Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Is ■klar U lkesi Andres Barba

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/is-iklar-u-lkesi-andres-barba/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Internet de las Cosas Moises Barrio Andres

https://ebookstep.com/product/internet-de-las-cosas-moises-
barrio-andres/

Dog u Bat■ Say■ 99 Geleceg i Du s u nmek Kolektif

https://ebookstep.com/product/dog-u-bati-sayi-99-geleceg-i-du-s-
u-nmek-kolektif/

Alka u politici politika u alki Sinjska alka i ratovi


dvadesetog stolje■a Ivan Kozlica

https://ebookstep.com/product/alka-u-politici-politika-u-alki-
sinjska-alka-i-ratovi-dvadesetog-stoljeca-ivan-kozlica/

Tarama Sözlü■ü U Z Tdk

https://ebookstep.com/product/tarama-sozlugu-u-z-tdk/
Determinismus und Physik U Röseberg

https://ebookstep.com/product/determinismus-und-physik-u-
roseberg/

Daddy is Mine Veranna Leonand

https://ebookstep.com/product/daddy-is-mine-veranna-leonand/

Virgin Chocolate is Mine Emerald

https://ebookstep.com/product/virgin-chocolate-is-mine-emerald/

Life is Beautiful Arvan Pradiansyah

https://ebookstep.com/product/life-is-beautiful-arvan-
pradiansyah/

Love Is Forgiveness Annika Harumy

https://ebookstep.com/product/love-is-forgiveness-annika-harumy/
ANDRE5 BARBA
ILIKLAR ÜLKESİ
ANDRE5 BARBA

Tropik bir orman ile devasa bir nehrin arasına


s ık ı ş m ı ş küçük bir şehir: San Cristöbal. Şehrin
meydanlarında, parklarda ve trafik ışıklarında
tekinsiz sok ak çocuklarının sayıları giderek artar
ve hayatın gündelik akışı sekteye uğrar. Toplum
düzenine tehdit olarak görülen bu çocuklar
kimsenin anlamadığı bir dil k onuşur ve şehrin
içinde, şehirle birlikte bam başka bir "toplumsal
organizm a"ya dönüşür.
İspanyol yazar Andres Barba 2017'de Herralde
Roman Ödülü'nü alan Işıkla r Ülkesi'nde çocuk
masumiyeti mitini paramparça ederken düzen,
şiddet ve medeniyet gibi kavramları yeniden
sorguluyor.

"Ç ocu k masum iyeti miti, diyordu, Kayıp Cennet


mitinin piçleştirilmiş, iyim ser ve kolaycı bir
türüdür. Bu cep dininin azizleri, şefaatçileri ve
ermişleri yetişkinlerin nezdinde çocuklara asli
günahsızlığı temsil etme sorum luluğu yükler.
Am a s e ss iz c e sokakları ele geçiren o çocuklar
asli günahsızlığın o zamana dek bildiğimiz iki
versiyonuna, kendi çocuklarımıza ve Enyee'nin
çocuklarına pek benzemiyordu."

İspanyolcadan çeviren
Züleyha Yılmaz

EDEBİYAT
ROMAN
IS B N
9 7 8 - 6 0 5 -7 6 4 3 -4 0 - 7

nsııp» 25 TL
w w w .n o to sk ita p .c o m
Andres Barba

1975’te Madrid’de doğdu. Filoloji ve felsefe okudu. Herralde Roman Ödülü’ne


aday gösterilen ilk romanı L a h e r m a n a d e K a t ia 2001’de yayımlandı. Torrente
Ballester Ö dülü’nü kazanan V e rsio n e s d e T eresa (2006) adlı romanı 2008'de
HollandalI yönetmen Mijke de Jong tarafından sinemaya uyarlandı. 2010 yılın­
da Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği
Barba, Universidad Complutense de Madrid ve Bowdoin College’da (ABD)
dersler veriyor. Herman Melville, Henry james, Joseph Conrad ve Thomas
De Quincey gibi yazarların eserlerini ispanyolcaya çevirdi. 2017’de Herralde
Roman Ödülü’nü kazanan Işık la r Ü lk e si 2019’da Gregorvon Rezzori Ö dülü’ne
de aday gösterildi. T h e G u a r d ia n tarafından 2017’nin en iyi kitaplarından biri
seçilen Las m ano s pequenas (Küçük Eller, 2008) adlı romanı da Notos Kitap
tarafından yayına hazırlanıyor.

Züleyha Yılmaz

Lisans derecesini İstanbul Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık


Bölümü'nde tamamladı. Aynı okulun İspanyol Dili ve Edebiyatı yüksek lisans
programına devam etti ve tez araştırmalarını Oviedo Üniversitesi’nde yürüttü.
Santiago de Compostela Üniversitesi ve Menendez Pelayo Üniversitesi’nde
İspanyolca formasyon eğitimini tamamladı. Doktora çalışmalarını İstanbul
Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı Bölüm ü’nde sürdürüyor. İngilizce ve
ispanyolcadan Türkçeye kazandırdığı metinlerin yanı sıra uluslararası organi­
zasyonlarda aynı dillerde konferans çevirmenliği yapıyor.
Andres Barba
Işıklar Ülkesi
Notos Kitap 184
Edebiyat 066
Roman
© N o to s Kitap Yayınevi, 2019
© An drös Barba, R e p û b lic a lu m in o s a , 2017
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Casanovas & Lynch Literary Agency
ve Kalem Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Tüm hakları saklıdır.

Birinci Basım Ocak 2021

ISB N 978-605-7643-40-7

Sertifika 16343

Editör
Halil Beytaş, Figen Beytaş

Düzelti
Tuğba Eriş

Kapak Tasarımı
Virginia Elena Patrone

Teknik Hazırlık
Tila Sadeki

fJS g if GOBIERNO MlNBTEfttO OIRECCİÖNGENEflAl


DE ESPANA DE CULTURA OB.U9RO
YDffORTÎ TrOMBVTO D* LA LECTURA

Bu kitabın çevirisi ispanya Kültür ve Spor Bakanlığı'nın


desteğiyle yapılmıştır.

Notos Kitap Yayıncılık Eğitim Danışmanlık


ve Sanal Hizmetler Tic. Ltd. Şti.
Ömer Avni Mahallesi, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya Sokak
No: ıı/6 Gümüşsüyü, Beyoğlu İstanbul
0212 243 49 07
www.notoskitap.com
facebook.com/NotosKitap
twitter.com/NotosKitap

Baskı ve Cilt
Mega Basım
Cihangir Mah. Güvercin Cad. No:3/ı
Baha İş Merkezi A Blok 34310
Haramidere Avcılar İstanbul
Sertifika 44452
0212 412 17 00
Andres Barba
Işıklar Ülkesi

İS P A N Y O L C A D A N Ç EV İR EN

Züleyha Yılmaz

Roman
Kızıl toprağın kızı Carmen’e.
Gülünç olamayacak iki şeyim ben
vahşi ve çocuk.

PAUL GAUGU1N
_
Bana San Cristöbal’da hayatını yitiren otuz iki çocuğu
sorduklarında, verdiğim yanıt konuştuğum kişinin yaşma
göre değişiyor. Benim yaşlarımdaysa, anlamanın gördüğü­
müz parçalan bir araya getirme meselesi olduğunu söylü­
yorum. Yok daha gençse uğursuzluğa inanıp inanmadığını
soruyorum. Sanki uğursuzluğa inanmak özgürlüğe değer
vermemek anlamına gelecekmiş gibi hemen hemen hep
hayır yanıtını veriyorlar. Özgürlüğe verdikleri değerin de,
safça adalete inanmamalarının da burada yeri olmadığına
onları ikna etmeye çalışmak boşuna olacağından, başka tek
bir soru bile sormadan onlara olaylarla ilgili yorumumu an­
latıyorum; elimden gelen tek şey bu çünkü. Eğer biraz daha
gözü kara olsaydım ya da en azından bu kadar korkak ol­
masaydım hikâyeme hep aynı cümleyle başlardım: Hemen
hemen herkes hak ettiğini bulur, uğursuzluk diye bir şey de nar­
dır. Gerçekten de var.
Yirmi iki yıl önce San Cristöbal’a geldiğimde göreve yeni
atanmış, çiçeği burnunda bir Estepı Sosyal Hizmetler Ba­
kanlığı memuruydum. Hukuk mezunu sıska biriyken mut­
luluk sayesinde birkaç yıl içinde, kendi halime bırakılsam
kesinlikle erişemeyeceğim çekicilikte yeni evli bir adama
dönüşmüştüm. O zamanlar hayat bana, basitliği mi bilmem
ama kaçınılmazlığı yüzünden üstünde durmaya hiç mi hiç
değmez ölümün son verdiği, aşılması nispeten kolay zincir­
leme zorluklar gibi geliyordu. O zamanlar mutluluğun tam

11
da bu olduğunu, gençliğin tam da bu olduğunu, ölümün
tam da bu olduğunu bilmiyordum, ancak özünde hiç yanıl­
gıya düşmesem de her şeyde yanılıyordum. Dokuz yaşın­
da bir kız annesi, benden üç yaş büyük San Cristöbal’lı bir
keman öğretmenine âşık olmuştum. Hem kızının hem de
onun adı Maia’ydı, ikisinin de dik bakışları, hokka burunla­
rı ve bana güzelliğin zirvesi gibi gelen kahverengi dudakları
vardı. Bazen gizli bir meclis tarafından seçilmiş gibi hissedi­
yordum kendimi. Onların “ağma” düşmekten o kadar mut­
luydum ki beni San Cristöbal’a tayin etmeyi önerdiklerinde
haber vermek için koşa koşa evine gidip lafı hiç dolandır­
madan ona evlenme teklifi ettim.
Bana Estepı’deki görevi önermelerinin nedeni iki yıl ön­
ce yerli halk topluluklarının entegrasyonuyla ilgili bir prog­
ram hazırlamış olmamdı. Çok basit bir fikirdi ve model bir
program olarak etkili olmuştu: Belli tarım ürünlerinin üre­
timi yerlilere bırakılacaktı. O şehirde portakalları seçmiştik
ve neredeyse beş bin kişilik bir tedariki yerli halk karşılaya­
caktı. Program, dağıtımda ufak bir kargaşaya yol açacakken
topluluk bazı düzenlemeler yaparak kendini çekip çevirme­
nin ötesine geçmiş, artık harcamalarının büyük bölümünü
karşılayan küçük bir kooperatife dönüşmüştü.
Program o kadar başarılı olmuştu ki merkezi hükümet
San Cristöbal’daki üç bin kişilik Enyee halkıyla da gerçek­
leştirilmesi için Yerlilerin Yerleşimleri Komisyonu aracılı­
ğıyla benimle iletişime geçmişti. Bana bir ev ve Sosyal Hiz­
metler Müdürlüğü’nde yöneticilik teklif ediyorlardı. Maia
da doğduğu şehirdeki küçük müzik okulunda tekrar ders
vermeye başlayacaktı. İtiraf etmese de ayrılmak zorunda
kaldığı şehre iyi koşullarda dönmek onu heyecanlandır­
mıştı. İş hem küçük kızın -ona hep “küçük kız” derdim,
doğrudan hitap ederken de “küçük kız” diyordum- oku­
lunu karşılıyor hem de bir parça artırabileceğimiz bir maaş
sağlıyordu. Başka ne isteyebilirdim ki? İçim içime sığmıyor­
du, Maia’dan balta girmemiş ormanları, Ere Nehri’ni ve San
Cristöbal’ın sokaklarını anlatmasını istiyordum... O anlatır­
ken cennetten bir köşe, sık ve boğucu bitki örtüsü gözüm­
de canlanıyordu. Hayal gücüm öyle çok yaratıcı olmayabilir
ama iyimser olmadığım söylenemezdi.
San Cristöbal’a 13 Nisan 1993’te vardık. Yoğun, nemli
bir sıcak vardı ve gökyüzü berraktı. Eski aile minibüsümüz­
le yukarılara doğru çıkarken Ere Nehri’nin taşkın, çamurlu
suyunu ve o yemyeşil geçit vermez canavarı, San Cristöbal
ormanını uzaktan ilk kez gördüm. Yarıtropikal iklime alı­
şık değildim, otoyoldan ayrılıp şehre giden kırmızı toprak
yola girdiğimizden beri vücudum terden sırılsıklamdı. Es-
tepı’den bu yana yaptığımız yolculuğun -hemen hemen bin
kilometre- sebep olduğu sersemlik beni bir tür melankoliye
sürüklemişti. Rüya gibi bir başlangıcın ardından varışımız­
la beraber yoksulluğun hiç değişmeyen sert yüzü önümü­
ze serildi. Yoksul bir beldeyle karşılaşmaya hazırlanmıştım,
ancak gerçek yoksulluk kafada canlandırılana pek benzemi­
yordu. Ormanın yoksulluğu eşitlediğini, tekilleştirdiğini ve
bir biçimde sildiğini henüz bilmiyordum. Bu şehrin bele­
diye başkanlarmdan biri, San Cristobal’m sorunu güzel bir
manzaranın bir iki adım ötesinde hep sefalet olmasındadır,
demişti. Kelimesi kelimesine doğru. Onca kire pasa rağmen
ya da belki de o kir pas sayesinde Enyee çocuklarının yüz­
leri epey fotojeniktir ve yarıtropikal iklim koşullarından ka­
çınılmayacağı fantezisini dayatır. Başka türlü ifade etmek
gerekirse: Bir adam başka bir adamla savaşabilir ama bir
şelaleyle ya da gökgürültülü bir fırtınayla savaşamaz.

13
Keza minibüsün penceresinden bakarken bir şey daha
fark ettim, San Cristöbal’m yoksulluğu bir örtüden yoksun,
çırılçıplak ortadaydı. Renkler yalın, basit ve insanı çıldır­
tan bir ışıltıdaydı. Bitkilerden bir duvar gibi yola yaslanan
ormanın yoğun yeşili, toprağın parlak kırmızısı, gözleri sü­
rekli kısmaya zorlayan o ışıklı gökyüzünün maviliği, Ere
Nehrinin bir kıyısından diğerine o dört kilometrelik yoğun
kahverengisi, hepsi bana zihnimin derinliklerinde, gördük­
lerimle karşılaştırabileceğim hiçbir şeyin olmadığını ilk kez
apaçık gösteriyordu.
Şehre vardığımızda evimizin anahtarım almak için bele­
diyeye gittik ve bir memur yolu tarif ederek bize eşlik etti.
İki metreden yakın bir uzaklıktaki devasa çoban köpeğini
aniden fark ettiğimde varmak üzereydik. Yol yorgunluğu­
nun neden olduğu hayal oyunları yüzünden köpeğin yol­
dan geçmediğinden, yolun ortasında birden beliriverdiğin-
den emindim. Fren yapacak zaman bulamadım. Var gü­
cümle direksiyonu tuttum, çarpmayı avuçlarımda hissettim
ve bir kez duyuldu mu bir daha unutulmayan o sesi duy­
dum: tampona çarpan bir gövdenin sesini. Çabucak indik.
Erkek köpek değildi bu, dişiydi, kötü yaralanmıştı ve sanki
bir şeyden utanıyormuşçasma bakışlarımızdan kaçınarak
hızlı hızlı soluk alıp veriyordu.
Maia üzerine eğildi, elini sırtında gezdirdi. Köpek de bu
jeste kuyruğunu sallayarak yanıt verdi. Onu hemen bir ve­
terinere götürmeye karar verdik ve ona çarptığımız mini­
büsle giderken o sahipsiz ve vahşi hayvanın aynı anda iki zıt
şey olduğu duygusuna kapıldım. Hem korkunç bir uğur­
suzluğun alameti hem de koruyucu bir varlık, hem bana
şehre hoş geldin diyen bir dost hem de ürkütücü haberler
getiren bir ulak. Geldiğimizden beri Maia’nm yüzünün de-

14
ğiştiğini bile düşündüm, sıradanlaşırken -ona benzeyen bu
kadar kadını bir arada hiç görmemiştim- daha da derinlik
kazanmıştı, teni hem daha yumuşak hem de daha diriydi,
bakışları daha güçlü ancak biraz daha uysaldı. Köpeği kuca­
ğına almıştı, hayvanın kanı pantolonunu ıslatıyordu. Kuçuk
kız arka koltukta oturuyordu, gözlerini yaraya dikmişti. Mi­
nibüs tümsekten her geçtiğinde hayvan tepki veriyor ve ez­
giyle inliyordu.
San Cristöbal insanın kanında ya vardır ya yoktur der­
ler İnsanların, dünyanın herhangi bir yerinde doğdukları
şehirden söz ederken kullandıkları bir klişe, ama burada
daha benzersiz ve olağanüstü gerçeklik boyutuna sahip. As­
lında San Cristöbal’a alışması gereken, ısısını değiştirip or­
manın ve nehrin hükümranlığına teslim olması gereken şey
kandır. Çoğu kereler dört kilometre genişliğiyle bizzat Ere
Nehri bana kocaman kandan bir nehir gibi görünmüştür ve
bölgedeki bazı ağaçların özsuyu o kadar koyudur kı artık
bir bitki olarak görülemez. Kan her şeyden geçer, her şeyi
doldurur. Ormanın yeşil renginin gerisinde, nehrin kahve­
rengisinin gerisinde, toprağın kızıllığının gerisinde hep kan
vardır, her şeye sızan ve tamamlayan kan.
Benim vaftizim de tamı tamına böyle oldu. Veterinere
geldiğimizde köpek artık can çekişiyordu, onu kollanma
alıp taşırken giysiye temas edince kararan, tuzlu, iğrenç
kokulu bir yapış yapışlığa bulandığımı gördüm. Maia ba­
cağına atel takılırken ve sırtındaki yara dikilirken yardıma
girişmişti, köpek sanki artık daha fazla savaşmaya mecali
kalımmışçasına gözlerini kapadı. Kapalı gözkapakları ar­
dında gözleri tıpkı rüya gören insanlardaki gibi kıpır kıpır-
dı. Neler gördüğünü, zihninden ne tür bir orman macerası
geçtiğini düşünmeye çalıştım, oradaki güvenliğim büyük

15
ölçüde ona bağlıymışçasına iyileşmesini ve hayatta kalma­
sını diledim. Ona yaklaştım, beni anlayacağına ve bizi terk
etmeyeceğine ikna olarak elimi sıcak burnuna koydum.
iki saat sonra köpek evimizin bahçesinde gözyaşları dö­
küyor, küçük kız da ona pirinçten ve yemek artıklarından
mama hazırlıyordu. Yan yana oturduk, ona bir isim düşün­
mesini söyledim. Kararsızlığını teatralleştirmek için hep
yaptığı gibi burnunu kırıştırıp, “Moira,” dedi. Uzun yıllar
sonra, birkaç adım ötemde, koridorda sere serpe yatıp uyu­
yan yaşlı köpek hâlâ aynı adı taşıyor. Moira. Tüm bu ön­
görülere rağmen, çoktan ailenin yansını gömdüyse muhte­
melen tamamını da gömebilir. Verdiği mesajı ancak şimdi
anlıyorum.

16
Ne zaman San Cristöbal’daki o ilk yılların nasıl geçtiğini
hatırlamaya çalışsam Maia’nın kemanla çalarken zorlandığı
bir parça gelir aklıma: Beethoven ve Britten’ın müziği eklen­
miş, iki gerçeklik bir arada, hem duygusal bir melodi hem
de muazzam bir teknik gösteri, Heinrich Wilhelm Emst’in
“Yazın Son Gülü” adlı bir tür geleneksel İrlanda şarkısı. Or­
man ile San Cristöbal’ın zıtlığı bu iki gerçeklik gibiydi; bir
tarafta ormanın aşırı acımasız, aşırı insanlıkdışı gerçekliği,
öte yanda basit bir gerçeklik, muhtemelen gerçeklikten bi­
raz uzak olsa da elverişliliği nedeniyle yaşama tutunabildi­
ğimiz bir gerçeklik.
San Cristöbal’ın pek büyük bir sürpriz olduğu söyle­
nemez: Sanki biri diğerinden daha eskiymiş gibi “köklü”
dedikleri geleneksel aileleri, siyasi entrikaları ve yarı tropi­
kal ağırkanlılığıyla iki yüz bin nüfuslu bir taşra şehriydi.
Sandığımdan da iyi ve çabuk uyum sağladım. Birkaç aya
kalmadan kendimi memurların işten kaytarmalarıyla, ba­
zı politikacıların dokunulmazlıklarıyla ve artık kurallaşmış,
kuşaktan kuşağa aktarılan, çarpık ve muazzam bir çözüm­
süzlüğü barındıran kasaba ikilemleriyle bir yerli gibi müca­
dele ederken buldum. Maia müzik okulundaki derslerinin
yanı sıra San Cristöbal’m zengin sınıfından, havalı ve he­
men hemen hepsi güzel bazı genç kızlara eğitim veriyordu.
Ben eve girerken birbirini bastıran seslerini hep duyduğum,
ama ben girer girmez mezarlık sessizliğine bürünen iki üç

17
arkadaşıyla yeniden bir araya gelmişti. Onlar da Maia gibi
Enyee kökenli klasik müzik öğretmenleriydi, yaylılar triosu
oluşturmuşlardı, şehirde ve vilayetin diğer köylerinde ver­
dikleri resitallerle, muhteşem yorumcular olmalarından çok
o işi başka yapan olmadığından, nefes kesen başarılara imza
atıyorlardı.
Klasik müzikle uğraştığı halde sadece dans edilebilir
olanları gerçek müzik olarak kabul eden karımın kişiliğin­
de yıllarca hoş bir çelişki olarak gördüğüm şey, ancak o za­
man benim için tümüyle anlaşılabilir hale geldi. Hem onun
için hem de konserlerine giden insanlar için klasik müzik,
müziğin niteliğinden çok olağanın dışına çıkma anlamını
taşıyordu. Farklı bir makamda olmak üzere, çok uzak kri­
terlerle ve bambaşka zihinler tarafından bestelenmişlerdi,
ancak bu, o dinleyicilerin bu müziğin etkisine duyarlı ol­
madığı anlamına gelmiyordu. Maia o parçaları çalarken, in­
sanlar pek baştan çıkarıcı ama bir o kadar da anlaşılmaz bir
yabancı dili dinlerken takındıkları odaklanma tavrı içindey­
diler. Klasik müziği bu denli tutkuyla çalıp öğretebilmesi­
nin temelinde onu uzak bir şey olarak görmesi ve onunla
duygusal bir bağ kuramaması vardı. Maia, cumbia, salsa ve
merengue gibi diğer müzikleri bedeninde, içinde hisseder­
ken klasik müzik sadece beyninde olup bitiyordu.
Kimi zaman insan ruhunun derinliklerine inmek için
çok güçlü bir denizaltma binmek gerektiğine inanırsın, ama
sonra bir de bakmışsın ki dalgıç kıyafetleriyle evin küveti­
ne dalmaya çalışıyorsun. Bu, mekânlar için de geçerlidir.
Küçük şehirlerin ortak bir özelliği varsa o da tahtakuruları-
na benzemeleridir: Gücü elde tutmak için hep beraber ay­
nı mekanizmaları üretirler, aynı kitabına uydurma ve ah­
bap çavuş ilişkileri, aynı dinamikler. Kimi zaman sıradışı
bir müzisyen, devrimciliği öne çıkan bir aileden gelen bir
kadın yargıç veya cesur bir anne gibi kendi küçük kahra­
manlarını yaratır, ne var ki bu küçük kahramanlar da de­
vamlılığı sağlamak için onların başkaldırılarını hesaba ka­
tan yapıya eklemlenir. Küçük şehirlerde hayat metronom
gibidir; kimi zaman o kadar düzenli ve öngörülebilirdir ki
bu kaderden kaçınabileceğim düşünmek güneşin batıdan
doğabileceğini düşünmekle birdir. Ancak bazen işte tam da
bu olur: Güneş batıdan doğar.
Dakota Süpermarketi’ne yapılan baskını herkes bütün
bu çatışmaların kaynağı olarak görse de sorun çok daha ön­
ce başlamıştı. Bu çocuklar nereden çıktı? Valeria Danas’ın
konuyla ilgili çok bilinen, kolaycılığa kaçıp yanlış olarak
nitelendirilmediğinde yanlı diyebileceğimiz belgeseli, kanlı
süpermarket görüntüleri eşliğinde dış sesin bu tumturaklı
cümlesiyle başlıyordu: Bu çocuklar nereden çıktı? Hâlâ öne­
mini koruyan bir sorudur. Nereden? Ortada görünmedikle­
ri döneme şahit olmayan biri, kir pas içinde olsalar da tuhaf,
minik ağırbaşlılıkları, yapık yapık saçlan ve güneşte yanmış
yüzleriyle hep sokaklarımızda dolaştıklarını düşünebilirdi.
Onları görmeyi ne zaman kanıksadık ya da ilk kez gör­
düğümüzde şaşırdık mı, kestirmek zor. Bütün bu teoriler
arasında belki de diğerleri kadar saçma olmayan, Vıctor Co-
bân’m El Imparcial gazetesindeki köşe yazılarından birinde
yer alan çocukların şehre “gökyüzünden düştüklerine” ve
başlangıçta trafik ışıklarında yabani orkide ve limon satma­
larına alıştığımız Enyee çocuklarıyla karıştırıldıklarına da­
ir sözleriydi. Bazı termit türleri görünüşlerini geçici olarak
değiştirme, kendilerine ait olmayan bir ortamda varlıklarını
sürdürebilmek için başka türlerin kılığına bürünme ve ni­
hayetinde yerleştiklerindeyse gerçek görünüşlerine dönme

19
konusunda mahirdir. Belki bu çocuklar da aynı böcekler­
deki gibi sözel olmayan zekâyla bu stratejiyi kullanmış ve
görmeye alıştığımız Enyee çocuklarına benzemek için elle­
rinden geleni yapmışlardır. Fakat öyle olsa bile soru hava­
da kalmaya devam edecektir: “Nereden çıktılar?" Ve dahası,
neden hepsinin yaşı dokuz ila on üç arasında?
Tüm vilayetten çalman çocukların bir çocuk hırsızlığı
ağı tarafından Ere Nehri kenarındaki ormanlık bir bölgede
bir araya getirildiği tezi, basitliği ölçüsünde dile getirilme­
yen bir tezdi. İlk kez de olmazdı. Yedi ergen kız birkaç yıl
önce, 1989’da ülkenin her tarafındaki genelevlere “dağıtıl­
mak” üzereyken kurtarılmıştı; kızlar San Cristöbal’a sadece
üç kilometre mesafede, ormanın derinliklerinde küçük bir
çiftlikte bulunduklarında polisin çektiği fotoğraflar toplum­
sal hafızada hâlâ taptazeydi. Saflığın varlığını sürdüremedi-
ği, hayatımızdaki bazı olaylar gibi bu görüntü de San Cris-
töbal’m vicdanında bir milat oluşturmuştu. Bu, su götür­
mez toplumsal bir gerçekliğin kabul edilişinden çok, bazı
travmatik olayların ailelerin karakterini şekillendirmesi gibi
gerçekliğin yol açtığı utancın “sessizce” kolektif vicdanın bir
parçasına dönüşmesiydi.
Bu sebeple, o çocuklann da benzer bir “kamp”tan kaçıp
akşamdan sabaha şehirde belirdikleri zannedildi. Bu tez,
tekrar ediyorum, hiçbir temele dayanmayan bu tez hem bü­
tün ülkede vuku bulan çocuk hırsızlığında ilk sırada yer
alan bir vilayet olmamız gibi pek de gurur duyulmayacak
ayrıcalığa dayandırılıyor, hem de bu sayede otuz iki çocu­
ğun konuştuğu ve o sırada yabancı bir dil olduğu sanılan
ve tahminen “anlaşılamayan” o dilin ne olduğu açıklana­
biliyordu. O zamanlar bu basit sorun anlaşılmamış gibiy­
di: Bu tezi kabul etmek demek çocuk dilenciliğinin ortada

20
bir şey yokken bir günde yüzde yetmiş arttığım varsaymak
demekti.
Daha önce söylediğim gibi yöneticisi de olduğum Sosyal
Hizmetler Müdürlüğü’nün toplantı notlarını gözden geçi­
rince, çocuk dilenciliğinin ilk kez 15 Ekim 1994’te, yani
Dakota Süpermarketi’ne yapılan saldırıdan on iki hafta ön­
ce gündem konularından biri olarak geçtiğini görüyorum.
Bundan da, San Cristöbal’da gerçek bir sorunun kurumsal
düzlemde ele alınmasındaki yavaşlığı göz önüne aldığımız­
da, çocukların şehirde görünmesinin o tarihten en az iki
veya üç ay önce, yani o yılın temmuz veya ağustos ayında
olması gerektiği sonucu çıkıyor.
Ormanın derinliklerindeki bir kamptan toplu kaçış te­
zi o kadar çelişkiliydi ki Enyee temsilcisi Itaete Cadogân’m
çocukların nehirden “doğdu”ğuna dair alaya alman “sihirli
tezi” bile ondan daha ikna edici sayılırdı. “Doğmak” sözü
gerçek anlamıyla algılanmazsa, çocukların zihinleri arasın­
da oluşuveren bir bağın onlan San Cristöbal’da bir araya
gelmeye sürüklediği varsayımı tamamen gerçekdışı olma­
yabilir de. Bugün bu çocukların yarısından fazlasının San
Cristöbal yakınlarındaki şehir ve köylerden (sadece çok
küçük bir oranı kaçırılmış çocuklar), diğerlerinin de izahı
zor bir şekilde bin kilometreden fazla bir mesafeyi kat edip
Masaya, Siuna veya San Miguel del Sur gibi şehirlerden gel­
diğini biliyoruz. Cesetlerin teşhisinden sonra çocuklardan
ikisinin, aylar öncesinden yetkililere kaybolduğu bildirilen
ve “kaçış” ânına kadar haklarında şüphe uyandıran hiçbir
durum olmayan başkentten çocuklar oldukları ortaya çıktı.
Olağanüstü durumlar bizi her zaman farklı bir mantıkla
düşünmeye zorlar. Biri bir defasında, çocukların ortaya çıkı­
şını, birlikte hareket ederek yüz seksen derecelik ani dönüş­

21
lerle bir buluta dönüşen altı bin kuşluk bir sığırcık sürüsü­
nün o göz alıcı uçuşlarına benzetmişti. Bunca zamandır bir
şekilde hafızamda taze kalmış bir olayı hatırlıyorum. Muh­
temelen buraya geldikleri o aylardan birinde gerçekleşti.
Maia’yla beraber, arabayla erken saatte belediyedeki ofisime
doğru gidiyordum. San Cristöbal’da sıcak nedeniyle çalışma
saatleri çok katıdır. İnsanlar sabahın altısında kalkar ve ha­
yat tam olarak şafak sökerken başlar; çalışma saatleri yedi­
den sıcağın her zamanki gibi artık dayanılmaz hale geldiği
bire kadardır. Nemli mevsimde, birden dört buçuğa kadar-
ki en çetin saatler boyunca şehrin üzerine yarıtropikal bir
mahmurluk çöker, ama sabahın erken vaktinde San Cristö-
bal’lılar, öyle abartılı olmasa bile, alabildiğine enerjiktir. O
sabah, müzik okulunda bazı düzenlemeler yapması gerekti­
ğinden Maia da benimle birlikteydi ve merkezin girişindeki
trafik lambalarına geldiğimizde on ila on iki yaşlarında, di­
lenen bir grup çocuk gördük. Hem her zamanki gibiydiler
hem de değillerdi. Dilenirken sıradan ve acındırıcı bir tavır
takınanlardan farklı olarak, bu çocuklarda aristokratik de­
nebilecek bir tepeden bakış belirgindi. Maia torpido gözün­
de birkaç bozukluk aradı ama bulamadı. Çocuklardan biri
dik dik bana baktı. Gözlerindeki beyazlık koyu bir soğuk­
lukla parlıyordu; yüzündeki kir ile o parlaklık öyle bir zıt­
lık oluşturuyordu ki bir an nutkum tutuldu. Trafik lambası
yeşil yanınca, sanki bir an önce oradan uzaklaşmam gereki­
yormuş gibi bütün o süre zarfında ayağımın gazda olduğu­
nu fark ettim. Gaza basmadan önce son bir kez dönüp ona
baktım. Çocuk tavrını hiç bozmadan bana gülümseyiverdi.
Deneyimlerimizin bazı görüntülere odaklanıp diğerleri­
ni es geçmesine yol açan gizem nedir acaba? Hafızanın da
zevkler kadar keyfi olduğunu, tıpkı damağımızın balığı de­

22
ğil de eti sevmesi olasılığıyla anılar arasında seçim yaptığını
kabullenmek teselli olabilir, ancak bu bile her şeyden önce
deşifreye muhtaç, kesinlikle rastlantısal bir şifreye tekabül
eden bir şeyin varlığını gösterir. O çocuğun gülümsemesi
beni altüst etmişti, çünkü aramızda bir bağ kurulduğuna ve
bende başlayan bir şeyin onda sona erdiğine işaret etmişti.
Yıllar geçtikçe trafik ışıklarındaki o karşılaşmanın San
Cristöbal’ın sakinleri arasında çok sık yaşandığını fark et­
tim. Eğer onlara sorarsanız, bire bir olmasa da hepsi benzer
hikâyeler anlatacaktır. Bakılır bakılmaz size doğru dönen ya
da aklınızdan geçirdiğinizde ortaya çıkan çocuklar, düşler­
de beliren ve ertesi gün tam da düşlendikleri yerde bekle­
yen gerçek ya da hayali varlıklar... Nihayetinde bize bakıldı­
ğında veya yalnızca düşünüldüğümüzde bizim de o ilginin
öznesine yönelmemiz açıklanamayacak bir şey olmasa ge­
rek. O zamanlar sayıları dikkati çekmeyecek kadar az olan
o çocuklar San Cristöbal şehrinde bir tür enerji aktarıcısı
işlevi görmeye başladılar, farkında olmasak da onlara karşı
tetikteydik.
Su götürmeyecek bir sorunun belirtilerini sezememek-
ten dolayı genel olarak Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, özel
olarak da ben defalarca suçlandık. Milletçe pazartesi günü
gerçekleşen olayı çarşamba günü basında okuma huyumu­
zu tartışmak için burası en uygun yer değil, ancak çocuk
dilenciliği uzmanları ve sağduyu vaizleriyle şehrin dolup
taşması için saldırıların üstünden birkaç ay geçmesinin yet­
tiğini belirtmek yeter. Dakota Süpermarketi saldırısının he­
men ardından polisi sokağa çıkarmak isteyen kişiler birden
itidalin zen ustalarına dönüştü ve “yeterince çabuk” hareket
etmediğimiz için ancak bazı suçluların hak edeceği bir şid­
detle bizi suçladı.

23
Hayatımın başka bir döneminde olsa belki çıkıp ken­
dimi savunurdum. Söylenenlerde bir parça doğruluk payı
olduğunu bugün kabul ediyorum, ama öyle bile olsa, in­
sanlar söz konusuyken “yeterince çabuk” harekete geçmek
de ne demekti? Bütün o çocukları hemen bir yetimhaneye
kapatmak mı, toplumsal bir çağrıda bulunmak mı, o âna
kadar aç ve evsiz olmaktan öte bir toplumdışılık belirtisi
göstermeyen o çocuklara karşı düşmanlık uyandırmak mı?
Bazı şeyler insanın sandığından daha çabuk ve kolay
oluyor: saldırılar, kazalar, aşklar. Ve alışkanlıklar. O zaman­
lar küçük kızı her sabah okula bırakıyordum ve küçük bir
oyun oynuyorduk. Çok görsel bir oyundu ve ikimizin ara­
sında o kadar doğal bir şekilde ortaya çıkmıştı ki sonsu­
za kadar süreceğini ve büyüdüğünde de aynı şekilde oy­
nayacağımızı düşünmeye başlamıştım. O benim adımları­
mı boynunun tuhaf kıvrımında hissederken ben onunkileri
sırtımda hissediyordum. Oyunun en eğlenceli yanı belki
tam da bu oyun oynamama hissinde, kendimizi diğerinin
seyrine sunmamızdaydı. Okula kadar hiç konuşmadan bir­
birimizin önüne geçmekten ibaretti, ilk önce ben, sonra o,
sonra tekrar ben. Öne geçen, diğerinden birkaç saniye uzak
kalıyor ama sonra adımlarını yavaşlatıp diğerinin öne geç­
mesine izin veriyordu. Zaman zaman ikimizden biri başka
bir insanı, sözgelimi işe geç kalıp abartılı bir biçimde sa­
atine bakan telaşlı bir insanı, ıslık çalarken sekerek giden
küçük bir kızı, onu kovalıyormuş gibi yapan bir polisi can­
landırıyorduk, ama çoğu zaman sadece birazcık daha hızlı
yürüyen bizdik işte.
Küçük kızın minik adımlarıyla önüme geçmesini bek­
leyişimin gözümde kazandığı önem bana tuhaf geliyordu.
Küçük kıza duyduğum sevgi -veya aşka hayli benzeyen o

24
hafif güvensizlik ve canlı dikkat- Maia’yla aşk dolu ama ri-
tüelleri ve beklentileri olmayan ilişkimizin tam tersiymiş
gibi geliyordu bana. Şayet Maia’da sevdiğim şey düşüncele­
rine nüfuz edemeyişimse, küçük kızda irademizin dışında
tekrarlanan bu şey, birlikte yarattığımız bu alandı.
Okuldaki diğer çocukların ailelerinden farklı olarak kı­
zımın biyolojik babası değildim; fiziksel olarak birbirimize
benzememek dışında bir de iki çift laf etmeden, utangaç
utangaç vedalaştığımız için hemen fark ediliyordu bu. O za­
manlar, şimdi bildiğim bir şeyden, benzerliğin aile bağıyla
hiç ilgisi olmadığından habersizdim. Gerçek bir baba kız
olmak isteyen bir yetişkin ile küçük bir kızın kaderi, dü­
şünüldüğü gibi, birbirlerinden farklı olmak değildir, dünya
birbiriyle tıpatıp aynı yüz hatlarını taşıyan uyumsuz aileler­
le ve bir araya gelmiş farklı parçalardan oluşan mutlu aile­
lerle doludur.
Maia hayatıma girmeden önce benim için çocuklar bir
ilişki icat etmek zorunda olduğum yaratıklardı. Çocukları
sevdiğini veya sevmediğini gelişigüzel söyleyenlere inan­
mazdım, çünkü çocuklarla ilişki kurarken sıkıntı duydu­
ğum halde defalarca bende hemen sempati uyandıranlarla
karşılaşmıştım. İçine kapanıklara ve sakarlara duyduğum
yakınlığı ataklara, koketlere ve gevezelere (yetişkinlerdeki
çocukça ve çocuklardaki “yetişkin” tavırlardan daima nef­
ret ettim) duymaz, antipatik bulurdum onları. İnsanın ço­
cuklukla ilgili yıllar boyu süren önyargıları ancak gerçek
bir çocuk gelip de hayatımızın bir parçası olduğunda son
buluyor.
Küçük kızın saldırıya kanşan çocuklarla ortak bir özelli­
ği vardı: Etrafındaki şeyler üzerinde gerçek bir hakkı oldu­
ğuna inanmıyordu. Belki önemsiz bir ayrıntı gibi görünüyor

25
ancak öyle değil. Çocuklar genellikle etraflarındaki şeylerin
doğal vârisi olduklarını bilir, tabii asgari düzeyde dengeli
bir çevrede yetişmişlerse. Ebeveynlerinin arabası doğrudan
onların arabasıdır, evleri onların evidir vs. Bir çocuk mutfak­
tan ebeveynlerinin çatalını çalmaz, bu saçma olur çünkü o
çatal zaten ona aittir. Bir kız ebeveynleri olmadığında on­
ların giysilerini talan etmez, onlarla oyunlar oynar. Sahip
olma çocuk bilincinde değişmez bir veri, gerçekliğin filtre-
lendiği bir kategoridir. Bu saldırıya karışan, trafik lambala­
rının arasındaki sokaklarda şansını deneyen ya da her gün
Ere Nehri’nin kıyısında küçük gruplar halinde uyudukla­
rını görmeye başladığımız, gece olunca ortadan kaybolan
küçük kız ve erkek çocukları, “normal” çocuklardan farklı
olarak bir tek şeyin bile meşru vârisi olmadıkları bilincini
kızımla paylaşıyorlardı. Meşru bir vâris olmadıkları için de
çalmaları gerekiyordu.
Bu kelimeyi kasten vurguluyorum. Belediyeden bir ar­
kadaşın kısa bir süre önce, “Saldırıya yol açan sorun, yıllar
boyunca düşündüklerimizi söylememekti” dediğini duydu­
ğum için. “Soygun” kelimesi, “hırsız” kelimesi ve “katil” ke­
limesi. Şimdiye değin fısıltıyla zikrettiğimiz kelimelerle çev­
riliyiz. Adlandırmak yön vermektir, dinlemek itaat etmek.

26
Meclis üyesi Isabel Plante ilk kez 15 Ekim 1994’te, iki
haftada bir yapılan toplantı yönetmeliğinin dördüncü mad­
desi uyarınca, çocuk dilenciliği sorununu Sosyal Hizmet­
ler Müdürlüğü’nün gündemine getirdi. Konuşmada (Bayan
Plante’nin art niyetli popülist dilini tahmin etmek zor de­
ğil) şehrin değişik noktalarında sivillere yapılan üç “saldırı”
şikâyetinden söz edildi. İlki, birkaç çocuk tarafından gün­
lük kazancı gaspedilen, Toedo köyündeki küçük bir resto­
ran sahibinin şikâyetiydi; İkincisi, tam 16 Aralık Meydam’da
kapkaça uğrayan orta yaşlı bir kadmmki ve üçüncüsü de
“on iki yaşlarında bir grup vandalm saldırısına maruz kal­
dığını” söyleyen Solaire Kafe’den bir garsonunkiydi. Tem­
silci ilkin olan bitenden söz etti, sonra bu çocuklara gerekli
korumayı sağlamak için yetimhanenin fonlarının iki katma
çıkarılmasını talep etti ve ardından belediyenin sosyal ko­
nulardaki tutumundan dolayı doğrudan beni suçladı. Tam
bir popülist diyalektik dersi: önce çoktan çığırından çıkmış
bir durumu ortaya koymak, bu durum için gerçekleştirile­
meyecek bir çözüm önermek ve her şeyin sorumlusu olarak
siyasi rakiplerini suçlamak. Ama retorik kısmını bir kena­
ra bırakacak olursak, Senyora Plante’nin konuşması çocuk
dünyasının hepimizi huzursuz etmeye başladığını göster­
mesi açısından oldukça aydınlatıcıydı.
Profesör Garda Rivelles saldırılar üzerine yazdığı ve
Otuz İkiler’in ölümünün ilk yıldönümünde yayımlanan

27
“Müşahede” başlıklı denemesinde çocuk masumiyeti mitine
uzun bir bölüm ayırmıştı. Çocuk masumiyeti miti, diyordu,
Kayıp Cennet mitinin piçleştirilmiş, iyimser ve kolaycı bir türü­
dür. Bu cep dininin azizleri, şefaatçileri ve ermişleri yetişkinlerin
nezdinde çocuklara asli günahsızlığı temsil etme sorumluluğu
yükler. Ama sessizce sokakları ele geçiren o çocuklar asli gü­
nahsızlığın o zamana dek bildiğimiz iki versiyonuna, kendi
çocuklanmıza ve Enyee’nin çocuklanna pek benzemiyor­
du. Enyee çocuklarının kir pas içinde oldukları ve okul
yüzü görmedikleri doğruydu, kesinlikle fakirdiler; burnu­
nun ucunu göremeyen San Cristöbal toplumuna göre ise
katiyen iflah olmazlardı, ama yine de yerli olmaları sadece
bu durumu yumuşatmakla kalmıyor, bir şekilde görünmez
de kılıyordu. Onları acınacak halde, pis ve sık sık virütik
hastalıklardan mustarip gördüğümüzden bu hallerine artık
duyarsızlaşmıştık. Kılımızı kıpırdatmadan onlardan birkaç
orkide veya bir torba limon alabiliyorduk; nasıl ki orman
yeşil, toprak kırmızıysa ve Ere Nehri’nde tonlarca çamur
varsa, o çocuklar da öyle fakir ve okuma yazması olmayan
çocuklardı işte.
Diğerlerine gelince, çok da farklı olduğumuz söylene­
mez. Doksanlı yılların ortalarında San Cristöbal diğer bü­
yük taşra şehirlerinden pek de farklı değildi. Bölge ekono­
misinin kalbi olan çay ve narenciye üretimi büyük bir pat­
lama dönemine girmişti, çiftçiler ve küçük toprak sahipleri
kendi adlarına üretim yapmaya başlamışlardı, çalışan orta
sınıfın yükselişi anlamına geliyordu bu. Beş yıllık bir dö­
nemde şehrin çehresi değişmiş, küçük işletmeler serpilmiş
ve onlarla birlikte birikimler artmış ve genel bir şatafat da
almış yürümüştü. Hidroelektrik barajı inşaatını üstlenen
şirket nehir kenarındaki yürüyüş yolunun restorasyonunu

28
finanse etmişti, bu olay şehrin çehresini tamamen değişti­
ren bir durumdu. Şehrin tarihi merkezi vakit geçirilen bir
yer olmaktan çıkmıştı ve San Cristöbal ilk kez, o dönemin
belediye başkanımn yapmacık şekilde ifade etmeye bayıl­
dığı gibi “nehri temaşa ederek” yaşamaya başladı. Bu ye­
ni şehirde birdenbire çocuklarıyla gezen genç anneler ve
sevgililer, trafiği düzenlemek için konmuş bütün kasislerde
şasi izi bırakan, manzaraya henüz uymayan spor arabalar
görünmeye başlamıştı. Çocuklar, bizim evlatlarımız kuru­
lan o yapay sahnede yalnızca dekoratif bir nesne olmakla
kalmıyor aynı zamanda şehrin züppeliğinin kör noktasını
da temsil ediyordu. İnsanlar kendilerini o zenginlik duy­
gusuna öyle kaptırmıştı ki o çocukların, yani öteki çocukla­
rın ortaya çıkışı bariz bir şekilde rahatsızlık vermişti. Refah
nemli bir gömlek gibi insanın düşüncelerine yapışır. Ne ka­
dar kapana kısılmış olduğumuzu sadece beklenmeyen bir
hareketi yapmak istediğimizde fark ederiz.
Bir yanda söylemler, öte yanda da olan biten duruyor­
du. İki gün sonra, pek çok saldırının ilkine bizzat tanıklık
etmiştim. Maia ile çıktığımız yürüyüş esnasında, tepedeki
küçük parktan geçerken onlarla karşılaşmıştık. Altı kişiydi­
ler, en büyüğü on iki yaşlarında bir kız çocuğu. Onun he­
men yanında birbirine çok benzeyen hatta belki de ikiz olan
on, on bir yaşlarında iki oğlan çocuğu bankta oturuyordu,
onlardan başka iki kız çocuğu da yere oturmuş karıncaları
öldürme oyununa dalmış gibiydi. Hepsi büyük şehirlerde
bazen görülen hırpani çocukların kiri pası içindeydi. Tavır­
ları da. İlgisiz görünseler de aslında etrafı gözetliyorlardı.
En büyüğünün, göğsüne birkaç ağaç ve çiçek deseni işlen­
miş toprak rengi bir elbise giydiğini hatırlıyorum, bir saniye
bana baktı ve başını çevirdi.

29
Otuz metre ötede alışveriş poşetleriyle parktan geçen
ellili yaşlarda bir kadın gördük. Bir anda her şey donakal­
dı. Hem Maia’nın hem de benim kaçınılmaz bir şeyin vuku
bulmak üzere olduğu duygusuyla zihnen başa çıkmaya ça­
lıştığımızı fark ettim. Büyük kız ayağa kalktı. Dağınıklığım
saymazsak kedilere has denebilecek bir temizliği, bedenin­
deyse sadece ergenlik öncesi sahip olunabilecek o yalınlık
vardı. Etrafındaki çocukları çağırdı ve hiçbir bir şey söyle­
meden hepsi ayağa kalkıp hızlıca kadının yanma kadar gel­
diler. Büyük kız onun önünde durup bir şey söyledi. Başı
aşağı yukarı kadının göğüs hizasına geliyordu, bu sebeple
kadın biraz eğilip torbalardan birini yere bıraktı. İşte tam
bu ânı fırsat bilen küçük kızlardan biri poşeti kaptığı gibi
koşarak uzaklaştı.
Ben bütün bu duruma suç ortaklığı demezdim. Bundan
çok daha karanlık ve daha derin bir şey vardı, bir tür sessiz
koordinasyondu. Bu hırsızlık koreografisinde çocukların
her birinin üstlendiği roldeki doğallık, öncesinde yapılmış
bir provadan ya da çalışmadan daha fazlasını hak ediyordu.
Bir erkek veya kız çocuğunun başladığı cümleyi diğeri bi­
tiriyordu. Kadın torbalarından birinin gittiğini fark ettiğin­
de büyük kızla konuşmayı bırakıp aceleyle döndü, bu ânı
fırsat bilen kız kadının hâlâ elinde tuttuğu poşeti yakalayıp
hızlıca çekti. Ama kadın hiç de öngörülemeyen bir direnç
gösterdi. Poşeti almasına engel olmakla kalmayıp kızı da sü­
rükleyen bir enerjiyle karşılık verdi. Bunun üzerine ikizler­
den biri poşeti elinden çekmeye çalışarak kadının üzerine
atladı, diğeri de sıçrayıp kadının saçlarına acımasızca asıldı.
Zavallı kadın çığlık attı. Acı bir çığlıktı elbette ama hep­
sinden öte bir şaşkınlık çığlığıydı. O kadar şiddetli çekiş­
tiriyorlardı ki kadın yere yıkıldı ve çocuklar her şeyi alıp

30
ganimetle kaçmak için bunu fırsat bildiler: bir çanta ve iki
alışveriş poşeti. Kadına yaklaştığımızda, yüzünde hâlâ aşa­
ğılanmaktan çok bir şaşkınlık ifadesi vardı. Yuvalarından
fırlamış gözlerle bize bakıp, “Gördünüz mü? Gördünüz
mü?” diye sordu.
O haftalardan sonra çocuklarla sokaklarda, parklarda,
nehir kıyısında ve hatta tarihi merkezde sürekli karşılaş­
maya başladık. Ne tek başlatmaydılar ne de büyük gruplar
oluşturuyorlardı; genellikle üç, dört, beş kişilik gruplar ha­
linde geziyorlardı. Üyeleri aynı çocuklardan oluşan gruplar
enderdi. Birbirine çok benzeyen o iki çocuk devamlı yanın­
da olduğundan tespit edilmesi kolay kızmki gibi, bilinen
iki ya da üç grup dışında. Bir başka grup dört erkekten ve
ayak bileklerine kadar etek giyen ergenliğin eşiğinde iki kız
çocuğundan oluşuyordu. Üçüncü grup ise yanlarında sü­
rekli beyaz bir sokak köpeğiyle gezen erkek çocuklardan
müteşekkildi. O aylarda yapılmış mevcut video kayıtların­
da, o gruplardan bazılarını, özellikle de köpekli olanı teş­
his etmek nispeten daha kolaydı. Fotoğrafçı Gerardo Cen-
zana’nm, olayların “resmi versiyonunun” oluşturulmasına
katkıda bulunan kültürel eserlerden biri olan İşe Yaramaz
Çocukluk isimli meşhur sergisindeki bazı fotoğraflarda, kimi
çocukların, hepimizin aşina olduğu yüzlerin “tekrar ettiği”
yanılsamasına kapılınsa da bunu söylemek zor. Bu çocukla­
rın biraz daha tanıdık olduğu hissi, gerçekte var olmadıkla­
rı yerlerde modeller kurmaya çalışan şaşkın zihnimizin bir
stratejisinden ibaret olabilir.
Ama günler geçiyordu ve kimse bu konuda dişe doku­
nur bir şey yapmıyordu. Ben Enyee topluluğuyla program
çerçevesinde çalışmaya başladığımdan o kadar meşguldüm
ki konu aklıma bile gelmiyordu. Öyle ya da böyle Otuz tki-

31
ler artık günlük hayatımızın bir parçası olmaya başlamıştı
ve sadece arada bir, beklenmedik durumlarda bir şeylerin
değiştiğini fark ediyorduk. Örneğin, o dönemde -sanırım
kitabı evde bulduğumuzdan- akşamları küçük kıza Küçük
Prens’i okumaya başladığımı hatırlıyorum. Çocukluğumda
büyük bir ilgiyle okumuştum, ama onu kendi kızıma okur­
ken içimde izahını bulmakta zorlandığım bir reddediş be­
lirmeye başlamıştı. İlk başlarda, yapmacıklığı, o ısrarlı yal­
nızlığı ve dünyası, gezegeni, rüzgârda uçuşan atkısı, tilki,
gül beni rahatsız ediyor diye düşünürken birden tamamen
art niyetli bir kitap, üç kat kuzu postu giymiş bir kurt ol­
duğunu anladım. Küçük Prens bir gezegene gelir ve henüz
“evcilleştirilmediği” için kendisiyle oynayamayacağını söy­
leyen bir tilkiyle karşılaşır. Küçük Prens, “Evcilleştirmek ne
demek?” diye sorar, tilki biraz utana sıkıla, “Bağ kurmak,”
der. Küçük Prens daha da şaşırarak, “Bağ kurmak mı?” diye
sorar, tilkiyse mükemmel bir art niyet vecizesi yumurtlar:
“Elbette, benim için henüz diğer yüz bin çocuktan birisin.
Sana ihtiyacım da yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ama
beni evcilleştirirsen birbirimize ihtiyaç duyarız.” Birkaç say­
fa sonra, bir gül bahçesinin karşısına geçen Küçük Prens
bencillik dersini almış gibidir: “Hiçbiriniz benim gülüme
benzemiyorsunuz, henüz hiçbir şey değilsiniz. Kimse sizi
evcilleştirmedi ve siz de kimseyi evcilleştirmediniz. Benim
tilkim de önceden sizin gibiydi. Diğer yüz binlerce tilkiden
bir farkı yoktu. Ama şimdi onunla arkadaşım ve dünyada
eşi benzeri yok.”
Saldırıların başlangıcında aldığımız tavrın saflığı ile
Saint-Exupery’e bu satırları yazdıran arasındaki benzerlik
beni bugün bile irkiltiyor. Tıpkı Küçük Prens gibi biz de sa­
dece çocuklarımıza duyduğumuz özel sevginin onlan farklı

32
kıldığını, kapalı gözlerle bile seslerini binlerce çocuğun sesi
arasından ayırt edebileceğimizi düşünüyorduk. Yavaş yavaş
sokaklarımızı istila eden öteki çocukların tıpkı erkek ya da
kız çocuklardan, “diğer yüz binlere benzeyen” çocuklardan
az çok ayırt edilemeyecek bir versiyon olması belki de tam
tersini doğruluyordu. O çocuklara ihtiyacımız yoktu. Onla­
rın da bize ihtiyacı yoktu. Ve tabii ki onları evcilleştirmek
gerekiyordu.
Ancak gerçek ısrarcıdır ve evcilleştirilmiş bile olsa çocuk
çocuktur. Skandalin asıl başlangıç noktasını nasıl unutabi­
lirdik ki? Çocuklar. Günün birinde hırsızlık yaptıkları orta­
ya çıktı. Kimileri, “Ne kadar da iyi görünüyorlardı!” diyordu
yüksek sesle, ama bu çığlığın ardında kişisel bir güceniklik
vardı. “Pek de iyi çocuklara benziyorlardı ama bizi kandır­
dılar, ikiyüzlü veletler.” Evet, çocuklardı, ama bizimkilere
benzemeyen çocuklar.

33
3 Kasım 1994 günü öğleden sonra Belediye Başkanı
Juan Manuel Sosa, San Cristöbal İl Emniyet Müdürü Ama-
deo Roque’yi, Çocuk Mahkemesi’nden sorumlu aile yargıcı
Patricia Galindo’yu ve beni acilen toplanmak üzere kon­
ferans salonuna çağırdı. Belediye başkanı salona girdi ve
yüzündeki hayal kırıklığı ifadesinden daha fazla ses çıkar­
masını beklediği anlaşılan dosyayı masaya bıraktı. Maia bir
adamın patron tavnna bürünmesi için San Cristöbal’da beş
dakika geçirmesinin yeterli olduğunu söylerdi. Sosa bu du­
ruma güzel bir örnekti. Ne tehlikeli olacak kadar akıllıydı
ne de komik olacak kadar zararsız. Onda “köylü kurnazlığı”
dedikleri şeyden vardı, ama fırsatçılığı mı daha beterdi yok­
sa herkese vaatlerde bulunması mı bilmiyorum.
Ama emniyet müdürünün ortaya koyduğu olaylar fan­
tezi olmaktan çok uzaktı: İki polis, günlerdir 16 Aralık
Meydam’nda takılan ve yoldan geçenlere saldıran bir grup
çocukla temas kurmuştu. Memurlardan birinin ifadesine
göre çocuklar sorulara “anlaşılmaz bir dilde” cevap vermiş,
yine ifadeye göre on yaşlarındaki bir çocuğu karakola götür­
meye yeltenince onlara saldırmışlardı. İlk ifadesinde taban­
casını gasp edenin ve “rastgele ateş açanın” çocuklardan biri
olduğunu söylemişti, ama pek çok görgü tanığının ifadesi
sonucu, yaşanan arbede neticesinde silahını istemeden ateş­
lediğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Kurşun, tıbbi mü­
dahaleye rağmen birkaç dakika sonra kan kaybından ölen

34
arkadaşı memur Wilfredo Argaz’m kasığım delip geçmişti.
Polis memurunun adı Camilo Ortiz’di, yirmi dokuz ya­
şındaydı, iki yıldır kolluk kuvve tindeydi ve taksirle ölüme
sebebiyet verme nedeniyle yargılanmak üzere hapisteydi.
Merhum Wilfredo Argaz otuz sekiz yaşında, iki kız çocuğu
babasıydı ve arkadaşına kıyasla epey kabarık bir sicili vardı:
rüşvetle alakalı kurum içi iki soruşturma ve bir suçlunun
sorgusu boyunca yetkisini kötüye kullanmaktan ağır ihmal.
Belki bir melek değildi, ama şimdi ölü bir melekti. Camilo
Ortiz gereksiz yere silah kullanmaktan mahkemede hesap
vermek zorundaydı. Hapisten kurtulması zor sayılmasa da,
yeryüzünde (nihayetinde olacağı gibi) onu yüklü bir tazmi­
nattan ve polis teşkilatından çıkarılmaktan kurtarabilecek
bir hâkim yoktu.
Bizzat o toplantıda üzerinde anlaştığımız resmi rapor
sayesinde, VVilfredo Argaz’ın ölümü görev başında meyda­
na gelen, trajik ve önlenebilir bir kaza olarak geçti. Makul
olduğu üzere, çocuklardan bahsetmekten kaçınıp raporda
onlardan “adi suçlular” olarak söz ettik. Aynı akşam ünlü
şarkıcı Nina’nm ölmesi talihin bir cilvesiydi ve bu, basının
dikkatini o denli çekmişti ki Wilfredo Argaz’m ölümü gaze­
telerde üçüncü sayfa haberi olmaktan öteye geçemedi.
Fakat Argaz’m kansı bu işin peşini o kadar da kolayına
bırakmayacak gibiydi. Kocasının ölümünden iki gün son­
ra sarhoş bir halde ve ellerinden tuttuğu iki kız çocuğuyla
belediyenin kapısına dikildi ve belediye başkamnm pence­
resinin önünde neredeyse yirmi dakika boyunca “Katiller”
diye bağırdı.
Acının alenileşmesine oldum olası sıcak bakmamışımdır.
Ne zaman böyle durumlarla karşılaşsam kendime karşı bile
duyarsızlaştığım hissine kapılıp huzursuz olurum. Annem

35
hastanede öldüğünde babamın onun cansız bedenine kapa­
nıp bağırdığını hatırlıyorum. Onu her zaman içtenlikle sev­
diğini biliyordum, ben de acıdan o denli kahrolmuştum ki
tek kelime edebilecek durumda değildim, yine de bütün bu
sahnenin son derece sahte olduğu hissinden kendimi kur-
taramıyordum, bu da beni neredeyse ölümden daha fazla
rahatsız ediyordu. Birden hissizleştim ve oda bana daha bü­
yük ve boş göründü, o boşluğun ortasında hepimizin taş ke­
sildiğini düşündüm. Elimden gelen tek şey, bir ya da birkaç
kez, “İyi oyunculuk baba, çok iyi oyunculuk...” demek oldu.
O kadını meydanda çığlık atarken gördüğümde de ben­
zer bir hisse kapıldım. Darmadağınık saçlar, ergenliğin sı­
nırında iki kız çocuğu ve sarhoşluğun bariz alametleri...
Kadında o denli edepsiz bir şey vardı ki merhametsizliğim
beni şaşırtmadı bile. Bizi sanki kozmik bir mesafe ayırıyor-
muş gibi odamın penceresinden ona bakıyordum. Çığlık
atıyordu, anlamsız çığlıklar. Belediye başkanma ve yattığı
hücrede muhtemelen her şeyi duyan Camilo Ortiz’e sırasıy­
la hakaretler yağdırıyordu. Oturup çalışmaya devam ettim.
Kadın sustu. Beklenmedik bir sessizlik oldu, derken yeni­
den çığlık atmaya başladı ama bu sefer başka bir şey söylü­
yordu: “Çocuklar yaptı! Çocuklar yaptı!”
Çok tuhaftı. O noktaya kadar muhafaza ettiğim soğuk­
kanlılık nefrete dönüşmek üzere bir anda yitip gitti. O ka­
dın sanki üstünü örtmeye çalıştığım bir sırrı, haftalardır
içimde tutup dile getirmeye cesaret edemediğim utanıla­
cak bir şeyi meydanda haykırıyormuş duygusuna kapıldım.
Sandalyemden fırladım. Koşarak Amaedo Roque’nin ofisine
kadar gittim ve ona şu orospunun belediye önünde bağır­
masına daha ne kadar izin vereceğini sordum. Emniyet mü­
dürü aval aval bana baktı.

36
Şu orospu.
Bazı kelimelerin acımasızlığının bizimle yüzleşmek üze­
re yıllar boyunca içimizde yer etmesi, onları telaffuz etti­
ğimiz günkü kadar canlı kalması ne ilginç. Şimdi bile, ne­
redeyse yirmi yıl sonra, o kelimeler manastırlarında beni
utandırmak için sabırla bekleyen rahibelere benziyor. Ha­
fızanın laneti.
İki gün sonra, 6 Kasım’da, El Imparcial’daki köşesinde
Vıctor Çoban ne olup bittiğini anlayan az sayıdaki insan­
dan biri olduğunu gösterdi: Sadece bizim belediye başkam
Jıtan Manuel Sosa gibi bir örıgörüsüz, sokak çocukları konusuna
bir çözüm getirilmemesi durumunda yaklaşmakta olan felake­
tin boyutlarından şüphe duyabilirdi. Wilfredo Argaz’ın ölümü
münferit bir kaza olabilir, ancak olay bir metafor işlevi görüyor.
Metaforlar işlevseldir: Belki de bizim dünyamıza ait değillermiş­
çesine geceleri ortadan kaybolan, belli bir liderleri yokmuş gibi
görünen o çocukların söylediklerini anlamıyorduk, ama varlık­
larının henüz deşifre edilmemiş bir amaç içerdiği aşikârdı.
Burası kesin: Ortada bir lider yok. Muhtemelen grup­
lardan bazıları aralıklarla belli çocuklar tarafından “yöneti­
liyordu” ama hareket tarzları tek bir beyin tarafından yö­
netildikleri izlenimini uyandırmıyordu. Bazen belediyenin
arka tarafında buluşuyorlardı, çimendeki bir tümsekten at­
layarak, gülüşerek ve tekrar atlamak üzere yerden kalkarak
orada saatler geçiriyorlardı. Mutlu olduklarında onlan bizim
çocuklardan ayırt etmek çok güçtü. Birbirlerini güldürmek
için şaklabanlıklar yapıyorlardı ya da yuvarlandıktan sonra
hızla kalkıyor, bunu yaparken de büyük bir şamatayla kıçüs-
tü düşüyorlardı. Onları görünce kaldırım değiştirerek veya
meydanları boydan boya kat ederek kendimizi sakındığımız
çocuklann bu çocuklar olmasının şaşkınlığıyla, o karşılaş­

37
maların birçoğunda gülümsediğimi anımsıyorum. Dahası, o
çocuklarda “normal” çocukların asla ulaşamayacağı bir mut­
luluk ve özgürlük olduğunu, çocukluğun onların oyunların­
da bizim çocuklanmızm kurallı ve yasaklarla dolu oyunları­
na kıyasla çok daha iyi ifadesini bulduğunu düşünüyordum.
Bugün büyük bir ihmal gibi görünebilir ama San Cristö-
bal gibi küçük şehirlerde polisin öncelikleri suçlarla ilgilidir
ve o zamana dek çocukların suçlu olduğuna dair herhangi
bir işaret yoktu. Bir polisin onları suç işlerken görüp yaka­
lamaya çalıştığı ender zamanlarda ânında dağılıyor ve dört
bir yana kaçışıyorlardı. Sonra tekrar bir araya geliyorlardı.
Mesela iki grubun tesadüfen aynı yerde karşılaştığım, biraz
tartıştıktan sonra bir grubun çekip gittiğini görmek tuhaf
değildi. Kurallar çerçevesinde hareket etselerdi iki küçük
liderin bir uzlaşmaya vardığı görülebilirdi, ama bu asla ol­
muyordu: Sanki onları oraya getiren şeyin ne olduğunu
unutmuşçasma karmaşık ve gelişigüzel tartışıp tekrar ayrılı­
yorlardı, bazen grup üyeleri bile kendi aralarında değişmiş
oluyordu. Birinin onların davranışlarını bir organizmanın
hücrelerine benzettiğini hatırlıyorum, her biri ayrı bir bi­
reydi ama hayatları bir kovandaki arılar gibi bir topluluğun
hayatıyla iç içe geçmişti. Ancak bu çocuklar bir araya gel­
diklerinde gerçekten de bir vücut oluşturuyorsa beyinleri
neredeydi? Eğer bir arı kolonisi gibiyseler, kraliçe arı kimdi?
Vıctor Cobân’m makalesinde bahsettiği ikinci konu, ya­
ni gece olunca ortadan kaybolmaları da aynı ölçüde kaygı
uyandırıcıydı. Karanlık çökünce Otuz İkiler ormana giriyor
mu hâlâ bilmiyoruz demek bu. Artık o aylarda nehir kena­
rındaki yürüyüş yoluna bir kilometreden az bir mesafede,
nehrin yakınlarına yerleştiklerini ve kamplarını iki üç kez
aynı hizada içeriye doğru çektiklerini biliyoruz, ama burala­

38
rı seçme sebeplerinin (bizden kendilerini koruma gibi bariz
bir neden dışında) hâlâ bir izahı yok.
Dediklerini anlasaydık her şey çok daha basit olur muy­
du? Daha doğrusu, onları anlamamıza müsaade etselerdi.
Bunu bilmek güç. San Cristöbal Katolik Üniversitesi Filo­
loji Bölümü hocası Profesör Pedro Barrientos’un, çocukla­
rın Enyee’nin bir lehçesini konuştuğunu iddia ettiği, artık
bugün gülmeden okunamayan bir makalesi var. O dönem­
de, bir tür yeni “Esperanto” dilinde iletişim kurdukları gibi
başka saçmalıklar da bugün gülüp geçtiğimiz ama o sırada
büyük bir ciddiyetle, hatta otorite havasında yapılan açıkla­
malarda dile getiriliyordu.
Olayın sesli kayıtlarından geriye pek bir şey kalmaması
saldırılarla ilgili en trajik şeylerden biridir. Dakota Süper­
marketi saldırısının kayıtlarında sesleri duyuluyordu. Or­
manın derinliklerinden gelen uğultu gibi birbirine karışmış
kuş cıvıltılarına benziyordu, ama cümlelerindeki müzikali-
tenin sıradan birkaç çocuğun sohbetiyle ne derece uyum­
lu olduğunu anlamak için gözleri kapamak yeterliydi: Sız­
lanmalar ünlem tonlamalarıyla karşılanıyordu, teyitler te­
zahürat jestleriyle, tuzak sorular cevaplarla. Ve mutluluk;
o çocuklar sanki normal çocukların bulmakta zorlandığı
bir mutluluk sırrını bulmuş gibiydi. O gülüşleri dinlerken,
dünyanın sadece bu sesi çıkarmakla kefaretini ödediği his­
sine kapılıyordunuz. Ama tek kelime bile anlamıyorduk.
Çocuklar sokaklarda dolaştıkları o aylar boyunca bizim­
le hemen hemen hiç konuşmadı, kendi aralarındaysa ya fı­
sıltıyla ya da doğrudan yanmdakinin kulağına eğilerek ko­
nuşuyorlardı. Örneğin bize “bir kuruş” derlerse, tamamen
anlaşılır bu kelime bile, sanki üfleyip şişirmişler gibi bam­
başka bir hale dönüşüyordu. Dilbilim uzmanı filan değilim,

39
ama çok sıradan durumların dile dair öznel algılarımızı ra­
dikal bir şekilde değiştirmesine hâlâ şaşırıyorum. Bazen ço­
cuklar aslında mükemmel İspanyolca konuşsalar bile onları
anlayamayacağımızı, bize hâlâ başka bir dil konuşuyorlar­
mış gibi geleceğini düşünüyorum.
Yine de her hiyeroglifin bir Rosetta Taşı vardır, bizimkiy-
se isimler ve soyisimlerdi. Antârtida Mahallesi’nde oturan
Teresa Otano adında on iki yaşlarında bir genç kız olmasay­
dı San Cristöbal saldırılarıyla ilgili objektif bir bakış açısı as­
la yakalanamazdı. Teresa bir biçimde şehrin tam bir mode­
liydi, o zamankinden başka sebeplere dayansa da şimdi bile
öyledir. Annesi Enyee kökenli bir ev kadını, babası iç böl­
geden bir köy doktoruydu ve şöhreti sayesinde merkezde
çok rağbet edilen bir muayenehane açmıştı. Pekâlâ Maia’nm
keman dersi verdiği öğrencilerinden biri de olabilirdi: eği­
timli, dikkatli ve mesafeli. Mütevazı kökenlerden gelmesine
karşın Teresa Otano daha on iki yaşında o dönemde yeni
yeni filizlenen sınıf ayrımcılığına eğilimliydi.
San Cristobal’m orta sınıfı, kabaca bir benzetmeyle tas­
vir edecek olursak, süt kovasına düşen üç kurbağanın meş­
hur hikâyesini hatırlatıyordu: iyimser, kötümser ve gerçek­
çi. İyimser kurbağa, “Bu kadar ufak bir yerde boğulacağımı
sanmam,” der, ama tam da bu umursamazlığı batmasına, ilk
olarak onun ölmesine yol açar. Karamsar kurbağa, “İyimser
kurbağa öldü!” diye düşünür. “Ben kendimi nasıl kurtara­
bilirim ki?” derken umutsuzluğu hemen oracıkta ölmesine
sebep olur. Ama üçüncüsü, bütün bu süre boyunca yüzey­
de kalmak için bacaklarını hareket ettirmiş olan gerçekçi
kurbağa, arkadaşlarının ölümünden sonra ümitsizce daha
fazla çırpınmaya başlar ve birden ayaklarının altında basıp
zıplayabileceği sağlam ve sert bir şey hisseder. Bacaklarıyla

40
çırpınırken sütü yağa dönüştürmüştür ve gerçekçiliği (veya
ümitsizliği) onu kurtarır. Dişini tırnağına takarak gösterdiği
onyıllarca süren çaba ve yoğun gayret sayesinde, San Cris-
töbal’ın orta sınıfı refaha kavuşmuştu: On yıl önce oturduk­
ları kulübenin kirasını zar zor ödeyen aileler, birden çok iyi
konumda araziler alabilecek ve o arazilerde kendi evlerini
yapabilecek duruma gelmişlerdi. Teresa Otano, farkında ya
da değil, o sınıfa aitti. Orman yakınlarındaki, o zamanlar
daha yeni yeni zenginleşen Antârtida Mahallesi’nden arka­
daşlarıyla Sagrada Concepciön Okulu’na giderken, annele­
rinin ellerinden tutup orkide satmaya getirdiği Enyee ço­
cuklarına tepeden bakmaya alışıktı.
Otano çocukluk günlüğünü yirmi beş yaşında, Otuz
İkiler’i öldüren kazadan on bir yıl sonra artık genç bir kız
olduğunda yayımladı. Ânında yerel bir bestseller oldu.
Makyevelci bir zihin editoryal bir başarıyı bundan daha iyi
tasarlayamazdı. Saldırılar toplumun hafızasında öyle tazey­
di ki vakayla ilgili herhangi bir yayın yayımlanır yayımlan­
maz satışı garantiliyordu. Günlük, genç bir kız çocuğuna
has yeni bir bakış açısı getiriyordu. Bir kız çocuğu bizi al­
tüst eden o çocuklara bakıyordu. Derken olaylar arasında
paralellikler kuruldu: Önsözdeki ip yumağı gibi dolaşık bir
cümle yüzünden kitap Anne Frank’ın Güncesi’yle karşılaştı­
rıldı. Küçük Otano’nun bir yeteneği olduğu muhakkaktı:
yaşma uygun ve kaçınamayacağı çocuksuluğuna eşlik eden,
bilincinde olduğu durumunu sıradışı bir biçimde ortaya
koyma becerisi. Günlüğüyle bütün içtenliğiyle yüzleşme
fikri üzerine düşünürken ilk sayfalardan birinde, Bunu yir­
mi yıl sonra okuduğumda şöyle düşüneceğim: Korkunç bir ço­
cuktum, diye yazıyor; on iki yaşındaki sıradan bir beynin
kapasitesini aşan bir cümle.

41
Fakat Teresa Otano hali vakti yerinde zeki bir kız ol­
manın ötesinde olağanüstü bir şey yaptı: Otuz İkiler’in ko­
nuştuğu dilin kodlarını çözdü. Her şey art arda gelen gü­
zel tesadüfler sonucu gelişti. Otuz İkiler’den bazıları gece
ormana dönüş yolunda, Teresa’nm evine bitişik, Antârtida
Bulvarı’nm köşelerinden birinde toplanmayı alışkanlık ha­
line getirmişti. Aslında bu sadece küçük bir durak, bir tür
buluşma noktasıydı. Şaşkınlık içindeki Teresa Otano baş­
larda onları gördüğü günleri, üç mü dört mü yoksa beş kişi
mi olduklarını, giydikleri kıyafetleri vs. not etmekle yetini­
yordu. Onlardan biri -ilk önce “Sıska” ve sonunda “Kedi”
adını taktığı- Teresa’da ergen aşkı uyandırana dek bir şema
oluştururken bazılarını tanır hale geldi.
Teresa Otano’nun günlüğüne göre Kedi tıpkı Otuz
İkiler’in pek çoğu gibi, yetişkinlere özgü kötü alışkanlıklar
çocuklar tarafından edinildiğinde görülen şeytani bir coş­
kuyla, durmadan sigara içiyordu. Grubun büyüklerinden
biri olmalıydı, on üç yaşlarındaydı. Teresa onu kaybolmuş
bir yabancı gibi evinin önündeki duvara oturmuş sigara içer­
ken defalarca tarif ediyordu. Bir yerde, erotik bilincin do­
ğuşu üzerine araştırma yapan birinin hoşuna gidebilecek
bir sahne anlatıyor: Çite kadar gitti. Pantolonun fermuarının,
çişinin tahtaya çarpışının ve tükürüğünün sesini duydum. Son­
rasında diz çöktü ve çite yaslandı. Teresa Otano’nun günlüğü­
nün kazandığı başarıyı, büyük ölçüde kitabın ilk bölümün­
deki bu türden paragrafların çokluğuna borçlu olduğunu
gözden kaçıran olmamıştır sanıyorum. Otano -San Cristö-
bal’daki çocukların pek çoğu gibi- erken olgunlaşmış bir
kızdı, kendi çocukluğuyla diğerlerininki arasında bir farklı­
lık olduğunu az buçuk anlıyordu, burada söz konusu olan
fakirlikten ve kimsesizlikten çok (kendi sözcüklerini kul­

42
Another random document with
no related content on Scribd:
“As in ‘The tour,’ the author’s interest in antiquity and in art finds
very full expression in these pages, as well as his sense of racial
contrasts and interplay among those who chance to meet on alien
soil.” H. W. Boynton

+ Review 3:650 D 29 ’20 400w

COUPERUS, LOUIS MARIE ANNE. Tour; tr.


by Alexander Teixeira de Mattos. *$2 (2c) Dodd

20–10054

In this book Louis Couperus, the Dutch novelist, tells a story of


ancient Egypt. Publius Lucius Sabinus, a young Roman lord, is
touring the Nile seeking diversion and forgetfulness of his lost love,
whom he believes drowned. This is the outward reason. Actually he
has come to visit all the various oracles to learn what he can of her
whereabouts. One after the other they reveal to him the thoughts that
are in his own mind and bring him to admit what others have all the
time known, that the girl has shamelessly deserted him and run off
with a common sailor. At the end of the tour news meets him that the
Emperor Tiberius has confiscated all his property, but Lucius, who
has now found solace with the Greek slave Cora, is impervious to the
stings of fortune and faces a life of poverty with gaiety. The story is
told lightly and with humor.

+ Booklist 17:31 O ’20


“‘The tour’ adds much to the Dutch novelist’s laurels, for it
achieves the unusual success of being totally unstrained by
‘melodrama,’ ‘conflict,’ ‘passion,’ ‘revenge,’ or any other of the
common characteristics of a modern novel, and yet it is enthrallingly
interesting.” G. M. H.

+ Boston Transcript p9 Je 12 ’20 300w


Cleveland p70 Ag ’20 120w

“Although passages of fictional interest reward the more frivolous-


minded reader occasionally, and although there is a love scene
toward the end, there is much Baedeker between. The work is
unmistakably Couperus, delicate and suggestive, yet precise.” F. E.
H.

+ − Freeman 1:574 Ag 25 ’20 230w

“His style is exquisite, delicate, unusual, and beautifully


translated.”

+ Ind 104:382 D 11 ’20 140w

“This book, even more perhaps than the stories that deal with his
Dutch contemporaries, exhibits his frugal ease and grace, the
strength and delicacy of his execution, the conscious but always
finely restrained melodic structure of his prose.” Ludwig Lewisohn

+ Nation 111:191 Ag 14 ’20 420w

“A certain degree of relief is given to the otherwise sombre picture


by the two figures of Uncle Catullus and of the Sabaean guide Caleb,
the latter being a convincing presentment of a type which has
changed but little with the passing of time. Those who are interested
in the lives of the rich as they were some couple of thousands of years
ago, and in the decay of the oldest and at one time the most powerful
civilization upon earth, will find ‘The tour’ a fascinating book.”

+ N Y Times 25:307 Je 13 ’20 800w


+ Outlook 125:507 Jl 14 ’20 40w

“It is, at all events, a gay little affair. It is a romantic comedy in the
vein of ‘Twelfth night’—which, with its disconsolate young lord and
the manner of his comforting, it vaguely resembles.”

+ Review 3:110 Ag 4 ’20 320w

“Told with light, ironic humor and exquisite artistry.”

+ Wis Lib Bul 16:237 D ’20 40w

COURNOS, JOHN. Mask. *$1.90 (2c) Doran

20–262

“This is the story of the making of a human mask.” (Overture) It is


the story of John Gombarov’s childhood and youth, as he told it years
afterward to a friend in London. Born in Russia, into a family of
“emancipated Jews,” he spends his early childhood there and tells of
the quaint customs and the kind of people he remembers. Then, the
family fortune being hopelessly ruined by his stepfather, a man with
the soul of a child and the mind of an inventor, they come to
America, the land of promise. The process of Americanization that
Vanya, now John, goes through in ‘The city of brotherly love’ is not a
pretty picture to contemplate. There the “wretched little foreigner” is
run “through a mangle” to “wring Europe out of his flesh and bones
like dirt out of a garment.” Only a heroic soul of the type of John
Gombarov’s could survive uncrushed. But it put the mask on his face.

Booklist 16:243 Ap ’20

“The charm and power of the book lie in its welding of substance
and form,—its ‘style,’ in the only sense that matters. Its pictures are
conveyed as if by indirection. Yet they are as clear-cut as the work of
a lapidary.” H. W. Boynton

+ Bookm 51:76 Mr ’20 1100w


+ Boston Transcript p6 Je 23 ’20 900w

“The embarrassing predicament of ‘The mask’ is that it is a


reasonably good book. Now a reasonably good book is peculiarly
elusive. One cannot tumble all over himself with praise of it, nor can
he object to it without a futile qualification of every statement. Mr
Cournos, like so many of our present-day writers, goes about his
work with intelligence, an impeccable keenness of vision, and some
thoroughly arrived attitudes. Consequently, one cannot get at him.
He is impregnably aware. Such people are skilled in the art of giving
just as much as can be endured, and no more.” Kenneth Burke

+ − Dial 68:496 Ap ’20 1700w


“If ‘The mask’ does no more than picture the struggle of an
immigrant family in ‘The city of brotherly love’ it is a rich
contribution to American literature. But it certainly does much more
than that.” Alvin Winston

+ N Y Call p10 Mr 14 ’20 650w

“It is the poetry in this novel that makes its starkness endurable.
Behind the welter of life that it presents is an irresistible impulse to
live with mastery, with beauty, with meaning.”

+ N Y Times 25:85 F 8 ’20 550w


+ N Y Times 25:190 Ap 18 ’20 50w

Reviewed by H. W. Boynton

Review 2:231 Mr 6 ’20 480w

“‘The mask’ is a great book, curiously Elizabethan in spirit, a cry of


joy and life that existence cannot quench.”

+ Sat R 129:192 F 21 ’20 750w

“There is a vein of poetry in the telling.”

+ Springf’d Republican p9a F 29 ’20 220w

“A book like this cannot be read lightly as an amusement. It is


closely written, with an intensity of feeling (usually hatred,
particularly of America) which will be a little startling to Englishmen.
John Gombarov is a fine character; the book is created for him; he is
the central interest which holds this discursive narrative together. If
he is not precisely a lovable character, he is a real and living one.”

+ The Times [London] Lit Sup p610 O 30


’19 550w

COURSAULT, JESSE HARLIAMAN.


Principles of education. (Beverley educational ser.)
*$2.50 Silver 370

20–20531

“The purpose of this book is to make simple, definite, and clear, a


body of principles which should guide in educational thought and
practice. Every student of education has certain fundamental beliefs,
or principles, which he uses as standards in judging the truth or
falsity of educational ideas and practices, upon which, as an
explanatory basis, he organizes his knowledge of educational
matters, and in the light of which he sees new difficulties to be
overcome and new problems to be solved.... To deal intelligently with
these educational problems, to deal intelligently with any educational
problems, even where scientific measurement is made use of, one
must have some fundamental ideas as to the nature of education and
the part which education plays in the drama of life.” (Chapter I) The
contents fall into three parts: The individual process; The social
process; The educational process. There is a bibliography and an
index.

“A preliminary statement of suggestions for using the book as a


text, together with a graphic outline of the book itself, found in one
chapter, add to the usefulness of the volume.”

+ El School J 21:312 D ’20 680w

“The book is excellently organized for teaching purposes. The


reinterpretation of the contributions of the great educational
philosophers is clear and concise, and is interwoven most
appropriately with the unfolding of the theme.”

+ School R 29:70 Ja ’21 350w

COURTNEY, MRS JANET ELIZABETH


(HOGARTH). Freethinkers of the nineteenth
century. il *$6 Dutton 274.2

(Eng ed 20–12144)

“A cross section of English intellectual life as it reflected the new


tendencies is presented in a biographical study of seven outstanding
personages of the period by Janet E. Courtney in ‘Freethinkers of the
nineteenth century.’ The seven are Frederick Denison Maurice,
Matthew Arnold, Charles Bradlaw, Thomas Henry Huxley, Leslie
Stephen, Harriet Martineau and Charles Kingsley, the last included
rather as an associate of free thinkers and a sympathizer with them
than as one actually of their number. The author in a preface
explains the selection as promoted by recollection of youthful
impressions of the controversies in many fields of intellectual
activity.”—Springf’d Republican
Ath p634 My 14 ’20 780w

“Her book reads a little as if Matthew Arnold, Leslie Stephen and


the others were files of old newspapers, from which she has been
diligently and judiciously clipping. But the clippings, it is only fair to
add, are connected by a well-informed and easy narrative, and each
whole is a story told with tolerance and humor and a pleasant
contagious gratitude.”

+ − New Repub 23:313 Ag 11 ’20 1350w


+ No Am 213:139 Ja ’21 580w

“Miss Courtney has done her work well; her brief biographies are
intelligent, sympathetic, and discriminating, and are interesting
reading.”

+ Outlook 126:111 S 15 ’20 130w


+ − Review 3:322 O 13 ’20 500w

“Mrs Courtney’s book is well worth reading. We regret its


omissions, and it does not go very deep; but as a record of facts and
of sympathetic interpretation it is interesting.”

+ − Sat R 129:435 My 8 ’20 900w

“Their stories are intelligently and interestingly told.”

+ Springf’d Republican p11a Ag 1 ’20


520w
+ The Times [London] Lit Sup p184 Mr
18 ’20 880w

COUSINS, FRANK, and RILEY, PHIL


MADISON. Colonial architecture of Salem. *$8
Little 728

19–19769

“The chapter headings [of this book are:] The gable and peaked-
roof house; The lean-to house; The gambrel-roof house; The square
three-story wood house; The square three-story brick house;
Doorways and porches; Windows and window frames; Interior wood
finish; Halls and stairways; Mantels and chimney places; Public
buildings; Salem architecture of today. The first five chapters trace a
definite development in Salem architecture by periods in a more
thorough manner than has before been attempted. The last chapter
deals with modern houses designed and built with rare good taste
along historic lines since the disastrous Salem fire of 1914.”—Bookm

“It is not a chatty book like Miss Henderson’s; it is rather a serious,


analytical, descriptive, and semi-technical study.” W. A. Dyer

+ Bookm 51:243 Ap ’20 280w

“The most valuable as well as the most complete study of the


subject.”

+ Boston Transcript p6 F 25 ’20 650w


COUTTS, FRANCIS BURDETT THOMAS
MONEY-. Spacious times and others. *$1.25 Lane
821

20–7868

A book of poems by an English writer, author of a number of


volumes of essays and verse. Part 1 consists of war poems with such
titles as: The new Pisgah; To the Belgians; To America aloof; To
America at war; To an anticompulsion demagogue; To the strikers;
The conscientious shirker; To Lord Kitchener of Khartoum. The
second part contains poems of other days. Notes on some of the war
poems come at the close.

“For all their fourteen lines and their Petrarchan rhyme-system,


they have the quality of newspaper articles.”

− Ath p384 Mr 19 ’20 150w

Reviewed by R. M. Weaver

+ − Bookm 52:64 S ’20 40w


Boston Transcript p4 My 26 ’20 450w

“Much better than most of the lyrics of the war is a quiet poem
about a woman, called ‘Her character.’” Marguerite Williams

+ − N Y Times p24 Ag 22 ’20 90w


“They have eloquence; but it is rather the stilted eloquence of a
sententious publicist than poetry; and it is lost when the writer drops
to political abuse. On the whole the inspiration runs thinly
throughout.”

− + The Times [London] Lit Sup p110 F 12


’20 120w

COX, HAROLD. Economic liberty. *$2.75


Longmans 330

20–12900

“Mr Harold Cox has collected and reprinted from the quarterlies a
number of his recent articles on economic and political questions. Mr
Cox rightly lays stress on the importance of economic liberty which is
obtainable only under our existing system. There is much truth in Mr
Cox’s chapter on socialist ethics. He devotes a chapter to the special
fallacy of ‘Nationalisation,’ involving the state control under which
enterprise withers and individual initiative ceases. There are some
essays, too, on the question of free trade or protection, and an
eloquent paper on ‘The two paths of empire’—the old protectionist
methods which we abandoned deliberately last century, and the
modern creed of freedom under which the dominions and the crown
colonies and protectorates have developed very rapidly and
successfully.”—Spec

Am Econ R 10:852 D ’20 70w


“Will be appreciated by those who distrust state control and by
radical thinkers who wish seriously to consider opposing points of
view.”

+ Booklist 17:140 Ja ’21

“One would, in fact, like to see these essays expanded into a


general political philosophy, and we believe there would be a
welcome for such a book, and that it would have considerable
influence.”

+ Sat R 130:180 Ag 28 ’20 1000w

“Mr Cox’s general line of reasoning is sound.”

+ Spec 124:830 Je 19 ’20 1200w

“In dealing with present day problems, Cox is academic and aloof
from realities. Nevertheless, this is a good book for reformers of all
schools who sincerely desire to consider their cause in the light of
every genuine opposing argument.” B. L.

+ − Survey 45:288 N 20 ’20 270w


The Times [London] Lit Sup p376 Je 17
’20 670w

COXON, MURIEL (HINE) (MRS SYDNEY


COXON). Breathless moment. *$2 (2½c) Lane
20–13346

Sabine Fane, brought up in luxury, was left destitute after her


father’s death. Nothing daunted, she accepts a position as
housekeeper and eventually falls in love with her mistress’ nephew.
But Mark is already married to a worthless woman and just before he
leaves for the front, Sabine decides on a desperate step. She will have
her breathless moment before it is too late. During the war Mark’s
wife dies and he is not only crippled but becomes a victim of shell
shock. He has completely forgotten the episode with Sabine, but such
is her charm that he falls in love anew on seeing her. The illegitimate
child arouses his moral indignation and once more he turns from
her. An operation on an old scalp wound restores his mental balance
and all difficulties are cleared up except a lurking regret on both
sides for what has happened before the war.

“In ‘The breathless moment’ Miss Muriel Hine is perhaps at her


best.”

+ Ath p619 N 5 ’20 100w

“A sound piece of work, interesting, well balanced, with characters


whose deeds and personalities are alike plausible, and a story which
develops clearly and logically, it is a better book than any one of hers
which we have previously read.”

+ N Y Times p26 Ag 1 ’20 700w

“The story is readable but unconventional.”

+ Outlook 125:647 Ag 11 ’20 70w


+ Spec 125:675 N 20 ’20 30w

“Muriel Hine shows herself, as always, a capable story-teller. If


only she were something more than capable, and did not show her
capability quite so unblushingly! If only her chapter openings and
endings were not quite so pat; her little nature paragraphs not so
obviously put in for atmosphere.”

+ − The Times [London] Lit Sup p685 O


’20 260w

CRABB, ARTHUR, pseud. Samuel Lyle,


criminologist. il *$1.90 (2c) Century

20–17409

Samuel Lyle was the ablest criminal lawyer that Alden boasted. He
seemed to have an almost uncanny insight into human psychology
that enabled him to put his finger on the weak spot of any criminal
intent. In this book of eleven short stories his methods are revealed
and illustrated. The titles are: A pleasant evening; Among gentlemen;
The greatest day; A story apropos; Perception; The alibi; Number 14
Mole street; The raconteur; Juror no. 5; “Compromise, Henry?”;
Beyond a reasonable doubt.

Booklist 17:115 D ’20

“Entertaining detective stories, neither bloody nor complicated.”


+ Cleveland p107 D ’20 50w

“Unlike so many mystery stories, the author does not emphasize


the sordid and brutal, but relies, rather, for his thrills upon clean-cut
and ingenious plot-weavings.”

+ N Y Times p24 Ja 16 ’21 290w

“They are scarcely less ingenious than Sherlock Holmes, but they
are much more probable. There is, indeed, not one of the mysterious
incidents which might not quite naturally have occurred, and the
explanation is as natural as it is surprising when it is furnished.”

+ Outlook 126:600 D 1 ’20 80w

CRADDOCK, ERNEST A. Class-room republic.


*$1 Macmillan 371.3

“Modern civics teaching is demanding much participation on the


part of the pupil. One way to get this desirable activity is through the
introduction of student self-government into a class or a school.
Some English experiments with this sort of thing have been
published quite recently. Besides narrating his experience in
introducing classroom republics into his school the author of this
little book discusses in some detail the advantages of the system and
some objections to it. Some attention is also given in the last two
chapters to the subject, ‘The school republic.’”—School R
Ath p589 Ap 30 ’20 120w

“The book is well written and presents with fairness both the
merits and defects of the scheme proposed.”

+ El School J 21:75 S ’20 200w


+ School R 28:550 S ’20 120w

“The book is, besides being a genuine contribution to the science of


pedagogics, extremely amusing even to the non-professional reader.
It is indeed delightful to read such a book as Mr Craddock’s, well
written, conceived with gusto and treating of a subject so
interesting.”

+ Spec 124:761 Je 5 ’20 900w

CRAM, MILDRED. Lotus salad. il *$1.75 (2c)


Dodd

20–10732

A story of love and adventure in a South American state. Pug


Fairchild, son of his father, after exhausting the pleasures of New
York, goes down to South America to look after the Fairchild
interests in Magella. Before leaving, he asks a girl to put on her hat,
marry him and go too, but as a practical minded young miss, she
refuses the tempting proposal. A few hours after arrival he meets the
real girl, daughter of Diego, Magella’s president for the moment, and
the real romance begins. He also runs into a full-sized revolution and
his adventures begin almost immediately. The author adopts a movie
technique in telling her story.

“Anyone who wants to be really beguiled from tedium, without the


faintest intellectual struggle, who wants to feel just a little warmer
and younger and chirpier than he has felt lately, may risk a reading.”

+ Boston Transcript p9 S 18 ’20 350w

“It is a Richard-Harding-Davis sort of story, set in a Richard-


Harding-Davis kind of scene. ‘Lotus salad’ is meant only to serve as
an hour’s merry entertainment and it is cleverly worked out for that
purpose, even if its colors are high and glaring.”

+ N Y Times 25:28 Jl 25 ’20 330w

“Here is romance and adventure with a swing and a sparkle that


will entertain the reader admirably.”

+ Springf’d Republican p11a Ag 22 ’20


340w

CRAM, RALPH ADAMS. Gold, frankincense


and myrrh. *$1.25 Jones, Marshall 252

20–445

“The title of the three addresses, explained in the preface, sums up


their substance: ‘Gold is the pure, imperishable quality of the
monastic ideal, Frankincense the supreme act of worship through the
Blessed Sacrament, Myrrh the saving quality of a right philosophy of
life ... the three gifts that must again be offered by a world once more
led ... to worship and fall down before the Incarnate God so long and
so lightly denied.’ They have been published in The American Church
Monthly.”—Booklist

Booklist 16:163 F ’20

“The lectures are original and suggestive. Their scope is far wider
than the small groups for which they were written.”

+ − Cath World 110:833 Mr ’20 850w


+ Survey 44:121 Ap 17 ’20 350w

[2]
CRANE, AARON MARTIN. Ask and receive.
*$2 Lothrop 248
20–22091

A collection of the unpublished papers of the author, who died in


1914. The subject is prayer, with particular reference to the teachings
of Jesus. Among the chapter titles are: How to pray, The prayers of
Jesus, The rule for all praying, The need of forgiving, Prayer and
healing.

Springf’d Republican p5a Ja 2 ’21 130w

CRAWFORD, MARY CAROLINE. In the days


of the Pilgrim fathers. il *$3 (4c) Little 974.4

20–9735

The author points out in the foreword that the name Pilgrim was
not applied to the Plymouth pioneers until late in the eighteenth
century and that it was first used by Thomas Paine. The name of
Puritan was repudiated by the settlers themselves, who were not
really Puritans but Separatists. In view of the many books already
written on the Pilgrim fathers, the author says: “Yet I hold it to be
true that however well the history of any epoch may have been
written, it is desirable that it should be rewritten from time to time
by those who look at the subject under discussion from the point of
view of their own era.” Contents: The college that cradled the Puritan
idea; In which certain Puritans become “Pilgrims”; The first
migration: The formative years in Leyden; The England from which
they fled; How they sailed into the unknown; How they set up a
home in the new world: How they met and overcame the Indians:
How they made their laws and tried to live up to them; How they
established “freedom to worship God”; Some early books about
Plymouth; Social life in the Pilgrim colony; Appendix, index and
illustrations.

+ Booklist 16:340 Jl ’20

“Gives as vivid and complete a picture of the life of the Pilgrim


fathers as any I have seen.” W. A. Dyer

+ Bookm 52:122 O ’20 2350w

Reviewed by Margaret Ashmun

+ Bookm 52:345 D ’20 120w

“If the reader is looking for historical accuracy he can but feel a
sentiment of disappointment. But nevertheless there is very much of
deep interest. But for some evidences of haste in its preparation,
causing many minor but annoying errors, this book about the
Pilgrims must be regarded as one of the most readable which have
yet appeared.”

+ − Boston Transcript p8 Je 5 ’20 340w


+ Ind 104:249 N 13 ’20 30w
N Y Times 25:5 Jl 25 ’20 340w

You might also like