Bat N N Egemenli I Nas L Kuruldu Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri 1st Edition Kerem Ni Anc o Lu Alexander Anievas

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 70

Bat■ n■n Egemenli■i Nas■l Kuruldu

Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri 1st


Edition Kerem Ni■anc■o■lu Alexander
Anievas
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/bati-nin-egemenligi-nasil-kuruldu-kapitalizmin-jeopolitik
-kokenleri-1st-edition-kerem-nisancioglu-alexander-anievas/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pengantar Linguistik Umum Ni Made Dhanawaty Made Sri


Satyawati Ni Putu N Widarsini

https://ebookstep.com/product/pengantar-linguistik-umum-ni-made-
dhanawaty-made-sri-satyawati-ni-putu-n-widarsini/

Be■inci Mevsim 1st Edition N K Jemisin

https://ebookstep.com/product/besinci-mevsim-1st-edition-n-k-
jemisin/

Tarama Sözlü■ü K N Tdk

https://ebookstep.com/product/tarama-sozlugu-k-n-tdk/

Nós somos a cidade Grandes cidades 1 1st Edition N K


Jemisin

https://ebookstep.com/product/nos-somos-a-cidade-grandes-
cidades-1-1st-edition-n-k-jemisin/
■■■■■■■■ 1st Edition ■ N K ■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-52787202/

A Bird and Her Viper Une Romance Mafieuse Sombre French


Edition Alice K N

https://ebookstep.com/product/a-bird-and-her-viper-une-romance-
mafieuse-sombre-french-edition-alice-k-n/

K■z■mla Ekonomi Sohbetleri Kapitalizmin K■sa Tarihi 2nd


Edition Yanis Varoufakis

https://ebookstep.com/product/kizimla-ekonomi-sohbetleri-
kapitalizmin-kisa-tarihi-2nd-edition-yanis-varoufakis/

Ni puta ni santa Las memorias de La Veneno 4th Edition


Valeria Vegas

https://ebookstep.com/product/ni-puta-ni-santa-las-memorias-de-
la-veneno-4th-edition-valeria-vegas/

Biologi Dasar dan Biologi Perkembangan Ni Nyoman


Sumiasih & Ni Nyoman Budiani

https://ebookstep.com/product/biologi-dasar-dan-biologi-
perkembangan-ni-nyoman-sumiasih-ni-nyoman-budiani/
Alexander Anievas

Uluslararası Ilişkiler disiplininde çalışmakta olan


A nievas, uluslararası tarihsel sosyoloji ve ekono­
m i politik alanlarında Avrupa merkezci olmayan
yaklaşımlara odaklanmaktadır. Halen, Un iversity
of Connecticut'ta çalışmalarını sürdüren yaza­
rın, Capital, the State and War: Class Conf/ict and
Geopolitics in the Thirty Years' Crisis, 1914-1945
(University of Michigan Press, 2014) isimli, Sussex
Uluslararası Kuram Kitap Ödülü'nü kazanmış bir
kitabı ile çok sayıda makalesi ve derlernesi bulun­
maktadr.

Kerem Nişancıoğlu
University of London, School of Oriental and
African Studies' de Uluslararası Ilişkiler okutma­
nı olarak görev yapmakta olan Nişancıoğlu'nun
araştırmaları, Avrupa merkezcilik, kapitalizm,
sömürgecilik ve ırk arasındaki ilişkilere odaklan­
maktadır. A lexander A nievas ile birlikte kaleme
aldığı Batı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldutnun yanı
sıra çeşitli makalelerin de yazarı olan Nişancıoğlu,
modern egemenliğin oluşumunda sömürgecilik ve
ırksallaşmasının rolü üzerine çalışmaktadır.
Eserin Orijinal Adı:

How the West Came to Rule:


The Geopolitical Origins of Capitalism
(Pluto Press. 2015)
i BATI'NIN EGEMENLİGİ
NASIL KURULDU?
Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri

Alexander Anievas
ve
Kerem Nişancıoğlu

İngilizceden Çeviren:
Çağdaş Sümer
Yordam Kitap: 372 • Batı'nın Egemenli�i Nasıl Kuruldu?
Alexander Anievas ve Kerem Nişancıo�lu. ISBN 978-605-172-381-5
Çeviri: Ça�daş Sümer • Düzellme: Didem Gerçek. Kapak ve Iç Tasarım: Savaş Çekiç
Sayfa Düzeni: Gönül Göner • Birinci Basım: Temmuz 2020

© Alexander Anievas and Kerem Nişancıo�lu 2015; © Yordam Kitap, 2019

Yordaın Kitap Basın ve Yayın Tic. Ltd. Şii. (Sertiflka No: 44790)
Çatalçeşme Soka�ı Gendaş Han No: 19 Kat: 3 341 1 O Ca�aloğlu - Istanbul
Td: 0212 528 1910. W: www.yordanıkitap.com.E:info@yordaınkitap.com
www.facebook.com/YordamKitap • www.twitter.com/YordamKitap

www.instagram.com/yordanıkitap

Baskı: Pasifik Ofset (Sertifika No: 44451)


Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1
Baha Iş Merkezi A Blok Kat: 2
34310 Haramidere i Istanbul
T: 0212 412 17 77
i
i
ii

BATI'NIN EGEMENLİGİ
-- _ NASIL KURULDU?
i Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri

i
i
Usa Smirl'in aziz hatırasına
ithaf edilmiştir
İçİNDEKİLER

TEŞEKKÜR . II

GİRİş .. 15
Avrupa Merkezcilik Sorunu 18
Sosyo-tarihsel Farklılık Sorunuyla Yüzleşrnek. . .................... 20
Kapitalizm Nedir? . 22
Jepolitik Nedir?. 25

BİRİNCİ BÖLÜM
GEçİş TARTıŞMASı: KURAMLAR VE ELEŞTİRİ .. 29
Giriş. .. 29
"Ticarileşme Modeli"ne Yeniden Bakmak:
Dünya-Sistemleri Analizi ve Kapitalizme Geçiş 30
Siyasal Marksizmin Uzam-zamansal Sınırları . .. 39
Sosyo-tarihsel Farklılık Sorunsalı: Postkolonyal Çalışmalar ve Sermaye .. 50
Sonuç. . .. 59

İ KİNCi BÖLÜM
KAPİTALİzMİN KÖKENLERİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK:
EşİTSİz VE BİLEŞİK GELİşME TEORİsİ . 61
Giriş. 61
Eşitsiz ve Bileşik Gelişme: Serimlerne ve Eleştiriler. . 63
.

Troçki'nin Ötesinde Troçki mi? Kapitalizmden Önce Eşitsiz ve Bileşik Gelişme. 76


Sonuç: Kapitalizmin "Enternasyonalist Bir Tarih Yazımı"na Doğru ...... 82

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
UZUN 13. YÜZYıL: YAPıSAL KRİZ, KONJONKTÜREL FELAKET .. 84
Giriş. .84
Eşitsiz ve Bileşik Gelişmenin Bir Vektörü OlarakPax Mongolica ..... 87
Sonrası Kıyamet: Kara Ölüm ve Feodalizmin Krizi. .97
Sonuç. ...108

DÖRDÜNCÜ BöLOM
UZUN 16. YÜZYıL BOYUNCA OSMANLI-HABSBURG REKABETİ . III
Giriş..
. III
Eşitsizlik: Toplumsal Yeniden Üretimlerin Çatışması 115
Bileşiklik: Pax Ottomana ve Avrupa Ticareti .. 127
. .

Sonuç: Eşitsiz ve Bileşik Gelişmenin bir Vektörü Olarak Osmanlı İmparatorluğu 141
BEŞİNCI BÖLÜM
AVRUPA KAPİTALİzMİNİN, TERİTORYAL EGEMENLİ(lİN
VE MODERN BEN'İN ATLANTİK'TEKİ KÖKENLERİ . 142
Giriş. 142
Atlantik Aynasında Avrupa'yı Tahayyül Etmek:
Teritoryalleşmiş Egemen, Ben ve Öteki Üzerine Yeniden Düşünmek .. . .. 144
Eşitsiz ve Bileşik Gelişmenin Tarihinde 1492 . 162
Plantasyon Köleliğinin Eşitsiz ve Bileşik Gelişimi . 174
Yeni Dünya Köleciliği ve Sınai Kapitalizmin Yükselişi .185
Sonuç: Sömürgeler, Tüccarlar ve Kapitalizme Geçiş ... 190

ALTINCI BÖLÜM
EşİTSİz VE BİLEŞİK GELİŞMENİN TARİHİNDE "KLASİK" BURJUVA DEVRİMLERİ .... 196
Giriş. ... 196
Burjuva Devrimi Kavramı. ..199
Alçak Ülkelerde Kapitalizmin ve Burjuva Devriminin Kökenleri. ..202
Eşitsiz ve Bileşik Gelişmenin Tarihinde İngiliz Devrimi. . . 212
Eşitsiz ve Bileşik Gelişmenin Tarihinde 1789 ..221
Sonuç. ..236

YEDİNCİ BÖLÜM
BİLEŞİK KARŞıLAŞMALAR:
GÜNEYDOGU ASYA'DA FLAMAN SÖMÜRGECİLİGİ VE "ÖZGÜR EMEGİN" ÇELİşKİLERİ ... 239
rn� .... ... m
Flarnan Kapitalizminin Özgüllüğü ve Sınırları . .246
Sömürgecilik Öncesi Hint Okyanusu Kıyılarında
Eşitsizlik ve Bileşiklik .. 252
Flarnan Karşılaşması: Bileşiklik Siyaseti. ....256
Sonuç. . ........268

SEKİzİNCİ BÖLÜM
LONGUE DUREE'DE BÜYÜK AYRILlGIN KÖKENLERİ:
"BATI'NIN YÜKSELİşİ"Nİ YENİDEN DÜŞÜNMEK ..270
Giriş. 270
"Batı'nın Yükselişi"ni Yeniden Düşünmek:
Revizyonist İtirazın Üstünlük ve Açmazları . 272
"Batı'nın Yükselişinnde Yapı ve Konjonktür.. ..277
Konjonktürel "Yakalayıp Geçme" Uğrağı:
Britanya'nın Hindistan'ı Sömürgeleştirmesi . .286
Sonuç ...298

SONUÇ ..300

DİzİN .379
TEŞEKK Ü R

Bu kitabın yazılması yaklaşık üç yıl sürdü. Kitabın kökenleri Millenium


- Journal of International Studies dergisi için 2012-13'te kaleme aldığımız,
"What's at stake in the transition debate? Rethinking the origins of capitalism
and the 'ri se of the West''' ["Geçiş Tartışmasında Tartışılan Ne? Kapitalizmin
ve 'Batı'nın Yükselişi'nin Kökenlerini Yeniden Düşünmek"] isimli ortak ma­
kalemize dayanıyor. Kapitalizmin ortaya çıkışının tarihinin, eşitsiz ve bileşik
gelişmenin sunduğu çerçeveden yararlanılarak yeniden yazılması ihtimalini
ilk kez bu makalede ele almıştık. Bu ihtimalin bizi, Avrupa'daki gelişmeleri
merkeze alan tarihlerden köklü bir kopuşa yöneltmesinin sonucunda, kapita­
lizmin kökenlerine ilişkin çok daha geniş ve karmaşık bir tarihin var oldu­
ğunu gördük. 1 3. ve 17. yüzyıllar arasındaki küresel tarihle başlangıçta kısa
olan uğraşımız, döneme ilişkin hakim açıklamaların, Avrupa merkezcilikleri
nedeniyle gözle görülür bir biçimde tatmin edici olmaktan uzak olduğunu
ortaya koydu. Sadece çok önemli tarihsel olay, aktör ve süreçlerin Avrupa
merkezciliğin örtüsünün altında gizlenmekle kalmadığını, bu dar jeotarihsel
bakış açısından yola çıkılarak inşa edilen kuramların da tarihsel sosyoloji di­
siplinini, kapitalist moderniteye ilişkin yalnızca kısmi bir anlayışla baş başa
bıraktığını gördük. Dahası, tarihsel kayıtları ele alırken, 2013'te ulaştığımız
kuramsal sonuçları yeniden değerlendirmemiz gerektiğini fark ettik. Bu ne­
denle yeniden çizim masasının başına -tarihe, kurama ve muazzam ölçüde
ufuk açıcı bir ortak araştırma, tartışma ve yazma projesine- sürüklendik.
Sonuç, Batı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu? oldu.
Bu kitabı üç açıdan kolektif bir uğraşın ürünü olarak görüyoruz. İlk ola­
rak, araştırmanın ve kitabın taslağının kaleme alınma sürecinin büyük bir
bölümünü ayrı ayrı üstlenmiş olsak da, nihai ürün sürekli bir diyalog ve çe­
şitli yaratıcı uzlaşma ve ihtilaf uğrakları üzerinde şekillendi. Aslına bakılırsa
en fazla gurur duyduğumuz bölümler, araştırma, tartışma ve taslağın kaleme
alınması açısından işbirliğimizin en yoğun olduğu bölümlerdi.
İ kincisi, elinizdeki kitap yaklaşık 600 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor
ve coğrafi olarak Endonezya'dan Hint Okyanusu kıyılarına, Ortadoğu'dan
12 i Bat/'nın Egemenliği Nas" Kuru/du '

Avrupa'ya, Batı Afrika'ya ve Atlantik'in karşı kıyısındaki Amerika Kıtası'na


kadar uzanıyor. Projemizin doğasının bu denli geniş kapsamlı olması ne­
deniyle, zorunlu olarak, kendi uzmanlığımızın dışında kalan sayısız alanda
uzmanlara saygı gösterdik ve onlarla eleştirel bir tartışma içine girdik. Yine
belirli tarihsel olayları, aktörleri ve süreçleri seçerek, anlatımızın dışında
bırakmak zorunda kaldık. Bu boşlukların yeni araştırma ve eleştiriler için
gelecekteki araştırmacıların takip edeceği birer kaynak teşkil etmesini ümit
ediyoruz. Eğer yararlandığımız araştırmacılar tarafından kaleme alınmış
geniş kapsamlı ve önemli çalışmalar olmasaydı, bu kitabın da olmayacağı­
nın farkındayız. Bu kitabı yazarak, bu uzmanlara haklarını teslim ettiğimizi
ve çalıştıkları alanlara mütevazı ama eleştirel bir katkıda bulunduğumuzu
umuyoruz.
Üçüncüsü, bütün bu projenin arkasındaki geniş kişisel, moral ve bilimsel
destek ağına da teşekkür borçluyuz. Yararlı yorumlarını bizimle paylaşan ya
da bölümlerin ilk taslaklarının belirli veçhelerini tartışan, aralarında Jamie
Allinson, Josef Ansorge, Tarak Barkawi, Duncan Bell, Gurminder Bhambra,
Pepijn Brandon, Gareth Dale, Neil Davidson, Kyle Geraghty, Henry Heller,
John Hobson, Joseph Kay, Rob Knox, Tor Krever, Nivi Manchanda, David
ürmrod, Charlie Post, Gonzalo Pozo-Martin, Justin Rosenberg, Andres Saenz
de Sicilia ve Ben Slewyn'in de yer aldığı, çok sayıda meslektaşımıza ve araştır­
macıya minnettarız. Bölümlerin taslaklarını birçok kez okuma inceliği ni gös­
teren Luke Cooper, Kamran Matin ve Cemal Burak Tansel'e özel bir şükran
borçluyuz. Pluto Press'ten David Castle'a da projeden duyduğu sürekli şevk
ve tamamlanmasını beklerken gösterdiği sabır için teşekkür etmek isteriz.
Redaktörümüz olarak harika bir iş çıkaran Sus an Curran'a da minnettarız.
Kerem, ebeveyni Şule ve Murat ile kardeşi Deniz'e azimli ve koşulsuz sev­
gi ve destekleri için teşekkür etmek istiyor. Kerem, özellikle Hollie Hutton'a
minnettar; onun teşviki ve sevgisi olmasaydı, bu proje, tamamlanmayı bıra­
kın başlayamazdı bile. Alex ise ailesine (Arturo, Pam, Erik, Cathy ve Ralph
Amca'ya) ve dostlarına, özellikle de Luke, Vin, Andy, Dominic, Craig ve iç­
tenlikle özlenen Matt Gibney ile -bu kitabın ithaf edildiği- Lisa Smirl'e teşek­
kür etmek istiyor. Ayrıca bu kitap için haritaların tasarlanmasına zamanının
önemli bir bölümünü harcamakla kalmayan, aynı zamanda projenin araştır­
ma ve kaleme alınma süreci boyunca içten ve sarsılmaz sevgisini ve desteği­
ni sunan eşi Linda Szilas'a da teşekkür ediyor. Son olarak Alex, Leverhulme
Vakfı'nın sağladığı cömert mali kaynağı ve desteği de anmak istiyor.
,

Bu projenin doğduğu, yukarıda bahsi geçen Millennium makalesinin yanı


sıra, bu kitap için yaptığımız araştırmalara dayanan iki makale daha yayım­
ladık: "The üttoman origins of capitalism: uneven and combined develop-
Teşekkür 1 13
ment and Eurocentrism," ["Kapitalizmin Osmanlı Kökenleri: Eşitsiz ve Bileşik
Gelişme ve Avrupa-Merkezcilik"] Review of Internation Studies, Cilt 40, Sayı 2
(2014): 325-47; ve "Revolutrons and international relations: rediscovering the
'
classkal bourgeois revolutions," ["Devrimler ve Uluslararası ilişkiler: Klasik
Burjuva Devrimlerini Yeniden Keşfetmek"] European Journal of International
Relations, Cilt 21, Sayı 4 (2015): 841-866, Bu makalelerde ilk kez yayımlanan
bazı malzemeler ilerleyen sayfalarda da kullanıldı ve bu dergilerin yayıncıları­
na, bu malzemeleri kullanmamıza izin verdikleri için teşekkür ediyoruz.

Alexander An ievas
Kerem Nişancıoğlu
Nisan 2015
GİRİş

Tarih uyanmaya çalıştığım kfıbustur.

James Joyce. ı 922'

Tarihsel sosyoloji çalışmalarının yazımı, kaçınılmaz olarak ortaya çıktık­


ları bağlamlara bağlıdır; tarihi yazarız, ama kendi seçtiğimiz koşullar altında
değiL. On yıllar boyunca bu koşullar, "Tarihin Sonu" yengiciliğinin ve liberal
kapitalizmin "alternatifinin olmadığı" iddialarının damgasını taşıdı. Bunun
sonucunda, gelip geçici, tarihsel olarak spesifik ve çelişkili bir inceleme birimi
olarak kapitalizm, akademik ve siyasi gündemin dışına düştü; tabii eğer b�tü­
nüyle silinmediyse. Fakat 2008 yılında borsalarda yaşanan çöküşün ardından,
tarihin gücü, Londra' dan Ferguson (Missouri), Atina, Kahire, İstanbul, Rojava,
Santiago ve ötesine dek, bir dizi devrim, kamusal mekan işgali, kemer sık ma
karşıtı protesto, grev, isyan ve devlet karşıtı hareket biçiminde kendisini yeni­
den hissettirdi. Bu tür hareketler, "kapitalist gerçekçiliğin" kibirli kesinlikle­
rini rahatsız ederek, uzun süredir "sağduyu"nun gereği olarak inanılan bu tür
sorgulanamaz gerçekıere ve onları destekleyen iktidar yapılarına -tutarsız bir
şekilde de olsa- belirli aralıklarla meydan okumaya başladı.
Sonuç olarak kapitalizm ve kapitalizme yönelik eleştiriler, daha önce tahay­
yül edilmesi mümkün olmayan biçimlerde, kamusal söyleme yeniden girdi.
Öyle görünüyor ki kavramın radikal sol eleştirinin çeperine itildiği uzun süre­
li sürgün sona erdi ve kapitalizm, ana akım basın kuruluşlarından geleneksel
akademik yayıncılığa kadar, "saygıdeğer" bir analiz nesnesi olarak geri dön­
dü. Hatta ister sosyal demokrat, ister Marksist, ister Keynezyen, isterse yeni
muhafazakar cenahtan olsun, son yılların en ünlü yayınları, farklı şekillerde,
kapitalizmin anlamını (hem kuramsal hem de tarihsel olarak) yeniden araştır­
maya ve anlamaya yöneldi. 2 Dünyanın her yerindeki üniversitelerde, öğrenciler
ve akademisyenler artık hakim sınıf ortodoksilerine meydan okuma arayışında
birlikte çalışıyor.3 New York Times ta çıkan yakın tarihli bir makalede belirtil­
'

diği gibi, "üniversitelerin tarih bölümlerine bir hayalet musallat olmuş durum­
da: kapitalizmin hayaleti."4
Kapitalizmin incelenmesine yönelik yeniden ortaya çıkan bu ilgi, özellik­
le kapitalizmin modern tarihin baş karakteri olarak yeniden ilgi odağı haline
16 i Baf/'mn Egemenliği Nasıl Kuruldu '

gelmesi ile Karl Marx'ın kapitalizm eleştirisinde belirli bir canlanmanın çakış­
ması nedeniyle sevindirici bir gelişmedir. "Marx Geri Döndü" diye hayıflandı
Economist dergisP ve kapitalizmin, özellikle de tarihsel bir üretim biçimi ola­
rak oluşumuna dair Marksizmden ilham alan yeni kavrayış ve eleştiriler sunan
bir dizi yeni mecra da Marx'a eşlik etti. Kapitalizm neden diğer üretim biçimle­
rinin yerine geçmeyi başarmıştı? Onu küresel hakimiyete taşıyan neydi? Ve son
olarak, kapitalizmin tarihsel sınırları nelerdir?
Bu kitap tüm bu sorulara eksiksiz yanıtlar vermeyi ümit edemez. Amacımız,
daha ziyade bu soruların yeniden ele alınıp, başka, umarız ki daha önceki gi­
rişimlerden daha iyi bir şekilde yanıtlanabilecekleri, yeni kuramsal ve tarihsel
perspektifler sunmak. Basitçe söyleyecek olursak, kapitalizmin kökenlerinin ve
tarihinin ancak uluslararası ya da jeopolitik bir çerçevede hak ettiği gibi anlaş ı­
labileceği ni ve tarihsel bir üretim biçimi olarak kapitalizmin temelinde tam da
bu "uluslararası olma halinin" yattığını ileri sürüyoruz. Her ne kadar pek çok
okur sezgisel olarak bunun zaten aşikar olduğunu düşünse de, bu kitapta mev­
cut kapitalizm mefhumlarının bugüne dek bu uluslararası olma halini ciddiye
almakta başarısız olduğunu gösteriyoruz. Bu durum, sadece tarih çalışmala­
rımızı değil, günümüze ilişkin eleştirilerimizi de sınırlayan, kapitalizmin kö­
kenieri ve gelişimine ilişkin sorunlu kuramsallaştırma çabalarına yol açmıştır.
Kapitalizmin kökenlerinin bu belirgin jeopolitik karakteri, Fransız elçileri
Jean de Dinteville ile George de Selve'in Londra'daki bir buluşmasını resmeden
Alman Rönesans ressamı Hans Holbein'ın 1 532 tarihli şaheseri Elçi/erde de
ustalıkla öngörülmüştür (Şekil 0. 1). Tablo insanı şaşkınlığa düşürür, çünkü iki
aristokrat tablonun kenarlarına yerleştirilirken, açıkça dini bir nitelik taşıyan
ve tek sembol olan haç ise bir perdeyle örtülmüştür. Ortaçağ' da iktidarın bu iki
direği -kilise ve aristokrasi- sembolik olarak kenara itilirken, tablonun odak
noktasını anamorfik bir kafatası ve nesnelerle -metalarla- dolu bir masa işgal
eder. Bu feodalizmin kaçınılmaz çöküşüne ilişkin, ressamın farkında olmadan
bulunduğu bir kehanet miydi? Holbein, toplumsal ilişkilerin "şeyler tarafından
dolayımlanacağı" kapitalist bir gelecek mi öngörmüştü?6
Bu bir spekülasyondan ibaret olsa da, bu nesneler 16. yüzyılın başlarında
Avrupa' da7 uluslararası ilişkileri tanımlayan jeopolitik çevreye ilişkin can­
lı bir kayıt teşkil eder.8 Kafatasının temsil ettiği ölümlülük, bize ölümün bu
dönemde Avrupalıların zihin dünyasının ön sıralarında olduğunu hatırlatır;
hatta Holbein da tablonun tamamlanmasından sadece on yıl sonra, 1 543 yı­
lının güzünde İngiltere' de veba nedeniyle hayatını kaybedecektir.9 Tablonun
yapıldığı sıralarda, Hıristiyan dünyası arkalar}nda serfliğin külleri ni bırakan
köylü isyanlarıyla sarsılıyordu. Avrupa önceki yüzyıllarda, 15. yüzyıla gelindi­
ğinde nüfusunu yüzde 30 ila yüzde 60 oranında azaltan bir demografik krize
yol açacak salgın hastalıklarla kasılıp kavrulmuştu.
Giriş 1 17
Tablonun sağ alt köşesinde, Hıristiyan dünyasında Protestanlarla Katolik
Kilisesi arasında çıkan fikir ayrılığını simgeleyen tekli kopmuş bir lavtanın
yanında, Lutherci bir ilahi kitabı yer alır. Bu eşyaların sol tarafında Martin
Benhaim'in Portekiz'in baharat ticareti üzerindeki tekelini kırmaya çalışan
Nürembergli tüccarların siparişi üzerine yaptığı küre durmaktadır. Küre,
Avrupa şehirlerinin ardından, "Affrica" ve "Brisilici R." (Brezilya) ibareleri oku­
nacak şekilde çevrilmiştir. Yeni Dünya'yı Habsburg İspanyası (hattın batısı) ile
Portekiz (hattın doğusu) arasında bölen ve burada bu keşiflerin önemini ve
Avrupa devletlerinin keşiflerin ardından ticari olarak karlı topraklar için giriş­
tikleri rekabeti simgeleyen Linea Divisionis Castellanorum et Portugallenum'u
("İspanya ve Portekiz'i Ayıran Hat") görürüz.

Şekil 0.1 Hans Holbein, Elçiler, 1533.

Kürenin önünde Peter Apian'ın A Newand Well Grounded Instruction in All


Merchant's Artihmetic isimli, kar-zarar hesaplamasını, ticaret gümrüklerini,
seyrüsefer ve rota haritalandırmasını ele alan, ticaret ilmi üzerine kaleme alın­
mış erken tarihli bir metni yer alır. Benhaim'in yanına yerleştirilmiş olan bu
kitap, ticaretin giderek küresel -ve rekabetçi- bir karakter kazanan doğasının
yanı sıra, ticari çıkarların denizaşırı keşiflerden ayrılmazlığını gösterir. Bu eş­
yaların üstünde, masanın tepesinde yer alan çok sayıda bilimsel alet, denizcilik
IS i 8au'mn Egemenliği Nasıl Kuruldu l
alanında yaşanan hızlı gelişmeyi vurgular. Hıristiyanlığın gerilemesi temasını
sürdüren bu aletler, hakim bir episteme olarak dinin kutsallığından bilimsel
araştırmanın ve hümanizmin akılcılığına doğru giderek hızlanan kaymanın
bir göstergesidir. Son olarak elçilerin masaya dayadıkları kollarının altında
uzanan ve bu nesneleri birbirine bağlayan Türk kilimi, Osmanlı ve Habsburg
imparatorlukları arasındaki rekabete dikkat çekmektedir. Bu "Doğulu" meta­
nın varlığı, bu dönemde Avrupa'da yaşanmakta olan sayısız değişimin, o sı­
ralarda Avrupa' da görülen her şeyden tartışmasız bir şekilde daha güçlü olan,
Avrupa dışından kaynaklanan süreçler, toplumsal formasyonlar ve aktörler ta­
rafından desteklendiğini gösterir.
Bir kez daha bu temaların üstünden geçelim: Kara Ölüm'ün neden olduğu
bir demografik kriz, Osmanlı-Habsburg rekabeti, Yeni Dünya'nın keşfi ve çiz­
gisel olarak belirlenmiş egemenlik alanlarına bölünmesi, cerahat toplayan bir
isyan ve devrim atmosferi, sömürgeciliğin iktisadi önemi. Ayrıca, tablodaki bu
temaları kesen, bu süreçlerin arkasında yatan jeopolitiğe ilişkin sağlam bir far­
kındalık da görülmektedir. Yeni Dünya'ya ve Osmanlı imparatorluğu'na yapılan
vurgu, bize Avrupa'da kapi�alizmin oluşumunun sadece Avrupa içi değil, kesin
surette uluslararası (veya toplumlar arası) bir fenomen de olduğunu hatırlatır:
Bu süreçte Avrupa dışı faillik, Avrupa' daki gelişimin yörüngesini ve doğasını
durmaksızın etkilemiş ve (yeniden) yönlendirmiştir. Bu kitapta kapitalizmin ve
"Batı'nın yükselişinin" kökenlerinin bu uluslararası veçhesinin izini sürüyoruz.
Bu iddiayı dile getirirken ana saikimiz, döneme ilişkin tarih yazımı ile ku­
ramsal çözümlemelerdeki hakim görüşleri yıkmak ve umarız ki yerinden et­
mek. Zira, Holbein'ın tablosunun ima ettiği "uluslararası olan"ın örtük mer­
keziliğine rağmen, erken modern Avrupa'ya ilişkin hakim kuramsallaştırma
girişimleri, Avrupa dışı toplumlar hesaba katılmadan inşa edilmiştir. ister siya­
set alanında olsun, isterse iktisat, kültür ya da ideoloji, kapitalist modernitenin
ortaya çıkışı, genellikle sadece Avrupa'ya özgü, nevi şahsına münhasır bir ge­
lişme olarak anlaşılmıştır. Avrupa dışı toplumlar resme girdiklerindeyse, tipik
olarak Avrupa'nın sömürgeci kamçısının diğer ucundaki edilgen bir seyirci ya
da Avrupa'nın özgünlüğünün ve üstünlüğünün tanımlandığı, kıyaslanacak bir
örnek -Öteki- statüsüne düşürülmüşlerdir. Kısacası, kapitalizmin kökenlerinin
tarihi, tartışmasız bir şekilde Avrupa merkezcidir.

Avrupa Merkezcilik Sorunu

O halde Avrupa merkezcilik tam olarak nedir? Avrupa merkezcilik, özünde,


modern gelişmenin biçimine ve doğasına dair birbiriyle ilişkili üç varsayımdan
oluşan, ayrıksı bir soruşturma kipini temsil eder.ıo İlk olarak, kapitalist mo­
demitenin kökenlerini ve kaynaklarını, esasen Avrupa'ya içsel olan gelişme-
Giriş 1 19
lerin bir ürünü olarak görür. Avrupa merkezcilik, herhangi bir verili gelişme
güzergahının bir toplumun kendi içkin dinamiklerinin ürünü olduğu varsa­
yımına dayanarak, moderI1itenin doğuşunu münhasıran Avrupa'nın geçirgen
olmayan ve sosyo-kültürel açıdan tutarlı coğrafi sınırlarının içine yerleştirir.
Böylece kültürel tarihte Rönesans'ın doğuşunun sadece Avrupa içi bir fenomen
olduğunu görürüzY Mutlakıyetçiliğe ve modern devlet biçiminin kökenlerine
ilişkin çözümlemeler de benzer şekilde, bütünüyle Avrupa coğrafyasında ele alı­
nır ve Avrupa dışı örnekler sadece kıyaslama yapmak istendiğinde sahneye çıkar
(tabii eğer çıkarlarsa)Y İktisadi bir biçim13 ya da toplumsal bir sisteml4 olarak
kapitalizmin yükselişine ilişkin hakim açıklamalar da benzer biçimde, bu geliş­
menin kökenlerini doğrudan Batı Avrupa'ya yerleştirir ve Avrupa dışında kalan
coğrafyalar, sömürülen ve edilgen bir "çevre"ye indirgenir.ls
"Batı'nın özerk ve endojen yükselişine" ilişkin bu içselci hikaye, Avrupa
merkezciliğin kurucu söylencesini oluşturur.16 Toplumsal nedenselliğe dair -
Avrupa'nın gelişmesinin endojen ve kendi kendine hareket eden bir gelişme
olarak kavramsallaştırıldığı- güçlü bir "içeriden dışarıya" modelden (ya da me­
todolojik içselcilikten) yola çıkılarak, Avrupa, tarihin daimi "merkezi" ve "esas
taşıyıcısı" olarak görülür. Bu tutum, en kötü örneklerinde, Avrupa toplumunun
ve kültürünün dünyanın geri kalanından daha üstün olarak yorumlanmasına
varabilir. Avrupa merkezciliğin, gelenek ile modernite arasındaki tarihsel ay­
rımı, "Batı" ile "Doğu" arasındaki uzamsal bir ayrımla eklemleyen ikinci nor­
matif varsayımına ise tarihsel öncelik adı verilebilir. Bu yöntemle, Avrupa dışı
toplumlar Batı modernitesinin özgünlüğünün ve ayrıksılığının tanımlandığı
ve tanımlanmaya da devam edildiği ideolojik bir Öteki olarak Avrupa'nın kar­
şısına konur.17 Böylece "Doğu", sayısız sosyolojik akım vasıtasıyla, "Batı"nın de­
ğerlerine temel ve uzlaşmaz bir meydan okumayı temsil eden, inatçı ve tehlikeli
bir düşman olarak (yeniden) inşa edilir.ls
Karşılıklı inatçılığın "Demir Perdesi"ninl9 yerleşmesiyle, hem Avrupa mer­
kezci içselcilik hem de tarihsel öncelik nosyonları, sadece ideolojik olarak de­
ğil, maddi olarak da güçlendirilmiştir. Ya karşılaştırmalı yaklaşımlarda20 ya da
"metodolojik milliyetçilik"te21 ifadesini bulan Avrupa merkezcilik, toplumsal
gelişmenin çoğul ve etkileşimli karakterini görmezden gelme eğilimindedir.
Böylece, kuramsal düzeyde birbirleriyle kıyaslanması mümkün olmayan araş­
tırma nesneleri olarak Avrupa ile "Geri Kalanlar" arasında epistemolojik bir ay­
rıma gidilir ve kapitalizmin kökenlerinin incelenmesi, Avrupa dışı toplumların
failliğinin silindiği ya da görmezden gelindiği dışlayıcı bir sürece dönüştürülür.
Bu varsayımlardan kestirime dayalı üçüncü bir önerme doğar: Avrupa'nın
modernite deneyimi, gelişmenin, bütün toplumların geçmesi gereken evrensel
bir aşamasıdır. Bu aşamacı varsayım, toplumsal değişimin -gelenekten moder­
niteye, feodalizmden kapitalizme vs.- içsel süreçlerinin farklı yerlerde ve farklı
20 i Barı'nın Egemenliği Na,,/ Kuru/du'
zamanlarda dünyadaki bütün toplumları kapsayan evrensel aşamalar olarak
kavrandığı, çizgisel bir gelişme fikrine dayanır. Bu üç önerme (metodolojik iç­
seıCilik, tarihsel öncelik ve çizgisel gelişme), Avrupa merkezci açıklamaların
çekirdeğini oluşturur.

Sosyo-tarihsel Farklılık Sorunuyla Yüzleşrnek

Batı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu?, kapitalizmin longue duree'de [uzun


dönemde] ayrıksı bir üretim biçimi olarak ortaya çıkmasına imkan sağlayan
"Avrupa dışı" jeopolitik koşulları ve faillik biçimlerini ele alarak, bu varsayımla­
ra karşı çıkıyor. Bu doğrultuda, geç Ortaçağ ve erken modern çağda ortaya çıkan,
uluslararası olarak belirlenmiş çeşitli tarihsel dinamikleri, yapıları ve failleri çö­
zümleyerek, toplumsal dönüşüm sürecinin izini sürüyoruz. Bu açıdan, son yıl­
larda erken modern çağın incelenmesi açısından gerçek bir tarihsel devrim teşkil
ettiği kanıtlanmış bir tartışmaya katkıda bulunmayı ümit ediyoruz. Bu tartışma,
kapitalist modernitenin doğuşuna ilişkin mevcut kuramsal ve tarihsel yaklaşım­
ların özünde Avrupa merkezci olan doğasına karşı çıkan, birbirinden farklı bir
grup araştırmacının çalışmalarının ürünüdür.22 Kapitalizmin kökenlerine iliş­
kin tartışmalar, araştırmacıların Batı modernitesinin biricikliğini görecelileştir­
mesi ve kendiliğinden gerçekleşen "Batı'nın yükselişi" fikrini güçlü bir şekilde
sorunsallaştırmasıyla yeni boyutlar kazanmıştır.23 Eskiden tarihsel ve sosyolojik
araştırmaların kenarına itilmiş olan kapitalist modernitenin Avrupa dışı kay­
nakları, dinamikleri ve deneyimleri, bu literatürde artık Ön plana çıkmış, içsel
olarak üretilmiş "Avrupa mucizesi"ne dair kibirli, özcü anlatıların düzeltilmesi
için ihtiyaç duyulan katkıyı sağlamıştır.
Bu literatürün belki de en önemli katkısı, modern dünyayı birlikte, ama
eşitsiz bir şekilde yaratan, "Batı" ile "Geri Kalanlar" arasındaki karşılıklı ola­
rak bağlantılı ve eş-kurucu ilişkilere odaklanmasıdır. Toplumsal etkileşirnin ve
eş-kuruculuğun geniş uzam ı olarak "uluslararası olana" gösterilen bu ilginin,
Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplinindeki bilim insanlarına, bu tartışmalara kat­
kı koymak için eşsiz bir konum sağlaması gerekir. Ancak postkolonyalizm ve
dünya tarihi yaklaşımlarından gelen eleştiriler,24 şimdiye kadar, hatta tarihsel
sosyolojik dönüşün2s sonrasında bile, ana akım uİ disiplinini pek az etkilemiş­
tir. Bunun yerine Uİ'ye yönelik tarihsel sosyolojik yaklaşımlar, çözümlemele­
rinde ağırlıklı olarak Avrupa tarihine dayandıklarından, Avrupa merkezci var­
sayımları yeniden üretmekle eleştirilmiştir.26 uİ disiplini içindeki tarihle ilişki
kuran temel çalışmalar, esasen Avrupa tarihi ve Avrupa içi dinamikleri konu
edinmiştir ve edinmeye de devam etmektedif.27 Avrupa dışı toplumları ele alan
önemli çalışmalarsa, ideolojik kültürel farklılığın "Demir Perdestnin altını çiz­
me eğilimindedir.28
Giriş i 21
Gerçek bir "uluslararası tarihsel sosyolojiye"29 yönelik çağrılar, henüz
Avrupa'yı tam olarak taşralaştıramadıkları, bunun yerine kapitalist mo­
demitenin imtiyazlı mekatu ve organik doğum yeri olarak gördükleri için,
bu Avrupa merkezci kafesin içinde kilitli kalmıştır (bkz. Birinci Bölüm). Bu
perspektifi değiştirmek, Batı'nın Egemenliği Nasıl Kur uldu? 'nun temel hede­
fidir. Kapitalizmin ortaya çıkışının mekansal merceğini longue duree içinde
Avrupa'nın ötesine doğru genişletmeyi; Batı dışı (hem yapısal hem da failsel)
kaynakları çözümlemenin merkezine yerleştirerek, kapitalizmin kökenlerini ve
Batı hakimiyetinin doğuşunu köklü bir şekilde yeniden düşünmeyi öneriyoruz.
Bunu yaparken, bizatihi "Batı'nın" hem ideo-politik hem de sosyo-ekonomik bir
entite olarak, Avrupa dışı dünyayla olan karşılıklı ilişkileri içinde ve bu ilişki­
ler vasıtasıyla nasıl şekillendiğini açıklıyoruz. Bu uluslararası boyutlar, esasen
tarihsel olan bölümlerde (Üçüncü Bölüm ile Sekizinci Bölüm arasında) ele alı­
nıyor. Her bölümde kapitalizmin kökenlerine ve "Batı'nın Yükselişi"ne yönelen,
ekseriyetle kuramsal ilginin odaklandığı çözümleme alanlarını değiştiriyor ya
da merkezsizleştiriyoruz. Bunlardan Moğol ve Osmanlı İmparatorluklarının
kapitalizmin gelişine "katkılarının" örnek gösterilebileceği bazıları, mevcut
tartışmalarda görece aşina olunmayan ya da görmezden gelinen alanlardır (sı­
rasıyla Üçüncü ve Dördüncü bölümler). Bununla birlikte, küresel kapitalizmin
oluşumunda Amerika "keşiflerinin" rolü (Beşinci Bölüm), Avrupa tarihindeki
"klasik" burjuva devrimleri (Altıncı Bölüm) ve Asya'nın sömürgeleştirilmesi
(Yedinci ve Sekizinci bölümler) gibi çağdaş tartışmalarda daha aşina olunan
alanları da, tam da daha "uluslararası", Avrupa dışı bir çerçeve yoluyla daha
aşina kılmak amacıyla ziyaret ediyoruz.
Bunu yaparken aynı zamanda, dünya tarihi literatürüne ve postkolonyal ya­
zına yapılmış mevcut katkıların ötesine geçmeyi amaçlıyoruz. Yani, Batı'nın
Egemenliği Nasıl Kuru/du?, basitçe kapitalizmin kökenlerine ilişkin araştırma­
ların ampirik kapsamını genişletebilecek, Avrupa dışı, yeni perspektifler ek­
lemeyi hedeflemiyor. Daha ziyade kapitalizme dair kuramlaştırmamızın kay­
da değer bir şekilde gözden geçirilmesini sağlayabilecek alternatif bir çerçeve
sunuyor. Bunu, nedenselliğin belirgin bir biçimde uluslararası olan boyutu­
nu gelişme kavramıyla benzersiz bir şekilde birleştirdiğini ileri sürdüğümüz
Troçki'nin eşitsiz ve bileşik gelişme kurarnından yararlanarak ve bu kuramı
daha da incelterek yapıyoruz (ikinci Böıüm).30
Kapitalizme geçiş tartışması, eşitsiz ve bileşik gelişmenin toplumsal deği­
şimi kuramlaştırma açısından ne denli verimli olduğunu değerlendirmek için
özellikle uygun bir literatür teşkil eder, zira bu tartışma içinde alınan konumlar,
özellikle de açıklamanın "içselci" ve "dışsalcı" biçimleri arasındaki katılaşmış
ayrım, tam da kurarnın üstesinden gelmeye çalıştığı metodolojik sorunları çok
açık bir şekilde ortaya koyar. Bilhassa (yeni-)Marksist yaklaşımlar arasındaki
22 ı Batl'nm Egemenliği Nas" Kuruldu?
tartışmalar, büyük oranda bu "içseki" ve "dışsakı" kutuplar arasında dağılmış­
tır. Bir taraftan Maurice Dobb,31 Robert Brenner2 ve Ellen Meiksins Wood33
gibi araştırmacılar, kapitalist toplumsal ilişkileri ortaya çıkaran kaynakları,
feodal Avrupa toplumlarının, özellikle de İngiltere'nin iç çelişkilerine yerleş­
tirir. Öte yandan Paul Sweezy34 ve I mmanuel Wallerstein,35 kapitalizmin Uzun
16. Yüzyıl (1450-1650) boyunca Avrupa'da pazarların, alışverişin ve ticaretin
genişlemesi S6nucunda doğduğunu düşünürler. Bu iki farklı konum arasında­
ki temel mesele, kapitalizme geçişteki esas itkinin mübadele ilişkilerindeki (ti­
caret) yoğunlaşma mı, yoksa sınıf çatışmasındaki şiddetlenme mi olduğudur.
Daha yakın bir dönemde, Avrupa merkezciliğe karşı çıkan araştırmacılar, ka­
pitalizmin (ya da "proto-kapitalizmin") daha önceki biçimlerinin Batı dışında
ortaya çıkışını hesaba katarak ve Batı Avrupa kapitalizminin küresel hakimiyet
kurmasıyla sonuçlanan yükselişini açıklayan olumsal ya da tesadüfi etkenleri
daha fazla vurgulayarak tartışmayı genişletmiştir.36 Fakat, Avrupa merkezcilik
karşıtlarının büyük bir bölümü, kapitalizmin doğuşuna ilişkin özünde dışsakı
bir açıklamayı benimseyerek, esas tartışma tarafından belirlenmiş ana metodo­
lojik parametrelerin içinde kalmıştır. Temel itki olarak ticaretin ve pazarların
yayılmasının altını çizmiş ve böylece sermayenin "Nuh Nebi'den kalma biçim­
lerini"3? kapitalizmle eşitlemişlerdir.38

Kapitalizm Nedir?

Kapitalizmin oluşumunda tam olarak hangi etkenlerin merkezde dur­


duğuna ilişkin bu şiddetli anlaşmazlıklar, şu soruyu yanıtlamaktan kaçınır:
Kapitalizm nedir? Bazı açılardan bu aldatıcı bir sorudur, çünkü kapitalizmin
içeriğinin herhangi bir tek satırlık tanıma direnen bir karmaşıklığa sahip olma­
sı nedeniyle, tartışmaya açtığından daha fazlasını gözlerden gizler. Kapitalizmi
"genelleşmiş meta üretimi"39 veya "ücretli emeğin sömürülmesi yoluyla reka­
betçi sermaye birikimi"40 ya da "piyasaya bağımlılık"41 olarak görmek, bazı açı­
lardan, kapitalizmin etrafında işlediği "sert bir çekirdeğe" göndermede bulu­
nur. Ancak bu kitapta ileri sürdüğümüz argüman, kapitalizm anlayışımızı bu
ifadelerden herhangi birinde tespit edilenin çok ötesine dek esnetecek, daha
geniş ve karmaşık bir toplumsal ilişkiler ağının var olduğudur. Bu toplumsal
ilişkilerin neler olduğunu kitabın akışı içinde, ortaya kapitalizmin kökenleri
ve yeniden üretimi açısından hayati olduğunu düşündüğümüz daha fazla sap­
tama ve kategori koyarak açıklıyoruz. O halde şimdilik, kendimizi kapitalizmi
kuramlaştırabileceğimiz temel bir bulgusal (heuristic) çerçeve tespit etmekle
sınırlandırabiliriz.
Kapitalizmin ne "olduğunu" söylemek, kapitalizmi bir şeye indirgeme ris­
kini taşır ve bu da toplumda kapitalizmin yeniden üretimini kolaylaştıran, ya-
Giriş i 23

pılandıran ve nihayetinde sınırlandıran çok anlamlı (multivalent) bağlantıları


karanlıkta bırakma eğilimindedir. Daha spesifik olmak gerekirse, herhangi
bir verili toplumsal etkenin, ilişkili olduğu diğer etkenlerden mantıksal olarak
bağımsız bir öz ihtiva ettiği imasını taşır. Sermaye "bir şey olarak" genellikle
basitçe, varlığı daha geniş toplumsal ilişkilerden bağımsız olan "kar" veya bi­
riktirilmiş bir para ya da belki de makine havuzu şeklinde anlaşılır. Bu neden­
le sermayenin sadece bir "şey" olarak görülmesi, kapitalizmi doğallaştırma ve
ebedileştirme eğilimine yol açar.
Bunun aksine, kapitalizmi, toplumsal ilişki ve süreçlerin kuşatıcı ve tarihsel
olarak spesifik konfigürasyonları olarak gören Marx'ı takip ediyoruz. Bu tür bir
ilişkisel-süreçsel yaklaşım, kapitalizmin "soyut ve tek taraflı" öz-sunumlarından
uzaklaşarak, "belirli toplumsal ilişkilerin" "somut canlı kümeleşmelerr'ni gün
yüzüne çıkarmamıza yardımcı 01ur.42 Örneğin, Marx'ın (sermaye gibi) bazı ka­
tegorilerinin zorunlu olarak (ücretli emek gibi) başka kategorileri varsaydığına
ilişkin gözlerni, kapitalist üretim biçimini yeniden üreten sömürü ve iktidarın
yapısal koşullarını gün yüzüne çıkarmasını, çözümlemesini ve eleştirmesini
mümkün kılmıştır. Bu bize toplumsal ilişkilerin tarihsel olarak spesifik ve inşa
edilmiş olmaları nedeniyle, dönüştürülebileceklerini, ortadan kaldırılabilecek­
lerini ve yeniden inşa edilebileceklerini hatırlatır. Benzer şekilde, süreç üzerine
yapılan vurgu da kapitalizmin gelişiminin sabit bir entite olarak değil, belirli
tarihsel sorunlara, itirazlara, mücadelelere, çelişkilere, sınırlara ve fırsatlara
göre toplumsal ilişkileri biçimlendiren ve şekilleQdiren bir entite olarak tarih­
selleştirilmesini gerektirir.
Sürece yapılan bu vurgu, kapitalizmin tarihinde ya da coğrafyasında yer
alan belirli bir evreyi, "saf", "ideal tipik", "değişmez" ya da "en yüksek aşa­
ma" olarak gören her türlü sosyolojik ya da politik tutumdan uzaklaşmamıza
yardım edecektir. Bu tür bir perspektiften yola çıkarak, kapitalizmin tarihini,
açık bir şekilde ayırt edilebilir aşamalardan oluşan çizgisel bir ilerleme şeklin­
de okumaya yönelik her türlü girişimi altüst etmeye çalışıyoruz. Son olarak,
"sürece" odaklanmak, bir toplumsal ilişki olarak sermayenin tanımlayıcı nite­
liklerinden biri olan -üretim, dolaşım ve gerçekleşme alanlarındaki- hareket
ve devinim zorunluluğunu tespit etme imkanı sunacaktır.
O halde, her iki anlamda da -hem toplumsal ilişki hem de süreç olarak- ka­
pitalizmden ziyade kapitalizmlerden söz etmek daha anlamlıdır. Gerçekten de
bu kitabın ana tezlerinden biri, kapitalizmin tarihinin çoğul, çok değerlikli ol­
duğu ve herhangi bir tekil süreç ya da toplumsal ilişkiye indirgenemeyeceğidir.
Bununla birlikte, kapitalizmin işleyişinin, kapitalist üretim biçiminin (çelişkili
olsa da) bilinebilir bir çözümleme nesnesi olarak incelenmesini zorunlu kılan,
belirli bir bütünlüğe de sahip olduğunu ileri sürüyoruz.
24 i Baıı'nln Egemenliği Nasil Kuruldu '
Kapitalizmi bu çerçevede -çelişkili bir toplumsal bütünlük olarak- ele al­
mak, çoğul hakimiyet, boyun eğdirme ve sömürü ilişkilerinin birbirleriyle
kesiştiği ve birbirlerini yeniden ürettiği biçimlerin izini sürmemizi mümkün
kılar. Bu bakış açısından yola çıkarak, kapitalizmin en iyi, sermaye ilişkisinin
sistematik yeniden üretimi etrafında bir araya gelen, ama -ne tarihsel ne de
mantıksal olarak- bu ilişkiye indirgenmesi mümkün olmayan toplumsal ilişki
ve süreçlerden oluşan bir konfigürasyonlar, bir araya gelişler ya da demetler
kümesi olarak anlaşılabileceğini ileri sürüyoruz. Bu tür konfigürasyon ve bir
araya gelişlerin altını çizerek, aynı zamanda sermayenin ücretli emekçilerin
sömürüsü yoluyla yeniden üretilmesi ve rekabetçi bir tarzda biriktirilmesinin,
bu yeniden üretimi ve birikimi mümkün kılan geniş bir farklılaşmış toplumsal
ilişkiler çeşitliliğini gerektirdiğini göstermeye çalışıyoruz. Bu ilişkiler, baskıcı
devlet aygıtları, rıza üreten ideoloji ve kültürler ya da ırkçılık ve patriyarka gibi,
basit sermaye-ücretli emek ilişkisinde doğrudan verili olmayan ya da bu ilişki­
den türemeyen çok çeşitli iktidar ve sömürü biçimleri alabilir.
Bir örnek vermek gerekirse, feminist araştırmaların en büyük başarıları n­
dan biri, ücretli emeğin mevcudiyetinin, doğrudan üretim sürecinin (bu sü­
reçle ilişkili olsa da) dışında kalan geniş bir "yeniden üretim alanı"nı gerek­
tirdiğini göstermek olmuştur. Burada, ücretli olmayan üretim biçimleri -aşçı­
lık, ev temizliği, çocuk bakımı vs.- ücretli emeğin ve dolayısıyla kapitalizmin
yeniden üretimi açısından asli bir role sahiptir. Bu kitap boyunca göstermeye
çalışacağımız üzere, bu tür (ve başka) ilişkiler, hem sermayenin birikiminin
ve yeniden üretiminin mümkün kılınması hem de işçilerin emeklerinden ve
birbirlerinden yabancılaşmalarının temelinde yatan itaat, sömürü ve toplumsal
katmanlaşma biçimlerinin üretilmesi açısından mutlak bir öneme sahiptir. Bu
nedenle, kapitalizmin oluşumuna ilişkin bir çözümlemenin, bir üretim biçimi
olarak kapitalizmin kökenlerini ve yeniden üretimini etkileyen toplumsal iliş­
kilerden oluşan son derece karmaşık ağları, bir araya gelişleri ve demetleri açığa
çıkarması gerektiğini ileri sürüyoruz.
Bu kitapta, eşitsiz ve bileşik gelişmenin, kapitalizm açısından kurucu bir rol
oynayan ve oynamaya da devam eden bu tür bir araya gelişlerin tarihsel olarak
ortaya çıkışını ve gelişimini açığa çıkarmak ve çözümlernek için bir yol sun­
duğunu savunuyoruz. Kurucu bir rol oynamak derken, tarihsel olarak kurucu
bir rol oynamayı, yani kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişmesinde etkili olan ta­
rihsel süreçleri kastediyoruz. Fakat aynı zamanda bu "kurucu rol" ü, müteakip
yüzyıllar boyunca (farklı biçimlerde de olsa) işleyen ve günümüzde de varlığını
sürdüren ilişki ve süreçlere, kapitalizmin onler olmadan yapamayacağı sosyal
ilişkilere de atfediyoruz. İleride savunacağımız gibi, "kurucu bir rol" oynadı­
ğını düşündüğümüz şeyler, mevcut pek çok kapitalizm kuramında ortaya ko-
Giriş 1 25
Dulanlardan önemli ölçüde daha geniştir. Bunun, kapitalizmin kökenlerinin
gerektiği gibi incelenebilmesi için daha geniş bir tarihsel ve coğrafi kapsam ve
bu daha geniş kapsamı anlaşılabilir kılacak bir kuramsal çerçeve gerektirdiğini
ileri sürüyoruz.
Bununla birlikte, bu kitabın kapitalizmin kökenlerine ve "Batı'nın yükse­
lişine" dair "her şeyi kapsayan" bir açıklama yapmak niyetiyle yazılmadığını
vurgulamalıyız. Aslına bakılırsa, tarihsel açıklamamız belirli süreçleri öne
çıkaran, bazılarını ise dışarıda bırakan kısmi bir açıklama olmaktan kurtu­
lamaz. Benzer şekilde, bunun her şeyi kapsayan bir tarih değil, Avrupa' da kapi­
talizmin oluşumu açısından merkezi bir rol olan süreçlere öncelik veren bir ta­
rih olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu yaklaşım, Avrupalı olmayan toplumların,
ancak Avrupa' daki gelişme açısından bir değer taşıdıkları ölçüde incelenmesi
anlamında, Avrupa merkezciliğe düşme tehlikesi taşımaktadır. Bu durumdan
kaynaklanan olası sorunların farkındayız, ama Avrupa' da, onu Avrupalı olma­
yan toplumların aleyhine küresel hakimiyete taşıyan benzersiz bir şeyin ya­
şandığında ısrar ediyoruz. Dolayısıyla bu "yükselişin" arkasında yatan boyun
eğdirme ve sömürü tarihinin gün yüzüne çıkarılması, Avrupalı (ya da Batılı)
istisnaiciliğin mitleştirilmesine yönelik eleştiriler açısından hayatidir. Bu ta­
rihin anlatılmasında Avrupa'nın bir inceleme nesnesi olarak alınması, hem
vazgeçilmez hem de kaçınılmazdır. Ancak boşluklar var olsa da önerdiğimiz
çerçevenin gelecekteki araştırmalar için yeni olanaklar sağlayacağını ve çö­
zümlememizi destekleyecek başka tarihsel süreçlerin bu çerçeveye dahil edi­
lebileceğini ümit ediyoruz. Bu açıdan, bugüne dek hikayenin önemli ölçüde
gözardı edilmiş veçhelerini, özellikle de "uluslararası", "toplumlar arası" olanı
ve "jeopolitikayı" öne çıkaran, daha kapsayıcı bir açıklama sunmaya çalıştık.
Elbette bu, şu sorunun yanıtlanmasını gerektirir: "Uluslararası olan" ve "jeo­
politika" nedir?

Jepolitik Nedir?

Jeopolitika ve "jeopolitik" en genel tanımında şu iki şeyi birden kapsayacak


şekilde tasavvur edilebilir: İlk olarak teritoryal uzamları ve bu uzamların sa­
kinlerini ve kaynaklarını işgal eden, denetleyen, toplumsallaştıran, örgütleyen,
koruyan ve bunlar üzerinde rekabet eden toplulukların, toplumların ve devlet­
lerin çeşitli süreç ve pratikleri; ikinci olaraksa bu tür süreçlerin sonucunda or­
taya çıkan iktidar eklemlenmeleri, biçimleri ve ilişkileri ile birlikte çok değerli
bilgi, söylem, temsil, ideoloji ve strateji biçimleri. Bu bakış açısından, uzamın
(yeniden) üretiminin, yapılanmasının ve örgütlenmesinin ve bizatihi beşeri "te­
ritoryalliğin" inşasının, nasıl tarihsel olarak belirli ve değişen iktidar ilişkilerin­
den kaynağını alan, bu ilişkiler tarafından koşullanıp eklemlenen, doğası gereği
26 i Barı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu '
toplumsal süreçler olduklarını inceleyebiliriz. Bu, teritoryal uzamların ve top­
lumsal ihtilafların, değişimin ve dönüşümün esas mekanları olarak, bu uzamlar
içinde, boyunca ve arasında gerçekleşen alışverişIerin kavramsallaştırılmasını
mümkün kılar.43
Örneğin kapitalizmde, belirli teritoryallik biçimleri ve diğer toplumsal ola­
rak inşa edilmiş uzamlar, sermayenin zaman ve mekan boyunca eşitsiz gelişimi,
üretimi, birikimi ve dolaşımı ile bunun sonucu olan ve toplumsal bir bütünlük
olarak kapitalizmin küresel yeniden üretimine eşlik eden farklılaşmış iktidar,
hakimiyet, sömürü ve çatışma ilişkileri tarafından sürekli yeniden oluşturulur,
sınırları devamlı olarak yeniden çizilir, beşeri coğrafyalar biteviye yeniden şe­
killendirilir. Demek ki gelişme ve yeniden üretimin bu jeopolitik boyutlarına
odaklanırken, coğrafi ya da jeopolitik belirlenirnciliğin klişeleşmiş sorunlarını
yeniden üretme niyetinde değiliz. Bunun yerine, analitik merceğimizi uzamsal
olarak, kapitalizmin ortaya çıktığı farklı "jeososyal" süreç ve belirlenimlerin
çoğulluğuna doğru genişletmeyi amaçlıyoruz. Analitik tahayyülümüzün bu
şekilde uzamsal olarak genişlemesinin, aslında kapitalizmin ortaya çıkışı ve
gelişimine dair gerçekten Avrupa merkezci olmayan bir kuram inşa etmeye yö­
nelik her türlü çaba için, atılması zorunlu metodolojik bir ilk adım olduğunu
ileri sürüyoruz.
Bizim "uluslararası" ve "uluslararası sistem" kavramlarını kullanma biçimi­
miz, (yeni-)realizmin, "uluslararası olanı" mutlak özerkliğe sahip, toplum üstü
bir jeopolitik etkileşimler alanı olarak44 (hatalı bir şekilde) kavramsallaştırma­
sından uzak durmak amacıyla, sürekli bir anarşi durumuna atıfta bulunmaz ya
da zorunlu olarak birbirinden ayrı teşekkül etmiş siyasi birimler arasında, stra­
tejilerinin bu rekabetin özerk mantığı tarafından dikte edildiği bir rekabetin
varlığını ima etmez. Toplumlar arası rekabeti siyasi çoğulluktan türetmeye yö­
nelik realist girişim, toplumların zorunlu olarak birbirlerini tehdit ettiklerine
ilişkin antropolojik olarak şüpheli varsayımın sorgulanmadan kabul edilmesi
anlamına gelir.45
Bütün bu tarih dışı şeyleştirici ve özcü yaklaşımların, aslında neye teka­
bül ettiğini söylemekten çekinmemeliyiz. Bunlar, devletlerin sözde "ulusal
çıkarlarını" elde etmek için başvurdukları güç siyasetinin, (kasti olsun ya da
olmasın) üstü ince bir şekilde örtülmüş rasyonalizasyonlarından başka bir şey
değildir. Kısacası, bu yaklaşımlar, modern dünya siyasetindeki hegemonik ide­
olojilerin "bilimsel" bir toplumsal kuram46 maskesi takan özgün temsilleri ve
ifadeleridir. Geleneksel vi, Kees vand der Pij rin yerinde adlandırmasıyla, "Batı
Üstünlüğünün Disiplini" dirY Bu tür yaklaşımlarla doğrudan bir tezat teşkil
edecek şekilde, jeopolitika, yani beşeri teritoryallik ve toplumlar arası/ulusla­
rarası çatışma, jeopolitikanın sınırlarının bu şekilde çizilmesiyle birlikte, daha
Giriş i 27

geniş, etkileşime dayalı ve eşitsiz bir gelişme sürecinin ortaya çıkan özellikleri
olarak kavramsallaştırılmalıdır.48
Fakat "jeopolitika" ve "jeopolitik" kavramlarına getirdiğimiz bu tanımlar,
bizi dürüstçe, bu kitabın alt başlığının (Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri), as­
lında yanlış bir adlandırma olduğunu kabul etmeye zorlar. Gerçekten de, keli­
menin dar anlamıyla jeopolitik bir nitelik taşıyan (büyük güç rekabeti, sömür­
gecilik ve savaş gibi) geniş bir sosyo-tarihsel süreç yelpazesini incelesek de ele
aldığımız pek çok başka gelişmenin, örneğin alışverişin, ticaretin, fikirlerin,
teknolojilerin ve hastalıkların kültürleri kesecek şekilde yayılmasının, "top­
lumlar arası" ya da "uluslararası" ilişkiler başlığı altında toplanması daha doğ­
rudur. Yine de basitçe Kapitalizmin Toplumlar Arası Kökenleri gibi bir başlıktan
daha çekici olduğu için değil, bu kitap boyunca ileri sürmeye çalıştığımız temel
bir tezi ifade ettiği için bu alt başlığı kullanmaya karar verdik: Kapitalizm, an­
cak ve ancak önüne çıkan toplumsal güçlerin pek çoğunu boyunduruk altın
almaya, üzerlerinde hakimiyet kurmaya ve sık sık da yok etmeye yönelik şiddet
içeren, zora dayalı ve genellikle savaşın yardımcı olduğu, bugüne dek de varlı­
ğını sürdüren süreçlerle -hem ülke içinde hem de ülke dışında- ortaya çıkabi­
lir, kök salabilir ve kendisini yeniden üretebilir.
Bu anlamda, kitabımız kapitalist gelişmenin temelde barış getiren ve "uy­
garlaştıran" doğasını vurgulayan liberalizmden esinlenmiş pek çok anlatıya
alternatif bir "karşı tarih" sunmaktadır. Bu anlatılar, serbest ticaretin ve piya­
saların yayılmasının, daha işbirliğine dayalı ve barışçıl bir uluslararası düzenin
kurulması anlamına geldiği; "küreselleşmenin" çağdaş uluslararası siyaseti,
devletlerin mutlak kazanç elde edebilecekleri bir dizi "pozitif toplamlı" oyu­
na dönüştürdüğü; giderek daha fazla bütünleşen ulusaşırı sermaye döngüle­
rinin ve küresel piyasa ilişkilerinin, sonunda daha liberal-demokratik kültür,
kimlik ve normları desteklediği bir dünya sunmaktadır.49 İzleyen sayfalarda
göstereceğimiz üzere, kapitalist gelişmenin bu şekilde kavramsallaştırılması,
hem geçmişteki hem de günümüzdeki tarihsel olgularla temel bir tezat teşkil
etmektedir.
• BİRİNCİ BÖLÜM

GEçİş TARTıŞMASı:
KURAMLAR VE ELEŞTİRİ

İnceleme nesnemizi bütünlüğü içinde. tüm rahatsız edici ikincil


durumlardan bağımsız olarak ele almak için. bütün dünyayı tek bir
ulus olarak kabul etmeli ve kapitalist üretimin her yerde kurulduğunu
ve sanayinin her dalı nı ele geçirdiğini varsaymalıyız.

Karl Marx. 1 867'

. . . çarpıcı şekilde benzer ama farklı tarihsel çevrelerde vuku bulan


olaylar bütünüyle farklı sonuçlara yol açar. Evrimin bu formlarını
ayrı ayrı inceleyip. sonra onları karşılaştırarak söz konusu fenomenin
anahtarı kolaylıkla bulunabilir. ama buraya. en yüce erdemi tarih­
üstü olması olan genel bir tarihsel-felsefi kurarnın evrensel geçiş
belgesiyle ulaşılamaz.

Karl Marx. 1 8772

Giriş

Bu bölümde kapitalizme geçişe dair Marksizmden esinlenmiş bir dizi etkili


kuramı eleştirel bir biçimde ele alıyoruz. Marksizmden esinlenmiş bu perspek­
tiflere odak.lanmamız, sadece geçişi kuramlaştırmaya yönelik bütün olası yak­
laşımları tüketmiş olmalarından ya da diğer perspektiflerin söyleyecek bir şeyi
olmadığını düşünmemizden kaynaklanmıyor. İlgimizi bu kuramlara yönelti­
yoruz, çünkü Marksist geleneğin kapitalizmin doğuşunu diğer tüm toplumsal
kuram geleneklerinden daha fazla incelediği ve tartıştığı söylenebilir. Bu ne­
denle, kapitalizmin kökenlerine dair başka önemli perspektifleri diğer bölüm­
lerde -Smithgil yaklaşımları Beşinci Bölüm' de, yeni kurumsalcılığı Yedinci
Bölüm' de ve yeni Weberci tarihsel sosyoloji ile Kaliforniya Okulu'nu Sekizinci
Bölüm' de- eleştirel bir biçimde ele alacağız.
Bu bölüm üç kısma ayrılmış durumda. İlk kısım, kapitalizmin kökenlerine
ilişkin Dünya-Sistemleri yaklaşımlarını, özellikle en etkili temsilcisi ve "ku_
rucusu" Immanuel Wallerstein'in eserlerine odaklanarak ele alıyor. Dünya-
30 i Barı'nın Egemenliği Naıil Kuru/du'

Sistemi Kuramının (DSK) kapitalizmin longue duree' de doğuşuna ilişkin ça­


lışmalara yaptığı önemli katkıların altını çizmekle birlikte, bu yaklaşımın -
özellikle de Wallerstein'in getirdiği yorumun- kendi elini zayıflatan iki temel
sorun, yani Avrupa-dışı failliği silen Avrupa merkezciliği farkında olmadan
yeniden üretmesi ve kapitalizme dair yeterince tarihselleştirilmiş bir kavrayış
sunmayı başaramaması nedeniyle başarısız olduğunu iddia ediyoruz.
Bir sonraki kısım, "Brenner tezi"ni ve Robert Brenner'ın kapitalizme geçiş
üzerine kaleme aldığı çalışmaların ortaya çıkardığı kuramsal aygıtı (Siyasal
Marksizmi) inceliyor. Kapitalizmin ortaya çıkışını kuramlaştırma çabaları açı­
sından özellikle sorunlu ve birbiriyle ilişkili üç meseleye odaklanıyoruz. İlk
olarak kapitalizmin kökenlerine ilişkin metodolojik olarak içselci ve buna eşlik
eden Avrupa (ya da İngiltere) merkezci bir çözümlerneye duydukları bağlılığı;
ikinci olarak bunun kapitalizmin oluşumu ile jeopolitik arasındaki ilişkinin
incelenmesinde yol açtığı eksiklikleri ve üçüncü olarak da kapitalizme dair son
derece soyut ve minimalist kavrayışlarını ele alıyoruz.
Üçüncü kısımda, postkolonyalizmin erdemlerini ve sorunlarını tartışıyo­
ruz. Postkolonya! çalışmaların geçiş tartışması içindeki farklı yaklaşımlara
ilişkin genel değerlendirmemize dahil edilmesi, postkolonyal araştırmacıla­
rın ağırlıklı olarak kapitalizmin Avrupa' da ortaya çıkışının dışında kalan -ve
onu takip eden- modernite tecrübelerine odaklanmaları nedeniyle alışılmadık
bulunabilir. Kapitalizmin mevcudiyeti postkolonyal çalışmalar tarafından bü­
yük oranda veri kabul edilmiştir, ki bize göre bu durum, söz konusu çalışma­
ların Avrupa'yı tam olarak "taşralaştırma" becerilerini kısıtlamaktadır. Yine
de postkolonyalizmin kapitalizmin kökenlerinin incelenmesine yaptığı, takip
eden bölümlerde ele alıp daha da genişletmeye çalışacağımız, önemli metodo­
lojik ve kuramsal katkıları ortaya koyuyoruz.

"Ticarileşme Modeli"ne Yeniden Bakmak:


Dünya-Sistemleri Analizi ve Kapitalizme Geçiş

Modern Dünya-Sisteminin Oluşumu: Wallerstein Tezi


DSK'nin en sistematik serimlernesi, longue duree tarih yazımını 1960'ların
Üçüncü Dünya hareketlerinin hegemonya karşıtı siyasetiyle biraraya getirme­
ye çalışan Immanuel Wallerstein'in çalışmalarında bulunabilir. Wallerstein
kapitalist merkez ve çevre arasındaki eşitsiz bölgesel farklılaşmayı açıkla­
mak için bağımlılık kuramCllarından sömürgeciliğin önemini aldı. Sweezy ve
Braudel'den analiz birimi olarak "dünya-sistemi"ne yapılan vurgu ve bunun­
la ilişkili olarak ticaret ve mübadelenin önemi geldU Son olarak Wallerstein,
kapitalist dünya-sisteminin ortaya çıkışının bir ön koşulu olarak, feodalizmin
krizinin ve dünya imparatorluklarının çöküşünün tarihsel özgüllüğünü vur-
Geçiş Tartış m a s ı : Kuramlar ve E l e ş t i r i i 31
guladı. Bu, Wallerstein'in kapitalizmin doğal bir şey olarak görülmekten nasıl
çıkarılabileceği ne ve nihai çöküş ihtimalinin nasıl keşfedilebileceğine duyduğu
ilginin de bir ürünüydü.4 Bu'projenin merkezinde,
kapitalist dünya ekonomisinin ilk olarak nasıl ve ne zaman yaratıldığı, geçişin
neden başka bir yerde değil de feodal Avrupa'da gerçekleştiği, neden daha önce
ya da daha sonra değil de o anda yaşandığı [ve) neden daha önceki geçiş çabaları­
nın başarısızlığa uğradığı sorularını yeniden gündeme getirterekV

kapitalizmin tarihsel özgüllüğünü ortaya koyma çabası yatıyordu.


Wallerstein, kapitalist dünya-sisteminin özgüllüğünü, kendisinden önceki
toplumsal biçim olan dünya imparatorluklarıyla olumsuz bir karşılaştırma ya­
parak açıklamıştı. Dünya imparatorlukları, bölgesel ve bazen de bölgeler arası
bir temelde farklılaşmış toplulukları kontrol eden ve sömüren, bütünleşmiş si­
yasi iktidar sistemleriydi. Wallerstein'e göre, dünya imparatorlukları geniş dev­
let bürokrasilerinin tarımsal üretimden artık temellük ettikleri, sermaye biri­
kimini ve biriktirilen sermayenin üretime yeniden yatırılmasını engelledikleri
ya da imkansız kıldıkları için iktisadi gelişmeyi sınırlamışlardı. 6 Dünya impa­
ratorluklarının çoküşü kapitalizmin ortaya çıkışı için bir ön koşuldu, çünkü
bu çöküş kar amaçlı ticari etkinliklerin her şeye hakim emperyal devletlerin
zincirlerinden kurtulmasını mümkün kılmıştı. Böylece kısıtlarından kurtulan
üretim, "üretim karlı olmayı sürdürdüğü müddetçe sürekli genişleyebilir" ve
kapitalistler "her zaman kar marjlarını genişleten yeni üretim yolları bulabilir­
di".7 Sonuç olarak ticaret sürekli olarak genişleme ve boyunduruk altına alma
(subsumption) -"söz konusu dünyanın coğrafi büyüklüğünün genişlemesi"8-
eğilimindeydi ve bu eğilim de iktisadi etkinliğin daha geniş bölmelerini gide­
rek daha fazla kendi "mantığına" dahil ederek, bir kapitalist dünya ekonomisi
yarattı. "Kapitalist olmayan bölgelerin" bu şekilde kapitalist dünya-sisteminin
boyunduruğu altına girmesi, "sömürgeleştirme, fetih ya da iktisadi ve siyasi
hakimiyet yoluyla" gerçekleşti.9
Bu genişlemenin merkezinde giderek artan bir bölgesel farklılaşma ve dünya
iş bölümü yatıyordu. 10 Wallerstein bu perspektiften hareketle, dünya-sistemi­
nin denizaşırı genişleme yoluyla ortaya çıkışı ile emeğin özgürleşmesini birbi­
rinden ayırıyor ve ikincisini ilkinden türetiyorduY Yani, dünya-sistemi sadece
biçimsel olarak özgür olan ücretli emeğin kendi hakimiyeti altındaki bölgeler­
de sistematik bir biçimde sömürülmesini içerdiği için değil, daha ziyade farklı
toplumların ulusaşırı bir piyasa mübadeleleri ve ticaret ağına eklemlenmesiyle
karakterize olduğu için kapitalisttiY Wallerstein kendi kapitalizm tanımı açı­
sından sermaye ilişkisinde ücretli emeğin de bir taraf olması gerektiğini kararlı
bir şekilde reddeder ve örneğin şöyle yazar:
32 i 8afl'mn Egemenliği Nasil Kuruldu?

Mesele ŞU ki, bir sistemi tanımlayan "üretim ilişkileri", bütün bir sistemin "üre­
tim ilişkileridir" ve sistem, zamanın bu uğrağında Avrupa dünya ekonomisidir.
Özgür emek gerçekten de kapitalizmin tanımlayıcı bir öğesidir, ama üretime yö­
nelik teşebbüslerin hepsinde mevcut olması anlamında değil, Özgür emek mer­
kez ülkelerde vasıflı emek için kullanılan bir emek denetimi biçimiyken, çevre
bölgelerde daha az vasıflı emek için zorunlu emek kullanılır. Bu ikisinden müte­
şekkil bileşim kapitalizmin özünü oluştururY

Farklı yereiliklerin tek, ancak farklılaşmış bir dünya-sistemi -merkez, yarı­


çevre ve çevreden oluşan hiyerarşik bir eksen boyunca ayırt edilebilen birleş­
miş bir iş bölümü- içinde, ancak kapitalist dünya-sisteminin ortaya çıkmasıyla
bütünleştiğini görürüz.14 Wallerstein'e göre, merkez (Batı) ile çevre (Batılı ol­
mayan) devletler arasındaki farklılıkların artığın ikincisinden birincisine ak­
tarılmasını belirlediği bu eşitsiz ilişki, kapitalizm için bir olmazsa olmazdır. Bu
durum, merkezde emek giderek özgürleşirken, aynı zamanda, çevredeki özgür
olmayan, zorunlu emekten eşitsiz mübadele yoluyla devasa miktarda artığın
çekilmesini ve çevrenin sürekli bir "geri kalmışlık" halinde kalmasını gözlem­
lemeye olanak sağlar.
Dolayısıyla, DSK'nin değeri, kısmen, kapitalist sömürüyü, ücretli emekçi­
nin bireysel olarak üretim birimi içerisinde sömürüldüğü tekil bir eylemin öte­
sinde, bu daha geniş -uluslararası- iktidar ve iktisadi ilişkiler ağına yerleştir­
mesinden kaynaklanır. L S Böylece uluslararası hiyerarşinin, sömürünün ve daha
genel olarak eşitsiz iktidar ilişkilerinin önemi ortaya konur. Wallerstein'in yak­
laşımı, bu dünya-sistemini kendisinden önceki dünya imparatorluklarından
ayırarak, hiyerarşik, sömürüye dayalı böylesi bir sistemin tarihsel özgüllüğünü
ve geçiciliğini yerinde bir şekilde vurgular. Bu iki unsurun, yani tarihsel özgül­
lük ve küresel hiyerarşilerin, kuşkusuz DSK'nin potansiyel olarak temel gücü
olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, her iki açıdan da DSK nihayetinde vaat
ettiklerini ortaya koyamaz. Göreceğimiz üzere, tarihsel özgüııüğe dair tespiti,
onu gözden kaçıracak denli yanlış tanımlanmıştır ve merkez-çevre ilişkileri,
"çevrenin failliğini" görmezden gelen sorunlu bir Avrupa merkezcilikle malul­
dür. Şimdi bu eleştirileri daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.

Avrupa Merkezcilik Sorunu


Wallerstein'in doğru analiz birimi olarak dünya-sistemine yaptığı vur­
gunun faydalarından biri, Avrupa dışında kalan toplumların incelenmesini
zorunlu kılmasıdır. DSK bu açıdan, Osmanlı İmparatorluğul6 ve Türkiye,17
Afrika,ls Güney Asya,19 Doğu Asya20 ve Latih Amerika21 gibi farklı coğrafyalara
uygulanabilirliği nedeniyle verimli bir zemin sunar. Ancak Wallerstein'in ana­
liz birimi olarak dünya-sistemine yaptığı bütün vurguya rağmen, onun DSK
Geç i ş Ta r t ı ş m a s ı : Kuramlar ve E l e ş t i r i i 33

versiyonunda, bazı -kasıtlı değilse bile22- talihsiz Avrupa merkezci varsayım­


ları destekleyen, kurama nüfuz etmiş bir içseleilikle karşılaşırız.
Öncelikle DSK'nin "iş b"ôlümü" ve "uzmanlaşma" gibi temel kavramla­
n, içselci klasik teorinin par excellence örneği olan Adam Smith'in Ulusların

Zenginliği çalışmasından türetilmiştir.23 Daha sonra bu kavramlar, nasıl yeni­


den tanımlanabilecekleri üzerine kafa yorulmadan dolayımsız bir şekilde ulus­
lararası ölçeğe aktarılmıştır. DSK, "domestik analoji yanılgısına"24 düşerek,
çok sayıda farklılaşmış toplumun bir arada ve etkileşim içinde var olmasından
("uluslararası olaridan") kaynaklanan farklı belirlenimleri, kendi özgün top­
lumsal etkileşim alanı olarak, kuramlaştırmadan bırakır.2s Bunun yerine, bu
toplumlar arası belirlenimler, tekil olarak tasavvur edilmiş bir dünya-sistemi­
nin her şeyden önce gelen işleyiş mantığına tabi kılınır.26
Bu içeriden dışarıya doğru yöntem DSK'nin tarih incelemesinde de tekrar­
lanır. DSK, dışsal, küresel etkenlere yaptığı yoğun vurguya rağmen, ontolojik
olarak tekil bir Avrupa merkezci "içkinlik (immanence) mantığından" uzakla­
şamaz. 27 Sonuç olarak, Wallerstein feodalizmden kapitalizme geçişin, eşsiz ve
özerk bir şekilde, Avrupa'nın açıkça çizilmiş uzamsal sınırları içinde gerçek­
leştiğini ileri süren tipik Avrupa merkezci görüşü yeniden üretir.2s Asya im­
paratorlukları kapitalizme doğru potansiyel bir gelişmenin işaretlerini sergile­
miş olsa da,29 "kapitalist dünya ekonomisinin tarihsel olarak bu belirli coğrafi
bölgede ortaya çıkmasını sağlayan"30 şey, Avrupa'da feodalizmin 1300 ile 1450
arasında yaşadığı kriz olmuştur.
Bunun sonucunda dünya tarihi, Avrupa'da ortaya çıkan bu gelişmenin na­
sıl dışarıya yayıldığının ve "süreç içinde geriye kalan bütün yeniden dağıtımcı
dünya ekonomilerini ve karşılıklılığa dayanan mini-sistemleri tasfiye ederek,
sonunda bütün küreyi k�sayacak şekilde genişlediğinin tarihi haline gelir''.31
Kısacası 16. yüzyıldan başlayarak yaşanan toplumsal dönüşümler, Avrupa' daki
toplumsal biçimlerin "Doğu"ya aktarıldığı, Avrupa merkezci çizgisel gelişim­
selcilik çerçevesinde anlaşılır. Bu yaklaşımda, ataç ve despotik Doğu ile kapita­
list Batı arasında, şimdi sırasıyla çevre ve merkez olarak yeniden şekillendirilen
tipik Avrupa merkezci bir ayrıma rastlarız. Söz konusu şemada, "Batı" bir kez
daha "modernitenin öncü yaratıcısı", "Doğu"ysa "kendi başına kapitalizmi ya­
ratmaya muktedir olmayan, geri ve sıradan bir entite",32 artığı merkeze aktaran
farklılaşmamış, edilgen bir aracı olarak sunulur. Bu, "Doğu'nun failliğinin [iki
şekilde] görmezden gelinmesine" yol açarY "DoğUlU seçkinlerin" " kapitalist
dünya-sistemi içinde kendi maddi yeniden üretimlerini daha fazla güvence al­
tına alabilmek için Batı'nın emirlerine"34 gönüllü olarak uydukları varsayılır.
Bu sırada, Batılı olmayan direniş biçimleri de ya görmezden gelinir ya da iste­
meden ya da edilgen bir biçimde kapitalist dünya-sistemini yeniden ürettikle­
rine inanılır.3s
34 i Batı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu'
Bu ikinci mesele, Marx'ın kapitalizmin genişleyebileceği farklı boyundu­
ruk altına alma süreçlerine ilişkin kuramı düşünüldüğünde özellikle çarpıcı­
dır. Marx'a göre, boyunduruk altına alma, emek sürecinin temellükünü, tabi
kılınmasını ve ardından sermayenin kendini-değerleme (selj-volarisation) eği­
limine uygun bir biçimine dönüştürülmesini içerir. Bu sürecin iki ana bileşeni
-biçimsel ve gerçek boyunduruk- spesifik olarak mevcut emek süreçleriyle karşı
karşıya gelinen örneklere işaret eder. Biçimsel boyunduruk sermayenin önceden
var olan üretim biçimlerine tutunması, onları dokunmadan bırakması ve emek
sürecinden var olduğu haliyle artık çekmesi anlamına gelir. Gerçek boyundu­
ruksa bunun aksine, önceden var olan emek süreçlerinin dönüştürüldüğü, yok
edildiği ya da sermayenin suretinde baştan yaratıldığı örneklere atıfta bulunur.36
Her iki örnekte de boyunduruk altına alma sürecinin ve emekle sermaye
arasındaki ilişkinin karakteri, doğrudan üreticilerin "yönetici sınıfın artık
emeğe erişme biçimine ve ölçeğine" direnmeye, bunu kısıtlamaya ya da tersi­
ne mümkün kılmaya çabaladıkları sınıf mücadelesi içinde ve sınıf mücadelesi
üzerinden belirlenir,37 Yani, "dünya iş bölümü" -üretimin sermayeye yönlen­
dirildiği farklılaşmış ve çoğul biçimler- sermayenin, kar maksimizasyonunun
teknik ihtiyaçları nedeniyle farklı sömürü biçimlerinin ortaya çıktığı, basit
bir işlevinden ibaret değildir. Bu iş bölümü, daha ziyade sermayenin karşısına
çıkan her türlü üretim yöntemiyle mücadelesinin çoğul ve çeşitli ürünlerinin
bir sonucudur. DSK'nin kapitalizmin bu tür mücadeleler içinde şekillendiği ve
yeniden şekillendiği, çizgisel olmayan çoğul tarihleriyle yüzleşmede gösterdi­
ği başarısızlık, sonuç olarak "çevrenin" tarihinin "merkezin" tarihinin içinden
yazılmasına neden olur.
Bu, Wallerstein'in tezindeki daha temel bir meseleye işaret eder: Kapitalist
ve kapitalist olmayan üretim biçimleri arasında çizilen katı ayrım, bu üretim
..
biçimlerinin birlikte var olma ve dolayısıyla bileşme ihtimallerini yok sayar. 38
Bu sorun, kapitalizme geçişe dair her türlü kuramlaştırmayı büyük oranda be­
lirsiz kıldığından, kurarnın zayıflamasına neden olur. Eric Mielants'ın da be­
lirttiği gibi:
"Geçiş çağı" kavramı, bir arada var olan en az iki üretim biçiminin işlemesini
ve nihayetinde birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmasını gerektirecek şekilde
yorumlanabilir. Eğer bir üretim biçiminin yükselişini ve bir diğerinin çöküşünü
çözümlernek istiyorsak, bir noktada birlikte işlediklerini teslim etmemiz gerekir.
Eğer bunu yapmazsak, elimizde sadece feodalizmin 16. yüzyılda Avrupa'da öyle­
ce yok oluverdiği argümanı kalır.39

Benzer şekilde, C.P. Terlow'a göre de,


Bu uzun geçiş aşaması sırasında, feodalizm yavaş yavaş kapitalizme dönüşmüş
ve yerini ona bırakmıştır. Bu ancak, feodalizmin ve kapitalizmin en az iki yüzyıl
Geç i ş Ta r t ı ş m a s ı : K u r a m l a r ve E l eş t i r i i 35

boyunca tek bir dünya-sistemi içinde bir arada var oldukları anlamına gelebilir.
O halde Wallerstein, açık bir şekilde reddettiği şeyi (iki üretim biçiminin tek
bir dünya-sistemi içinde birarada var olduğunu), 1450 ile 1650 arasındaki dö­
nem için örtük bir şekilde varsayar. Hayli uzun bir dönem boyunca birden fazla
üretim biçiminin tek bir sistem içinde bir arada bulunduğu kabul edilirse, bu,
dünya-sisteminin tarihindeki herhangi bir uğrakta birden fazla üretim biçimi­
nin eş zamanlı olarak var olabileceğini kabul etmeye doğru atılmış küçük, ama
tamamıyla mantıklı bir adım olacaktır.40

Wallerstein'in Avrupa merkezciliğinin temelinde, çok sayıda üretim biçi­


minin bir arada var olmasını ve etkileşime girmesini kuramlaştırma konusun­
da gösterdiği bu yetersizlik yatar. Kapitalist bütünleşmenin öncesinde var olan
toplumsal ilişkiler, "bütünleşme sonrası" gelişmelerin anlaşılması açısından
ilgisiz görüldüğünden, elimizde ya failliği ya da doğurduğu sonuçlar açısından
farklılaşmadan münezzeh bir dünya-sistemi resmi kalır. Ernesto Ladau'nun
sözleriyle, Wallerstein'in dünya-sistemi, hem tarihsel hem de kuramsal olarak
-farklılıkların eklemlenmesi yerine tasfiye edilmesiyle yaratılmış", "boş ve tür­
deş bir bütünlük"türY DSK, çoğul, farklılaşmış üretim biçimlerinin bir arada
var olabileceğini reddederek, toplumsal farklılık ve çoğulluk ile bunlardan kay­
naklanan etkileşimleri inkar etmiş olur. "Batılı olmayan"ın tarihinin "Batı"nın
tarihinin içine dahil edilebileceği mekanizma, kuramsal ve tarihsel olarak
daha en başından kapatılmıştır.

Tarihsel Özgüllük Sorunu


Dünya imparatorlukları ile dünya-sistemi biçimleri arasındaki ikili karşıt­
lık, Wallerstein'in kapitalizmi tarihselleştirmesinin, bu iki biçim arasındaki
geçişlere ilişkin açıklamasının ve nihayetinde Avrupa merkezciliğinin temelini
oluşturur. Mielants dostane eleştirisinde, bu katı ayrımın, dünya imparator­
luklarının hüküm sürdüğü kapitalizm öncesi çağda halihazırda var olan ka­
pitalist gelişmenin pek çok önemli unsurunu görmezden geldiğini ileri sürer.
Mielants'a göre, 1 100 ile 1500 arasındaki uzun dönem içinde, ticari "geçiŞ",
"hızlanma" ya da "devrim" evrelerini tespit etmek mümkündür.42 Bu dönemde
sadece toplumun tarımsal yapısında esaslı değişikliklere değil, aynı zamanda
kentsel üretimde ve ticarette, kapitalizmin daha sonraki konsolidasyonu ve
hakimiyeti açısından hayati rol oynayan gelişmelere de tanıklık edilmiştirY
Örneğin 12. yüzyıl Floransası44 gelişkin bir dokumacılık ve eğirme sana­
yisinin gelişmesini sağlayan ticari ve mali çıkarların hakimiyeti altındayken,
Flandre "hem yarı vasıflı hem de vasıfsız çok sayıda işçinin istihdam edildi­
ği, geniş kapsamlı bir iş bölümüne"45 dayanan, canlı bir tekstil ihracatı sanayisi
geliştirmişti. Ayrıca 12. yüzyıl Toskanası'ndaki madencilik sanayisi de ücretli
emek ve kapitalist mülkiyet haklarını kullanan özel ortaklıkların elindeydi.46
36 i Barı'nın Egemenliği Naııl Kuruldu!
Arazi ıslahı -"toprağın mülk edinilebilecek, geliştirilebilecek ve kar elde edile­
bilecek bir meta olarak" kullanılması- 14. yüzyılda hem Alçak Ülkeler'de hem
de Kuzey İtalya' da sermaye oluşumunun önemli bir veçhesini 0luşturuyordu.47
Mielants'ın Flandre ve Kuzey İtalya'yı, ücretli emeğe dayanan "hakiki bir kapita­
list üretim biçimi" ne sahip bölgeler olarak tarif etmesinin nedeni, toprak, teks­
til ürünleri ve madencilik alanlarındaki bu gelişmelerin derinliğiydi.48 Dahası,
J airus Banaji de, Akdeniz' de kapitalizm doğrultusunda yaşanan bu gelişmelerin,
aslında Arap dünyasında 9. ve 14. yüzyıllar arasında gelişmiş olan ortaklıkları
ve avans ödemelerini de içeren "daha eski bir kapitalist faaliyetler geleneği ta­
rafından öncelendiğini (ve bu geleneğin üzerine inşa edildiğini) göstermiştir".49
Kapitalizmdeki bu prototipik gelişmeler yalnızca yerel bir nitelik taşımıyor­
du. Mielants kapitalist olmayan bölgelerin "sömürgeleştirme, fetih ya da iktisadi
ve siyasi hakimiyet yoluyla" kapitalizmin boyunduruğuna girmesinin, İtalyan
şehir devletlerinin 14. ve 15. yüzyıllarda Akdeniz ve Karadeniz'deki faaliyetle­
rinde de gözlemlenebileceğini iddia eder. Aynı zamanda İber Yarımadası'nın
Yeniden Fethi (Rocenquista50) sırasında da çok daha küçük bir ölçekte ol­
makla birlikte, Atlantik sömürgeciliğinin daha " küresel" biçimine özgü pra­
tiklerin kullanıldığını düşünür.51 Benzer şekilde, Banaji'ye göre, 15. yüzyılda
Portekiz monarşisi "askeri istihkamlarla desteklenen uzak bölgelere yayılmış
ticari teşebbüslerin [Jeitorias, fabrikalar] ürünü olan, 'kapitalist devrimin itici
gücü"'dür. Portekiz İmparatorluğu, "marjinalleşmiş bir aristokrasinin Haçlı
geleneğini, Taç ile ticari kapitalizmin özgün kaynaşması içinde seferber ederek,
'modern sömürgecilik sisteminin öncüsü'" haline gelmişti. 52 Dünya kapitalist
sisteminin doğuşundan önce var olan dünya "iş bölümü" örneklerini tespit
etmek de mümkündür. Mielants, İtalyan şehir devletleri ile Baltık arasındaki
eşitsiz farklılaşmaya dikkat çekerek, doğmakta olan merkez-çevre ilişkilerinin,
Baltık bölgesinin İtalyan şehir devletlerinden gelen mamul mallar karşılığında
hammadde tedarik ettiği Ortaçağ Avrupası'nda da mevcut olduğunu ileri sü­
rer. Doğu Avrupa'nın "Batı Avrupa'nın tahıl ambarı" olarak ortaya çıkmasının
kökenleri, 13. ve 14. yüzyıllarda İtalyan şehir devletleri ile başlamış olan daha
uzun bir evrimde yatmaktadır (sermayenin Nuh Nebi'den kalma örneklerine
ilişkin daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Yedinci Böıüm).5J
Mielants, sermayenin bütün bu "Nuh Nebi'den kalma" örneklerinden yola
çıkarak, " kapitalizmin ortaya çıkışını tartışırken neden bu Dünya-Sistemleri
terminolojisini 16. yüzyıl öncesi için kullanmayalım?" diye sorar.54 Mielants'ın
argümanı DSK açısından ilginç bir sorun teşkil eder: Kapitalizmin longue
duree analiziyle, kapitalizmin özgüllüğünü ,ve dolayısıyla geçiciliğini açıkça or­
taya koyan bir analizi bir araya getirmek ne ölçüde mümkündür? DSK geleneği
içinde çalışan pek çok yazar, tarihsel özgüllük nosyonunu bir kenara bırakarak,
bütünüyle bu meselenin etrafından dolanır.
Geçiş Ta r t ı ş m a s ı : K u r a m l a r ve E l e ş t i r i i 37

Fernand Braudel'in "kapitalizm" ve "merkez-çevre" gibi kavramları 16.


yüzyıl öncesi için de kullandığı iyi bilinmektedir.ss Kasja Ekholm ve Jonathan
friedman sermaye birikiminin ve bu birikime dayanan merkez-çevre yapıla­
nnın damgasını vurduğu sistemlerin eskiçağ sistemlerinden bu yana mevcut
olduklarını ileri sürerler. S6 Benzer şekilde, Andre Gunder Frank ve Barry Gills
de, insan toplumlarının tarihinde bir tür dünya-sisteminin her zaman var ola­
geldiğini düşünür ve üretim biçimlerindeki herhangi bir keskin kopuş ihti­
malini açıkça reddederler. "Sermaye birikiminin . . . merkezi bir rol oynadığı",
-içinde yaşadığımız aynı dünya-sisteminin en az 5000 yıl öncesine uzandığı"nı
savunurlar.S7 Sonuçta tarihsel gelişme, birikimin gerçekleştiği farklı kurumsal
biçiİnler arasındaki değişimler ve bu değişimler dışında benzer bir nitelik arz
eden dünya-sistemi üzerinde hakimiyet kuran hegemonlar açısından kuram­
laştırılır.SB Bu tür değişimler sadece biçimsel bir nitelik taşıdıklarından, tarih­
sel değişim "birikimin birikmesi" olarak ifade edilir.s9
Bu tür bir çabanın yararlarından biri, DSK'yi tarih yazımının Avrupa mer­
kezci olmayan biçimleriyle daha uyumlu hale getirmesi olmuştur. Gerçekten
de, bir dizi yazar Avrasya ve Afrika boyunca serpilmekte olan dünya ekonomi­
lerine ilişkin, karmaşık ticari bağlara, iş bölümüne ve merkez-çevre ilişkileri­
ne dayanan derinlikli tarihsel çözümlemeler ortaya koymuştur.6o Bu çerçevede
Janet Abu-Lughod, "'Batı'nın yükselişini' . . . sonucu sadece Avrupa toplumu­
nun içsel özelliklerine atfedilebilir bir olay olarak görmenin yanlış olacağını"
ileri sürer. bl Benzer şekilde, Mielants'a göre de "kapitalizmin ortaya çıkışı, sa­
dece Avrupa içinde gerçekleşen bazı dönüşümlere odaklanarak açıklanamaz."62
Yine de bu açıklamalarda Avrupa merkezcilik, ancak tarihsel ve kuram­
sal özgüllük pahasına aşılabilmiştir. DSK'nin bu kolu, kapitalizmin tarih aşırı
bir mevcudiyete sahip olduğunu varsaydığı ve tarihsel olarak özgül kökenle­
rini açıklamadığı için, geçişin kendisine ilişkin herhangi bir tarihsel kuram
geliştirmeyi başaramaz. Bu görüşe göre kapitalizm, her zaman var olmuştur
ve olup biten yalnızca zaman içinde tedricen genişlemesinden ibarettir. Bu tür
bir yaklaşımda, "Batı'nın" sonunda, (uzun da olsa) belirli bir tarihsel dönemde,
"Geri Kalanları" nasıl kendisine tabi kılıp çevreleştirdiğine ilişkin bir açıklama
getirilmez. Mielants bunu DSK'nin "Uç"63 bir versiyonu olarak nitelese de onun
akıl yürütmesi, bu tarih aşırı yönelirnin DSK'nin kavramsal aygıtına ve ku­
ramsal varsayımlarına içkin olduğunu gösterir. Zira Wallerstein'in kavramsal
iddiaları mantıksal -ya da daha doğrusu tarihsel- sonucuna götürüldüğünde,
bütün insanlık tarihi boyunca "ticarileşmeyi", "iş bölümünü", "bütünleşmeyi"
ve "merkez ve çevreyi" görmek mümkündür.
Robert Brenner'ın Wallerstein'e yönelik keskin eleştirisindeki suçlama
tam da budur. Brenner'a göre, Wallerstein'in temel hatası tarihsel değil, ku­
ramsaldır. Kar saikini ve ticaretin genişlemesini gereğinden fazla vurgulayan
38 i Barl'nın Egemenliği Naıtf Kuru/du?

Wallerstein, kapitalizme ilişkin "yeni-Smithgil" bir model ortaya koyar. 64 Kar


arayışı sonucunda, bölgeler, sömürü biçimlerinin dünya ekonomisinin teknik
ihtiyaçlarına tekabül etme eğiliminde olduğu bir dünya iş bölümü içinde bir­
birinden ayrılır.65 Dünyanın işlevsel açıdan farklı bölgelere ya da "alanlara"
ayrılması, sonuçta "kapitalist sistemin ortaya çıkmasını" mümkün kılan çev­
reden merkeze "artık akışını" güvence altına alır.66 Kısacası Wallerstein'e göre,
"dünya iş bölümündeki büyüme, kapitalizmin gelişmesidir"67 ve bu süreç içinde
toplumların sınıfsal yapılarında yaşanan nitel dönüşümler, mübadeledeki nicel
genişlemenin bir sonucu olarak görülür. Kapitalizmin temeli olan özgür ücretli
emeğe dayalı sınıf sistemi, tekil kapitalistler tarafından "artığı maksimize et­
mek ve piyasada rekabete girmek" için gerçekleştirilen "tekno-ekonomik bir
adaptasyon" olarak anlaşılır. Fakat bu model tam da açıklanması gereken şeyi,
"bu eğilimlerin baskın çıkması için gerekli koşulları"68 -yani bir üretim biçi­
mi olarak kapitalizmin kökenlerini- varsayar.69 Brenner'a göre, meselenin esas
noktası, Wallerstein'in kapitalizmi kuramsallaştırma biçiminin, sınıf mücade­
lesine dair her türlü çözümlerneyi dışarıda bırakması nedeniyle, belirsizlikle
malul olmasıdır.
Kentsel büyümenin, ticaretin ve pazarların erken modern dönemde bü­
tün Avrupa'da gözlemlenen yoğunlaşması, kapitalizmin nihai gelişiminin "ön
koşulları"nı teşkil ederken, bu tür gelişmeler, kendi başlarına kapitalizme ge­
çişe yol açamaz, çünkü şehirler ve piyasalar "doğaları gereği, hatta eğilimsel
olarak kapitalist" değildir. Brenner'a göre, artığı maksimize etme, üretime ye­
niden yatırma ve ernekten tasarruf sağlayan yenilikler geliştirme zorunlulu-
. ğu, kapitalistler arasındaki rekabet ilişkisinde ve nispi artığın arttırılmasına
dayanan sömürünün doğasında verilidir. Fakat her iki koşul da doğrudan üre­
ticilerin üretim araçlarından ayrılmasına -emeğin özgürleşmesi ne- ve bunun
sonucunda ücretli emek istihdamının sömürünün temel biçimi haline gelme­
sine bağlıdır.70 Bu koşullar bizatihi, serflik tarafından bağımlı hale getirilmiş
olan emeğin özgürleştiği tarihsel bir sürecin varlığını -yani, lordlar ve serfler
arasındaki sınıf mücadelesinin gerçekleştiği bir tarihsel süreci- gerektirir (bu
bölümün bir sonraki kısmına bakınız).
Bunun aksine, Wallerstein, kar maksimizasyonuna yönelik öznel mantığın
buluşlara, dünya iş bölümüne ve dolayısıyla kapitalizme yol açacağını "veri
kabul eder". Böyle yaparak, bu tür kapitalist davranışları yaratan ve zorunlu
kılan nesnel, tarihsel olarak özgül koşulları hesaba katmaz,?1 Bu kuramsal be­
lirsizlik, sonuçta tarihsel özgüllükten yoksunluğa yol açar. "Ticari ilişkilerin
ve iş bölümlerinin filizlenmesi, insanlık tatihinin binlerce yıl boyunca az çok
düzenli bir özelliği olageldiğinden", Wallerstein "ticaretin/iş bölümünün yük­
selişinin Avrupa örneğinde kapitalizme geçişi neden tetiklemiş olması gerek­
tiğini" açıklayamaz.n
Geçiş Ta r t ı ş m a s ı : K u r a m l a r ve E l e ş t i ri i 39

Bu nedenle Mielants, Abu-Lughod, Frank ve Gills'in kapitalizm çö­


zümlemelerinde çağrıda bulundukları türde bir "tarihsel süreklilik", aslın­
da Wallerstein'in tarihsel gelışme kuramının talihsiz bir yan ürünüdür.73
Wallerstein'in "yeni-Smithgil" varsayımları ortaya konduğunda, dünya impa­
ratorluklarıyla dünya ekonomileri arasındaki keskin tarihsel ayrım, fiilen ta­
rih ötesi bir nicel iktisadi gelişme modelinin içinde çözüıür.74 Bununla birlikte,
üretim biçimi mefhumunun kendisi de belirsizleşir ve kapitalizmin tarihsel öz­
güllüğü ile geçiciliği ortadan kaybolur.
Brenner'ın kapitalizme geçişe ilişkin alternatif kuramsal çözümlemesi­
nin Wallerstein'inkine nazaran bir ilerleme teşkil edip etmediği aşağıda ele
alınıyor. Ancak, Wallerstein'in -1970'lerin sonlarındaki "tartışma olmayan
tartışmalar"ın ardından genellikle gözardı edilmiş ya da unutulmuş bir kat­
kı olan75- "dünya-sistemi" kavramının, temel ontolojik çözümleme biriminin
ulus-devletten dünya-sistemi perspektifine yeniden ölçeklendirilmesine yap­
tığı mühim katkıyı hatırlamak önemlidir. Bu, toplumlar arası ilişkilerin ne­
densel etkisinin, gelişime ilişkin kavrayışlarımıza dahil edilmesi için -büyük
oranda hayata geçirilmemiş olsa da- potansiyel bir araç sunmuştur.

Siyasal Marksizmin Uzam-zamansal Sınırları

Brenner Tezi; Açıklama ve Eleştiri


Robert Brenner, kapitalizmin ortaya çıkışına dair en etkili kuramlardan biri
haline gelen tezinde, kapitalizmin kökenlerini feodalizme özgü sınıf mücadele­
leri çerçevesinde tarihselleştirmek üzere Marx'ın (Brenner tarafından "toplum­
sal mülkiyet ilişkileri" biçiminde yeniden kavramsallaştırılan76) değişen üretim
ilişkilerine yaptığı vurguyu kullanmıştı.77 Bu mücadeleler köylülerin ürettiği
artığın lordlar tarafından iktisat dışı araçlar kullanılarak temellük edilmesine
dayanan ilişkiler tarafından belirlenmişti: Lordlar adet olduğu üzere, cezalar
dayatarak, çalışma saatlerini uzatarak ve daha yüksek oranlarda artık çeke­
rek tarımsal üretkenlik üzerinde "baskı kuruyorlardı". ıs. yüzyılda bu durum,
İngiltere kırsalında serflerin kötüleşen koşullarına karşı ayaklandıkları ve bi­
çimsel özgürlüklerini kazandıkları sınıf çatışmalarına yol açtı. Serflerin lor­
dun yurtluğundaki bağlarından ve yükümlülüklerinden kurtulmaları, kiracı
çiftçiliğin yükselmesine ve köylülerin topraklarından çıkarılarak, alternatifbir
geçim aracı olarak ücretli emeğe zorlanmaları sonucunda, piyasaya bağımlılı­
ğın artmasına yol açtı. Her ne kadar köylülerin topraklarından çıkarılmasına
yönelik çabalar kayda değer bir direnişle karşılaşmış olsa da, İngiliz devleti­
nin gücü ve birliği toprak sahibi yönetici sınıfın zaferini güvence altına aldı.78
Bu gelişme, toprakların, bunları özgür köylülere kiralayan toprak sahiplerinin
40 i Bau'mn Egemenliği Nasıl Kuruldu?
özel mülkiyetinde toplanmasını sağladı ve niyet edilmemiş bir biçimde "klasik
toprak sahibi-kapitalist kiracı-ücretli emekçi yapısının" oluşmasına yol açtı.79
Fransa'da ise aksine, köylülerin özgürleşmesi ve toprağı ellerinde tutma ka­
biliyetleri, toprağı vergilendirerek artık çeken bağımsız bir aktör olarak "sınıf
benzeri" bir karakter kazanan, merkezi bir monarşik devletin gelişmesiyle iliş­
kiliydi. Fransız mutlakıyetçi devletinin çıkarları, sonuçta lord sınıfının yeni
tecavüzlerine karşı bir gelir kaynağı olarak toprak sahibi köylüleri korumasını
ve güvenceye almasını gerektirdi. Köylülerin toprağı ellerinde tutma kabiliyet­
leri, Fransa' da ücretli emeğin sistematik bir şekilde ortaya çıkmasını engelledi
ve kapitalizme geçişe köstek oldu.so
Brenner'a göre, İngiltere ve Fransa' daki sınıf mücadelelerinin farklılaşan
sonuçları, İngiliz ve Fransız devletlerinin birbirinden ayrılan evrimleriyle
açıklanabilir. İlginç bir şekilde, Brenner bu birbirinden ayrılan güzergahları
izah ederken, açıkça "uluslararası" etkenlere, İngiltere' deki Norman fetihle­
rine ve İngiliz devletinin Fransızlar üzerinde yarattığı siyasi-askeri basınca
başvurur. "Erken doğmuş İngiliz feodal merkezileşmesi . . . gücünü, büyük
oranda Normanların fetihten önce Normandiya' da ulaştıkları ve muhtemelen
Avrupa'nın başka herhangi bir yerinde eşi bulunmayan feodal 'siyasal' örgüt­
lenme düzeyine borçludur."sı Brenner şöyle yazar:
İngiliz feodal sınıfının öz-yönetimi, ı ı . ve 13, yüzyıllarda, sadece başlangıç
noktası farklı olduğu için değil, kıtada, özellikle de Normandiya'da çoktan elde
edilmiş olan ilerlernelerin üzerinde inşa edildiği için de Fransızlarınkinden "ile­
riydi". Neticede, Fransız merkezileşmesi daha geç bir tarihte hız kazandığında,
İngiltere'deki gelişmeden etkilenmiş ve aslında, kısmen, İngilizlerin doğrudan
siyasi-askeri baskılarına bir yanıt teşkil etmişti. Bu nedenle feodal birikim me­
kanizmalarının gelişmesi, daha geç gelişenlerin, feodal sınıfın örgütlenmesinde
başka yerlerde daha önce ortaya çıkmış ilerlemelerden yararlanması anlamında,
sadece "eşitsiz" değiL. "bileşik"ti de,8ı

Brenner'ın çözümlemesi, her ne kadar burada "eşitsiz ve bileşik gelişme"


kavramına başvursa da, "uluslararası olan"ın sınıf güçleri arasındaki değişen
dengeye ve devlet oluşumuna ilişkin özünde "içselci" bir analize yapılmış geçici
bir ek olarak kaldığı, karşılaştırmalı bir tarihsel çözümlemenin sınırları içinde
ilerler. "Uluslararası olan", "toplumsal mülkiyet ilişkileri" kavramı etrafındaki
kuramsal ön kabullerinin hiçbirine dahil edilmemiştir. Fakat, Neil Davidson'ın
ileri sürdüğü gibi, Siyasal Marksistler "neredeyse sadece toplumsal mülkiyet
ilişkileri adını verdikleri şeye odaklandıklarından, bu ilişkilerin dışında ka­
lan olayları açıklamak için söyleyebileceklerj 'herhangi bir sözleri' yoktur".s3
Bu bilhassa, kapitalizmin kökenlerinin feodal toplumun çelişkilerinden içsel
olarak doğduğu na ilişkin her türlü kavrayışı açıkça reddeden Brenner ve takip­
çileri açısından sorunludur.84 Bu yaklaşımda feodalizm, "kendi içsel çelişkileri
i
Geçiş Tartışması: Kurarnlar ve Eleştiri i 41

tarafından altı oyulması mümkün olmayan, kendi içine kapalı, kendi kendini
sürdüren bir sistem" olarak görüıür.8s
Bu nedenle; geniş ve bilgilendirici bir tarihsel açıklamanın varlığına rağ­
men, Brenner'ın kapitalizmin kökenlerinin değişen toplumsal mülkiyet iliş­
kilerine dayandığına ilişkin kavrayışı, kavramsal açıdan fazla dar ve basittir.
Brenner nihayetinde çok büyük bir şeyi çok az şey kullanarak açıklamaya
çalışmaktadır. Brenner'ın şemasında, Marx'ın temel kavramı, yani -iktisadi,
hukuki, ideolojik, kültürel ve siyasi alanları kapsayan ilişkilerden mürekkep
bir bütünlük olarak algılanan- "üretim biçimi", çok daha zayıf olan ve kendisi
de bir sömürü biçimine indirgenen "toplumsal mülkiyet ilişkileri" kavramına
indirgenir. Brenner'ın hatası, lord ve köylü arasındaki tekil sömürü ilişkisini,
üretim biçiminin en temel ve belitsel bileşen i olarak ele alması ve bu bileşenin
de sonuçta, kuramsal ve tarihsel analizini dayandırdığı kurucu ontolojiyi ve
analitik yapıtaşını oluşturmasıdır. Fakat, Ricardo Duchesne'nin de ileri sür­
düğü gibi, bu yaklaşım, bütün askeri, siyasi ve iktisadi etkenleri "sınıf müca­
delesi" mantığı altında bir araya getirmeye çalıştığı için, -Brenner tarafından
"siyasal birikim" biçiminde kavramsallaştırılan- askeri, siyasi ve hukuki iliş­
kileri bu tekil ilişkinin işlevlerine indirgeyerek, "üretim ilişkileri" kavramını
çok fazla esnetir.86
Bu ontolojik tekilliğin sonucu, ampirik inceleme alanımızın ikili -hem za­
mansal hem de uzamsal- bir şekilde tünellenmesidir. Zamansalolarak, kapita­
lizmin kökenlerinin tarihi, tek bir kavramsal uğrağın -emeğin özgürleşmesi­
nin- tarihsel serimlemesine indirgenir ve sonunda bununla açıklanır. Uzamsal
olaraksa kapitalizmin ortaya çıkışı, daha geniş toplumlar arası gelişmelere ba­
ğışık tek bir coğrafi bölgeyle -İngiliz kırsalıyla- sınırlanır. Bu tür bir tünelle­
me, 16. yüzyıldan önce (İngiltere'nin hem içinde hem de dışında) yaygın bir
şekilde mevcut olan biçimsel olarak özgür ücretli emeğin, neden kapitalizme
yol açmadığını açıklayamaz .87 Brenner sömürgecilik, kölecilik ve emperyaliz­
min tarihlerini görmezden gelerek kapitalizmin tarihini "dondurduğu" için,
müteakip toplumsal gelişmeleri de izah edemez.88
Bu, Brenner'ın ve öğrencilerinin kapitalizmin kökenlerinin açıklanmasında
büyük bir analitik ağırlık atfettikleri, ama Marx'ta daha güçlü bir içeriğe sahip
olan "ilk birikim" kavramını büyük oranda daraltır. Ünlü bir pasajda Marx
şöyle yazmıştır:

Amerika'da altın ve gümüş madenIerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınma­


sı, köleleştirilmesi ve madenIerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint
Adaları'nın fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika'nın, siyah derililerin
ticari amaçlarla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafa­
ğının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluştu­
rur.... İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleyerek,
42 i Baf/'mn Egemenliği Nasıl Kuruldu?
özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere'ye dağılmış bulunuyor.
Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere'de sömürge sistemini, devlet borçları sis­
temini, modern vergi sistemini ve korumacılık sistemini içine alan sistematik bir
bütün oluşturur.89

Marx'ın zamansal ve uzamsal olarak daha geniş bakış açısına göre, kapi­
talizmin ortaya çıkışı, ulusal değil toplumlar arası bir fenomendi. Dolayısıyla
kapitalizmin kökenlerini "birbiriyle ilişkili bir mekanlar zinciri boyunca ha­
reket ettikçe karmaşıklığı artan, katma değerli bir süreç"90 olarak gören Perry
Anderson'ı takip etmek anlamlıdır.
Bu yaklaşımın aksine Brenner kapitalizmin kökenlerini, uzamsal olarak
sadece İngiliz kırsalında ortaya çıkan süreçlere indirger; kasabalar ve şehirler
görmezden gelinir. Avrupa çapındaki dinamikler analitik açıdan ancak muka­
yese edilecek örnekler olarak kullanılır, Avrupa'nın dışındaki dünyaysa açıkla­
mada yer almaz bile. Benzer şekilde Avrupa dışında ortaya çıkan ve kapitalist
gelişme sırasında Avrupa tarafından benimsenen sayısız teknolojik, kültürel,
kurumsal ve toplumsal-ilişkisel keşifve gelişme de dışarıda bırakılır.91 Kısacası,
Brenner toplumlar arasındaki etkileşimlerden doğan belirlenim ve koşulları
görmezden gelir, zira onun kavrayışında, "siyasal topluluk", "sınıf"a tabi kı­
lınırken, sınıflarsa mevzubahis siyasal topluluğun uzamsal sınırları içinde
kavramsallaştırılır.92 Bu Avrupa merkezciliğin Giriş'te çerçevesi çizilen çeşitli
uğraklarına yol açar. Zamansal tünelleme tarihsel öncelik nosyonunu doğurur­
ken, uzamsal tünellerneyse metodolojik olarak içselci bir çözümlerneye yol açar.
Erken kapitalizmlerin, Brenner'ın imkan tanıdığı İngiliz kırsalı dışında kalan
gelişme ihtimalleri reddedildiğinden, Brenner'ın takipçileri bu sorunların sa­
dece üzerini örter.93 Böylece "tek ülkede kapitalizm"in94 kökenleri mefhumun­
dan, kelimenin gerçek manasıyla tek ülke anlaşılır.
Siyasal Marksistlerin bu Avrupa merkezciliği, kapitalizm öncesi toplum­
ların, genellikle doğrudan üreticileri ya da sömürücüleri tarafından kayda
değer teknolojik yenilikler yapılmasının mümkün olmadığı birimler olarak
kavramsallaştırması nedeniyle daha da güçlenir. Zira Siyasal Marksistler, ka­
pitalist mülkiyet ilişkilerine özgü olan piyasa zorunluluklarının bulunmadığı
durumlarda, emek üretkenliğini arttırmaya ve teknik gelişmeleri farklı iktisadi
sektörlere yaygınlaştırmaya yönelik benzer bir sistemik "zorunluluk" da bu­
lunmadığını ileri sürerler.9S Feodalizm altında, bu sistemik acizliğin sonucu,
"gerçek [iktisadi] büyümeye" ancak "yeni toprakların ekime açılmasıyla" ulaşı­
labilecek olmasıdır.96 Dahası, alıcı toplumlar açısından üretim biçimlerindeki
dönüşümleri kolaylaştırabilecek teknolojileri,n ve örgütsel biçimlerin "kültürler
arasında" yayılması, "yeni üretici güçlerin halihazırda mevcut toplumsal sınıf­
lar tarafından kolaylıkla özümsenebilir"97 olduğunu yazan Brenner tarafından

açıkça reddedilir.
Geçiş Tartışma,ı: Kuramlar ve Eleştiri i 43

Kısacası Siyasal Marksistler üretici gü�lerin gelişmesinin, feodalizmden


kapitalizme geçişte herhangi bir nedensel rol oynadığını inkar ederler, zira
aksinin yapılması, kaçınılmaz olarak, süreçteki insan failliğinin içini boşalta­
cak ve "teknolojik determinizm" riskine kapıyı aralayacaktır.98 Bu yaygın "tek­
no-determinizm" suçlamasına karşı çıkmak için, "üretici güçler" kavramının,
Marx'ın yazılarında farklı tarihsel bağlamlarla ilişkili olarak farklı anlamlar
edinmekle kalmadığını (bir noktada erken toplumsal topluluklarla ilişkilendi­
rilmişti), 99 fakat dahası, salt "teknolojilerle" de bir tutulamayacağını belirtmek
önemlidir. Üretici güçler hem -"doğanın kendisini, çalışma kapasitesini, süre­
ce dahil edilen becerileri, kullanılan araçları ve bu araçların kullanıma sokul­
duğu teknikleri" de içeren- üretim araçlarına hem de emek sürecine -"farklı
üretim araçlarının bizatihi üretim eyleminin içinde bir araya getirilme biçimi­
ne"- atıfta bulunur.lOo
Bu tanımın da gösterdiği gibi, üretici güçler herhangi bir "tekno-determi­
nist" yorumun altında toplanamaz. Eşzamanlı olarak maddi ve toplumsaldır­
lar: Örneğin, aletlerin kullanılma biçimi, hem biriktirilmiş kolektif bilgiyi hem
de bu aletlerin kullanıldıkları belirli bir sosyo-tarihsel bağlarnı içerir. Üretici
güçlerin zaman içinde gelişme eğiliminde olduğu söylenirken kastedilen şey,
basitçe insanların onları değiştirme saikiyle hareket ettikleri ve bunu emeğin
toplumsal üretkenliğini arttıracak biçimlerde yaptıklarıdır. Bu açıdan bakıldı­
ğında, insan failliği süreç açısından hayatidir.loı
Dahası Siyasal Marksistlerin, kapitalizm öncesi toplumları içeriden ya da
dışarıdan zorlanan teknolojik ilerlemeleri hayata geçirme yeteneğinden yok­
sun, görece durağan toplumsal formasyonlar olarak kavramsallaştırmalarına,
kapitalizm öncesi çağlarda yaşanan iktisadi büyümeye ilişkin daha yakın ta­
rihli pek çok çalışmada itiraz edilmiştir.102 Aslında, sürdürülebilir teknolojik
ve örgütsel yenilikler ve dolayısıyla tarımsal üretkenlik, geç Ortaçağ ve erken
modern "Avrupa" toplumlarının (bkz. Üçüncü ila Altıncı bölümler) önemli
birer özelliğiydi. Kapitalizm öncesi dönem için üretici güçlerin herhangi bir
açıklayıcılık taşımadığı düşüncesi, her yere nüfuz eden bir Avrupa merkezcilik
de üretir, zira üretici güçlerin kapitalist mülkiyet ilişkilerinin müjdecisi ola­
rak gelişimlerini yalnızca modern Avrupa'ya yerleştirir. Bu, Osmanlıların ve
Babürlülerin erken modern haraççı imparatorlukları ile 16. ve 18. yüzyıllar ara­
sında Amerika Kıtası'ndaki dinamik sömürgeci plantasyon sistemlerinde ol­
duğu gibi (bkz. Dördüncü ve Sekizinci bölümler), üretici güçlerin Avrupa dışı
bağlarnlardaki yaygın gelişimini gözlerden gizler. Bunu yaparak, bu Avrupa dışı
kaynaklardan Avrupa'ya aktarılmış olan üretici güçlerin, bizatihi Avrupa' da
kapitalizmin oluşumuna katkıda bulunmuş olma ihtimalini daha en baştan or­
tadan kaldırır (bkz. Üçüncü, Dördüncü, Beşinci ve Sekizinci bölümler).
44 i Ball'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu i

Dolayısıyla Siyasal Marksistlerin kapitalizm öncesi toplumları, özünde ge­


lişimsel birer çıkmaz sokak olarak kavramaları, hem Avrupa merkezei hem de
ampirik olarak ayakta tutulması güç bir tarihsel iddiaya dayanmaktadır. Bu
bizi üretici güçlerin önemini tarihsel olarak yeniden düşünmeye ve üretici güç­
lere ilişkin çalışmaların kapitalizme geçişe ilişkin kuramsal açıklamalarımıza
dahil edilmesi ihtimalini yeniden değerlendirmeye zorlamalıdır.

Kapitalizmin Oluşumunda 'eopolitik Olan


Siyasal Marksist yaklaşımın ontolojik tekilliği, toplumlar arası etkileşim ve
buna eşlik eden siyasi-askeri rekabet ve savaştan oluşan jeopolitik ilişkiler gibi
bir dizi tarihsel-kuramsal meseleyi kapitalizmin kökenlerine ilişkin açıklama­
larının dışında bırakmasına yol açar. Bu ilk bakışta Brenner'ın kendisinin ve
takipçilerinin feodal mülkiyet ilişkilerine içkin olduğuna inandıkları "siyasi
birikim"in ve devlet inşasının rolüne yaptıkları vurgu düşünüldüğünde tuhaf
bir ihmaldir. Savaşın feodal çağda sık görülen bir olgu olduğu genellikle teslim
edilmiştir. Fakat ana akım Uluslararası İlişkiler araştırmacılarının ve yeni-We­
bereilerin yaptığı gibi, bunu ebedi bir "güç istenei" ya da devletler sisteminin
tarih aşırı anarşik durumunun bir sonucu olarak görmek yerine, Brenner'ın
yaklaşımı, savaş eğiliminin köklerini sağlam bir biçimde hakim toplumsal
mülkiyet ilişkilerinin doğasına yerleştirir. "Kapitalizm öncesi mülkiyet ilişki­
lerinin mevcudiyetinde, üretim araçlarına yapılan yatırımlardan (üretimdeki
verimlilik artışları üzerinden) kar elde etmenin güçlüğünü göz önüne aldık­
larında", diye yazar Brenner, "lordlar eğer gelirlerini arttırmak istiyorlarsa,
serveti ve geliri köylülerden ya da sömürücü sınıfın diğer üyelerinden alarak
yeniden dağıtmak dışında pek bir seçenekleri olmadığını gördüler."103 Feodal
lordlar artık temellükünün siyasi biçimlerine bağımlı olduklarından, yeniden
üretimlerini güvence altına alacak siyasi araçları -toprağı ve orduları- geniş­
letmeye çalıştılar. Bu genişleme onları aynı şeyi yapmaya çalışan diğer lordlarla
rekabet içine soktuğu ölçüde, lordlar arası çatışmalar -kan davaları ve savaş­
lar- feodal mülkiyet ilişkilerinin yapısal birer sonucuydu. Bu nedenle, "siyasi
birikim ve devlet inşası sa iki, sermaye birikimi saikinin kapitalizm öncesindeki
muadiliydi."104
Brenner'ın feodal mülkiyet ilişkileri altında "siyasi birikim" saikine ilişkin
çözümlemesinden yararlanan Benno Teschke ve Hannes Lacher, kapitalizmin
tarihsel doğuşu ile daha önceki teritoryalleşmiş devletler sistemi arasında kes­
kin bir kuramsal ayrım yaparlar.'os Bu doğrultuda, "kapitalizmin devletler ara­
sı olma niteliğinin" bizatihi sermaye ilişkisiItin doğasında türetilemeyeceğini,
"kapitalizm öncesi gelişmenin 'tarihsel mirası' olarak görülmesi" gerektiğini
ileri sürerler.106 Böylece kapitalizmin çok devletli sistemle bütünüyle olumsal
bir ilişki sürdürdüğünü iddia eder ve çağdaş egemen devletler sistemi ile eşitsiz
Geçiş Tartışması: Kuramlar ve Eleştiri i 45
gelişmeyi bu ilişki içinde, uzak bir feodal-mutlakıyetçi geçmişten kalan "tarih­
sel miraslar" olarak görürler.I07
Bu, Siyasal Marksistlerin İngiliz Doğu Hindistan Şirketi gibi oluşumları,
"özünde kapitalist olmayan bir mantığa sahip oldukları"nı ileri sürerek bir
kenara bırakmalarına neden olur. Ellen Meiksins Wood'a göre bunun nedeni,
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin "artığın doğrudan üreticilerden kapitalist
olmayan, iktisat dışı tarzda, vergi ve haraç biçiminde çekilmesine" dayan­
masıdır ve bu niteliği, şirketi, "su götürmez bir şekilde kapitalist olmayan bir
kurum" yapar -bu Wood'un benzer şekilde Flarnan Doğu Hindistan Şirketi
için de verdiği bir hükümdür (bkz. Yedinci Böıüm) .lo8 O halde, çeşitli Siyasal
Marksistlere göre, jeopolitik rekabet ve birikimin teritoryalleşmiş ("iktisat
dışı" ) biçimleri, kapitalizmin devraldığı ebedi feodal-mutlakıyetçi mirasın bir
parçasıdır. Savaş, sermayenin henüz uyanamadığı kabusudur.
Bu tür bir perspektifien, kapitalist gelişmenin tarihini başlatan, sermaye bi­
rikimi, jeopolitik zor, rekabet ve düşmanlık gibi "savaşın eşlik ettiği" benzeri
pek çok süreci, bırakın siyaseten yanıtlamayı, anlamaya bile nasıl başlayabiliriz
ki? Daha spesifik olarak, feodal lordlar ya da mutlakıyetçi devletler arasındaki
savaş faaliyetleri kapitalist devletlere giden yolu açmış olamaz mı? Bir başka de­
yişle, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin yaratılması ya da tetiklenmesi,
"siyasi birikimin" niyet edilmemiş bir sonucu olamaz mı? Siyasal Marksistlerin
reddettikleri, görünen o ki budur.ıo9 .
Örneğin Erica Schoenberger, savaşın belirli biçimleriyle ilişkili olan piya­
saların, Ortaçağ' da devlet inşasının teritoryal fetih ve kontrole ilişkin görevle­
rinden nasıl doğduğunu incelemiştir. Bu bağlamda piyasalar, devletlerin "kay­
nakların seferber edilmesi ve uzamsal ve zamansal olarak yönetilmesi"ndelıo
karşılaştıkları çok sayıda lojistik sorunun ürünüydü ya da bu sorunlara yanıt
olarak doğmuştu. Maddi kaynak, mülkiyet ve emek alanlarındaki meta piya­
salarının tümü, Ortaçağ' da savaşmak için gereken zenginliğin ve malların ha­
reketi açısından hayati önem taşıyordu. Bu, piyasaların gelişmesinin bizatihi
kapitalist toplumsal ilişkilerin doğuşuna yol açtığı anlamına gelmez. Ancak,
savaşın sonuçlarının -teritoryal bütünleşme- piyasaların daha yaygın bir şe­
kilde gelişmesine uygun bir ortam sağladığını, savaşın belirli biçimlerininse
gerçekten de ticarileşmeyi ve üretici güçlerin yoğun gelişimini tetikleyebilece­
ğini akla getirir.
Devlet yöneticilerinin, savaşın finansmanı ve icrasında özel müteşebbislere
bağımlı olmaları da, piyasa ilişkilerinin genişlemesine ve derinleşmesine yol
açmıştır. Savaş faaliyetlerindeki gelişmeler ile kapitalizmin yükselişi arasın­
daki simbiyotik ilişki, "16. yüzyıla gelindiğinde en kudretli Avrupa komuta
yapıları bile askeri ya da diğer önemli projeleri örgütlernek için uluslararası
para ve kredi piyasasına bağımlı hale gelmişti," diye yazan William H. McNeil
Another random document with
no related content on Scribd:
She made a swift movement—then seemed checked by a vision of its
futility. The other door closed quietly and heavily. Stripped of the pose that
served her for strength, the vanity which served her for modesty, Barbara
sat in the leather chair which Ted had abandoned and let her ugly
imaginings consume her.
CHAPTER XXI

WALTER’S SOLUTION

T HE Thorstads had not gone back to Mohawk. Mrs. Thorstad had said
that she would stay in St. Pierre until they heard further from Freda and
since it was the school vacation her husband had agreed. After the first
shock of disappearance they had accepted Freda’s letter at its face value and
decided to wait for news from her. It was all they could do, in fact. One
alternative, publicity, advertising her disappearance, would have done only
harm and have looked cruelly unnecessary in view of her farewell letter to
her father. The other alternative, setting private detectives to work, would
have been too expensive and again her letters did not justify that. They must
wait. Mrs. Thorstad, after a bit, did not brood, nor indeed appear to worry
greatly. She was quickly allied with clubdom and petty politics and was
busy. Her husband, trying to interest himself in stray free lectures at the
University and in the second hand bookstores, grew rather pallid and thin.
They stopped at an inexpensive boarding house on the West Side. It was
a place of adequate food, adequate cleanliness and no grace. Mrs.
Thorstad’s reputation as a prominent club woman stood her in good stead in
these rather constricted surroundings where most of the guests were men of
sapped masculinity, high busted women dividing their time between small
shopping and moving pictures. The men were persons of petty importance
and men of small independence, but there was one strangely incongruous
person in the company. He was the editor of the scandal paper of the city, a
thin, elderly, eye-glassed person of fifty, who had maintained, in spite of his
scavenging for scandals, some strange insistence on and delight in his own
respectability. He was personally so polite, so gentlemanly, so apparently
innocuous that it was almost incredible to think of him as the editor of the
sheet which sold itself so completely on the strength of its scandal that it
needed no advertising to float its circulation.
There was a natural attraction between him and Adeline Thorstad. They
had mutually a flare for politics and intense personal prejudices
complicating that instinctive liking. They often ran upon the same moral
catch words in their conversation. Robinson began to be a “booster” for
Mrs. Thorstad. He saw her political possibilities and commenced to call
attention to her here and there in his columns.
It was one of Mr. Thorstad’s few occasions of protest.
“Shall you tell him to keep your name out of his paper or shall I?”
“But he’s said nothing that isn’t awfully friendly, Eric. I hate to hurt his
feelings. I’m sure he meant to be kind.”
“You don’t want to be featured in ‘The Town Reporter,’ Adeline. It
doesn’t—it isn’t right.”
She let the stubborn lines settle over her face.
“I don’t think the ‘Town Reporter’ is as corrupt as almost any of the
others.”
“Look at the stuff it prints!”
“But, my dear, if it’s true, isn’t there a kind of courage in printing it?”
He looked at her in exasperation, measuring her and his own futility.
“So you want to let that go?”
“I think it’s better not to hurt him, Eric.”
He shut the door of their room sharply and yet when she saw him again
he had regained his quiet indifference to her doings. The friendship between
her and the editor continued to flourish.
They were in the dining-room on Tuesday, the third of August, when the
morning papers were brought in. It was a sticky, hot, lifeless morning.
Halves of grapefruit tipped wearily on the warmish plates. No one spoke
much. The head of the silk department in Green’s was hurrying through his
breakfast in order to get down to inspect the window trim. The stenographer
at Bailey and Marshall’s had slipped into her place. Mrs. Thorstad was alert
determinedly, Mr. Thorstad sagging a little beside her. Robinson picked up
his paper first, casually, and uttered a low whistle.
“That’s a bit of news,” he said.
Several people craned and reached for the papers they had been too
indolent to open. A headline ran across the page.
PROMINENT CLUBMAN KILLS HIMSELF IN
FASHIONABLE CLUB

WALTER GRANGE CARPENTER, CAPITALIST, SHOOTS SELF


FATALLY IN EARLY MORNING HOURS. CAUSE
OF SUICIDE MYSTERY.
They gathered around the news without a particle of sympathy. No one
cared. He was a mystery and sensation—that was all.
“Funny thing,” said Robinson. “I wonder what was at the bottom of
that.”
“I shouldn’t be surprised if it was the Duffield girl,” Mrs. Thorstad said
rather casually.
“Who was that?”
“You know—the political organizer who was sent here for the
Republican women.”
“Was Carpenter in love with her?”
“I think so. I saw him—well, perhaps I shouldn’t say—”
Robinson gave her a keen glance and let the matter drop. But that night
after dinner he sought her out again, segregating her from the rest of the
people. Mr. Thorstad was not there.
“What was it you were saying about that Miss Duffield?”
She hedged a little.
“Oh, I don’t like to talk scandal, Mr. Robinson. I’m no gossip. I never
liked the woman. I always believed she made a great deal of trouble and I
know she was not a good influence on my daughter. But I have no wish to
malign her. If she is responsible for this tragedy, she and her free love
doctrines have indeed wrought havoc—”
She paused abruptly.
“I wish you’d tell me what you know,” said Robinson. “I’ll confide in
you, Mrs. Thorstad. I heard from a certain source to-day that Carpenter left
this Duffield women everything he possessed. Every one seems to know
they were seen around town constantly until she went away. There seems to
have been considerable expectation that they would marry—surprise that
they did not. Well—you can see that any information added—”
“But what good would it do?” She pressed him, her utilitarian little mind
anxious for results.
“I’d rather like to know why Carpenter shot himself. So would other
people. If this woman is a menace she should be exposed.”
“She should indeed. An interloper, making trouble, trying to run politics
—”
He surveyed her amusedly, familiar with outbreaks of spite, waiting for
his point to win itself.
“You knew her well.”
“I worked with her closely. A brilliant person—clever, modern. Modern
in the way that these Eastern young women are modern. I did not approve
of many things she did. I did not approve of some of the things she said.
Then there was an incident which convinced me.”
She went on, a little deft prodding keeping her in motion, telling the
story of having seen Walter Carpenter come to Margaret’s room and of
having seen the letter from Gregory with its protestation that he must see
her, that he wanted “to unloose her emotions—not fetter her in marriage.”
How those words had imprinted themselves on Mrs. Thorstad’s mind!
There was great satisfaction in Robinson’s face.
“And this Gregory?”
She had thought that out too.
“Why it must have been that Gregory Macmillan. He came here later and
she talked of knowing him. I heard Mrs. Flandon speak of it.”
“Ah, the Sinn Feiner! Why, it’s perfect.”
She had a moment of fearful doubt.
“You wouldn’t quote me? There’d be no libel—?”
“My dear lady, I’ve no money to spend on libel suits. I’ll never get
mixed up in one. Every bit of my stuff is looked over by a lawyer before it
sees the light of print. Don’t you worry. I’d never implicate a lady.
Scourging a vampire”—he fell into his grandiloquent press language again
—“is an entirely different matter.”
“There’s such a thing as justice,” said Mrs. Thorstad bridling.
He nodded with gravity. They might have been, from their appearance,
two kindly middle-aged persons discussing a kindly principle, so well did
their faces deceive their minds.
So it happened that the next issue of the ‘Town Reporter’ carried in its
headlines on the following day—
WAS MYSTERY OF SUICIDE OF RICH CLUBMAN ENTANGLED
IN FREE LOVE PROBLEM?

There followed an article of subtle insinuation written by the hand of an


adept. It crept around the edge of libel, telling only the facts that every one
knew, but in such proximity that the train of thought must be complete—
that one who knew anything of the people implicated could see that
Margaret Duffield (never named) believer in all “doctrines of free madness”
had “perhaps preyed upon the soul of the man.” And then after a little the
“Sinn Feiner” came into the article, he too coming from groups who knew
no “law but license.” Ugly intrigue—all of it—dragging its stain across the
corpse of Walter Carpenter.

The news had come to the Flandons at breakfast too. Gage had come
down first and picked up the newspaper while he was waiting for Helen and
the children. He read it at a glance and the blow made him a little dizzy.
Like a flood there came over him the quick sense of the utter blackness of
Walter’s mind—more than any sense of loss or pity came horror at the
baffled intellect which had caused the tragedy. He stood, reading,
moistening his lips as Helen entered and lifted the children to their chairs.
“Any news, Gage?”
He handed it to her silently.
“Oh, my God!” said Helen, “How terrible! How awful, Gage!”
He nodded and sat down in his chair, putting his head in his hands. She
read the article through.
“But why, do you suppose?”
Then she stopped, knowing the thought that must have come to him as it
came to her.
“Poor, poor Walter!”
She went around the table to Gage.
“You’ll go down of course, but take a cup of coffee first,” she said, her
hand on his shoulder.
He roused himself.
“All right.”
Some one telephoned for Gage and he said he would come at once to the
club. They went on with the form of breakfast. The children chattered. The
room shone with sunlight. Helen, through her shock and grief, caught a
glimpse of the shrinking of their trouble against this terrific final snuffing
out of life. Abashed at the comfort it gave her, she drew away from the
thought.
But it made her tender to Gage. It kept persisting, that thought. “It wasn’t
Gage. It might have been Gage. It might have been us. People like us do go
that far then. How horribly selfish this is. Poor Walter!” She suddenly
stopped short. She must telegraph Margaret. Margaret would have to know.
Whatever there had been between her and Carpenter, she must know.
Doubtless—perhaps—she would want to come to see him—Or would she?
She telegraphed Margaret as compassionately as possible. Yet it seemed
a little absurd to be too compassionate. Margaret wouldn’t like the shock
“broken.” She would want to know the facts.
The sun seemed brighter than it had been for days. Despite the grave
weight of sorrow on her spirit, Helen was calmed, attended by peace. She
was feeling the vast relief attendant on becoming absorbed in a trouble not
her own. It was not that her grief was not deep for Carpenter. He had been
Gage’s good friend and hers. And yet—it was almost as if in dying he had
deflected a tragedy from her, as if he had bought immunity for her with his
terrific price. She dared not tamper with the thought of what this might do
to Gage.
The mail man in his blue coat was coming up the steps. She opened the
door for him, anxious to do something, wondering if there would be a letter
from Margaret. There was. She laid the others aside and read that first. It
was a long letter full of thought, which at another time would have been
interesting. Margaret had wearied of Republicanism. She and many other
women were talking of the “League” again.
And Walter Carpenter lay dead. Was it relevant?
Helen put down the letter and looked through her others. There was one
from some hotel in Montana. She ripped it open and the first words startled
her so that she looked for the signature. It was signed by Freda Thorstad.
A swooning excitement came over Helen. She hardly dared read it.
Then, holding it crushed tightly, she went up to her own room. As she went
the children called to her. They wanted her to come and see the castle in the
sandbox.
“Soon,” she called to them, “I’ll be down soon. Mother’s busy—don’t
call me for a few minutes.”
She locked her door and read the letter. What had startled her was that
abrupt beginning “Asking for money is the hardest thing in the world—at
least nothing has ever been so hard before.” It went on “But I don’t know
what else to do, and I must do something. I can’t write any one else, partly
because no one else I know has enough money to send me and also because
I haven’t told any one except your husband about myself—and I suppose he
has told you. If he hasn’t he’ll tell you now that it is the truth. It’s this way.
My husband has been terribly sick and what money he had was stolen while
he was at the hotel before I got here. He’s still weak and of course he wants
to go home. But I haven’t dared tell him we haven’t any money because he
doesn’t know the maid picked his pockets while he was ill. We have to get
away from the hospital now that he’s well enough to travel—we don’t know
anybody in the city and there are his hospital bills to pay. The doctor told
me he would wait, but I can’t ask the nurses to do that. It seems almost
ridiculous for an able bodied person to be asking for money but we owe so
much more than I can earn that I must borrow. There doesn’t seem to be any
way to get money sometimes except by borrowing. I know I could pay it
back as soon as Gregory gets well again. I suppose you’ll wonder why I
don’t ask father. Well—he hasn’t as much money as we need. We need
nearly six hundred dollars to take Gregory to Ireland and pay the bills here.
Perhaps it would be better to get it from Gregory’s friends in Ireland. But I
know from what he’s told me that they all are trying so hard to do things for
the country with what little money they have that it would worry him to ask
them. And it would take too long. He mustn’t be worried, the doctors say,
and he must get back to his home soon. You know something about him for
I remember that I saw you at his lecture. He is really very wonderful and....
It isn’t as if I had a right to ask you either, except perhaps a kind of human
right.... You’ve been so kind to me, you and Mr. Flandon....”
Helen finished the letter with a rueful, very tired smile. Then she took it
into Gage’s room and laid it on his bureau where he would see it, when he
came in. He telephoned at noon to tell her that he was coming out; she kept
out of the way so that he would read the letter before she saw him.
He brought it to her and gave it back, folded.
“I suppose I should have told you that business but it was the girl’s
secret. She didn’t want it known and I stumbled on it.”
“I see,” she answered, inadequately.
“Looks like a bad situation for them, doesn’t it? I didn’t know, by the
way, where she had gone. I assumed she had gone to join him but I did
think Sable had driven her to do it. Evidently he sent for her.”
“And he nearly died.”
They paused in embarrassment. Helen held herself tautly.
“There’s an apology due you,” she began.
He held his hand out, deprecating it.
“No, please—you had every reason.” He changed the subject abruptly.
“Do we let her have the money?” He smiled for a minute. “Money’s
tight as hell. I haven’t got much in cash you know. But I don’t see how we
can refuse the girl.”
“We won’t,” said Helen.
“By the way, what I came out to say was that Walter’s lawyer thinks we
should send for Margaret Duffield. There’s a rumor that she is his legatee.
He had no family—his mother died last year. From what Pratt said he left it
all to Margaret. She’ll be rich.”
“I did wire her,” answered Helen, “an hour ago. I thought she ought to
know.”
“That’s good.”
“Tell me about it.”
“It was all in the paper. He shot himself a little after midnight. He was
alone in his room. It was evidently quite premeditated. There was a sealed
letter for his lawyer with instructions undoubtedly and everything was in
perfect order. He—he had simply decided to do it. And he has done it.
Something made him lie down—that’s all.”
He spoke reflectively, with a degree of abstraction that was surprising.
“Why do they think he did it?”
“Heat—not well physically. That’s what goes to the papers. Better
spread that. If the girl is involved, we’ll keep her name clear.”
“Oh, yes.”
“For Walter’s sake,” Gage went on. And then very slowly, he added, “I
wouldn’t like people to know that she got him.”
“Yet if it comes out that he left her everything, won’t people guess?”
“They won’t know. Nor do we know. Nobody knows except Walter and
he’s dead.”
They sent a second wire to Margaret requesting her presence for urgent
reasons and by night they had heard that she would come. The funeral was
to be on Friday.
It was Thursday evening when the “Town Reporter” bristled with ugly
headlines on the streets of St. Pierre. Walter’s body lay in the undertaking
“parlors” those ineffective substitutes for homes for those who die
homeless, in the brief period between their last hours among human kind
and the grave. No place except a home can indeed truly shelter the dead.
Walter lay inscrutably lonely, in the public parlor, mysterious in the death
which was a refusal to go on with life, a relinquishment so brave and so
cowardly that it always shocks observers into awe. As he lay there, a
raucous voiced newsboy outside the window ran down toward the main
throughfare, a bunch of “Town Reporters” under his arm, shouting, “All the
noos about the sooicide”—and in half an hour his papers were gone, some
bought openly, some bought hurriedly and shamefacedly. Hundreds of
people now knew the reason Elihu Robinson gave for the death of Walter
Carpenter, his version of the struggle in the stilled brain of the man he had
not known except by sight and hundreds of people as intimate with the
tragedy as he, wagged their heads and said wisely that this “was about the
truth of it,” with other and sundry comments on the corruption of the age
and particularly of the rich.
The Flandons read it with mixed disgust and anger. They knew it was the
kind of stain that only time could scrub away. It did not matter much to
Walter now that he was slandered. His suicide was a defiance of slander.
They were sorry for Margaret but not too much bothered by her reception of
such scandal if it came to her. It was only local scandal.
“The worst of it,” said Helen to Gage, “is tying Gregory Macmillan up
that way just as they were about to announce his marriage. I telephoned
Freda’s father this afternoon for I was going to tell him you had had a
business letter from her and knew where she was. It seemed wise. But
anyway he had just heard from her too. He was so happy, poor fellow. Now
to have this nasty scandal about his son-in-law will be another blow. I shall
go to see him and tell him that it’s an utter lie. I know from what Margaret
told me that there never was a thing between her and Macmillan.”

Mr. Thorstad had already taken the matter up with Elihu Robinson. He
had called him what he was and his white faced indignation was something
the editor preferred to submit to without resistance. But he was not without
trumps as usual.
“But who is your authority for saying that Macmillan was implicated
with this lady?” asked Mr. Thorstad, angrily.
He had not told that Macmillan was his son-in-law and the editor
wondered at his defense of Macmillan.
“My dear fellow,” he said with that touch of apologetic and righteous
concern with which he always met such attacks. “My dear fellow, your wife
told me that.”
CHAPTER XXII

THE MOURNERS

M ARGARET came, calm and yet clearly distressed beyond measure. It


was pathetic to see her control, to see that she could not even break
through it to the relief of abandonment. She was very white during the
day of the funeral and the ones succeeding it and her eyes met other eyes
somewhat reluctantly. She came on Friday morning and Helen had not been
able to persuade her to stay with them. She had gone to a hotel and from
there, quite simply to the parlors of the undertakers.
“Don’t wait for me, Helen—and I’d sooner be alone. I’ll be here a long
while, probably.”
Perhaps after all Walter and Margaret found relief in each other when the
grim parlor door was shut. At least at the funeral Margaret sat very quietly,
though the well-bred curious eyes of the little group of people strayed
unceasingly toward her. She went through it as she went through the
following days. It was soon known, before the will was probated, that she
was Walter’s legatee. There was a great deal of business to be done. Walter
had decided no doubt that the brief embarrassment of inheriting his fortune
was better than the recurrent fear of cramping poverty which had always
pursued her and of which she had told him. She saw the lawyers and his
business associates and discussed with them the best way of disposing of
Walter’s interests, and word of her coldness spread around rather quickly
and was considered to justify Mr. Robinson’s deductions.
Gage saw her at the funeral. He had not looked for her—had not felt
ready to see her. But in the semicircle of chairs facing the gray satin coffin,
he was so placed that his eyes met hers unexpectedly. When they did,
hostility glinted in his. “You got him,” they seemed to say—and hers looked
back steady, unrepentant, even though her mouth was drawn with pain and
sorrow.
It had hit Gage as it had Helen. The lightning had been drawn from him.
Walter’s death had roused in him an instinct of resistance which had been
dormant. He had no certain idea of what had passed between Walter and
Margaret but he knew what Carpenter’s point of view had been—how far
he had gone, how willing he had been to yield every concession to a woman
—to Margaret—in the belief that it would then be possible to build love on
a basis of comradeship. Walter had found failure, just how or why no one
knew except perhaps Margaret herself. Gage’s mind stumbled along
nervously, trying to analyze his and Walter’s failure. He remembered how
they had talked together about women, how Walter had said he would be
“willing to trust to their terms.” For some reason he lay dead of their terms.
And he himself—he had looked at himself in the glass an hour ago with a
kind of horror as if he saw himself for the first time in weeks. There was a
softening of his features it seemed to him, a look of dissipation, of
untrimmed thought, brooding. The memory of his face haunted him. That
was what came of being unwilling to trust to the terms of women. Either
way—
He looked across at Margaret again, quiet, firm, persistent through
tragedy, through all emotional upheaval, and a grim admiration shot
through his hostility. After all she was consistent. With all his admiration
for women, even at the height of his passion for Helen, he had never
connected her or any woman with ability to follow a line of action with
such consistency. He had some sense of what was going on in Margaret’s
mind—an apperception of her refusal to let this tragedy break her down.
He became conscious of Helen’s sigh. She sat beside him, her hands
folded loosely in her lap. The minister talked on, performing with decent
civility and entanglement of phrase, the rites of last courtesy for the dead.
Gage wondered what he and Helen would do. He was glad that the mess
about Freda Thorstad was cleared up. Not that it made any grave difference
except in a certain clearness of atmosphere. If she got a divorce she couldn’t
get it on those grounds. He wondered how their painfully sore minds could
be explained in a divorce court which was accustomed to dealing with
brutal incidents. Perhaps a separation would be better. He wondered how he
was going to provide for her decently. It was going to be a long job building
up the new practice. Things were breaking badly.
Some emphatic phrase of the minister, starting out of his droning talk,
brought Gage’s eyes back to the coffin. Strange how the sense of that silent
form within it gave him fresh energy. Life had got Walter. Women had got
him, in some obscure way. He felt his shoulders straighten with stubborn
impulse. They wouldn’t get him. Deftly and logically his thought became
practical. He would cut out all this thinking about women. He would—
perhaps he would get the Thornton business. It meant a big retainer. He
could have done it a few months ago. Now—he visualized old Thornton’s
tight mouth, keen eyes. He’d want value received. Have to get in shape—
cut out the booze—concentrate on business—men’s business. The actual
phrase took shape in his mind. Men’s business. By God, that was how
women got you. They got you thinking about them until you became
obsessed, obsessed with them and their business. It was so and it had
always been so. These new problems were not what people thought they
were. They were not sex stuff. Perhaps they altered the grain of woman—
changed her—but the adjustment of sex was as it always had been, between
each man and each woman. Let the women go on, be what they wanted, do
what they wanted. It made some of them better, some of them worse—put
new figures in the dance but it was the same dance. Even if it wasn’t the
minuet or the waltz there was still dancing. And there was choosing of
partners.
Every one stood up. Gage was standing too, with the rest, his vagrant
thoughts brought back from their wanderings to the ever shocking
realization that he was helping in the laying away of this friend of his and
the inevitable feeling that life was a short business for him and every one.
He fell back into triteness. You must play the game.
After it was all over he was standing beside Helen.
“I want to go to see Margaret,” said Helen. “I’ll go to her hotel now,
Gage.”
“Bring her home if you like,” answered Gage.
The ease of his tone startled Helen. She looked at him in quick surprise,
meeting his unexpected smile.
“I merely meant I thought I could be reasonably civil,” he said—and
with impulse, “I feel rather cleaned out, Helen. I’ll run down town now and
see what I can do before dinner.”
She thought, “He hasn’t had anything to drink for two days,” placing the
responsibility for his unwonted pleasantness on a practical basis. It cheered
her. She went to Margaret’s hotel and found her in her room, lying on her
bed and her head buried in the counterpane. It was the nearest to
abandonment that Helen had ever seen in her friend so she ventured to try
to comfort.
“It’s the awful blackness of his mind that I can’t bear,” said Margaret,
“the feeling he must have had that there was no way out.” She sat up and
looked at Helen somewhat wildly. “It frightens me too. For he had such a
good mind. He saw things straight. Perhaps there isn’t any way out. Perhaps
we are battering our heads against life and each other like helpless fools.”
“Did you love him?” asked Helen. It seemed to her the only vital point
just then.
Margaret threw her hands out futilely.
“I don’t know. I was afraid of what might happen if we married. Either
way it looked too dangerous. I was afraid of softening too much—of
lapsing into too much caring—or of not being able to care at all. He wasn’t
afraid—but I was. And—the rotten part is, Helen, that I wasn’t afraid for
him but for myself.”
She was hushed for a moment and then broke out again.
“It wasn’t for myself as myself. It was just that if our marriage hadn’t
been a miracle of success, it would have proved the case against women
again.”
“You mustn’t think any more than you can help,” said Helen. “It wasn’t
like Walter to want to cause you pain and I know he wouldn’t want you to
suffer now.”
“No, he was willing to do all the suffering,” said Margaret in bitter self-
mockery. “He did it too.”
She got hold of herself by one swift motion of her well-controlled mind
and stood up, brushing her hair back with the gesture Walter loved. “It’s not
your burden, poor girl. You have enough.”
“Not so many,” said Helen. “By the way, Margaret, you haven’t heard
about Freda Thorstad, have you?”
“Did she come back?”
“No—she wrote. She had married Gregory Macmillan secretly when he
was here. They sent her word that he had typhoid out West and she went to
him. Why she didn’t tell people is still a mystery.”
“Married him—Gregory? But she’d only known him four days.”
Helen nodded. “That’s just it. Isn’t it—” she stopped, fearing to wound.
“Magnificent—brave—foolish—” finished Margaret. Her voice broke
unaccustomedly. “It’s wonderful. Gregory will be a strange husband but if
she shares him with Ireland and—oh, it’s rather perfect. And so all that
nonsense about Gage being involved—”
“Was nonsense.”
Margaret did not ask further about Gage. She reverted to Freda and
Gregory. The news left her marveling, an envy that was wonder in her
remarks. She made no comparisons between Freda and herself and yet it
was clear that Freda wrought herself to another phase—a step on towards
some solution of thought.
Helen urged her to come to dinner.
“I’d rather not, I think. I’ll have a rest perhaps.”
“Then you’ll go out with us for a ride to-night?”
“Gage wouldn’t like it, would he?”
“He suggested your coming to dinner, my dear.”
They smiled at each other.
“Then I’ll go.” She turned swiftly to Helen. “Oh, work it out if you can,
Helen. Not working it out—is horrible.”
CHAPTER XXIII

RESPITE

F REDA was trying to mend a blouse. Her unskillful fingers pricked


themselves and it was obvious that even her laborious efforts could do
little to make the waist presentable. Its frayed cuffs were beyond
repairing. However, it would do until they got to Mohawk and she could get
the clothes which she had there. She had not written her mother to send her
anything. Nor had she spent any of the money the Flandons had sent for
such luxuries as new clothes. She had been uplifted when that check for a
thousand dollars—not for six hundred—had slipped out of the envelope
with Mrs. Flandon’s kind, congratulatory letter. Gregory’s three hundred
had been put back in his purse and then, as it gradually came over her
impractical mind that such a sum was totally inadequate to their need she
had told him that she had some money of her own—a little reserve which
had been sent to her. Naturally he had assumed her father had sent it and
later she thought she would tell him that it was a debt they had assumed and
make arrangements for paying it. Not now. He must not worry now about
the money. She looked across the room at him—their shabby little hotel
room, with its lace curtains pinned back for air and the shaky table desk
dragged up before the window. He had not been quite fit enough to travel
when they left the hospital, and she had insisted that he must try his strength
before they made the journey to Mohawk, the first lap on the way back to
Ireland. How eager he was to be off now—how impossible it was to check
him! She forgot the blouse and sat looking at him, sitting there unconscious
of her regard. His profile was outlined against the blank window opening,
still so thin, and yet so restored.
“It’s getting dark. You ought to stop now, Gregory. You’ll be worn out.”
He did not hear her. That was one of the things she had found out could
happen. Especially since this lot of mail had been forwarded from his
bureau, letters full of such terrible news for him from Ireland. His friends
were in prison—were killed. Devastation was spreading.
She rose, with a new air of maturity and crossed to him.
“It’s growing late.” This time she came behind his chair and bent her
cheek to his.
He moved absently.
“Yes, sweetheart—I’ll be soon through. I was writing to Larry’s widow,
poor girl. There seemed so much to say.”
“I know, but you must stop.” She used the appeal she had already
learned to use when he was bound to tax his fragile strength. “You’ll never
get back there unless you rest more.”
“Oh, yes I will. And when I do get back—how I’m going to start some
things in motion. It will be a terrible swift motion too. I’ve lost a sad
amount of time.”
Freda laughed and he looked at her. It was a laugh of pure amusement,
and so contagious that he joined her, jumping up from the letter to kiss her.
“No—you laughing rogue—not time lost in winning my bride. Mocker.”
Freda held him at arms length teasingly.
“I have you for a minute now, haven’t I?”
“You always have me. You don’t mind, darling, that they need me? You
wouldn’t—not share it with me?”
“Of course I share it. And I know I have you—when you remember me.”
He buried his lips in her hair and then drew her to his knees.
“Sweetheart, if you could know how they suffer—when you see—”
She composed herself to listen, knowing how it would be. He would
hold her close like this and tighter and tighter his arms would feel as he
explained and related. Then, in his excitement, he would loose her and
leave her, gently, while he paced up and down the room and forgot the
tenants in the next room and herself and everything in his impassioned
oratory.
So he was. That was Gregory. When he put her down she turned on the
light and picked up her sewing. It was not that she did not listen willingly.
She did. If she could not kindle in his flame she was warmed in the glow of
it. She too had come to care. Perhaps when they reached Ireland and she
saw for herself she would kindle too—she rather hoped so.
He stopped talking and his mind, relaxed, shot back to her.
“Do you feel well to-night, darling?”
“Of course. I’m the most indomitably healthy person you ever knew. I
can’t help it.”
“You’re so sweetly healthy that I keep forgetting to take care of you.”
She tossed the blouse from her restlessly and stretched her long arms
back of her head to make a cushion.
“It doesn’t bother me when you forget,” she told him. “I’m very glad
that it doesn’t, too. I’m glad I haven’t begun marriage by learning habits of
dependency. I think we’re rather lucky, Greg. Being us, as we are, with a
two day wedding trip and a crowning episode of typhoid and now a baby
and an Irish question ahead of us, we’ve learned how to stand alone. Mind
our own business instead of crowding into each other’s, you know.”
He did not know. A great deal of modern difficulty and problem making
had slipped by him. “You are an obscure young person,” he told her, “and
most divinely beautiful. I am going to get Francis Hart to paint you—like
that, with your head thrown back. I want a hundred paintings of you just to
compare with you, so that I can show that no painting can be as lovely as
you are.”

They spent a week in Mohawk and because Gregory found that Mr.
Thorstad knew Irish history with unexpected profundity and sympathy he
was content to spend much time with his father-in-law. They met on many
points, in the simplicity of their minds, the way they wound their thoughts
around simple philosophies instead of allowing the skeins of thought to
tangle—in the uncorrupted and untempted goodness of them both and their
fine appreciation of freedom—the freedom which in Mr. Thorstad had bade
his daughter seek life and in Gregory had tried to unloose the rigors of
Margaret Duffield. Gregory did not talk so much to Mrs. Thorstad. He was
apt, in the midst of some flight of hers, to look a little bewildered and then
become inattentive. She, however, took it for genius. The chastening which
she had suffered after that mistake of blackening Gregory’s name in
connection with Margaret had still some effect. She was anxious to wipe
that error out and to that end she worked very hard to establish the fame and
name of Gregory. His books were spread over the library table and she had
already, in characteristic method, started a book of clippings about him.
She spent a good deal of time with Freda. Freda was rather more gentle
than she had been, and interested honestly in many of the details of child
bearing that her mother dragged up from her memory on being questioned.
If Mrs. Thorstad felt disappointment in Freda, she tried very honestly to
conceal it but now and again there cropped out an involuntary trace of the
superiority which she as a modern woman was bound to feel over a
daughter who took so little interest in the progress of politics and listened so
much to her husband’s talk. She spoke of it once only and most tactfully.
“You must be careful not to be a reactionary, my dear. You are going
from the land of freedom and the land in which women are rising to every
dignity, to a country which may be—of course is bound to be—
comparatively unenlightened. I hope indeed that you have your children.
Two—or even three children—are very desirable. But you must not forget
that every woman owes a duty to herself in development and in keeping
abreast of the times which may not be neglected. I don’t want to hurt you,
dear. Of course I myself am perhaps a little exceptional in the breadth of my
outlook. But it is not personal ambition. It is for the sex. Did I tell you that
Mrs. Flandon talked to me when she saw me in St. Pierre about doing much
of the state organizing for the Republican women? She says she needs some
of my organizing ability. I shall help her of course. In fact I hope I may be
able to prevail upon your father to apply for a position at the University in
St. Pierre. I feel we have rather outgrown Mohawk.”
“But, mother, that means an instructorship again for father, and it’s a step
backward.”
“Not exactly that. Think of the advantages of living in the city—the
cultural advantages. And there is a great field open in municipal politics. I
have some strong friends there—and one gentleman—an editor—even went
so far as to say there might be a demand for me in public life in St. Pierre, if
I established residence there.”
“It would be pretty rough on father to pull up stakes here—”
The hint came again.
“My dear child, you must not be a reactionary. I do not like to see you
start out your married life with the idea of subordinating your life as an
individual to a husband, no matter how beloved he may be. It is not wise
and it is not necessary. Look back over our life. Have I ever for one moment
failed in my duty towards the home or towards my husband or child and has
it not been possible at the same time for me to keep progress before me

You might also like