre, resim

Yapıt boyunca görülecek binakım özel sözcükler (tanrı adları, kişi adları
vb) bu bölümün sonunda açıklanıyor. Bunların dışında kalan adların an­
lamları ise geçtikleri yerlerde verilecek.
xıv
Gılgamış Destanı

yazısıydı bu yazı, tek heceli sözcüklerden oluşan Sümerceyi


taşımaya çok elverişliydi. Doğal ve yapay nesnelerin biçim­
lerinden oluşmuş resim yazısı, bu biçimlerin bin yıl boyunca
gitgide yalınlaşmasıyla, MÖ 2500'lere doğru soyut imlere,
bugün "çiviyazısı" dediğimiz yapıya dönüştü.
Sümerler yazı yazmak için gereken araçları doğal kay­
naklardan sağladılar. Dicle ve Fırat'ın düzenli taşkınları
yüzünden kıyılarda biriken balçığı ekmek dilimleri gibi bi­
çimleyip, adına "dupşar" dedikleri bu yumuşak nesnelerin
üstüne sivri uçlu, ince kamışlar kullanarak, hafif dokunuş­
larla yazdılar yazılarını. Kamışın kil yüzeye her değişinde
çivi başına benzer bir biçim oluşuyordu: T
Bu yazının dilini çözen uzmanlar, Latince çivi (cuneus)
sözcüğünden yararlanıp "cuneiforme" (çivi biçimi) yazı
dediler adına; dört köşe ya da yuvarlak ekmek dilimlerine
benzeyen nesnelere de tablet (levha) dediler. Tabletin üzerini
yazıyla dolduran yazıcı, işi bitince bunu güneşte kurutur ya
da fırında pişirirdi.
Kurutulmuş tabletlerin ömrü kısaydı. Bunlar, olumsuz
hava koşulları nedeniyle kolayca dağılıp ufalanırken, piş­
miş olanlar zamana direnebildiler. Yörede yerleşim yerleri
kurmaya yarayacak tek gereç çamur olduğundan, kerpiçle,
tuğlayla yapılmış Sümer ve Asur yapılarından kalma yıkın­
tıların oluşturduğu geniş tümseklerdeki döküntüler arasında
sayısız tablet bulundu, son 100-150 yıl içinde.
lrak'ın birçok yöresinde uzun zamandan beri yapılan
kazılardan öğrendiğimize göre, tapınaklara bağlı yazı
okulları vardı; öğrencileri toplumun üst düzey kişilerinin
çocuklarından oluşuyordu. Bunlara verilen derslerse ma­
tematik bilgilerinin, halk şarkılarıyla halk şiirlerinin, özel­
likle de Gılgamış Destanı'nı oluşturacak parçaların yazıya
geçirilmesiydi.
Her tapınakta, her sarayda özel bir kitaplık bulunurdu.
Öğrenci tabletleri bunların raflarına yanlamasına, üst üste

xv
MÔ 3000 ....................................................................................... MÔ 600
il 111 iV V V1 Vll Vlll

• *" � 11]<- rif<: � -r- * yıldız

dIIlb
� (!r <} Jlj- � � � toprak

q � � � � � � n:fiF
insan
gölgesi
kadın
w. 17 Ç'P'" [7 � fi>- Jf- � (!<asık
uçgenij

-=-"""'""'
Q� P'P
Ç' f<. � � � � dağ

w_
-�
� 1J!> [)-� � � :/3!:- �
r;:. c
kadın+
dağ=
tutsak

!> � � � JiFr 4=f � �


insan
başı

� � �� * �� �
'7 � [l:> 1i? )[ )t o/
II> ekmek

ağız+

� � � � >ftr � � � ekmek=­
yemek

� \ ff il Tf IT Tf n akarsu

� � � � >ftf=r � 1# �
ağız+
SU=
içmek

\?- dJ � v:1 � � � � ayak

I/' ( � � f9 +r tf:f Pftf kuş

p 4 1f- 4 Jf ft- � tr balı�

� D ft> ::t> FY" � � �1:- öküz

<:J C> � <;;:-- <?- q Y"" <t= inek

t �� � mP � � � başak

konulur, hepsinin bir köşesine hangi yapıtın hangi bölümün­


den olduğunu gösteren bir sayı yazılırdı. Tabletlerin birta­
kım çarpmalardan etkilenmemeleri için bir yerlerine özel bir
uyarı imi çizilirdi.
XVI
Gılgamış Destanı

Yazılann Bulunuşu

XIX. yüzyıl başlarında Fransızların Mısır'da yaptıkları


kazılar ve silinmiş bir uygarlıktan elde ettikleri şaşırtıcı so­
nuçlar Batılı bilim adamlarının dikkatini Doğu'ya çevirmiş­
ti. lrak'tan, İran'dan geçen gezginlerin, yolcuların, geçtikleri
yerlerde rastladıkları yazıtlardan getirdikleri örnek çizimler,
şaşırtıcı, anlaşılmaz imleriyle çok ilgi çekiyordu.
1839'da, Austin Henry Layard adlı bir İngiliz, kara yo­
luyla, Hindistan'ın Seylan Adası'na doğru giderken, Irak'ın
kuzeyinde, Musul yakınlarında çok eski çağlardan kaldığı
anlaşılan birtakım höyükler gördü. Eski Nemrud ve Ninova
kentlerinin kalıntılarıydı bunlar. Layard uzun yıllar sürecek
kazılarına başladı.
1842'de, Fransızların Musul Konsolosu Paul Emile
Botta, kentin karşı tepelerinde bulunan iki höyükte kazı­
lar yaptı. İlkçağ öncesinin büyük devletlerinden Asur'un
başkenti Ninova'ydı burası. Höyüklerden birine Tel Nebi
Yunus (Peygamber Yunus Tepesi), ötekine de Koyuncuk
diyordu yerliler. Botta, Asurluların MÖ 722-705 yılları
arasındaki kralı il. Sargon'un saray kalıntılarına ulaşmıştı.
Ama eline hiçbir şey geçmedi. Binlerce yıldan beri yörede
kullanılan tek yapı gereci toprak oluğundan, geçmişten
kalan her şey tuğla kırıntılarına, toz yığınlarına dönüş­
müştü zamanla.
Botta Ninova Höyüğü'nü bırakıp hemen onun yakının­
daki Horsabad Höyüğü'nü kazmaya başladı. Sonuç ola­
ğanüstüydü: İnanılmaz güzellikte yontular ele geçirdi. Bul­
duğu parçalar, Avrupa'nın ilk Asur Müzesi'nin, 1847'de,
Louvre'da açılmasını sağladı.
Bu arada araştırmalarını sürdüren Layard, 1852'de, İÖ
668-626 yılları arasında yaşamış Asur Kralı Asurbanipal'ın
Şiir Tanrısı Nabu adına kurdurduğu bir tapınağın kalınnları
arasında çok sayıda tablet buldu. Gene o dönemde, İngiliz
xvıı
Kazıbilim Kurulu adına çalışan Rassam adlı bir Iraklı, o
höyüğe yakın bir yerde, Asurbanipal'm sarayının kalıntıları
arasında, bugün British Museum'da sergilenen olağanüstü
yontular ele geçirdi.
Odaların birçoğunda, kralın buyruğu üzerine birtakım
eski tabletlerden kopya edilmiş yığınlarla tablet bulundu.
Bunlar ve Layard'ın buldukları (75.000 tablet ve tablet
parçası) British Museum'da Asurbanipal Kitaplığı'm oluş­
turdu.
Buluntular zamanla daha da çoğaldı. Mezopotamya'nın
Nippur gibi, Asur gibi ören yerlerinde ve Suriye'nin kıyı
kentlerinden Ras Şamra'da (Eski Ugarit'te), Filistin'in Me­
giddo kentinde, Anadolu'nun Çorum iline bağlı eski Hitit
başkenti Hatuşaş'ta (bugünkü Boğazköy'de) yeni tabletler
gün ışığına çıktı (GC-1, 17).

Yazıl arın Çözülüşü

İran'dan, Irak'tan geçen gezginlerin, yolcuların Batı'ya


getirdikleri ilk örneğe "Michaux taşı" deniyor. Fransız bit­
ki bilimcisi A. Michaux'nun 1786'da, Bağdat'ın güneyinde,
Semiramis Bahçeleri adlı tapmakta bulduğu bir karış eninde,
iki karış boyunda, üstü anlaşılmaz imlerle dolu bir taştı bu.
İkinci örnekse Danimarka kökenli bir Alman gezgininin,
Carlsten Niebuhr'un Güneybatı İran'm Kirmanşah yöresin­
deki Behistun yazıtlarından getirdiği tıpkı çizimlerdi.
Göttingenli bir Latin dili profesörü, Georg Friedrich
Grotefend, 1802'de, Niebuhr'un tıpkı çizimleri üzerinde
uzun çalışmalar, araştırmalar sonucu bu yazıtlardan bir
bölümünü çözmeyi başardı. İran'da MÖ 550-330 yılları
arasında hüküm sürmüş Ahamenidler döneminden kalma,
Zend- Avesta diliyle yazılmış bir yazıt olmalıydı bu; içinde
geçen benzeşik im öbekleri de "Dara" gibi, "Serhas" gibi

XVlll
Gılgamış Destanı

okunmalıydı: "Dara, yüce kral, Histasp'ın oğlu; Serhas,


yüce kral, krallar kralı, Dara'nın oğlu ..." Kırk iki harften
oluşan bir yazıydı bu, soldan sağa doğru okunuyordu ve her
simge bir sesin karşılığıydı.
Yerden 100 metre yükseklikteki dev bir kaya yüzeyine
işlenmiş, üç bölümlü bir anıt-yazını Behisnın. Grotefend'in
tek bir bölümünü çözebildiği bu yazıların ikinci bölümünü,
o yüksekliklere tırmanmayı göze alabilen Henry Creswicke
Rawlinson'un çıkardığı ilk örneklerden yararlanan E. Nor­
ris çözdü: Elamcaydı bu, bir hece yazısıydı. Üçüncü bölümse
1857'de, Rawlinson, Hincks, Talbot ve Oppert'in çabalarıy­
la aydınlandı: Akadca. MÖ 52 1-486 yılları arasında salta­
nat süren büyük Pers kralı Dara, utkularını geleceğe aktar­
mak için oydunnuştu bu üç dilli dev anıtı (JB-11, 75).
Akadcanın bulunuşu Mezopotamya kazıbilimine olağa­
nüstü geniş bir ufuk açtı. Yüzyılın ikinci yarısından başlaya-

xıx
rak, bu yeni dilin arkasında o güne dek tarihin külü altında
saklanmış çok şaşırtıcı bilgiler sökün etti. 1872'de, British
Museum uzmanlarından George Smith, Mezopotamya'nın
Nippur kentinde bulunmµş birtakım tabletleri incelerken,
bunlardan birinin "Tufan söylencesi" olduğunu anladı (NE,
260). Böylece, insan soyunu Tufan'dan kurtarmış kişinin,
Kur'an ve Tevrat'ta Tanrı'nın yazdırdığı gibi Nuh değil, Ut­
Napiştim adında bir kişi olduğu ortaya çıktı.

Ninova Kitaplığı

Asur krallığının başkenti Ninova Musul'un yakınında,


Zap Suyu'nun Dicle'yle birleştiği yerdeydi. MÖ 3000'lerde
kurulan kent, MÖ 612'de, Asur egemenliğine son veren Med­
ler eliyle yıkılmıştı. MS 1842'de başlayan kazılarda ele geçen
çok sayıda kalıntı ve İlk Çağ'ın Asurbanipal eliyle kurulmuş
en zengin kitaplığını oluşturan sayısız tablet Londra'ya, Bri­
tish Museum'a taşındı. İşte, Gılgamış Destanı'nın bu tablet­
ler arasında bulunan ve adına "Ninova anlatımı" denilen en
az eksikli biçimi, neredeyse bütün dünya dillerine yapılan
çevirilere ve bizim çevirimize kaynaklık etti.

Gılgamış

Gılgamış yarı efsanevi bir kişi. Annesi Ninsun adındaki


bir tanrıça, babası ise bir şeytan (Lilla). Bu yüzden "üçte
ikisi tanrı etinden, üçte biri insan etinden" yaratılmış.
Bağdat'la Basra arasındaki bir Sümer yerleşkesi olan Uruk
kentinin kralı. Kent gök tanrısı An ve eşi İnanna adına
dikilmiş Eanna Tapınağı'yla ünlüydü. Sümer krallarının
adlarını içeren ve o çağdan kalma bir dizelgede şöyle bir
bilgi var: "Tanrısal Lugalbanda, bir çoban, 1200 yıl salta-

xx
Gılgamış Destanı

nat sürdü. Tanrısal Dumuzi, bir balıkçı, Eriduda doğdu,


1 00 yıl saltanat sürdü. Sonra Gılgamış, 1 26 yıl saltanat
sürdü. Ur-Nungal, Gılgamış'ın oğlu, 30 yıl saltanat sürdü
(GC-1, 206).

Destanın İlk Biçimleri

1 . Gılgamış ve Akka: Kiş kentinin kralı Akka, Uruk ya­


kınlarında su kuyuları açmak ister. Gılgamış onun bu isteği­
ne onay vermeyince Uruk'u kuşatır, çıkan çarpışmada yeni­
lip kaçar.
2. Gılgamış ve Humbaba: Gılgamış'ın çıktığı uzun bir
yolculuğu anlatan bir söylence bu. Gılgamış yabanıl arkada­
şı Enkidu'yla ve elli gönüllüyle birlikte, sedir ağacı kerestesi
getirmek amacıyla, Irak'ın kuzeyindeki Zagros Dağları'na
gider. Sedir Ormanları'nı "yedi parıltıyla donanmış" kor­
kunç bir canavar korumaktadır: Yarı insan, yarı tanrı bir
dev: Humbaba.
Gılgamış'ın adamları dağda yedi ağaç devirirler.
Gılgamış'la Enkidu, bir yolunu bulup, Humbaba'yı oyuna
getirirler; Enkidu da kafasını keser canavarın, ve tanrılar
başı Enlil'e sunmak üzere, yanı sıra götürür. Ama Enlil'in ho­
şuna gitmez bu durum. Humbaba'dan kalan ürkünç "yedi
parıltı"yı yedi varlığa dağıtır: ırmak, aslan, dağ ... (Tabletin
bundan ötesi kırık; öteki varlıkların adları öğrenemiyoruz.)
3. Gılgamış ve Gök Boğası: Günümüze çok az bir bö­
lümü ulaşmış bir destan. Tanrıça İnanna bilmediğimiz bir
nedenle Gılgamış'a kızmıştır. Kendi adına kurulmuş tapına­
ğa, Eanna Tapınağı'na girmesini yasaklar. Babasından Gök
Boğası'nı gönderip Gılgamış'ı öldürtmesini ister. Bunun
üzerine Gök Boğası Uruk'ta boy gösterir, önüne gelen her
şeyi kırıp döker. Gılgamış'la Enkidu hayvanı öldürüp etini
yoksullara dağıtırlar.

XXI
4. Gılgamış, Enkidu ve Cehennem: Üç yüz dizelik bir
destan. Dünyanın oluşumuna değinen uzunca bir girişle
başlar. Fırat kıyısında küçük bir söğüt ağacı vardır. Ama
Güney Rüzgarı kökünden söküp atar onu, Tanrıça İnan­
na da kendi bahçesine diker. İlerde kerestesinden bir taht,
bir de yatak yaptırmayı düşünmüştür. Ama ağacın köküne
korkunç bir yılan yerleşir, tepesine bir kartal, ortasına da bir
şeytan. İnanna kardeşi Utu'ya (Güneş'e) başvurur bunları
yok etmesi için. Ama Utu pek oralı olmaz. Gılgamış koşar
yardıma. Ağacı keser, yılanı öldürür, kartalı dağa, şeytanı
çöle sürer.
5. Gılgamış'ın ölümü: Günümüze epeyce eksik ulaşmış
bir destan parçası. Gılgamış ağır hastadır, ölümün eşiğinde­
dir. (Belki de düşünde) Tanrılar Kumlu'nun karşısına çık­
mıştır. Ne yapıp ettiği, ne işler işlediği sorulur kendisinden:
Sedir Ormanları serüveni, Humbaba'yı ortadan kaldırışı,
insan soyunu Tufan'dan kurtaran Ut-Napiştim'i arama se­
rüveni... (PG-GL, 83).

Destanın Oluşumu

Sümerlerin Gılgamış adı çevresinde yarattıkları dağınık


söylenceler MÖ 2000'lerde artık yörenin egemen dili olan
Akadcaya aktarıldı. Bu çeviri 1600'lerde yeniden düzenlen­
di. 1200'lere doğru Uruklu bilge bir ozan eliyle yeni baştan
yazılıp tutarlı, dengeli bir bütünlüğe kavuşturuldu. Ozanın
adı Sin-lekke-unninni. Sin Asurluların Ay Tanrısı. Ozanın
adı "Ey Sin, yakarılarımı kabul et!" anlamına geliyor (JB-1,
51). Günümüz yazıncıları için çok ilginç bir bilgi: Sin-lekke­
unninni Gılgamış Destanı'nı aruzla yazdı. Kullandığı ölçü
bizim Divan Şiiri'nde "bahr-i recez" diye tanımlanan ölçüy­
dü: Müstef'ilün müstef'ilün (MR, 7). Açılımı şöyle:
--.- / --.-

xxıı
Gılgamış Destanı

Bir tabletin önü, arkası.

Bu imler şu anlama geliyor: iki kapalı, bir açık, bir kapalı


hece ve bu toplamın iki kez yinelenmesi. Bu ölçüye uygun
bir örnek düşünelim: "Nerden gelirsin Gılgamış?" Ya da:
"Ben bilmesem neymiş aruz."
Destan, kil tabletlerin ön ve arka yüzüne üçer sütun ol­
mak üzere, altı sütunda yazılıyordu. Her sütun elli dize, her
tablet üç yüz dize içermekteydi. Destan'ın yazıldığı on iki
tabletin her birinden onar, on ikişer kopya yapılır ve bunlar,
bilgiyi güvence altına almak için, çevre illerin, komşu ülkele­
rin kitaplıklarına gönderilirdi.

XXlll
Destandaki Tannlar ve Tannçalar

Adad: Fırtına, yağmur, hava olayları tanrısı.


Anu: (Sümerce An, Akadca Anu). Tanrıların babası.
Gökkubbenin, büyük "yukarılar"ın tanrısı. Göktaşları,
burçlar onun silahları olarak bilinirdi. Sümerlerin evren ta­
sarımında, önceleri An (gök) ve Ki'den (yer) oluşmuş evren­
sel dağın doğduğu denizdi. Enli! bu iki varlığı birbirinden
ayırınca, "yukarılar" Anu'nun, "aşağılar" kendisinin oldu.
Uruk kentinde Anu adına yapılmış büyük bir tapınak vardı:
E-Anna (Gök Tapınağı).
Anunnakiler: Anu soyundan gelen büyük tanrılar, yeraltı
dünyasını denetleyen ölüm yargıçları.
Aruru: Enkidu'yu Anu'ya benzer biçimde, kilden yoğu­
ran Tanrıça.
Ayya: Güneş-Tanrı Şamaş'ın karısı; tan yeri, tan sökümü
Belet-şeri: Yeraltı dünyası tanrılarının yazmanı ve tuta­
nakçısı.
Ea (Sümerlerde Enki): İnsanın koruyucusu, bilgelik, zeka
ve sanat tanrısı. Anu'nun oğlu. Eridu kentinde adına kurul­
muş bir tapınak vardı.
Enlil: Toprak, hava, rüzgar ve zeka tanrısı. Üzerinde
yeryüzünün yüzdüğü uçurumun, Apsu'nun tanrısı. An ile
Ki'nin (gökle yerin) birleşmesinden doğdu. Zamanla baştan­
rılığı babasına bırakıp yeri kendisine ayırdı. Nippur kentinin
koruyucusu. Orada, adına kurulmuş tapınağın adı E.Kur
idi: Dağ Tapınağı.
Ennigu: Sulama düzenini ve su yollarını denetleyen tanrı.
Ereşkigal: Yeraltı dünyasının, Cehennem'in tanrıçası,
"Ölüler Ülkesi"nin kraliçesi. Yerle göğün ayrılmasından
sonra, "yukarılar"dan "aşağılar"a indirildi. Yeraltı dünya­
sını başlangıçta tek başına, daha sonra kocası Nergal'la bir­
likte yönetti.
Haniş: Şamaş'la (Güneş'le) eş tözden bir tanrı; fırtına ve
kötü hava habercisi.

xxıv
Gılgamış Destanı

İgigi: Gök tanrılarının genel adı.


İnanna: (bkz.) İştar.
İrkalla: Yeraltı dünyası kraliçesi Ereşkigal'ın bir başka
adı.
İştar (Sümerlerde İnanna): Göğün, "yukarılar"ın kraliçe­
si. Aşk, doğurganlık ve savaş tanrıçası. Anu'nun kızı. Venüs
gezegeninin tanrıçası. Uruk kentinin koruyucu tanrıçası. İş­
tar adı Sami kökenli dillerin dışında Hint-Avrupa kökenli
bütün dillere geçti: Astrum, astron, astre, eroile, stella, est­
rella, star, stern, ester, sitare ...
İşullanu: Anu'nun bahçıvanı. İştar'ın sevgisine karşılık
vermez, tanrıça da onu kurbağaya dönüştürür.
Mah (Sümerce "yüce" anlamında): İnsanın yaratılışını
Tanrı Ea ile birlikte gerçekleştiren tanrıça. Kimi yerde tanrı­
ça Aruru ile özdeşleştirilir.
Nergal: Sümerce Ne.Eri.Gal: Büyük Kent'in (Cehenne­
min) yüce tanrısı. Veba, ölüm ve yıkım tanrısı. Bir başka adı
Era. Cehennem kraliçesi Ereşkigal'ın kocası.
Ningirsu: Ekip biçme ve verimlilik tanrısı. Annesi bir ke­
çiydi. Özellikle 3000'li yıllardan başlayarak, ülkeyi kuzey
ve kuzey-doğu dağlarından gelen yabanıl topluluklara karşı
koruyan tanrı olarak bilindi ve büyük saygı gördü.
Ninlil: Gök, yer ve hava tanrıçası. Enlil'in karısı, Ay tan­
rısı Sin'in annesi.
Ninsun: Kendisine "Kutsal İnek" diye saygı gösterilen
Ninsun, inek ve sığır türünden hayvanların tanrıçasıydı.
Ninurta (Ningirsu'nun geç çağlardaki biçimi): Ekip biç­
me, sulama ve verimlilik tanrısı. Ayrıca Güney Rüzgarı'nın
özel ulağı. Onun için yazılmış bir şiir, yeryüzünün pis sula­
rını yeraltına boşaltıp birçok canavarı yok ettiğini söylüyor.
Silili: Aygırın annesi, göksel kısrak.
Sin (Sümercesi Nanna): Ay. Şamaş'ın ve İştar'ın baba­
sı. Harran'da adına kurulmuş bir tapınak vardı. Bütün
Ortadoğu'ya ay tapıncı oradan yayıldı.

xxv
Şakkan: Yabanıl hayvanlar ve yabanıl sürüler tanrısı.
Şaınaş (Sümercesi Utu): Güneş. Sümerler için yasa koyu­
cu, tüzeci ve bitkisel verimlilikte etkili tanrı. Sami soyundan
halklar için bilgelik ve savaş tanrısı. Ay tanrısı Sin'in oğlu.
Şullat: Haniş gibi, Şamaş'la (Güneş'le) eş tözden bir tan­
rı; fırtına ve kötü hava habercisi.
Tammuz (Sümerce adı Dumuzi): Bitki ve verimlilik tan­
rısı, "ağıllar efendisi, büyük çoban". Göğün kapısında du­
rur. Bir Sümer şiirine göre İnanna'nın kocasıdır.

Destanın Kişileri

Enkidu: Bu ad, yapısını oluşturan simgelerin Sümerce


okunuşu. Destan'ın ilk yazıcıları bu adı Eabani diye oku­
yorlardı. Enkidu Akadca "Enki yarattı" anlamına geliyor.
Yazıda yabanda, hayvanlar arasında büyümüş insanımsı bir
yaratık. Uruklu bir kadın, bir "yosma" onun erkeklik içgü­
düsünü uyandırır, onu kente getirir, "uygar" yaşama alıştırır.
Enkidu Gılgamış'la arkadaş olur, onun serüvenlerine katılır.
Gılgamış: Bu ad çevresinde örülen Destan Sümerlerden
Asurlulara, ardından Babillilere geçti, yeni eklentilerle zen­
ginleşip çoğaldı. ilk sözcükleri Akadca "Şa nagba imuru"
(O ki her şeyi gördü) biçiminde olduğundan hep bu üç
sözcükle anıldı. Hititçeye, Hurriceye, çevre dillere çevrildi.
Eksik, ama en kullanışlı yazma bize Asurbanipal'ın büyük
kitaplığından kaldı.
İnsanoğlunun en eski sözel yaratısıdır bu destan. Konu­
su şu: Gılgamış, yabanıl arkadaşı Enkidu'yla birlikte, Tanrı
Enlil'in Amanos yöresindeki Sedir Ormanları'na gözcü ola­
rak koyduğu Humbaba adlı korkunç bir devi öldürür. Bu­
nun üzerine, aşk tanrıçası İştar, Gılgamış'a aşık olur. Ama
Gılgamış ona yüz vermez. Buna çok içerleyen tanrıça gökten
korkunç bir boğa indirip Gılgamış'ın üzerine salar. Ama En-

xxvı
Gılgamış Destanı

kidu hayvanı öldürür. Ne var ki bu sonuca çok öfkelenen


İştar'ın verdiği ölümcül bir sayrılıkla kendisi de ölür. Gılga­
mış için bir yıkım olur bu ölüm. "Ben de Enkidu gibi ölecek
miyim?" diye ağlar, dövünür. "Ölümsüz yaşam"ın gizini
aramak üzere yollara düşer. Tanrı Ea eliyle yeryüzünde tek
bir kişiye verilmiştir ölümsüzlük: Büyük Tufan'da "yaşamın
tohumu"nu kurtaran Ut-Napiştim'e. Gılgamış uzun, güç bir
yolculuk sonunda onun oturduğu "mutluluklar ülkesi"ne,
Dilmun'a ulaşır. Öğrenir ondan ölümsüzlüğün gizini. Deni­
zin dibindeki bir bitkidedir bu giz. Suyun derinlerine dalıp
çıkarır onu, ama dönüşte yılana kaptırır.
Humbaba (ya da Huvava): Sedir Ormanları gözcüsü,
"yedi parıltı"yla donanmış, tanrı soyundan dev yaratık.
Tanrılar insan gözünün dayanamayacağı bir parıltı saçarlar.
Humbaba da öyledir. Ama onun ölümünden sonra bu "yedi
parıltı" doğadaki birtakım temel varlıklara, dağa, aslana, ır­
mağa (...) geçer.
Ninsun: Gılgamış'ın "Kutsal İnek" diye saygı gösterilen
yarı tanrıça annesi. Uruk kentinde tapınağı vardı. Bilgeliğiy­
le ünlüydü (GC-1, 208).
Siduri: Şarap yapmayı bilen, Ölüm Suları'nın kıyısında
kurduğu barınakta gelen geçene şarap satan tanrıça. Güneş
Bahçesi'nde oturur. Adı Hurri dilinde "genç kadın" anlamı­
na geliyor (NS, 1 65).
Ubar-Tutu (Tanrı Tutu'nun koruduğu): Ut-Napiştim'in
babası; Şuruppak kenti kralı. Tufan'dan önceki "krallar
çizelgesi"nde adı geçen kişi. Ubar-Tutu Şuruppak kentinin
kralı oldu ve 1 8.000 yıl saltanat sürdü. Sonra Tufan geldi.
Daha sonra tanrılar krallığı yeniden kurdular.
Ur-Şanabi (Ut-Napiştirn'in kayıkçısı): Eski Babillilerin
Sursanabu dedikleri Ur-Şanabi, Ut-Napiştim'in yaşadığı
cennetle, Dilmun'la güneş arasındaki Ölüm Suları'nı her
gün kayığıyla geçen kişi. Gılgamış'ı kayığına aldığı için bu
geçiş hakkını yitirir, onunla birlikte Uruk'a döner.

xxvıı
Ut-Napiştirn (Sümerce Ziusudra; her iki sözcük de "son­
suz yaşam" anlamına geliyor): Ubar-Tutu'nun oğlu. Sümer
kaynaklarında bilge bir kral, Akad kaynaklarında Şurup­
pak kenti rahibi olarak görülüyor. Tanrı Ea'nın yardımıyla
bütün canlıların tohumunu Tufan'dan, yok olmaktan kur­
tarır, tanrılar da onu ölümsüz kılıp güneşin doğduğu yere,
Dilmun'a yerleştirirler.

Destanda Geçen Yer Adlan

Anşan: Güney-batı İran'da bir bölge. Sümerler oradan


yay yapımında kullanılan sert bir kereste getirirlerdi.
Arnanos: İskenderun Körfezi'nin sağında, kuzeye doğru
yükselen sıradağlar.
Behistun: İran'ın batı bölgesinde, Pers kralı Dara'nın çok
yüksek bir kaya yüzeyine üç dille oydurduğu dev yazıtın bu­
lunduğu yer.
Dilmun: "Güneşin doğduğu yer"de, Basra Körfezi'nde
olduğu sanılan düşsel yer. Ut-Napiştim'e ölümsüzlük veren
tanrılar onu oraya yerleştirdiler.
Hennon: Lübnan'la Suriye arasındaki bir dağ.
Kiş: Fırat kıyısında, bugünkü Bağdat'ın güneyinde kurul­
muş ilk Sümer yerleşkelerinden biri.
Maşu: (Akadca "ikiz" demek). Çift doruklu ve çok yük­
sek olduğu düşünülen bir dağ. Destan'a göre, Güneş, do­
ğudan batıya doğru günlük yolculuğunda onun iki doruğu
arasından geçerdi. Yeri Güney-Doğu Anadolu ya da Kuzey
lrak'ta olabilir.
Nippur: Mezopotamya'nın güneyinde, Dicle'nin kıyı­
sında kurulmuş ilk Sümer yerleşkelerinden biri. 1 890-1 900
yıllarında Amerikalı kazıbilimciler çok sayıda tablet bul­
du. Bunların bir bölümü Philadelphia, bir bölümü İstanbul
Müzesi'ne verildi.

xxvııı
Gılgamış Destanı

Nizir: Batı İran'da, Urmiye Gölü'nün güneyindeki yük­


sek dağ.
Şuruppak: ilk Sümer yerleşkelerinden biri. Bağdat'ın gü­
neyinde, Fırat kıyısında kurulmuştu. "Yaşam tohumu"nu
Tufan'dan kurtaran kişinin, Ut-Napiştim'in kenti. Bugünkü
adı Fara.
Ugarit (bugünkü adı Ras-Şamra): Suriye'de, Destan'ın
kimi parçalarının bulunduğu bir İlkçağ kenti.
Uruk: Fırat kıyısında, Şuruppak'ın güneyinde kurulmuş
ilk Sümer yerleşkelerinden en önemlisi. Tufan'dan sonra ge­
len kralların, özellikle Gılgamış'ın kenti. Tevrat'ta Erek diye
geçer. Bugünkü adı Yarka.

xxıx
Bir Açıklama

Bu yapıt, yıllar önce, "İnsanoğlunun beş bin yıllık şiir se­


rüveni" alt başlığıyla yayınlanmış Yeryüzü Şiiri ve Yeryüzü
Destanları adlı iki ciltlik bir yapıtın üçüncüsü. Tek bir bü­
tünü oluşturacak gereçlerin üç ayrı kurgu içinde yer alması
okuyucunun önüne bıktırıcı yoğunlukta örnekler yığmama
kaygısına dayanıyordu.
Bu çalışmaya, binlerce yıl öncesinden bugüne ulaşmış söz
varlıklarının topluca sergileneceği bir "şiir müzesi" kurmak
amacıyla başlamıştım. Bu nedenle, diller, kitaplar ve ülkeler
arasında kırk yıl süren çok uzun bir yolculuğa çıktım, bu
"müze"ye gerekli ürünleri sağlamak için.
"Müze"min bir parçası da Gılgamış Destanı'ydı. Geniş
bir bölümünü 1970'lerde Soyut dergisinde yayınlamıştım.
George Contenau'nun 1939'da yayınlanmış olan Epopee de
Gilgamesh adlı çevirisiydi ilk yararlandığım kaynak. Daha
sonraki yıllarda, Destan'ın Batı dillerinde yeni birçok çevirisi
yayınlandı. Her yeni çeviriyle, yapıtın eksik yerleri azalıyor
ve yeni kazılardan elde edilmiş bilgilerle ya da Batı müzele­
rinde yeni bulunmuş parçalarla zenginleşiyordu. Bütün bu
yayınları izleye izleye, destanı bugün bilinen en az eksikli
duruma getirdim. Çalışmanun kırk yıl sürmesi bu yüzden.
Destan'a başlamadan önce, Sümer ve Asur şiirinin bir
özelliğini belirtmem gerekiyor. Herhangi bir şiiri kurgulayan
kişi ya da topluluk, yapıt boyunca, gerekli gördüğü yerler­
de, kimi dizeleri ya da parçaları sık sık yinelerdi. Destan'da

xxxı
da karşılaştığımız bu uygulamanın gerekçesi şu: Yapıt, kimi
dinsel törenlerde, topluluklar karşısında, özel bir ezgiyle
söylenirdi. ilk Çağ şiiri sözel bir yararıdır, okuyucuları yok­
tur, dinleyicileri vardır yalnız. Herhangi bir şiiri seslendiren
kişinin, dinleyiciler üzerinde belirli bir etki bırakmak ama-
cıyla, birtakım ezgisel olanaklardan yararlanması gerekir.
Destan'da bol örnekleri var bu uygulamanın. Anlatıya özel
bir tat katan bu tutumu ben de çevirimde özenle korumaya
çalıştım.
***

Kazıbilimcilerin, araşnncılann yüz elli yıl süren çabalan so­


nunda, destanın yaklaşık üçte ikisi elimize geçmiş oldu. Ama
geri kalan bölümünü elde etmemiz olanaksız artık. lrak'ta ya­
pılacak yeni kazılarla birtakım eksikleri tamamlayacak yeni
verilere ulaşmamız olanaksız. İnsanlığın bugüne dek gördüğü
en alçakça saldırılardan biri sonunda, Amerikan bombalan,
yeryüzü uygarlığının eşik taşlarını yerle bir etti.

Sait Maden

XXXll
I. Tablet

Gılgamış Uruk kentini görkemli surlarla çeviren acımasız,


güçlü bir kraldır. Tanrıça Aruru, onunla başa çıkması için, kil­
den bir adam yoğurur: Enkidu.
Enkidu hayvanlar arasında büyür. Günün birinde bir sokak
kızı onun erkeklik içgüdüsünü uyandırır, uygarlaşması için ken­
te götürür.
Bu arada Gılgamış iki düş görür, annesi Bilge Ninsun da şöy­
le açıklar: "Bir arkadaş edineceksin, kurtarıcı bir yoldaş."
O ki her şeyi gördü, tanıtmak isterim onu ülkeye,
o ki her yeri tanıdı, her şeyi bildi,
açığa çıkardı her yerde bütün gizleri
her şeyi kavrayan o bilgeler bilgesi.
5 Gizli şeyleri gördü ve aktardı saklı olanı,
Tufan'dan daha eski bir bilgiyi iletti bize.
Uzun bir yoldan dönüp, yorgun ve mutlu,
görüp geçirdiklerinin öyküsünü bir taşa kazıdı.
Sur çektirdi çevresine Büyük-Alanlı-Uruk'un
ıo ve kutsal Eanna'nın, 1 eşsiz hazinenin.
Şu ağ gibi sık örgülü sura bak,
bir benzeri olmayan şu temeli gör,
çok uzaktan getirilen şu eşiğe bir dokun,
İştar'ın konağı Eanna'ya doğru gel,
ıs hiçbir kral, hiçbir insanoğlu yapamadı bir benzerini.
Uruk'un suruna çık, bir dolaş,
incele temeli, gözden geçir tuğla duvarı,
gör pişmiş tuğladan mı, değil mi,
Yedi Bilge2 koymuş mu, koymamış mı temellerini?
20 Üç bin dönüm kent, üç bin dönüm bağlık, üç bin
dönüm kır,
işte bu dokuz bin dönümün hepsidir Uruk.

Eanna: Tanrı Anu'nun ve Tanrıça İştar'ın tapınağı.


Yedi Bilge: Tanrı Ea'nın insanları eğitmek, uygarlaştırmak için yeryüzüne gön­
derdiği bilgeler.
3
Şimdi de git bakır kutuyu3 ara,
tunç halkayı tutup çevir,
gizli kapağı bulup aç,
25 lacivert taşından tableti çıkar okumak için,
gör ne sınavlardan geçmiş Gılgamış!

Gizemli, ünlü, eşsiz hükümdar,


Uruk'un yiğit oğlu, süsen boğa,
adamlarının önderi,
30 ya da arkadan gelen, güç vermek için onlara,
yaman savaş ağı, halkının koruyucusu,
taş duvarları yıkan coşkun su:
Böyleydi işte Lugalbanda'nın oğlu yüce Gılgamış,
Kutsal İnek Ninsun'un oğlu.
35 Böyleydi işte Gılgamış, o göz kamaştıran yiğit!
O açtı dağın geçitlerini,
tepelerin ensesinde kuyular açtı,
güneşin doğduğu yere dek o geçti engin denizi,
görmediği yer kalmadı Ölümsüz Yaşam'ı ararken,
40 korkusuzca giden o oldu Uzak Ut-Napiştim'e dek,
o kurdurdu yeniden Tufan'da yok olmuş tapınakları.
İnsanlar arasında yoktu tek kişi
hükümdarlıkta onu geçebilecek
ve diyebilecek tek kişi: "Kral benim, yalnız ben!"

45 Gılgamış ta doğuştan başkaydı:


üçte ikisi Tanrı etinden, üçte biri insan etinden!
Mah tasarlamıştı gövdesinin biçimini,
yüzünün biçimini düşünmüş ve [. ] ..

ayrıca onun[ ] güçlüğü[ ]


... ...

50 tepeden tırnağa [ . ] . .

[ . ]. Büyük-Alanlı-Uruk'ta gider gelirdi hep,


. .

Bakır kutu: Büyük yapıların altında gizli bir yere, onu yaptıran kralın adını
içeren bakır bir levha konurdu.
4
Gılgamış Destanı

bir mandanın gücü vardı dimdik tuttuğu başında,


bir benzeri yoknı silahlarındaki vuruşun,
55 yanındakiler ayakta beklerdi buyruklarını,
korkudan titrerdi Uruk gençleri,
"Oğulu babasına bırakmıyor Gılgamış" derlerdi,
"gece gündüz çalımından [ ...]
Büyük-Alanlı-Uruk'un çobanı, o, Gılgamış,
60 güçlü, ünlü, becerikli ve bilge
Gılgamış bırakmıyor hiçbir kızı sevdiğine,
bir yiğidin söz kesilmiş kızını bile!"
Onların sızlanışını dinleyen Gök Tanrıları
bu işi Uruk'un Tanrısı Anu'ya aktardılar:
65 "Kudurmuş bir manda bu senin yarattığın Gılgamış,
bir benzeri yok silahlarındaki vuruşun,
yanındakiler ayakta bekliyor buyruklarını,
oğulu babasına bırakmıyor Gılgamış,
gece gündüz çalımından [ ] ...

70 Büyük-Alanlı-Uruk'un çobanı, o, Gılgamış,


güçlü, ünlü, becerikli ve bilge
Gılgamış bırakmıyor hiçbir kızı sevdiğine,
bir yiğidin söz kesilmiş kızını bile!"

Onların sızlanışını dinleyen Anu


75 yanına çağırdı Aruru'yu, Büyük Tanrıça'yı:
"Sensin Gılgamış'ı yaratan, bir eşini yarat şimdi de,
yüreği onunkine eş olsun atılganlıkta,
hep birbirleriyle kapışsınlar da Uruk rahat etsin!"
Aruru bunu duyunca tasarladı Anu'nun istediğini,
80 ellerini yıkadı, bir tutam kil alıp çölün ortasına bıraktı,
orada yarattı yiğit Enkidu'yu, o kaya parçasını:
Gövdesi kıllıydı, saçları kadınlarınkine benzerdi
buğday başaklarınca lüle lüle,
ne insan yüzü görmüştü ne de kent, Şakkan gibi,
85 ceylanlarla birlikte otlar,

5
suya inerdi hayvan sürüleriyle,
hoşlanırdı sudan yaban hayvanlarıyla.
Tuzakçı bir avcı günün birinde
bir su başında yüz yüze geldi onunla,
90 bir gün, iki gün, üç gün yüz yüze geldi hep onunla.
Avcı onu görünce korkudan taş kesildi,
berikiyse şaşırdı kaldı sessiz, kımıltısız,
yanındaki sürüyle barınağına dönünce.
Avcının içi daralmış, yüzü kararmıştı,
95 bun girmişti yüreğine,
yüzü uzak bir yoldan gelenin yüzü gibiydi.
Gitti, ağız açıp konuştu, dedi ki babasına:
"Baba, adamın biri var, yabandan gelmiş,
ülkede en güçlü, en yaman kişi o,
100 kolları bir Anu kayasından4 daha berk;
boyuna gelip gidiyor yaban yazıda,
boyuna ot otluyor çevresindeki sürüyle,
hiç eksik olmuyor su başlarından.
Korktum, yanına yaklaşamadım,
105 kazdığım çukurları doldurdu,
gerdiğim ağları kopardı her yerde,
elimin altından kaçırdı yaban hayvanlarını,
yapacak iş bırakmadı bana yazıda."

Babası ağız açıp konuştu, dedi ki avcıya:


110 "Oğlum Gılgamış oturur Uruk kentinde,
yoktur ondan daha yiğit,
kolları bir Anu kayası'ndan daha berk;
doğru ona git oğlum,
anlat bu adamın gücünü.
115 Bir sokak kızı katar senin yanına, al götür,
kız yener o adamı, güçte geri kalmaz ondan;
adam bir su başında suvarırken sürüsünü

4 Anu kayası: Göktaşı.


6
Gılgamış Destanı

kız çıkarır giysilerini, açar güzelliklerini,


onu görünce yaklaşır adam
120 ve elinde büyüyen sürü yüz çevirir ondan böylece."

Babasının öğüdünü dinleyip


avcı yola çıktı Gılgamış'ı bulmaya,
gide gide ulaştı Uruk kentine.
"Dinle beni Gılgamış, sözüme kulak ver,
125 adamın biri var, yabandan gelmiş,
ülkede en güçlü, en yaman kişi o,
kolları bir Anu kayasından daha berk,
boyuna gidip geliyor, gidiyor yaban yazıda,
boyuna ot otluyor yaban hayvanlarıyla,
130 hiç eksik olmuyor su başlarından.
Korktum, yanına yaklaşamadım,
kazdığım bütün çukurları doldurdu,
gerdiğim bütün ağları kopardı her yerde,
elimin altından kaçırdı bütün yaban hayvanlarını,
1 35 yapacak iş bırakmadı bana yazıda!"

Gılgamış avcıya dedi ki:


"Git avcı, yosma bir kadın al yanına, bir sokak kızı,
o adam bir su başında suvarırken sürüsünü,
kız çıkarır giysilerini, açar güzelliklerini,
1 40 adam görünce kızı dayanamaz, yaklaşır,
elinde büyüyen sürü yüz çevirir ondan böylece!"

Avcı gitti, bir sokak yosması aldı yanına,


yolunu tuttular gidecekleri yerin,
varacakları yere vardılar üç günde;
1 45 avcıyla sokak yosması yerleştiler oraya,
su başında beklediler bir gün, iki gün.
Su içmeye indi sürü,
indi yaban hayvanları, kandılar suya,

7
Enkidu da yanlarındaydı, o yaban yazıda doğmuş,
150 ceylanlarla birlikte ot otlayıp
sürüyle su başına inip su içen,
hayvanlarla su içmeye bayılan Enkidu.

Yosma gördü o adam azmanını,


yabandan gelme o canavarı.
155 "İşte ta kendisi! Aç göğsünü hele yosma,
aç koynunu, tatsın vereceğin bütün zevki,
kaçınma, soluğunu al onun;
seni görür görmez yaklaşacak yanına,
soyun, at giysini, bırak yatsın senin üstüne,
160 öğret şu yaban dölüne kadınlığı,
elinde büyüyen sürü yüz çevirecek ondan
aşkla saldırışları mırıl mırıl örterken seni."

Yosma açtı koynunu zevk vermek için ona,


kaçınmadı onun soluğunu almaktan,
165 kız attı giysilerini, o da yattı kızın üstüne,
kız öğretti o yaban adamına kadınlığı,
adamın tutkuyla saldırışları mırıl mırıl örttü kızı.

Altı gece yedi gün onunla yattı Enkidu;


onun verdiği zevki doyasıya tadınca
170 hayvanlarının yanına dönmek istedi;
ama Enkidu'yu görünce hayvanlar kaçtı,
yaban hayvanları uzaklaştı ondan;
ileri atılmak istedi, ama bedeninde eski güç yoktu,
dizlerini oynatamadı sürüsü uzaklaşırken,
1 75 bitmişti Enkidu, koşamadı eskisi gibi,
ama kavrayışı gelişmiş, genişlemişti.
Döndü, oturdu yosmanın dizi dibine
ve yosma Enkidu'nun yüzüne baktı, baktı bir süre
ve konuştu. Enkidu kavradı kızın demek istediklerini.

8
Gılgamış Destanı

1 80 Yosma diyordu ki Enkidu'ya:


"Yakışıklısın Enkidu, Tanrı gibisin,
ne diye hayvanlarla dolanır durursun ıssız yazıda?
"eni Büyük-Alanlı-Uruk'a götüreyim, gel,
Anu'nun, İştar'ın yerine, kutsal tapınağa,
1 85 oturduğu yere o yaman mı yaman Gılgamış'ın,
en yiğitleri sindirdiği yere bir boğa gibi!"

Enkidu anladı yosmanın dediklerini,


kendini duymuştu, bir dost arıyordu şimdi.
Enkidu dedi ki yosmaya:
190 "Gidelim güzel kız, götür beni
Anu'nun, İştar'ın yurdu o kutsal tapınağa,
oturduğu yere Gılgamış'ın, yaman mı yaman,
en yiğitleri sindirdiği yere bir boğa gibi!
Dövüşmek isterim onunla, meydan okurum,
1 95 bağırmak isterim Uruk'un ortasında: 'Benim en güçlü!'
girmek isterim oraya değiştirmek için yazgıları;
yamandır çölde doğan: güçle dolup taşar çünkü."

"Gel öyleyse," dedi Yosma, "gidip bulalım onu,


seni Gılgamış'a göstereyim, biliyorum yerini,
200 gel hadi, Enkidu, Büyük-Alanlı-Uruk'a gel;
delikanlılar güzel kemerler kuşanır orada,
her gün yeni bir bayramdır,
sazlar, davullar çalınır her yerde,
sokak yosmaları öyle endamlı,
205 öyle güzeldirler, öyle hoş kokarlar ki
uluları bile yataklarından kaldırırlar geceleyin.
Ah Enkidu, bilmiyorsun yaşamayı sen,
sevinçler, acılar adamı Gılgamış'ı göstereceğim sana,
gör onu, yüzüne bak uzun uzun,
210 erkekçe bir gençlikle, yaşamla dolup taşar o,
eşsiz bir güzellikle donatılmıştır gövdesi,

9
sendekinden daha çok güç vardır onda hala,
dinlenme nedir bilmez gece gündüz.
Ah Enkidu, kurtul şu yabanlıktan,
215 Gılgamış, ki sever Tanrı Şamaş onu,
Anu, Enlil, Ea geniş bir soluk vermişlerdir ona,
sen daha yabandan gelmeden
seninle ilgili düşler görürdü Uruk'ta.
Gerçekten de bir gün uyandığında anasına dedi ki:
220 "Ana, bir düş gördüm bu gece,
alırken çevremi bütün yıldızlar
Anu kayası gibi bir kaya düştü yanıma;
kaldırmak istedim ya bana pek ağır geldi,
devirmek istedim ya kımıldatamadım yerinden,
225 yanımda duruyordu bütün Uruk,
onun başına toplanmıştı bütün kent,
insanlar kaynaşıyordu çevresinde,
üzerine üşüşmüştü delikanlılar,
ayaklarını öpüyorlardı sıska çocuklar gibi;
230 bir kadını okşar gibi okşadım onu,
aldım, senin ayaklarının dibine koydum,
sen de benim dengimmiş gibi davrandın ona."

Bilge Ninsun şunu dedi oğluna,


görmüş geçirmiş bilge Ninsun şunu dedi Gılgamış'a:
235 "Gökteki yıldızlar senin yoldaşlarındır.
Anu kayası gibi üstüne düşen şey,
o kaldırmak isteyip de kaldıramadığın,
devirmek isteyip de kımıldatamadığın şey,
o benim ayaklarımın dibine koyduğun,
240 eş gibi yanına aldığın,
bir kadını okşar gibi okşadığın şeye gelince
yiğit bir adamı gösterir o, kurtarıcı bir yoldaşı;
odur ülkede en güçlü, en yaman kişi,
kolları bir Anu kayasından daha berk;

10
Gılgamış Destanı

245 bir kadını okşar gibi okşamana gelince


hiç ayrılmayacak demektir o senin ardından;
budur işte gördüğün düşün anlamı."

Gılgamış bir başka gün şunu dedi annesine:


"Ana, bir düş daha gördüm,
250 bir balta yatıyordu yerde, Büyük-Alanlı- Uruk'ta,
çevresine toplanmıştı herkes,
bütün Uruk oradaydı,
çevresi kalabalıktan geçilmiyordu;
bir kadını okşar gibi okşadım onu,
255 aldım, senin ayaklarının dibine koydum,
sen de benim dengimmiş gibi davrandın ona."

Bilge Ninsun şunu dedi oğluna:


görmüş geçirmiş bilge Ninsun şunu dedi Gılgamış'a:
"Bir adamdır, oğlum, o gördüğün balta senin,
260 onu sevmen, bir kadını okşar gibi okşamana gelince,
benim de senin dengin gibi davranmama gelince,
yiğit biri gelecek demektir sana, yardımsever biri;
odur ülkede en güçlü, en yaman kişi,
kolları bir Anu kayasından daha berk."

265 Gılgamış ağız açıp annesine dedi ki:


"Yüce Enlil'in istemiyle, kim bilir,
bir yardımcı, bir dost kazanırım belki de,
evet, bir yardımcı, bir dost kazanırım."
İşte düşlerini Gılgamış böyle açıklıyordu annesine.

270 Gılgamış'ın bu düşlerini Enkidu'ya anlatıyordu yosma,


su başında oturup okşarlarken birbirlerini.

11
Another random document with
no related content on Scribd:
spread. As sure as I am now dictating to you, the practical way of
teaching is “Explanation, followed by Execution.” Have a lecture on
Optics in the morning: make a telescope in the afternoon. Tell the boys
in the morning about the mariner’s compass and the use of the chart;
and in the afternoon go out and navigate a Ship.
Similarly, with the selection of boys for the Navy, I didn’t want any
examination whatsoever, except the boy and his parents being “vetted,”
and then an interview with the boy to examine his personality (his soul,
in fact); and not to have an article in the Navy stuffed by patent
cramming schoolmasters like a Strasburg goose. A goose’s liver is not
the desideratum in the candidate. The desideratum was: could we put
into him the four attributes of Nelson:—
I. Self reliance.
(If you don’t believe in yourself, nobody else will.)
II. Fearlessness of Responsibility.
(If you shiver on the brink you’ll catch cold, and possibly
not take the plunge.)
III. Fertility of Resource.
(If the traces break, don’t give it up, get some string.)
IV. Power of initiative.
(Disobey orders.)

Aircraft.
Somewhere about January 15th, 1915, I submitted my resignation
as First Sea Lord to Mr. Churchill because of the supineness
manifested by the High Authorities as regards Aircraft; and I then
prophesied the raids over London in particular and all over England,
that by and by caused several millions sterling of damage and an
infinite fright.
I refer to my resignation on the aircraft question with some fear and
trembling of denials; however, I have a copy of my letter, so it’s all right.
I withdrew my resignation at the request of Authority, because Authority
said that the War Office and not the Admiralty were responsible and
would be held responsible. The aircraft belonged to the War Office; why
on earth couldn’t I mind my own business? I didn’t want the Admiralty
building and our wireless on the roof of it to be bombed; so it was my
business (the War Office was as safe as a church, the Germans would
never bomb that establishment!).
Recently I fortuned to meet Mr. Holt Thomas, and he brought to my
recollection what was quite a famous meeting at the Admiralty. Soon
after I became First Sea Lord on October 31st, 1914, I had called
together at the Admiralty a Great Company of all interested in the air;
for at that moment I had fully satisfied myself that small airships with a
speed of fifty miles an hour would be of inestimable value against
submarines and also for scouting purposes near the coast. So they
proved.
Mr. Holt Thomas was a valued witness before the Royal
Commission on Oil and Oil Engines, of which I was Chairman (a sad
business for me financially—I only possessed a few hundred pounds
and I put it into Oil—I had to sell them out, of course, on becoming
Chairman of the Oil Commission, and what I put those few hundreds
into caused a disappearance of most of those hundreds, and when I
emerged from the Royal Commission the oil shares had more than
quintupled in value and gone up to twenty times what they were when I
first put in).
Through Mr. Holt Thomas we obtained the very important evidence
of the French inventor of the Gnome engine—that wonderful engine
that really made aeroplanes what they now are. His evidence was of
peculiar value; and so also was that of Mr. Holt Thomas’s experience;
and the result of the Admiralty meeting on aircraft was that we obtained
from Mr. Holt Thomas an airship in a few weeks, when the experience
hitherto had been that it took years; and a great number of this type of
aircraft were used with immense advantage in the war. I remember so
well that the very least time that could be promised with every effort
and unstinted money, was three months (but Mr. Holt Thomas gave a
shorter time). In three weeks an airship was flying over the Admiralty at
50 miles an hour (“there’s nothing you can’t have if you want it
enough”), and now we’ve reached the Epoch—prodigious in its advent
—when positively the Air commands and dominates both Land and
Sea; and we shall witness quite shortly a combination in one Structure
of the Aeroplane, the Airship, the parachute, the common balloon, and
an Aerial Torpedo, which will both astound people by its simplicity and
by its extraordinary possibilities, both in War and Commerce (the
torpedo will become cargo in Commerce). The aeroplane has now to
keep moving to live—but why should it? The aerial gyroscopic
locomotive torpedo suspended by a parachute has a tremendous
significance.
And let no one think like the ostrich that burying one’s head in the
sand will make Invention desist. At the first Hague Peace Conference in
1899, when I was one of the British Delegates, huge nonsense was
talked about the amenities of war. War has no amenities, although Mr.
Norman Angell attacked me in print for saying so. It’s like two Innocents
playing singlestick; they agree, when they begin, not to hit hard, but it
don’t last long! Like fighting using only one fist against the other man
with two; the other fist damn soon comes out! The Ancient who
formulated that “All’s fair in love and war” enunciated a great natural
principle

“War is the essence of violence.”


“Moderation in War is imbecility.”
“HIT FIRST. HIT HARD. KEEP ON HITTING.”

The following Reports and letter will illustrate this history of my


efforts in this direction:—

Lord Fisher returned to the Admiralty on October 30th, 1914.


38 S.S. airships were at once ordered—single engine type. Six
improved type.
Before Lord Fisher left the Admiralty, a design of a double-
engine type was got out, and subsequently another 32 airships
were ordered.
Circular Letter issued by Lord Fisher in 1914 when First Sea
Lord:—

Lord Fisher desires to express to all concerned his high


appreciation of the service rendered by those who carried out the
recent daring raid on Lake Constance.
He considers that the flight mentioned, made over 250 miles of
enemy country of the worst description, is a fine feat of endurance,
courage, and skill, and reflects great credit on all who took part in
the raid, and through them on the Air Service to which they belong.

* * * * *
The following précis of correspondence is inserted because
contributory to Lord Fisher’s resignation. He had previously written to
Mr. Churchill, resigning on the ground of the disregard of his warnings
respecting the Aircraft menace:—
An Official Secret German Dispatch, obtained from a German
Source, dated December 26th, 1914:—
The General Staff of the German Army are sending aircraft to
attack French fortified places. Full use to be made of favourable
weather conditions for attack of Naval Zeppelins against the East Coast
of England with the exception of London. The attack on London will
follow later combined with the German Army Airships.

* * * * *
Précis of History of Rigid Airships of Zeppelin Type.—
Lord Fisher, when First Sea Lord, in December, 1908, instructed
Admiral Bacon to press for the construction of rigid airships for naval
purposes at the meetings of a Sub-Committee of the Committee of
Imperial Defence, which held its first meeting in December, 1908, after
many meetings at which Admiral Bacon presented the naval point of
view with much lucidity. The Committee recommended on January
28th, 1909, the following:—
(a) The Committee are of opinion that the dangers to which we
might be exposed by developments in aerial navigation cannot be
definitely ascertained until we ourselves possess airships.
(b) There are good grounds for assuming that airships will prove of
great value to the Navy for scouting and possibly for destructive
12
purposes. From a military point of view they are also important.
(c) A sum of £35,000 should be included in the Naval Estimates for
the purpose of building an airship of a rigid type. The sum alluded to
should include the cost of all preliminary and incidental expenses.
(d) A sum of £10,000 should be included in Army Estimates for
continuing experiments with navigable balloons of a non-rigid type, and
for the purchase of complete non-rigid airships and their component
parts.

January 28th, 1909.


Approved by Committee of Imperial Defence, February 25th,
1909.

And nothing more was done till I came back to Admiralty on October
30th, 1914!
Letter from Admiral Sir S. Eardley Wilmot, formerly Superintendent
of Ordnance Stores, Admiralty:—

The Old Malt House,


Marlow ,
August 13th, 1916.
Dear Lord Fisher,
Having given us splendid craft to fight on and under the sea, I
wish you would take up the provision of an air fleet. There is going
to be a great development of air navigation in the future and all
nations will be at it. With our resources and wealth we can take
and keep the lead if we like.
As a modest programme to start with we might aim at 100 air
battleships and 400 air cruisers: all on the “lighter than air”
principle.
I met a young fellow who had been in the Jutland action and
asked him how the 15-inch guns did. “Splendidly,” he said—“They
did nearly all the real execution.” I hear the Germans have got 17-
inch guns which is what I anticipated, but they won’t get ahead of
us in that time tho’ we can’t yet snuff out their Zepps, thanks to you
know who.
Yours sincerely,
(Signed) S. Eardley Wilmot.
Note.—More than a year before I got this letter I had got a 20-
inch gun ready to be built for a new type of Battle Cruiser!
Aged 19. Lieutenant.
In temporary command of “Coromandel” in
China.

The Submarine Mine


As quite a young Lieutenant, with extraordinary impudence I told
the then First Sea Lord of the Admiralty that the Hertz German
Submarine Mine, which I had seen a few days before in Kiel Harbour,
would so far revolutionise sea warfare as possibly to prevent one fleet
pursuing another, by the Fleet that was flying dropping submarine
mines in its wake; and certainly that sudden sea operations of the old
Nelsonic type would seriously be interfered with. He very good
humouredly sent me away as a young desperado, as he remembered
that I had been a lunatic in prophesying the doom of masts and sails,
which were still then magnificently supreme, and the despised engineer
yet hiding his diminished head had to keep the smell of oily oakum
away from the noses of the Lords of the ship.
That same Hertz mine in all its essentials remains still “The King of
Mines,” and if only in those years immediately preceding the war we
had manufactured none else, instead of trying to improve on it, we
should have bagged no end of big game. But as it was, our mines were
squibs; the enemy’s ship always steamed away and got into harbour,
while ours always went down plump.
The Policy of the Submarine Mine favoured us, but our authorities
couldn’t see it. I printed in three kinds of type:
(1) Huge capitals; (2) Italics; (3) big Roman block letters the
following words, submitted to the authorities very early in the war—

“Sow the North Sea with Mines on such a huge scale that
Naval Operations in it become utterly impossible.”

So you nip into the Baltic with the British Fleet.


That British Mining Policy blocked the North Sea entrance to the
Kiel Canal—that British Mining Policy dished the neutrals. When the
neutrals got blown up you swore it was a German mine—it was the
Germans who began laying mines; and a mine, when it blows you up,
don’t hand you a ticket like a passport, saying what nationality it is. In
fact, our mines were so damned bad they couldn’t help believing it was
a German mine. But I might add I think they would have sunk any
Merchant ship, squibs though they were; and I may add in a
parenthesis this British policy of submarine mines for the North Sea
would have played hell with the German submarines, not so much
blowing them up but entangling their screws.
Well, at the last—longo intervallo—towards the close of the war,
being the fifteenth “Too Late” of Mr. Lloyd George’s ever memorable
and absolutely true speech, the British Foreign Office did allow this
policy, and the United States sent over mines in thousands upon
thousands, and we’re still trying to pick ’em up, in such vast numbers
were they laid down!
We really are a very peculiar people.
Lions led by Asses!
I bought a number of magnificent and fast vessels for laying down
these mines in masses—no sooner had I left the Admiralty in May,
1915, they were so choice that they were diverted and perverted to
other uses.
But perhaps the most sickening of all the events of the war was the
neglect of the Humber as the jumping-off place for our great fast Battle
Cruiser force, with all its attendant vessels—light Cruisers, Destroyers,
and Submarines, and mine-layers, and mine-sweepers—for offensive
action at any desired moment, and as a mighty and absolute deterrent
to the humiliating bombardment of our coasts by that same fast
German Battle Cruiser force. The Humber is the nearest spot to
Heligoland; and at enormous cost and greatly redounding to the credit
of the present Hydrographer of the Navy, Admiral Learmonth (then
Director of Fixed Defences), the Humber was made submarine-proof,
and batteries were placed in the sea protecting the obstructions, and
moorings laid down behind triple lines of defence against all possibility
of hostile successful attack.
However, I had to leave the Admiralty before it was completed and
the ships sent there; and then the mot d’ordre was Passivity; and when
the Germans bombarded Scarborough and Yarmouth and so on, we
said to them à la Chinois, making great grimaces and beating tom-
toms; “If you come again, look out!” But the Germans weren’t Chinese,
and they came; and the soothing words spoken to the Mayors of the
bombarded East Coast towns were what Mark Twain specified as being
“spoke ironical.”
I conclude this Chapter with the following words, printed in the early
autumn of 1914:—

“By the half-measures we have adopted hitherto in regard to


Open-Sea Mines we are enjoying neither the one advantage nor
the other.”
That is to say, when the Germans at the very first outbreak of war
departed from the rules of the Hague Conference against the type of
mine they used, we had two courses open to us: there was the moral
advantage of refusing to follow the bad lead, or we could seek a
physical advantage by forcing the enemies’ crime to its utmost
consequences. We were effete. We were pusillanimous, and we were
like Jelly-fish.
And we “Waited and See’d.”
CHAPTER X
APOLOGIA PRO VITA SUA

We started out on the compilation of this book on the


understanding that it was not to be an Autobiography, nor a Diary, nor
Meditations (à la Marcus Aurelius), but simply “Memories.” And now
you drive me to give you a Synopsis of my life (which is an artful
periphrasis), and request me to account for my past life being one
continuous series of fightings—Love and Hate alternating and Strife the
thread running through this mortal coil of mine. (When a coil of rope is
made in a Government Dockyard a coloured worsted thread is
introduced; it runs through the centre of the rope: if the rope breaks and
sends a man to “Kingdom Come,” you know the Dockyard that made it
and you ask questions; if it’s purloined the Detective bowls out the
purloiner.) So far my rope of life has not broken and the thread is there
—Strife.
Greatly daring, and “storms of obloquy” having been my portion, I
produce now an apologia pro vita mea, though it may not pulverise as
that great Cardinal pulverised with his famous Apologia (“He looked like
Heaven and he fought like Hell”).

* * * * *
Here I would insert a note which I discovered this very afternoon
sent me by an unknown friend when Admiral von Spee and all his host
went to the bottom. Before that event there had been a series of
disasters at sea, and a grave uneasy feeling about our Navy was
spreading over the land. The three great Cruisers—“Hogue,” “Cressy”
and “Aboukir”—had been sunk near the German coast. What were they
doing there? Did they think they were Nelson blockading Toulon? The
“Goeben” and “Breslau” had escaped from our magnificent Battle
Cruisers, then in the Mediterranean, which had actually boxed them up
in the Harbour of Messina; and they had gone unharmed to
Constantinople, and like highwaymen had held a pistol at the head of
the Sultan with the threat of bombarding Constantinople and his Palace
and thus converted Turkey, our ancient ally, into the most formidable
foe we had. For is not England the greatest Mahomedan Power in the
world? The escape of the “Goeben” and “Breslau” was an irreparable
disaster almost equalled by our effete handling of Bulgaria, the key
State of the Balkans; and we didn’t give her what she asked. When we
offered it and more next year, she told us to go to hell. Then there was
the “Pegasus,” that could neither fight nor run away, massacred in cold
blood at Zanzibar by a German Cruiser as superior to her as our Battle
Cruisers were to von Spee. And last of all, as a climax, that sent the
hearts of the British people into their boots, poor Cradock and his brave
ships were sunk by Admiral von Spee. I became First Sea Lord within
24 hours of that event, and without delay the Dreadnought Battle
Cruisers, “Inflexible” and “Invincible,” went 7,000 miles without a hitch
in their water tube boilers or their turbine machinery, and arrived at the
Falkland Islands almost simultaneously with Admiral von Spee and his
eleven ships. That night von Spee, like another Casablanca with his
son on board, had gone to the bottom and all his ships save one—and
that one also soon after—were sunk. I have to reiterate about von
Spee, as to this day the veil is upon the faces of our people, and they
do not realise the Salvation that came to them.
1. We should have had no munitions—our nitrate came from Chili.
2. We should have lost the Pacific—the Falkland Islands would
have been another Heligoland and a submarine base.
3. Von Spee had German reservists, picked up on the Pacific
Coast, on board, to man the fortifications to be erected on the Falkland
Islands.
4. He would have proceeded to the Cape of Good Hope and
massacred our Squadron there, as he had massacred Cradock and his
Squadron.
5. General Botha and his vast fleet of transports proceeding to the
conquest of German South-West Africa would have been destroyed.
6. Africa under Hertzog would have become German.
7. Von Spee, distributing his Squadron on every Ocean, would
have exterminated British Trade.
That’s not a bad résumé!
Now I give the note, for it really is first-rate. Who wrote it I don’t
know, and I don’t know the paper that it came from:—

“It is amusing to read the eulogies now showered on Lord


Fisher. He is the same man with the same methods, the same
ideas, and the same theories and practice which he had in 1905
when he was generally abused as an unscrupulous rascal for
whom the gallows were too good. Lord Fisher’s silence under
storms of obloquy while he was building up Sea Power was a
striking evidence of his title to fame.”

The writer of the paragraph quotes the above words from some
other paper; then he goes on with the following remark:—

“We cordially endorse these observations. At the same time,


not all of those who raised the ‘storms of obloquy’ in 1905 and for
some years subsequently are now indulging in eulogy. Many of
them just maintain a more or less discreet silence, varied by an
occasional insinuation either in public or in private that everything
is not quite as it should be at the Admiralty, or that Lord Fisher is
too old for his job, etc., etc., etc. As we have often remarked, many
of the vituperators of Lord Fisher hated him for this one simple
reason, that he had weighed them up and found them wanting.
They had imposed on the public, but they couldn’t impose on him.
Some of these vituperators are now discreetly silent, but we know
for a fact that their sentiments towards the First Sea Lord are not in
the slightest degree changed.”

To proceed with this synopsis:—


I entered the Navy, July 12th, 1854, on board Her Majesty’s Ship
“Victory,” after being medically examined by the Doctor on board of her,
and writing out from dictation The Lord’s Prayer; and I rather think I did
a Rule of Three sum. Before that time, for seven years I had a hard life.
My paternal grandfather—a splendid old parson of the fox-hunting type
—with whom I was to live, had died just before I reached England; and
no one else but my maternal grandfather was in a position to give me a
home. He was a simple-minded man and had been fleeced out of a
fortune by a foreign scoundrel—I remember him well, as also I
remember the Chartist Riots of 1848 when I saw a policeman even to
my little mind behaving, as I thought, brutally to passing individuals. I
remember seeing a tottering old man having his two sticks taken away
from him and broken across their knees by the police. On the other
hand, I have to bear witness to a little phalanx of 40 splendid police
(who then wore tall hats and tail coats) charging a multitude of what
seemed to me to be thousands and sending them flying for their lives.
They only had their truncheons—but they knew how to use them
certainly. They seized the band and smashed the instruments and tore
up their flags.
I share Lord Rosebery’s delightful distaste; and wild horses won’t
make me say more about those early years. These are Lord
Rosebery’s delicious words:—

“There is one initial part of a biography which is skipped by


every judicious reader; that in which the pedigree of the hero is set
forth, often with warm fancy and sometimes at intolerable length.”

How can it possibly interest anyone to know that my simple-minded


maternal grandfather was driven through the artifices of a rogue to take
in lodgers, who of their charity gave me bread thickly spread with butter
—butter was a thing I otherwise never saw—and my staple food was
boiled rice with brown sugar—very brown?
Other vicissitudes of my early years—until I became Gunnery
Lieutenant of the first English Ironclad, the “Warrior,” at an
extraordinarily early age—may be told some day; and all that your
desired synopsis demands is a filling in of dates and a few details, till I
became the Captain of the “Inflexible”—the “Dreadnought” of her day. I
was promoted from Commander to Captain largely through a Lord of
the Admiralty by chance hearing me hold forth in a Lecture to a bevy of
Admirals.
H.M.S. “Vigilant,” Portsmouth.
October 3rd, 1873.
Mr. Goschen and Milne left at 10 a.m. I stayed and went on
board “Vernon,” Torpedo School Ship, at 11. Had a most interesting
lecture from Commander Fisher, a promising young officer, and
witnessed several experiments. The result of my observations was
that in my opinion the Torpedo has a great future before it and that
mechanical training will in the near future be essential for officers.
Made a note to speak to Goschen about young Fisher.

That was in 1873. More than thirty years after, “Young Fisher” was
instrumental in making this principle the basis of the new system of
education of all naval cadets at Osborne.
I remember so well taking a “rise” out of my exalted company of
Admirals and others. The voltaic element, which all lecturers then
produced with gusto as the elementary galvanic cell, was known as the
“Daniell Cell.” A bit of zinc, and a bit of copper stuck in sawdust
saturated with diluted sulphuric acid, and there you were! A bit of wire
from the zinc to one side of a galvanometer and a bit of wire from the
copper to the other side and round went the needle as if pursued by the
devil.
There were endless varieties of this “Daniell Cell,” which it was
always considered right and proper to describe. “Now,” I said, “Sirs, I
will give you without any doubt whatsoever the original Daniell Cell”—at
that moment disclosing to their rapt and enquiring gaze a huge drawing
(occupying the whole side of the lecture room and previously shrouded
by a table cloth)—the Lions with their mouths firmly shut and Daniel
apparently biting his nails waiting for daylight! Anyhow, that’s how
Rubens represents him.
I very nearly got into trouble over that “Sell.” Admirals don’t like
being “sold.”
I should have mentioned that antecedent to this I had been
Commander of the China Flagship. I wished very much for the
Mediterranean Flagship; but my life-long and good friend Lord Walter
Kerr was justly preferred before me. The Pacific Flagship was also
vacant; and I think the Admiral wanted me there, but I had a wonderful
good friend at the Admiralty, Sir Beauchamp Seymour, afterwards Lord
Alcester, who was determined I should go to China. So to China I went;
and, as it happened, it turned out trumps, for the Admiral got softening
of the brain, and I was told that when he got home and attended at the
Admiralty I was the only thing in his mind; the only thing he could say
was “Fisher!” And this luckily helped me in my promotion to Post
Captain.
After starting the “Vernon” as Torpedo School of the Navy and
partaking in a mission to Fiume to arrange for the purchase of the
Whitehead Torpedo, I was sent at an hour’s notice overland to Malta,
where on entering the harbour I noticed an old tramp picking up her
anchor, and on enquiry found she was going to Constantinople, where
the ship I was to command was with the Fleet under Sir Geoffrey
Hornby. I went alongside, got up a rope ladder that was hanging over
the side and pulled up my luggage with a rope’s end, when the Captain
of the Tramp came up to me and said: “Hullo!” I said “Hullo!” He said
“What is it you want?” He didn’t know who I was, and I was in plain
clothes, just as I had travelled over the Continent, and I replied: “I’m
going with you to Constantinople to join my ship”; and he said “There
ain’t room; there’s only one bunk, and when I ain’t in it the mate is.” I
said “All right, I don’t want a bunk.” And he said “Well, we ain’t got no
cook.” And I said “That don’t matter either.” That man and I till he died
were like Jonathan and David. He was a magnificent specimen of those
splendid men who command our merchant ships—I worshipped the
ground he trod on. His mate was just as good. They kept watch and
watch, and it was a hard life. I said to him one day “Captain, I never see
you take sights.” “Well,” he said, “Why should I? When I leaves one
lamp-post I steers for the other” (meaning lighthouses); “and,” he says,
“I trusts my engineer. He gives me the revolutions what the engine has
made, and I know exactly where I am. And,” he says, “when you have
been going twenty years on the same road and no other road, you gets
to know exactly how to do it.” “Well,” I said, “what do you do about your
compass? are you sure it’s correct? In the Navy, you know, we’re
constantly looking at the sun when it sets, and that’s an easy way of
seeing that the compass is right.” “Well,” he said, “what I does is this. I
throws a cask overboard, and when it’s as far off as ever I can see it, I
turns the ship round on her axis. I takes the bearing of the cask at
every point of the compass, I adds ’em all up, divides the total by the
number of bearings, which gives me the average, and then I subtracts
each point of the compass from it, and that’s what the compass is
wrong on each point. But,” he says, “I seldom does it, because
provided I make the lamp-post all right I think the compass is all right.”
I found Admiral Hornby’s fleet at Ismid near Constantinople, and
Admiral Hornby sent a vessel to meet me at Constantinople. He had
heard from Malta that I was on board the tramp. That great man was
the finest Admiral afloat since Nelson. At the Admiralty he was a failure.
So would Nelson have been! With both of them their Perfection was on
the Sea, not at an office desk. Admiral Hornby I simply adored. I had
known him many years; and while my cabins on board my ship were
being painted, he asked me to come and live with him aboard his
Flagship, which I did, and I was next ship to him always when at sea.
He was astounding. He would tell you what you were going to do wrong
before you did it; and you couldn’t say you weren’t going to do it
because you had put your helm over and the ship had begun to move
the wrong way. Many years afterwards, when he was the Port Admiral
at Portsmouth, I was head of the Gunnery School at Portsmouth, and,
some war scare arising, he was ordered to take command of the whole
Fleet at home collected at Portland. He took me with him as a sort of
Captain of the Fleet, and we went to Bantry Bay, where we had
exercises of inestimable value. He couldn’t bear a fool, so of course he
had many enemies. There never lived a more noble character or a
greater seaman. He was incomparable.

* * * * *
After commanding the “Pallas” in the Mediterranean under Sir
Geoffrey Hornby, I was selected by Admiral Sir Cooper Key as his Flag
Captain in North America in command of the “Bellerophon”; and I again
followed Sir Cooper Key as his Flag Captain in the “Hercules” when he
also was put in command of a large fleet on another war scare arising.
It was in that year I began the agitation for the introduction of Lord
Kelvin’s compass into the Navy, and I continued that agitation with the
utmost vehemence till the compass was adopted. After that I was
chosen by Admiral Sir Leopold McClintock, the great Arctic Explorer, to
be his Flag Captain on the North American Station, in the
“Northampton,” then a brand new ship. He again was a splendid man
and his kindness to me is unforgettable. He had gone through great
hardships in the Arctic—once he hadn’t washed for 179 days. He was
like a rare old bit of mahogany; and I was told by an admirer of his that
when the thermometer was 70 degrees below zero he found the ship
so stuffy that he slept outside on the ice in his sleeping bag.

1885. Aged 41. Post Captain.


In command of Gunnery School at
Portsmouth.
I was suddenly recalled to England and left him with very deep
regret in the West Indies to become Captain of the “Inflexible.” I had the
most trying parting from that ship’s company of the “Northampton”; and
not being able to stand the good-bye, I crept unseen into a shore boat
and got on board the mail steamer before the crew found out that the
Captain had left the ship. And the fine old Captain of the Mail Steamer
—Robert Woolward by name—caught the microbe and steamed me
round and round my late ship. He was a great character. Every Captain
of a merchant ship I meet I seem to think better than the last (I hope I
shan’t forget later on to describe Commodore Haddock of the White
Star Line, for if ever there was a Nelson of the Merchant Service he
was). But I return to Woolward. He had been all his life in the same line
of steamers, and he showed me some of his correspondence, which
was lovely. He was invariably in the right and his Board of Directors
were invariably in the wrong. I saw a lovely letter he had written that
very day that I went on board, to his Board of Directors. He signed
himself in the letter as follows:—

“Gentlemen, I am your obedient humble servant” (he was


neither), “Robert Woolward—Forty years in your employ and
never did right yet.”

I must, while I have the chance, say a few words about my friend
Haddock. It was a splendid Captain in the White Star steamer in which I
crossed to America in 1910, and I remarked this to my Cabin Steward,
as a matter of conversation. “Ah!” he said, “you should see ’addick.”
Then he added “We knows him as ’addick of the ‘Oceanic.’ Yes,” he
said, “and Mr. Ismay (the Head of the White Star Line) knows him too!”
The “Oceanic” was Mr. Ismay’s last feat in narrowness and length and
consequent speed for crossing the Atlantic. I have heard that when he
was dying he went to see her. This conversation never left my mind,
although it was only the cabin steward that told me; but he was an
uncommon good steward. So when I came back to the Admiralty as
First Sea Lord on October 31st, 1914, I at once got hold of Haddock,
made him into a Commodore, and he commanded the finest fleet of
dummy wooden “Dreadnoughts” and Battle Cruisers the world had ever
looked on, and they agitated the Atlantic, and the “Queen Elizabeth” in
wood got blown up by the Germans at the Dardanelles instead of the
real one. The Germans left the other battleships alone chasing the
“Elizabeth.” If this should meet the eye of Haddock, I want to tell him
that, had I remained, he would have been Sir Herbert Haddock, K.C.B.,
or I’d have died in the attempt.
* * * * *
Now you have got perhaps not all you want, but sufficient for the
Notes to follow here.

The “Warrior”
I was appointed Gunnery Lieutenant of the “Warrior” our First
Ironclad in 1863, when I was a little over 22 years old. I had just won
the Beaufort Testimonial (Senior Wrangler), and that, with a
transcendental Certificate from Commodore Oliver Jones, who was at
that time the demon of the Navy, gave me a “leg up.”
The “Warrior” was then, like the “Inflexible” in 1882 and the
“Dreadnought” in 1905, the cynosure of all eyes. She had a very
famous Captain, the son of that great seaman Lord Dundonald, and a
still more famous Commander, Sir George Tryon, who afterwards went
down in the “Victoria.” She had a picked crew of officers and men, so I
was wonderfully fortunate to be the Gunnery Lieutenant, and at so
young an age I got on very well, except for sky-larking in the ward-
room, for which I got into trouble. There was a dear old grey-headed
Paymaster, and a mature Doctor, and a still more mature Chaplain,
quite a dear old Saint. These, with other willing spirits, of a younger
phase, I organised into a peripatetic band. The Parson used to play the
coal scuttle, the Doctor the tongs and shovel, the dear old Paymaster
used to do the cymbals with an old tin kettle. The other instruments we
made ourselves out of brown paper, and we perambulated, doing our
best. The Captain came out of his cabin door and asked the sentry
what that noise was? We were all struck dumb by his voice, the skylight
being open, and we were silent. The Sentry said: “It’s only Mr. Fisher,
Sir!” so he shut the door! The Commander, Sir George Tryon, wasn’t so
nice! He sent down a message to say the Gunnery Lieutenant was “to
stop that fooling!” (However, this only drove us into another kind of
sport!) We were all very happy messmates; they kindly spoilt me as if I
was the Baby. I never went ashore by any chance, so all the other
Lieutenants liked me because I took their duty for them. One of them
was like Nelson’s signal—he expected every man to do his duty! I was

You might also like