PDF of Irksal Sozlesme 1St Edition Charles W Mills Full Chapter Ebook

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Irksal Sözle■me 1st Edition Charles W

Mills
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/irksal-sozlesme-1st-edition-charles-w-mills/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

The Housekeeper s One Night Baby Mills Boon Modern 1st


Edition Sharon Kendrick

https://ebookstep.com/product/the-housekeeper-s-one-night-baby-
mills-boon-modern-1st-edition-sharon-kendrick/

Administración estratégica 8th Edition Charles W L Hill


Gareth R Jones

https://ebookstep.com/product/administracion-estrategica-8th-
edition-charles-w-l-hill-gareth-r-jones/

Marketing con aplicaciones para américa Latina 12th


Edition Charles W. Lamb

https://ebookstep.com/product/marketing-con-aplicaciones-para-
america-latina-12th-edition-charles-w-lamb/

Teorías de la personalidad 7th Edition Charles S Carver


Michael F Sheier

https://ebookstep.com/product/teorias-de-la-personalidad-7th-
edition-charles-s-carver-michael-f-sheier/
The Ex Boyfriend Game Hawthorne University 2 1st
Edition Ilsa Madden-Mills

https://ebookstep.com/product/the-ex-boyfriend-game-hawthorne-
university-2-1st-edition-ilsa-madden-mills/

Penniless Cinderella For The Greek Mills Boon Modern


1st Edition Chantelle Shaw

https://ebookstep.com/product/penniless-cinderella-for-the-greek-
mills-boon-modern-1st-edition-chantelle-shaw/

Hackear a Coyote trucos para la resistencia digital 1st


Edition Alan Mills

https://ebookstep.com/product/hackear-a-coyote-trucos-para-la-
resistencia-digital-1st-edition-alan-mills/

The Fake Boyfriend Deal Hawthorne University 1 1st


Edition Ilsa Madden-Mills

https://ebookstep.com/product/the-fake-boyfriend-deal-hawthorne-
university-1-1st-edition-ilsa-madden-mills/

Charles 1st Edition Shirley Jackson

https://ebookstep.com/product/charles-1st-edition-shirley-
jackson/
IRl(SAL SÖZLEŞME

Charles W. Milis

Türkçesi:
Özgün Aksakal

Önsöz:
Siyaset Felsefesinde Irk Kavramını Yeniden Düşünmek:
Mills, Irk Kavramı ve Türkiye

Dilek Hüseyinzadegan
IRKSAL SÖZLEŞME
Charles W. Mills
Türkçesi : Özgün Aksakal
Editör: Dilek Hüseyinzadegan
© 2020 Patika Kitap

Patika Kitap: 34 ·Kuram (Siyaset Felsefesi): 8


ISBN: 978-605-68877-5-8
Birinci Basım: 2020
Kapak ve Dizgi: Aras Aladağ
Yayıncı Sertifika no: 42098

Baskı : Optimum Basım San. ve Tic. Ltd. Şti.


Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 5ı/1 34295
K. Çekmece/ İSTANBUL ·Tel. : 0212 463 71 25
Matbaa Sertifika No. : 41707

The Racial Contract, Charles Milis, Cornell University Press


© 1997 Cornell University
Bu basım asıl yayıncının onayıyla yapılmış bir çeviridir.

11 /patika.kitap.patika
CJ /patikakitap
e /patikakitap
O info@patikakitap.com.tr
(i) www . patikakitap.com.tr
IRl(SAL SÖZLEŞME

Charles W. Mills

Türkçesi:
Özgün Aksakal

Önsöz:
Siyaset Felsefesinde Irk Kavramını Yeniden Düşünmek:
Mills, Irk Kavramı ve Türkiye

Dilek Hüseyinzadegan
*

Bu kitap; Irksal Sözleşmeye direnmiş olan siyahlara,


kızıllara, kahvelerle sarılara ve onu reddetmiş olan beyaz
dönekler ile ırk hainlerine adanm ıştır.
İçindekiler
7 Teşekkür

ıı Önsöz
Siyaset Felsefesinde Irk Kavramını Yeniden Düşünmek:
Milis, Irk Kavramı ve Türkiye

Dilek Hüseyinzadegan

23 Giriş
33 ı. Genel Bakış
33 * Irksal Sözleşme siyasal, ahlaki ve epistemolojiktir
45 * Irksal Sözleşme tarihsel bir gerçektir
60 * Irksal Sözleşme, küresel ölçekte Avrupa ekonomik
hakim iyeti ve ulusal ölçekte beyaz ırk im tiyazı yaratan bir
sömürü sözleşmesidir

7ı 2. Detaylar
71 * Irksal Sözleşme mekanı, medeni ve vahşi alanlar olarak
ayırarak norm/andırır (ve ırk/andırır)
85 * Irksal Sözleşme kişilik ve altkişilik kavramlarını oluşturarak
bireyi norm/andırır (ve ı rk/andırır)
95 * Irksal Sözleşme, sürekli yeniden yazılarak modern
toplumsal sözleşmeyi güvence altına almaktadır
116 * Irksal Sözleşme'nin, şiddet ve ideolojik şartlandırma
vasıtasıyla dayatılması gerekmektedir

ı27 3. "Doğallaştırılmış" Meziyetler


127 * Irksal Sözleşme, beyaz ahlaki faillerin (çoğun un) fiili ahlaki/
siyasal bilincini tarihsel olarak izler
149 * Irksal Sözleşme beyaz-olmayanlarca her zaman, (çoğu).
beyaz ahlaki/politik eylemin gerçek belirleyicisi ve
dolayısıyla da meydan okunulacak gerçek ahlaki/politik
antlaşma olarak tanınmıştır
162 * Bir teori olarak "Irksal Sözleşme'; dünyanın politik ve ahlaki
gerçekliklerini aydınlatmak ve normatif teoriye rehberlik
etmeye yardımcı olmak hususlarında, ırksız toplumsal
sözleşmeden açıklayıcılık bakımından üstündür
Teşekkür

Elinizdeki bu kısa kitabın oldukça uzun bir tarihi vardır. Ben


de epeydir o tarihi ve o tarihin felsefi bir çerçeveye nasıl oturtula­
bileceğini düşünmekteyim. Bu yolculukta birçok insana borçlan­
mış olduğum söylenebilir. Gelinen noktada bazılarını unutmuş
olabilirim, dolayısıyla buradaki teşekkür listesi kısmi bir listedir.
Başta, elbette, aileme teşekkür etmeyi görev bilirim: Tüm ırk­
lardan insanlara eşit derecede saygı duymayı bana öğreten ebe­
veynlerim Gladstone ve Winnifred Mills'e; bilincimin gelişimine
katkı sunan, kardeşim Raymond Mills ve kuzenim Ward Mil­
ls'e; küresel Irksal Sözleşme'nin mirasına karşı 197o'lerde Jama­
ika'da mücadeleye katılan amcam ve yengem Don ve Sonia Mil­
ls'e ve bana, bazen kendime inandığımdan fazla inanan eşim Elle
Mills'e.
Gönlümde özel bir yeri olan bazı eski dostlarımı da anmam
gerekiyor: Eski zamanlar hatırına Bobs'a; sözü ve özüyle gerçek
bir dost olan Lois'e ve lisansüstü öğrenim sürecimde nice akşamı
akademik felsefenin nasıl daha az akademik kılınabileceğine dair
tartışarak geçirdiğim, Üçüncü Dünyalı kader ortağım Femi'ye
teşekkür ederim.
Batı Hint Adaları Üniversitesi'nin Mona kampüsünde uzun
yıllar boyunca tek kişilik bir felsefe müfrezesi gibi dolanan felse­
fe hocam Horace Levy'nin adını anmadan olmaz. Keza, hatırla­
mayı tercih etmeyeceğim kadar uzun bir süre önce beni Toronto
Üniversitesinin lisansüstü programına kabul eden Frank Cun­
ningham ve Danny Goldstick'in de. Alakasız lisans bölümüme
rağmen bana güvenen ve doktora adaylığımı destekleyen John
Slater'ın çabaları olmadan da bugünlere gelemezdim. Hepsine
minnettarım.
Bu meselelere ilkin, 1989 senesinde, Oklahoma Üniversite­
sinde genç akademisyenlere mahsus bir araştırma burs progra­
mı kapsamında eğilmeye başlamıştım. Chicago Illinois Üniver-
sitesi'nin insanbilimleri fakültesinde hocalık yaptığım 1993-1994
yıllarında, elinizdeki bu metnin ilk taslağını kaleme almıştım.
1997 senesinin baharında araştırma iznindeyken de son taslağı
tamamladım. Bu bağlamda, geçmişte ve günümüzde çalışmış
olduğum kurumlarda burs, fon, araştırma izni gibi hususlarda­
ki yardımsever ve destek verici tutumlarıyla öne çıkan bölüm
başkanlarına minnettar olduğumu belirtmeyi görev bilirim:
Oklahoma Üniversitesinde John Biro ile Kenneth Merrill'e; Chi­
cago İllinois Üniversitesinde de Richard Kraut, Dorothy Grover
ve Bill Hart'a. Ayrıca, CİÜ'deki felsefe bölümünün idari asistan­
larına; sayısız yardım ricamı kırmayan, bana sınırsız bir sabır ve
yardımseverlikle yaklaşan ve çalışmalarıma ciddi anlamda destek
olmuş olan Charlotte Jackson ve Valerie McQuay'e de teşekkür­
lerimi sunarım.
CİÜ'deki iş başvuruma referans mektubu sağlayan ve böy­
lelikle de ilk taslağa başlamama olanak tanıyan Bernard Boxill,
Dave Schweickart ve Robert Paul Wolff'a da teşekkür ederim.
Felsefe arka planı olmayan bir kitleye hitap edebilecek, "kısa ve
vurucu bir metin" kaleme almamı ilk önerenler Bob Wolff ve
Howard McGary Jr. olmuştu. Umarım bu, sizin için yeterince
vurucu olmuştur arkadaşlar.
Bu metnin daha erken, kısa bir versiyonu Chicago Siyasal
Olarak Doğru Tartışma Grubu (Politically Correct Discussion
Group of Chicago) tarafından gözden geçirilmiş ve tartışılmıştır.
Bu kapsamdaki eleştirilerinden ötürü Sandra Bartky, Holly Graff,
David Ingram ve Olufemi Taiwo'ya teşekkür ederim. Jay Drydyk
de metni okumuş, önemli bilgiler ve desteğini sunmuştu. Ayrıca
1994-1996 yılları arasında gerçekleşen şu sunumlarda, izleyicile­
rin sunum sonrası yaptıkları yorumlardan da faydalandım: CİÜ
İnsanbilimleri Fakültesi sunumu; Cornell Üniversitesi İnsanbi­
limleri Topluluğu toplantısı; Queen's Üniversitesindeki kolok­
yum; Fenomenoloj i ve Varoluşçu Felsefe Cemiyeti'nin yıllık top­
lantısındaki tartışma; Villanova Üniversitesindeki "Akademi ve
Irk" toplantısı.
Bu proje, feminist teorisyenlerin de ciddi desteği ile oluşmuş­
tur: Dostum Sandra Bartky, Paola Lortie, Sandra Harding, Susan

ıs
Babbitt, Susan Campbell ve iris Marion Young'a teşekkür ede­
rim. Geçtiğimiz yıllar içerisinde feminist siyasal teoriden çok şey
öğrendim ve -elbette de- özellikle Carole Pateman'a ciddi bir bor­
cum olduğunu belirtmekle yükümlüyüm. Bu kitapta ırk mesele­
sine odaklanıyorsam da, toplumsal cinsiyetin de bir tahakküm
sistemi olduğunu kabul etmediğim düşünülmemelidir.
İlk okuduğu andan itibaren taslağa şevkle yaklaşan, beni
buradan bir kitabın çıkabileceğine ve bu kitabı da benim yazmam
gerektiğine ikna eden Cornell University Press editörü Alison
Shonkwiler'ı da anmam gerekir. Onun enerjisi, azmi ve keskin
editör gözü sayesinde bu kitap, aksi takdirde olacağından daha
iyi çıkmıştır. Kendisine can-ı gönülden şükranlarımı sunarım.
Son olarak, yabancısı olduğum bu tuhaf diyara beni davet
eden Amerikan Felsefe Cemiyeti Siyahların Felsefedeki Durumu
Komitesine teşekkür ederim. Kendimi evde hissetmemi sağla­
yan Howard McGary Jr., Leonard Harris, Lucius Outlaw Jr., Bill
Lawson, Bernard Boxill ve Laurence Thomas'a özellikle teşekkür
etmek isterim. Pozitif ayrımcılık politikalarından yararlanmış
biri olarak, şayet siyah Amerikalıların mücadelesi gerçekleşme­
miş olsaydı Amerikan akademi camiasında yer alabiliyor olmaz­
dım. Bu kitap, kısmen de, o mücadelelere ve daha genel anlam­
da onların temsil ettiği siyah radikal siyasi direniş geleneğine bir
takdir ve hürmet sunusudur.

C.W.M.

9�
ııo
Önsöz

Siyaset Felsefesinde Irk Kavramım Yeniden


Düşünmek: Milis, Irk Kavramı ve Türkiye

Dilek Hüseyinzadegan*

Jamaikalı felsefeci ve akademisyen Charles Mills ile 2004 yılın­


da tanışmıştım. Bir konferansta tesadüfen yan yana düşmüştük.
Amerika'da başladığım felsefe doktoramın birinci yılındaydım
ve onun kim olduğunu henüz bilmiyordum. Kendimizi tanıttık:
"Ben Chuck," dedi ve felsefede ırk meselesi üzerine çalıştığını
söyledi - ki, "ben hani o siyaset felsefesinde çığır açan meşhur
Irksal Sözleşme kitabının yazarı Charles Mills'im," de diyebilir­
di; mütevazılığını buradan anlayabilirsiniz. Dahası, ona verdiğim
cahilce ve saçma ilk tepki şöyleydi: "Felsefede ırk meselesi mi?
Çok ilginçmiş. Irk sorusunun felsefi bir mesele olabileceğini pek
düşünmemiştim. Han i Türkiye'de esasen ırk diye bir şeyin sözü
edilemez ya, belki de o yüzden bu kavrama şimdiye kadar felse­
fede, en azından Türkiye'de, hiç rastlamadım. Sosyoloji ilgileni­
yor bu terimlerle." Cahilce olan, benim Türkiye'de ırk diye bir şey
olmadığını ya da ırk kavramının Türkiye ve felsefe bağlamında
önemsiz olduğunu düşünmemdi.' Charles Mills'in disiplinler-üs­
tü çalıştığını, felsefede ırk kavramının metafizik veya ontolojik
olarak gerçek olup olmadığı ile değil, özellikle siyaset felsefesin­
deki işleviyle ilgilendiğini ve bir ırksal sözleşmenin günümüzün
bütün ulus-devletlerinin alt yapısını oluşturduğunu ileri sürdü­
ğünü bilmiyordum. 1997'de İngilizce olarak Cornell Üniversitesi
Şimdi anlıyorum, tabii ki bir "Beyaz Türk" (bu bağlamda dini İslam,
mezhebi Sünni olup, etnik kökeni Kürt veya Ermeni olmayan biri)
olduğumdan felsefi veya varoluşsal olarak beni pek bağlamamıştı ırk
kavramı o zamana dek!
* Emory Üniversitesi, ABD

ıı::
Yayınları'ndan çıkmış bu kitabın, felsefe dünyasında "eleştirel ırk
felsefesi'" denilen alanın açılması ve genişletilmesinde oynadığı
2 "Irk" derken burada kastedilen hem soytürel hem de siyasal bir olgu-
dur. Amerika, Avustralya, Afrika ve Avrupa'da deri rengine ve etnik
kökene karşılık gelir; diğer coğrafyalarda etnisite veya sosyal kim­
lik kavramı ile karşılanabilir. Her halükarda ırk ve türevi kavramlar,
insanları iyi, doğru, özgür tam kişi olanlar ile kötü, cahil, vahşi, özgür­
lüğü hak etmeyen alt-kişiler seklinde ikiye ayırır ve bu alt-kişi adde­
dilen "vahşilerin" siyasi ve ekonomik olarak gerek kanunen gerekse
toplumsal olarak dışlanıp ezilmesini meşrulaştırır. Bu konuda fel­
sefede çok da uzun olmayan bir süre önce "eleştirel ırk felsefesi" adı
verilen bir alt alan açılmıştır ve bu alan hem felsefenin kurumsallaş­
mış, Beyaz ve Avrupa-merkezci eğilimlerini eleştirir hem de Batı fel­
sefesi tarihindeki Aristoteles, Descartes, Hume, Locke, Kant, Hegel,
Heidegger, Arendt, Levinas, Sartre gibi birçok figürün ırk üzerine
görüşleriyle evrensel tezleri arasındaki ilişkiyi sorgular. Eleştirel ırk
felsefesi konusunda Zeynep Direk'in yayıma hazırladığı, Robert Ber­
nasconi'nin Irk Kavramını Kim İcat Etti? Felsefi Düşüncede Irk ve
Irkçılık (İstanbul: Metis Yayınları, 1999) kitabındaki makaleler ile
Çiğdem Yazıcı'nın Batı felsefesi tarihinde ırk kavramı üzerine yazdığı
açıklayıcı makalesi "Sokrates'ten Hegel'e Felsefe Tarihinin Irkı," fel­
sefelogos 2013/ 4: 97-ıoiye bakabilirsiniz. Ayrıca bu konuda önemli
temel kaynaklar için şu yapıtlara bakabilirsiniz: W.E.B. DuBois, The
Souls of Black Folk (190 3) ; Anna Julia Cooper, A Voice from the South
(1892); CLR James, Black jacobins: Tousaint L;Ouverture and the San
Dom ingo Revolution (1938); James Baldwin, The Fire Next Time (ı962)
[Türkçe çevirisi Bundan Son rası AteşJ; Frantz Fanon, Black Skin, White
Masks (1952) [Türkçe çevirisi Siyah Deri Beyaz Maslceler] ve The Wret­
ched of the Earth (1961) [Türkçe çevirisi Yeryüzünün Lanetlileri] ; Aime
Cesaire, Discourse on Colon ialism (1950) [Türkçe çevirisi Sömürgecilik
Üzerine Söylev] ; Toni Morrison, Playing in the Dark: Whiteness and
the Literary Imagination (1992 ) ; Audre Lorde, Sister Outsider (ı9 84 ) ;
Edouard Glissant, Poetique de la Relation/Poetics of Relation (ı990) .
Aydınlanma felsefesinde ırk kavramının anlam ve önemi için Ema­
nuel Chukwudi Eze'nin yayına hazırladığı, Race and the Enlighten­
ment: A Reader (1997) ; ırk kavramının felsefedeki anlam ve önemi için
Robert Bernasconi and Tommy Lott, The Idea ofRace, (2001) ; Naomi
Zack, Philosophy of Race: An introduction (2017) ; Paul Taylor, Race:
A Philosophical In troduction (2013) ; ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf
kavramlarının felsefi analizi için ve "sosyal kimlik" kavramı hakkında
Linda Martin Alcoff'un Visible Iden tities: Race, Gender, and the Self
(2005) kitabına, sözde sömürgecilik-sonrası ırk ve etnisiteler arasın­
daki yakın-uzak ilişkiler hakkında Sara Ahmed'in Strange Encounters:
Embodied Others in Post-Coloniality (2000) ; Afrika kökenli Amerikalı
felsefecilerle ırk ve ırkçılık üzerine yapılmış söyleşileri derleyen Geor­
ge Yancy'nin African-American Philosophers: 17 Conversations (2016)

�12
önemli rolü ve genel olarak da siyaset felsefesini ne kadar derin­
den etkilediğini yıllar sonra anlayacaktım. Bu kitabı son on beş
yıldır siyaset felsefesi derslerinde öğrencilerime okutuyorum ve
okutmaya da devam edeceğim, çünkü kitabın küresel anlam ve
öneminin daha iyi anlaşıldığı ve ana tezinin haklılığının fark­
lı bağlamlarda tekrar tekrar kanıtlandığı zamanlardan geçiyo­
ruz. Bu çeviriye bir önsöz yazmayı biraz da bu nedenle istedim.
Bu kısa önsözde hem kitabın ana tezlerini açıklayacağım, hem
de kitabın Türkiyeli okuyucuları ilgilendirebilecek yönlerinden
bahsedeceğim.
Charles Mills'in kitabın daha ilk sayfalarında da belirttiği gibi,
günümüzde siyaset felsefesi tartışmalarında "toplumsal sözleş­
me" kuramı önemli bir yer tutar. Modern Batı felsefesi tarihinde
Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau ve Imma­
nuel Kant ile çağdaş siyaset felsefesinde John Rawls'ın fark­
lı versiyonlarını savunduğu bu kurama göre; uzun zaman önce
kanunsuz kitleler halinde Hobbes'a göre doğaları gereği bencil
ve adeta vahşi hayvanlar gibi birbirleriyle savaşan, Locke'a göre
ve ABD'de süregelen Siyah-karşıtlığı ırkçılık hakkında yine George
Yancy'nin Backlash: What Happens When We Talk Honestly about
Racism in America (2018) kitabına; Hannah Arendt'in 196o'lardaki
Afrika kökenli Amerikalıların siyasal mücadelesi hakkındaki görüşle­
ri için Kathryn Sophia Belle' in Hannah Arendt and the Negro Question
(2oı4) kitabına; felsefede Beyazlık kavramı üzerine psikanalitik bir
çalışma için Shannon Sullivan'in Revealing Whiteness: The Uncons­
cious Habits of Racial Privilege (2006) adlı çalışmasına; Avrupa kıta
felsefesinin kavramlarıyla ırk ve ırkçılık kuramlarını siyaset felsefesi
üzerinden düşünen Falguni Sheth'in Toward a Political Philosophy
of Race (2009) adlı kitabına; Eray Yağanak ve Ahmet Umut Hacıfev­
zioğlu'nun derlediği Epistemologica/, Ethical, and Political Issues in
Modern Philosophy cildinde özellikle Fulden İbrahimhakkıoğlu'nun
"The Affective Epistemology of Ignorance: A Phenomenology of Whi­
te Unknowing" başlıklı makalesine; ırk ve sömürgecilik arasındaki
ilişkileri irdeleyen Selin İşlekel'in CLR james dergisindeki, "Totali­
zing the Open : Roots and Boundary Markers in Wynter and Glissant"
(2018) makalesine bakabilirsiniz. Son olarak, Bernasconi'nin ispat
ettiği gibi, ırk kavramına bilimsel bir nitelik kazandıran, bir nevi bu
kavramı "icat eden" modern felsefeci Immanuel Kant'ın sözde evren­
sel eşitliği hedefleyen kozmopolit dünya görüşünde Avrupa-merkez­
cilik ile ırksal ve cinsel ayrımların rolü üzerine Charles Mills'in "Kant's
Un termenschen" makalesi (ı999) ile naçizane benim kitabım Kant's
Non ideal Theory of Politics (2019)'e bakabilirsiniz.
doğa kanununu baz alarak akıl doğrultusunda birlikte yaşama­
ya çalışırken can ve mal güvenliklerini korumak ve aklın yolu­
na karşı gelenleri adil bir şekilde cezalandırmak için yasama ve
yargı organlarına ihtiyaç duyan, Rousseau'ya göre soylu bir vahşi
olarak doğa ile bütünleşmiş bir varlıkken toplumsal yaşama geç­
mesi mecbur bırakılan, son olarak da Kant'a göre kendi bencil­
liklerinin ve toplumsallıklarının paradoksal ama teleolojik bir
sonucu olarak bir arada yaşamanın daha hayırlı olacağını kabul
eden insanlar, kendi rızaları ile bu doğal durumdan sivil topluma
geçiş yaparlar. Bu geçiş de direkt veya dolaylı olarak kendi can ve
mal güvenlikleri için onay verip imzaladıkları gerçek veya meta­
forik/mecazi bir sözleşme sayesinde gerçekleşir. Bu sözleşme,
yazılı kanunlar (anayasa) ile yazılı olmayan örf ve kurallar bütü­
nüne denk gelmektedir ve gelişigüzel insan topluluklarının bir
sivil toplum ve devlet haline gelmesini sağlar. Geleneksel ve ideal
toplumsal sözleşme kuramının tüm versiyonlarında bu kanun ve
kurallar, her bireyin özgür ve eşit olduğu ve adalet kavramının
herkese aynı şekilde uygulandığı adil bir devleti teşkil edecektir.
Buraya kadar her şey güzel - elbette kanunsuz bir toplum­
da yaşamaktansa, özgür ve eşit bireyler olarak, yasama, yürütme
ve yargı yetki ve organlarının keyfi olarak değil,. belli kurallara
göre bizim belirlediğimiz bir kişi veya grup tarafından kullanıl­
dığı sivil bir topluma geçiş yapmak olumlu bir gelişmedir. Ancak
Mills'e göre, bu sivil topluma geçiş sürecinden bahsederken ırk
ve toplumsal cinsiyet kavramının bu süreçte oynadığı önemli
rolden söz etmeyen toplumsal sözleşme teorilerinde bir tuhaflık
vardır. Zira toplumsal sözleşmenin ideali ne olursa olsun; ide­
al-olmayan koşullarda, yani içinde bulunduğumuz gerçeklikte,
herkesin eşit veya özgür olduğu bir toplum dünya tarihinde pek
de görülmemiştir. Diğer bir deyişle insanlar, en azından bütün
ulus-devletlerde ırk ve toplumsal cinsiyetlerine göre her zaman
farklı haklara sahip olmuşlardır.
Irksal Sözleşme'nin ana tezi, bizim ideal veya nesnel olarak
düşündüğümüz "toplumsal sözleşme" kavramının, esasen hiç
de nesnel olmayan yazılı veya mecazi bir ırksal sözleşmeyi temel
aldığı ve çoğu zaman yazılı olmayan bu ırksal sözleşme doğrul­
tusunda, her toplumsal sözleşmenin ırksal fenotip/soyağacı/
kültür farklılıkları çerçevesinde insanları kişi (Beyazlar) ve alt-ki­
şi (Beyaz olmayanlar) olarak ayrıştırıp alt-kişileri tam anlamıy­
la insandan saymayarak onları maddi ve manevi olarak ezdiği
kuramıdır. Diğer bir deyişle, her toplumsal sözleşme, insan top­
luluklarını temel hak, özgürlük ve ayrıcalıklara sahip olanlar ve
olmayanlar diye ikiye ayırır. Bu ayrım -istisnasız her seferinde­
kişileri, yani Beyaz Avrupa-kökenlileri kayırır: "Böylece Avrupa­
lılar, kendilerine tabi olan, Avrupalı-olmayan öznelerin mevki ve
statüsünü belirlemeye yönelik giderek artan bir iktidara sahip
olarak 'insan türünün efendileri' ya da 'tüm dünyanın efendileri'
olarak sivrilirler" (Sayfa 46).
Charles Mills'in dikkatimizi çektiği yöntemsel sorun, günü­
müzde toplumsal sözleşme kavramını kullanan siyaset felse­
fecilerinin ırk kavramını hiçe sayıp, sanki hepimiz Beyaz veya
renksiz, eşit, tarih-üstü, nötr ve atomik bireylermişiz gibi dav­
ranmaları, ırkın biyolojik bir gerçeklik olmadığı için siyasi ola­
rak da bir öneme sahip olamayacağını iddia etmeleri; ya da en
iyi ihtimalle, ırk ve ırkçılık felsefenin değil sosyolojinin veya
antropolojinin konusudur, diye düşünmeleridir. Yazarın kendi
ifadesiyle, "Sözleşmecilik (sözümona) ahlaki eşitlikçiliğe, yani
tüm insanoğlunun ahlaki eşitliğine, tüm insanların çıkarlarının
eşit derecede önem taşıdığı ve tüm insanların eşit haklara sahip
olması gerektiği düşüncesine bağlıdır. [ . . . ] Ancak[ ... J Irksal Söz­
leşme'nin renk-kodlu ahlakı, bu doğal özgürlük ve eşitliğin mül­
kiyetini, beyaz erkeklerle sınırlar... [Dolayısıyla, beyaz ve erkek
olmayanlar] özgürlüksüz ve eşitsizlikle doğmuş olarak belirlen­
mişlerdir. Böylelikle de bölümlenmiş bir toplumsal ontoloji, kişi­
ler ve ırksal alt-kişiler ['Un termenschen'] ; yani bir şekilde siyah,
kızıl, kahverengi, sarı olabilen -o köleler, asıl yerliler, sömürge
nüfusları- ama uygun düşen haliyle kitlesel olarak "tabi ırklar"
olarak bilinenler arasında bölünmüş bir evren yaratmıştır"3 (Say­
fa 42).
3 Kitap, adından da anlaşılacağı üzere esasen ırksal ayrımlara yoğunla­
şıyor. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet kavramı kitapta detaylı bir yer
tutmuyor; ancak Milis, feminist siyaset felsefecilerinden ve özellikle
Carole Pateman'ın toplumsal sözleşmelerin kadınların bedeni üze­
rinde kurduğu erkek egemen düzeni konu alan Cinsel Sözleşme kita­
bından esinlendiğini belirterek söze başlıyor. Bkz. Carole Pateman,
Cinsel Sözleşme {Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2017), Çeviren: Zey-
O halde Mills'in felsefeye ve bilhassa siyaset felsefesine temel
katkısı, şu savda yatar: Irk kavram ı, biyolojik geçerliliğe sahip
olmasa da, fenotipik (soytürel) olarak ele alınmalı ve insanlar
arasında siyasi ve ahlaki ayrımcılığa yol açan bir ezme, hor görme
ve dışlama mekanizması olarak anlaşılmalıdır. Irksal sözleşme de
ırk kavramını esas alarak mekan ve bedenleri normlandırmak­
ta ("tehlikeli" veya "siyasi bir mahalle" olarak adlandırılan semt­
leri, olağanüstü hal bölgesi olarak nitelendirilen coğrafyaları ve
evrensel güzellik standardı kabul edilen sarı saçlı, mavi gözlü,
fildişi beyaz bedenleri düşünün) ve bu şekilde insanları kişiler ve
ırksal alt-kişiler olarak ikiye ayırmaktadır. Kitabı okuduğunuzda
da görebileceğiniz gibi, ırksal sözleşme aynı anda epistemolojik,
ahlaki ve siyasi bir sözleşme olup, insan topluluklarını ırk ölçeği­
ne göre normlandırıp farklı muamele yapan kanunlar, düzenle­
meler ve politikaları içerir. Bu yüzden de siyaset felsefesinde ide­
al toplumsal sözleşme kuramı, ideal-olmayan bir ırksal sözleşme

nep Alpar. Irksal Sözleşme kavramının, kesişimsellik ile olan ilişkisi


üzerine, ayrıca bkz. Carole Pateman and Charles Milis, Contract and
Domination (Polity: New York, 2013) ile Critical Philosophy ofRace 5/1
(2017) : "Charles Milis and His Critics" özel sayısı. Toplumsal sözleş­
menin heteronormatif karakteri üzerine, Monique Wittig'in Straight
Düşünce (Sel Yayınları, 2013) adıyla yayımlanan makaleler derlemesi­
ne bakabilirsiniz. Irk, din, sınıf, ulus ve toplumsal cinsiyet kavramları
arasındaki ilişki üzerine ayrıca Türkiye'de yayımlanmış çalışmalardan
Zeynep Direk'in yayına hazırladığı Cinsiyeti Yazmak derlemesinde,
özellikle Çiğdem Yazıcı'nın "Toplumsal Cinsiyet ve Irk Kesişimlerinde
Çoğulluğun İmkanını Düşünmek" ile Fulden İbrahimhakkıoğlu'nun
"Modern-Geleneksel İkileminin Ötesinde Günümüz Türkiye'sin­
de Başörtüsü ve Feminist Dayanışma" makalelerine; Cogito dergisi
Feminizm sayısı (Sayı 58, 2009) içindeki İmge Oranlı'nın "On doku­
zuncu Yüzyıl Avrupası'nda Irkçılık ve Cinsiyetçilik" makalesi ile Sara
Ahmed'in "Bu Öteki ve Başka Ötekiler" makalesine ve Cogito dergisi
Türkiyeli Kadın Felsefeciler (Sayı 92, 2018) içinde, Arzu İbişi Temel­
li'nin "İdeal Toplum Kurgusuna Feminist Yaklaşım: Ütopyalar ve Dis­
topyalarda Kadınların Rolü" başlıklı makalesi ile Gülben Salman'ın
"Egemenlik, Yurttaşlık ve Kadınlar: Fransa'da ve Türkiye'de Ulus-Dev­
letlerin İnşası Sırasında Kadın Hakları Savunucularının Tarihsel-Kar­
şılaştırmalı Bir İncelemesi" makalesine; ayrıca yine Selin İşlekel'in
Hypatia: A journal of Feminist Philosophy dergisindeki "Traveling the
Soil of Worlds : Trauma and Opacity in Decolonial Feminism" (2020)
başlıklı makalesine bakabilirsiniz.

�16
kuramından bağımsız olarak düşünülemez. Mills bu durumu
şöyle özetliyor:

Öyleyse genel itibariyle sömürgecilik, Avrupa'nın yükse­


lişinin "tam kalbinde yatmaktadır." [ . . . ] Birinci ve Üçüncü
Dünya arasındaki (söz konusu ırksal ayrıma büyük ölçü­
de tekabül eden) uçurumun kapanacağını düşünmek için
herhangi bir neden olmadığından -196o'ların "kalkınma
döneminden" bugüne çeşitli Birleşmiş Milletler planları­
nın devasa başarısızlığını düşünecek olalım- önümüzdeki
yıllarda da gezegenin beyaz hakimiyetinde kalacağı şüphe
götürmez gözükmektedir. Komünizmin çöküşü ve Üçüncü
Dünya'nın alternatif güzergahlar arama girişimlerinin ye­
nilgisiyle birlikte, Batı saltanatı en yüksek düzeyine ulaş­
mıştır. Bir Landon Financial Times manşeti bu durumu
şöyle kutluyor: "Sovyet bloğunun çöküşü, IMF ile G7'yi
dünyayı yönetmeleri ve yeni bir imparatorluk çağı yarat­
maları için serbest bıraktı." Dünyanın bir ucundan diğerine
servet aktarımıyla sonuçlanacak ve belirli bireylerin iyi veya
kötü niyetlerinden, ırkçı veya ırkçılık karşıtı hislerinden
büyük ölçüde bağımsız olarak çalışmayı sürdürecek eko­
nomik yapılar düzenlendi ve nedensel süreçler tesis edildi.
Bu küresel, renk-kodlu servet ve yoksulluk dağılımı Irksal
Sözleşme tarafından üretilmiştir ve dolayısıyla imzacıları
ile yararlanıcılarının bu sözleşmeye bağlılığını kuvvetlen­
dirmektedir (Sayfa 64-65).
Sol görüşlü liberal Amerikalı siyaset felsefecisi John Rawls'ın
yirminci yüzyılın en önemli siyaset felsefesi kitaplarından biri
addedilen Bir Adalet Teorisi kitabının, bu 600 sayfalık devasa
yapıtın, ırk meseleleri ile tarihsel ve yeni-sömürgecilik hakkın­
daki sessizliği, Mills'in de bizlere hatırlattığı gibi, esasen ana
akım siyaset felsefesinde "Irksal Sözleşme'nin, imzalayıcıları
üzerinde süregelen gücüne ve fiilen beyaz ayrıcalığını sağlamlaş­
tıran yanıltıcı bir renk körlüğüne işaret etmektedir" (Sayfa 112) .
Rawls'ın Bir Adalet Teorisi kitabında yeniden popülerleştirdiği
geleneksel ideal toplumsal sözleşme kavramı, herkesin eşit veya
özgür olduğunu varsayarken aslında gerçek dünyadan uzaklaşıp
kurgusal bir ideal teoriye dönüşüyor ve bizi adalet amaçlarımız-
dan da alıkoyuyor. Charles Mills'in kitabı bize işte bu sözümona
nötr veya eşitlikçi toplumsal sözleşme kuramının gerçekte oyna­
dığı rolü gösterirken, aslında dünyayı ideal-olmayan haliyle kav­
rayabilmemizi ve ona göre sonuç üretmemizi amaçlıyor. Nitekim
Mills'in deyişiyle, "Beyazlık aslında hiçbir biçimde bir renk değil,
bilakis bir iktidar ilişkileri kümesidir" (Sayfa 169) .
Mills'e göre, "İçerisinde, büyük ölçüde beyaz-olmayan, mil­
yonların her yıl açlıktan öldüğü ve yine büyük ölçüde beyaz-ol­
mayan, daha da nice yüzlerce milyonun sefil bir yoksullukla yaşa­
mayı sürdürdüğü; o Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasında
giderek derinleşen uçurum, kıtaaşırı ve kıtaiçi ırksal sömürü
tarihiyle alakası olmayan (fakat elbette, tek-tük hayırsever katkı­
ları davet eden), bir talihsizlik olarak görülmektedir (Sayfa 112) .
"

Ancak ırksal sözleşme kavramı ile baktığımızda daha iyi göre­


bileceğimiz gibi, örneğin Suriye'den Avrupa'ya uzanan ve Türki­
ye'yi de yakından ilgilendiren "Suriyeli Mülteci Krizi;' birebir ırk­
sal sözleşmenin aygıtlarıyla, yani önce Avrupa'nın sömürgeciliği
sonra da ABD'nin yeni-sömürgeci siyaseti ve askeri müdahaleleri
sonucu, ülkeleri yaşanamayacak hale getirilmiş insanların daha
iyi bir yaşam için her şeyi göze alarak bir yerlere, ironi olarak ken­
dilerini bu hale getirenlerin ülkelerine gitmeye çalışması değil de
nedir?
Mills'in ırksal sözleşmesinin temel kavramlarından olan
"Küresel Beyaz Üstünlüğü"nün tanımına göre, Türkiyeli halkların
neredeyse tamamı Beyaz-olmayanlar yani alt-kişiler veya ezilen­
ler sınıfına girer. O zaman ırksal sözleşme kavram ve kuramının
Türkiyeli okurlar için başka ne önemi olabilir, diye sorabilirsiniz.
Dahası, Türkiye'de ırk diye bir şey yok ki, Türklük bir ırk değil,
diye düşünüyor olabilirsiniz. Türkiyeli okuyucular sosyolog, siya­
set bilimcisi, antropolog, hatta sosyal psikologların akademik
metinlerde bu konulara dair birkaç cesur çalışma bulabilir;4 ama
ne yazık ki hala birçok Türkiyeli felsefeci ırk kavramın önemini

4 Bir kaç örnekvermek gerekirse, bkz. Fatma Müge Göçek, Burjuvazi­


nin Yükselişi, İmparatorluğun Çöküşü (Ayraç Yayınları, 1999) ile Soy­
kırım Meselesi: Osmanlı İmparatorluğu 'nun son döneminde Ermeniler
ve Türkler (Tarih Vakfı Yurt Yay ınları, 2015) ve Murat Aktaş'ın derlediği
Çatışma Çözümleri ve Barış (Iletişim Yayınları, 2014)

:ıs
tam olarak algılayamıyor, ırk biyolojik bir gerçeklik değildir veya
Türkiye' de ırk diye bir şey yoktur, diyebiliyor.
Ancak Mills'in açıkladığı şekilde beyazlığı bir renk değil,
bilakis bir iktidar ilişkileri kümesi ve ırksal sözleşme tezini de,
bir toplumda yazılı olan veya olmayan kurallar doğrultusun­
da insanların tam ve.alt-kişiler olarak ikiye ayrılıp ezildiği ve bu
alt-kişilerin hep benzer politikalarla ötekileştirildiği, ezildiği,
sindirildiği ve mülksüzleştirildiği bir yerel sözleşme olarak ele
aldığımızda, ırk ve ırksal sözleşme kavramlarının Türkiye bağ­
lamındaki anlamını ve Türkiyeli okuyucular için önemini daha
iyi görebiliriz. Nitekim ırk ve ırksal sözleşme kavramlarını yerel
olarak ele aldığımızda, Anadolu'nun son iki yüz küsur yıllık tari­
hinde, yani Osmanlı'nın Tanzimat dönemiyle başlayan ve Cum­
huriyet döneminden sonra nispeten değişerek günümüze dek
süregelen dönemde, şu anda yaşadığımız coğrafyada tahakküm
kurmuş yerel bir ırksal sözleşmeden ya da Barış Ünlü'nün deyi­
miyle bir Türklük Söz/eşmesi'nden bahsetmek yerinde olacaktır.s
Ünlü, bu yerel ırksal sözleşmeye göre Türklük kavramını, sos­
yolog Pierre Bourdieu'nin "habitus" kavramı çerçevesinde, yani
"Türklerin büyük çoğunluğunda gözlemlenebilen, farklı top­
lumsal sınıflara ve ideolojik aidiyetlere göre farklılaşsa da, sınıf­
lar-üstü ve ideolojiler-üstü ortaklıklar ve benzerlikler gösteren,
belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulan­
ma, tavır alma halleri ve biçimleri" olarak ele alıyor. 6 Türklük Söz­
leşmesi'nin üç temel maddesini Ünlü kitabında şöyle sıralıyor:
Birincisi, Türkiye'de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal
hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansi­
yelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekir; ikin­
cisi, Osmanlı ve Türkiye'de Gayrimüslimlere yapılanlar (tehcir,
katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayrımcılık vb.) hakkında doğ­
ruyu söylemek, bu gruplarla duygudaşlık kurmak ve bu gruplar
lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır; üçüncü ve son olarak
da Türkleşmeye direnen Müslüman gruplara, özellikle Kürtlere
yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kur-

5 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi. Ankara:


Dipnot Yayınları, 2018.
6 Barış Ünlü, a.g.e, ı3.

19:'
mak ve onlar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.7 Charles
Mills'in kitabının ve ırksal sözleşme kuramının Türkiyeli okur­
lar için en önemli yanlarından biri, işte böylesi bir yerel sözleş­
menin işleyiş mekanizmalarını görüp anlayabilmekte yatıyor. Bu
bağlamda Türklük ayrıcalığına sahip grup ve kişileri; dini İslam,
mezhebi Sünni olup8 etnik kökeni Kürt veya Ermeni olmayan bir
grup, yani Mills'in kastettiği şekilde siyasal iktidara sahip yerel
bazda bir ırktan olanlar olarak yeniden tanımlamak gayet anlam­
lı olacaktır.
Kitabın ilk bölümünde ırksal sözleşmenin tarihteki soyut
veya somut tüm toplumsal sözleşmelere önemli ve düzeltici bir
arka plan olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koyan Milis, ikinci
ve üçüncü bölümlerde bu ana tezin ayrıntılarına girer. Bu ayrın­
tıları, gayet sade ve sohbet dilinde yazılmış bu kitabın tamamı­
nı okuyunca göreceksiniz; dolayısıyla bu önsözde sadece bu ana
tezin dört maddesine kısaca göz atalım:
ı. "Irksal sözleşme," soyut bir kavram değil, tarihsel bir ger­
çekliktir. Sömürgecilik, yağmacılık, "Keşif" doktrini, tehcir,
kölecilik, soykırım, iç savaş veya iç fetih, katliam, asimilasyon
gibi ırkçı ve ırk-bazlı politikalar ile şekillenmiş dünyamızın
gerçek hikayesini anlatır. Hindistan'ın İngiliz kolonisi olduğu
dönemlerde maruz kaldığı ayırımcı politikalar; Meksika'nın
İspanya tarafından fethi ve yağmalanması, ırksal sözleşmenin
aygıtlarının dünya tarihinden örneklerdir.
2. Irksal sözleşme, bir ekonomik sömürge sözleşmesidir,
daha doğrusu, "küresel ölçekte Avrupa ekonomik hakimiyeti
ve ulusal ölçekte beyaz ırk imtiyazı yaratan bir sömürü sözleş­
mesidir" (Sayfa 60). Irkçılık, bu bağlamda yalnızca Beyaz-ol­
mayanları kültürel olarak küçümsemek değildir. Tam olarak
onların Beyaz ve Avro-Amerikalı devlet ve kişiler tarafından
ekonomik olarak sömürülmesi, ezilmesi ve bastırılması­
nı gerektirir: 1492'den beri gördüğümüz sömürgeci anlayış,
Amerika'nın yerlilerinin topraklarına el konulması, 16i9'da
7 Barış Ünlü, a.g.e, ı4-15.
8 Burada "Sünnilik" benim eklemem; Ünlü, ı923 sonrası Aleviler kate­
gorik olarak sözleşme dışında tutulmadığı için Müslümanlık demeyi
daha doğru buluyor (a.g.e., ı5n) .
resmen başlayan Transatlantik Köle Ticareti, Küresel Kuzey
olarak nitelendirilen G-8 ve türevi ülkelerin, Küresel Güney
(ı98o'lerde İkinci ve Üçüncü Dünya olarak da nitelenen)
ülkeler üzerinde yeni sömürgeci bir tahakkümünü gerektiren
NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) , Ameri­
ka Birleşik Devletleri'nin hemen hemen son elli yıldır Orta
Doğu'dan askeri ve ekonomik olarak çıkmak bilmeyişi saye­
sinde yerel benzin fiyatlarını düşük tutabilmesi gibi örnekler­
de görebileceğimiz gibi.
3. Bu ırksal sözleşme tarihsel, siyasal ve ekonomik koşullar gere­
ğince sürekli olarak yeniden yazılmaktadır. Örneğin, gene
Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihine bakarsak, köleliğin
anayasadan çıkarılmasından sonra kanunlaşan ve beyaz ve
siyahilerin kamusal yaşama alanlarının tamamen ikiye ayrıl­
masını öngören ve köleliğin ırkçı siyasetini bu kez de "Eşit ama
Ayrı" sloganlı Jim Crow düzenlemeleriyle bir seksen-doksan
yıl daha devam ettiren yazılı kanunları düşünebiliriz.
4. Irksal Sözleşme şiddet ve ideoloj ik şartlandırma vasıtasıyla
dayatılır. Bu anlamda "devletin zor aygıtları -polis, ceza infaz
sistemi, ordu- Irksal Sözleşme'nin, beyaz vatandaşların ara­
sında barışı korumak ve suçu önlemek, bir yandan da ırksal
düzeni sürdürmek ve ona yönelen karşı çıkışları saptayıp yok
etmek için çalışan infazcıları olarak görülmelidir" (Sayfa 120).
Charles Mills'in dediği gibi, "Öyleyse bizler, Irksal Sözleşme
ile inşa edilmiş bir dünyada yaşıyoruz" (Sayfa 58). Siyaset fel­
sefesinin temel konusu ulusal ve küresel adalet olduğuna göre,
kitabın en can alıcı sorusu şöyle anlaşılmalıdır: Adalet getirmek
istediğimiz dünya veya belli bir coğrafya, eğer ırksal sözleşme­
nin farklı araçları olan papalık fetvaları ve teolojik resmi bildi­
riler, keşifler ve uluslararası hukuk; pakt, anlaşma ve kararna­
meler, ayrımcı muamelenin resmileşmiş ve gayri resmi halleri,
soykırımlar, zorla göç ettirmeler, varlık vergisi, terörle mücade­
le harekatları, JİTEM'in asitle yakıp çukurlara gömdüğü çocuk,
erkek ve kadınlar, rant alanı açmak için bombalanan siviller ve
semtler gibi tarihsel olgularla şekillenmişse, öncelikle bu adalet­
sizliklerin yüzyıllar boyunca insan ve toplumları nasıl dönüştür-
düğüne, ırksal sözleşmeler dahilinde iktidarın kimlerin lehine/
aleyhine çalıştığına, hangi ırk ve halkların sistemli bir şekilde
devlet eliyle dışlanıp, sömürülüp, baskı gördüğüne ve ezildiği­
ne bakmamız gerekmez mi? Bu adaletsizliklerin kaynağına inip,
bunların yarattığı bilgi(sizlik) üretimini, duygulan(ma)ma, algı­
la(ma) ma, bil(me)me hallerimizi gözden geçirmemiz ve bir daha
bu şekilde politika izlememek için tedbir almamız, en azından
bu olguları açıkça tartışıp gündemde tutmamız ve bu çok da
bilinmeyen tarihi tekerrür ettirmemek için kendimizi eğitmemiz
gerekmez mi?
Hem yerel hem de küresel anlamda, ırk-bazlı siyasetlerin
yeniden yükseldiği ve ırksal sözleşmenin kurallarının tekrar tek­
rar yenilendiği zamanlardan geçiyoruz. Bu nedenle Türkiyeli fel­
sefeciler, ırk kavramının metafizik veya ontolojik olarak kendisiy­
le çelişip çelişmediği, 20. yüzyılda hiç kimsenin biyolojik ırklara
inanmadığı gibi sorgulanmamış görüşlerle yetinmemeli, dolaylı
veya dolaysız yoldan sahip oldukları ayrıcalıkları yeniden değer­
lendirerek ırk kavramının siyaset felsefesindeki önemini araştır­
maya ve hatta bunu merkeze koymaya yönelmelidir. Türkiye'de
dahi siyaset felsefesinde özellikle ana akım olmuş ideal kuram,
yani ideal devlet, ideal adalet kavramı gibi sorulara yanıt arayan
çalışmaların yaygınlığı, bir bakıma Anglo-Amerikalı Beyazlığın
akademideki küresel egemenliğinin bir sonucu olabilir. Üstelik
bu ideal kuram çalışmaları, maalesef ideal-olmayan cinsiyet söz­
leşmesi ve ırksal sözleşme kuramlarının gerçekte oynadığı rolü de
görememektedir. Bu yüzden, kitabını "Irksal Sözleşmeye diren­
miş olan siyahlara, kızıllara, kahvelerle sarılara ve onu reddetmiş
olan beyaz dönekler ile ırk hainlerine" ithaf eden Mills'in göster­
diği gibi, içinde bulunduğumuz dünyayı daha iyi anlayabilmek
için aslında ideal-olmayan kuramlara ihtiyacımız var. Siyaset fel­
sefesi ile ilgili alanlarda çalışan herkes için John Rawls'ın Bir Ada­
let Teorisi kadar önemli -hatta açıklayıcı gücüne baktığımızda
daha da önemli- bir başucu kitabı olması gereken ve hem kendi
entelektüel gelişimimde hem de felsefeye bakış açımda önemli
değişiklikler yaratan bu kitabın Türkçeye kazandırılışında Özgün
Aksakal'ın özenli çevirisine ve Patika Kitap'ın emeklerine sonsuz
teşekkürler.

'22
Giriş

Beyaz ırkın üstünlüğü, modern dünyayı bugünkü haline geti­


ren ve adı anılmayan siyasal sistemdir. Oysa sizler bu terime siya­
set kuramı alanında değil başlangıç, ileri düzey metinlerde bile
rastlayamazsınız. Lisans düzeyindeki standart bir felsefe dersi­
nin müfredatı Platon ve Aristo ile başlayacak, belki biraz Augus­
tine, Aquinas ve Machiavelli'den bahsedecek, yoluna Hobbes,
Locke, Mili ve Marx ile devam edecek ve nihayetinde Rawls ve
Nozick ile sonlanacaktır. Burada sizlere aristokrasi, demokrasi,
mutlakıyet, liberalizm, temsili hükümet, sosyalizm, refah kapi­
talizmi ve liberteryenizm kavramları tanıtılacaktır. Ne var ki bu
ders, her ne kadar Batı siyasal düşüncesinin iki bin yıllık serü­
veninden fazlasını kapsıyor ve siyasal sistemlerin görünürdeki
dizisi üzerinden boylu boyunca geçiyor olsa da, dünyaya geçti­
ğimiz yüzlerce yıl boyunca şekil vermiş olan temel siyasal sis­
temden hiçbir şekilde bahsetmemektedir. Bu ihmal, elbette bir
rastlantı değildir. Bilakis bu ihmalin varlığı, klasik ders kitapları
ile müfredatların çoğunlukla beyazlarca tasarlanmış ve yazılmış
olduğu gerçeğini yansıtmaktadır. Bu kişiler kendi ırksal ayrıca­
lıklarını öylesine kanıksamışlardır ki, bunu siyasal bir mefhum,
bir hakimiyet biçimi olarak dahi görmemektedirler. Ne kadar
ironiktir ki, yakın küresel tarihin en önemli siyasal sistemi -yani
sayesinde beyazların beyaz olmayan insanlar üzerinde tarihsel
olarak hüküm sürdüğü ve birçok önemli açıdan halen süregiden
bu hakimiyet sistemi- bir siyasal sistem olarak bile kabul edilme­
mektedir. Beyaz ırkın üstünlüğü öylesine kanıksanmıştır ki, üze­
rinde onları siyasal addetmemiz beklenen diğer sistemlerin onun
zemininde vurgulanıp öne çıktığı bir arka plan halini almıştır. Bu
kitap, görünüzü yeniden odaklamaya yönelik bir çaba, bir bakı­
ma başından beri hep orada olanı görmenizi sağlamayı amaçla­
yan bir girişimdir.
Felsefe, akademiyi çepeçevre saran çok-kültürlülük, müf­
redat reformu ve etnik çeşitliliğe dair tartışmalardan dikkate
değer ölçüde etkilenmemiş bir biçimde kalmıştır. Öyle ki, felsefe
hem demografik hem de kavramsal açıdan insani bilimlerin "en
beyazlarından" biridir. Örneğin, Kuzey Amerika'daki üniversite­
lerin felsefe bölümlerinde bulunanların yaklaşık yalnızca yüzde
birini siyahiler teşkil etmektedir -on bini aşkın insanın sadece
yüz kadarı- ki, Latin kökenli, Asya kökenli Amerikan ve Ame­
rikan Yerlisi filozofların sayısı daha bile azdır.' Elbette bu yeter­
siz temsilin bizzat kendisi bir açıklama gerektirmekte. Fikrim­
ce bunun nedeni kısmen ırksal azınlıkların deneyimine gerçek
anlamda yer vermek yerine, soyutluğundan ötürü bunu tipik
olarak yok sayan bir kavramsal diziliş ve klasik sorular reper­
tuvarında bulunabilir. (Beyaz) kadınlar nüfus bazında sayısal
üstünlüğe sahip oldukları için, tabii ki kadın filozoflar, beyaz­
olmayan filozoflardan sayıca oldukça fazladır (her ne kadar bu,
nüfustaki kadın yüzdesine oranlı olmasa da) ve halihazırda da
bu kişiler alternatif kavramsallaştırmaların geliştirilmesinde
çok daha büyük bir ilerleme kat etmişlerdir. Ahlak ile siyaset
teorileri alanlarında çalışan Afrika kökenli Amerikan filozoflar
ise genelde ya beyaz meslektaşlarınınkilerden ayırt edilemez
genel çalışmalar üretmekte, ya da daha geniş tartışmalara etkin
bir biçimde müdahil olmayan bir tarzda yerel meselelere (pozi­
tif ayrımcılığa, siyah "sınıf-altına")2 veya tarihsel figürlere (W. E . B.
Du Bois, Alain Locke) odaklanmaktalar.
Oysa ihtiyaç duyulan, ırk ile beyaz ırkçılığına dair tartışmala­
rın bağlamına oturmasını sağlayacak küresel bir teorik çerçeve ve
böylelikle feminist kuramcıların geleneksel ahlak ve siyaset teo-

Amerikan felsefesi üzerine 1994 tarihli bir rapor olan "Status and Futu­
re of the Profession ('Mesleğin Durumu ve Geleceği')," "20 departman­
dan yalnızca birinin (beyanda bulunan 456 departmandan sadece ı8'i)
herhangi bir [daimi kadrolu] Afrika kökenli Amerikan fakülte üyesine
ve biraz daha azının ya Latin kökenli Amerikan ya da Asya kökenli
Amerikan [daimi kadrolu] bir fakülte üyesine (her iki durumda da 17
departman) ev sahipliği yapmakta" olduğunu ortaya koymuştur. Pro­
ceedings and Addresses ofThe American Philosophical Association 70,
no. 2 (1996 ) : 137·
2 ["Sınıf-altı" ( 'underclass) terimi burada, Gunnar Myrdal'a referans­
la, sınıfsal hiyerarşinin bütününün altında yer alan, sınıfsal nitelen­
dirmeler kümesinin en alt kategorisine dahi giremeyecek durumda­
ki işsiz ve yoksul siyahların sınıfı anlamındadır. Yani, bilinen sınıflar
altında yer alan siyahi altsınıf. - Ç.N.]
rilerini yorumlarken toplumsal cinsiyet, ataerki ve cinsiyetçiliğe
atfettikleri merkezi role tekabül edecek şekilde, beyaz siyaset fel­
sefesinin varsayımlarının sorgulanmasıdır. Başka bir biçimde ifa­
de edersek, ihtiyaç duyulan şey ırkçılığın (ya da iddia edeceğim
üzere, beyaz ırkın küresel üstünlüğünün) bizzat kendisinin bir
siyasal sistem olduğunun ayırdına varılmasıdır. Bu sistem; resmi
veya gayri-resmi hakimiyete, sosyoekonomik ayrıcalığa dayanan,
maddi servet ile imkanların, faydalar ile sorumlulukların ve hak­
lar ile ödevlerin farklılık gösteren bir biçimde bölüşümüne dair
normlardan oluşan belirli bir iktidar yapısıdır. Bu adı anılmayan
sistemi irdelemek için başvurduğum Irksal Sözleşme kavramı­
nın, halihazırda Sözleşmecilik Teorisi için geliştirilmiş bulunan
söz dağarcığı ile aynı aygıtları kullanmasından dolayı, sözü edi­
len bağlantıyı kurmanın olası yollarından biri olduğunu savunu­
yorum. Nihayetinde sözleşme jargonu, günümüzün ortak siyasal
iletişim dilidir ['linguafranca 1 .
Hepimiz bir "sözleşme" fikrini, iki veya daha fazla kişi arasın­
da bir şey yapılmasına dair bir anlaşma olarak anlarız. "Toplum­
sal sözleşme" ise yalnızca bu fikrin kapsamını genişletmektedir.
Eğer bizler, insanları başlangıçta bir "doğa durumundan" yola
koyulan varlıklar olarak düşünürsek, buradan hareketle insan­
ların nihayetinde bir sivil toplum ile hükümet inşa edeceği fik­
rine varabiliriz. Öyleyse elimizde olan şey; hükümetin, eşit ola­
rak varsayılan bireylerin genel rızası sonucu oluştuğuna dair bir
teoridir.3
Ancak benim atıfta bulunduğum olağandışı sözleşme, her ne
kadar Batı siyasal düşüncesinde merkezi bir konumu olan top­
lumsal sözleşme geleneğini temel alsa da herkes arasında olan bir

3 Bir genel değerlendirme için örn. bkz., Ernest Baker, Introduction to


Social Con tract: Essays by Locke, Hume, and Rousseau, ed. Barker
(1947; y.bs. Oxford: Oxford University Press, 1960) ; Michael Lessnoff,
Social Con tract (Atlantic Highlands, New Jersey: Humanities Press,
1986); Will Kymlicka, "The Social Contract Tradition," Peter Singer ed.
A Companion to Ethics, içinde (Oxford: Blackwell Reference, 1991), sf.
186-96; Jean Hampton, "Contract and Consent" Robert E. Goodin ve
Philip Pettit ed. A Companion to Con temporary Political Philosophy,
içinde (Oxford: Blackwell Reference, 1993) , sf. 379-93.
sözleşme ("biz halk olarak")4 değil, bilakis yalnızca insan olarak
sayılanlar, yani yalnızca gerçek halk olarak addedilenler arasında
("biz beyaz halk olarak") bir sözleşmedir. Başka bir ifadeyle sözü
edilen, bir Irksal Sözleşmedir.
Toplumsal sözleşme, özgün ya da güncel formlarından han­
gisi göz önüne alınırsa alınsın, toplum ve devlet yönetimini irde­
lemek için kuvvetli bir çerçeve sunar. Ancak zümre iktidarı ve
hakimiyetinin nahoş gerçekliklerini gizlediği için, eğer bu farkın­
dalıkla birleştirilmezse, modern dünyanın gerçekte ne olduğuna
ve nasıl bu hale geldiğine dair ziyadesiyle yanıltıcı bir açıklama
olacaktır. Oysa bir teori olarak "Irksal Sözleşme" -Irksal Sözleşme
teorisinden bahsederken, bunu Irksal Sözleşmenin bizzat kendi­
sinden ayırt etmek için tırnak işaretlerine başvuracağım- Irksal
Sözleşmenin gerçek olduğunu ve toplumsal sözleşmenin madde­
lerinin bariz ırkçı ihlallerinin, aslında Irksal Sözleşmenin esasla­
rını tasdik ettiğini gösterecektir.
Öyleyse "Irksal Sözleşme," bugün birbirlerinden büyük ölçü­
de ayrılmış bulunan iki alan arasında bir kavramsal köprü görevi
görmesi için tasarlanmıştır: Bir yanda, adalet ve haklara dair tar­
tışmalarla kuramsal düzeyde meşgul olan ana akım (yani, beyaz)
ahlak ve siyaset felsefesinin dünyası; diğer yanda ise tarihsel ola­
rak fetih, emperyalizm, sömürgecilik, beyaz yerleşimciliği, top­
rak hakları, ırk ve ırkçılık, kölelik, Jim Crow Yasaları,5 kölelik
4 [Yazar burada, ABD Anayasası ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin
en başında yer alan öz tanımlamaya, sözümona evrensel veya herkesi
kapsayıcı bir tabirmiş gibi gözüken ama yazarın esasında öyle olma­
dığını belirttiği o meşhur "we the people" ifadesine bir göndermede
bulunmaktadır. -Ç.N.]
5 [Jim Crow: Gerçek kaynağı bilinmeyen, ancak Amerikan halk ozanlığının
başlıca figürlerinden olarak görülen Thomas D. Rice'ın ırkçı sokak tiyatro­
larında ünlenen ve Afrika kökenli Amerikalıları tembel, güvenilmez, aptal
ve entegre edilmeye değmez olarak tasvir eden bir kurgu karakter. Bura­
dan hareketle ayrıca siyahlara yönelik aşağılayıcı bir ırkçı tabir olarak da
yerleşmiştir.

Jim Crow Yasaları: Amerikan İç Savaşı'nın ertesindeki "Yeniden Yapı­


lanma Dönemi" sonrası Güney ABD eyaletlerinde başlayıp ülkenin
büyük bölümünde ı8oo'lerin sonlarından ı965'e kadar yürürlükte
kalan, ABD Yüksek Mahkemesi'nin "ayrı ama eşit" doktrini uyarınca
kamusal alanın bütününe yayılan bir ırksal ayrışmayı tesis eden yasalar
tazminatları, Apartheid,6 kültürel özgünlük, ulusal kimlik, indi­
genismo, 7 Afro-merkezcilik8 vb. meselelere odaklanan Ameri­
kan Yerlileri, Afrika kökenli Amerikalılar ve Üçüncü ile Dördün­
cü Dünya9 siyasal düşüncesinin dünyası. Bu meseleler, dünya
nüfusunun çoğunluğunun politik mücadelelerinde merkezi bir
öneme sahipler; ancak ana akım siyaset felsefesinde kendileri­
ne nadiren yer bulabiliyorlar.10 Bu meselelerin ciddi felsefe olarak
addedilen yerde bulunmayışı bunların ciddiyetsiz konular oldu­
ğunu değil, Batı akademik filozoflarının ezici çoğunluğunun ren­
gini (ve belki de salt onların ciddiyetsizliğini) yansıtmaktadır.
Geleneksel toplumsal sözleşme teorisinin en değerli özelli­
ği, hem toplumla yönetimin kökenleri ve işleyişine dair olgusal
sorulara, hem de sosyoekonomik yapılarla siyaset kurumlarının

bütünü . Bu ayrışma sonucunda halihazırda süregelen ırksal eşitsizlik


ve ayrımcılık resmileşmiş; sosyal, ekonomik ve politik imkanların ırk­
sal olarak farklılaşmasından ötürü de katlanarak kurumsallaşmıştır.
- Ç.N.]
6 [Apartheid: 1948'den 199o'lara değin Güney Afrika ve Güney Batı Afri­
ka'da (bugünkü Namibya'da) var olan ve bu ülkelerdeki sömürgeci,
azınlık beyaz nüfusun politik, toplumsal ve ekonomik hakimiyetini
garanti altına alan kurumsallaşmış bir ırksal ayrışma ve hiyerarşik
tabakalaşma sistemi. Beyaz ırkın üstünlüğü fikrine dayanan bu sistem
uyarınca beyaz vatandaşlara en yüksek statü verilirken, kurulan hiye­
rarşide onları sırasıyla Asyalılar, "Renkliler" ve siyah Afrikalılar takip
etmiştir. -Ç.N.]
7 [Indigenismo: Latin Amerika'da yaygın olan, Amerika kıtasının yerli
halklarının toplumsal ve siyasal açıdan daha görünür ve etkili olması­
nı hedef alan bir siyasal ideoloji. - Ç.N.]
8 [Afra-merkezcilik: Dünya tarihini Avrupa-merkezci bir şekilde okuyan
yaklaşımların aksine, yakın vadede Afrikalı bir kökene sahip olmuş
halkların tarihine odaklanıp, onların göz ardı edilmiş tarihsel failli­
ğini ve kültürel mirasını gün yüzüne çıkarmaya çalışan bir yaklaşım.
- Ç.N.]
9 Yerli halklar bazen bir küresel grup olarak "Dördüncü Dünya" diye
adlandırılmaktadır. Bkz. Roger Moody, ed., The Indigenous Voice:
Visions and Realities, 2. bs, gözd. geçm. (1988; y. bs. Utrecht: Interna­
tional Books, 1993).
ıo Övgüye değer bir istisna için, bkz. iris Marion Young, justice and
the Politics of Difference (Princeton: Princeton University Press,
1990). Young, ırksal gruplar dahil olmak üzere, grupsal astlaştırma­
nın adaletine ilişkin standart kavrayışların sonuçları üzerine özellikle
yoğunlaşmaktadır.
gerekçelendirilmesine dair normatif sorulara görünüşte dolam­
baçsız yanıtlar sağlayabilmesiydi. Dahası, "sözleşme" olduk­
ça kolay uyarlanabilir bir kavramdı. Farklı kuramcıların doğa
durumunu, insan motivasyonunu, insanların elde tuttukları ya
da bıraktıkları haklar ile özgürlükleri, anlaşmanın belirli detay­
larını ve yönetimin nihai karakterini nasıl farklı kavradıklarına
bağlı olarak değişime oldukça açıktı. Bu esneklik, sözleşmenin
Rawls'çu modern versiyonunda da örneklenmeyi sürdürür; çün­
kü Rawls klasik sözleşmeciliğin tarihsel iddialarından vazgeçip
bunlar yerine toplumun temel yapısının gerekçelendirilmesine
odaklanmaktadır.11 Toplum ve devletin kökenleri ile gelişimine
dair hemen hemen antropolojik bir büyük açıklama olarak altın
çağını yaşadığı ı650-ı800 aralığından bugüne sözleşme, artık yal­
nızca bir normatif araç, adalete dair sezgilerimizi ortaya çıkaran
bir kavramsal vasıta haline gelmiştir.
Ancak benim bu kavramı kullanma biçimim daha farklı. Öner­
diğim "Irksal Sözleşme" bir bakıma Hobbes, Locke, Rousseau ve
Kant'ı kapsayan klasik sözleşmecilerin12 ruhunu devam ettirmek­
te. Dolayısıyla bu kavramı yalnızca normatif olarak, yani sosyal
adalet ve adaletsizliğe dair yargılar oluşturmak için değil, toplum
ile devletin fiili doğuşunu, toplumun nasıl biçimlendirildiğini,
yönetimin nasıl işlediğini ve insanların ahlaki psikolojisini açık­
lamak için betimsel olarak da kullanıyorum.'3 Sözleşmenin açıkça
ıı Toplumsal sözleşme kuramının özellikle de savaş sonrası siyaset felse­
fesinde yeniden revaçta olmasındaki esas paye genellikle John Rawls'a
atfedilir, A Theory of ]us tice ( Cambridge: Harvard University Press,
1971).
12 Thomas Hobbes, Leviathan, (ed.) Richard Tuck ( Cambridge: Cambri­
dge University Press, 1991) ; John Locke, Two Treatises ofGovernment,
ed. Peter Laslett (1960; y. bs. Cambridge: Cambridge University Press,
1988) ; Jean-Jacques Rousseau, Discourse on the Origins and Foun­
dations of Inequality Among Men, çev. Maurice Cranston (London:
Penguin, 1984) ; Rousseau, The Social Con tract, çev. Maurice Cranston
(London: Penguin, 1968) ; Immanuel Kant, The Metaphysics ofMoraIs,
çev. Mary Gregor (Cambridge : Cambridge University Press, 1991) .
13 "Contract and Consent (Sözleşme ve Rıza) adlı makalesinde, say­
fa 382'de Jean Hampton bizlere klasik kuramcılar için sözleşmenin
"eşzamanlı olarak hem siyasal toplumların doğasını betimlemek hem
de bu toplumlar için daha iyi ve savunulabilir bir biçimi reçetele­
mek" için tasarlandığını hatırlatmaktadır. Bu makalede ve ayrıca "The
ideal-olmayan bir toplumu açıklamak üzere kullanıldığı en ünlü
vaka, ki günümüz felsefe jargonunda bu "doğallaştırılmış" bir
açıklama olarak nitelendirilecektir, Rousseau'nun Eşitsizlik
Üzerine Söy/ev idir (ı755) . Burada Rousseau, doğa durumunda­
'

ki teknolojik gelişimin zenginle fakir arasında servet açısından


henüz gelişmemiş olarak büyüyen bir ayrımlar toplumuna hayat
vereceğini, bu ayrımın nihayetinde pekişeceğini ve aldatıcı bir
"toplumsal sözleşme" ile kalıcı hale geleceğini savunur.'4 İdeal
sözleşme, adil bir toplumun nasıl biçimlendirileceği, ahlaki bir
yönetimce nasıl yönetileceği ve savunulabilir bir ahlak yasası ile
nasıl düzenleneceğinden bahsederken, böylesi ideal-olmayan/
doğallaştırılmış bir sözleşme ise baskıcı bir hükümetçe yöneti­
len ve ahlak dışı bir yasayla düzenlenen adaletsiz, sömürücü bir
toplumun nasıl meydana geldiğini açıklar. Eğer ideal sözleşme
desteklenecekse, eğer ona öykünülecekse, bu ideal-olmayan/
doğallaştırılmış sözleşmenin gizeminden arındırılması [ 'demys­
tifY1 ve kınanması gerekmektedir. Öyleyse, ideal-olmayan söz­
leşmeyi analiz etmenin amacı onu onaylamak değil, sözleşmeyi
gerçek hayattaki ideal-olmayan bir siyasal rejimin eşitsizlikleri­
ni teşhir edip açıklamak ve bu eşitsizliklerin savunusu adına öne
sürülen kuramlar ve ahlaki gerekçelendirmeleri açıkça görebil­
memize yardımcı olacak şekilde kullanmaktır. Bu, bizlere sosyo­
politik bir sistemin gerçek içsel mantığını görmemizi sağlayacak
bir tür röntgen görüsü vermektedir. Böylelikle de tüm bunların
yeniden düzenlenmesi için gereken normatif bir görevi de yerine
getirmektedir, ancak kendi tiksindirici değerleri üzerinden değil
de siyasal rejimin gerçek tarihini ve bu değerlerle kavramların

Contractarian Explanation of the State," Peter A. French, Theodore E.


Uehling }r. ve Howard K. Wettstein (ed. ) The Philosophy ofthe Human
Sciences, Midwest Studies in Philosophy, ı5 (Notre Dame, Indiana :
University of Notre Dame Press, 1990), sf. 344-71 içinde, o eski moda
addedilen ve görünüşe göre gözden düşmüş bir yaklaşımın, yani "dev­
letin sözleşmeci bir tarzda açıklanmasının" yeniden canlandırılması
gerektiğini açıkça savunmaktadır. Hampton, "sözleşme" tasvirinin
"hakim siyasal toplumların insan yaratılan olduğu" (ilahi bir biçimde
buyurulmuş veya doğal olarak belirlenmiş olmadığını) ve "toplumsal
uzlaşım/anlaşma yolu ile oluştukları" şeklindeki başlıca noktayı yan­
sıttığını savlamaktadır.
14 Rousseau, Discourse on Inequality, 2. ksm.

29 r•I�
baskıları rasyonelleştirmek için nasıl bir işlev görmüş olduğunu
anlamamıza imkan sağlayarak.
Carole Pateman'ın on yıl önceki provokatif feminist çalışması
"Cinsel Sözleşme" ( The Sexual Con tract), sözleşme kavramında
halen ne kadar fazla betimsel/açıklayıcı gücün olduğunu göster­
diği için, burada sözü geçen yaklaşımın iyi bir örneğidir (ve her
ne kadar benim kullanımım biraz farklıysa bile, söz konusu çalış­
ma benim kitabımın da ilham kaynağıdır) . 1 s Pateman bu kavramı
doğalcı bir biçimde, günümüzde gerçekten var olan, ideal-olma­
yan erkek-egemen toplumların içsel dinamiklerini modellemek
için bir yol olarak kullanır. Öyleyse bu, belirtildiği üzere, söz­
leşmenin aslen tarihsel olarak açıklayıcı olmasının amaçlandığı
özgün "antropolojik" yaklaşımın bir tersine çevrilmesidir. Ancak
elbette, buradaki ters köşe, aslında Pateman'ın niyetinin bu kez
yıkıcı oluşudur: Sözde cinsiyet ayrımı gözetmeyen toplumsal söz­
leşmenin gerçekte dayandığı, o gizlenmiş ve adaletsiz erkek ant­
laşmasını kazıyarak ortaya çıkarmak. Pateman, Batı toplumuna
ve onun hüküm süren siyasal ve ahlaki ideoloj ilerine sanki bunlar
henüz kabul edilmemiş bir "Cinsel Sözleşme'ye" dayanırlarmış­
çasına bakarak; klasik sözleşme kuramcılarının tutarsızlıklarını,
onların yazılarındaki laf kalabalağına ve kaçamak sözlere anlam
kazandıran normatif mantığı ve buna bağlı olarak onların çalış­
malarının rasyonelleştirmeye katkıda bulunduğu ataerkil haki­
miyet dünyasını açığa çıkarıp teşhir eden bir "varsayımsal tarih"
okuması önermektedir.

15 Carole Pateman, The Sexual Con tract (Stanford : Stanford University


Press, 1988) . Yaklaşımlarımız arasındaki farklardan biri, Pateman
sözleşmeciliğin zorun lu olarak baskıcı olduğunu düşünürken -şöyle
demektedir, örneğin: "Sözleşme siyasal hakkı her daim hakimiyet ve
astlaştırma ilişkileri biçiminde üretir" (sf. 8)- benim sözleşme kuramı
bünyesinde hakimiyeti daha olumsal olarak görmemdir. Bir başka ifa­
deyle, benim için bir Irksal Sözleşme, toplumsal sözleşmenin temeli­
ni oluşturmak zorunda değildir. Bilakis, bu sözleşme dünya tarihinde
koşulların, Avrupa emperyalizmine varacak şekilde, belirli bir dizili­
minin sonucudur. Bu önermenin bir sonucu olarak ben, bu gizli tarih
bir kez açıkça kabul edildikten sonra sözleşme kuramının olumlu bir
kullanıma sunulabileceğine inanıyorum; her ne kadar bu kitapta böy­
le bir program izlemesem bile. Pateman'ın olumsuz değerlendirme­
siyle çelişen bir feminist sözleşmecilik örneği için, bkz. Susan Moller
Okin, Justice, Gender, and the Family (New York: Basic Books, 1989).
Benim bu kitaptaki amacımsa, ırksal hakimiyetin içsel man­
tığıyla birlikte, bunun Batı ve başka yerlerdeki siyasal rejimleri
nasıl şekillendirdiğini anlamak için ideal-olmayan sözleşme fik­
rini retorik bir mecaz ve teorik bir yöntem olarak kabul etmek­
tir. İdeal "toplumsal sözleşme;' toplumsal dünyayı anlamak ve
değerlendirmek adına Batı siyaset teorisinin merkezi bir kavramı
olmuştur. Kavramlar ise kavrayış için elzemdir. Bilişsel bilimciler
kavramların sınıflandırmak, öğrenmek, hatırlamak, çıkarsamak,
açıklamak, problem çözmek, genellemek ve benzerlikler kurmak
için bizlere yardımcı olduğunu ifade ederler.16 Buna bağlı ola­
rak, uygun kavramların yokluğu da öğrenimi aksatabilir, hafıza­
yı karıştırabilir, çıkarsamaları engelleyebilir, açıklamayı tıkayıp
problemleri kalıcılaştırabilir. O halde önerdiğim şey, yani merke­
zi bir kavram olarak Irksal Sözleşme nosyonu, günümüz siyaset
kuramında hakim olan ırksız kavramlara kıyasla, içerisinde yaşa­
dığımız dünyanın gerçek karakteri ile onun normatif kuram ve
pratiklerinin bu karaktere tekabül eden tarihsel noksanlıklarını
daha iyi açığa çıkarabilecektir.17 "Irksal Sözleşme" hem gerçek­
lerin alternatif bir biçimde kavramsallaştırıldığı birincil düzey­
de, hem de ortodoks teorilerin bizzat kendilerinin eleştirel bir
analize tabi tutulduğu ikincil (dönüşümse!) düzeyde, ana akım
Batı siyaset teorisiyle bağlantı kurabilmemizi ve bu teoride ırk
kavramına yer verilmesini mümkün kılar. Sözleşmecilik, siyaset
felsefesi yapmanın, siyasal rejimlerin nasıl yaratıldığını kuram­
laştırmanın ve bunları daha adil kılmak için hangi değerlerin
reçetelerimize rehberlik etmesi gerektiğini anlamanın faydalı
bir yolu olarak düşünüldüğü ölçüde, özgün ve süregelen "sözleş­
menin" geçmişte ve bugün gerçekten ne olduğunu anlamamız,
ideal "sözleşmeyi" inşa ederken tüm bunlara dair düzeltme­
ler yapabilmemiz için besbelli elzemdir. Bundan dolayı, "Irksal

16 Örn. bkz. Paul Thagard, Conceptual Revolutions (Princeton: Prince­


ton University Press, 1992), sf. 22.
17 Bkz. Hampton, "Contract and Consent" ile "Contractarian Explanati­
on." Hampton'ın odağı her ne kadar liberal-demokratik devletse bile,
onun uzlaşımsal olarak oluşturulmuş normlar ve pratikleri kavram­
sallaştırmak için "sözleşmeyi" kullanma stratejisi, aralarındaki farkın
orada "halk" olarak nitelenenin artık beyaz nüfus olması olduğu, libe­
ral-demokratik olmayan ırksal devlete dair bir kavrayışa uyarlanmaya
da belli ki açıktır.
Sözleşme" beyaz sözleşme kuramcıları tarafından da coşkuyla
karşılanmalıdır.
Dolayısıyla, bu kitabın üç basit iddiaya yaslandığı düşünüle­
bilir: ı- ) Varoluşsal iddia -beyaz ırkın üstünlüğü hem yerel hem
de küresel ölçekte vardır ve yıllarca var olmayı sürdürmüştür; 2- )
Kavramsal iddia - beyaz ırkın üstünlüğünün kendisi bir siyasal
sistem olarak düşünülmelidir; 3 -) Yöntemsel iddia - bir siyasal
sistem olarak beyaz ırkın üstünlüğü, beyazlar arasında yapılan
bir "sözleşmeyi," yani Irksal Sözleşmeyi temel alan bir sistem
olarak açıklayıcı bir şekilde kuramsallaştırılabilir.
Öyleyse şimdi sizlere Irksal Sözleşme üzerine on tezi, üç bölü­
me dağılmış bir şekilde sunacağım.
ı. Genel Bakış

İlk olarak, Irksal Sözleşme'nin klasik ve güncel toplumsal söz­


leşmelerle farklılık ve benzerliklerini vurgulayan bir genel bakış­
la söze başlayacağım. Irksal Sözleşme; siyasal, ahlaki ve episte­
moloj iktir. Irksal Sözleşme, gerçektir. Ayrıca ekonomik açıdan
kimin neyi elde edeceğini belirlemesinden ötürü, Irksal Sözleş­
me bir sömürü sözleşmesidir.

Irksal Sözleşme siyasal, ahlaki ve epistemolojiktir

"Toplumsal Sözleşme" esasında bir bütünde toplanmış birçok


sözleşmeden oluşmaktadır. Çağdaş sözleşmeciler genellikle siya­
sal sözleşme ile ahlaki sözleşmeler dahilinde (ikincil) ayrımlar
kurmadan önce bu iki tür sözleşmeyi evvela birbirinden ayırır­
lar. Gelgelelim, ben ortodoks toplumsal sözleşmenin, ayrıca zım­
nen bir "epistemolojik" sözleşmeyi de önceden varsaydığını iddia
ediyorum. Irksal Sözleşme'yi açıklayabilmek için bu varsayımın
belirgin bir biçimde ortaya konması elzemdir.
Siyasal sözleşme, siyasal yönetimin kökenleri ve bizlerin bu
yönetime olan siyasal yükümlülüklerimize dair bir açıklama­
dır. Siyasal sözleşme dahilinde kimi zaman yapılagelen ikincil
ayrım ise toplum inşası için sözleşme ile devlet inşası için söz­
leşme arasında kurulmaktadır. Bu alt kategorilerden ilki, "doğal,"
toplum-öncesi bireylerin doğa durumundan koparılıp kolektif
bir bütünün üyeleri olarak yeniden inşa edilip oluşturulmaları­
na; ikincisi ise, bizlerin egemen bir yöneten varlığa karşı doğa
durumunda sahip olduğumuz haklar ile güçleri ya peşinen tes­
lim etmemiz ya da bir güven ilişkisi içerisinde bir temsilciye dev­
retmemize ilişkindir.' Diğer yandan ahlaki sözleşmeyse, toplum
için oluşturulan ve vatandaşların kendi davranışlarını buna göre
düzenlemeleri gereken ahlak yasasının temelini teşkil etmekte­
dir. Buradaki ikincil ayrım da ahlak sözleşmesiyle doğa-duru-

Otto Gierke bunları sırasıyla Gesellschaftsvertrag ve Herrschaftsvert­


rag olarak adlandırmıştır. Bir tartışma için, örn. bkz. Barker, Introdu­
ction, Social Con tract ve Lessnoff, Social Con tract, 3. ksm.

33�
mu-ahlakı arasındaki ilişkiye dair (ileride değinilecek) iki farklı
yorumlamadan geçer. Klasik sözleşmecilerin öne sürdüğü naif
toplumsal köken hikayelerinin uzun zaman önce modern antro­
poloji tarafından kapsanarak aşılmış olmasından ötürü, sözleş­
menin modern versiyonlarında, elbette bilhassa Rawls'unkinde,
siyasal sözleşme mefhumu büyük ölçüde ortadan kaybolur. Bun­
dan dolayı da odak noktamız artık neredeyse tamamen ahlak söz­
leşmesidir. Tabii bu durum, doğa durumu terkedilirken meydana
gelmiş hakiki bir tarihsel olay gibi kavranmamaktadır. Bilakis,
doğa durumu yalnızca, Rawls'un "özgün konum" olarak adlandır­
dığı kavramın içerisinde, zayıflatılmış biçimde varlığını sürdür­
mektedir. Bununla ilişkili olarak nitelenen "sözleşme" kavramı
ise, vatandaşların ahlaki psikolojisini, hak ve hukuk anlayışlarını,
öz-saygı kavramlarını vs. şekillendiren haklar, görevler ve özgür­
lükler programını barındıran adil bir "temel yapının" ne olduğu­
nun ortaya koyulabilmesi için yapılan, bütünüyle varsayımsal bir
alıştırmadır (bir düşünce deneyi).2
O halde Irksal Sözleşme -ve Irksal Sözleşme'nin mesafeli ve
eleştirel bir incelemesi olan, bir kuram olarak "Irksal Sözleş­
me" - hem sosyopolitik hem de ahlaki oluşu bakımından lda­
sik modeli takip etmektedir. Toplumun nasıl yaratıldığını veya
önemli bir biçimde dönüştürüldüğünü, o toplumdaki bireylerin
nasıl yeniden oluşturulduğunu, devletin nasıl tesis edildiğini ve
nasıl belirli bir ahlak yasası ile kesin bir ahlak psikolojisine hayat
verildiğini açıklamaktadır. (Öncesinde altını çizdiğim gibi, "Irk­
sal Sözleşme;' olagelen şeylerin içerisinde bulundukları durumu
ve nasıl böyle olageldiklerini açıklamayı amaçlarken [betimleyi­
ci] , aynı zamanda nasıl olmaları gerektiğini [normatif] de açık­
lamayı hedefler. Çünkü sahiden de beyaz siyaset felsefesine karşı
öne sürdüğü itirazlardan biri tam da bu felsefenin temel siyasal
gerçeklikleri göz ardı ederek boş işlerle meşgul olan öteki-dün­
yadanlığıdır. ) Ancak, ileride göreceğimiz gibi, Irksal Sözleşme
imzacı tarafların bağlı kalmakla mükellef olduğu bilişsel norm­
ları buyurmasından ötürü aynı zamanda epistemolojik bir nite­
liğe sahiptir. Öyleyse, şöyle bir ön nitelendirme ileri sürülebilir:

2 Rawls, Theory of Justice, ı. ksm.

34
Irksal Sözleşme, insanların sözleşmece tanımlanan iki alt
kümesinin üyeleri arasındaki birtakım resmi veya gayri resmi
anlaşmalar ya da üst-anlaşmalar (sözleşmeler hakkında olan ve
bunların geçerlilik sınırlarını belirleyen daha üst-düzey sözleş­
meler) dizisidir. Bu alt kümelerin biri (değişen) "ırksal" (soytürel
[ 'phenotypicaf1 / soybilimsel [ 'geneaologicaf1 / kültürel) kriterler
Kı, Iü, K3 vs. ile "beyaz," olarak tanımlanmış ve tam şahıslar sını­
fıyla eş-uzamsal (toplumsal cinsiyet farklılıklarını da göz önü­
ne alarak) olarak addedilmiştir ki, geriye kalan insan altkümesi
de "beyaz-olmayan" olarak ve daha farklı, ast bir ahlaki statüde,
alt-kişiler olarak kategorilendirilebilsin. Bu kategorilendirmenin
iki amacından söz edilebilir. İlki beyaz-olmayanların, beyazların
ya ikamet ettikleri ya tesis ettikleri ya da onlarla yabancılar ola­
rak alışverişte oldukları beyaz veya beyaz-yönetimindeki siyasal
rej imlerde ast bir sivil mevkide olmalarıdır. İkincisiyse beyazların
birbirleri ile ilişkilerinde normalde onların davranışlarını düzen­
leyen ahlaki ve hukuki kuralların ya beyaz-olmayanlarla olan iliş­
kilerinde hiçbir biçimde geçerli sayılmaması, ya da sadece kısıtlı
bir biçimde uygulanması (kısmen, değişen tarihsel koşullar ve
hangi beyaz-olmayan türün söz konusu olduğuna bağlı olarak)
içindir. Ne var ki, her halükarda Sözleşme'nin genel maksadı her
daim, bir grup olarak beyaz-olmayanlara göre beyazların bir grup
olarak farklılık gösteren bir biçimde ayrıcalıklandırılmasıdır. Bu
da beyaz-olmayanların bedenleri, toprakları ile kaynaklarının
sömürülmesi ve onların eşit sosyoekonomik fırsatlardan men
edilmesi anlamına gelir. Tüm beyazlar Sözleşme'nin fayda lanıcı­
larıdır, her ne kadar kimi beyazlar onun imzacıları olmasalar da.3
3 Ben genel olarak "beyazlar" üzerine konuşurken, beyaz topluluk dahi-
lindeki toplumsal cinsiyet veya sınıfsal temelli hakimiyet ve astlaştır­
ma ilişkilerinin varlığını tabii ki yadsımıyorum. Toplumsal baskının
yegane aksının da ırk olduğunu ileri sürmüyor, ama odaklanmak iste­
diğim esas şeyin ırk olduğunu söylüyorum. Yani, birleştirici bir ırk,
sınıf ve toplumsal cinsiyet temelli ezilme kuramı şahsındaki efsanevi
varlığın yokluğunda, bu noktaların her birini tek tek nitelemek sti­
listik açıdan elverişsiz olacağından, burada genelleştirmeler yapmak
durumunda kalındığı kanaatindeyim. O halde bu meseleler, sanki
sadece okundu gibi alınmalıdırlar. Bununla beraber, çizdiğim genel
resmin yaklaşık olarak isabetli olduğunu; başka bir deyişle, beyaz­
ların beyaz ırkın üstünlüğünden genel olarak faydalandıklarını (her
ne kadar toplumsal cinsiyet ve sınıf temelli farklılaştırmanın varlığı,
Hal böyle olunca, Irksal Sözleşme'nin, insanların beyaz-olma­
yan alt kümesinin gerçekten de rıza göstererek taraf olabileceği
türde bir sözleşme olmadığı aşikar olacaktır (yine koşullara bağlı
olarak, her ne kadar vaziyet böyleymiş gibi yapmak bazen akıllıca
olsa da) . Açıkçası söz konusu olan, beyaz olarak kategorilendiri­
len kişilerin beyaz-olmayanlar üzerine yaptıkları bir sözleşmedir.
Böylelikle de beyaz-olmayanlar, sözleşmenin öznesi değil, nes­
nesi haline getirilmişlerdir.
Bu nedenle klasik toplumsal, siyasal, ahlaki ve epistemolo-

elbette onların kendi içlerinde eşit bir biçimde faydalanmadıkları


anlamına geliyorsa bile) ve tarihsel olarak beyaz ırksal dayanışmanın,
sınıf ve toplumsal cinsiyet bazlı dayanışmaya baskın geldiğin i vurgu­
lamak istiyorum. Kadınlar, ast sınıflar ve beyaz-olmayanlar yaygın ve
ortak bir biçimde ezilebilirler, ne var ki bu ortak bir ezilme değildir:
yapılanması öyle farklıdır ki bu gruplar arasında herhangi bir ortak
cephe oluşumuna yol açmamıştır. Ne beyaz kadınlar ne de beyaz işçi­
ler bir grup olarak (yani, ilkeli bireylerden bahsetmiyorum) tarihsel
bağlamda beyaz-olmayanlarla birlikte sömürgeciliğe, beyaz yerle­
şimciliği, kölelik, emperyalizm, Jim Crow ve Apartheid'a karşı ortak
davada birleşmişlerdir. Hepimiz çoklu kimliklere sahibiz ve çoğumuz,
bununla ilgili olarak, farklı hakimiyet sistemlerinden ötürü hem imti­
yazlı hem de dezavantajlı bir konumdayız. Ancak beyaz ırksal kimlik
tüm diğerlerine genel anlamda galebe çalmıştır; beyazların toplumsal
dünyalarıyla bağlılıklarını, yaşam-dünyalarını genel ölçüde belirleyen
(toplumsal cinsiyet-üstü, sınıf-üstü) ırktır - gerek sömürgeleştiren
anavatanın vatandaşları olarak gerekse yerleşimciler, köle olmayanlar
ya da "renk bariyeri" ve "renk çizgisinin" faydalanıcıları olarak. Karşı­
laştırılabilir, kendiliğinden billurlaştırıcı herhangi bir ırk-üstü "işçi­
ler" veya "kadınlar" dünyası var olmamıştır: Beyazların, genellikle
etrafında saflarını sıklaştırdığı kimlik ırktır. Ne var ki, beyaz kadının
kişiliğinin, beyaz erkekle uygun ilişkiye sahip olmasına bağlı olmasın­
dan ötürü (kız çocuğu, kız kardeş, eş) esasen sanal bir nitelikte oldu­
ğu, beyaz nüfus bünyesindeki bu kabul edilmiş toplumsal cinsiyet
temelli ayrıcalıklandırmanın semantik bir işareti olarak, cinsiyet ayrı­
mı gözeten "insanoğlu [men ] " ifadesini bazen, bir ödün olarak kasten
kullanacağım. Kimliğin bu sorunlu kesişimleri üzerine yakın tarihli
kaynaklar için, örn. bkz. Ruth Frankenberg, White Women, Race Mat­
ters: The Social Construction of Whiteness (Minneapolis: University
of Minnesota Press, 1993) ; Nupur Chaudhuri ve Margaret Strobel, ed. ,
Western Women a n d Imperialism: Complicity a n d Resistance (Bloo­
mington: Indiana University Press, ı992 ) ; David Roediger, The Wages
of Wh iteness: Race and the Making of the American Working Class
(Londra: Verso, 1991).
jik sözleşmenin mantığı, bu duruma denk düşen ve gereğince
anahtar kavram ve ilkelerinde değişimleri de içeren bir kırılmaya
uğrayacaktır.
Siyasal bakımdan toplum ve yönetimin kurulmasını sağlaya­
cak olan sözleşme, bu doğrultuda soyut ve ırksız "insanoğlunu"4
doğa durumunun sakinleri olmaktan çıkarıp, tarafsız bir devlete
siyaseten mecbur edilmiş sosyal yaratıklara dönüştürerek ırksal
bir siyasal rejimin kuruluş zemini olur. Gerek beyaz yerleşimci
devletlerde (önceden var olan nüfusların seyrek olduğu veya sey­
rekleştirilebileceği yerlerde), gerek de var olan toplumlar üzerin­
de bir beyaz varlığı ile koloni hükmünün tesis edildiği (bir neb­
ze daha kalabalık nüfuslu ya da sakinlerinin seyrekleştirilmeye
karşı daha dirençli olduğu toplumlarda) , yani "misafir koloniler"
[ 'sojourner1 olarak adlandırılagelen yerlerde olsun, bu böyledir.
Ayrıca, bu yeni siyasal rejimlerle ilişkisinden ötürü, onları kolo­
nileştiren anavatan da kendi vatandaşları başkalaşabilsin diye
değişikliklere uğrar.
Toplumsal sözleşmedeki en önemli insan başkalaşımı "doğal"
insandan "sivil / siyasal" insana, yani doğa durumu sakininden
yaratılmış toplumun vatandaşına olan dönüşümdür. Bu dönü­
şüm, kuramcısına bağlı olarak daha az veya çok aşırı olabilir.
Rousseau için bu dönüşüm, iştah ve içgüdüye tabi hayvansı
yaratıkların, adaletle ve kendi tayin ettikleri yasalarla bağlanmış
vatandaşlar haline geldiği çarpıcı bir dönüşümdür. Hobbes için­
se bu, esasen kendi çıkarlarını gözeten insanların öz-çıkarlarını
kendi iyilikleri için sınırlamayı öğrendikleri birazcık daha tasa­
sız bir hadisedir.5 Ne var ki her durumda, özgün "doğa durumu"
4 [Türkçenin cinsiyetsiz bir dil oluşu, cinsiyetli zamirler barındıran veya
gramatik cinsiyetli başka dillerdeki ifadelerin taşıdığı toplumsal cin­
siyet temelli imaları aktarmayı güçleştirebiliyor. Yazarın da bir önceki
dipnotta açıkladığı tercihe paralel olarak, cinsiyet ayrımı gözeten veya
toplumsal cinsiyet iması barındıran ifadeler için taşıdıkları bu imaları
el verdiğince görünür kılan karşılıklar kitap boyunca bilinçli olarak
tercih edilmiştir. Burada da, sözümona ayrım gözetmeyen bir genel
kategori olan "insanlar" kümesini imleyen "men" ifadesi, yazarın açık­
lamalarıyla bir bütünlük içerisinde "beyaz ve erkek" insanlar olarak
düşünülmelidir. Dolayısıyla da bu ifade "insanoğlu" olarak karşılan­
mıştır. Ç.N.]
-

5 Rousseau, Social Contract; Hobbes, Leviathan.


ahlak yasasının temelini, yani tüm insanoğlunun halini sözümo­
na açıklamaktadır ve toplumsal başkalaşım da güya herkesi aynı
şekilde etkilemektedir.
Buna karşın Irksal Sözleşme'deki en can alıcı başkalaşım ise
bir öncül kavramsal ayrıştırma ve buna tekabül eden şekilde
insan nüfuslarının "beyazlar" ile "beyaz-olmayanlar" hallerine
dönüşümüdür. Bu nedenle burada "doğa durumunun" oynadı­
ğı rol köklü bir biçimde farklılaşmaktadır. Bunun Beyaz yerle­
şimci devletteki rolü esasen (aslında beyaz insanoğlu anlamına
gelen) "tüm" insanoğlunun (geçici) siyasal-öncesi durumunun
sınırlarını işaretlemek değil, bilakis, beyaz-olmayan insanoğlu­
nun daimi siyasal-öncesi durumunu veya ("-öncesi" tamlananı
er geç gerçekleşecek bir içsel hareketi ima ettiği için) belki de
daha iyi bir ifadeyle, onların gayri-siyasal durumunu imlemek­
tir. Dolayısıyla burada, toplumun tesis edilmesi, halihazırda var
olmuş bir toplumun reddi anlamına gelmektedir; toplumun
yaratılması, bu suretle halihazırda sosyopolitik bir varlık ola­
rak konumlanmış Beyaz adamın müdahalesini gerektirmekte­
dir. Toplumun, (tanımsal olarak) halihazırda parçası olan beyaz
adamlar yaban, cengel ve çorak arazilerle nitelendirilmiş bir
doğa durumunun "yabani" sakinleri olan ve toplumun parçası
olmayan beyaz-olmayanlarla karşılaşırlar. Bu beyaz adamlar ya
onların varlığını inkar ederler, ya onları ya ast vatandaşlar olarak
topluma kısmen taşırlar, ya ayrılmış alanlarda (rezervasyonlar)
dışlarlar, ya da imha ederler. Sömürgecilik sürecinde bu durum,
önceden var oldukları kabul edilegelen ama (şu veya bu nedenle)
eksik (gerilemiş, durgunlaşmış, yozlaşmış) addedilen toplumla­
rın yönetiminin devralınmasına yol açar. Sömürgeler; çocuksu,
öz-yönetim ve kendi meselelerini çözmek bakımından yetersiz
sayılan ve böylelikle de gereğince devletin vasiliği altına alınan
o beyaz-olmayan yerlilerin "menfaati" için yönetilir. Burada yer­
liler, doğa durumlarının biraz daha da ilerlemiş (tabii elbette,
Avrupalılar'ın -şayet en başında eğer böyle bir şey var olmuşsa­
doğa durumu gibi geçmişin uzak ve kayıp bir köşesinde olma­
sa da) addedilmesinden ötürü, "yabanilerden" ziyade genellikle
"barbarlar" olarak nitelendirilirler. Fakat kriz anlarında bu ikisi,
yani barbar ile yabani, arasındaki kavramsal mesafe ya azalır ya
da yok olur. Çünkü beyaz-olmayan nüfus dahilindeki bu teknik
ayrım, beyazlar ile beyaz-olmayanlar arasındaki merkezi ayrıma
kıyasla ziyadesiyle daha az önemdedir.
Öyleyse her ne kadar farklı yollarla da olsa, Irksal Sözleşme
her iki durumda da beyazlar ile beyaz-olmayanların statüleri­
nin açıkça birbirlerinden kah yasa, kah görenekle ayrıldığı ırksal
bir siyasal rejim, ırksal bir devlet ve ırksal bir hukuk sistemini
tesis etmektedir. Ayrıca klasik sözleşmeciliğin tarafsız devleti­
nin aksine, bu devletin gayesi, diğerlerinin yanında, beyaz tam
vatandaşların ayrıcalıkları ile avantajlarını güvence altına alıp,
beyaz-olmayanların ikincil konuma itilmesini idame ettirerek,
bilhassa bu ırksal düzeni sürdürmek ve yeniden üretmektir. Buna
bağlı olarak, beyaz vatandaşlardan beklenen "rıza" kısmen, bariz
veya örtük bir biçimde, ırksal düzene, beyaz ırkın üstünlüğüne
veya Beyazlık olarak adlandırılabilecek olana gösterilmiş bir rıza
olarak anlaşılmalıdır. Soytürel/soybilimsel/kültürel bakımdan
beyaz olarak kategorilendirilmiş olanlar, Beyazlığın medeni veya
siyasal sorumluluklarına uygun yaşamayı başaramadıkları ölçü­
de birer vatandaş olarak vazifelerini ihmal etmektedirler. O hal­
de, başlangıcından beri ırk kavramı hiçbir bakımdan "sonradan
akla gelen" bir fikir veya görünürde ırksız olan Batı ideallerinden
bir "sapma" olmamış, bilakis o ideallerin bileşenlerini şekillendi­
ren merkezi bir öğe olmuştur.
Toplumsal sözleşme geleneğinde, ahlaki sözleşme ile siyasi
sözleşme arasında iki olası ana ilişki biçimi bulunur. İlk görü­
şe göre ahlaki sözleşme, önceden var olan nesnelci ahlakiliği
(teolojik veya seküler) temsil eder ve dolayısıyla siyasi sözleşme­
nin şartlarını sınırlandırır. Bu görüş, Locke ve Kant'ta bulunan
görüştür. Başka bir deyişle ifade edersek; nesnel bir ahlak yasası,
ortada bu yasayı uygulatacak polis veya hakimlerin yokluğunda
bile, bizzat doğa durumunun kendisinde bulunmaktadır. Dola­
yısıyla herhangi bir kurulu toplum, yönetim veya hukuk sistemi
de bu ahlak yasasına dayanmalıdır. İkinci görüşe göreyse, siyasi
sözleşme ahlakiliği görenekçi bir kurallar bütünü olarak yaratır.
Bu durumda, bir ahlak yasasının bir diğerine göre üstünlüğüne
hükmetmek veya bir toplumun yerleşik ahlakiliğini adaletsizlik-

39 '
le itham etmek için ortada herhangi bir bağımsız, nesnel ahla­
ki kriter bulunmamaktadır. Yaygın olarak Hobbes'a atfedilen bu
kavrayışta ahlakilik, rasyonel arayışı hızlandırmak ve gözettiği­
miz kendi çıkarlarımızı, aynı şeyi yapmakta olan diğer insanlar­
la çatışmadan eşgüdümlemek için olan bir kurallar kümesinden
ibarettir. 6
Irksal Sözleşme sözü edilen her iki versiyonu da bünyesinde
barındırabilir. Ancak sözleşme geleneğinin ana akımını bunun
ikinci versiyonundan ziyade (Hobbes üzerinden tarif edilen söz­
leşme) ilk anlatılan versiyonu ( Locke ve Kant üzerinden tarif
edilen sözleşme) temsil ettiği için, ben de bu biçime odaklana­
cağım.7 Burada, iyi siyasal oluşum, önceden var olan bir ahlaki
temele dayalı olarak ele alınır. Belli ki bu, Hobbes'un görüşüne
göre çok daha cazip bir siyasal sistem kavrayışıdır. Hepimizin,
kendi siyasal etkinliğimizde peşinde olmamız gereken nesnel
anlamda adil bir polis (şehir devleti) ideali Batı geleneğinde ta
Platon'a kadar gitmektedir. Sözleşmecilik üzerindeki nüfuzu
modern dönemin ortalarına değin ziyadesiyle sürmüş olan Orta
Çağ Hristiyan dünya görüşündeyse, bizleri bu idealin peşinde
koşmaya ahlaki olarak yönlendireceği farz edilen, evrenin yapısı­
na içkin bir "doğa yasası" bulunmaktadır8 (sözleşmeciliğin daha

6 İki versiyona dair bir tartışma için, bkz. Kymlicka, "The Social Contra­
ct Tradition."
7 Hobbes'un Leviathan sf. ıoo'deki, "ADALETSİZLİK, Aktin İcra Edil­
memesinden başka bir şey değildir", yargısı standart olarak, bir ahla­
ki uzlaşımcılık ifadesi olarak değerlendirilmiştir. Hobbes'un eşitlik­
çi toplumsal ahlak sistemi, insanların ahlaki eşitliğine değil, doğa
durumunda fiziksel güç ile zihinsel kudret arasında bulunan bir kaba
denklik olgusuna dayanmaktadır fo. Bölüm). O halde bu çerçevede
Irksal Sözleşme, yayılmacı Avrupa ile dünyanın kalanı arasında güç
açısından sistematik bir dengesizliğin doğal sonucu olacaktır - birey­
sel kuvvettense silah bakımından. Bu ifadenin, Hilaire Belloc'un meş­
hur kısa şarkısında hünerle özetlendiği söylenebilir: "Ne olursa olsun,
biz sahibiz / Maksim Tüfeği'ne, ve onlar değil." Hilaire Belloc, "The
Modern Traveller," John Ellis, The Social Histo ry of the Mach ine Gun
(1975; y. bs. Baltimore: Johns Hopkins Paperbacks, 1986) sf. 94 içinden
alıntı. Ya da daha erken bir aşamada, Amerikalar'ın fethinde görüldü­
ğ_ü gibi, misket tüfeğiyle çelik kılıç arasında.
8 Orn. bkz. A. P. d'Entreves, Natura/ Law: An Introduction to Legal Phi­
losophy, 2. gözd. geçm. bs. (1951; y. bs. Londra: Hutchinson, 1970).
ileri tarihli, seküler versiyonlarındaki düşünceyse basitçe, insan­
ların, insan varlığı olarak doğaları nedeniyle, haklar ve yüküm­
lülüklere doğa durumunda bile sahip olmalarıdır) . Öyleyse doğa
durumunda çalmak, tecavüz etmek veya öldürmek, bunları yap­
manın yanlış olduğunu söyleyen yazılı insan yasaları bulunmasa
bile, yanlış olacaktır. Bu ahlaki ilkeler, siyasal rejim kurulduğun­
da yapılan insan yasalarını ve atanan medeni hakları sınırlama­
lıdır. O halde bir bakıma, algılanış şekli zaman zaman öz-çıkar­
larca bozulabilecek, ilahi olarak aşılanmış bir ahlaki sağduyu
veya vicdana bel bağlamak durumunda kalmayalım diye, siyasi
sözleşme halihazırda var olan bir ahlakiliği yazıya geçirip detay­
landırarak, sistematik olarak düzenlemektedir. Toplumda neyin
doğru ile yanlış olduğu, neyin adil olup olmadığı böylelikle, doğa
durumunda neyin doğru ile yanlış olduğu, neyin adil olup olma­
dığı ile büyük ölçüde belirlenecektir.
Açıkça görülüyor ki, bu nesnel ahlaki temelin karakterinin
tam da ne olduğu meselesi bu sebeple can alıcıdır. Sözleşme gele­
neğinin ana akımı için bu karakter doğa durumunda tüm insa­
noğlunun özgürlüğü ve eşitliğidir. Locke'un İkinci İncelemesi'nde
ifade ettiği gibi, "Siyasal Erki doğru anlayabilmek ve onu Özgün
halinden türetebilmek için, İnsanoğlunun tamamının doğal ola­
rak hangi Durum içerisinde bulunduğunu gözetmek zorundayız,
yani, Eylemlerini düzenleyebilmeleri için gereken mükemmel bir
Özgürlük Durumunu ... Bir de, bünyesinde tüm İktidar ile Yar­
gının işteş ve karşılıklı olduğu, kimsenin bir diğerinden fazlası­
nı elde etmediği bir Eşitlik Durumunu."9 Kant içinse bu, benzer
olarak, bizlerin eşit ahlaki bireyliğidir.10 Sözleşmecilik (sözüm
ona) ahlaki eşitlikçiliğe, yani tüm insanoğlunun ahlaki eşitliğine,
tüm insanların çıkarlarının eşit derecede önem taşıdığı ve tüm
insanların eşit haklara sahip olması gerektiği düşüncesine bağlı­
dır. Dolayısıyla, Sözleşmecilik aynı zamanda eski feodal düzenin
gelenekçi hiyerarşik ideolojisine, yani doğuştan verili statü ile
doğal tabiiyet ideolojisine karşı ilkeli ve temelden bir karşı çıkışa
da kendini adar. Amerikan ve Fransız devrimlerinde, Bağımsızlık
Bildirgesi'nde ve İnsan Hakları Bildirgesi'nde yankılanmış olan,

9 Locke, Second Treatise of Two Treatises of Government, sf. 2 6 9 .


ıo Kant, Metapyhsics of Morals, sf. 2 3 0 - 3 2 .
işte bu eşitlik dilidir. Ve sivil toplumda haklar ile özgürlüklerin
bölüşümünde sürdürülmesi gereken de işte bu ahlaki eşitlikçi­
liktir. Modern bir Batı toplumunda halk kendi hak ve özgürlükle­
rinde direttiğinde ve eşit muamele görmeyişine yönelik öfkesini
ifade ettiğinde esasında başvurulan fikirler, farkında olunsa da
olunmasa da, işte bu klasik fikirlerdir.
Ancak, ileride detaylıca göreceğimiz üzere, Irksal Sözleş­
me'nin renk-kodlu ahlakı, bu doğal özgürlük ve eşitliğin mülki­
yetini beyaz erkeklerle sınırlar. Doğa yasasının yükümlülüklerini
tanımıyor olmalarından ya da en iyi ihtimalle yetersizce, miyopça
tanıyor olmalarından ötürü, beyaz-olmayanlar uygun bir biçim­
de ahlak merdiveninin (yani Büyük Varoluş Zinciri'nin)" daha
alçak bir basamağına düşürülmüşlerdir.12 Onlar özgür-değil ve
eşit-değil /özgürlüksüz ve eşitsizlikle doğmuş olarak belirlen­
mişlerdir. Böylelikle de bölümlenmiş bir toplumsal ontoloji, kişi­
ler ve ırksal ast-kişiler [ 'Un termenschen 1 , yani bir şekilde siyah,
kızıl, kahverengi, sarı olabilen -köleler, asıl yerliler, sömürge
nüfusları- ama uygun düşen haliyle kitlesel olarak "tabi ırklar"
olarak bilinenler arasında bölünmüş bir evren yaratılmıştır. Ki
bu ast-kişiler -zenciler, Kızılderililer, çan-çin-çonlar, kahverengi
insansı yaratıklar, saçı yağlılar, kara derililer, kara kafirler, amele­
ler, yamyamlar, çekikler, pis kokan Filipinliler, taşralılar- kendi­
leri için beyaz kişilerin aşağısında kurulan normatif haklar çatı­
sını asla delip geçememeye biyolojik olarak yazgılanmışlardır.
Öyleyse, açıkça itiraf edilmiş olsun olmasın, Batı ahlaki ve siyasal
düşüncesinin gelişiminde öne sürülmüş olan büyük etik kuram­
larının kapsamının kısıtlı oluşu -yani yalnızca kişi addedilenler,
beyazlar, için sınırlandırılmalarının savunucularınca açıkça veya
zımnen hedeflenmiş oluşu- bundan böyle kanıksanagelmiştir.
Irksal Sözleşme'nin şartları, bir bütün olarak, beyaz bir ahlakın
parametrelerini belirlemiştir. Öyle ki, rekabet halindeki Lockeçu
ve Kantçı görüşlerdeki sözleşmeci doğal haklar ile yükümlülük­
ler kuramları da, on dokuzuncu yüzyıl faydacılığı gibi daha geç
ıı [Büyük Varoluş Zinciri: Antik Yunan felsefesinden bugüne gelen ama
özellikle orta çağ Hristiyan anlayışında ifadesini bulan, tüm varlıkları
önemlerine göre hiyerarşik şekilde sıralayan bir yapı tasavvuru. -Ç.N.]
12 Bkz. Aithur O. Lovejoy, The Great Chain of Being: A Study of the His­
tory of an idea (Cambridge: Harvard University Press, 1948) .

42
dönemdeki sözleşme karşıtı kuramlar da bu beyaz ahlakın şart­
larıyla sınırlandırılmışlardır.
Son olarak Irksal Sözleşme, dünyanın ahlaki ve olgusal bilgisi
olarak sayılacak şeyin ne olduğunu belirlemekte kendi norm ve
prosedürlerini, yani kendine has bir ahlaki ve deneysel episte­
molojiyi gerektirir. Sözleşmeciliğe dair standart tanımlamalarda
"epistemolojik" bir sözleşmenin varlığından bahsetmek pek de
alışılageldik olmasa da, aslında sözleşmeciligin varsaydığı, doğa
yasası formunda bir epistemoloji kesinlikle vardır. Bu da bizle­
re bir ahlaki pusula sağlar: Gerek Locke'un geleneksel versiyo­
nunda -nesnel doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilelim diye
Tanrı tarafından bizlere aşılanan aklın ışığı- olsun, gerekse Hob­
bes'un revizyonist versiyonunda olsun - nesnel olarak en sağ­
duyulu eylem planı ve başkalarıyla şahsi menfaate dayalı bir iş
birliği yapabilmemiz için bunun bizlerden gerektirdiklerini sap­
tayabilmemiz yeteneği. O halde, gerçekliği olgusal ve değerle­
mesel veçhelerinde, yani şeylerin nesnel olarak oldukları hali ve
onlara dair nesnel iyi ile kötünün ne olduğunu, doğal yetilerimiz
vasıtasıyla bilebilmekteyiz. Nitekim ben bunu bilişsel normlara
dair bir idealleştirilmiş fikir birliği ve bu açıdan bir anlaşma veya
bir çeşit "sözleşme" olarak düşünebileceğimizi ileri sürüyorum.
Ortada neyin doğru veya dünyanın nesnel bir yorumlaması ola­
rak sayıldığına dair bir anlayış bulunmaktadır. Bu görüşe katı­
lanlara da bir nevi resmi epistemik topluluk olan siyasal rejimde,
tam bir bilişsel konum ("sözleşmese! olarak") bahşedilmektedir.'3
Ne var ki bu mesele Irksal Sözleşme için kaçınılmaz olarak
daha karmaşıktır. Irksal siyasal rej imde resmen onaylanmış olan
gerçeklik, hakiki gerçeklikten sapmış olduğu için burada "nes­
nel" bilişin gereklilikleri, olgusal ve ahlaki olan, bir bakıma daha
çetrefillidir. Dolayısıyla denebilir ki, aslında burada dünyayı yan­
lış yorumlamak için yapılan bir anlaşma söz konusudur. Kişi
burada dünyayı hatalı bir şekilde görmeyi öğrenmelidir; ancak,
bu hatalı algılar kümesinin gerek dini gerekse seküler olan beyaz
epistemik otoritece geçerli kılınacağı güvencesiyle birlikte.
13 "Epistemolojik topluluklar" kavramı için, bkz. yakın dönem feminist
kuramı - örn. Unda Alcoff ve Elizabeth Potter, ed., Feminist Episte­
mologies (New York: Routledge, 1993).

43 :
Böylelikle, fiilen, ırkla ilgili meselelerde Irksal Sözleşme
nihayetinde beyazların bizzat kendilerinin yarattıkları o dünyayı
genel anlamda kavrayamamaları şeklindeki ironik sonucu üre­
ten tersyüz edilmiş bir epistemoloj iyi, bir cehalet epistemolojisi­
ni, yani hem yerel hem de küresel ölçekli bilişsel bozukluklarla
bezenmiş (ama psikolojik ve sosyal açıdan işlevsel olan) o örün­
tüyü buyurmaktadır. "Beyaz" olarak inşa edilmenin ne anlama
geldiği (sosyopolitik sözleşmenin metamorfozu) , Beyazlığı elde
etmek, başarılı bir biçimde bir beyaz kişi olabilmek için gere­
ken, (bu aslında akla, başarılı bir geçiş töreninin sertifikalar­
la taçlandırıldığı bir ayini getiriyor: Tebrikler, siz artık resmen
bir beyaz kişisiniz !) esasında, bir bakıma, öz-saydamlık ve top­
lumsal gerçekliklerin sahici bir kavrayışını olanaksızlaştıran bir
bilişsel modeldir. Öyleyse, beyaz imzacılar büyük oranda yara­
tılmış, yanıltıcı bir dünyada, bir ırksal fantezi diyarında, ya da
şayet William Gibson'ın meşhur siber uzam nitelendirmesine
başvurursak (her ne kadar bizimki gerçek uzamda yer alıyorsa
bile), "razı gelinmiş bir halüsinasyonda" yaşayacaklardır.'4 Orada
beyaz mitler, icat edilmiş Şarklar, icat edilmiş Afrikalar ve icat
edilmiş Amerikalar olacaktır. Bu icat edilmiş diyarlara uygun
düşecek şekilde uydurulmuş bir nüfusla, asla var olmamış ülke­
leriyle, o şekilde asla var olmamış ama gezginlerin masallarında,
halk mitlerinde, popüler sanatta ve yüksek sanat kurgularında,
sömürge raporlarında, akademik kuramlarda, ya da Hollywood
sinemasında vücut bulan; yani beyaz hayal dünyasında yaşayan
insanlarca -Calibanlar ve Tontolarca, Cumalar ve Sambolarca­
ikamet edilen bir halisünasyondur bu ve gerçek yaşamdaki endi­
şe dolu emsallerine kararlı bir biçimde dayatılır.'s O halde genel

14 Bir Amerikan Yerlisi olan Ward Churchill "efendi ırkın fantezilerin­


den" alaycı bir biçimde bahsetmektedir. Ward Churchill, Fantasies of
the Master Race: Literature, Cinema, and the Colonization ofAmeri­
can Indians, ed. M. Annette Jaimes (Monroe, Maine: Common Coura­
ge Press, 1992); William Gibson, Neuromancer (New York: Ace Science
Fiction Books, 1984).
15 Robert Young, White Mythologies: Writing History and the West
(Londra: Routledge 1990); Edward W. Said, Orientalism (ı978; y. bs.
New Yor!<: Vintage Books, 1979) ; V Y. Mudimbe, The Invention of
Africa: Gnosis, Ph ilosophy, and the Order of Knowledge (Blooming­
ton : Indiana University Press, 1988) ; Enrique Dussel, The Inven tion of
bir kural olarak denebilir ki; ırka ilişkin meselelerde beyazların
yan lış anlayışı, yanlış temsili, kaçın maları ve kendilerini kandır­
maları, geçtiğimiz birkaç yüzyılın dört bir yana en nüfuz etmiş
zihinsel fenomenlerindendir - bilhassa da sömürgeleştirme ve
köleleştirme için psişik olarak ihtiyaç duyulan bir bilişsel ve ahla­
ki sistem fenomeni olarak. Nitekim bu fenomenler hiçbir şekil­
de tesadüfi değildir; bilakis beyaz siyasal rejimin kurulabilmesi
ve idame ettirilebilmesi için belirli bir yapılandırılmış körlük ve
anlaşılmazlık düzenini gerektiren Irksal Sözleşme'nin şartlarınca
buyurulm uşlardır.

Irksal Sözleşme tarihsel bir gerçektir

Toplumsal sözleşmenin modern versiyonu, toplum ile devle­


tin tarihsel kökenlerini açıklayabileceğine dair iddialarını uzun
bir süre önce terk etmiştir. Klasik sözleşmeciler hem betimsel
hem de kural koyucu bir proje ile uğraşırlarken, Rawls'dan esin­
lenmiş modern sözleşme salt kural koyucu bir düşünce deneyi­
dir. Öyle ki, Pateman'ın "Cinsel Sözleşme"si bile, her ne kadar
odağı ideal değil de gerçek olan olsa da, esasında erkeklerin İ.Ö.
4004 yılında Mezopotamya düzlüklerinde neler yapmayı planla­
dıklarına dair harfi bir açıklama olarak düşünülmemiştir. Şayet
Frederick Engels'in bir zamanlar "kadın cinsinin tarihsel yen ilgi­
si'\6 olarak adlandırdığı şeyi açıklayabilen artık her neyse -ya ken­
disinin kavramsallaştırdığı gibi bir iktisadi artığın gelişmesi, ya

the Americas: Eclipse of "the Other" and the Myth of Modernity, çev.
Michael D. Barber (1992; y. bs. New Yor!<: Continuum, 1995) ; Robert
Berkhofer Jr., The White Man's Indian: Images of the American Indian
from Columbus to the Presen t (New Yor!<: Knopf, 1978) ; Gretchen M .
Bataille ve Charles L . P. Sil et, ed., The Pretend Indians: Images ofNati­
ve Americans in the Movies (Ames : Iowa State University Press, ı980);
George M . Fredrickson, The Black Image in the White Mind: The
Debate on Afro-American Character and Destiny, 1817-1914 ( ı971; y. bs.
Hanover, N. H . :Wesleyan University Press, 1987) ; Roberto Fernandez
Retamar, Caliban and Other Essays, çev. Edward Baker (Minneapolis:
University of Minnesota Press, 1989); Peter Hulme, Colonial Encoun­
ters: Europe and the Native Caribbean, 1492-1797 (1986; y. bs. Londra:
Routledge, 1992).
16 Frederick Engels, The Origin of the Family, Private Property, and the
State (New York: International, 1972), sf. 120.

45 �
Another random document with
no related content on Scribd:
swung open and Haidee appeared. She put her arms about the
boyish visitant.
“I’ll kiss you on each eyelid,” I heard her say. “That means happy
dreams. Go to sleep and dream of ‘Mina, Nainie, and Serena’—oh, I
forgot! They are for little girls’ dreams. What shall I tell you to dream
of?”
“P’r’aps I’ll dream of ‘Dwainies’ and ‘Winnowelvers’—what lives in
Spirkland—an’ all them things you telled me about, shall I?” Joey
responded chivalrously.
“I think it would be very lovely if you would,” Haidee’s tender tones
replied. And then the kiss was given—a kiss “like the drip of a drop
of dew.”
I heard Joey’s abashed, “Good night—good night, Bell Brandon.”
Then he beat a hasty crashing retreat through the underbrush, and
my wonder woman came down the steps and stood at my side.
“What a glorious sky!” she exclaimed. “Soon there’ll be a trail of star
dust across that mauve vastness up yonder. I wish I might go down
to the river and see the reflections.”
There was a wistful young note in her voice.
“Nothing easier,” I assured her. “You seem quite at home on your
crutches. I think we can manage.”
And so it happened that we watched the sun set together, sitting side
by side on the green plush river bank. It was a gorgeous setting, and
a more gorgeous afterglow. The meadows across the river were like
a wavy robe of pink silk. The stars crept out and floated low like
skimming butterflies. The river was amber and gold. Haidee wore the
blue robe that I found so distracting. As she talked, from time to time,
she turned her head and gazed, pensive-eyed, across the water, and
I saw the black loop of her hair, the line of cheek and throat that
moved me to such profound rapture. I sat there awkward and
tongue-tied while she told me that old Lundquist and a couple of
hands from the village had begun repairs at Hidden Lake.
“I have enjoyed your hospitality,” she said earnestly, “but I must go
as soon as the cabin is in condition. Wanza will go with me. You are
hospitable even to the birds,” she finished smilingly. “I think you must
have Finnish ancestry.”
“My people are Southerners,” I answered, scarcely thinking of my
words.
“How interesting. Did you live in the South?”
“Yes.”
“Oh! Shall you return some day?”
I shrank from her open look. I answered, “No,” quietly.
Her black-tressed head dipped forward on her chest and her lips
grew mute as if my quick denial had silenced them. After a long
while she said:
“What grand horizons you have in the West. I grow happier with
each sunset that I see. Look at that fleet of pinkish cloudlets—those
cloud-chariots of fire racing in those pearly streets.”
“The South cannot compare with the West,” I said. “Could any one
describe this valley? Only a poet could do it. The summers here!—
crisp, cool nights for sleep, clear bracing days for work—”
“And what for relaxation?”
“What do you think?”
“The twilights for relaxation, surely. The twilights—purple and
mysterious. See those weird trees that leap like twisting flames into
the sky. Look at the river, lovingly clasped in mountain arms. Listen
to the bird-twitterings. Mr. Dale, what is the bird that sings far into the
night?”
“The bird that says: ‘Sweet, sweet, please hark to me, won’t you?’”
She laughed. “Something equally plaintive, at any rate.”
“It’s the white-crowned sparrow. You’ll hear it through the darkest
nights. Its song has all the sombre quality of the dark hours. It’s our
American nightingale.”
“Mr. Audubon. You know tomes of bird lore, don’t you? Joey says
you are writing a nature story. I didn’t know the sparrows sang like
nightingales before.”
I smiled down into the engaging face, and then I threw back my head
and whistled. I began with a rich bell-clear note, this merged into a
well defined melody, and terminated in a pealing chanson. “The
meadow lark,” I said, “which is not a lark at all, but belongs to the
oriole family. It is an incessant singer.”
“Joey said you whistled like the birds. Why, you’re a wonder! A
craftsman—a fixing man—and—a bird boy.”
“A bird in the heart is worth more than a hundred in the note book,” I
quoted.
The evening ended all too soon.
Two days later Joey brought me the information that Haidee was
walking about in the Dingle with the aid of a single crutch.
“An’ she could easily go without that, she says, Mr. David. An’ she
says soon she can send them to the children’s hospital in the city.”
“Give Bell Brandon my congratulations,” I bade Joey as I rode away.
I had been to the cabin on Hidden Lake but once since the accident
to my wonder woman. I had gone there the following day to fetch
Haidee’s mare. Wanza had gone with me and had brought away a
few essential articles of clothing for her employer.
On my arrival I found that old Lundquist and the village hands had
cleared away the debris, and that the work of restoring the lean-to
was well under way.
I made a rough draft of the improvements Haidee and I had planned
for the cabin, and drew up some specifications for the men, and then
I strolled down to the lake. I was saying to myself that the cabin
should be tight and sound for the fall rains, and that if Haidee would
allow me I would further embellish it with a back porch and a rustic
pergola like the one I had built for Joey at Cedar Dale, when I heard
a splash in the water, a sudden swishing sound in the rushes, and
saw a movement in the tules. I sprang to the water’s edge. Soon a
canoe emerged from the green thickets.
Wanza sat in the canoe, plying the paddle. A triumphant light was on
her face, her hands shone bronze in the sun, her red lips smiled
mischievously. She called to me:
“I’ve run away! I had to get out on the river, I just had to! Mr. Dale, do
you hear the yellow-throat singing ‘witchery—witchery—witchery’?”
I straightened my shoulders with a quick uplift of spirit. Her
unexpected presence set my pulses beating a livelier measure. Her
cornflower blue eyes rested on me, then wandered to the birch
thickets along the shore, and she sat leaning slightly forward, her
gaze remote, a charming figure in the sunlight.
“Would you like to hear me recite my little piece about the yellow-
throat?”
“While May bedecks the naked trees
With tassels and embroideries,
And many blue-eyed violets beam
Along the edges of the stream,
I hear a voice that seems to say,
Now near at hand, now far away,
‘Witchery—witchery—witchery.’”
Her glance came back to me.
“I wish, Mr. Dale, that we had blue violets in these woods—they all
seem to be yellow. Why do you stare at me so?”
“I had no idea you were coming; it is a stare of surprise.”
“But you’re glad to see me, now, aren’t you? I’ll paddle you home.
How’s the cabin getting on?”
“It is scarcely habitable yet. But I think the men are getting on as well
as could be expected.”
Her face was dappled with light and shadow as she sat there. An
exquisite, happy radiance emanated from her. She looked inquiringly
into my eyes and swept her paddle.
“You are surprised to see me, you sure are! But now that I am here I
want to see the improvements. Give me your hand, David Dale.”
She beached her canoe, stood up, and placed her hand on my
shoulder as I bent to her. Very lightly I passed my arm about her.
She flashed a laughing side glance at me, and put one foot over the
side of the craft. “I don’t need that much help,” she said, grimacing.
The canoe rocked, suddenly. She stumbled. I caught her. She was
against my breast. “You see you needed that much help,” I laughed
boyishly.
“Let me go, Mr. David Dale.”
She shook herself free and stood apart from me. The sunlight
slanted on her face as she stood there, flushing wildly, gilded her
white neck, flashed on her bare arms. She held her head down for a
moment, and then she raised it and looked at me. Her eyes were
soft and wet. “What a goose I was,” she cried softly. “Come on, I’ll
race you to the cabin!”
I paddled home in the canoe with Wanza, after directing Lundquist to
ride my horse back to Cedar Dale. The river purred to us all the way,
the meadow larks and warblers chanted roundelays of joy and love
from the thickets, and the birch trees shook their silver, tinkling
leaves in elfish music above the sun-kissed water. We were very
silent drifting down the river, and my thoughts were strange, strange
thoughts. I had begun to wonder about Wanza—Wanza, who
understood my rapture at the sight of the new day, who felt the same
tightening of the throat at the song of the birds, the same
breathlessness beneath the stars. I had begun to ask myself if, after
all, she were not as fine as another, even though through long
association her rareness for me was impaired.
CHAPTER XVI
WE HAVE AN ADVENTURE

ABOUT this time I began to hear strange stories in the village of a


silver-tip bear that was committing grave depredations in the
community. I recounted exploits of grizzlies to Haidee and Wanza as
we sat in the Dingle now and then, smiling at Haidee’s delicate
shiver of horror, and glorying in Wanza’s bravado which led her into
all sorts of bombastic declarations as to what her line of conduct
would be should she meet Mr. Silvertip face to face.
“Of course,” she was fond of repeating, “if I was carrying a gun I
would shoot him.”
Joey kept me awake long after we both should have been soundly
sleeping to tell me how he would meet the bear in the woods some
fine day when alone, and summarily dispose of him with the twenty-
two calibre rifle he called his own, but which needless to say, he had
never been allowed to use much. We were all pleasantly excited
anent the grizzly.
“I feel sure that it will be my happy fortune to fire the shot that will
bring to an inglorious end old big foot’s career,” I said dramatically
one morning.
We had foregathered in the Dingle—Haidee’s mare, Buttons, and
Wanza’s Rosebud were neighing just beyond in the pine thicket—for
we were going to ride. Some days since we had taken our first jaunt
on horseback, and Haidee had found that the excursion wearied her
not at all. The crutches were infrequently used now. Haidee
explained that her continued use of them was simply a manifestation
of fear-thought. I little meant the words I said, but when we rode
away I carried my thirty-thirty slung on my shoulder.
As we went through the village we met Captain Grif Lyttle mounted
on his piebald broncho. It required no little urging to induce him to
join our expedition. But eventually he was won over.
“If it was goin’ to ride only, I’d be for it. But I see you’re toting your
dinner. I don’t hold with picnics. This carryin’ grub a few miles—an’
there be nothin’ heavier than grub—settin’ down and eatin’ it, and
beatin’ it back home, is all tomfoolishness, ’pears to me. But you
young folks sees things different; and if so be I’ll be any acquisition
whatsoever to your party, I stand ready to go along.” He looked hard
at Haidee as he spoke, and I was half prepared for the remark he
addressed to her: “’Pears to me, young lady, you ain’t got up for a
picnic, exactly. That there gauzy waist’ll snag on the bushes, and
your arms’ll burn to a blister—there’s no protection in such sleazy
stuff. Look at Wanza now—she’s rigged up proper!—stout skirt and
high shoes and a right thick waist.”
We had gone some distance before I noticed that Wanza was
carrying my twenty-two. I was not over civil when I saw it in her
hands.
“I like to shoot things,” she explained, with a deprecatory glance.
Captain Grif chuckled.
“Wanza do be the beatenest gal with a gun, if I do say it,” he
remarked.
The glance he leveled at his daughter was pleased and proud; and
there was a depth of affection in it that was touching.
“Well,” Wanza repeated lightly, “I sure do like to shoot things.”
“Things!—squirrels, rabbits, birds—what?” I winked at Captain Grif.
“You know me better than that!” she stormed.
“What then?”
“Well—the bear, if I meet him alone.”
“With a twenty-two!”
A SUDDEN YEARNING SPRANG UP
I turned my back on her and spurred forward to Haidee’s side.
Haidee sat her mount superbly. She wore the blue riding skirt and
white blouse she had worn on the occasion of her first visit to Cedar
Dale. She was hatless. Her hair was loosely braided. She swayed
lightly in her saddle. There was something bonny, almost insouciant
in her bearing this morning. Wanza rode beside her father with Joey
on the saddle before her, and they lagged behind Haidee and me
persistently, stopping so often that once or twice we lost sight of
them completely when the road curved or we dipped down into a
hollow. Whenever I glanced around at Wanza I saw her riding with
her face upturned to the trees, a detached look on her face. Once I
heard her whistle to a bluebird and once I heard her sing. The
pathos of her song clutched me by the throat. In the midst of a
speech to Haidee I stopped short. In my heart a sudden yearning
sprang up, a yearning only half understood; I longed to help, to lift
Wanza—to make her more like the woman at my side—more
finished, less elemental. In spite of my wonder and worship of
Haidee the pathos of Wanza’s simple, ignorant life stirred me—yes,
and hurt me!
Nevertheless I was still facetious to Wanza when we dismounted
beneath the shade of some giant pines at noon. She winced as she
unslung the rifle from her shoulder, and I said teasingly:
“I thought you’d feel the weight of that by noon.”
Haidee murmured: “You poor thing! Why did you insist on bringing
it?”
I looked across at her sharply. Something in her manner of speaking
caused me to say chivalrously: “Wanza is welcome to the rifle—it
isn’t that.”
With a quick glance from one to the other Wanza turned to the
saddle bags and began with Joey’s help, to unpack mysterious
looking bundles. I gathered dry twigs, built a fire between two flat
rocks, and went to a distant spring for water. Then, a half hour later,
the blue smoke from our fire drifted away among the pines, and the
wind bore the mingled odors of coffee and sizzling bacon. We sat in
a group around the red tablecloth Wanza spread on the ground.
Captain Grif ate but little, but he discoursed at large.
We finished our meal, and lay back on the grass, and saw the sky,
blue above the dark tapestry of the forest. From reclining I dropped
flat on my back and lay staring up through the chinks in the green
roof, while Haidee read Omar aloud, Wanza threw pine cones at the
chipmunks, Captain Grif snoozed, and Joey took his bow-gun and
went off on a still hunt for Indians.
An hour passed. When Haidee ceased reading Wanza sighed and
said:
“Why didn’t we eat our lunch closer to the spring, I’d like to know. I’ll
need more water to wash the forks and spoons before we go.”
I rose with a resigned air. “I will go to the spring,” I said, taking the
small tin pail that had been used as a coffee boiler. “But understand
we are to have another hour of Omar before we go—this is an
intermission merely.”
The captain opened one eye, and half closing his big hand made an
ineffectual attempt to scoop a fly into his palm.
“I ’low I don’t understand that fellow Omar—he don’t sound lucid to
me,” he complained. “I don’t know as I relish bein’ called a Bubble,
exactly, either.” He settled back more comfortably. “But he was a
philosopher, and I’m a philosopher, so I admire him, and I’ll stand by
him. All them old chaps was all right ’ceptin’ the lubber that poured
treacle on himself to attract the ants—he was sure peculiar! Get
away there, you fly! Golly, s-ship-mate, flies is bad enough, but ants!
—”
I made quick work of reaching the spring in spite of the dense
underbrush that impeded my steps. But once there I became
enamored of a reddish-yellow butterfly—Laura, of the genus
Argynnis—and I followed it into a hawthorn thicket, through the
thicket to a tangle of moss-festooned birches, and eventually lost the
specimen in a dense growth of bramble. I went back to the spring,
filled my pail and was stooping to drink when I thought I heard a
shot. I could not be certain, as the noise of the water running over a
rock bed filled my ears. But I had gone only a few yards from the
spring and out into a clearing when I heard unmistakably a shot from
my thirty-thirty. I dropped the pail and ran.
When I came to the pine grove where I had left Haidee and Wanza
and the captain, I saw a strange sight. Wanza, white-faced and
apparently unconscious, lay in a huddled heap on the ground, the
twenty-two at her side; Haidee bent over her; the captain stood, wild-
eyed, holding my thirty-thirty in his hand; and near them a silver-tip
lay bleeding from a wound in his heart. Even as I went forward to
ascertain that the bear had received his quietus, I spoke to the
captain.
“Good work, Captain Grif.”
When I saw that the bear had been dispatched, I ran back to
Wanza’s side. The captain had lifted her in his arms, her head was
against his breast. The color was coming back to her face.
“Don’t try to shoot a bear again with a twenty-two, Wanza,” I said, as
she unclosed her eyes. She looked at me strangely and shuddered.
“Some one had to shoot quick, and I had the twenty-two in my hand.”
I would have said more, but Joey crept out of the bushes, looked at
the bear, then at me, and said:
“Let’s go home, Mr. David.”
When I was preparing Joey for bed that night, he piped out suddenly:
“I saw Wanza shoot the bear.”
“Wanza?” I turned on him.
“Yep! Sure. I was in the bushes playing Indian. The bear came out of
the huckleberry bushes in the draw, rolling his head awful. Bell
Brandon she screamed. Whew, she grabbed Wanza, she did!
Captain Grif woke up, and got only on to his knees—he wobbled so!
—and then Wanza up with the twenty-two and shot—just like that!
And then she grabbed the big gun and shot again. Then her father
he took the gun away from her, and Wanza just fell down on the
ground. And then you came.”
That same evening I said to Wanza:
“I was very stupid not to understand that you shot first with the
twenty-two, and then dispatched the bear with the thirty-thirty. I
thought your father killed the bear. Why did you not tell me?”
“It didn’t make any difference as I could see who killed the bear. The
main thing was to kill it,” was the reply I received.
The next day Wanza informed me that Mrs. Olds’ patient was able to
sit up in bed. “I’ve been talking to him,” she added, with a flirt of her
head. “If I was a good reader, now, I’d be glad to read to him a bit.”
“I think you are doing very well as you are, Wanza,” I replied.
There surged through me the instinctive dislike, almost aversion, I
had felt on the night of his coming to Cedar Dale, and my tone was
stern.
“He wants me to talk to him though, he says. He says he needs
perking up. My, he knows a lot, don’t he, Mr. Dale? Seems like he
knows everything, ’most. And I do think he’s handsome. He’s got the
finest eyes! Though there’s something odd about them, too, if you
stop to think. The worst with handsome eyes is that you don’t stop to
think! I’m going out now to get some hardhack for him. He says he
don’t remember ever seeing the pink kind. What do you call it, Mr.
Dale?”
“Spiraea tomentosa. Wait a bit, Wanza,” I said, “I’ll go with you.”
We went to the woods. It was morning, and the freshness of the hour
was incomparable. The birds were singing with a sort of rapture. And
our way through the silent greenwood aisles was wholesome and
sweet with the breath of pine and balm o’ Gilead. The vistas were
rosy with pink hardhack; on either side feathery white clusters of wild
clematis festooned the thickets, and here and there the bright faces
of roses peeped out at us from tangles of undergrowth.
I know not what spirit of willfulness possessed Wanza. I think she
had it in her mind to arouse my jealousy by praise of the big man.
Her talk was all of him. Finally I had my say.
“I know nothing of him, Wanza. He may be a splendid chap, of
course, and he may be a rascal. Frankly, I do not like him. Admire
him, if you want to. But I would rather you did not chat with him
unless Mrs. Olds is present.”
“Dear me! How can a little friendly chat hurt any one.”
Wanza tucked a wild rose into her curls, and it hung pendent,
nodding at me saucily, as she tossed her head and laughed in my
face. Her cheeks matched the flower in color. I looked at her
admiringly, but my voice was still firm as I said: “I hope you will be
careful to give very little of your time to Mrs. Olds’ patient.”
“Ha, ha,” laughed Wanza, crinkling her eyelids and giving me an
elfish glance from beneath tawny lashes.
“In a measure,” I continued, “you are in my care, and I feel
responsible for your associates while you are with me.”
“Well,” drawled Wanza, “if I’m with an angel ’most all day and all the
night—meaning Mrs. Batterly—it sure won’t hurt me to talk some to a
sinner like the big man. Besides, it’ll help out a lot. It’ll keep me from
getting glum, Mr. Dale.” She favored me with another roguish glance.
“You wouldn’t have me getting glum, would you?”
“I wish the big man were well, and on his way, so that we might use
the front room again. Mrs. Batterly has only her room and the Dingle
as it is, and she must grow tired of having her meals in her room,” I
complained.
“I carried her breakfast to her this morning in the Dingle.” There was
something defiant in the girl’s tone.
“Famous!” I cried.
After a short silence Wanza said provokingly:
“If I want to talk to the big man and Mrs. Olds is out of ear shot I
don’t see as it can matter.”
“Please, Wanza,” I insisted, “talk with him as little as possible.”
Her eyes were laughing, and teasing and pacifying all at one and the
same time. I held out my hand.
“Say you will do as I ask, and give me your hand on it,” I implored.
Her eyes were only teasing now. She shook her head, and I dropped
my hand and turned away. I heard a rustling among the grasses and
thought she had gone. But when after taking a few steps I looked
around, there she was, perched on a boulder, her feet drawn up
beneath her pink gingham skirt, her arms crossed on her breast, her
eyes surveying me steadfastly. I did not smile as I faced her. I merely
glanced and swung on my heel.
“Come here,” she called.
When I was close beside her again she shook her head more
vehemently than before, until all her tiny tight curls bobbed up and
down distractingly.
“It won’t do,” she said.
“What won’t do?” I asked.
“Your trying to boss me won’t do, my trying to pretend won’t do.”
“What are you trying to pretend, Wanza?”
“That I’m crazy about the big man. I ain’t.”
“Oh? Well, I really would have no right to object if you found him
attractive. I dare say I have seemed rather dictatorial,” I answered
chivalrously.
“And something else won’t do.”
“Pray tell me what it is.”
“It won’t do for you to pretend, either.”
“I? What do I pretend?”
She eyed me gravely, pulled a blade of grass, blew on it, and cast it
aside.
“Lot of things,” she said then.
“Do I, Wanza?”
“But I can stand anything—anything,” she threw out both hands,
“except being bossed. I can’t stand that.”
“No one could,” I agreed.
“And you mustn’t try it on, because if you do!—me and you will part
company.”
I was surprised at the hard glint in her eyes, the inflexible tone of her
voice. Her face was quite unlovely at that moment.
“Child, child,” I began impulsively, but I hesitated and said nothing
more, for her eyes with their strange hardness seemed the eyes of a
stranger.
The crisp, blue morning paved the way to a hot, still day. I drove to
the village for supplies in the afternoon, and after supper I was glad
to rest on the river bank, with Joey sprawling on the grass at my
side. The moon rose early and climbed into the purple pavilion above
us, spraying the world with a wash of gold. The night became
serene, almost solemn; one big, bright star burst upon our sight from
the top of a low ridge of hills opposite, and threw a linked, sliding
silver bridge from one plush river bank to the other. It looked like
some strange aerial craft fired with unearthly splendor, and propelled
by unguessed sorcery. I was glad to forget the tawdry, painted day
that was slipping into the arms of night. It had been a fretting day in
many particulars. My morning with Wanza had irked me, I had had
almost no conversation with Haidee, and Mrs. Olds had been
exceedingly arbitrary during the evening meal in the hot, stuffy little
kitchen. The calm evening hour was like a benediction to me, and
Joey’s tender little hand stroking mine soothed me inexpressibly.
I was hoping to escape without the usual sleep-time story, but one
glance at the eager face showed me that the lad was eagerly
expecting its spinning. And his first words were evidently meant to
act as an impetus.
“If you was to tell me a story, Mr. David, would it be a fairy one, do
you think? Or would it be about a bear, do you ’spose, or a—a tiger?”
I am afraid I spoke rather impatiently.
“Aren’t you tired of bears and tigers yet, Joey?”
A wistful voice replied:
“Did you get tired of ’em when you was little, Mr. David?”
“No, no,” I answered hastily, “of course, I did not.”
The lad rolled over until his brown head rested against my knee.
“To-night I’d liever hear about fairies.”
“Honestly, Joey?”
“Yep! Criss cross my heart and hope to die. I like to hear about
Dwainies.”
“Who calls them Dwainies?”
“Her—Bell Brandon.”
The dear homey name! I smiled down into the boy’s brown eyes.
Suddenly it seemed to me that I should enjoy a talk about Dwainies.
“Well,” I began, “I shall tell you a story of a Dwainie called Arethusa.
Say it after me, Joey. Arethusa.”
“Arethusa,” he repeated painstakingly.
“Arethusa was a nymph. She lived in a place called Arcadia. And she
slept on a couch of snow in the Acroceraunian mountains. Don’t
interrupt, please, Joey!—”
“I was only trying to say that big word—it’s hard enough to say the
name of our own mountains—but Ac—Acro—”
“Never mind. It is not necessary for you to remember all the names
in my stories, only the names I ask you to remember.”
“Bell Brandon says you’re teaching me funny that way. She says
you’re teaching me stories of the old world before you teach me to
speak good English. What’s good English, Mr. David?”
“Never mind, lad,” I murmured confusedly. My wonder woman was
quite right, Joey’s English was reprehensible; but I confess I secretly
enjoyed it—there was something eminently Joeyish about it—a
quaintness that I found irresistible. I smiled, and sighed, and
continued, “Arethusa’s hair was rainbow colored, and her eyes were
sky blue, and her cheeks coral. Gliding and springing she went, ever
singing; you see, she was not only beautiful, but light hearted and
pure. The Earth loved her, and the Heaven smiled above her. Now
Alpheus was a river-god. He sat very often on a glacier—a cold, cold
glacier, and whenever he struck the mountains with his trident great
chasms would open, and the whole world about would shake. He
saw the Dwainie Arethusa, one day, and as she ran he followed the
fleet nymph’s flight to the brink of the Dorian sea.”
“Oh, oh,” breathed my listener, eyes distended, and lips apart. “Did
he catch her?”
“He followed her to the brink—the edge, Joey—of the sea. Arethusa
cried: ‘Oh, save me! Oh, guide me! And bid the deep hide me, for he
grasps me now by the hair—’”
“Her rainbow hair?”
“Yes, yes,—don’t interrupt.”
“Who did she yell to?”
“The loud Ocean heard. It stirred, and divided—parted, boy—and
‘under the water the Earth’s white daughter fled like a sunny beam.’”
“Hm! What did the river-god do then?”
“He pursued her. He descended after her. ‘Like a gloomy stain on the
emerald main.’”
“But did he get her, Mr. David?”
“Well, Arethusa was changed into a stream by Diana, and the stream
was turned into a fountain in the island of Ortygia, and Alpheus the
river-god still pursuing her, finally won her, and they dwelt single-
hearted in the fountains of Enna’s mountains.”
There was a burst of roguish laughter behind me.
“What a classic tale for a child mind,” a light voice cried.
Haidee stood among the shadows of the cottonwoods, swaying
between her crutches.
“Mrs. Olds has sent me in search of you. The canteen you soldered
for her patient’s use has come unsoldered, the tin lining of the
fireless cooker has sprung a leak, the big man has to be lifted while
his bed is being changed, and she wants to know if you forgot to
purchase the malted milk this afternoon—she can’t find it anywhere.
She said, too, that you had signified your intention of rubbing soap
on the doors to prevent their squeaking. She also said something
about procrastination, but it sounded hackneyed—quite as if I had
heard it somewhere before—so I left rather precipitately.”
All the while I was soldering the canteen for the big man’s feet, I
could hear Wanza chattering blithely with the patient in the front
room. She came out to me after awhile, and stood at my elbow as I
examined the cooker. I frowned at her, and received a moue in
return.
“I’ve been telling the big man about my peddler’s cart,” she ventured
finally. “He’s so set on seeing it, soon as he’s well enough! Seems he
never saw one. He can’t talk much, he’s that weak yet—like a baby!
But I can talk to him.”
“I shall not ask you not to talk with him, again, Wanza,” I announced.
“It’s just as well, seeing as I know what I’m about. Land! the poor
man! He needs some one to talk to him. I don’t notice you hurting
yourself seeing after him, Mr. David Dale!”
I felt very weary and intolerably disgusted with everything, and I
answered sharply, “That’s my own affair.” The next minute I saw the
blood spurt from my palm, and realized even as Wanza cried out that
I had cut myself rather badly on the tin lining of the cooker. I turned
faint and dizzy, and opening the door I plunged out into the night air
followed closely by Wanza.
“It’s nothing,” I kept saying, keeping my hand behind me as she
would have examined it.
“Please—please, Mr. Dale, let me look at it.”
She pressed forward to my side and reached around behind me for
my hand. I could feel her quivering in every limb.
“It’s nothing,” I maintained, though the pain was intense, and the
rapid flow of blood was weakening me.
“It is something. Oh, if only to be kind to me, Mr. Dale, let me have
your hand!”
We struggled, my other arm went around her, and I attempted to
draw her back and sweep her around to my uninjured side. I was
obstinate and angry, and she was persistent and tearful, and we
wrestled like two foolish children. “Please, please,” she kept
repeating, and I reiterated, “No.” It must have looked uncommonly
like a love scene to a casual onlooker, and Haidee’s voice speaking
through the dusk gave me an odd thrill.
“I have called and called you, Wanza,” she was saying. “Will you go
to Mrs. Olds, please? I think she wants water from the spring, or the
malted milk prepared, or—or something equally trivial.”
I released my prisoner and she sped away. I was left to peer through
the darkness at Haidee and vainly conjure my mind for something to
say. The drip, drip of the blood from my cut on to the maple leaves at
my feet, gave me a disagreeable sensation. I felt weakened, and
slow in every pulse. I thought of words, but had no will to voice them,
and so I stood staring stupidly at the vision before me. She spoke
with a strange little gasp in her voice at last.
“I think I have been mistaken in you, Mr. Dale.”
“You are making a mistake now,” I replied hoarsely. There was a
peculiar singing in my ears, and a buzzing in my brain where small
wheels seemed to be grinding round, so that my tone was not
convincing, and as I spoke I leaned my shoulder against a tree from
sheer weakness. In my own ears my words sounded shallow and
ineffectual. I tried to speak again but succeeded in making only a
clicking sound in my throat. I felt myself slipping weakly lower and
lower, though I dug my feet into the turf and braced my knees
heroically. Faster and faster the wheels went round. I felt that Haidee
was moving toward the cabin away from me. I tried to call her name.
But I was floundering in a quagmire of unreality; I groped in a
dubious morass darkly, straining toward the light. My knees felt like
pulp, they yielded completely and I slid ignominiously to the ground,
rolled over, and lay inert, waves of darkness washing over me.
It was Joey who found me, whose tears on my face aroused me. His
grief was wild. His lamentations echoed around me. He was
moaning forth: “Mr. David, Mr. David,” in a frenzy, laying his face on
mine, patting my cheeks, lifting my eyelids with trembling fingers.
“Are you killed? Are you killed?” I heard him wail. “Oh dear, dear, my
own Mr. David, please open your eyes and speak to Joey!”
A light from a lantern struck blindingly into my eyes as I unclosed
them and I quickly lowered my lids. But my lad had seen the sign of
life and I heard him call: “Wanza, Wanza, come quick! Mr. David is
laying here all bloody and hurted.”
I struggled to a sitting posture as Wanza came forward at a run,
swinging her lantern. A few minutes later I sat on a bench in the
workshop while Wanza bathed and dressed my hand and gave me a
sip of brandy from a bottle she found in the cupboard over one of the
small windows. I was ashamed of my weakness and I apologized for
it, explaining that I had never been able to endure the sight of blood
with fortitude, and admitting that the tin had cut rather deep.
“Now you just crawl into bed and go to sleep and forget all about it,”
she crooned, mothering me, with a gentle hand on my hair. She went
to my bunk in the corner, shook up the pillows and straightened the
blankets, and catching up the pail of water filled the basin on the
wash-bench. “Wash your face and hands, you Joe,” she ordered.
“Then come outside and I’ll hear you say your prayers.”
I was lying in my bunk half asleep, though tortured by the
remembrance of Haidee’s words, when I heard the following oddly
disjointed prayer from the river bank.
“Now I lay me—Oh, God, thank you for not letting Mr. David bleed to
death—I pray the Lord—’Cause if he had bled to death I’d want to
die too—my soul to keep—he’s all I got, and I want to thank you for
him, God— Wait, Wanza, this is a new prayer I’m saying! I am going
to ask God to bless you, too. Bless Wanza, please, God,—but bless
Mr. David the most,—oh, the most of anybody in the whole world!
Amen.”
Soon Joey came pattering in to the shop and very gingerly crawled
in beside me. He was asleep, and I was lying miserably brooding,
when Wanza called softly just outside the window: “Mr. Dale—hoo-
hoo!”
“Yes, Wanza?” I answered.

You might also like