Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Akademik Akl■n Ele■tirisi Pascalca

Dü■ünme Çabalar■ 2nd Edition Pierre


Bourdieu
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/akademik-aklin-elestirisi-pascalca-dusunme-cabalari-2
nd-edition-pierre-bourdieu/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Sosyoloji Meseleleri 2nd Edition Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/sosyoloji-meseleleri-2nd-edition-
pierre-bourdieu/

Eril Tahakküm 2nd Edition Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/eril-tahakkum-2nd-edition-pierre-
bourdieu/

Kültür Üretimi 1st Edition Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/kultur-uretimi-1st-edition-pierre-
bourdieu/

Dünyan■n Sefaleti 1st Edition Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/dunyanin-sefaleti-1st-edition-
pierre-bourdieu/
Heideggerin Politik Ontolojisi 1st Edition Pierre
Bourdieu

https://ebookstep.com/product/heideggerin-politik-ontolojisi-1st-
edition-pierre-bourdieu/

Bilimin Toplumsal Kullan■mlar■ Bilimsel Alan■n Klinik


Bir Sosyolojisi ■çin 2nd Edition Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/bilimin-toplumsal-kullanimlari-
bilimsel-alanin-klinik-bir-sosyolojisi-icin-2nd-edition-pierre-
bourdieu/

Bilimin Bilimi ve Dü■ünümsellik 1st Edition Pierre


Bourdieu

https://ebookstep.com/product/bilimin-bilimi-ve-
dusunumsellik-1st-edition-pierre-bourdieu/

Ayr■m Be■eni Yarg■s■n■nToplumsal Ele■tirisi 1st Edition


Pierre Bourdieu

https://ebookstep.com/product/ayrim-begeni-yargisinintoplumsal-
elestirisi-1st-edition-pierre-bourdieu/

Dü■ünümsel Sosyolojiye Davet 1st Edition Pierre


Bourdieu Loic Wacquant

https://ebookstep.com/product/dusunumsel-sosyolojiye-davet-1st-
edition-pierre-bourdieu-loic-wacquant/
Pierre Bourdieu
Akademik Akhn Eleştlrisl
Pascalca Düşünme Çabalan

Pierre Bourdieu 1930'da, Fransa'nın güneybatısında küçük bir


köyde doğdu. Ecole normale superieure'de felsefe öğrenimi gör·
dü. Doktora tezine başladığı sırada silah altına alındı. Yedek subay
olmayı reddettiği için ordunun psikolojik rehbertik servisine atan·
dı. fakatCezayir savaş.yfa ilgili yasak biryaymla yakalanınca •cep­
heye ... Cezayir'e sürüldü. Zorunlu askerlikten sonra Cezayir'de
kalıp Berberi halklanndan lkbayliyen üzerine bir antropoloji tezi
yazdı. Çeşitli üniversitelerde görev aldı. Yeni bir araştırma merkezi
kurdu.Akademik birk itapdizisi ve dergi yayımladı. 1981 'de Fran·
sa' nın en saygın eğitim kurumu olan College de France'da sosyo­
loji kürsüsüne seçildi. 1990'1arda küreselleşme ve neoliberalizmin
yıkıcı etkilerine dikkat çeken çıkışlarıyla, çeşitli grevlere ve sosyal
hareketlere verdiği destekle kitleler nezdinde de saygınlık kazandı;
bu doğrultuda yayın yapan, genç sosyologların çalışmalarını ya·
yımlayan bir yayınevi kurdu. 2002'de Paris'te hayatını kaybetti.
ôzellikle "kültür sosyolojisi" alanına yoğunlaşan Bourdieu çok
üretken bir yazardı. Düşüncesinde Marksizmin, yapısalcılığın, kıs­
men fenomenolojinin, Wittgenstein ve Pascaf'ın etkilerine rastla­
nır. Kitaplannda düşüncelerini titiz saha araştırmaları üstüne bina
etme eğilimi dikkat çeker. Türkçede yayımlanmış eserleri: Alain
Darbel ile birtikte Sanat Sevdası (Metis, 2011 ) , Virisler: ôgrenci­
ler ve Kültür (Heretik, 2014), Aynm: Beteni Yargısmm Eleştirisi
(Heretik, 2015), Televizyon Üzerine (YKY, 2000), Dünyanm Se­
faleti (Heretik, 2015) Loic Wacquant ile birlikte Düşünümsel An­
tropoloji için Cevaplar (iletişim, 2003) ve Bekarlar Balosu (Dost,
2010).
Metis Yayınlan
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, fstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www .metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726

Akademik Akim Eleştirisi


Pascalca Düşünme Çabalan
Pierre Bourdieu
Fransızca Basımı:
Meditations pascaliennes
Editions du Seuil. 1997, 2003
© Editions du Seuil, 1997
©Metis Yayınları, 2010
Çeviri Eser© P. Burcu Yalım, 2015

ilk Basım: Şubat 2016


ikinci Basım: Mayıs 2016

Yayıma Hazırlayan: Savaş Kılıç

Kapak illüstrasyonu: "Baron Munchausen'in Maceralan" için,


bir Sovyet sanatçı tarafından yapllmış resimleme, 1957.
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Dizgi ve Baskı ôncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylaak Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No.12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 11931

ISBN-13: 978-605-316-029-8

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğalblması, kopyalanarak internette ya da herhangi bir veri saklama ci­
hazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hükümle­
rine aykınd1r ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklannın çiğnenmesi anlamına
geldiği için suç oluşturmaktadır.
Pierre Bourdieu

Akademik Aklın Eleştirisi


PASCALCA DÜŞÜNME ÇABALAR!

Çeviren:
P. Burcu Yalım

@lj metis
İçindekiler

. .
Gınş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11

1 Skolastik Aklın Eleştirisi . . .. .. . . .. .. ... ... . .. . . . .. . ...... .... .. . . . . .... . . . .. 21

İ çerilme ve İçerilen / Örtük Olan . .. ............ ..... . ... ... ....... . .. .... ... . 21
. . . l·-·
Sko1astık E-· · . Be1 ırsız
gı 1ımın ıgı ................................................ . 24

Skolastik Eğilimin Doğuşu ... ... ........ ..... ...... .. ... ..... ........ ...... .. ... 29

Buyuk Bastırma .. . ................. .............. . . . ......................... .........


. 31

Skolastik Onur Meselesi . .. . . .... ... .... . .... ..... ...... ...... ... . ... . . . . . . . . . . . .. 39

Radikal Kuşkuyu Radikalleştirmek . .. . . ... . .. . .. . . ..... . .. .. . .... .. . .. . . .. . 43

1 . Hamiş: Kişisel Olmayan İ tiraflar ... . .. . .... ......... .......... .. .. . .... 48

2. Hamiş: Tarihin Unutuluşu .. ........ ................ .... .............. .. . .... 59

2 Skolastik Yanılgının Üç Biçimi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . 65

Skolastik Episteme-merkezcilik . ... ... ........... ...... . . ... .. .. ...... ....... 66

Arasöz: Beni Eleştirenlerin Eleştirisi ... .. . . .... . . . . . . .... ...... . .. ...... ... 78

Egoist Evrenselcilik Olarak Ahlakçılık ... .... ... . . ... ... .. ............... 83

Saf Bir Hazzın Saf Olmayan Koşulları .. .................................


. 92

Aklın Belirsizliği .. ... . . . .. . . .. . ... . . . . .. . . .. . . . . .... . . . . .. . . . .... . ... .. ..... ..... . . . . . 97

Arasöz: "Saf" Düşüncenin "Alışılmış" Bir Sınırı ... . . . . . . .. . .. 101


. . . . .

Simgesel Şiddetin En Üst Biçimi . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .


. . . . . . . . . 103

Hamiş: Bir Yazar Nasıl Okunur? . . . . . . . .. ...


. . . . . .. . . . . ...... .. . .. . .. 105
. . . . . . .
3 Aklın Tarihsel Temelleri .. .. . .. .. .. .. . . . . . .. . . . .... ... . .. . . . . . . .. .. ... .... . . . ı 14

Şiddet ve Yasa . . . .. ... . . . . . . . .. . .. . . .. . . . . .... . . .. . . .. .. .. . .. . . . . ... . . .... ... .. .. . . . .. . . 115

Nomos ve illusio . . . . . . . . . . . . . . .... . . . . . .... . ...... . . . . . . . . ...... . .


. . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . 118

Arasöz: Sağduyu .... . . . . . . . . . . . . . ... .. . . . . ....... . . . . . . . . . . . ........... . . . . . . ...... . . . ı 19

Kurulu Bakış Açılan . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . ... . . . .... . . . . . . . .. . .. . . . 120

Arasöz: Güçlerin Farklılaşması ve Meşrulaştırma


Çevrimleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . .
. ı 25

Rasyonalist Tarihselcilik . . . . .... . . . . .. . ... . ... ......... . . .... . .. . .. . . . ... . .. . ... . . ı 29

Bi limsel Aklın İ k i Yüzü . . .. .. .. .. . .. .. .. ... ... .. . . . . ... . . . ... .. . .. . ..... ...... . .. . ı 32

Alanın Sansürü ve Bilimsel Yüceltme . . . . .. . . . .. . . .. ...... .......... . .. .. ı 3 5

Köken Anımsaması . . ....... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . .. .. .. .. . . . .. . . . . . .. . .. . . . .. . . ı 39

Düşünümsellik ve Çifte Tarihselleştirme . . . .


. . . . . . . .. ..... . .... . ... . . . . . 143

Evrenselleştirme Stratejilerinin Evrenselliği .. . . . . . . . . . . ..... . . . . . . . . . 147

4 Bedensel Bilgi . . . . . . . .. .. .. .. . . . .. ... . . .. . .... . .. ..... ..... . .. . .. . . . . . .. ... . . .. . .. . ... ı 55

Analysis Situs . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 158

Toplumsal Uzam . . . . . .. . ... .. . .. .... . . . ........ . . . . . .. .. . . . . . .. . . . . .. . . .. ... . . . .. ... .. ı 62

Kapsama/ Anlama . .. .. . . .. . . . . . . . .... . .. . ... . ... .. . . . . .. . . . . .. ....... . . . . . .. . ... . . ... 163

Skolastik Körlük Hakkında Arasöz .. . . . . . ... . . .. . . . . . ... . .. . . . .. .. . . . . ..... ı 65

Habitus ve Bünyeye Dahil Etme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . ..... . . . . . . . . . . 167

Eylem Halindeki Bir Mantık ... . . . . . . . .


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... . . . . . . .. ı7ı

Ortuşme .. .. .... . .. . . .. . ... .. ......... . . .. .. . .... . . .. .. ... . .... .... ... .. ..... ... .... .......
. 177
İ ki Tarihin Karşılaşması ..... .. . . . . . . ... .. .. . ... . .. . .. . . .. ... . . . . .. .... . ...... . ...
. 18 ı

Eğilimler ve Konumlar Diyalektiği . . . . . ... ................... ...... .. ... . . . 186


Örtüşmezlikler, Uyumsuzluklar ve Sekteler ... .. .... .. . .... . .. . . .. . . . . ı9ı

5 Simgesel Şiddet ve Siyasi Mücadeleler .. . .. . .. . .. . .. . . . . . . .. . . .. .. 196 .

Libido ve illusio . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 196

Bedensel Kısıt . .. . . .. . . . .... . . .... ... ...... ... . . ... .... .. .... . . .. ..... .... .. . . .... . . ...
. 200

Simgesel İ ktidar . . . . . ... . .. . .. . . . ............... ... ... . . . . . . . . . . .. .. .. .. . ...... .. .. . . .


. 205
Çifte Doğallaştırma ve Etkileri . . ... .. . . ..... ...... ..... . .. ... . ... . .. . . . . ..... . 2 ı 3

Pratik Sezgi ve Siyasi Çaba . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... 217


İ kili Hakikat . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . 224

Bilgi Kiplerinin Bilgisi . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..


. . 227

1. Vaka İncelemesi: Armağanın İ kili Hakikati . . . . . . ....... . . . . . . . . . . . 228

2. Vaka İncelemesi: Emeğin İ kili Hakikati . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 240

6 Toplumsal Varlık. Zaman ve Varoluşun Anlamı . .. . .. ... .. . 245

Gelecek Olanda Mevcudiyet . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. .. . . . . . . . .... . ... . . . . . . . . . . . . . 247

"Ardıllıklar Düzeni" . . ... . . . . ... .. . .... .. .. . . .. .. . . .. .. .... . . ... . .. ... . . . .. ... .. ... .. 253

Beklentiler ile Olasılıkların İ lişkisi .. ...... ........ .. . . . . ... .. .... . ..... .. .. 256

Arasöz: B irkaç Skolastik Soyutlama Daha .. . . . . . .. ........ . . .... .. .. .. 259

Toplumsal Bir Deneyim: Geleceksiz İ nsanlar . . . . ... . . . . . . . . . .. . . . . . . 262

Zamanların Çoğulluğu . .. .. .. ... .. . . . . . . . . . . . .... . ....... . . ......... . . .. .. ... ... ..


. 265

Zaman ve İktidar .. .. . . . .. ... .. .. ... ... .......... ......... ..... . . ....... .... .. ..... ...
. 269

Beklentiler ve Olasılıklar Arasındaki İ lişkiye Dönüş . . . . . . . . .. . . . 274

Bir Özgürlük Alanı . . . .


..... . . . . . . . . . . . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... 277

Gerekçelendirme Meselesi . ... .. . ... . . . . . . . . .. . .... . . . . . . .. ... . . . . . . .. . . . .. . ... . 280

Simgesel Sermaye . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 284

Dızın . ... .. ..... . . . . . . . . .. . .. .. .... . .. ..... . .. .. .. . .. . . . . . ... ..... . . ...... .. .. .. .. ... ... ... . . . 29 ı
Giriş

NORMALDE felsefeye bırakmayı yeğleyeceğim bazı soruları sorma­


ya karar verdiysem eğer, bunun sebebi bu denli sorgulayıcı olmasına
rağmen felsefenin bunları sormadığını düşünmem; keza, bilhassa
sosyal bilimler konusunda, zorunlu olmadığını düşündüğüm soru­
ları habire sorduğu halde bu soruların genellikle pek felsefi olmayan
gerekçelerini ve bilhassa nedenlerini sorgulamaktan kaçtığını dü­
şünmemdir. Esasında akademik aklın (Kantçı anlamdaki) eleştirisi­
ni sorgulamaların genellikle dokunmadığı bir noktaya kadar itmek
ve skho/e* durumunun, yani serbest ve dünyadaki aciliyetlerden azat
olmuş -bu aciliyetlerden ve dünyadan azat olmuş ve serbest bir iliş­
kiyi mümkün kılan- zaman durumunun varsayımlarını açıklığa ka­
vuşturmak istiyordum. Fakat filozoflar, tıpkı diğer düşünce profes­
yonelleri gibi, bu varsayımları kendi pratiklerine katmakla kalma­
mış, bunları analiz etmekten ziyade meşrulaştırmak üzere, söylemin
düzenine taşımışlardır.
Felsefenin, ulaşılmalarını zorlaştırmaya katkıda bulunduğu ha­
kikatlerin önünü açmayı ümit eden bir araştırmayı gerekçelendir­
mek için, filozoflar tarafından adeta düşüncenin düşmanları olarak
algılanan düşünürlerin (çünkü, Wittgenstein gibi, felsefenin ilk gö­
revinin yanılsamaları, bilhassa felsefi geleneğin ürettiği ve yeniden
ürettiği yanılsamaları dağıtmak olduğunu ileri sürüyorlar) sunduğu
örnekten icazet alabilirdim. Fakat, göreceğimiz gibi, benim bu dil-

•Eski Yunancada "boş zaman" demek olan skhole. aynı zamanda "okul" an­
lamına gelen ing. school ve Fr. ecole sö zcüklerinin de kö küdür. -f.n.
12 AKADEMİK AKLIN ELEŞ11RİSİ

şünümleri Pascal'ın himayesi altına yerleştirmemin başka sebepleri


bulunuyordu. Uzun zamandır -genellikle kötü niyetle- Marx' la iliş­
kim sorulduğunda, sonuçta illaki biriyle yakınlık kurmam gereki­
yorsa, daha ziyade Pascalcı olduğum yanıtını vermeyi alışkanlık
edinmiştim: Bundan kastım özellikle bu yakınlığın en görünür ol­
duğu simgesel iktidarla ilgili hususlar ve temellendirme ihtirasının
reddi gibi Pascal 'ın yapıtının daha az bilinen yönleriydi. Ancak her
şeyin ötesinde, "sıradan insanlar"a ve "halkın sağlıklı kanaatleri"ne
duyduğu -her tür naif popülizmden uzak- saygıdan dolayı Pascal 'a
(kendi anladığım haliyle) hep minnettar olmuştum; aynı şekilde, bu
saygıdan ayn düşünülemeyecek olan ve daima "sonuçların nede­
ni"ni ya da "bütün gün bir tavşanın peşinde koşmak" gibi görünürde
en tutarsız veya en gülünç insan davranışlarının varlık sebebini ara­
maya ve "filozofluk taslama"ya, sağduyuya ait kanaatlerin beyhu­
deliği karşısındaki sıradışı şaşkınlıklarıyla şaşırtmaya çalışmaya her
daim hazır olan "yarım akıllı "ların aksine bunlar karşısında infiale
kapılmaktan veya bunlarla dalga geçmekten imtina etme isteğinden
dolayı da ona minnettardım.
Pascal'ın "gerçek felsefe felsefeyle alay eder" derken haklı ol­
duğuna inandığımdan, skolastik görgü kurallarının bu sloganı oldu­
ğu gibi benimsememe engel olmasına sık sık üzülmüşümdür: Ö n­
celikle filozofların kendilerine felsefe adına uygulanan simgesel
şiddete karşı, bu şiddetin etkilerini savuşturmak için en çok başvu­
rulan silahları, yani ironi, pastiş veya parodiyi kullanmak istediğim
zamanlar oldu. Sanata ve sanatçılara olan inancı kendi pratiklerinde
tartışma konusu etmekten asla kaçınmamış yazarların (Heideggerci
kitsch üzerine Thomas Bemhard, Alman idealistlerinin duman bu­
lutlan üzerine de Elfriede Jelinek) veya Duchamp'dan Devautour'a
kadar nice sanatçının özgürlüğüne imrenmemek mümkün mü?
Felsefeye ve entelektüellerin sözlerine doğrudan ve muazzam et­
kiler atfetmekteki kibir, bana göre, Schopenhauer'in "ukalalık ko­
medisi" dediği şeyin en ala örneğini teşkil eder, ki bundan kastı, tıp­
k ı sahnede dışkılayan bir sahne atı gibi, kişi kendi kavramında ol­
mayan bir eylemi gerçekleştirdiğinde içine düşülen gülünç durum­
dur. "Modem" veya "posonodem" filozoflarımızın, onları karşı kar­
şıya getiren çatışmaların ötesinde ortak bir noktaları varsa eğer, o
GİRİŞ 13

da söylemin gücüne olan aşın güvenleridir. Akademik bir yorumu


siyasi bir eylem olarak veya metin eleştirisini bir direniş başarısı
olarak kabul edebilen ve kelimelerin düzenindeki devrimleri şeyle­
rin düzenindeki radikal devrimler olarak yaşayabilen tipik lector ya­
nılsamasıdır.
Müthiş kahraman rolleriyle hipnotize olmuşçasına özdeşleşme
havalarına girmeye yol açan bu kadiri mutlaklık hayaline kapılmak­
tan nasıl kaçınılır? Bana kalırsa her şeyden önce yalnızca düşünce­
nin ve düşünce iktidarlarının sınırları üzerine değil, aynı zamanda
düşüncenin icra edildiği koşullar üzerine de düşünmek gerekir - on­
larca filozofu hem coğrafi hem toplumsal bakımdan kaçınılmaz ola­
rak kısmi ve yerel olan ve toplumsal evrenin, hatta (genellikle ulusal
bir geleneğe ve disipline indirgenerek yapılan referansların sınırlı­
lığının gösterdiği gibi) entelektüel evrenin hep o aynı küçük alanıyla
sınırlı olan toplumsal deneyimin ötesine geçmeye sevk eden koşul­
lar üzerine. Buna karşın dünyanın gidişatının dikkatle gözlemlen­
mesi bu filozoflarda daha fazla tevazu uyandırmalıdır, zira şurası
çok açık: Entelektüel iktidarların en etkili olduğu durumlar bu ikti­
darların toplumsal düzene içkin eğilimlerle aynı doğrultuda icra
edildikleri durumlardır; bunlar sayesinde ifade bulan dünyanın kuv­
vetlerinin etkilerini -ihmallerle veya tavizlerle- tartışmasız biçimde
ikiye katlarlar.
B urada söyleyeceklerimin -ki uzunca bir süre, en azından kıs­
men, kuramsal şeylerin pratik sezgisinde (sens pratique) örtük ola­
rak bırakmak istemiştim- belirli bir varoluşun çok özel bir biçimde
sınırlanmış tekil deneyimlerinden ileri geldiğini ve dünyadaki olay­
ların veya akademik yaşamda olan bitenlerin bilinçler ve bilinçdış­
lan üzerinde son derece derin etkileri olabileceğini biliyorum. Peki
bu, söyleyeceklerimin bu yüzden özel veya göreli olacakları anla­
mına mı geliyor? Port-Royal' lilerin otoriteye ve itaate olan ilgileri,
bunun ilkelerini açığa çıkarmaktaki kararlılıkları, bilhassa kültürel
bakımdan son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen hemen hepsinin
küstahlıklarından çok çektikleri kılıçlı asilzadelerden (noblesse
d epee) -hem başkalarının hem de kendilerinin gözünde- o dönem­
'

de hala son derece ayn bir kategori olan cübbeli asilzadelerin (nob­
lesse de robe) burjuvazisine mensup olmalarına bağlanmıştır. Aris-
14 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

tokratik değerler ve otoritenin -bilhassa da soylular otoritesinin­


simgesel temelleri konusunda özel bir zihin açıklığına sahip olma­
lannın Kilise•nin veya Devlet'in dünyevi güçlerine karşı eleştirel bir
tavır almalarına yol açan marjinal konumlanyla pekala bir ilgisi ola­
bilir ama bu durum söz konusu zihin açıklığının açığa çıkardığı ha­
kikati hiçbir şekilde geçersiz kılmaz.
Bazı epistemolojik göıünümlü soruşturmaların ardında yatan
dinsel veya siyasi ahlakçılık kalıntılarını reddetmek lazım. Düşünce
düzeninde. Nietzsche 'nin dediği gibi, günahsız gebelik diye bir şey
yoktur ama aynı şekilde ilk günah diye bir şey de yoktur. Hakikati
keşfedenin bunu keşfetmekte bir çıkan olduğu keşfedilebilir diye
bu keşif önemini zerre kadar yitirmez. "Saf" düşünce mucizesine
inanmak isteyenler, halcikat veya erdem sevdasının, tıpkı bütün di­
ğer eğilimler gibi, oluştuğu koşullara, yani toplumsal bir konuma ve
güzergaha ister istemez bir şeyler borçlu olduğunu kabul etmek zo­
rundadır. Hatta inanıyorum ki onca yatının yapllğımız ve dolayısıy­
la Pascal'ın bahsettiği "bilmenin reddi"nin veya "hakikat nefreti"nin
(hıncın sapkın sahte zihin açıklığının o tersyüz olmuş biçimiyle de
olsa) bilhassa yoğun ve yaygın olduğu entelektüel yaşamdaki şeyleri
düşünmek söz konusu olduğunda. hakikati açığa çıkarmak için bir
nebze kişisel çıkar gütmek (ki bunu bir itham olmakla itham etmek
kolaydır) gerçekten de fazla görülmemelidir.
Fakat yol açllkları görelileştirme tehlikesine en başta kendileri
maruz kalan tarihsel bilimlerin aşın kınlganlığının bazı avantajlan
da yok değildir. Özellikle entelektüel modalann veya trendlerin da­
yatmalan ve cazibeleri karşısında, bunlan sürekli konu etmenin zo­
runlu sonucu olan teyakkuzdan bahsedebilir ve bilhassa herhangi
bir sezginin veya öngörünün temelinde yatabilecek itkileri, başkal­
dırıları veya içerlemeleri tabi kıldığım eleştiri, doğrulama ve irdele­
me, tek kelimeyle yüceltme çalışmasını burada söz konusu edebili­
rim. Ait olduğum dünyayı tarafsız bir incelemeye tabi tuttuğumda,
kaçınılmaz olarak kendi analizlerimin pençesine düştüğümü ve ken­
di aleyhime kullanılabilecek araçları temin ettiğimi bilmemem im­
kansızdı: Bu gibi durumlarda söylenen "ava giden avlan1r" sözü de,
benim anladığım haliyle, yani kolektif bir girişim olarak düşünüm­
selliğin çok etkili bir biçiminden başka bir şey değildir.
GİRİŞ 15

Mevkileri (küçük harfle etat) -veya günümüzde Devlet (büyük


harfle Etat}- bu imkanı verdiği için Platon'un deyişiyle "ciddi ta­
kılma" mevkiinde olanlara tanınan ayrıcalığın düşüncemi yönlen­
direbileceğinin veya sınırlandırabileceğinin bilincinde olduğum
için, bulabildiğim en acımasız nesnelleştirici bilgi araçlarının daima
aynı zamanda, öncelikle "bilen özne" olarak kendime dair bilgi araç­
ları olmalarını istedim. Böylece toplumsal bakımdan birbirinden
çok uzak iki evrende -çocukluğumun geçtiği köy ile Paris üniversi­
teleri- gerçekleştirdiğim ve nesnelci bir gözlemci olarak öznelliği­
min en karanlık bölgelerinden kimilerini keşfetmeme olanak veren
iki araştırmadan çok şey öğrendim.1 Düşüncenin bazı sınırlarını, bil­
hassa ayrıcalıktan doğan sınırlarını keşfetmeyi ve aşmayı, ancak
normalde entelektüel serüven söz konusu olduğunda istenen ve bah­
şedilen özel ayrıcalıktan ve müsamahadan arındırılmış bir nesnel­
leştirme girişiminin mümkün kılabileceğine inanıyorum.
Büyük entelektüel hırslara çoğu zaman eşlik eden buyurgan tez­
lerin gösterişli savlarına ve, Pascal'ın tabiriyle, "şişirilmiş laflar"a
karşı hep biraz tahammülsüz olmuşumdur; kuşkusuz biraz da epis­
temolojik ve kuramsal girişlere ve kanonik yazarların sonu gelmez
yorumlarına olan düşkünlüğe tepkiyle, etnoloji veya sosyoloji mes­
leğinin en mütevazı işleri kabul edilen şeylerden (doğrudan gözlem,
görüşme, verilerin kodlanması veya istatistiksel analiz) hiç kaçma­
dım. Tarikat içindeki "saha çalışması" tapınmasına veya pozitivist
veri fetişizmine boyun eğmemekle birlikte, diğerlerinden her halü­
karda daha az zekice olmayan bu faaliyetlerin, o daha mütevazı ve
pratik içerikleriyle ve sürükledikleri dünyaya beni fiilen çıkarmala­
rıyla, meslek hayatımda karşılaştığım ofis, kütüphane, ders ve söy­
lev gediklilerinin skolastik mahpusluğundan kaçmak için bana su­
nulmuş bir şans olduğunu düşündüm. Dolayısıyla hemen her satır­
da, kimisi yazmakta olduğum şu anın ta otuz yıl öncesine uzanan
çeşitli ampirik çalışmalara atıfta bulunabilirdim; her defasında bü­
tün gerekçeleri bir bir açıklamaya çalışmaksızın ve kimi zaman faz­
lasıyla sert gelebilecek bir tonda yazdığım genel önermeleri ileri

1 . Pierre Bourdieu. ..Celibat et condition paysanne". Eıudes rurales, no. 5-6,


Nisan-Eylül 1962, s. 32-136; Homoacademicus. Paris. Minuit. 1 984.
16 AKADEMİK AKLIN ELEŞTIRİSİ

sürme hakkını kendimde görmeme işte bu çalışmalar olanak ver­


mişlerdir, çünkü bu genel önermeleri ya varsayıyorlardı ya da onları
tesis etme imkanını vermişlerdi bana. 2
Sosyoloğun hiçbir suretle ayrıcalık teşkil etmeyen özelliği şu­
dur: Görevi toplumsal dünyaya ilişkin şeyleri söylemek ve bunları
mümkün olduğunca oldukları haliyle söylemektir - yani, sadece nor­
mal olanı, hatta bayağı olanı. Sosyoloğun durumunu paradoksal,
hatta bazen imkansız kılan ise, etrafının ya toplumsal dünyanın (et­
kin biçimde) farkında olmayan ve ondan söz etmeyen kişilerle çev­
rili olması -ki sanatçıları, yazarları, biliminsanlarını kendi işlerine
baktıkları için eleştirecek son kişi benim- ya da bu konuda kaygılı
olup ondan söz eden, hatta bazen çok söz eden ama bunu pek bir
şey bilmeden yapanlarla çevrili olmasıdır (tanınan sosyologlar ara­
sında bile vardır böyleleri): Esasında erken kavuşulan bir şöhretin
cazibesinin veya entelektüel oyunun kiplerinin ve modellerinin da­
yattığı konuşma zorunluluğu, cehaletle, kayıtsızlıkla ya da horgö­
rüyle birleştiğinde, her yerde toplumsal dünyadan söz etmeye ama
sanki söz etmiyormuş gibi söz etmeye veya aslında onu daha iyi
unutmak ve unutturmak için ya da tek kelimeyle onu inkar ederek
söz etmeye sevk etmektedir.
Böylelikle sosyolog, sırf yapması gerekeni yaptığında, kolektif
inkann büyülü çemberini kırmış olur. Bastınlmış olanın geri dönüşü
üzerinde çalışırken, yani bilgi evreninin (özellikle kendi hakkında)
bilmek istemediği şeyi bilmeye ve bildirmeye çabalarken oyunbo­
zan gibi görünmeyi göze alır. Fakat oyununu bozduğu kişiler, tam
da bunu yapmak suretiyle aralarından ayrıldığı kişilerden, dolayı­
sıyla da gerçekleştirdiği keşifler, açığa çıkardığı gerçekler veya bu­
lunduğu itiraflar için (kabul etmek gerekir ki bu itiraflar ister iste­
mez biraz sapkıncadır, zira aynı zamanda vekaleten kendisi gibi

2. İsrer kendi çalışmalarım isrer faydalandığım başka araşrarmacılann çalış­


maları olsun. araştırmayı kendi kendilerine derinleşrirmek isreyenler için elzem
olduğunu düşündüğüm referanslarla sınırlı ruuum bu çahşmayı ve şunun da far­
kındayım: Her an bahsedebileceğim veya belki de bahsermiş olmam gereken on­
larca filozofun, ernoloğun. sosyoloğun, rarihçinin. ekonomisrin. psikoloğun. vs.
adım vermek ile hiçbir referans vermemek arasında uzun uzun tereddür euikren
sonra seçriğim bu orta yol sadece körünün iyisi.
GiRiŞ 17

olan herkes için geçerlidir) takdir bekleyemeyeceği kişilerden baş­


kası değildir.
Toplumsal gerçekliğe dokunan her şeyin saf ve kusursuz düşün­
ce dünyasında bu denli şiddetli bir biçimde bastırılmasına karşı sa­
vaşırken, insanın kendini ne gibi risklere maruz bıraktığını gayet iyi
biliyorum. Nesnelleştirme çabasını temelinden reddedenlerin er­
demli gazabıyla yüzleşmem gerekeceğinin de farkındayım; ki bunu
reddetmelerinin sebebi ya "özne"nin yok edilemezliği, onu sonsuz
değişime ve tekilliğe mahkum eden zaman-içindeliği adına, onu bi­
lim nesnesine çevirmeye yönelik her çabayı bir nevi tanrısal bir sı­
fatın gaspıyla özdeşleştinneleri (bu konuda pek çok takipçisinden
daha net olan Kierkegaard, Günlük'ünde "kutsala saygısızlık"tan,
"küfür"den bahseder) ya da kendilerinin istisna olduklarına kani ola­
rak bunu uygulandığı nesneye, felsefeye, sanata, edebiyat� vs. yö­
nelik "nefret"ten esinlenen bir tür "itham" olarak görmeleridir.
"Yaratım"ın toplumsal koşullarını sadece hatırlatmak bile sanki
biriciği genele, tekili sınıfa indirgeme arzusuna delalet ediyormuş
gibi yapmak; toplumsal dünyanın en "saf" düşünceye, bil iminsan­
larının, sanatçılann ve yazarlann düşüncesine kısıtlar ve sınırlar ge­
tirdiğini tespit etmek, sanki bunları karalama isteğinin sonucuymuş
gibi; sosyologlarda onca eleştirilen determinizm sanki -liberalizm
veya sosyalizm ya da estetik veya siyasi herhangi bir tercih gibi-bir
inanç meselesi, hatta savaşmak ya da savunmak üzere konum alma­
yı gerektirecek bir davaymış gibi; bilime adanmışlık, sosyolojinin
durumunda, sanki bütün entelektüel "iyi amaçlar"a karşı, tekilliğe
ve özgürlüğe, kuralları ihlale ve yıkmaya, farka ve fikir ayrılığına,
açıklığa ve çeşitliliğe, vs. duyulan hınçla beslenen bir önyargıymış
gibi yapmak elbette cezbedicidir (ve tabii "karlı"dır da).
" İ tham"lanmın ikiyüzlü ithamlara maruz kalması karşısında,
"kurmacayı ve dolayısıyla edebi mekanizmayı alenen, saygısızca
parçalarına ayırma işini" yapmayı reddederek, .. temel parça"yı, "ya­
ni hiçliği"3 yalnızca inkar kipinde bildirmek suretiyle kurmacayı ve
oyuna yönelik kolektif inancı kurtarmayı seçen Mallarme'nin yolu-

. ..
3. S. Mallann�. . La musique et les lenres , CE uvres comp/eres. ha?.. H. Mon­
.
dor ve G. Jean-Aubry, Pari� Gallimard, .. Bibliotheque de la Plciade . 1970. s. 647.
.
18 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

nu izlemediğime sık sık pişman olmuşumdur. Fakat sanat, edebiyat,


bilim, hukuk veya felsefe gibi kurucu mekanizmaları itibar ve es­
rarla çevrili olan, herkesçe en evrensel ve en kutsal kabul edilen de­
ğerlerle yüklü toplumsal oyunların bu kurucu mekanizmalarını ale­
nen dile getirmek gerekip gerekmediği sorusuna Mallanne'nin ver­
diği yanıt da beni tatmin etmiyordu. Sırrı saklamayı seçmek veya,
Mallarme'nin yaptığı gibi, onu yalnızca tamamen örtülü bir biçimde
açığa vurmak, kurmaca ve fetişizm muammasının hakikatiyle yüz­
leşmek için gereken kahramanca zihin açıklığına ve kararlı cömert­
liğe yalnızca birkaç büyük iş ehlinin muktedir olduğuna peşinen
hükmetmektir.
Boşa çıkarmak zorunda kaldığım bütün beklentilerin, meydan
okumaya mecbur olduğum "hümanist" görüşün ve "sanatçı" inancı­
nın tartışılmaz dogmalarının bilincinde olarak, nedenini çok iyi bil­
diğim halde beni bu kadar zor bir davayı benimsemeye ve muazzam
toplumsal güçler karşısında, örneğin birkaç yüzyıllık edebi, sanatsal
veya felsefi tapınışlardan miras kalan düşünce alışkanlıklarının, bil­
gi eğilimlerinin ve kültürel inanışların ağırlığı karşısında, üstelik
yalnızca rasyonel söylemin silahlarıyla donanmış halde, belki de
çoktan kaybedilmiş bir savaşa zorlayan kadere (veya mantığa) sık
sık lanet etmişimdir.
İnsanı bir o kadar da felç eden bir histen söz ediyorum, çünkü
skhole ve bütün o diğer şeyler üzerine yazarken, söylediklerimin ba­
na geri döndüğünü hissetmekten kendimi alamıyordum. Kendi pro­
jemin, kendi kendine savaş açmış gibi görünme riski taşıyan bir nevi
olumsuzfelsefe'nin tuhaflığını hiç bu kadar yoğun hissetmemiştim.
Başka vesilelerle, kaygımı veya endişemi yatıştırma çabasıyla, ken­
dime -bazen açıkça- halka mal olmuş yazar rolünü biçmeyi ve ken­
dimi -ve peşimden sürüklediklerimi de- söylenmeyen ama söylen­
meyi hak eden şeyleri söylemenin faydasına ikna etmeyi başardım.
Fakat, deyiş yerindeyse, "amme hizmeti"ne yönelik bu işler bir ke­
nara konduğunda, haklı gerekçe namına ne kalır ki geriye?

Görmezden gelinen bu metin için yokluğun melek şairinin dinibütün hizmetkir­


lanm ürpertmesi muhtemel bir anali7. önermiştim: P. Bourdieu, us Reglesde /'arı.
Genese et sırucıure du c hamp lilleraire. Paris, Seuil. 1992, s. 380-84; Türkçesi:
Sanatın Kural/an. çev. Necmettin Kamil Sevil. İstanbul, YKY, 1999.
GİRİŞ 19

Bir entelektüel olarak varoluşumu kendi gözümde haklı çıkar­


mayı asla başaramadım, felsefi entelektüellik gibi bir statüyle iliş­
kilendirilebilecek her şeyi daima düşüncemden kovmaya çalıştım -
tıpkı burada yapmaya çalıştığım gibi. İçimdeki entelektüeli sevme­
diğim gibi, yazılarımda kulağa entelektüel-karşıtı gelebilecek ne
varsa, esas olarak, tüm çabalanma karşın içimde kalmış olan ente­
lektüelliğe veya entelektüalizme karşıdır; tıpkı tipik bir entelektüel
davranışı olarak, özgürlüğümün sınırları olduğunu kabul etmeyi ba­
şaramamam gibi.
Bu ön değerlendirmeleri sonuca bağlarken, okurlarımdan, en iyi
niyetlilerinden dahi şunu rica ediyorum: İ şlerim hakkındaki, daha
genel olarak da sosyal bilimler hakkındaki olası hazır fikirlerini veya
ihtiyatlarını, beni bazen uzun zaman önce çözdüğüme inandığım
meselelere -burada olduğu gibi- dönmeye mecbur kılan fikirleri as­
kıya alsınlar; zaten bu meselelere dönerken getirdiğim açıklamalar
da araştırmada kaydedilen bazen gözle görülemeyecek kadar küçük
ilerlemelerin gerektirdiği dönüş ve yenilemelerle karıştınlmamalı­
dır. Aslında oldukça yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum; kuşkusuz
bunun bir sebebi, insanların sosyoloji hakkında genellikle hayal me­
yal okul anılarına veya bu disiplinin siyasi-medyatik imajını maale­
sef pekiştirmekten başka bir şeye yaramayan mesleğin en sivri tem­
silcileriyle talihsiz karşılaşmalara dayanarak edindikleri fikirlerdir:
Bu parya bilimin düşkün statüsü zayıf görüşlülerin bazen kendileri­
nin boyunu aşan şeyleri aştıklarını düşünmelerine, kötü niyetlilerin
de "iyi niyet ilkesi"nin (principe decharite) bu kadar pervasızca ihlal
edilmesinin normalde getirdiği yaptırımlara takılmadan kasten in­
dirgeyici bir imaj üretmelerine yol açmakta, bunu mümkün kılmak­
tadır. Çalışmalarımın bir kısmı toplumsal dünyanın analizinde kul­
lanılan pek çok düşünce tarzının (en başta da siyasi mensubiyetlerin
ötesine geçerek birden fazla neslin kafasını bulandırmış, karanlığa
boğmuş olan ortodoks Marksist okumanın kalıntılarının) tersyüz
edilmesinden ibaret olduğu için, bu önyargıların müthiş haksız veya
yanlış olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, ileri sürdüğüm analizler
ve modeller de, genellikle, ikici düşüncenin o büyük zorunlu ikilik­
leri (mekanikçilik/erekçilik, nesnelcilik/öznelcilik, bütüncülük / bi­
reycilik) gibi reddettiğim düşünce kategorileriyle algılanıyordu.
20 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

Fakat benden kaynaklanan onca şeyi, yani izah etmeyi becere­


meyişimden ya da isteksizl iğimden kaynaklanan şeyleri de unutmu­
yorum; keza idrakin önündeki engellerin, belki de bilhassa mesele
toplumsal şeyler olduğunda, Wittgenstein'ın dediği gibi anlamaya
dair olmaktan ziyade, istence dair olduğunu unutmuyorum. Uzun
zamandır ne söylediğimi çok iyi bildiğim hissiyle söylemekte oldu­
ğum bazı şeyleri hakikaten idrak etmemin ne kadar uzun sürmüş ol­
duğuna (ve muhtemelen.daha da sürecek) sık sık şaşırmışımdır. Ay­
nı temalan tekrar tekrar tartışıyor, aynı konulara ve aynı analizlere
tekrar tekrar dönüyorsam, bana kalırsa bu her defasında daha üst dü­
zeyde bir açıkhğa ve idrake ulaşmaya, farkına vanlmamış ilişkileri
ve gizli kalmış özellikleri keşfetmeye olanak veren sarmal bir hare­
ket dahilinde oluyor. Pascal'ın dediği gibi, "Kendi yapıtımı yaratır­
ken, onun yargıcı olamam; sanatçılar gibi yapmalı, ondan uzaklaş­
malıyım; ama çok da değil."4 Ben de bütün "yapıt"ımın tek bir ba­
kışta görülebileceği, onu "yaratırken" karşıma çıkabilecek ve fazla
yakından bakınca takılıp kalmaya yol açan kanşıklık ve belirsizlik­
lerden aranmış olan o noktayı arayıp bulmak istedim. İşleri pratik
durumda bırakmaya meyilli olduğum için, çalışmalanmda uygula­
dığım modus operandi (işleyiş biçimi) ilkelerini ve bilimsel tercih­
lerime kaçınılmaz olarak kattığım "insan" fikrini açıklamakla za­
man ve efor kaybetmediğime kendimi ikna etmem gerekti. Bunda
başarıh oldum mu bilmiyorum, ama her halükarda şu kanaate var­
dım: Toplumsal dünyaya ilişkin olarak, anlaşılması bundan daha zor
olan çok fazla konu olmadığı görülürse, bunun da bilhassa onu ana­
liz etmeye çalışanların düşüncelerine musallat olmasından ve gün­
lük gazetelerin gündelik bayağılığını teşkil eden ve önüne gelen
araştırmacının el atabileceği en sıradan görünüşlerin altında ne ol­
duğumuza dair en az bilmek istediğimiz şeylerle ilgili en umulma­
dık hakikatleri saklamasından kaynaklandığı anlaşılırsa, toplumsal
dünya daha iyi bilinecek, bilimsel söylem daha iyi anlaşılacaktır.

4. Pascal. Pensees et opuscules. haz. L. Brunschvig. Paris, Hachette, 1 9 12,


s. 1 1 4
.
1

Skolastik Aklın Eleştirisi

DÜNYA YA KARIŞTIGIMIZ, dünya işlerinin içinde olduğumuz içindir


ki onun hakkında düşündüklerimizde ve söylediklerimizde örtük
olarak içerilen bir şeyler vardır. Düşünceyi bunlardan kurtarmak
için, genellikle düşünümsellik/dönüşlülük fikriyle ilişkilendirilen
düşünen düşüncenin kendine dönüşüyle yetinmek mümkün değil­
dir; düşüncelerimizde çeşitli mensubiyetlerimize, aidiyetlerimize,
ilişkilerimize bağh varsayımları en radikal kuşkunun askıya alabi­
leceğine bizi inandırabilecek yegane şey, düşüncenin kadiri mutlak
olduğu yanılsamasıdır. Bilinçdışı, tarihtir- düşünce kategorilerimi­
zi ve bunların bize aşılandığı münferit tarihi üretmiş olan kolektif
tarih: Düşüncemizi daima -bize rağmen- yönlendiren nesnel ve öz­
nel yapılara (sınıflandırmalar, hiyerarşiler, sorunsallar, vs.) ilişkin
bazı hakikatlerin gerçekten açığa çıkarılmasını, sözgelimi, eğitim
kurumlarının toplumsal tarihinden (felsefi ve diğer fikirlerin tari­
hinde eksik olan fevkalade basmakalıp bir tarih) ve bu kurumlarla
olan çok özel ilişkimizin (unutulmuş veya bastırılmış) tarihinden
bekleyebiliriz.

İçerilme ve İçerilen I Örtük Olan

Bilincin kendi kendisi için saydam olduğu yanalsamasını ve filozof­


lann yaygın olarak kabul ettiği (hatta bu ad altında kişisel dene­
yimin olumsalhklannın mahremiyetçi bir keşfini savunan Alvin
Gouldner gibi bazı sosyologlann da kabul ettiği1) düşünümsellik ta-
22 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

savvurunu terk ettiğimizde, içebakışa yönelik tipik pozitivist eleştiri


geleneğinde, en etkin düşünümün nesnelleştimıenin öznesini nes­
nelleştiren düşünüm olduğunu kabul etmeye razı olmak gerekir.
Bundan kastım bilen özneyi nomıalde kendine bahşettiği ayrıcalık­
tan mahrum eden, mevcut tüm nesnelleştirme araçlarını (istatistik­
sel anket, etnografik gözlem, tarihsel araştımıa, vs.) kuşanarak, bilgi
nesnesine dahil oluşuna borçlu olduğu varsayımları gün ışığına çı­
karan düşünümdür. ı
Bu varsayımlar üç ayrı düzleme aittir: Birincisi, en yüzeysel ola­
nından başlamak gerekirse, toplumsal alanda bir konum işgal et­
mekle ve bu konuma çıkan belirli bir güzergahla ve cinsiyetle ilişkili
varsayımlar vardır (ki cinsiyet, cinsel işbölümü toplumsal yapılara
ve bilişsel yapılara kaydolarak örneğin nesne tercihini yönlendirdiği
oranda, nesneyle olan ilişkiyi pek çok şekilde etkileyebilir3). İ kinci­
si, farklı (dinsel, sanatsal, felsefi, sosyolojik, vs.) alanların her birine
özgü doksa 'yı oluşturan varsayımlar ve, daha açık söylersek, belirli
her düşünürün belli bir alandaki konumundan i leri gelen varsayım­
lar vardır. Son olarak da genel olarak skhole'yle, bütün akademik
alanların varoluşunun koşulu olan boş zamanla, işdışt zamanla tür­
sel olarak i l işkili doksa'yı oluşturan varsayımlar vardır.
Genellikle -bilhassa "etik yansızlık" endişesinin söz konusu ol­
duğu durumlarda- söylenenin aksine, kavraması ve hakim olması
en zor olanlar ilk saydıklarım ve özellikle de dinsel ya da siyasi var-

1 . Bkz. A. W. Gouldner. The Coming Crisis o/Wesıern Sodology. New York.


Basic Books, 1970.
2. Sarasıyla kendimi adadığım eğitim sosyolojisi, kültürel üretim sosyolojisi
ve devlet sosyolojisi böylelikle benim için toplumsal bilinçdışmın yeniden temel­
lük edilmesine dair aym girişimin üç amm oluşturmuştur ve bu girişim de örneğin
..
burada, .. 1 . Hamiş: Kişisel Olmayan İtiraflar bölümünde veya sözgelimi eski bir
düşünümsel nesnelleştirme denemesinde (bkz. P. Bourdieu ve J. C. Passeron, .. So­
ciology and Philosophy in France since 1945: Death and Resurrection ofa Philo­
sophy without Subject", Social Research, XXXIX. İlkbahar 1967, s. 162-2 l 2) su­
..
nulduğu haliyle "otoanaliz iddiasındaki teşebbüslere indirgenemez.
3. E. Fox Keller. Reflecıions on Gender and Sdence, New Haven, Yale Uni­
versity Press, l 985; Türkçesi: Toplumsal Cinsiyet ve Bilim Üzerine Düjünceler.
.. ..
çev. F. B. Aydar, İstanbul, Metis. 2007 ( ..sert denen bilimler ve "yumuşak denen
disiplinler. bilha'isa sanat ve edebiyat, arasında.ki karşıthk da yine oldukça dolay­
sız bir biçimde cinsiyetler arasmdaki aynına karşılık gelir).
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 23

sayımlar değildir. Bunlar kişilerin veya toplumsal kategorilerin


özelliklerine bağh olduklan, dolayısıyla da bireyden bireye ve ka­
tegoriden kategoriye değiştikleri için, farklı önyargılarla veya inanç­
larla beslenenlerin yanlı eleştirilerinden kaçma şanslan pek yoktur.
Oysa belli bir alana aidiyete veya bir alanı özel olarak tanımla­
yan doksa 'ya bağlıhğa (ki alanın sınırları dahilinde ortak bir bağlı­
lıktır) ilişkin çarpıklıkların durumu farklıdır. Bu durumda örtük
olan, oyuna kapılmış olma olgusunda, yani oyunun faydasına ve bu
aidiyetten aynlmaz bahislerin değerine duyulan temel inanç olarak
anlaşılan illusio'da içerilen şeydir. Skolastik evrene giriş, sağduyu­
ya ait varsayımların askıya alınmasını ve az çok radikal bir yeniliği
olan bir dizi varsayıma para-doksal (kanaate aykın) bir bağlılığı ve,
buna bağlı olarak, olağan deneyimin bilinmeyen ve anlaşılmadan
kalan bahis ve aciliyetlerinin keşfini varsayar. Aslında her alan, ge­
rekli eğilimlere (örneğin libido sciendi•) sahip olan herkesin (ve yal­
nızca onların) bir o kadar mutlak olan yatınmlannı savunmaya yö­
nelik belirli bir hedefin gözetilmesiyle karakterize olur. Bilimsel,
edebi, felsefi veya başka bir il/usio'ya katalmak, bizzat oyunun man­
tığından doğmuş olup ciddiyetini kazandıran bahisleri ciddiye al­
maktır (hatta bazen bunları hayat memat meselesi haline getirmek­
tir) - her ne kadar bu oyunlar bazen "meslekten olmayanlar" denen
kişilerin veya başka alanlara angaje olanlann gözünden kaçabilse
veya onlara "yararsız" ve "boş" gelebilse de (zira farklı alanların ba­
ğımsızhğı kendi aralannda bir tür iletişimsizlik içerir).
Bir alanın özgül mantığı, bünyeye dahil edilmiş durumda yine
özgül bir habitus biçiminde, -daha doğrusu- neredeyse hiçbir za­
man açıkça ortaya konmayan veya dayatılmayan ve normalde ("fel­
sefi", "edebi", "sanatsal", vs.) bir "ruh" veya "anlam" olarak ifade
edilen bir oyun duygusu biçiminde tesis olunur. Oyuna girişin ve
özgül habitus'un ediniminin gereği olarak kökensel habitus'un (me­
safeye göre) az çok radikal dönüşümü, belli belirsiz bir biçimde. ya­
ni yavaş yavaş. derece derece ve algılanamaz biçimde meydana gel­
diğinden, çoğunlukla farkına varılmaz.
Bir alana dahil oluşun olası içerimleri örtük kalmaya mahkumsa,

• Laı. •'bilme arzusu•·. -ç.n.


24 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

bunun sebebi esasında bilinçli ve kasıtlı bir angajman olmaması ya


da gönüllü bir sözleşmeyle hiçbir ilgisi bulunmamasıdır. İ lk yatırı­
mın kökeni yoktur, çünkü daima kendinden önce gelir ve oyuna gi­
riş üzerine düşündüğümüzde de zarlar çoktan az çok atılmıştır. Pas­
cal'ın dediği üzere, "demir almışız"dır. Bilim veya sanat hayatına
"angaje olma" kararından bahsetmek de (yaşamın temel yatırımla­
rından herhangi birinde -meslekler, tutkular, adanmışlıklar, bağlı­
lıklar- olduğu gibi), Pascal'ın gayet iyi bildiği üzere, kumar argü­
manına (onun yaptığı gibi, kendini kandırmadan) inanma kararın­
dan bahsetmek kadar saçmadır neredeyse: İnançsız olanın, Tann'nın
varlığından yana bahis oynayanın sonsuz kazanç elde etmek üzere
sonlu bir yatırımı gözden çıkardığı kendisine ikna edici nedenlerle
gösterildi diye inanma kararına ikna edilebileceğini ummak için,
onun bu tanıtlamanın nedenlerine duyarlı olacak kadar akla inan­
maya hazır olduğuna inanmak gerekir. Fakat bizzat Pascal'ın da çok
iyi ifade ettiği üzere, " ... zihin (esprit) olduğumuz kadar otomatız;
dolayısıyla, ikna etmenin aracı yalnızca tanıtlamak değildir. Ne ka­
dar da azdır tanıtlanmış şeyler! Kanıtlar yalnızca zihni ikna eder. En
güçlü, en sarsılmaz kanıtlarımız gelenekten gelir; bunlar otomatı
eğip büker, zihin de düşünmeksizin onun peşinden sürüklenir"4•
Pascal böylece, "şiddete, sanata, argümana başvurmadan bizi şey­
lere inandıran ahşkanlığın"5 yollarıyla, mantıksal olarak içerilen ile
pratikte sürüklenen arasındaki -skolastik varoluşta unutulmaya yüz
tutan- farkı hatırlatır. İ nanç, hatta bilimsel evrenin temelindeki
inanç bile, otomatın düzenine, yani Pascal'ın sürekli hatırlattığı gibi
"aklın bilmediği nedenleri olan" bedenin düzenine aittir.

Skolastik Eğilimin Belirsizliği

Fakat kuşkusuz skolastik eğilimin sorgusuz sualsiz varsayıldığı ev­


renlere dalmış bulunanlar için, hiçbir şeyi kavramak bu evrenlerin
gerektirdiği skolastik eğilimi kavramaktan daha güç değildir; "saf"
düşünce için hiçbir şey skho/e'yi -ki "saf" düşüncenin tüm toplum-

4. Pascal. Pensees, Br 252; Türkçesi: Düşünceler, çev. İ. Z. Eyuboğlu, Say,


.•

İstanbul, 2005.
5. A.g.y.
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRiSİ 25

sal koşullarının ilki ve en belirleyicisidir-ve skho/e'ye sahip olanları


durumun gereklerini, ekonomik ve toplumsal zorunluluğun kısıtla­
rını ve dayattığı aciliyetleri veya önerdiği amaçlan askıya almaya
sevk eden skolastik eğilimi düşünmek kadar zor değildir. Austin,
Sense and Sensibi/ia'da (Duyu ve Duyumsanabilir Olanlar), laf ara­
sında "skolastik görüş"ten bahsederek şu örneği verir: Bir kelimenin
duruma doğrudan doğruya uygun düşen anlamını kavramak veya
kullanmak yerine, dolaysız bağlama hiçbir atıfta bulunmadan keli­
menin olası bütün anlamlarını sıralamak veya incelemek. 6
Austin'in örneğinin örtük olarak içerdiği şeyi geliştirerek diye­
biliriz ki Hans Vaihinger'in Die Philosophie des Als oh'da (-miş gibi
Felsefesi) gösterdiği gibi, bütün entelektüel spekülasyonları, bilim­
sel hipotezleri, "düşünce deneyleri"ni, "olanaklı dünyalar"ı veya
"hayali çeşitlemeler"i 7 mümkün kılan, çocukların hayal alemlerinin
kapılarını açmasına olanak veren oyuna ve "gibi yapma "ya çok ya­
kın olan "-miş gibi" tavrıdır. İnsanı kuramsal tahminin ve zihinsel
deneyin oyun dünyasına girmeye, problemleri bir aciliyet sebebiyle
ortaya çıktıkları için değil, çözmenin zevki için ortaya koymaya ve­
ya dili araç olarak değil, bir temaşa veya haz nesnesi, biçimsel bir
araştırma veya analiz nesnesi olarak ele almaya sevk eder.
Etimolojinin "skolastik görüş açısı" ile skho/e arasında düşün­
dürdüğü ve felsefede Platon tarafından (felsefeyle iştigal edip "boş
vakitlerinde, huzur içinde konuşan"lar ile mahkemelerde musluktan
"akan su beklemediği için her daim aceleyle konuşan"lar arasındaki
artık kanonik hale gelmiş karşıthk yoluyla8) kutsanmış olan bağlan-

6. J. L. Austin. Sense and Sensihilia. Londra-Oxford-New York. Oxford Uni­


versity Press, 1 962, s. 3-4.
7. H. Vaihinger. Die Philosophie des A ls oh. Sysrem der rheorerischen, prak­
tischen und religiösen Fikrionen der Menschheit auf Grund eines idealisrischen
Posirivismus. Mit einem Anhang üher Kant und Nietzsche, 2, Leipzig. Felix Mei­
ner Verlag, 1924.
8. Platon. Theereıe, 172- l 76c� Türkçesi: Platon, Theaireıos, çev. F. Akderin,
İstanbul, Say, 2005 . ..Özgürce ve aylakhkla yetiştirilmiş'' olduktan için .. gençlik­
lerinden beri" agora'nın yolunu bilmeyenleri ..yalan ve haksızhk ticareti için eği­
.
tilmiş" olanlardan veya çobanlar gibi. . .boş vakti olmadığı için kaba veya cahil .
olanlardan ayıran Platon, ayırt ettiği düşünce tarzlarını yaşam veya yetişme tarz­
larıyla. hatta varoluş koşullanyla ilişkilendiriyormuş gibi görünebilir ama bu onu
26 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

tıyı kurmayan Austin, dünyaya, daha doğrusu dile, bedene, zamana


veya herhangi bir diğer düşünce nesnesine yönelik bu son derece
özel bakış açısının toplumsal olanakhlık koşulları sorusunu ele al­
mayı ihmal eder. Dolayısıyla bağlama ve pratik amaçlara kayıtsız
olan bu bakışı, kelimeler ve şeylerle bu mesafeli ve kendine özgü
ilişkiyi mümkün kılanın skhole'den başkası olmadığını gözden ka­
çırır. Pratik meşgale ve kaygalardan azat olan, çahşmaya-adanmış­
boş-zaman gibi ayrıcahklı bir biçimi okul (yine skhole) tarafından
organize edilen bu zaman, dolaysız zorunluluktan muaf olan spor,
oyun, sanat yapıtlarının üretimi ve temaşası ile kendinden başka
amacı olmayan her türlü nedensiz spekülasyon gibi akademik icra
ve faaliyetlerin ön koşuludur. (Burada şu kadarını söylemekle yeti­
nelim -buna döneceğim- "skolastik görüş"le ilgili sezgisinin olası
tüm içerimlerini ortaya koymayı başaramayan Austin, skhole'de ve
skolastik "dil oyunu"nda -Wittgenstein'ın izinde ve diğer "gündelik
dil filozofları"yla birlikte analiz etmeye ve felsefeden kovmaya ça­
lıştığı- felsefi düşüncenin bir dizi tipik yanılgısının nedenini gör­
meyi ba�aramamıştar.)
Skolastik durum (akademik düzen bunun kurumsallaşmış biçi­
mini temsil eder) oynamak (paizein) ile ciddi olmak (spoudazein)
arasındaki yaygın alternatife meydan okuyarak, Platon'un felsefi
etkinliği tanımlamak için dediği gibi "ciddi oynayabileceğimiz"
(spoudaiôs paizein), oyundaki bahisleri ciddiye alabileceğimiz, sı­
radan varoluşun pratik işleriyle maddeten ve manen meşgul olan
ciddi kimselerin gözardı ettiği sorularla ciddi olarak meşgul olabi­
leceğimiz bir toplumsal yerçekimsizlik anı ve yeridir. Skolastik dü­
şünce tarzı ile onun edinim ve hayata geçirilişinin koşulu olan varo­
luş tarzı arasındaki bağ gözümüzden kaçıyorsa, bunun sebebi yal­
nızca onu düşünebilecek olanların, eğilimlerinin de kaynağı olan bir
durumda, sudaki balaklar gibi olmaları değildir; aynı zamanda hu
durumda ve bu durumla aktartlan şeyin özünün tam da durumun

doğallaştanlmış bir toplumsal hiyerarşiyle temellendirdiği erdemleri. özgürlüğü.


çıkar gütmezlik ile ahlaksızlıklar. egoizm, yalan. adaletsizlik arasında karşıthk
kurmaktan alıkoymaz; böylelikle Heidegger gibi varoluşun koşullanm ve yaşam
tarzlannı ("sahici" ve sahici olmayan") sanki isteğe bağlı yaşam biçimlerinden
..

bahsediyonnuşuz gibi ele alan analizlerin de öncülüğünü yapmış olur.


SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 27

gizli bir etkisi olmasıdar.


Esasında, gerçek bir (ekonomik) bahis konusu olmadan. oyun­
..
cul. nedensiz. "gibi yapma tarzında yapılan işler anlamındaki öğ­
renim ve bilhassa akademik pratikler. açıkça aktarmayı hedefledik­
lerine ek olarak, fazladan temel bir şeyi, yani skolastik eğilimi ve
kendilerini olanaklı kılan toplumsal koşullara işlenmiş varsayımları
edinme fırsatıdır. Bu olanaklılık koşulları, ki aynı zamanda varoluş
koşullarıdır. bir anlamda olumsuz olarak. hükmen. dolayısıyla gö­
rünmez bir biçimde etki ederler. çünkü kendileri de esasında olum­
suzdur: Örneğin aciliyetlerin ve pratik amaçların ortadan kalkması
ve özellikle işten ve iş dünyasından, parasal bir karşılıkla mükafat­
landırılan ciddi etkinliklerden az veya çok uzun bir süre kopmuş ol­
mak veya. daha geniş anlamda, yoksunlukla veya yarının belirsizli­
ğiyle ilişkili bütün olumsuz deneyimlerden az çok muaf olmak gibi.
(Bunun yan deneysel bir doğrulaması şudur: Çocukluktaki oyun et­
kinlikleri ile yetişkinlikteki iş arasında kalan askıya alınmış zamana
ve liseli statüsüne nispeten uzun süreli erişim -ki o zamana değin
ergenlik çağındaki burjuvalara özgüydü- pek çok işçi çocuğunda
fabrikada çalışmayı kabullenmeye hazırlayan eğilimlerin yeniden
üretim döngüsünün kopmasına yol açmaktadır.9) Öncelikle tedrisat
(scolaire) deneyiminde edinilen skolastik eğilim, tatbik koşulları (iş
dünyasına girişle) tamamen kaybolduğunda dahi devam edebilir.
Fakat gerçek anlamda edinilmesi. akademik bir alana ve özellikle
de (felsefe alanı ve bir dizi bilimsel alan gibi) neredeyse tamamen
tedrisat evreniyle sınarh olduğu için, eksiksiz gelişimine elverişli
koşullar sunan alanlardan birine girişle olur.
Bu eğilime -bütün skolastik evrenlerin talep ettiği giriş şartı ve
buralarda başarılı olmanın vazgeçilmez koşuludur- özgü varsayım­
lar filozofları skolastik uykularından uyandırabilecek bir oksimoro­
na başvurarak epistemik doksa diyeceğim şeyi oluşturur. Paradoksal
biçimde. doksa 'dan, yani açık ve kendinin bilincinde bir dogma bi-

.
9. Bu . öğrencileştirme" etkisinin daha aynnuh bir analizi için. bkz. P. Bour­
dieu ve P. Champagne. ''Les exclus de l'interieur", La Misere du monde içinde.
haz. P. Bourdieu, Paris. Seuil. 1993. s. 597-603; Türkçesi: ..içerinin Dışlanmışla­
rı", Dünyanın Sefaleti, çev. Ash Sümer ve diğ Ankara, Heretik , 2015.
.•
28 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

çiminde ileri sürülmesi dahi gerekmeyen temel inanışlar bütünün­


den daha dogmatik bir şey yoktur. Skhole'nin teşvik ettiği "özgür"
ve "saf" eğilim, yalnızca pratiğin dünyasında olan biten (Thales ile
Trakyalı hizmetçi anekdotunun gün ışığına çıkardığı) şeylerden ve
bilhassa da polis'in ve politikanın düzeninde olanlardan değil, aynı
zamanda, tek kelimeyle, bu dünyada var olmanın ne olduğundan da
(aktif veya pasif olarak) bihaber olmayı gerektirir. Aynı zamanda ve
bilhassa, bu bilgisizliğe ve onu olanaklı kılan ekonomik ve toplum­
sal koşullara dair az çok kusursuz bir bilgisizliği gerektirir.
Skolastik alanların özerkliğinin bir öbür yüzü, ekonomik kopu­
şun getirdiği toplumsal kopuşun da bir bedeli vardır. İsteğe bağlı ve
özgür olarak yaşanmasına rağmen, tüm belirlenimler karşısında ba­
ğımsızlık kazanmak ve tatbik etmek ancak ekonomik ve toplumsal
zorunluluktan etkin bir uzaklıkta ve uzaklıkla mümkün olur (bu ba­
ğımsızhk, söz konusu zorunluluk sebebiyle, cinsel ve toplumsal hi­
yerarşide ayrıcalıklı konumlan işgal etmeye de sıkı sıkıya bağlıdır).
Skolastik evrenlerin ve bu evrenlerin bütün üretimlerinin (çok özel
bir ayrıcalıkla erişilebilir kılınmış evrensel edinimler) temel belir­
sizliği, üretim dünyasıyla skolastik kopuşun aynı anda hem özgür­
leştirici bir kopuş hem de kötürüm bırakabilecek bir aynlık veya ko­
pukluk olmasına dayanır: Özerk alanlann, yani kendi yasalarından
başka bir şey bilmeyen ve tanımayan bir nevi (Pascal'ın anladığı an­
lamda) "düzenler"in ortaya çıkışını mümkün kılan, ekonomik ve
toplumsal zorunluluğun askıya alınmasıysa, bu askıya alınış aynı
zamanda, bilhassa dikkat edilmediği sürece, skolastik düşünceyi -
dünyadan soyutlanmanın gerektirdiği biçimde- yok sayılan veya
bastırılmış varsayımların sınırlanna hapsetme tehlikesi taşar.
Öyleyse kabul etmek gerekir ki, skolastik duruş üzerinde bir te­
kelleri olmasa da, yalnızca skolastik evrenlere girenler bu evrensel
antropolojik olanaklılığı tamamıyla gerçekleştirebilecek konumda­
dır. Bu ayrıcalığın bilincinde olmak, o avantaja sahip olmadıkları
için bütün insani potansiyellerini gerçekleştiremeyenlerin insandı­
şılığa veya "barbarlığa" mahkum edilmesini meneder; aynı zaman­
da skolastik düşüncenin, ortaya çıkışının çok özel koşullarına borçlu
olduğu ve onu özgürleştirmeye çalışmak için yöntemli bir biçimde
sorgulanması gereken sınırlarının unutulmasını da meneder.
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 29

Skolastik Eğilimin Doğuşu

Etnoloji ve tarih göstermektedir ki doğal dünya ile toplumsal dün­


yaya ilişkin farklı eğilimlerin yanı sıra dünyayı kurmanın antropo­
lojik açıdan olanaklı -büyülü veya teknik, duygusal veya rasyonel,
pratik veya kuramsal, araçsal veya estetik, ciddi veya oyuncul- fark­
lı tarzları da son derece eşitsiz olasıhklara sahiptir, çünkü bunlar
farkla toplumlard� oradaki ekonomik ve kültürel kaynakların ve
tekniklerin sunduğu birincil aciliyetler ve zorunluluktan bağımsızh k
derecelerine göre; aynı toplum içinde de, toplumsal uzamda işgal
edilen konuma göre son derece eşitsiz oranlarda teşvik edilir ve mü­
kafatlandırıhr. En asil kabul edilen pratiklerin çoğunun varsaydığı
biçimde dünyayla mesafeli, nedensiz, oyuncu! bir ilişkiye girmenin
antropolojik olasıhğı, farkla toplumlarda ve farklılaşmış toplumlar
içindeki farklı toplumsal koşullarda rasgele dağllmış olmadığını dü­
şündürecek hiçbir sebep bulunmamasına rağmen, bu toplumlarda
ve bu koşullarda son derece eşitsiz gerçekleşme fırsatlara bulur.
Dünyaya ilişkin olarak büyülü bir tutum benimseme eğilimi için de
aynısı geçerlidir; söz konusu eğilim, Esquisse d' une theorie desemo­
tions da (Duygular Üstüne Bir Kuram Taslağı) böyle bir deneyim­
'

den bahseden Jean-Paul Sartre gibi l 950'lerdeki bir Fransız filozofu


için Malinowski tarafından betimlenen l 930'lardaki Trobriand ada­
larından bir adam veya kadın için olduğundan çok daha uzak bir ih­
timaldir: Birinde, dünyanın bu şekilde kavranışı, kritik bir durumun
tetiklediği bir kaza gibi yalnızca istisna şeklinde ortaya çıkarken, di­
ğerinde hem varoluş koşullarının aşırı belirsizliği ve öngörülemez­
liğiyle hem de bu koşullara verilen toplumsal olarak onaylanmış ya­
nıtlarla (bunların en önde geleni büyü denen şeydir; yani kolektif
dinsel törenlerde ve fai llerin eğilimlerinde kurulan ve bu suretle söz
konusu toplumun normal insan davranışının normal bir unsuru ola­
rak gelişmiş, dünyayla pratik bir ilişki) sürekli teşvik edilip kayırılır.
O halde farklı world-making (dünya kurma) türleri ile bunlara
mümkün kılan ekonomik ve toplumsal koşullar arasında ilişki kur­
mak gerekir; yani simgesel biçimlerin diferansiyel bir antropoloji­
sinde, Cassirer''in anladığı anlamda "simgesel biçimlerin felsefesi"
30 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

ni aşmak gerekir - diğer bir deyişle, ..düşünce biçimleri"nin toplum­


sal doğuşuna ilişkin Durkheimcı analize dünyaya ilişkin bilişsel eği­
limlerin toplumsal koşullar ve tarihsel durumlar uyarınca değişim­
lerinin analizini eklemek. Toplumsal uzanun daha alt katlarından,
ekonomik kısıtların muazzam acımasızlığıyla tanımlanan bölgele­
rinden uzaklaştıkça, belirsizlikler azalır, ekonomik ve toplumsal zo­
runluluğun yarattığı baskılar da hafifler; bunun sonucunda, o kadar
katı olmayan bir biçimde tanımlanmış ve daha fazla oyun alanı ta­
nıyan konumlar pratik aciliyetlerden, çözülecek sorunlardan ve isti­
fade edilecek fırsatlardan daha bağımsız ve skolastik evrenlerin ör­
tük gereksinimlerine adeta önceden uyarlanmış eğilimler edinme
olanağını sunar. Doğuma bağlı en az be lirgin avantajlardan biri, zo­
runluluktan nispeten bağımsız bir ilk deneyimle edinilen yansız ve
mesafeli eğilimde yatar (Erving Goffman'ın .. role uzaklık" dediği
şey bunun örneklerinden biridir); bu eğilim, ilişkili olduğu miras
alınmış kültürel sermayeyle birlikte, okula erişimi ve skolastik eg­
zersizlerde -bilhassa Gilles Fauconnier'nin tabiriyle farklı .. zihinsel
uzamlar"a aynı anda veya birbiri ardına katılma becerisini gerekti­
ren en formel egzersizlerde- başarıyı teşvik etmeye ve böylelikle
skolastik evrenlere nihai girişi olanaklı kılmaya önemli bir katkıda
bulunur.
Oyuna yer vermeyen bir öğrenme süreci hayvanlarda dahi bu­
lunmamakla beraber (evrimde ilerledikçe oyunun tuttuğu yer de gi­
derek artar), öğretilecek davranışların, ilgili oldukları durumların
dışında, .. ciddi oyunlar" ve ..nedensiz" egzersizler, doğrudan faydalı
bir etkiye göndermeyen ve tehlikeli sonuçları olmayan kurusıkı, bo­
şa eylemler biçiminde gerçekleştirilebilmesi için bir araya gelmesi
gereken çok özel koşullar ancak Okul ile sağlanır.10 Doğrudan ger­
çekle sınanması gerekmediği için, gerçek durumlara benzer olan
ama minimum risk koşullarında çözümler arama ve deneme olanağı
veren zorlu görevler, sınavlar ve problemler sunabilen Okul öğreni-

10. Bu konu hakkında ve özellikle de didaktik etkileşime ve içerdiği özgürlü­


ğe verilen önemin hayvan türlerinde evrim ilerledikçe artmasına ilişkin olarak,
bkz. J. S. Bruner. Toward a Theory oflnstruction. Cambridge, Harvard University
Press, 1 966; Poverty a11d Childhood, Detroit, Merrill-Palmer lnstitute, 1 970; u
Developpement de /'en/ant: savoir faire, savoir dire, Paris. PUF, 1987 (2 baskı).
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 31

mi, ilaveten, doğrudan algılanan gerçekle araya mesafe koymayı (ki


simgesel yaratımların çoğunun koşulunu teşkil eder) sağlayan kalıcı
eğilimi alıştırma yoluyla edinme fırsatıdır.

Büyük Bastırma

Fakat skolastik eğilim en önemli özelliklerini, farklı simgesel üre­


tim alanlarının kurularak özerklik kazandığı ve böylelikle kurul­
makta olan ekonomik evrenden ayrıldığı farklılaşma sürecine borç­
ludur. Bu süreç, Avrupa toplumlarının kapitalizm öncesi toplumla­
rın temelinde yatan ekonomiğin inkarını yavaş yavaş aştıkları ve
ekonomik eylemlerin zaten ezelden beri yönelmiş oldukları ekono­
mik amaçları bir nevi kendi kendilerine itiraf etmek suretiyle açıkça
kabul ettikleri hakiki simgesel devrimden ayrılamaz.
(Felsefi alan, MÖ 5. yüzyılda Yunanistan'da dinsel alan ve henüz
gelişmekte olan siyasal alan karşısında özerklik kazanarak kurulan
hiç şüphe yok ki ilk skolastik alandır. Bu özerkleşme sürecinin ve
kendi kurallarıyla yönetilen bir tartışma evreninin kuruluşunun ta­
rihi -mite ve dinsel törene ait- analojik akıldan -felsefeye ait- man­
tıksal akla götüren sürecin tarihinden ayrılamaz: argümantasyon
mantığı üzerine önce mitik -bilhassa analojinin sorgulanmasıyla bir­
likte-, daha sonra retorik ve mantıksal düşünme, dinsel bilgeliğin
reçete ettiklerinden arınmış ama tedrisat tekelinin kısıtlarına da tabi
olmayan bir rekabet alanının kuruluşuna eşlik eder; bu alanda� her­
kes herkesin hedef kitlesidir, diğerlerine sürekli dikkat eder ve -azar
azar kendi kendini nesne olarak alan ve iletişim ve özneler arası an­
laşma kuralları arayışından ayrılmaz olan mantık kuralları arayışı
dahilinde gerçekleşen daimi bir karşılaşma halinde- onların söyle­
dikleriyle belirlenir.)
Skolastik dünyanın bu prototipi, ideal ve tipik bir biçimde, sko­
lastik kopuşun bütün özelliklerini sergiler: Sözgelimi, burada mitler
ve dinsel törenler -artık anlaşılmamaya başlayan- pratik bir mantı­
ğa tabi pratik inanç edimleri olmaktan çıkar; bilhassa kutsal kültü­
rün yorumlanmasına az çok incelikli farkların eklenmesiyle veya
Hekate ya da Prometheus gibi terk edilmiş mitlerin özgün bir biçim­
de yeniden takdimiyle, kuramsal şaşkınlık ve sorgulama nesnelerine
32 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

ya da yorumbilgisel rekabet konusuna dönüşür. Aynı zamanda mü­


kemmelliğin öğrenilecek bir şey olup olmadığı gibi tipik skolastik
problemlerin de ortaya çıktığı görülür. Üçüncü sofist nesli ve okulun
kurumsallaşmasıyla, karşılıksız bir entelektüel oyun olarak eristik
ile mantıksal veya estetik biçimi içinde kendi başına ele alınan söy­
lem önem kazanır. Fakat skhole'nin bir tedrisat düzeninde kurum­
sallaşmasının sonuçlan ("skolastik" sıfatının olağan -ve küçümse­
yici- kullanımının kaydettiği sonuçlardan bahsediyorum) kendini
ortaçağda tüm açıklığıyla gösterir: Sözgelimi felsefe bir yaşam tarzı
olmaktan çıkarak, salt kuramsal ve soyut bir etkinlik haline gelir,
gitgide uzmanlara özgü kıhnmış teknik bir dilde ifade edilen bir
söyleme indirgenir.
Rönesans İtalyası'nda, uzun bir aradan sonra, dinin bilimden,
analojik aklın mantıksal akıldan, simyanın kimyadan, astrolojinin
astronomiden, siyasetin sosyolojiden, vs. farkhlaşma sürecinin ye­
niden başladığı skolastik bir alan tekrar ortaya çıktığında, 1 1 ilk çat­
lakların daha o zamandan belirerek büyümeye başladığını ve niha­
yetinde bilimsel, edebi ve sanatsal alanların tamamen birbirinden
aynlarak felsefeden bağımsızlaşma süreçlerine girmeye başladıkla­
rını görürüz; böylelikle nesnelerinin çoğunu kaybeden felsefe, bil­
hassa diğer alanlarla ve bu alanların kendi nesnelerine ilişkin bilgi­
leriyle ilişki içinde, kendini sürekli yeniden tanımlamaya mecbur
kalır.
Ancak üretim edimleri ve ilişkilerini gerçekten simgesel olan
yönlerinden koparmaya meyleden ağır bir evrimin sonundadır ki
ekonomi artık olduğu haliyle, yani kendi yasalarıyla, yani çıkar he­
sabı, rekabet ve sömürü yasalarıyla yönetilen ayn bir evrenin nes­
nelliği dahilinde ve çok sonraları da toplumsal kopuş ile -ekonomik
kozmos'u ürün olan- pratik soyutlamayı sessizce kendi nesne yara­
tım ilkesine işleyerek kaydeden ("saf") ekonomik kuram dahilinde
kurulabilmiştir. Fakat, buna karş ın, gerçekten simgesel olan üretim
edimleri ile ilişkilerinin ekonomik yönünü daha alttaki ekonomi
dünyasında bastırmaya meyleden bir kopuş pahasınadır ki farkh

1 1 . Bu sürecin müthiş bir tasviri için bkz. E. Cassirer, lndividu et Cosmos,


Paris. Minuit, 1983.
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 33

simgesel üretim evrenleri, baştan sona simgesel, (ekonomik ekono­


mi açısından) saf ve çıkarsız eylemlerin -içerdikleri üretici emeğin
reddine veya bastırılmasına dayanarak- gerçekleştiği kapalı ve ayn
mikrokozmoslar olarak oluşabilmiştir. (Farklı evrenlerin özerkleş­
me ve "saflaşma" süreci de zaten tamamlanmış olmaktan uzaktır;
simgesel olguların ve etkilerin hala önemli bir yer tuttuğu ekonomi
tarafında olduğu kadar, daima yadsınan bir ekonomik boyutu bulu­
nan simgesel etkinliklerin tarafında da hu böyledir.)
Bu ikili kopuşu anlamak için gerçek anlamda ekonomik olan
ekonominin gelişimine eşlik eden şu veya bu toplumsal dönüşümü
hesaba katmak yetmez: Bu dönüşüm ister Sartre 'ın Plaidoyer pour
/es intellectuels'de (Entelektüellerin Savunusu) ileri sürdüğü gibi,
adeta anlamlı ve gizemli bir uyum içinde, "burjuvazinin organik en­
telektüelleri" 12 rolünü oynamaya hazır mühendis, teknisyen, muha­
sebeci, hukukçu, doktor gibi "pratik bilginin uzmanları" olsun, is­
terse de Habermas'ın "Kamusallığın Yapısal Dönüşümü"13 başlıklı
analizinde gösterdiği gibi, yazın cumhuriyetinde ortaya koydukları
kamusal ve eleştirel tartışma ilkesini siyasete teşmil etmek isteyen
bir edebiyatçılar "kurumu"nun yükselişi olsun. Esasında, tüm bu
yeni toplumsal failler -ki bunların, her biri kendi düzeni içinde, ev­
renselin icadına katkıda bulunacaklarını ve, "Aydınlanma filozofla­
rı" üzerinden, onun sözcülüğüne soyunacaklarını söylemek yanlış
olmayacaktır- bu tarihsel işlevi yerine getirebildilerse eğer, bunu
ancak nispeten özerk alanlarda bulunduklarından (zorunluluğunun
ortaya çıkmasına katkıda bulundukları bu alanların zorunluluğu
kendini onlara dayattığı için) yapabi lmişlerdir.
Bu failler, bilhassa pratik bilginin ticari kurumlara veya devlete
dolaylı veya dolaysız satışından elde edilen gelirler sayesinde, yavaş
yavaş günlük maddi endişelerinden kurtulmuş, işleri için ve işleri

12. J.-P. Sarıre. Plaidoyer pour les inıellecıuels, Paris. Gallimard, 1972.
13. J. Habermas, Sırulcıurwandel der Öffenılichkeiı. Unrersuchungen zu einer
Karegorie der bürgerlichen Gese/lschafı. Neuwied am Rhein-Berlin. Hermann
Luchrerhand Verlag. 1965 ( Fr. L · Espal·e public. Archeologie de la 11ubliciıe com­
me dimension consıiruıil'e de la socieıe bourgeoise. çev. M. B. de Launay. Paris.
Payot. 1978. s. 1 57-98; Türkçesi : Kamusallığın Yapısal Dönüiümü. çev. Tanıl Bo­
ra ve Mirhat Sancar. İstanbul. İlerişim . 2010).
34 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

sayesinde, kültürel sermaye görevi gören (başta okulda edinilmiş)


yeterlilikler biriktirmiş olarak, hizmetlerine ihtiyaçduyan ekonomik
ve siyasi güçlerden (karşısına liyakati ve gitgide -Tanrı vergisi- ar­
mağanı koydukları doğuma dayalı aristokrasilerden) bireysel ve ko­
lektif olarak bağımsız olduklarını ileri sürmeye giderek daha yatkın
hale gelmiş, bunu yapabilecek duruma ulaşmışlardır. Fakat, buna
karşılık, yeni oluşmakta olan akademik alanların, yani ekonomi ev­
reninden ve pratiğin dünyasından toplumsal kopuşla mümkün olan
iç rekabetin mantığı, onları güncel mücadelelerinde önceki müca­
delelerde edinilmiş özgül kaynakları her an seferber etmeye mecbur
bırakarak, sistematizasyona ve rasyonalizasyona elverişli bir top­
lumsal mantıkla yönetilen mikrokozmoslann özel kurallarını ve ku­
rallılıklannı yaratmalarına ve farklı rasyonellik ve evrensellik biçim­
lerini (hukuki, bilimsel, sanatsal, vs.) ilerletmelerine yol açmıştır.
Simgesel pratiklerin maddi belirlenimlerinin bastırılması duru­
mu, sanatsal alanın özerkleşme sürecinin başlarınd" gayet açık gö­
rülür: Sanatçılar ile hamiler arasındaki sürekli çekişmede, resim et­
kinliği yavaş yavaş, değeri salt harcanan zamanla ve kullanılan
renklerle ölçülebilecek basit bir maddi üretim sürecine indirgene­
mez özel bir etkinlik olarak kendini kabul ettirirken, bu suretle en
asil entelektüel etkinliklere bahşedilen statüyü de talep etmiştir.14
Resim pratiğinin, maddi olanaklılık koşullarını yadsıyarak, kendini
saf simgesel bir etkinlik olarak ileri sürdüğü bu ağır ve sancılı yü­
celtme süreci, buna koşut olarak gerçekleşen üretici emek ile sim­
gesel emeğin farklılaşma süreciyle net bir benzerlik sergiler. Sko­
lastik dünyalar gibi. insanın dünyayı bir temsil ya da bir gösteri ola­
rak kavramaya, ona uzaktan ve yukarıdan bakmaya, onu yalnızca
bilgiye adanmış bir bütün olarak organize etmeye hakkı olduğunu
düşünebileceği konumlar sunan evrenlerin ortaya çıkışı, kuşkusuz
yeni bir eğilimin, hatta -gerçek anlamıyla- bir dünya görüşünün,

14. Bkz. özellikle M. Baxandall. Painıin1: and Experience in Fifteenrh Cen­


rury /raly: A Primer in ıhe Social Hisrory of Picıorial Sryle, Oxford. Clarendon.
1972 (L'<Eil du Quarrrocento, çev. Y. Delsaut. Paris, Gallimard. 1985; Türkçesi:
15. Yüzyılda Sanat ve Deneyim, çev. Zeynep Rona, İstanbul. iletişim, 2015); M.
Biagioli, Galileo Courrier: The Pracrice of Science in ıhe Culıure of Ahsolurism.
Chicago. The University of Chicago Press. 1993.
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 35

dünyanın Galileocu temsilinde veya resimsel perspektifte olduğu


kadar ilk "bilimsel" coğrafi haritalarda da ifade bulacak bir dünya
görüşünün gelişimine katkıda bulunmuştur.
(L' Evolution pidagogique en France / Fransa'da Pedagojinin Ev­
rimi'ni yakın zamanda yeniden okumak, Durkheim'ın XVI. yüzyıl­
da kültürlü insanların skolastik dediğim dünya görüşünü keşfetme­
lerine ilişkin olarak söylediği harika şeyleri keşfetmemi sağladı: "O
halde öyle görünüyor ki, genel anlamda, XVL yüzyılda, en azından
fikirleri ve duyguları edebiyat yoluyla . . . bizlere ulaşan bu kültürlü
toplumun tamamında, tüm bu baskı ve esaretlerden kurtulmuş bir
yaşam, etkinliğin salt faydacı amaçlara tabi olmaya, kanalize olma­
ya, kendini gerçeğe adapte olacak şekilde ayarlamaya mecbur ol­
madığı, aksine, sırf harcanmanın zevki için, tüm özgürlüğüyle, ger­
çeği ve gerektirdiklerini hesaba katmaksızın yaşandığında kendi
kendine sunduğu gösterinin muhteşemliği ve güzelliği için harcanan
türden bir yaşamın gerçekleşebilir, hatta gerçekleşmekte olduğu dü­
şünülmüştür." Durkheim, Rönesans halkının hissettiği ve bilhassa
"yaşamın dolaysız zorunluluklannı ve çocuğu daha baştan bunlara
hazırlamanın aciliyetini gözden kaçırmış" pedagoji kuramlarında
ifade bulan "güç, özerklik, bağımsızlık, özgürce hareket hissi"ni
kendi de yeni varoluş koşullarına bağlı yeni bir yaşam tarzının beli­
rişine bağlar ve bu koşullardan doğan, hümanist veya bilimsel, farklı
pedagojik sistemlerin onları birbirinden ayıran farkların ötesinde or­
tak bir yönleri olduğunu, bunun da "yaşamın zorluklarından bihaber
.,
olan ayrıcalıklı bir aristokrasinin evlatlarına ıs hitap etmeleri oldu­
ğunu açıkça görür.)
Tarihsel tanımıyla perspektif, kuşkusuz skolastik görme biçimi­
nin en ustalıklı ürünüdür: Esasında benzersiz ve sabit bir görüş açı­
sını -dolayısıyla belli bir noktada (bakış açısında) sabit duran bir
seyircinin duruşunun benimsenmesini- ve aynı zamanda da görüle­
ni katı ve sabit bir sınırla kesip ayıran, kapatan ve soyutlayan bir
çerçevenin kullanımını varsayar. (Görme olarak anlaşılan sezgiye
ayrıcalıklı bir yer verdiği bilinen Descartes 'ın, bir görme modeli

15. E. Durkheim. L' Evolution pedaf<<>Rique en 1-rance. Paris. PUF. 1938 (2.
baskı Quadrige. 1990), s. 252-53.
36 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

oluşturmak için, La Dioptrique'te (Optik) "kasten açılmış bir pen­


cere deliği"nde bulunan bir göz imgesine başvurması dikkate değer:
Camera obscura'nın içinde bulunan gözlemci, gözün arkasında "bel­
ki de hayranlık ve memnuniyetle, dışandaki tüm nesneleri son de­
rece doğal bir perspektif içinde temsil edecek bir tablo" 16 görecek­
tir.) Bu çok özel bakış açısının evrensel olduğu da kabul edilebilir,
çünkü oraya yerleşmiş bulunan bütün "özneler"in, yani saf bakışa
indirgenmiş, dolayısıyla birbirinin yerini tutabilen rasgele bedenle­
rin, Kantçı özne gibi, aynı nesnel gönne biçimine, Panofsky'nin ta­
biriyle "öznelin nesnelleştirilmesinin simgesel biçimi"17 olarak
perspektifli temsilin nesnelleştirdiği görme biçimine sahip olmaları
sağlanmıştır.
O halde perspektif, hakkında bir bakış açısı benimsenemeyecek
bir bakış açısı varsayar: Alberti'ci ressamın çerçevesi gibi, içinden
geçerek görmemizi sağlayan (per-spicere) ama görmediğimiz bir
şey. Bu kör noktaya dair bir görüşe sahip olmanın tek yolu da, Pa­
nofsky'nin yaptığı gibi, perspektifi tarihsel perspektife yerleştirmek­
tir. Fakat bu uzak ve üstten bakışın, "skolastik bakış" denen bu ha­
kiki tarihsel icadın toplumsal oluşum sürecini tam olarak anlamak
için, onu dünyayla kurulan ilişkinin bütün dönüşümleriyle ilişkilen­
dirmek gerekir; bu dönüşümler ekonomik düzen ile simgesel düzen­
lerin farklılaşmasına eşlik ediyordu. Böylelikle, Emest Schachtel'in
çocuk gelişiminde önceliği anlık hazlara veya hoşnutsuzluklara dö­
nük "yakınlık duyuları" olan dokunma ve tattan alarak gitgide nes­
nel ve etkin bir dünya görüşünü temellendirebilecek "uzaklık duyu­
lanna0. görme ve işitmeye veren sürece ilişkin analizini (serbestçe)
kaydırmak suretiyle, 18 perspektifte nesneleşen skolastik görme bi­
çiminin keşfine "yakınlık duyulan"na bağlı hazlardan bir uzaklaş­
manın eşlik ettiği hipotezini ileri sürebiliriz. Bu uzaklaşma, Emest

16. Descanes, <Euvres eı Lettres. Pa.ris, Gallimard, ..Biblioth�que de la Pl�ia­


de", 1953, s. 205 - 1 6, özellikle de s. 207.
1 7. E. Panofsky, La Perspecıive conıme forme symbolique, Paris, Minuit,
1975; Türkçesi: Perspektif: SimResel Bir Biçim, çev. Yeşim Tükel, İstanbul, Metis.
2013.
18. E. G. Schachtel, Meıamorphosis, On ıhe Developmenı ofAffect. Percepti­
on. At1ention, and Memorv. New York. Basic Books, 1 959.
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 37

Schachtel'in öncelik verdiği bireysel ontogenez durumunda, erken


çocukluk döneminin ve onun ayıp kabul edilen hazlarının kademeli
bir şekilde ve söz konusu ortamlara bağlı olarak kuşkusuz az çok
radikal bir biçimde bastırılması anlamına gelir. Hatta bu hipotezi
destekleyici nitelikte bazı tarihsel gözlemler ileri sürmek de müm­
kündür. Sözgelimi Lucien Febvre, Rabelais hakkındaki kitabında,
XVI. yüzyıl şiirinde koku, tat ve dokunma duyularının baskın, gör­
sel referanslarınsa nispeten ender olduğu tespitinde bulunurken,
Bahtin modem öncesi halk şölenlerinde bedenin ve işlevlerinin coş­
kun varlığından bahseder. t9
Mekansal ama aynı zamanda zamansal anlamda uzağı gören
egemen bakışın bireysel ve kolektif fethi, böylelikle yakın görüşlü
arzuların bastırılması veya tatmininin geciktirilmesi pahasına, ön­
görmeyi ve buna göre hareket etmeyi mümkün kılarken (ki günü­
birlik yaşamaya mahkum sıradan ölümlüler karşısında kuvvetli bir
üstünlük duygusu veren bir çilecilikle olmuştur), büyük medeniyet­
lerin hiçbirinde eşi benzeri görülmemiş düşünselci bir ayrılık buna
eşlik etmiştir:20 Ü stün görülen akıl ile hor görülen bedenin ayrılığı;
en soyut duyular olan görme ve işitme duyusu (ve bunlara karşılık
gelen sanatlar olan resim -"zihinsel şey"- ile Max Weber'in analiz
ettiği -"rasyonelleşmesi" gibi danstan farklılaşması da bu şekilde
hız kazanan- müzik) ile en "duyumsanabilir" duyulann;21 perspek­
tif veya tonal sistem gibi toplumsal soyutlama yöntemleri ve süreç­
leriyle saflaştırılmış "saf" sanatların "saf" zevki ile Kant 'ın söz ede­
ceği "damak ve boğaz zevki"nin birbirinden ayrılması. .. - kısacası,
hakikaten kültüre, tüm yüceltimlerin mahalli ve tüm ayrımların te-

19. L. Febvre. Le Pı·obleme de l'incroyance au X.V/t siecle, la reliKion de Ra­


belais. Paris. Albin Michel. 1942; M. Bakhtine. L'CEuvre de François Rabelui.f et
la Culture populaire au Moyen AKe et sous la Renaissance. Paris, Gallimard.
1970; Türkçesi: Rabelais ve Dünyası, çev. Çiçek Öztek. İstanbul. Ayrmu. 2009.
20. Çin geleneğinde beden ile ruhun beraberliği ve birbirine tam bağımhhğı
hakkında bkz. J. Gemet, L'intelliKence de la Chine. le social et le mentol. Paris.
Gallimard. 1994. s. 27 1. (Fan Shen. yaklaşık olarak MS 500'lerde beden ile ruhun
tam bir birlik içinde olduğunu belinir: ..ellerim ile bedenimin bütün diğer parçalan
... . hepsi ruhumun parçaland1r" J. Gemet, a.K·Y·· s. 273-77.)
-

2 1 . M. Weber, Die rationalen und sozioloKischen GrundlaKen der Musik (Mü­


ziğin Rasyonel ve Sosyolojik Temelleri), Tübingen. UTB. Mohr-Siebeck, 1972.
38 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

meli olan kültüre ait olan her şeyin dişil ve popüler olan doğaya ait
olan her şeyden ayrılması.22 Bütün açıklığıyla temel ruh-beden (ve­
ya anlama yetisi-duyumsanabilirlik) ikiliğine tercüme olan bu kar­
şıtlıklar, ekonomik dünya ile simgesel üretim evrenleri arasındaki
toplumsal ayrımdan ileri gelir. Duyumsanabilir çeşitliliği, (gerçek­
leşme koşulları doğrusal perspektifle belirlenen) bir sentezin düzen­
li birliğine indirgeyen perspektif görüşün temin ettiği dünyayı sim­
gesel olarak temellük etme gücü, skolastik evrenlerin ortaya çıkma­
sının ve bunlara karşılık gelen eğilimlerin edinilmesinin ve tatbik
edilmesinin koşulu olan ve adeta görünmez bir zemin işlevi gören
toplumsal ayrıcalığa dayanır.
Tüm bunlar, Raymond Williams'ın analiz ettiği haliyle, XVII.
yüzyıl İ ngilteresi 'nde doğal parkın icadında bilhassa açıkça görülür:
İngiliz kırsahnı köylüsü olmayan bir köy manzarasına (paysage
sans paysans), yani "doğallık" tapınmasına ve kavisli çizginin ara­
yışına dayanan saf bir estetik temaşa nesnesine dönüştüren yeni çev­
re düzeni, bir yandan tarımı dönüştürürken, diğer yandan da üretici
emekten eser kalmamış, üreticilere her türlü referanstan tamamen
arındırılmış, görünür bir evren ("doğal" manzara) yaratmayı hedef­
leyen aydınlanmış bir tanın burju_vazisinin dünya görüşüne kaydo­
lur.23
Böylece tarihsel anımsayış, daha en başında dahi, simgesel dü­
zenin kurucu öğesi olan ve -kendi ekonomik ve toplumsal olanak­
lılık koşullarının bastırılmasını içeren- skolastik eğilimde sürüp gi­
den ilk bastırma durumunu akla getirir (bu koşullar, istisnai bir bi­
çimde, bir müzenin örtük gereklerini karşılama olanağından mah-

22. Kantçı estetiğin temeli olarak ..basit"ten ve oral (ve cinsel) tatminden iğ­
renme hakkında. bkz. P. Bourdieu. LA Distinction. Critique sociale du jugement
de gout, Paris, Edirions de Minuit, 1979, s. 566-69: Türkçesi: Ayrım. çev. Ayşe
Günce Berkkurt, Derya Fırat Şannan. Ankara. Heretik. 2015. Durkheim 'm kendisi
de. iyi bir Kantçı olarak. kültürü çilecilikle. toplumsal öncesi ve dişil olan bedenin,
arzunun, iştahm disipliniyle özdeşleştirir (bkz. E. Durkheim, Les Formes etemen­
taires de la vie religieuse, Paris, PUF, 7. Baskı. 1985. s. 450-52; Türkçesi: Dinsel
Yaşamın İlk Biçimleri, çev. özer Ozankaya. İstanbul, Cem, 2010).
23. R. Williams. ..Plaisantes perspectives. lnvention du paysage et abolition
du paysan". Actesde la recherche en sciences sociales, no. 1 7- 1 8. Kasım 1977. s.
29-36.
SKOLASTiK AKLIN ELEŞTİRİSİ 39

rum olan ziyaretçilerde uyandırdığı -ve Zola'nın Meyhane'de Ger­


vaise'in düğününde Louvre'a yapılan ziyareti anlattığı sayfalarda,
edebi stilizasyon bir gerçekdışılık hissine yol açsa da, yine de ol­
dukça gerçekçi bir biçimde bahsettiği- kafa karışıklığında24 ya da
beğenisi "skolastik" koşullarda oluşmamış kişilerin sanatsal eğili­
min ürünü olan yapıtları nefret ve öfkeyle karışık reddinde25 tekrar­
lanır).

Skolastik Onur Meselesi

Uzun bir özerkleşme sürecinden doğan skolastik evrenlere -bazen


doğar doğmaz- dalmış bulunanlar dünyaya ve kültürel ürünlere iliş­
kin aşikar ve doğal kabul edilen bir görüşü mümkün kılan istisnai
tarihsel ve toplumsal koşullan unutmaya meyillidir. Skolastik bakış
açısını büyülenmiş gibi benimsemenin kökleri, tedrisat seçkinlerine
özgü olan Tann vergisi armağanla, yetenekle doğal olarak seçilmiş
olma duygusunda yatar: Kurumsal ayinler olarak iş gören tedrisata
yönelik formasyon ve seçme prosedürlerinin en az dikkat çeken so­
nuçlarından biri, seçilenler ile dışarıda bırakılanlar arasına sihirli bir
sınır çekmek ve bunu yaparken ürettikleri ve takdis ettikleri farkın
koşulunu teşkil eden koşul farklarının bastırılmasını temin etmektir.
Bürokratik bir asalet unvanı gibi iş gören tedrisat unvanıyla toplum­
sal olarak güvenceye alınan, tasdik edilen ve geçerlilik kazandırılan
bu fark, eskiden özgür insan ile köle arasındaki fark gibi, hiç kuş-

24. M üzeye gitme davramşma ilişkin istatistiklerin gösterdiği gibi. sanat ya­
pıtlannı ve daha genel anlamda dünyadaki şeyleri bir gösteri, bir temsil. temaşa
edilmekten başka amacı olmayan bir gerçeklik olarak kavrama eğilimi son derece
eşitsiz bir biçimde dağılmıştır. Aile ve okula ilişkin kimi edinim koşullarına ve
(İngiliz aristokrasisi ve burjuvazisinin sanat başkentlerine yapılan "Grand Tour"la
icat ettiği) turizm pratiği gibi kimi varoluş koşullarına sekı sıkıya bağh olduğundan
tüm müze ziyaretçilerinden evrensel olarak beklenen bu eğilimin evrensel bir ta­
rafı yoktur (bkz. P. Bourdieu, Sanat Sevdası: Avrupa Sanat Müzeleri ve Ziyaretçi
Kitlesi. çev. Senaç Canbolat İstanbul. Metis. 20 l l ).
25. Kimi sanat fotoğraflarmm köylülerde olduğu gibi işçilerde de yaranığı in­
fial, bunlan bilinen ve doğrudan bilinebilir toplumsal anlamdan ve işlevden yok­
sun olmalan ve keyfilikleri sebebiyle şiddetle reddetmeleri ve kmamalan normal­
.. .
de gündelik yaşamda ··pratik ve "elle tutulur . olanan tercih edilmesinde kendini
..
gösteren "işlevci denebilecek bir beğeninin dışavurumudur.
40 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

kusuz, skolastik aristokrasizmin düşünür ile gündelik varoluşun


ufak tefek kaygılarıyla meşgul "saradan insan" arasında kurduğu
"doğa" veya "öz" farkının (dalga geçmek için "ontolojik fark" di­
yebiliriz) temelinde yer ahr. Bu aristokrasizmin başarısı da skolastik
evrenlerin sakinlerine "ayncahklarının (kusursuz bir) teodisesi"ni
sunmasında ve Kantçı geleneğin evrenselci hümanizminin -görü­
nürdeki farklarına rağmen- "Varhk'ın unutuluşu"nun büyübozumu­
na uğramış peygamberleriyle paylaştığı26 tarihin unutuluşunun, sko­
lastik aklın toplumsal olanak hhk koşullarının unutuluşunun mutlak
bir gerekçesini sunmasında yatar.
Heidegger de işte bu şekilde, pek çok filozof için, aralarındaki
felsefi farkların ve siyasi karşıtlıkların ötesinde, felsefenin meslek
onurunun bir nevi kefili olmuş, filozofun saradan dünyadan uzak­
laşma talebini sosyal bilimlerden, değersiz ve bayağı bir nesnesi
olan parya bilimlerden kibirli bir uzakhkla ilişkilendirmiştir (Hei­
degger'in toplumsal dünyanın düşünürlerinin ortaya koyduğu çahş­
malara, bir dönem hocası olan Rickert'in, Dilthey ve Max Weber'in
çahşmalarına tam anlamıyla kafayı takmış olduğunu biliyoruz27).
"Saradan" Dasein'ın veya -daha örtmeceli bir deyişle- uherkes"in
(DasMann) saradan halindeki Dasein olan Das Mann'ın, "çevresel
gündelik ve sıradan dünya" (alltiigliche Um- und Mitwelt) ile, yani
"herkes"in kişisel olmayan anonim eylem alanıyla ilişkisinin "sahi­
ci olmadığı"ndan dem vurulması, kuşkusuz hakiki bir kötülük kov­
ma ya da, diğer bir deyişle, toplumsalı ve sosyolojiyi kovma ayini
gibi anlaşılabilecek felsefi bir antropolojinin merkezindedir (ve,
kuşkusuz, kaynağındadar).28

26. Bkz. P. Bourdieu, L' Onıologie poliıique de Martin Heidegger, Paris, Mi­
nuit. 1988.
27. Bu konuya ilişkin olarak Jeffrey Andrew Barash 'ın Heidegger düşüncesi­
nin bilhassa en erken dönemini ve Varlık '' e Zaman'ın yazarının. özellikle
l 920'lerdeki derslerinde, tarihsel bilimler ile tarih problemini ele alışını konu edi­
nen Heidegger et son siec:le. Temps de r itre. temps de l' hisıoire (Paris. PUF, 1 995)
başlıklı kitabı veya Theodore Kiesiel'in The Genesis ofHeidegger's Being and Ti­
me'mda (Berkeley, University of Califomia Press, 1 995) Sein und Zeiı tan önceki
'

metinlere (özellikle de derslere) ilişkin ayrmtıh analizi okunabilir.


28. Louis Pinto'nun (sözlü iletişim) yapuğı gibi, ..gündeliğin yorumbilgicile­
ri0 dediği (Henri Lefebvre başı çekiyor) kısa bir süre için Hümanizm Üzerine
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 41

"Kamu/halk"ı, "kamusal dünya"yı (ki "gevezeliğin" ideal ma­


hallidir) ve "kamusal zaman"ı sorgulamak demek, filozofun "sahici
olmayan" varoluşun önemsizliğinden, yanılsamanın ve kafa karışık­
lığının mahalli olarak beşeri meselelerin bayağı alanından, kanaatin
(kamuoyunun) egemenliğinden ve doksa 'dan olduğu gibi, bilimler­
den ve bilhassa tarihsel bilimlerden kopuşunu olumlamak demektir:
Heidegger'in "sonluluğun saptınlması"nın en incelikli biçimlerin­
den biri olarak gördüğü "evrensel geçerliliği" (Allgemeingültigkeit)
olan yorumlara ulaştıkları iddialarıyla, bu alt tabaka bilimler her­
hangi bir insan -yani, birbirinin yerini alabilir varlık olarak kamusal
insan ya da Das Mann- tarafından herhangi bir zamanda erişilebilir
olduğuna hükmedilmiş kamusal dünya ve zamanın kamusal olarak
yorumlanabilir olduğu varsayımını üstü kapalı olarak kabul eder­
ler.29
"Nesnellik" ve "evrensellik" iddiasının, dolayısıyla bilimin özü­
ne dair olduğunu düşündüğü hakikatin kişisel olmayan herhangi bir
özne için erişilebilir olduğu fikrinin "demokratik", hatta "avami"
niteliğine karşı (Cicero daha o zamandan philosophia pleheia'yı,
halk felsefesini eleştiriyordu) "sahici" filozof skho/e'nin ayrıcalığı­
na yüzsüz bir bağlılığın içerdiği aristokratik varsayımları ileri sürer
ve böylelikle bizzat Husserl'in de Krisis 'te30 bahsettiği gibi, felse-

Mektup·un Heidegger·inin etkisine kapılanlarm (bkz. P. Bourdieu. L' Ontologie


..
110/itique de Martin /leidegger, a.g.y s. 107-8) ..tüketim topluınu..nun ..analizi
.•

nde halkan anarşik. doymak bilmez ve sahte ihtiyaçlarının kmanmasma (bu Pla­
ton·daki pleoneksia temasıdır) ve başkaları için aldatma<.:adan ibaret olan bir şeyde
birtakım göstergeler okumayı bilenlerin gizem çözücü bir zihin berraklığma sahip
olma iddiasma dayanan bir artistokrasizmle banşmanm yolunu buldukları göste­
rilebilir.
.
29. Evrenselin ..sahici olmayan. ile özdeşleştirilmesi Elisabeth Blochmann·ıa
yazışmalarmda gayet açık bir biçimde görülür: . .İstediğimiz, haua daha ziyade
bizde filizlenmek isteyen yeni yaşam evrensel, yani gayri-sahici ve kapsamlı olma
(yüzeysel olarak yayılma) arzusunu terk etmiş bulunuyor.. (bkz. M. Heidegger.
Correspondance a\•ec Kar/ Jaspers. suivi de Correspondance avec Elisaheıh
Blochmann. çev. Pascal David. Paris. Gallimard. 1996, s. 2 1 6- 1 7 ve ayrıca bkz. s.
267-68).
30. E. Husserl . La Crise des sciences europiennes et la phinominologie
transcendantale. çev. ve önsöz G. Granel. Paris, Gallimard. 1976, s. 1 42; Türkçesi:
Bunalım, çev. Levent Özşar, Bursa, Biblos, 2008.
42 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

fenin eskilere dayanan polis, politika ve doksa'yı küçümseme gele­


neği için yeni gerekçeler sunar. "Ölüme yönelik varlık" olarak tekil
Dasein deneyimini sahici olan yegane geçmişe erişim yolu olarak
kabul etmek suretiyle, tarihsel bilimlerin geleneksel yöntemlerinin
kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradığı yerlerde, geçmişin anlamı­
nın açığa çıkmasında tarihçinin öntasavvurlarının (Vorgriffe) rolüne
dair eşsiz zihin berrak lığıyla yalnızca filozofun başarılı olabileceği­
ni ve geçmişin kökensel anlamını sahici olarak yeniden temellük
edebileceğini ileri sürer.
Heidegger, bilimlere ve özellikle sosyal bilimlere karşı verdiği
antirasyonalist savaşta, el çabukluğuna benzer bir güç gösterisiyle,
sırtını sosyal bilimlere özgü bir düşünce tarzına dayar: Bilimsel dü­
şüncenin sınırlarına ilişkin eleştirisini rasyonellik kriterlerinin bi­
limlerin vakıf olmadığı hakikatin tarihselliğine dayandığının anım­
satılması üzerine kurar. Fakat, aynı zamanda, belirli bir dünya im­
gesine (Weltbild) bağlı olup yalnızca insani açıklama yöntemleriyle
elde edilen hakikati kabul ettikleri için insan düşüncesinin sınırları­
nı ve Varlık'ın opaklığını unutan tarihsel bilimlerle arasına mesafe
koyar. Ancak sonlu varoluşun temel ontolojisi anarşiye teslim olmuş
tarihsel bilimlere yeni bir birlik bahşedebilir ve bu bilimlerin önta­
savvurlannın kökeninin (Dilthey veya Weber'in zannedebileceği gi­
bi) kültürel değerlerde değil, aksi takdirde iflah olmaz biçimde gizli
kalacak bir geçmişin anlamının açığa çıkarılmasının olanaklılık ko­
şulu olan tarihçinin özsel tarihselliğinde yattığını anımsatabilir.
O halde belki de gayet etkin ve özellikle felsefi açıdan donanımlı
olan tarihsel bilimlerle karşı karşıya olduğundan (ne Rickert ne Dilt­
hey ne de özellikle Weber, tarihsel bilimlerin sınırlarını düşünmek
için Heidegger'i beklemişlerdi), aynı zamanda belki de konumu ve
izlediği yol onu böyle bir yöne sevk ettiğinden Heidegger, özellikle
gençlik dönemi çalışmalarında, sınırsız düşünce hubris 'inin belirti­
lerini fazlasıyla sergiler. Ağır bir bilgisizlik ve kimi tutarsızlıklar
pahasına, filozofların tarihsel bilimleri onların kendilerini düşün­
düklerinden daha iyi düşünebildikleri, nesneleri ve nesneleriyle iliş­
kilerine dair daha berrak, daha derinlikli ve daha radikal bir bakış
açısını benimsedikleri ve saf ve tek başına düşünümün silahlarından
başka silahları olmaksızın bilimin kolektif araştırmalannın ve avami
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 43

araçlarının sunabileceğinden daha üstün bir bilgiyi üretebilecekleri


şeklindeki samimi kanılarının gayet keskin bir formülasyonunu su­
nar. Bu kanının en ala simgesi de kuşkusuz, Dasein'ın radikal te­
killiğini ortalamanın vasatlığı içinde silen (ve meşhur Das Mann pa­
sajında açıkça bahsi geçen) istatistiktir - tabii yalnızca "sahici" Da­
sein 'ın tekilliğini: Yoksa Das Mann'ın tekilliği kimin umurunda?
Heidegger'in dönemin sosyal bilimlerine açtığı savaşta başvur­
duğu bu stratejileri, bilhassa bu bilimlerin kazanımlarını yine bu bi­
limlere karşı kullanma stratejisini, Fransız felsefesinin "avangardı"
l 960'1arda tekrar ele almış veya yeniden keşfetmiştir. Özellikle fel­
sefenin hegemonik iddiaları karşısında özerkliklerini ve özgüllük­
lerini kabul ettinnek için felsefeyle -bazen kendi sahasında- çatış­
ma zorunluluğu sebebiyle, felsefeye Durkheim 'dan beri fena halde
kök salmış sosyal bilimler, akademik ve hatta entelektüel alanın tü­
münde medyatik "yapısalcılık" etiketi altında birbirine karıştırılan
Levi-Strauss, Dumezil, Braudel, hatta Lacan'ın çalışmalarıyla bas­
kın bir konum edinmeyi başarmıştı. Dönemin bütün filozofları, il­
haka meyleden bir düşmanlık ilişkisi içinde ve bazen (bilhassa -loji
efektine; örneğin "arkeoloji", "gramatoloji", vs. ve başka bilimsel­
lik efektlerine başvurulmasıyla) ikili bir üyeliğe kadar varan -bi­
linçli veya bilinçsiz- ikili bir oyun dahilinde kendilerini sosyal bi­
limlere kıyasla tanımlamak durumunda kalmışlar, bunun için bir
nebze olsun Heideggerci olmaya ihtiyaç duymaksızın, Heidegger'in
bu bilimlere karşı kullandığı stratejilere oldukça benzer aşma stra­
tejilerini yeniden keşfetmişlerdir.

Radikal Kuşkuyu Radikalleştirmek

O halde yalnızca filozof olarak varlıklarının bağlı olduğu felsefi


oyunu veya bu oyuna malum katılımlarını -"anti-akademik akade­
mizmi" her daim mest eden radikal altüst edicilik gösterilerine baş­
vurmaksızın- hakikaten sorgulama riskini almak suretiyledir ki fi­
lozoflar kendilerini filozof olarak tanıtmalarına ve düşünmelerine
izin ve hak veren ve -bu toplumsal kabule karşılık olarak- onları fi­
lozof duruşuna ve konumuna ilişkin varsayımlara hapseden her şey­
den gerçek bir bağımsızlığın koşullarını temin edebileceklerdi. Esa-
44 AKADEMİK AKLIN ELEŞTİRİSİ

sında, ancak her an "felsefi" olarak adlandırılan şeyin toplumsal


olanaklılık koşullarını ifşa etmeye yönelik bir eleştiri söz konusu
koşulların içerdiği 0felsefi" etkilerin mekanizmasını görünür kıla­
bilir. Yalnızca böyle bir eleştiri felsefi düşünceyi, kendini felsefe di­
ye adlandırılan düşünce etkinliğine adayabilenlerin konumuna ve
eğilimlerine ilişkin varsayımlardan kurtamıa amacını gerçekleştire­
bilir. Zira kendini atopos, yer' siz, sınıflandırılamaz kabul eden filo­
zofun da kapsadığını iddia ettiği uzamda, herkes gibi, kapsandığını
anımsatmak gerekiyorsa eğer, onu aşağılama zevkini tatmak için de­
ğildir bu. Tam tersine, öncelikle toplumsal uzanun bir yerinde, sonra
da skolastik alanlar diyebileceğimiz alt-uzamlardan birinin bir ye­
rinde konumlanmış olmasına ilişkin kısıtlardan ve sınırlılıklardan
kurtulma olanağını sunmaya çalışmak içindir.
Neden ve özellikle de ne hakla felsefenin böyle bir "özgürleş­
mesi"nden bahsedilebilir diye soracaklar için, yanıtım öncelikle şu­
dur: Sosyal bilimleri felsefenin vazgeçmediği ve bilmeden bu bilim­
lerin en alelade vizyonunu ortaya koymakla yetindiği -haydi gerici
demeyelim-tepkisel eleştiriden kurtarmak için felsefenin özgürleş­
tirilmesi gerekir. Bu şekilde, 0postmodem" denen filozofların he­
men hepsi, sosyal bilimlere gayet hazır bir biçimde yönelttikleri
0şüphe felsefesi"ni sosyal bilimlere iade etmek suretiyle, bu bilim­
lerin tanım itibariyle ileri sürdükleri bilimsellik iddiasını eleştirmek
konusunda birleşir: Bir iddiada gizli bir buyruktan veya emirden,
mantıkta bir "zihin polisi"nden, bilimsellik iddiasındaysa güç isten­
cinden esinlenmiş gizli bir hegemonya arzusundan ya da itaat ettir­
meye yönelik basit bir "hakikat etkisi"nden başka bir şey gömıeme­
ye meyilli olduklarından -ve işi daha ziyade disiplinsiz bir disiplin
olan sosyolojiyi disiplinci, otoriter, hatta totaliter ve içten içe poli­
siye bir disipline dönüştürmeye kadar vardırmadıklannda- bazen
bilinçli ve açık siyasi tercihleriyle çelişmek pahasına, maneviyatçı
(ve muhafazakar) eleştirinin bilimlere, özellikle de sosyal bilimlere
her daim yönelttiği en bilgi düşmanı suçlamalara ve ayıplamalara,
kutsal kişilik değerleri ve vazgeçilmez "özne" haklan adına, yeni­
den felsefi ve siyasi olarak kabul edilebilir bir biçim verebilmekte­
dirler.
Fakat aynı zamanda, normal yollardan oluşmuş her 0felsefi zi-
SKOLASTİK AKLIN ELEŞTİRİSİ 45

hin"de/"felsefe ruhu"nda infial yaratacağı kesin de olsa, felsefi ala­


nın ve burada -filozofların kendi skolastik körlüklerini görmemeleri
sayesinde- oluşan ve gelişen, "felsefi" oldukları belirli bir anda top­
lumsal olarak kabul görmüş eğilim ve inançların özgül mantığının
analizinden daha felsefi bir etkinlik olmadığına inanıyorum. Bir ala­
nın mantığı ile bunun yol açtığı ve varsaydığı eğilimler arasındaki
dolaysız uyum, bunun keyfi olarak içerdiği her şeyin zamandışı ve
evrensel apaçıklık maskesi altında gizlendiği anlamına gelir. Felsefi
alan da bu kuraldan kaçamaz. O halde sosyolojik eleştiri, daha radi­
kal ve daha özgül olacak gerçek anlamda felsefi bir eleştiriye hazır­
lık aşamasından ibaret değildir: Belirli bir yerde ve zamanda felsefi
olarak adlandırılan toplumsal pratikte üstü kapalı olarak işleyen fel­
sefenin '"felsefesi"nin kaynağına götürür.
"Filozof" bugün hemen her zaman bir homo academicus oldu­
ğundan, "felsefi zihin'' bir akademik alan tarafından ve onun için
şekillendirilmiştir, bu alanın taşıdığı ve aşıladığı özel felsefi gele­
nekle yüklüdür: En "saf" düşünceye referans noktalarını ve kılavuz
ışıklarını veren, ince ince sıraya konmuş kanonik yazarlar ve metin­
ler (başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da yazılı olan veya olma­
yan milli müfredatlar milli olarak "programlanmış" beyinler üre­
tir31); tarihsel olarak oluşturulmuş tartışmalardan çıkan ve tedrisata
bağlı yeniden üretimle sürdürülen problemler; genellikle antitezi
andıran ikili terimlere sıkıştırılmış olup, kimilerinin - tam da buna
uygun cafcaflı bir tarzda- '"Batı metafiziğinin ikili karşıtlıkları" ola­
rak görmek istediği ama aslında, daha önemsiz bir düzeyde, diğer
alanlar gibi felsefi alanın da organizasyon ilkesini teşkil eden ikici
yapıya gönderen, sürekli yinelenen büyük karşıtlıklar (bilhassa
Fransa örneğinde, bilime yakın olup epistemolojiye, bilim felsefe­
sine, mantığa ilişkin olan bir kutup ile nesnesi ve ifade tarzıyla sa­
nata ve edebiyata yakın olup, günümüzde "postmodemizm"in oldu­
ğu gibi estetiğe ve estetizme dönük olan bir kutup arasındaki sürekli
karşıtlık); görünürdeki evrenselliklerine rağmen, konumlanmış ve

3 1 . C. Soulie, .. Anaromie du goOr philosophique", Acres de la recherche en


sciencessociales, no. 109, Ekim 1995, s. 3-28 ve ayrıca bkz. R. Rorry, J. B. Schnee­
wind ve Q. Skinner (haz.), Philosophy in History: Essays on the Hi.rtorio1:raphy
of Philosophy, Cambridge, Cambridge Universiry Press, 1984.
Another random document with
no related content on Scribd:
beautiful love? The love of Matthew which spends itself in pleasure in
Cecily’s existence rather than in personal desire, the tornado which must
storm the frail soul of Fliss, the rare devotion of Ellen, the servant, for her
mistress, the fine normality of Dick’s feeling for his wife, or the love of
Cecily herself, tormented and abused as such free-given love so often is
tormented and abused by life? The spotlight of circumstance is turned now
on one, now on another, as if seeking to find out.
Its light is focused on Cecily now. Dick knows about his expected child
and every quality in his manhood has leapt into eager response to this proof
of his own continuity. He cannot be too tender; he is fearful lest somehow
things go wrong, and yet immensely sure that everything will be successful.
He assures himself that this is a common happening and carries within
himself the proud knowledge of an event that is absolutely unique. He is
very curious about the physiological marvel, as all men are who for the first
time watch themselves so mysteriously reproduced. And with it all—all the
pride that he feels in his coming child—Cecily remains his young wife as
well as his child’s mother and he feels apologetic that this must hurt her—
even endanger her—and he loves her beyond his pride and hope. Cecily’s
mother knows and surrounds Cecily with every precaution and comfort,
seeming to guard her a little jealously now, even from Dick. Cecily has
given up dancing and most society, and society, noticing—ever on the qui
vive for these domestic interludes and their reactions on the people
concerned in them—accepts the situation with a sigh and a smile and a
touch of sentiment. Young Mrs. Harrison is going to have a baby—“so
soon.” Well, opinion divides here.
Matthew hears of it among the casual gossip, through some chance
remark about Dick, and goes to call on Cecily again, as if her interest were
enhanced for him. Cecily receives him gladly, feeling that she is making a
permanent friend and he is one of the few constant visitors at the gray-
shingled house. Another is Madeline Von Vlectenburg, now Madeline
Ensign, who has married a Carrington man and come to Carrington to live
and whose acquaintance is still so small that she clings to Cecily’s
companionship; and another is Fliss Horton, who has become very
assiduous and helpful in bringing Cecily gayety and Madeline useful
gossip. Fliss has the freedom of Cecily’s house now and treats Ellen with a
charming, friendly informality and Ellen is always glad apparently to set an
extra place for Miss Horton at her employer’s request.
Ellen knows about the baby too and will let Cecily do nothing for herself
if she can help it. She has a tremendous maiden excitement about all the
preparations and in secret is knitting a pink afghan. In secret—for she never
refers to the coming event except by the most modestly veiled of allusions.
Yet, with all this light focused upon her, with all this care and tenderness
surrounding her, Cecily withdrew into herself, more like her mother than
she had ever been before. Her fears had lessened with the sense of
enveloping support and knowledge and the many preparations normalized
the months, but there grew in her a consciousness of isolation like nothing
she had ever known before. It would come upon her sometimes in the midst
of her friends, listening to the idle talk of Madeline and Fliss—sometimes
when she was with Dick. It was not at all lonely or unpleasant—only a
feeling of being set apart. She tried to explain it to Dick.
“It’s like recognizing suddenly that you are part of a design—it’s
strangely impersonal.”
And again——
“But I’m not worried, Dick, dear. I’m interested and happy. Just because
I’m silent now and then you mustn’t think I’m sad. I can’t help feeling
responsible.”
“It’s the first time I’ve ever felt really responsible, you see. I’ve always
been guided; people have always taken me all the way. Once in the convent
when the priest told us about marriage I got awfully afraid. I suppose I
sensed then that you had to go part of the way alone.”
“Yes, I know. You’re all with me and will be, but you can’t go all the
way, darling. I don’t mind and I’m not afraid. I’ve something to go after,
something to get.”
“Being born,” she told him, more whimsically, “must be a terrific
process. Perhaps that’s why it’s fixed so that we can’t remember it at all.”
Those were the more sober moments, but there was on the whole more
gayety than sobriety about the impending birth. Even Fliss, who held strong
views on motherhood and had more than once remarked that she did not
mean to be ever “tied down,” enjoyed looking at the beautiful baby clothes
and the elaborate equipment which were showered upon Cecily, and they all
talked about it a great deal with a gay frankness and humor utterly
unrestrained by the presence of the men of the intimate circle.
At dinners, at which Cecily, dressed in some lovely loose robe, presided,
Fliss naturally fell to Matthew and every one but Matthew himself fostered
the pairing. Fliss, playing her game and hating her home background more
every day, waited for something to come of all this. While she waited she
played with Dick and it often happened that Matthew drifted to Cecily’s
side while the others amused themselves. And Fliss made a confidant of
Dick and asked his advice, thereby establishing a bond, for not only did
Dick enjoy giving the advice, but he was naturally curious to see whether
Fliss would take it and if she did take it, whether it would work out well and
prove him wise.
Fliss asked him if he didn’t think she ought to go to work. That was her
temporary line of conversation, but Dick didn’t know that. He pondered it
seriously.
“At what?”
“I’ve had no training and of course I’m not clever. I suppose I’d have to
take up stenography and go into some one’s office.”
“Surely you can find something better than that.”
“What? I can’t teach and I wouldn’t want to, anyway. And what else is
there for a girl who doesn’t know anything about anything and whose only
cleverness is in trimming hats?”
“Start a hat shop.”
“You need money for that, Dick.”
“You need money for everything. You’ll have to face that, unless you
marry it.”
“That, too, has been suggested. But it’s not so easy to find some one with
money whom you can marry.”
Dick’s eyes strayed to the other end of the room.
“How about Matthew?”
“Matthew hasn’t asked me.”
“Shall I tell him to ask you?” teased Dick.
“If you like. But he won’t—even though I wouldn’t marry him if he did.
I want something a little different from Matthew.”
“A shade more jazz.”
“A shade more jazz is right!”
“Matthew is ruled out.”
Matthew turned to call to them. “Who is taking my name in vain?”
Fliss crossed the room negligently. “We were discussing,” she told him
with her engaging impudence, “the possibility of your marrying me.”
“Am I going to do it?”
“No. Rest easy. I’ve refused you in advance.”
“Because you haven’t enough jazz,” contributed Dick.
“Reason enough. But I wonder why I haven’t more of that peculiar
quality. Of course it’s always existed under a variety of names so I can’t say
I didn’t happen along in the right generation. I never did have it. Perhaps
because I had to go to work too young.”
“Well, I should have gone to work young, and I always had it,” said
Fliss.
Cecily was following them amusedly. “And I never had to work at all
and I haven’t it.”
“Convent training.”
“No, look at Madeline. She’s full of the same spirit Fliss is full of.”
“And Dick?”
“Dick’s a jazzer thrown into high company,” mocked Fliss.
“Dick’s a jazzer—reformed.” Dick put his arm about his wife’s
shoulders and drew her close to him. “You’re all wrong. Jazzing or
whatever you call it is purely a matter of age. When you draw near thirty
you get over it, just as the average man gets over tennis.”
“But I’m not thirty.”
“No,” said Dick, looking down at her tenderly, “but you’ve other fish to
fry. Besides you can’t be classified.”
“French model, one only.” Fliss could always be counted on to remain
flippant. The others caught her note with amusement.
It was one of their many idle, undeveloped, cross-purposed
conversations, which in spite of its lightness had a kind of function in
bringing them nearer together, teaching them what to expect from each
other, revealing their quality to each other. The weeks slipped along, each
one important and interesting in its relation to the coming of Cecily’s child,
bringing that great anticipation closer to them. And the lives of all of them
clung to their own little orbits in the midst of a storm already world
devastating, though there were many moments when they all shivered as
some great tragedy, dulled by distance, came over the wires and through the
papers to them. Cecily, of course, dated all things by the fifteenth of May,
and as the winter changed into spring and the whole world opened happily
under the warming sun, she was more and more eager to bring her waiting
to a close. Dick was impatient, she knew, and that made her more so. She
was catching some of Dick’s quality as she lived with him. She was trying
to learn how to frost the depths of the spiritual isolation which was
absorbing her with a surface companionship during hours which demanded
lightness. There was some sacrifice in learning this new lightness, but she
had a vague feeling that it would make Dick happy if she were not only
happy, but gay.
The wonder of Cecily was that she was twenty, as yet unbigoted, and
that her personality was still vague in its outlines. The convent was of
course mainly responsible for this—in leaving so much to God. The implied
educational method of most schools and colleges is that you have to work
things out “on your own” as definitely as possible—work out God, too,
when you get to it—but the convent method was not so. When things
became tangled or overerudite, or too introspective, or embarrassing and
indelicate, the gentle nuns turned the solutions over to God and left them
there without asking for an accounting. Working with material like Cecily
they took care to perfect her English and her French, even if they totally
neglected economics, gave her a cultural knowledge of science and a
knowledge of history, which was colored by faith in the church, and sent
her out with a clean mind. There were plenty of fine fresh minds coming
out of women’s colleges every day, but their freshness was like the
antiseptic freshness of a laboratory after corruption has been studied and its
traces scoured away; Cecily’s was the freshness of the out-of-doors, which
is different. Mental and emotional qualities were still to develop and,
stepping as she did into marriage so quickly, she had all of psychology, all
of philosophy, to learn. The bag of women’s tricks, already so thoroughly
ransacked by Fliss, was quite unknown to Cecily.
While Dick was teaching her love and some gayeties as well, she was
learning other things. It was absurd to say that Matthew had set himself to
the forming of her mind—what he did was too intangible for him to have
had a definite purpose—but still, he did try to help Cecily to think.
Undoubtedly it was at first for the pure pleasure of seeing the effect that
much discussed themes would have upon a mind as inexperienced as hers
that Matthew introduced many of his conversations. Her ready response led
him further. He lent her books, catching up the broken thread of a
conversation about some problem by sending her relevant printed thought;
he stimulated her mind constantly. And the mind, which must have been a
reproduction in part at least of Allgate Moore’s mind, the part which was
responsible for the fact that people called him “genius,” began to grow.
Such a year for Cecily! There were many nights when she sat listening to
the men talking about the affairs which were absorbing almost all thinking
people’s minds—the sinking of ships at sea, the slaughters of war, the
advances and retreats of the hostile armies, the surmises as to new alliances
—all of it deepening in Cecily her natural sense of the gravity of the
world’s affairs and of the world’s dangers. Then when they stopped—and
they would stop when her comments or queries became too intense, too
worried—she always marveled at the way they, and Dick especially, could
spring back to lightness of thought and word.

It was at Matthew’s suggestion that they went to Allenby. Allenby, as


well as being Matthew’s surname, was the name given in his honor to a
little village at the mouth of one of the mines in which Matthew had large
interests. Dick had been offered the stock which one of the directors was
relinquishing and expressed a curiosity to see the place. Matthew said he
would drive him down if he would take a day off.
“I can’t leave Cecily very well,” said Dick.
“Bring Cecily.”
“Now?”
“It won’t hurt her. The roads are fine; state roads—no frost holes. We
can get across to Judith for the night. There’s a very decent inn there where
we could stop.”
“Yes, I know the place. I’ll ask Cecily. Maybe she’d like it.”
It was the second week in April. Mrs. Warner did not especially approve
of the trip, but Cecily had set her heart on it.
“Well,” compromised her mother, “if they drive slowly it probably won’t
hurt you. Don’t go down any mines. And it’s still cold; take plenty of rugs.”
To balance the party they had asked Fliss, though, as Fliss said, she was
not sure whether she was chaperoning Cecily or Cecily her, and they started
off early on a Saturday morning, Matthew and Dick proving that it was a
business trip by sitting together in the front seat. Lunch from thermos
bottles and a picnic basket hardly halted them and they reached Allenby in
the middle of the afternoon.
It was, as Matthew said, hardly a village. There was a railway station
and about it were grouped houses and cheap stores flanking the side of brief
indefinite streets of rutted red clay. Its newness was ugly, but, looking at it,
one knew its age would be worse. It had no possibility of growing to charm
and dignity from such beginnings. It was a necessity—nothing more. Their
comments as they looked at it were characteristic. Fliss had the first word.
“So this is where your money comes from.”
Matthew and Dick both laughed. “It’s quite a settlement, isn’t it?” said
Dick. “I’d no idea the place was so big. You must have a thousand people in
the village.”
“And more squatted around the mine itself. You’ll see later.” Matthew
turned to Cecily. “What do you think of my namesake?”
“It seems a desolate place for people to live—a miserable place. I should
think you could make it a little more attractive.”
“That’s not good sociology; that’s charity.”
They left their car at the railroad station and wandered about the village,
Dick growing enthusiastic over things which seemed pathetic to Cecily, and
Fliss amusing herself with comments and trying to dazzle the people she
saw. She insisted that they should have a soda at the store and over that she
was very merry and mocking. Matthew dragged them away.
“It gets dark early and we must see the mine yet.”
The road to the mine was rough and led through a waste of ugly fields,
covered with discolored vegetation. It was growing colder and the dead
bushes shook in the wind. The girls huddled themselves in rugs and began
to think of dinner and the Inn. The mine was interesting, but——
Dick and Matthew, however, had grown absorbed by this time. They
were deep in statistics; they looked interestedly and speculatively over the
barren fields and with real admiration at a group of one story huts grouped
together near the great red pit which was the mine.
“Some of the people have to live close for various reasons,” explained
Matthew over his shoulder. “In case of a blizzard we have to keep a force
fairly close. There are about a hundred men who live here. A few have their
families, but most of them are unmarried and live in bunk houses.”
A number of children bore witness to the existence of the families. They
were very dirty children—stolid little Scandinavians, most of them. The
automobile awoke their interest. They measured its difference from the
half-dozen begrimed Fords which were casually lined up on one side of the
mine office.
“Want to go down, Fliss? Cecily mustn’t.”
“Love it,” said Fliss.
“We’ll just go down to the first level,” Matthew decided, “to give Fliss
an idea. You must put on overalls though. Come in the office and they’ll fix
you out. I’ve had lots of women here. It’s all right.”
Cecily watched them from the depths of the car as they disappeared over
the edge of the mine, walking on a kind of circular path—Fliss looking like
an extremely rakish boy in her overalls. Then she settled herself to wonder
again how these people lived and how it was worth living without any
beauty or any comfort—or love. She wondered if women loved these rough,
unpleasant-looking men now emerging in little groups. They all went to the
office. It was Saturday night and they were getting their pay. They stared at
Cecily and the car, some stolidly, some hostile in their glances. Vaguely she
wished Dick would come back.
Suddenly a man paused beside the car. He was obviously angry. She had
seen him leave the office, slamming the door with an oath that carried to her
ears, and as he came down the road and she knew he must pass the car, she
felt his hostility even before he spoke. He did not shout, but he came to a
pause and his voice was low and menacing and his face full of hate.
“Sit there, damn you, and grin. They fired me—and they’ll pay for it.
You’ll all pay for it, you damned blood suckers. You——”
Then he called Cecily a name which she had never heard before, but
which was utterly clear in its implication, even to her, and went swiftly
down the road, lost in the increasing crowd of homegoing men. Cecily had
gone dead white. She became conscious of crowds of men pouring past her
now and she felt every face ferocious. She did not want to look at them and
yet she could not help it. She felt suddenly that she was affronting them.
This car, her furs, her luxury of robes, their shacks! And Dick did not come.
Where was he? Why did he not come? Had they caught him and Matthew
down in the mine? Had something happened? She tried to reassure herself,
but her shocked mind went tearing on into confusion. Then in the midst of it
came a pain, a tearing pain like nothing she had felt ever before. Dick,
coming up beside Fliss and Matthew, all three laughing and talking to one
of those men who had so terrified Cecily, saw his wife, white-faced—
staring.
They were all immensely frightened and too inexperienced to be sure
what steps were best to take. Even Cecily was not sure that her hour had
really begun, but before they got back to the little village there was not
much room for doubt. Dick and Matthew looked at each other in utter
consternation. They were four hours away from all the elaborate
preparations for the advent of Cecily’s child; they both had heard of
accidents. The ride back home was not to be attempted, but here, in this
forlorn little mining town——
In those first hours it was Cecily herself who took the initiative. In an
interval between the pains she lifted her head from Dick’s shoulder with an
actual smile.
“Apparently I’m going to spoil the party; and I can’t get back home.
Find me a place to stay over night, Dick—the cleanest house there is. And
telephone Dr. Wilson. In the meantime get hold of the doctor here.”
They did as she said. The little frame house of the mine superintendent
was made ready and the superintendent’s wife, a Swedish woman of forty,
after her first bewilderment took command of the situation and Cecily with
stolid sympathy. Cecily, in a strange hummocky bed, wearing a coarse
cotton flannel nightgown, soon lost the connection between reality and
nightmares. Nothing was real about her—the face of the Swede woman
with her guttural reassurances, the bearded man who they said was the
doctor, but who seemed unable to relieve her torture—but through it all her
mind pounded along on a steady track of fear and determination. She might
lose her baby—she would not lose her baby—they must take care. She kept
giving directions, pathetic directions, about that.
Matthew had found the doctor and after a look at Cecily he told them
that they would have no time to send for their own physician. He did not
seem much concerned about it all and was inclined to take it all very easily.
He was a middle-aged man—Swedish also—with a blond beard and
abstracted blue eyes.
“But,” said Dick, “there’s not even a nurse!”
The doctor smiled. “Fifty babies in six months in this village,” he said,
“and no nurse for any of them. This lady (pointing to Fliss) and Mrs. Olson
will help me—and you, if I need you.”
But it seemed none the less terrible. Matthew and Dick pooled their
knowledge of such events. Fliss stayed by Cecily, remarkably calm, helping
Mrs. Olson in her meager preparations, but white to her lips. And each half
hour the cloud of pain and worry thickened over the little house. It was a
cold night. Mrs. Olson had sent her children to a neighbor’s house. Dick
and Matthew, in the kitchen, tried to conceal their fears.
“Why was I such a damned fool as to bring her?” cried Dick.
“I wish I hadn’t suggested it, but we did and we’re here. We’ll have to
see it through, Dick. The chances are ninety to one that it will come out all
right, old man.” But he, too, was white and his hand shook a little as he
poked at the fire in the stove.
Fliss came in and stood leaning against the door. They jumped up. She
gave them a few directions.
“Hunt through the drug store yourself,” she finished. “We must be sure
the things are right. I’ll watch.”
“Do you think you can, Fliss?” Dick sounded doubtful and Fliss, leaning
against the door, did not look too competent. Her skirt was too short and her
hair too elaborate.
“I’ve got to,” she answered. “I don’t know much, but I’ve heard things—
enough to know what to avoid.”
They had reached Carrington by telephone and knew that Cecily’s
mother, Cecily’s nurse and Cecily’s doctor were now on their way to
Allenby, but it would be three or four hours before they could arrive even
with the greatest of speed. The local doctor had assured them that it would
be over before that. The two men could hear strange sounds that did not
seem natural—cries that hurt almost unbearably to hear. The footsteps
overhead were hurried.
“Do you think—already?” asked Dick.
Then they both heard it.
Fliss came in again. Her hair was disordered and her face as pale as
before. She faced them with startled, angry eyes.
“So that’s what women have to go through,” she said, “and you never get
a taste of it! My Lord, but it’s fierce!”
Dick had pushed past her, upstairs. It seemed as if Matthew were about
to follow, and restrained himself.
“Is something wrong?” he asked hoarsely. “Is she——”
Fliss actually laughed. All the primitive sex antagonism in her had
seemed to leap out suddenly. She was angrily on guard, fiercely angry at all
men, so free of this agony—quite at her best as she stood there in her wrath.
“Oh, no, nothing’s wrong. It’s bad enough when it’s right. Dick’s got his
baby all right.”
She sat down at table with her face in her hands. Matthew’s face relaxed
a little and he patted Fliss clumsily on the shoulders.
“You’re a brick, Fliss.”
She recovered herself quickly and looked up, brushing her hair back, her
burst of anger seeming quite spent, a wan humor asserting itself.
“There was much the same situation when I was born,” she said
reflectively. “Do you suppose that child will have the same sentiments
towards me that I have towards Mrs. Ellis? I forgot to tell you—it’s a girl.”

CHAPTER X

T HE dawn brought confidence and no small feeling of triumph to all of


them. The nurse, the Carrington specialist and Cecily’s mother all
arrived and with the verdict of the trusted doctor that the baby was
small but healthy and that Cecily was in no danger, they all began to enjoy
the adventure in retrospect. Cecily could not be moved for at least ten days
and the nurse tried to arrange the room as pleasantly and conveniently as
possible, rather arousing a smoldering ire in Mrs. Olson until Dick, taking
her aside, slipped a check into her hand of sufficient size to feed and clothe
the little Olsons for the winter. After that the nurse had things her own way.
Much of Cecily’s equipment had been brought already and her stepfather
arrived later with a great bunch of roses that towered above Mrs. Olson’s
best white water pitcher. It was obviously impossible for them all to stay in
Allenby. Mrs. Warner took a room at a neighbor’s house, the nurse stayed
with Cecily on a camp bed imported from Carrington, and everything
became quickly ordered and made comfortable by the ease of wealth. But
the shock, the healthy encounter with an experience which is no respecter of
wealth and convenience, was to remain in the minds of each of the four
participants for a long time.
Matthew was to take Fliss back to Carrington in the afternoon, for Dick
refused to stir for another twenty-four hours. Sleeping in the kitchen with
Mr. Olson meant nothing to him, he declared. So he stayed. The nurse was
keeping Cecily very quiet, but she let the departing adventurers in for a few
moments. Matthew saw first the big clothes basket on a chair by the
window and then Cecily, with her hair braided tightly back and dark circles
under her eyes. For an instant he looked from one to the other, obviously
unable to speak.
“Take a look at my daughter,” said Cecily.
Matthew obeyed. Then he came over to the bedside and looked at Cecily,
laying a nervous, strangely hot hand on hers.
“It’s a shame I got you into all this.”
“It’s worked out all right and it wasn’t your fault at all. I insisted on
coming. The baby’s healthy and I’m strong—and the experience! You’ve
told me I lacked experience and that my life was cushioned. Well, this
wasn’t cushioned.”
“God knows it wasn’t.”
The girls looked at each other and Cecily suddenly felt her eyes fill with
tears.
“I’ll never forget your seeing me through, Fliss. Never.”
Fliss bent over her and kissed her. She had passed the stage of her first
emotion and was ready to recognize what a lucky incident the whole thing
had been for her. Mrs. Warner had said the same thing that Cecily had just
said. She was established in that family and she knew it. Now that Cecily
was comfortable, that she was out of peril and surrounded by American
Beauty roses, down comforters and in her own silk nightdress, Fliss could
afford to take account of stock and see how her own had risen.
“Good-by, Cecily. When you get back to town I’ll be around to see you.”
“As soon as I get back,” Cecily pledged her.
“Take care of my foster daughter.”
There was an interesting moment—as Fliss crossed to the improvised
cradle and stood looking down at the baby, an expression on her face which
could mask no ulterior motive. The queer little thing that she had seen come
into the world, struggling, seemed to make her feel shaken.
“Come on, Matthew, Cecily’s tired and we must hurry.”

It was a strange convalescence and perhaps an unusually healthy one, for


there was no excitement and a great deal of quiet. The brunt of the
inconvenience now fell on the nurse and Cecily had only to lie for long,
silent hours, thinking over the whole wonderful event. She listened to the
voices of the children outside her window, marveling that they had been
born just as her child was born, and the roots of that solidarity of
motherhood which all mothers feel for each other began to grow in her. She
had come to that stage in marriage when the mysteries are shared, not with
one other individual, but with a whole sex. Dimly the great expansiveness
of motherhood began to dawn upon her mind.
All this expressed itself not only in her dreaming, but in her curiosity.
She plied the nurse with questions. Physiology and psychology of other
mothers fascinated her. The cases of the nurse, in so far as she would talk
about them, were an endless source of interest. Dick joined her in her
interest. Step by step they went over the story of the birth again and again.
But then Dick left it and went to town, carrying with him the consciousness
of his fatherhood, to be sure, but temporarily overlaying that interest with
business and masculine contact. Cecily lay in bed and thought and talked on
about women and mothers. She had not the slightest intention of playing
upon her illness. She was quick to feel her energy coming back and rejoiced
in it. There was not a suggestion of querulousness in her manner. That she
took the luxury and the petting which surrounded her as things natural to
her was not to be wondered at.
But there was a great deal of praising and petting, and while Dick was
triumphant he was also surrounded by an atmosphere that made him feel
vaguely apologetic for having to undergo so little inconvenience himself.
He was ready enough to admit the apparent unfairness of the situation. Not
that it had ever struck him before. If he had considered it at all before his
marriage he would have said that women had to have children, but men had
to rustle to support them and called it fair enough. In the face of his
personal situation it seemed different. Cecily, frail and pitiable, seemed
indeed to be bearing the heavy end.
It was Fliss who got a real sociological slant on the situation. She visited
Cecily’s house before Cecily returned to Carrington, ostensibly to return a
scarf which she had borrowed of Cecily for the eventful ride, but really to
see and have a gossip with Ellen. Ellen was scrupulous. She would not join
Fliss in the living-room and Fliss was compelled to sit in Cecily’s room
while Ellen polished the furniture. Ellen was very much excited about all
that had happened—a little disappointed at not having been nearer the
center of action herself, but determined to make up for that by making
Cecily’s homecoming as comfortable as possible. The baby having been
born, the pink afghan had been hastened to completion and now lay in state
on the foot of the crib.
“Poor Mrs. Harrison,” said Ellen, “she’s been through a lot, hasn’t she?”
Fliss shrugged her shoulders in impatience. “You all make me sick,” she
said; “she hasn’t been through more than any other woman, has she?”
But she gave Ellen no chance to answer.
“She had a bad time for twenty-four hours—no, about twelve hours. And
for that the whole town sits back and gasps with pity, because it’s Cecily—
Cecily who’s been used to ‘everything.’ What got on my nerves was to see
what all women had to suffer. But I don’t see that Cecily hasn’t got it so
much easier than most people that she doesn’t need my pity or any one
else’s. Nurses and doctors and silk quilts and embroidered layettes take a
good deal of sting out of having babies, I should think. And Dick acting as
if he ought to grovel in the earth because his wife presented him with a
baby! I dropped in to see May Robinson on the way here to-day. She’s
expecting another and doing her own housework. And her husband is on the
road and only gets home for week ends. May isn’t being so darn coddled.
She’s worried sick about how they’re going to afford the new one. I can’t
say that I’m especially sorry for Cecily.”
Ellen gave the dressing table a last flourishing polish and took refuge in
her usual philosophy.
“Well, that’s how things are,” she said. “Some people have more than
others. But that’s no reason why you can’t be sorry for a pretty young girl
like Mrs. Harrison having a thing like that happen when she’s miles away
from home and help and all.”
“She had me,” grinned Fliss, and went on with a brief recital of what she
and Mrs. Olson had done. Ellen listened with interest, although with some
embarrassment.
“It was certainly fine of you, Fliss.”
“Fine nothing. It was the luckiest thing that ever came my way.”
Ellen looked her question.
“Don’t you see how solid it makes me with the Harrisons? It gives me a
real connection. Cecily never will forget a single thing that happened, and
among other things she probably won’t forget that I was the first person to
hold her baby. Yes—the greatest luck I ever had, for there’s more than that
to it. Matthew Allenby knows I’m on earth at last. Of course, it’s Cecily
he’s gone on, but because he thinks I was useful for once—especially to the
angelic Cecily—he actually noticed me as if I were more than a mechanical
toy. And he’s quite a person, Ellen!”
Ellen did not answer and Fliss began to wander around the room looking
at things. She opened Cecily’s wardrobe and pushed dress after dress along
the sliding rod in envious review.
“Lord, what it must be to be rich,” she sighed, “what fun—what fun!”
“Come,” said Ellen, “come out in the kitchen and I’ll fix you a bit of
lunch. You need it,” she added sagely. “You’re always sort of longing when
you’re hungry.”
Fliss laughed and caught her cousin around the waist, waltzing her about
ecstatically.
“You old darling—wait till I am rich and see what I’ll do for you.”
“Look out—Mrs. Harrison’s rugs,” cautioned Ellen.

CHAPTER XI

T HE baby changed from a novelty into a treasure; to the period of


ecstatic delight there succeeded the scientific business of infant care.
The expert nurse having brought her patient back to Carrington and
attended her there until she was full of renewed energy, left and Cecily took
charge of her own baby. There was a nursemaid during the daytime, but at
night when the sudden, piercing little cry sounded from the next room it
was Cecily herself who went to find out whether it was hunger or cold that
caused it. The responsibility matured her as responsibility matures the
average woman. It tired her physically and numbed her mind a little.
“You mustn’t let your cradle become an obsession,” said her mother.
“Of course not. I wouldn’t let myself get too absorbed. It wouldn’t be
fair to Dick,” said Cecily, rather automatically.
“I wonder if you give Dick quite the attention you used to?”
Cecily looked up, surprised.
“It’s very common,” said her mother easily, “to think too much about the
baby and too little about the husband at this time. I hope I don’t seem
intrusive, darling, but you stay at home rather a lot.”
“I have to get back to the baby, you see, if I do go out.”
“The baby is six months old, now. You and Dick ought to go away for a
vacation. I’ll stay here and get a trained nurse for the baby.”
Cecily did not take her up, but she watched Dick that night at dinner.
They did not seem to talk as much as they used to—except about Dorothea.
She crossed over to his place and put her hand softly under his chin.
“Do I neglect you, Dick, dear—for the baby?”
“Do I look neglected?” countered Dick. “Nonsense. Don’t talk like a
problem play. Besides, how could you neglect me for Dorothea? She’s me,
isn’t she?” And he smiled engagingly as only Dick could smile. “If I catch
you neglecting me, you’ll hear from me. Who brought this on? Who’ve you
been talking to?”
“Nobody. Mother just suggested that I might be a bit too concentrated.
She wanted me to go away and leave her in charge.”
“Good idea. I think I could do it next month—if we aren’t going to war.”
“We must wait until after Christmas,” demurred Cecily.
But after Christmas they did not go at once. In January Cecily paid a
secret visit to her doctor. When she came home she sat down in her
straightest living-room chair and looked about her a little queerly. She was
still sitting there half an hour later when Dick came home.
“Well,” said Dick, “how’s my family?”
Cecily made a feeble little joke, which showed considerable progress in
adjustment.
“Increasing,” she said, with a catch in her voice.
Dick wheeled around.
“Why, Cecily,—why, you don’t mean we’re going to have another!”
She nodded at him, a medley of expressions on her face, all of them
overlaid with that wondering question as to how he would take it.
“You’re sure?”
“Quite.”
They sat down and held each other rather tightly. Responsibilities, more
than toys, more than novelties, spread before them. Then like a clear ray of
light the same thought came to both of them.
“They’ll be great companions for each other.”
“I was thinking about that.”
Fliss came in that night. There was more than usual radiance in her face.
She dashed up for a visit to the nursery, down again to show Dick a new
dance step and Cecily felt a little wistful as she watched her. Waiting—
illness—the stretch looked very long. She wondered what Fliss would say if
she knew.
But Fliss was full of herself and in no mood to inspire confidences.
“Why the million-dollar mood?” asked Dick.
Fliss laughed and flushed a little. “I’ve had something happen to me—
something nice.”
“Secret? Tell us,” begged Cecily. “I want to hear something pleasant.”
“It’s a real thrill. I’m engaged to be married. I’m to be married next
month.”
“Who?”
Fliss had never looked more charming, more provocative. She dangled a
gay little slipper from her toes and looked at them half teasingly.
“You’d never guess. A real high-brow. What he’ll ever do with me I
don’t know. But he can’t get away now.” And then, worked up to her
climax, “I told him I was going to tell you when he wasn’t around—I
wanted the fun. It’s Matthew.”
“Well, isn’t that great!” said Dick, with the sincerest congratulation for
Fliss and a more than faint wonder in his tone. But Fliss, if she analyzed his
tone at all, was not disturbed. She was looking at Cecily.
Over Cecily’s first shock of surprise there clouded a sense of
relinquishment, unacknowledged. Deliberately she made herself pleased.
“It’s wonderful.” And, more courteous than Dick, she added, “I’m
awfully glad for Matthew.”
Possibly she was not quite quick enough to say it. A little flash lit up
Fliss’s brilliant face and she countered with quick frankness. “I get a lot
more out of it than Matthew, but he’ll get something, according to my
lights, and I may make him happier than people will expect. And,” most
laughingly, “we can’t all be perfect Cecilys. And you were taken.”
If Cecily thought the remark based on more than flippancy she gave no
sign. When Matthew and Fliss came to see them a few days later and he
was alone with Cecily for a few moments she was all congratulation.
“She’ll keep you young, Matthew. She’s always so gay. I can see Dick
brighten up whenever she comes in until I’m almost jealous. All men like
her.”
“Is that a recommendation for a wife?” he asked a little gravely.
“Don’t be foolish. You know that I mean you’ll be very happy.”
“I will be happy,” he answered. “I am happy.” He paused and looked at
her intently. “I am glad that I am going to be married to Fliss and I am glad
that you are alive. We take what we can get of happiness.”
When he had gone she did not analyze his words. She did not want to.
She put the thought of them aside, her thoughts turning to the things that
were always in her mind now. The new baby, and was there going to be a
war?
BOOK TWO
CHAPTER XII

F LISS—still Fliss despite the dignity of the name of Allenby—was, after


two years, still attracting attention. She reacted to it exactly as she had
reacted to her own popularity at the High School dances. It enhanced
every sparkling quality.
She had been busy. After her marriage, enforcedly quiet because it
would never do to draw unnecessary attention to the social unimportance of
her family, she and Matthew had gone traveling. They had had a good time.
She hung on his arm and petted him; she begged for things and was
enthusiastically grateful for them when he gave them to her. She kept him
laughing and herself in constant good temper and in every fresh
extravagance of silk or fur or velvet she was prettier than before. Matthew
laughed at her and let her pet him and expanded. He called her a little crook
and she admitted it, but he never had the bad taste to ask her if she would
have married him if he had been poor. They were frank with each other, but
never moved much below the easy surface of things. Never had Matthew
really played before, and under her skillful leadership he learned a good
deal about play. He learned the fun of extravagance. His mother had not
been a person to accept money or presents easily. Fliss rose resplendent
from a shower of them. And from the depths of her little savage heart she
was grateful for presents, for relief from sordidness; and grateful most of all
for the sheer content with the life he made possible.
“Don’t we have fun?” she would say in her strongest italics, every now
and then, with a swift little caress that was perfectly honest in its affection
as far as it went.
“We do,” he would acknowledge with smiling, amused understanding—
more than that, with pleasure.
He had his second glimpse of his wife’s remarkable adaptability when
they visited his mother. His mother had been duly written of his marriage,
had duly written to say she expected to see them while they were on their
wedding trip, and, moved by some impulse, Matthew had deliberately
sandwiched a week in the little Indiana town between the more brilliant
points on their itinerary. They arrived in Peachtree about nightfall, stepping
from the jumpy local train to a station platform dripping with rain and lit
only by the dingy glow from a quick lunch counter window. Fliss, well
acclimated by this time to waiting red-caps and taxis, looked about her and
then at Matthew with amusement.
“You are completely out of the picture,” said Matthew. “You look
shockingly resplendent up against Peachtree. Don’t look about you for cabs;
there are no cabs. No one needs cabs here.”
His mother rounded the corner of the station house, driving her umbrella
before her. Matthew seemed to recognize her by the swish of her skirts in
the rain. He took her umbrella and kissed her gravely.
“Good boy,” she said. “Is this Florence?”
Fliss reached half way up on Mrs. Allenby’s spare, tall form. She was
silhouetted for a moment against the black dress of the older woman. Then
Mrs. Allenby inspected the bags.
“Dave Johnson can bring up your grips. You can’t manage the four of
them in this rain, even if it is only a step.”
They left the bags and Fliss, as they went along together, had a
consciousness of wooden sidewalks in indifferent repair, of the stillness of a
country village after the train has gone through, of a town gone to bed
unreasonably early.
Up a little path which crunched under their feet, on a tiny porch where a
rocking chair stood grotesquely upside down so that its seat might be
protected from the rain, through a low door. Matthew struck a match and,
moving familiarly in the darkness, lit a lamp. They were in the parlor.
Fliss had known poverty and shabbiness. This was different from
anything she had ever known. It was the acme of thrift, of cleanliness, of
economy and respectability, and pride. The very glow in the Franklin stove,
coming through the isinglass, was stiff and correct. The furniture, the
prideful Brussels rug with its over-pink central cluster of roses was clean to
extremity. The tidies on the chair backs were straight. The Bible, flanked by
an imposing parlor table volume, margined the white cover on the center
table. The young Mrs. Allenby, standing in the midst of the intensity of
order, felt as exotic and out of place as she looked. But her mother-in-law,

You might also like