Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin

Kökeni 1st Edition Friedrich Engels


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/ailenin-ozel-mulkiyetin-ve-devletin-kokeni-1st-edition-fr
iedrich-engels/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Komünist Manifesto Karl Marx Friedrich Engels 1st


Edition Martin Rowson

https://ebookstep.com/product/komunist-manifesto-karl-marx-
friedrich-engels-1st-edition-martin-rowson/

Manifesto do Partido Comunista 2018th Edition Karl Marx


Friedrich Engels

https://ebookstep.com/product/manifesto-do-partido-
comunista-2018th-edition-karl-marx-friedrich-engels/

O 18 de brumário de Luís Bonaparte Portuguese Edition


Friedrich Engels

https://ebookstep.com/product/o-18-de-brumario-de-luis-bonaparte-
portuguese-edition-friedrich-engels/

Werke Artikel Entwürfe Oktober 1848 bis Februar 1849


1st Edition Karl Marx Friedrich Engels

https://ebookstep.com/product/werke-artikel-entwurfe-
oktober-1848-bis-februar-1849-1st-edition-karl-marx-friedrich-
engels/
Modern Siyasal Dü■ünce Ve Friedrich Nietzsche 1st
Edition Christian J. Emden

https://ebookstep.com/product/modern-siyasal-dusunce-ve-
friedrich-nietzsche-1st-edition-christian-j-emden/

Harry Potter ve Felsefe Ta■■ 1st Edition J K Rowling

https://ebookstep.com/product/harry-potter-ve-felsefe-tasi-1st-
edition-j-k-rowling/

Friedrich Wilhelm Sertürner 1st Edition Christoph


Friedrich

https://ebookstep.com/product/friedrich-wilhelm-serturner-1st-
edition-christoph-friedrich/

Weihnachtskuss für Mr Right 1st Edition Jana Engels

https://ebookstep.com/product/weihnachtskuss-fur-mr-right-1st-
edition-jana-engels-2/

Weihnachtskuss für Mr Right 1st Edition Jana Engels

https://ebookstep.com/product/weihnachtskuss-fur-mr-right-1st-
edition-jana-engels/
Yordam Kitap'ta
Marx-Engels Yapıtları

*
Kari Marx
Kapital I, II, III
Almancadan Çevirenler:

Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Erkin Özalp

Fransa'da SınıfMücadeleleri 1848-1850


Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i


Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

Fransa'da iç Savaş
Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

Fransız Üçlemesi
Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

*
Friedrich Engels
Alman Köylü Savaşı
Fransızcadan Çeviren: Okay Gönensin

Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi


Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni


Almancadan Çeviren: Erkin Özalp

*
Kari Marx-Friedrich Engels
Komünist Manifesto
Almancadan Çeviren: Nail Satlıgan

Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılanlar


Çeviri: Nail Satlıgan, Şükrü Alpagut

Felsefe incelemeleri
Fransızcadan Çeviren: Cem Eroğul

Gotha ve Erfurt Programları Ü zerine


Derleyen ve Almancadan Çeviren: Erkin Özalp
Friedrich Engels

Lewis H. Morgan'ın Araştırmalarından Hareketle

AİLENİN,
ÖZEL MÜLKİYETİN VE
DEVLETİN KÖKENİ

Almancadan Çeviren
Erkin Özalp

Yordam Kitap
Yordam Kitap: 350 •Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni• Friedrich Engels
lSBN 978-605-172-354-9 •Çeviri: Erkin Özalp
Kapak ve iç Tasarım: Savaş Çekiç• Sayfa Düzeni: Gönül Göner
Birinci Basım: Eylül 2019
@Erkin Özalp, 2019 ©Yordam Kitap, 2019

Yordam Kitap Basın ve Yayın Tic. Ltd. Şti. (Sertifika No: 44790)
Çatalçeşme Sokağı Gendaş Han No: 19 Kat: 3 Cağaloğlu 34110 İstanbul
T: 0212 528 19 10 • W: www. yordamkitap.com•E: info@yordamkitap.com

www.facebook.com/YordamKitap•www.twitter.com/YordamKitap

Baskı: İnkılap Kitabevi Baskı Tesisleri (Sertifika No: 44066)


Çobançeşme Mah. Altay Sok. No: 8
Yenibosna - Bahçelievler I İstanbul
Tel: 0212 496 11 11
*

Lewis H. Morgan'ın Araştırmalarından Hareketle

AİLENİN,
ÖZEL MÜLKİYETİN VE
DEVLETİN KÖKENİ

*
ÇEVİRMENİN NOTU

Friedrich Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Der


Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats) adlı eserinin
bu çevirisi için 1891 tarihli gözden geçirilmiş ve genişletilmiş dördüncü
Almanca baskı temel alınmıştır.
Engels'in dipnotları ( * ) işaretli, Almanca baskı editörlerinin (bun­
dan sonra Almanca ed.) ve çevirmenin dipnotları numaralıdır. Kitaptaki
tüm çengelli parantez ( { } ) işaretleri çevirmene aittir.
Çeviri için temel alınan ve karşılaştırma için başvurulan metinle­
rin listesi aşağıdadır (MEW: Marx Engels Werke, Dietz Verlag Bedin;
MECW: Marx & Engels Collected Works, Lawrence & Wishart):
> MEW, Band 21, 1962, s. 25-173 (1884 tarihli birinci baskıya önsöz ve
ana metin), s. 473-483 (1891 tarihli dördüncü baskıya önsöz)
> MEW, Band 22, 1977, s. 351-354 (ek)
> Kari Marx-Friedrich Engels, Selected Works, Volume Three, Progress
Publishers, Moscow, Third printing 1976, s. 191-334 (ek dışındaki
bölümler)
> MECW, Volume 26, 1990, s. 129-276 {1884 tarihli birinci baskıya
önsöz ve ana metin)
> MECW, Volume 27, 1990, s. 203-214 (1891 tarihli dördüncü baskıya
önsöz), s. 348-351 (ek)
> Friedrich Engels, The Origin of the Family, Private Property and the
State, Penguin Classics, 201O .
> Lewis H. Morgan, Ancient Society, P. Smith, reprint, 1974
> Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev:
Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, Onsekizinci Baskı, Şubat 2017
> Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev:
Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Kasım
2018
> Lewis Henry Morgan, Eski Toplum 1, çev: Ünsal Oskay, Payel Yayıne­
vi, İstanbul, 2. basım, Şubat 1994
> Lewis Henry Morgan, Eski Toplum 11, çev: Ünsal Oskay, Paye) Yayı­
nevi, İstanbul, 2. basım, Şubat 1998
Der Ursprmıg der Faıııilie,

Pr'ivateige.n thums
ınıd des Staats.

Bil

Lewis lL liorgaıı'S .Forsclımı.gm

Friedrich �g�J&

B'ottingen-Ziiiicb.
Vei!ag ·c Sch� Vollıslıııdılıanilııııg.
189!.

1884 tarihli birinci baskının kapağı


İÇİNDEKİLER

1884 Tarihli Birinci Baskıya Önsöz 11

1891 Tarihli Dördüncü Baskıya Önsöz 15

1. Tarih Öncesinin Kültür Aşamaları 30


1. Yabanıllık 31
2 . Barbarlık 32

II. Aile 38
1. Kandaşlığa Dayalı Aile 48
2. Punalua Ailesi 50
3. Eşleşme Ailesi 60
4. Tek Eşli Aile 79

III. İrokua Gensi 106

IV. Yunan Gensi 124

v. Atina Devletinin Ortaya Çıkışı 136

VI. Roma' da Gens ve Devlet 150

VII. Keltlerde ve Almanlarda Gens 163

VIII. Almanlarda Devletin Oluşumu 182

IX. Barbarlık ve Uygarlık 196

EK: Yeni Keşfedilmiş Bir Grup Evliliği Olgusu 222

Dizin ve Sözlükçe . 227


Engels, Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'ni 1884 yılında, Mart sonu
ile Mııyıs sonu arasında yazdı. Marx'ın {1818-1883) elyazmalarını incelerken, onun
111110-18111 yıllarında ilerici Amerikalı bilgin L. H. Morgan'ın Ancient Society {Eski
'/iıpluml adlı kitabından çıkardığı kapsamlı bir özeti bulmuştu; bu özet, Marx'ın çok
Hııyıdıı eleştirel notunun ve kendi tezlerinin yanı sıra başka kaynaklardan eklemeleri
içeriyordu. Engels, özeti okuduktan ve Morgan'ın kitabının Marx ile birlikte geliştir­
dikleri materyalist tarih anlayışını ve ilk topluluklar hakkında yine birlikte ortaya
koydukları görüşleri doğruladığına ikna olduktan sonra, Marx'ın notlarından epey­
ce yararlanarak ve Morgan'ın kitabında bulunan farklı sonuçları ve olguları dikkate
alarak bu konular hakkında özel bir eser yazmaya karar verdi. Bunu, "bir anlamda
[Marx'ın] vasiyetin[in] yerine getirilmesi" olarak görmüştü. Kendi eserini kaleme
alırken, Yunanistan ile Roma'nın, Eski İrlanda'nın, Eski Cermenlerin vb. tarihleri
hakkındaki kendi araştırmalarının sonuçlarından yararlandı.
Engels, başlangıçta, eserini Alman sosyal demokrasisinin yasal teorik dergisi Die
Neue Zeit'tayayımlatmak istemişti; ne var ki, daha sonra, çalışmasının, siyasal içeriği
nedeniyle, Sosyalistler Yasasının {Sosyal Demokrasinin Kamu Güvenliğini Tehdit Eden
Çabalarına Karşı Yasal yürürlükte olduğu Almanya'da basılamayacağını düşünerek
bu planından vazgeçti. Kitap 1884 yılının Ekim ayının başında Zürih'te yayımlandı.
Alman makamları ilk dönemde kitabın d ağıtılmasını engelledi; yine de, sonraki de­
ğiştirilmemiş baskılar (ikincisi 1886'da ve üçüncüsü 1889'da) Stuttgart'ta yayımlana­
bildi; 1885'te Lehçe, Rumence ve İtalyanca baskıları yapıldı. Hem İtalyanca çevirinin
hem de 1888'd e yayımlanan Danca çevirinin redaksiyonunu Engels yaptı. Ailenin
Kökeni'nin birinci baskısı Sırpçaya da çevrildi.
Engels, ilk toplulukların tarihi hakkında yeni malzemeler topladıktan sonra,
1890 yılında yeni bir baskının hazırlıklarına başladı. Çalışması sırasında konu hak­
kındaki tüm yeni yayınları ve özellikle de Rus bilgin M. M. Kovalevski'nin yayımla­
dığı eserleri inceledi. B aşta arkeoloji ve etnografya alanındakiler olmak üzere yeni
bilgiler nedeniyle, başlangıçtaki metin üzerinde çok sayıda değişiklik ve iyileştirme
ve özellikle "Aile" başlıklı il. bölüme önemli eklemeler yaptı. Birinci baskı ile bu baskı
arasındaki en önemli farklılıklar dipnotlarda belirtildi.
Ailenin Kökeni'nin iyileştirilmiş ve genişletilmiş dördüncü baskısı Kasım 1891 'd e
Stuttgart'ta yayımlandı (iç kapak sayfasına göre "1892"); sonrasında bu eserde her­
hangi bir değişiklik yapılmadı.
Engels'in yaşadığı dönemde, dördüncü baskının tıpkıbasımları olan iki baskı
daha yapıldı (beşincisi 1892 Cle, altıncısı 1894'te). Bu baskı, ilk Fransızca (1893; re­
daksiyonunu Laura Lafargue'ın yaptığı bu çeviri Engels tarafından gözden geçiril­
mişti), Bulgarca ( 1893) ve İspanyolca ( 1894) çeviriler için de temel alınmıştı; kitabın
ilk İngilizce baskısı 1902'd e yayımlandı. Ailenin Kökeni'nin ilk Rusça çevirisi 1 894'te
St. Petersburg'da yayımlandı; çeviri için dördüncü Almanca baskı temel alınmıştı. Bu,
Engels'in Rusya'da yasal olarak yayımlanan ilk eseriydi. -Almanca ed.
1884 Tarihli Birinci Baskıya Önsöz

Aşağıdaki bölümler, bir anlamda, bir vasiyetin yerine geti­


rilmesidir. Morgan'ın araştırmalarını, kendisinin (belirli sınırlar
içinde bizim diyebileceğim) materyalist tarih incelemesinin so­
nuçlarıyla bağlantılı bir şekilde sunmayı ve böylece söz konu­
su araştırmaların tüm önemine açıklık kazandırmayı planlayan
kişi, Kari Marx'tan başkası değildi. Ne de olsa, Morgan, Marx'ın
kırk yıl önce keşfettiği materyalist tarih anlayışını Amerika'da
kendi tarzıyla yeniden keşfetmişti ve bu anlayış, barbarlık ile
uygarlığı karşılaştırırken, temel noktalarda, Marx'ın ulaştığı
sonuçların aynılarına ulaşmasını sağlamıştı. Ve Almanya'daki
profesyonel iktisatçılar Kapital'i yıllar boyunca nasıl hem şevkle
yağmalayıp hem de inatla yok saydıysa, İngiltere'deki "tarih ön­
cesi" biliminin sözcüleri de Morgan'ın Ancient Society'sine* aynı
şeyleri yaptı. Benim eserim, aramızdan ayrılmış bulunan arka­
daşımın yapma fırsatını bulamadığı şeyin yerini ancak sınırlı bir
ölçüde doldurabilir. Ama elimde, Morgan'dan yaptığı kapsamlı
alıntılara eşlik eden eleştirel notları var ve burada bunları müm­
kün olduğu kadarıyla aktaracağım.
Materyalist anlayışa göre, tarihte, son çözümlemede belirle­
yici olan etken, dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.
Ama bu da iki ayrı yolla gerçekleşir: Bir yandan, geçim araçları­
nın, yani gıdaların, giyeceklerin, konutların ve bunları elde et-

Ancient Society, or Researches in the Lines of Human Progress from Savagery,


through Barbarism to Civilization {Eski Toplum, ya da İnsanlığın Barbarlık Döne­
minden Geçerek Yabanıllıktan Uygarlığa Yükselmesi Üzerine Araştırmalar}. By Le­
wis H. Morgan. London, Macmillan and Co., 1877. Kitap Amerika'da basılmıştır ve
Londra'da bulunması dikkat çekecek derecede zordur. Yazar birkaç yıl önce öldü.
12 1 Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

mek için gerekli olan aletlerin üretimi; diğer yandan, insanların


kendilerinin üretimi, yani türün çoğalması. Belirli bir tarihsel
dönemde ve belirli bir ülkede yaşayan insanların tabi oldukları
toplumsal kurumlar, bu iki üretim türü tarafından, bir yandan
emeğin ve diğer yandan ailenin gelişim aşaması tarafından be­
lirlenir. Emek henüz ne kadar az gelişmişse, emeğin ürünleri­
nin miktarı ve dolayısıyla aynı zamanda toplumun zenginliği ne
kadar sınırlıysa, toplum düzeni de o kadar ağırlıklı bir şekilde
soy bağlarının hükmü altında görünür. Ne var ki, soy bağlarına
dayalı bu toplum yapılanması içinde emeğin üretkenliği giderek
artar; emeğin üretkenliğiyle birlikte, özel mülkiyet ve mübadele,
zenginlik farklılıkları, başkalarının emek gücünün kullanılabi­
lirliği ve dolayısıyla sınıf karşıtlıklarının temeli de gelişir; kuşak­
ların akışı içinde eski toplum düzenini yeni koşullara uyarlama­
ya çalışan yeni toplumsal unsurlar ortaya çıkar; ama sonunda,
bu ikisinin bağdaşmazlığı, tam bir altüst oluşa yol açar. Yeni ge­
lişmiş olan toplumsal sınıfların çarpışması, soya dayalı topluluk­
lara yaslanan eski toplumu parçalar; bu toplumun yerini, dev­
letin bir arada tuttuğu yeni bir toplum alır; bu yeni toplumun
alt birimleri, soya dayalı topluluklar değil yerel topluluklardır;
bu toplumda, aile düzeni tümüyle mülkiyet düzeninin hükmü
altındadır ve bugüne kadarki tüm yazılı tarihin içeriğini oluştu­
ran sınıf karşıtlıkları ve sınıf mücadeleleri artık özgürce gelişir.
Yazılı tarihimizin tarih öncesine ait temelinin ana hatları­
nı keşfetmiş ve yeniden kurmuş ve Kuzey Amerika yerlilerinin
soya dayalı topluluklarında, en eski Yunan, Roma ve Alman ta­
rihinin bugüne kadar çözümsüz olan en önemli bilmecelerinin
çözüm anahtarını bulmuş olması, Morgan'ın büyük başarısıdır.
Ama eseri bir günde yaratılmadı. Ona tümüyle hakim olana ka­
dar, elindeki malzemeyle kırk yıl boyunca boğuştu. Ama tam da
bu nedenle, kitabı, günümüzün az sayıdaki çağ açan eserlerin­
den biridir.
1884 Tarihli Birinci Baskıya Önsöz 113

Aşağıdaki sunumda, okur, genel olarak, Morgan'dan alınan­


lar ile benim eklediklerimi kolaylıkla ayırt edebilecektir. Yuna­
nistan ve Roma hakkındaki tarihsel bölümlerde Morgan'ın bel­
geleriyle yetinmek yerine elimde bulunanları ekledim. Keltler ve
Almanlar hakkındaki bölümler büyük ölçüde bana ait; burada
Morgan'ın elinde neredeyse yalnızca ikincil kaynaklar ve Al­
manlar hakkında da (Tacitus dışında) yalnızca Bay Freeman'ın
sefil liberal çarpıtmaları vardı. Morgan'da kendi amaçları bakı­
mından yeterli olan, ama benim amaçlarım bakımından tümüy­
le yetersiz kalan iktisadi açıklamaların tümünü yeniden kaleme
aldım. Ve son olarak, kuşkusuz, Morgan'dan açıkça alıntı yap­
madığım yerlerde, varılan tüm sonuçların sorumluluğu bana ait.
:Jet Mrfprung
ber

loıilir, brt Priuafrigrnfbuuıt


unb

bes §taats.

Jm �nf«Jluü an l?etui3 (?. 9.Jlorgan ·� ijorfdjungtn

IDitrtt Wuflagt.
ISedjAtet 11nb fiebenteB ıtoufenb.

-$--

_.fuffgarf
'.lhrlag bon .J. �· JI). :JHefı
1891!.

1891 tarihli dördüncü baskının iç kapak sayfası


1891 Tarihli Dördüncü Baskıya Önsöz

Bu eserin yüksek tirajlı eski baskıları neredeyse altı aydır


tükenmiş durumda ve yayıncı {J. H. W. Dietz} uzunca bir süre
önce yeni bir baskıyı hazırlamamı istemişti. Daha acil işler bu­
güne kadar beni bundan alıkoydu. İlk baskının yayımlanması­
nın üzerinden yedi yıl geçti ve bu süre içinde ilk aile biçimleri
hakkındaki bilgilerimiz önemli ilerlemeler kaydetti. Bu nedenle,
iyileştirme ve genişletme işlerini hızlıca yapmak gerekiyordu;
dahası, mevcut metnin stereotipinin planlandığı şekilde hazır­
lanması, ek değişiklikler yapmamı bir süreliğine olanaksız kı­
lacaktı.1
Dolayısıyla tüm metni dikkatlice gözden geçirdim ve bili­
min bugünkü du.rumunun hak ettiği şekilde hesaba katılması­
nı sağladıklarını umduğum bir dizi ekleme yaptım. Ayrıca, bu
önsözün ilerleyen bölümlerinde, Bachofen'den Morgan'a kadar
aile tarihinin gelişiminin kısa bir özetini sunuyorum; bunun en
önemli nedeni, şovenizme çalan İngiliz tarih öncesi okulunun,
Morgan'ın sonuçlarını hiç utanıp sıkılmadan kendine mal et­
mesine rağmen, tarih öncesi hakkındaki görüşlerde Morgan'ın
keşifleri aracılığıyla gerçekleşen altüst oluşu yok saymak için
elinden geleni yapmaya devam etmesi. Başka yerlerde de zaman
zaman bu İngiliz örneğine fazlasıyla bağlı kalınıyor.
Çalışmam farklı yabancı dillere çevrildi. Önce İtalyancaya:
L'origine delta famiglia, delta proprieta privata e dello stato. Ver-

1 Die Neue Zeit'ta cümlenin "dahası" sözcüğünden sonraki bölümü şöyle: "yeni
baskı, günümüzde Alman sosyalist yazını için olağan sayılan, Alman kitapçılığı­
nın diğer alanları için hala az rastlanan bir tiraja sahip olacak." -Almanca ed.
16 1 Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Köken i

sione rivcduta dal!' autore, di Pasquale Martignetti. Benevento


1 Hli5. Ardından Rumenceye: Originii. familiei, propriefii., ei pri­
ı•ııtc şi 11 statului. Traducere de Joan Nadejde, Yaş'ta yayımlanan

C:orıtcmporanul dergisi, Eylül 1 885-Mayıs 1 886. Sonra Danca­


ya: Farniljens, Privatejendommens og Statens Oprindelse. Dansk
af Forfatteren gennemgaaet Udgave, bes0rget af Gerson Trier.
K0benhavn 1 888. Henri Rave'nin mevcut Almanca baskıya da­
yalı bir Fransızca çevirisi basım aşamasında.

•••

Altmışlı yılların başına kadar, aile tarihi diye bir şey yoktu.
Tarih bilimi, bu alanda, henüz tümüyle Musa'nın Beş Kitabı'nın
{Tevrat'ın} etkisi altındaydı. Burada başka hiçbir yerde olma­
dığı kadar kapsamlı bir şekilde tarif edilen ataerkil aile biçimi,
sorgusuz sualsiz en eski biçim olarak kabul edilmekle kalmıyor,
aynı zamanda, (çok karılılık çıkarıldıktan sonra) günümüzdeki
burjuva ailesiyle özdeşleştiriliyordu; böylece aile aslında hiçbir
tarihsel gelişim sergilememiş oluyordu; en fazla, tarih öncesin­
de, bir cinsel kuralsızlık döneminden geçilmiş olabileceği ka­
bul ediliyordu. - Kuşkusuz, tek eşli evlilik {Einzelehe} dışında,
Doğu'ya özgü çok karılılık ve Hindistan -Tibet çok kocalılığı da
biliniyordu; ama bu üç biçim tarihsel bir sıraya sokulamıyordu
ve bağlantısız bir şekilde yan yana duruyorlardı. Hala var olan
bazı yabanıllarda olduğu gibi eski tarihin bazı halklarında da
soyun babaya göre değil anaya göre belirlendiği, yani kadın soy
çizgisinin tek geçerli soy çizgisi sayıldığı; günümüzün pek çok
halkında belirli (o dönemde yakından incelenmemiş) büyük
gruplar arasında evlenmenin yasaklandığı ve bu adetle dünya­
nın tüm bölgelerinde karşılaşıldığı biliniyor ve bu tür olgular
hakkında durmadan daha fazla örnek toplanıyordu. Ama bun­
larla ne yapılacağını kimse bilemiyordu ve söz konusu örnekler,
E. B. Tylor'ın Researches into the Early History of Mankind vb.
1891 Tarihli Dördüncü Ba skıya Ôn söz j ı7

vb. ( 1 865) adlı eserinde bile, bazı yabanıllardaki yanmakta olan


oduna demir aletle dokunma yasağı ve buna benzer dinsel zırva­
lıklar gibi, sadece "tuhaf adetler" olarak görünür.
Aile tarihi 1861 yılında, Bachofen'in Das Mutterrecht {Ana
Hukuku} adlı eserinin yayımlanmasıyla başlar. Yazar burada
şu savları ileri sürer: 1. insanlar, başlangıçta, (yazarın hatalı bir
ifade kullanarak hetaerizm2 diye tarif ettiği) sınırlamasız cinsel
ilişkiler içinde yaşıyordu; 2. bu tür ilişkiler babanın kesin olarak
belirlenmesini tümüyle olanaksız kıldığından, soy, sadece, kadın
soy çizgisi izlenerek (ana hukukuna göre) belirlenebiliyordu ve
başlangıçta, Eski Çağ'ın tüm halklarında böyle yapılıyordu; 3.
bunun sonucunda, analar olarak, genç kuşağın kesin olarak bili­
nen· ebeveynleri olarak kadınlar, yüksek derecede önemseniyor
ve saygı görüyordu ve Bachofen'e göre bu durum eksiksiz bir ka­
dın egemenliğine (jinekokrasi) ulaştırmıştı; 4. kadının tümüyle
tek bir erkeğe ait olduğu tek eşli evliliğe geçiş, en eski dinsel ku­
rallardan birinin ihlal edilmesi (yani, aslında, diğer erkeklerin
bu kadın üzerindeki geleneksel haklarının ihlal edilmesi) anla­
mına geliyordu ve bu ihlalin cezası ya da ona katlanılmasının
bedeli olarak, kadın, sınırlı bir süreliğine, başkalarına teslim
edilmek zorundaydı.
Bachofen, bu önermelerin kanıtlarını, eski klasik literatürün
çok büyük bir emek harcayarak topladığı sayısız pasajında bulur.
Ona göre, "hetaerizm"den tek eşliliğe ve ana hukukundan baba
hukukuna doğru gelişim, özellikle Yunanlarda, dinsel tasavvur­
lardaki bir ilerlemenin, eski anlayışın temsilcileri olan gelenek­
sel tanrılar grubuna yeni tanrıların eklenmesinin ve bu arada
yeni tanrıların eskilerini giderek arka plana itmesinin sonucu
olarak gerçekleşir. Yani, Bachofen'e göre, erkek ile kadının kar­
şılıklı toplumsal konumlarındaki tarihsel değişimler, insanların
gerçek yaşam koşullarının gelişmesinin değil, bu yaşam koşulla-

2 Bkz. Engels'in 42. sayfadaki dipnotu. -çev.


18 / Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

rının aynı insanların kafalarındaki dinsel yansımasının ürünü­


dür. Bachofen, bu görüş doğrultusunda, Eshilos'un Oresteia'sını,
düşmekte olan ana hukuku ile Kahramanlar Çağı'nda yükselen
ve zafer kazanan baba hukuku arasındaki mücadelenin drama­
tik betimlemesi olarak sunar. Klitemnestra, sevgilisi Aigisthos
için, Truva Savaşı'ndan geri dönmüş olan kocası Agamemnon'u
öldürmüştür; ama Agamemnon'dan olan oğlu Orestes, babası­
nın öldürülmesinin öcünü, annesini öldürerek alır. Bunun üze­
rine, ana katilliğini en ağır, en bağışlanamaz suç sayan ana hu-
kukunun şeytani koruyucuları, yani Erinyeler Orestes'in peşine
düşer. Ne var ki, kehanetiyle Orestes'i bu eyleme yönelten Apol­
lon ile yargıç olarak çağrılan Athena (burada baba hukukuna
dayalı yeni düzeni temsil eden iki tanrı) onu koruma altına alır;
Athena her iki tarafı dinler. Bütün anlaşmazlık, Orestes ile Erin -
yeler arasında yürütülen tartışmayla kısaca özetlenir. Orestes,
Klitemnestra'nın, kendi kocasını ve böylece aynı zamanda onun
babasını öldürerek iki suç birden işlemiş olmasına yaslanır. Öy­
leyse Erinyeler neden çok daha suçlu olan Klitemnestra'nın değil
de onun peşine düşmüştü? Cevap çarpıcıdır:
"Öldürdüğü adamla arasında kan bağı yoktu:'3

Katilin kocası bile olsa, kandaş olmayan bir erkeğin öldürül­


mesi, kan parası ödendiğinde bağışlanabilecek bir günahtır ve
Erinyeleri ilgilendirmez; onların tek görevi, kandaşlar arasında­
ki cinayetlerin peşine düşmektir ve burada da, ana hukukuna
göre, ana öldürmek en ağır ve en bağışlanamaz cinayettir. Bu­
nun üzerine Apollon, Orestes'in savunuculuğunu üstlenir; At­
hena Areopagosluları (Atinalı jüri üyelerini) oylamaya çağırır;
aklama ve mahkum etme yönündeki oylar eşit çıkar; o zaman
Athena başkan olarak oyunu Orestes lehine kullanır ve onu
aklar. Baba hukuku, ana hukuku karşısında zafer kazanmıştır;

3 Eshilos'un Oresteia üçlemesindeki Eumenidler'den. -Almanca ed.


ıs9ı Tarihli Dördüncü B askıya Ônsöz 1 19

Erinyelerin deyimiyle "genç kuşak tanrılar", Erinyeler karşısında


zafer kazanmıştır ve Erinyeler de sonunda yeni düzenin hizme­
tindeki yeni bir makamı üstlenmeyi kabul eder.
Oresteia'nın bu yeni ama kesinlikle doğru olan yorumu, bü­
tün kitaptaki en güzel ve en iyi pasajlardan biridir; ama aynı za­
manda, Bachofen'in, Erinyelere, Apollon'a ve Athena'ya, en az
Eshilos'un kendi döneminde inanmış olduğu kadar inandığını
gösterir; gerçekten de, bunların, Yunanistan'daki Kahramanlar
Çağı'nda, ana hukukunu yıkarak onun yerine baba hukuku­
nu koyma mucizesini gerçekleştirmiş olduklarına inanır. Dini
dünya tarihinin belirleyici kaldıracı sayan böyle bir kavrayışın
sonunda katıksız bir gizemciliğe dönüşmek zorunda olduğu
açıktır. Bu nedenle, Bachofen'in kalın ve büyük kitabını baştan
sona .okumak, yorucu ve harcanan emeğe her zaman değmediği
kesin olan bir iştir. Ama tüm bunlar onun çığır açan başarısını
önemsizleştirmez; düzensiz cinsel ilişkilerin kurulduğu, bilin­
meyen bir başlangıç durumu hakkındaki boş sözlerin yerine,
eski klasik literatürün, şu olguların çok sayıdaki izlerini sundu­
ğunun kanıtlarını koyan ilk kişi oydu: Tek eşli evlilikten önce,
Yunanlarda ve Asyalılarda, sadece bir erkeğin çok sayıda kadın­
la cinsel ilişkide bulunmasının değil, bir kadının çok sayıda er­
kekle cinsel ilişkide bulunmasının da töreye uygun düştüğü bir
durum yaşanmıştı; bu töre, kadınların tek eşli evlilik haklarını
satın almak için sınırlı bir feragat göstermek zorunda kaldığının
izlerini bırakmadan yok olmamıştı; bu nedenle, soy, başlangıç­
ta, sadece kadın soy çizgisi izlenerek, analara göre belirlenebili­
yordu; kadın soy çizgisinin bu tek başına geçerli olma durumu,
babalığın kesinleştiği ya da en azından kabul gördüğü tek eşli
evlilik döneminde bile uzun bir süre boyunca devam etmişti; ve
annelerin, başlangıçtaki, çocuklarının biricik kesin ebeveynleri
olma konumları, onlara ve dolayısıyla da genel olarak kadınlara,
o zamandan beri bir daha hiç sahip olmadıkları kadar yüksek
20 1 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

bir toplumsal konum sağlamıştı. Gerçi, Bachofen, bu önermeleri


bu açıklıkla dile getirmedi (gizemci anlayışı bunun önüne geçti);
ama bunları kanıtladı ve bu da 1861 yılında eksiksiz bir devrim
anlamına geliyordu.
Bachofen'in kalın ve büyük kitabı Almanca olarak, yani o za­
manlar günümüz ailesinin tarih öncesiyle en az ilgilenen ulusun
dilinde yazılmıştı. Aynı alandaki bir sonraki halefi 1 865 yılında
ortaya çıktı ve Bachofen'in adını bile duymamıştı.
Bu halef, selefinin tam tersi olan J. F. McLennan'dı. Burada
dahi gizemci yerine kupkuru hukukçuyla, coşkun şiirsel fante­
zi yerine savunma yapan avukatın makul savlarıyla karşılaşırız.
McLennan, eski ve yeni çağların pek çok yabanıl, barbar ve hatta
uygar halkında, damadın, kendi başına ya da arkadaşlarıyla bir­
likte, gelini akrabalarından görünüşte zor kullanarak kaçırmak
zorunda olduğu bir evlenme biçimi bulur. Bu töre, bir kabilenin
erkeklerinin karılarını dışarıdan, başka kabilelerden, gerçekten
de zor yoluyla kaçırmalarını gerektiren eski bir törenin kalıntısı
olmalı. Peki bu "kaçırarak evlenme" nasıl ortaya çıktı? Erkekler
kendi kabilelerinde yeterli sayıda kadın bulabildikleri sürece,
bunu yapmanın hiçbir .gereği bulunmuyordu. Ne var ki, aynı
sıklıkla, gelişmemiş halklarda, içten evlenmenin yasak olduğu
ve dolayısıyla erkeklerin karılarını ve kadınların kocalarını grup
dışından almak zorunda olduğu ( 1 865 yılı civarında henüz sık­
lıkla kabilelerle özdeşleştirilen) belirli grupların var olduğunu;
başkalarında da, belirli bir grubun erkeklerini, karılarını sadece
kendi gruplarının içinden almak zorunda bırakan bir törenin
bulunduğunu görürüz. McLennan birincilere dıştan evlenenler,
ikincilere içten evlenenler der ve hemen, dıştan evlenen ve içten
evlenen "kabileler" arasında katı bir karşıtlığın bulunduğunu
ileri sürer. Ve dıştan evlenme hakkındaki araştırmalarının, onu,
örneklerin (çoğunda, hatta tümünde değilse bile) birçoğunda bu
karşıtlığın sadece onun hayal dünyasında var olduğu gerçeğiyle
189 1 Tarihli Dördüncü Baskıya Ônsöz 1 21

burun buruna getirmiş olmasına rağmen, söz konusu karşıtlığı


tüm teorisinin temeli haline getirir. Bu teoriye göre, dıştan evle­
nen kabileler, karılarını yalnızca başka kabilelerden alabilir; ve
kabileler arasındaki yabanıllığa karşılık gelen sürekli savaş du­
rumu nedeniyle, bu, sadece kaçırma yoluyla gerçekleşebilirmiş.
McLennan sormaya devam eder: Dıştan evlenme töresi ne­
reden geliyor? Ona göre, kan bağı ve ensest kavramlarının bu­
nunla bir ilgisi bulunamazdı, çünkü bunlar çok daha ileri tarih­
lerde gelişmiş olan şeylerdi. Ama yabanıllar arasında çok yaygın
olan kız çocuklarını doğumdan hemen sonra öldürme töresinin
bir ilgisi vardı. Bu töre her bir kabilede bir erkek fazlalığına yol
açıyordu ve bunun kaçınılmaz sonucu, çok sayıda erkeğin bir
kadına ortaklaşa sahip olmasıydı: çok kocalılık. Bunun sonucu
da, bir çocuğun annesinin bilinmesi, ama babasının bilinmeme­
siydi; bu yüzden, akrabalık, erkekler dışarıda bırakılarak sade­
ce kadın soy çizgisine göre belirleniyordu: ana hukuku. Kabile
içindeki (çok kocalılığın hafiflettiği ama ortadan kaldırmadığı)
kadın kıtlığının ikinci bir sonucu da, yabancı kabilelerin kadın­
larının sistemli bir şekilde, zor yoluyla kaçırılmasıydı.
"Dıştan evlenme ve çok kocalılık bir ve aynı nedene (cinsi­
yetler arasındaki dengesizliğe) dayandığından, dıştan evlenen
tüm ırkların başlangıçta çok kocalı olduğunu kabul etmek zo­
rundayız Bu nedenle, dıştan evlenen ırklar arasındaki ilk
akrabalık sisteminin, sadece ana tarafından kan bağlarını kabul
eden sistem olduğunu tartışmasız bir gerçek saymak zorunda­
yız:' (McLennan, Studies in Ancient History, 1886 "Primitive
Marriage" {"İlkel Evlilik"}, s. 124.)

McLennan'ın başarısı, dıştan evlenme dediği şeyin genel


yaygınlığına ve büyük önemine dikkat çekmiş olmasıdır. Dıştan
evlenen gruplar olgusunu hiçbir şekilde keş/etmemiştir ve onu
anlamanın daha da uzağındadır. Çok sayıdaki gözlemcinin daha
önceki dağınık notları (yani McLennan'ın kaynakları) bir yana
22 [ A ileıılıı, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

bırakılırsa, Latham (Descriptive Ethnology, 1 859) bu kurumu


Hindistan'daki Magarlar özelinde tam ve doğru bir şekilde tarif
etmiş ve bunun genel bir yaygınlığa sahip olduğunu ve dünya­
nın her yanında görüldüğünü söylemişti; bu, McLennan'ın da
aktardığı bir pasajdır. Bizim Morgan ise daha 1 847'de İrokua­
lar hakkındaki mektuplarında (American Review'da) ve 1 85l'de
The League of the Iroquois'de {irokuaların Birliği'nde} bu kuru­
mun söz konusu kabilede bulunduğunu göstermiş ve onu doğ­
ru bir şekilde tarif etmişti; buna karşılık, göreceğimiz üzere,
McLennan'ın avukat kafası, burada, Bachofen'in mistik fantezi­
sinin ana hukuku alanında yarattığından çok daha büyük bir ka­
rışıklığa yol açmıştır. McLennan'ın bir diğer başarısı, daha sonra
kendisinin de kabul ettiği üzere Bachofen bu konuda kendisini
öncelemiş olsa bile, ana hukukuna dayalı soy düzenini başlan­
gıçtaki soy düzeni saymış olmasıdır. Ama burada da netlikten
uzaktır; durmadan, "sadece kadın tarafından akrabalık''tan
(kinship through females only) söz eder ve daha erken bir aşama
için doğru olan bu deyimi, soyun ve mirasçılığın hala tümüyle
kadın çizgisine göre belirlenmesine karşın erkek tarafına göre
akrabalığın da kabul ve ifade edildiği sonraki gelişme aşamaları
için de kullanıp durur. Kendisi için kaya gibi bir hukuk terimi
yaratan ve sonrasında, bu terimi kullanılamaz kılan durumlar
için de onu değiştirmeden kullanmaya devam eden hukukçu­
nun dar görüşlülüğüdür bu.
McLennan'ın teorisi, anlaşıldığı kadarıyla, olanca akla yat­
kınlığına rağmen, kendi yazarına bile çok sağlam temellere sa­
hip gibi görünmüyordu. En azından kendisi de fark etmiştir ki,
(görünüşteki) "kadın kaçırma biçiminin en çarpıcı ve en etki­
leyici şekilde görüldüğü halkların, tam da, erkek akrabalığının"
(erkek soy çizgisine dayalı soy demek istiyor) "hüküm sürdüğü
halklar olması dikkat çekicidir" (s. 140).
ıs9ı Tarihli Dördüncü B askıya Ônsöz l 23

Ayrıca:
"Çocuk öldürmenin, bildiğimiz kadarıyla, dıştan evlenme ile
en eski akrabalık biçiminin bir arada var olduğu hiçbir yerde
sistemli bir şekilde uygulanmaması tuhaf bir olgudur" (s. 146).

İkisi de, McLennan'ın yaklaşımını doğrudan doğruya çürü­


ten ve karşılarına ancak yeni ve daha çapraşık hipotezlerle çıka­
bileceği olgulardır.
Yine de onun teorisi İngiltere'de büyük bir beğeniyle kar­
şılandı ve büyük bir yankı uyandırdı: McLennan burada genel
olarak aile tarihinin kurucusu ve bu alandaki ilk otorite sayıldı.
Dıştan evlenen ve içten evlenen "kabileler" arasında var oldu­
ğunu savunduğu karşıtlık, tek tek bazı istisnaların ve değişik­
liklerin bulunduğunun saptanmasına rağmen, egemen yaklaşım
tarzının kabul görmüş temeli olarak kaldı ve incelenmekte olan
alana özgürce bakılmasını tümüyle olanaksızlaştıran ve böylece
her tür belirleyici ilerlemeyi olanaksız kılan at gözlüğüne dönüş­
tü. İngiltere'de ve İngiltere örneğine bağlı olarak başka yerlerde
McLennan'a abartılı bir önem verilmesinin sıradanlaşmış ol­
ması, tümüyle hatalı bir şekilde dıştan evlenen ve içten evlenen
"kabileler" arasında karşıtlık ilişkisi tarif ederek verdiği zararın
araştırmalarıyla sağladığı yarardan fazla olduğuna dikkat çek­
meyi bir görev haline getiriyor.
Bu arada, çok geçmeden, zarif çerçevesine uymayan giderek
daha fazla olgu gün ışığına çıktı. McLennan evliliğin sadece üç
biçiminden haberdardı: Çok karılılık, çok kocalılık ve tek eşli
evlilik. Ama dikkatler bir kez bu noktaya yöneltildiğinde, geliş­
memiş halklarda bir dizi erkeğin bir dizi kadına ortaklaşa sahip
olduğu evlilik biçimlerinin bulunduğunun giderek daha faz­
la kanıtına ulaşıldı; ve Lubbock bu grup evliliğinin (communal
marriage) tarihsel bir olgu olduğunu kabul etti ( The Origin of
Civilisation {Uygarlığın Kökeni}, 1870).
24 1 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

Hemen ardından, 1871'de, Morgan, yeni ve pek çok açıdan


belirleyici olan malzemelerle ortaya çıktı. İrokualarda görülen
özgün akrabalık sisteminin, ABD'nin tüm ilk yerlileri için geçer­
li olduğu, yani (orada yürürlükte olan evlilik sisteminden fiilen
çıkan akrabalık dereceleriyle doğrudan doğruya çelişmesine rağ­
men) bütün bir kıtaya yayıldığı kanaatine varmıştı. Bunun üze­
rine, Amerikan federal hükümetinin, kendi hazırladığı anketleri
ve tabloları kullanarak diğer halkların akrabalık sistemleri hak­
kında bilgi toplamasını sağlamış ve cevaplardan, 1 . Amerika yer­
lilerinin akrabalık sisteminin Asya'daki ve biraz değişik bir biçi­
miyle Afrika'daki ve Avustralya'daki çok sayıda kabilede de görül­
düğü; 2. bu sistemin, Havai'de ve Avustralya'nın başka adalarında
görülen ve artık yok olmaya yüz tutmuş bulunan grup evliliği
biçimiyle eksiksiz şekilde açıklanabileceği; ve 3. aynı adalarda,
bu evlilik biçiminin yanında, (sadece, daha da eski olan ve artık
ortadan kalkmış bulunan bir grup evliliği biçimiyle açıklanabile­
cek olan) bir akrabalık sisteminin yürürlükte olduğu sonuçlarına
ulaşmıştı. Toplanmış verileri ve bunlardan çıkardığı sonuçları
1871 tarihli Systems of Consanguinity and Affinity {Kandaşlık ve
Hısımlık Sistemleri} adlı eserinde yayımladı ve böylece tartışmayı
çok daha geniş bir alana taşıdı. Akrabalık sistemlerinden hare­
ketle, bunlara karşılık gelen aile biçimlerini yeniden kurarak yeni
bir araştırma yolu açtı ve insanlığın tarih öncesine daha kapsamlı
bir şekilde bakılmasını sağladı. Bu yöntemin geçerlilik kazanma­
sı durumunda McLennan'ın güzelim kurgusu buharlaşıp giderdi.
McLennan, teorisini, Primitive Marriage'ın {İlkel Evlilik'in}
yeni baskısında savundu (Studies in AncientHistory, 1 875). Ken­
disi yığınla hipoteze dayalı fazlasıyla yapay bir aile tarihi oluştu­
rurken, Lubbock ile Morgand ' an, her bir savları için kanıt iste­
mekle kalmıyor, bir İskoç mahkemesinin daha azını kabul etme­
yeceği kesin doğruluk kanıtları talep ediyor. Bunu yapan da, Al­
manlarda annenin erkek kardeşi ile kızın oğlu arasında yakın bir
1891 Tarihli Dördüncü B askıya Ônsöz J 25

ilişkinin bulunmasından (Tacitus, Germania, 20. Bölüm), Sezar'ın


Britonlarda erkeklerin karılarına on ya da on iki kişilik gruplar
halinde kocalık ettiği yönündeki aktarımından ve eski yazarların
barbarlarda kadınların ortaklaşa kullanımı hakkındaki tüm diğer
aktarımlardan, hiç duraksamadan, tüm bu halklarda çok kocalılı­
ğın hüküm sürmüş olduğu sonucunu çıkaran adamın ta kendisi!
Sanki, kendi dosyasını hazırlarken her istediğini yapabilen, ama
savunmacıdan, her bir sözü için, hukuki geçerlilik taşıyan en bi­
çimsel kanıtı talep eden bir savcıyı dinliyoruz.
Çirup evliliğinin katıksız bir hayal ürünü olduğunu iddia
eder ve bunu yaparak Bachofen'in çok gerisine düşer. Ona göre,
Morgan'daki akrabalık sistemleri, Amerika yerlilerinin bir ya­
bancıya da, bir beyaza da birader ya da baba diye hitap etmesi­
nin kanıtladığı üzere, toplumsal nezaket kurallarından başka bir
şey değildir. McLennan'ın bu yaptığı, Katolik din adamlarının ve
baş rahibelerinin de birbirlerine peder ve ana diye hitap etmele­
ri, keşişlerin ve rahibelerin, hatta resmi oturumlarında mason­
ların ve İngiliz meslek örgütü üyelerinin de birbirlerine birader
ve hemşire diye hitap etmeleri nedeniyle, baba, ana, birader ve
hemşire terimlerinin anlamsız hitap biçimlerinden başka bir şey
olmadığını iddia etmekten farksızdır. Kısacası, McLennan'ın sa­
vunması acınası zayıflıktaydı.
Ama hedef alınmadığı bir nokta kalmıştı. Bütün sisteminin
yaslandığı, dıştan evlenen ve içten evlenen "kabileler" karşıtlığı,
sarsıntıya uğramamanın ötesinde, genel olarak, bütün bir aile
tarihinin ekseni sayılıyordu. McLennan'ın bu karşıtlığı açık­
lamaya yönelik girişiminin yetersiz olduğu ve onun sıraladı­
ğı olgularla çeliştiği kabul ediliyordu. Ama karşıtlığın kendisi,
birbirlerini dışlayan iki ayrı ve bağımsız kabile türünün varlığı,
bu türlerden birinde karılar kabile içinden alınırken diğerinde
bunun mutlak bir şekilde yasaklandığı, tartışmasız kesin doğ­
rular sayılıyordu. Karşılaştırma için örneğin Giraud-Teulon'un
26 / Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

Origines de lafamille sine {Ailenin Kökeni adlı eserine} ( 1 874) ve


'

hatta Lubbock'un Origin of Civilisation'ına { Uygarlığın Kökeni


adlı eserine} (4. Baskı, 1 882) bakılabilir.
Morgan'ın ana eseri bu noktada devreye girer: elinizde­
ki çalışmanın temelinde yatan eser, yani Ancient Society {Eski
Toplum} (1 877). Morgan'ın 1 87 l 'de henüz hayal meyal sezdiği
şeyler burada tam bir farkındalıkla geliştirilmiştir. İçten ev­
lenme ile dıştan evlenme, karşıtlık oluşturmaz; dıştan evlenen
"kabileler"in varlığı henüz hiçbir yerde gösterilmemiştir. Ama
grup evliliğinin henüz egemen olduğu dönemde (ve grup evliliği
büyük olasılıkla her yerde belirli bir dönemde egemen olmuştu),
kabile, ana tarafından kan bağına sahip olan belirli bir sı:tyıdaki
gruplardan, yani genslerden4 oluşuyordu; bunların içinde geçer­
li olan katı evlenme yasağına göre, bir gensin erkekleri karılarını
kabilenin içinden alabiliyor ve genellikle kabilenin içinden alı­
yor olsalar da, onları genslerinin dışından almak zorundaydılar.
Dolayısıyla, gens kesinlikle dıştan evlenirken, tüm gensleri kap­
sayan kabile kesinlikle içten evleniyordu. Böylece, McLennan'ın
yapay yapısının son kalıntısı da kesin olarak yıkıldı.
Ama Morgan bununla yetinmedi. Amerika yerlilerinin gen­
si, onun tarafından araştırılan alanda ikinci belirleyici ilerleme­
yi kaydetmesini de mümkün kıldı. Ana hukukuna göre örgüt­
lenmiş olan bu genste, sonraki, baba hukukuna göre örgütlenen
gensin kaynağını oluşturan ilk biçimi keşfetti; bunlardan ikin­
cisi, Eski Çağ'ın uygar halklarında karşılaştığımız genstir. Bun­
dan önceki tüm tarihçiler için bir bilmece olan Yunan ve Roma
gensi, Amerika yerlilerinin gensiyle açıklandı ve tarih öncesinin
bütünü için yeni bir temel bulundu.

4 Eski Roma'da, aynı soy ismine sahip ol an ve ortak bir atad an geldiklerine inan an
bireylerden oluşan topluluklar için "gens" terimi kullanılıyordu. Engels, bura­
da, Latincede "gens" sözcüğünün çoğulu olan "gentes" sözcüğünü kullanıyor. Bu
ikinci sözcük Türkçenin yapısına uym adığından elinizdeki çeviride "gensler" de­
niyor. -çev.
1891 Tarihli D ördüncü B askıya Ônsöz 1 27

Darwin'in evrim teorisi biyoloji için ve Marx'ın artık değer


teorisi siyasal iktisat için ne kadar önemliyse, uygar halkların
baba hukukuna dayalı gensinin ön aşaması olarak başlangıçtaki
ana hukukuna dayalı gensin bu yeniden keşfi tarih öncesi için o
kadar önemlidir. Bu yeniden keşif, Morgan'ın, en azından klasik
gelişme aşamalarını ana hatlarıyla, bugün bilinen malzemele­
rin izin verdiği kadarıyla, geçici olarak tarif eden bir aile tarihi
taslağını ilk kez ortaya atmasını mümkün kıldı. Böylece tarih
öncesine yaklaşımda yeni bir çağın başladığı herkes için açık.
Ana hukukuna dayalı gens, bütün bu bilimin etrafında döndüğü
eksene dönüştü; onun keşfedilmesinden bu yana, hangi doğrul­
tuda ve neyin araştırılması gerektiği ve araştırma sonuçlarının
nasıl sınıflandırılacağı biliniyor. Ve buna uygun olarak, şimdi,
bu alanda, Morgan'ın kitabından önceki döneme göre çok daha
hızlı ilerlemeler kaydediliyor.
Morgan'ın keşifleri şimdi İngiltere'deki tarih öncesi bilimcileri
tarafından da genel kabul görmüş ya da daha doğrusu mal edi­
nilmiş durumda. Ama bu anlayış devrimini Morgan'a borçlu ol­
duğumuzu neredeyse hiç kimse açıkça itiraf etmiyor. İngiltere'de
kitabı mümkün olduğunca yok sayılıyor, kendisi, daha önceki
çalışmalarına yönelik küçümseyici övgülerle baştan savılıyor; su­
numundaki ayrıntılar gayretli bir şekilde didiklenirken gerçek­
ten büyük olan keşifleri hakkında inatla sessiz kalınıyor. Ancient
Society'nin ilk baskısı tükenmiş durumda; Amerika'da bu tür
eserler için karlı bir pazar bulunmuyor; kitabın İngiltere'de sis­
temli bir şekilde hasıraltı edilmiş olduğu anlaşılıyor ve çığır açan
bu eserin hala dolaşımda bulunan tek baskısı, Almanca çevirisi.
Kabul görmüş tarih öncesi uzmanı bilimcilerimizin eserleri
sadece nezaket göstermek için yapılmış alıntılarla ve başka ar­
kadaşlık işaretleriyle dolup taşarken bir yok sayma komplosu
olarak görülmemesi kolay olmayan bu suskunluğun nedeni ne?
Yoksa Morgan'ın bir Amerikalı olması ve İngiliz tarih öncesi bi-
28 1 Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

limcilerine, malzeme toplamak konusundaki fazlasıyla takdire


değer çalışkanlıklarına rağmen bu malzemenin düzenlenmesi
ve sınıflandırılması için gerekli olan genel bakış açıları, kısacası
düşünceleri için iki çok zeki yabancıya, Bachofen ile Morgan'a
muhtaç olmanın çok zor gelmesi nedeniyle mi? Bir Almana her
şeye rağmen tahammül edilebilirdi; ama bir Amerikalıya nasıl
tahammül edilecekti? Bir Amerikalıyla karşılaştığında her İngi­
liz yurtsever kesilir; ABD'de bunun komik örneklerini gördüm. 5
Üstelik, bunlara ek olarak, McLennan, deyim yerindeyse, İngiliz
tarih öncesi okulunun resmen atanmış kurucusu ve önderiydi;

]
tarih öncesi bilimcileri arasında, onun çocuk öldürmeyle baş­
layıp çok kocalılık ve kaçırarak evlenme üzerinden aı:;ıa huku­
kuna dayalı aileye ulaştıran yapay tarih kurgus�n� �ad.ece
en saygılı şekilde söz etmek bir anlamda bir 'görgü ra11 dı;
1
y

birbirlerini mutlak olarak dışlayan dıştan ev neh ı ve çten ev­ l
lenen "kabileler"in varlığı hakkındaki en küçük ıJu ku, kötp bir �
sapkınlık sayılıyordu; dolayısıyla, Morgan, bütiln bu)k tsanmış l
dogmaları kül ederek, bir tür kutsal değerlere saygısızlık suçu
işlemişti. Üstelik, söz konusu dogmaları, dile getirilir getirilmez
apaçık hale gelen sözlerle kül etmişti; öyle ki, o zamana kadar
dıştan evlenme ile içten evlenme arasında çaresizce gidip gelen
McLennan hayranları neredeyse kendi kafalarına vurmak ve
feryat etmek zorunda kalmıştı: Nasıl oldu da bu kadar aptal ola­
bildik ve bunu çok daha önce kendimiz bulamadık!
Ve Morgan, sanki bu suçlar resmi okula onu soğuk bir şe­
kilde yok saymaktan başka yol bırakırmış gibi, uygarlığı, top­
lumu, meta üretimini, bugünkü toplumumuzun temel biçimi­
ni Fourier'yi anımsatan bir şekilde eleştirmekle kalmayıp, bu
toplumun gelecekteki bir dönüşümü hakkında Karl Marx'ın

5 Engels, Ağustos-Eylül ısSS'de, Edward Aveling, Eleanor Marx-Aveling ve Cari


Schorlemmer ile birlikte ABD'ye ve Kanada'ya yolculuk etmişti. Engels'in yolcu­
luk izlenimleri için bkz. MEW, Band 21, s. 466-468. -Almanca ed.
1 89 1 Tarihli D ördüncü Baskıya Önsöz 1 29

söyleyebileceği sözlerle konuşunca, bardağı taşırdı. Dolayısıyla,


McLennan'ın öfkeyle, "tarihsel yöntem ona tümüyle itici geliyor"
demesini de, Profesör Giraud-Teulon'un bunu 1884 yılında te­
yit etmesini de fazlasıyla hak etmişti. Oysa aynı Giraud-Teulon
1874'te (Origines de la famille {Ailenin Kökenleri}) henüz hala
McLennan'ın dıştan evlenme labirentinin içinde çaresizce dola­
şıyordu ve onu bu labirentten kurtarma işi Morgan'a düşmüştü!
İlk toplumlar tarihinin Morgan'a borçlu olduğu diğer iler­
lemelere burada değinmem gerekmez; çalışmam boyunca bu
konudaki gerekli açıklamalara yer veriliyor. Ana eserinin ya­
yımlanmasından bu yana geçen on dört yılda ilk insan toplum­
larının tarihi hakkındaki malzemelerimiz fazlasıyla zenginleşti;
antropologlara, gezginlere ve profesyonel tarih öncesi bilimcile­
rine karşılaştırmalı hukukçular eklendi ve bunlar yeni malzeme­
ler ya da yeni bakış açıları getirdi. Tüm bunlar, Morgan'ın tek tek
bazı hipotezlerinin sarsılmasına ve hatta bazılarının geçersizleş­
mesine yol açtı. Ama yeni toplanan malzemeler, hiçbir yerde,
onun önemli temel değerlendirmelerinin yerini başkalarının al­
masına neden olmadı. Onun tarih öncesine getirdiği düzen ana
hatlarıyla bugün de geçerliliğini koruyor. Hatta, onun bu büyük
ilerlemedeki rolü ne kadar gizleniyorsa, söz konusu düzenin o
kadar genel bir kabul gördüğü söylenebilir.*

Londra, 16 Haziran 1891


Friedrich Engels

Eylül 1888'deki New York'tan dönüş yolculuğwn sırasında Lewis Morgan'ı tanı­
yan eski bir Rochester seçim bölgesi Kongre temsilcisiyle karşılaş tım. Ne yazık
ki bana onun hakkında pek fazla şey anlatamadı. Morgan Rochester'da sivil bir
yurttaş olarak yaşamış ve sadece çalışmalarıyla meşgul olmuş. Biraderi albaymış
ve Washington'da, Savaş Bakanlığında görevliymiş; hükürnetin araştırmalarıyla
ilgilenmesini ve pek çok eserinin kamu kaynaklarıyla yayımlanmasını bu bira­
der aracılığıyla sağlamış; anlatıcının kendisi de, Kongre üyesi olduğu dönemde
Morgan'ı birden fazla kez desteklemiş.
I
T ARİH ÖNC ESİNİN KÜLTÜR AŞAMALARI

Morgan, insanlığın tarih öncesine uzmanlık bilgisiyle belir­


li bir düzen getirme girişiminde bulunan ilk kişidir; önemli ek
malzemeler değişiklikler yapmayı gerektirmedikçe, onun sınıf­
landırması kuşkusuz yürürlükte kalacaktır.
Üç ana çağ olan yabanıllık, barbarlık ve uygarlık arasında do­
ğal olarak onu yalnızca ilk ikisi ve üçüncüsüne geçiş ilgilendirir.
Her iki çağı da, geçim araçları üretimindeki ilerlemelere bağlı
olarak, alt, orta ve üst aşamalara ayırır; çünkü, der:
"Bu üretimdeki beceri, insanın üstünlük ve doğaya hükmet­
me derecesi için belirleyicidir; tüm varlıklar arasında sadece
insan, yiyeceklerin üretiminde neredeyse6 mutlak bir egemen­
lik kurmuştur. İnsanlığın ilerlemesinin tüm büyük çağları, az
çok doğrudan bir şekilde, geçim kaynaklarının genişleme çağ­
larıyla çakışır:'7

Ailenin gelişimi buna eşlik eder, ama dönemlerin ayrılması


için bu denli çarpıcı işaretler sunmaz.

6 İngilizce özgün metinde "neredeyse" sözcüğü bulunmuyor. Ailenin, Ôzel Mülkiye­


tin ve Devletin Kökeni nin İngilizce çevirilerinde Morgan'ın özgün pasajları kulla­
'

nılıyor. Elinizdeki kitapta ise Engels'in Almanca çevirileri temel alınacak ve özgün
pasajlar ile bu çeviriler arasındaki önemli farklar dipnotlarda belirtilecek. -çev.
7 Morgan, Ancient Society, London 1877, s. 19. -Almanca ed.
Tarih Öncesinin Kültür Aşamaları 1 31

1 . Yabanıll ık
1. Alt Aşama. İnsanlığın çocukluğu. İnsanlar hala ilk yerle­
şim bölgeleri olan tropikal ve alt tropikal ormanlarda bulunur
ve en azından kısmen ağaçlarda yaşar (büyük yırtıcı hayvanlar
göz önünde bulundurulduğunda varlıklarını sürdürmelerinin
tek açıklaması budur). Besin olarak meyveler, kabuklu yemiş­
ler ve kökler kullanılıyordu; gelişkin konuşma dili bu dönemin
temel sonucudur. Tarihsel dönemde bilinir duruma gelen halk­
ların hiçbiri artık bu başlangıç düzeyinde değildi. Bu aşama
binyıllar boyunca sürmüş olabilir; ama onun varlığı hakkında
dolaysız kanıtlarımız bulunmuyor; ne var ki, insanın hayvanlar
aleminden geldiği bir kez kabul edildiğinde, bu geçişin gerçek­
leş_tiğinin kabul edilmesi kaçınılmazlaşır.
2. Orta Aşamc:ı. Beslenme için balıklardan (yengeçleri,
midyeleri ve başka su hayvanlarını da bunlar arasiıida sayıyo­
ruz) yararlanılmasıyla ve ateşin kullanılmisıyla başlar. Balıkla
beslenme ancak ateş aracılığıyla eksiksiz şekilde gerçekleşti­
rilebildiğinden, bu ikisi birbirini tamamlar. İnsanlar bu yeni
besinle iklimden ve yerellikten bağımsızlaştı; ırmakları ve kı­
yıları izleyerek, yabanıllık durumunda bile, yeryüzünün bü­
yük kısmına yayılabildiler. Tümüyle ya da büyük ölçüde Taş
Devri'nin (Paleolitik Çağ denen) erken dönemine ait olan,
kabaca işlenmiş, cilalanmamış taş aletler, tüm kıtalara yayıl­
mışlıklarıyla, bu göçlerin kanıtlarıdır. Hem yeni işgal edilen
bölgeler hem de kesintisiz bir şekilde etkin olan keşif dürtüsü,
sürtünme yoluyla ateş elde edilmesiyle bağlantılı bir şekilde,
yeni besin maddeleri sağladı; bunlar arasında, kızgın külde ya
da pişirme ocağında (toprak fırında) pişirilen nişastalı kökler
ve yumrular da vardı, ilk silahlar olan topuzun ve mızrağın
bulunmasıyla birlikte zaman zaman yemeklere eklenen av eti
de. Kitaplarda görüldükleri biçimiyle sadece avcılık yapan
halklar, yani sadece avcılıkla geçinen halklar hiçbir zaman var
32 1 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

olmadı; avcılığın verimi bunu sağlayamayacak kadar belir­


sizdir. Anlaşıldığı kadarıyla, yamyamlık, besin kaynaklarının
süreğen istikrarsızlığı nedeniyle bu aşamada ortaya çıktı ve
varlığını uzun bir süre boyunca korudu. Avustralyalılar ve çok
sayıda Polinezyalı bugün bile yabanıllığın bu orta aşamasında
bulunuyor.
3. Üst Aşama. Yay ile okun bulunmasıyla ve böylece av
etinin düzenli olarak tüketilen bir besin maddesi ve avcılığın
normal çalışma biçimlerinden biri haline gelmesiyle başlar.
Yay, kiriş ve ok, çok karmaşık bir alet oluşturur ve bunun icat
edilmesi, uzun, birikmiş deneyimlerin ve keskinleşmiş zihinsel
güçlerin varlığını, dolayısıyla bir yığın başka icadın da bilin -
mesini gerekli kılar. Yay ile oku bilmekle birlikte (Morgan'ın
barbarlığa geçişin başlangıcı kabul ettiği) çömlekçiliği bilme­
yen halklara bakarsak, gerçekten de, daha bu erken aşamada,
köylere yerleşmenin bazı yerlerde başladığını, geçim araçları
üretiminde belirli bir ustalık düzeyine ulaşıldığını görür, ahşap
kaplarla ve aletlerle, bitki iç kabuk lifleriyle yapılan (tezgahsız)
el dokumacılığıyla, bitki iç kabuk liflerinden ya da kamışlardan
örülmüş sepetlerle, cilalanmış (neolitik) taş aletlerle karşıla­
şırız. Ayrıca, çoğu örnekte, ateş ve taş balta, kütükten oyulan
kanoların ve yer yer de ev yapımında kullanılan kerestelerin
ve tahtaların ortaya çıkmasını sağlamıştı. Örneğin yay ile oku
bilen ama çömlekçiliği bilmeyen Kuzey Amerika yerlilerinde
tüm bu ilerlemeleri görürüz. Demir kılıç barbarlık için neydiy­
se, ateşli silahlar uygarlık için neydiyse, yay ile ok da yabanıllık
için oydu, yani belirleyici silahtı.

2. Barbarlık
1. Alt Aşama. Çömlekçilikle başlar. Çömlekçilik, gösterilebil­
diği kadarıyla pek çok örnekte ve muhtemelen her yerde, örül­
müş ya da ahşap kapların ateşe dayanıklı hale gelmeleri için kille
Tarih Öncesinin Kültür Aşamaları 1 33

kaplanmasıyla ortaya çıkmıştır; böylece, kısa bir süre içinde, bi­


çimlendirilmiş kilin, içindeki kap olmadan da aynı işi gördüğü
anlaşılmıştı.
Buraya kadar, gelişimin seyrini, belirli bir dönem için, ko­
numdan bağımsız bir şekilde tüm halklar için genel olarak ge­
çerli sayabiliyorduk.' Ama barbarlığın ortaya çıkışıyla birlikte,
yeryüzünün iki büyük kıtasının farklı doğal zenginliklerinin
kendilerini gösterdiği bir aşamaya ulaştık. Barbarlık döneminin
karakteristik özelliği, hayvanların evcilleştirilmesi ve yetiştiril­
mesi ile bitkilerin ekilip biçilmesidir. Doğu Kıtası, yani "Eski
Dünya': evcilleştirilebilir hayvanların neredeyse tümüne ve eki­
lebilir tahıl türlerinden biri dışındaki hepsine sahipti; Batı Kıta­
sı, yani Amerika, evcilleştirilebilir memeli hayvanlardan sade­
ce lamaya (o da yalnızca Güney Amerika'nın bir kısmında) ve
ekilebilir tahıllardan sadece birine, ama en iyisine, yani mısıra
sahipti. Bu farklı doğal koşullar nedeniyle, bu andan itibaren,
her bir yarımkürenin nüfusları kendi özel yollarını izler ve bu
iki örnekte, her bir aşamanın sınırlarındaki işaretler farklılaşır.
, 2. Orta Aşama. Doğu'da hayvanların evcilleştirilmesiyle,
Batı'da yenebilir bitkilerin sulama yoluyla ekilip biçilmesiyle ve
binalar için kerpiçlerin (güneşte kurutulan tuğlaların) ve taşla­
rın kullanılmasıyla başlar.
Batı'yla başlıyoruz, çünkü burada bu aşama Avrupalıların
fethine kadar hiçbir yerde aşılmadı.
Barbarlığın alt aşamasındaki Amerika yerlileri
(Mississippi'nin doğusunda bulunanların tümü bunlar arasın­
da yer alıyordu), daha keşfedildikleri dönemde, bahçelerinde
belirli bir ölçüde mısır ve belki aynı zamanda kabak, karpuz
ve başka bahçe ürünleri yetiştiriciliği yapıyordu ve bunlar yi­
yeceklerinin çok önemli bir kısmını oluşturuyordu; kazıklı çit­
lerle çevrili köylerdeki ahşap evlerde oturuyorlardı. Başta Co­
lumbia Nehri bölgesindekiler olmak üzere Kuzeybatı kabileleri
34 / Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

hala yabanıllığın üst aşamasında bulunuyor ve ne çömlekçiliği


ne de herhangi bir bitki yetiştiriciliği türünü biliyorlardı. Buna
karşılık, New Mexico'daki "Pueblo" yerlileri, Meksikalılar, Orta
Amerikalılar ve Perulular, fetih döneminde barbarlığın orta
aşamasında bulunuyordu; kerpiçten ya da taştan yapılma kale
benzeri evlerde oturuyor, yapay olarak sulanan ve başlıca besin
kaynaklarını sağlayan bahçelerde konuma ve iklime bağlı olarak
mısır ve başka besin bitkileri ekiyorlardı ve hatta bazı hayvanları
evcilleştirmişlerdi (Meksikalılar hindiyi ve başka kuşları, Peru­
lular lamayı). Ayrıca metalleri işlemeyi biliyorlardı; ama bunlar
arasında demir yoktu ve taş silahlar ile taş aletlerden vazgeçe­
memelerinin nedeni buydu. Ardından, İspanyol fethi her tür
bağımsız gelişme yolunu kesti.
Doğu'da barbarlığın orta aşaması süt ve et veren hayvanların
evcilleştirilmesiyle başladı; bitki ekimi ise, anlaşıldığı kadarıyla,
bu dönemin sonlarına kadar bilinmeyen bir şey olarak kalmış.
Yine anlaşıldığı kadarıyla, hayvanların evcilleştirilmesi ve yetiş­
tirilmesi ile büyük sürülerin oluşturulması, Aryenlerin ve Sami­
lerin, barbarların geri kalan kitlesinden ayrılmasına yol açmış.
Avrupalı ve Asyalı Aryenlerde hayvan isimleri hala aynıyken
ekilen bitkilerin neredeyse hiçbirinin ismi aynı değildir.
Sürülerin oluşturulması uygun yerlerde (Samiler için Fırat
ile Dicle'nin çayırlarında, Aryenler için Hindistan'ın, Ceyhun
ile Seyhun'un, Don ile Dinyeper'in çayırlarında) çoban yaşa­
mını ortaya çıkardı. Hayvanların evcilleştirilmesi ilk olarak bu
tür otlakların sınırlarında gerçekleştirilmiş olmalı. Dolayısıyla,
sonraki kuşakların gözünde, hayvancılık yapan halklar, insan­
lığın beşiği olmanın çok uzağındaki, tam tersine yabanıl atala­
rı ve hatta barbarlığın alt aşamasındaki insanlar için neredeyse
yaşanamaz olan alanlardan gelir. Diğer taraftan, orta aşamadaki
bu barbarlar, çoban yaşamına bir kez alıştıklarında, akarsulu
çayırlardan gönüllü bir şekilde atalarının kendilerini evlerin-
Tarih Öncesinin Kültür Aşamaları 1 35

de hissettikleri ormanlık bölgelere geri dönmeyi akıllarına bile


getiremezdi. Hatta, Samiler ve Aryenler, daha kuzeye ve daha
batıya göç etmek zorunda bırakıldıklarında, Batı Asya'nın ve
Avrupa'nın ormanlık alanlarına yerleşmeyi (tahıl ekimi yoluy­
la hayvanlarını bu daha az elverişli topraklarda besleyebilir ve
özellikle de kışı bu topraklarda geçirebilir duruma gelene kadar)
olanaksız bulmuştu. Çok büyük olasılıkla, tahıl ekimi burada ilk
olarak hayvanların yem gereksiniminden kaynaklandı ve insan­
ların beslenmesi açısından ancak daha sonra önem kazandı.
Aryenlerin ve Samilerin et ve süt zengini diyeti ve özellikle
de bunların çocukların gelişimi üzerindeki olumlu etkisi belki
de bu iki ırkın gelişimsel üstünlüğünün açıklamasıdır. Gerçek­
ten de, New Mexico'nun neredeyse sadece bitkilerle beslenen
Pueblo yerlileri, barbarlığın alt aşamasındaki daha fazla et ve
balık yiyen yerlilerinkine göre daha küçük bir beyne sahiptir.
Her durumda, yamyamlık bu aşamada giderek ortadan kalkar ve
varlığını sadece dinsel bir eylem olarak ya da burada neredeyse
aynı anlama gelmek üzere büyü olarak korur.
3. Üst Aşama. Demir cevherinin eritilmesiyle başlar, alfa­
beye dayalı yazının bulunması ve bunun yazınsal kayıtlar için
kullanılması aracılığıyla uygarlığa geçer. Söylenmiş olduğu gibi
yalnızca Doğu Yarımküresi'nde bağımsız bir şekilde katedilen
bu aşama, üretimdeki ilerlemeler açısından, önceki aşamaların
tümünün toplamından daha zengindir. Kahramanlar Çağı'nın
Yunanları, Romanın kurulmasının kısa bir süre öncesindeki
İtalik kabileleri, Tacitus'un Almanları ve Vikingler döneminin
Normanları bu aşamadadır.8
Burada, her şeyden önce, hayvanların çektiği saban demiri
karşımıza çıkar; saban demiri, büyük ölçekli tarımı, yani çiftçi-

8 ı884 baskısında "Tacitus'un Almanları ve Vikingler döneminin Normanla­


rı" yerine "ve Sezar'ın (ya da bizce daha iyisi Tacitus'un) Almanları" deniyor.
-Almanca ed.
36 1 Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

/iği ve dolayısıyla da geçim araçlarının o dönemin koşulları için


pratikte sınırsız bir şekilde çoğaltılmasını mümkün kılmıştı;
bununla bağlantılı olarak, ormanlar temizlenmiş ve tarım alan -
lan ile çayırlara dönüştürülmüştü; bu sonuncusu, demir balta
ve demir kürek öncesinde, büyük ölçekli bir şekilde yapılamaz­
dı. Tüm bunlar, hızlı nüfus artışına ve küçük alanlarda nüfus
yoğunlaşmasına da yol açtı. Çiftçilik öncesinde, yarım milyon
insanın tek bir merkezi yönetim altında bir araya gelmesiyle an­
cak çok istisnai koşullarda karşılaşılmış olmalı; büyük olasılıkla
böyle bir şey hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Barbarlığın üst aşamasının doruk noktası, Homeros'un şiir­
lerinde ve özellikle de İlyada'da karşımıza çıkar. Gelişmiş demir
aletler; körük; el değirmeni; çömlekçi tornası; sıvı yağ ve şarap
yapımı; el sanatına dönüşme yolundaki metal işlemeciliği; araba
ve savaş arabası; kirişlerle ve kalaslarla gemi yapımı; bir sanat
olarak mimarinin ilk örnekleri; kuleli ve mazgallı duvarlarla
çevrili kentler; Homeros'un destanları ve bütün bir mitoloji: Yu­
nanların barbarlıktan uygarlığa taşıdığı miras temel olarak bun­
lardan oluşur. Bunlarla, Sezar'ın ve hatta Tacitus'un (Homeros
dönemi Yunanlarının bir üstüne geçmeye hazırlandıkları kültür
aşamasında bulunan) Cermenler hakkındaki betimlemelerini
karşılaştırırsak, barbarlığın üst aşamasında üretimdeki gelişi­
min ne kadar zengin olduğunu görürüz.
Burada, Morgan'dan hareketle, insanlığın yabanıllık ve bar­
barlık üzerinden uygarlığın başlarına evrimi hakkında kabaca
çizdiğim resim bile, yeni ve daha önemlisi dolaysız olarak üre­
timden alındıkları için su götürmez olan çizgiler bakımından
yeterince zengin. Yine de, yolculuğumuzun sonunda açığa çıka­
cak olan resimle karşılaştırıldığında, soluk ve yetersiz görüne­
cektir; barbarlıktan uygarlığa geçişi ve bu ikisi arasındaki çarpıcı
karşıtlığı eksiksiz bir şekilde aydınlatmak ancak yolculuğumu­
zun sonunda mümkün olacak. Şimdilik, Morgan'ın bölümlen-
Tarih Öncesinin Kültür Aşamaları 1 37

dirmesini şu şekilde genelleştirebiliriz: Yabanıllık: Hazır doğa


ürünlerine el koymanın ağırlık taşıdığı dönem; insanların sanat
ürünleri ağırlıklı olarak bu el koyma işleminin yardımcı aletle­
ridir. Barbarlık: Hayvancılığın ve tarımın başladığı, doğa ürün­
lerinin üretimini insan etkinlikleri aracılığıyla artırma yöntem­
lerinin öğrenildiği dönem. Uygarlık: Doğa ürünlerini daha fazla
işlemeyi öğrenme, gerçek anlamıyla sanayi ve sanat dönemi.
il

AİLE

Yaşamının büyük bölümünü bugün hala New York eyale­


tinde yaşamakta olan İrokualar arasında geçirmiş ve bunların
kabilelerinden biri (Senekalar) tarafından üyeliğe kabul edilmiş
olan Morgan, İrokualarda, onların gerçek aile ilişkileriyle çelişen
bir akrabalık sisteminin bulunduğunu saptamıştı. İrokualarda,
Morgan'ın "eşleşme ailesi"9 dediği, her iki tarafça kolaylıkla son­
landırılabilen bir tek eşli evlilik hüküm sürüyordu. Dolayısıyla,
böyle bir evli çiftin alt soyu herkesçe biliniyor ve kabul edili­
yordu; baba, ana, oğul, kız, erkek kardeş, kız kardeş terimleri­
nin kimler için kullanılması gerektiği konusunda hiçbir kuşku
olamazdı. Ama söz konusu terimlerin gerçeklikteki kullanımı
bununla çelişir. İrokua erkeği, sadece kendi çocuklarını değil,
erkek kardeşlerinin çocuklarını da kendi oğulları ve kızları ola­
rak anar; söz konusu çocuklar da ona baba der. Buna karşılık kız
kardeşlerinin çocuklarını erkek yeğenleri ve kız yeğenleri olarak
anar; söz konusu çocuklar da ona dayı der. Tersine, İrokua kadı­
nı, kendi çocuklarının yanında kız kardeşlerinin çocuklarını da
kendi oğulları ve kızları olarak anar; söz konusu çocuklar da ona
anne der. Buna karşılık erkek kardeşlerinin çocuklarını erkek
yeğenleri ve kız yeğenleri olarak anar ve onların halasıdır. Aynı
şekilde erkek kardeşlerin çocukları kendi aralarında birbirlerine

9 "Paarungsfamilie" (Engels), "pairingfamily" (Morgan). -çev.


Aile 1 39

birader ve hemşire der ve kız kardeşlerin çocukları da aynısını


yapar. Buna karşılık bir kadının çocukları ile onun erkek kar­
deşinin çocukları birbirlerini karşılıklı olarak kuzenler ve ku-
zinler olarak anar. Ve bunlar sadece boş isimler değil, yakınlık
ve uzaklık, kandaşlık derecesi eşitliği ve eşitsizliği hakkındaki
fiilen geçerli olan görüşlerin ifadeleridir; ve bu görüşler, tek bir
bireyin yüzlerce farklı akrabalık ilişkisini ifade edebilen, eksik­
siz şekilde geliştirilmiş bir akrabalık sisteminin temeli olarak iş
görür. Dahası var. Bu sistem, tüm Amerika yerlilerinde tam ola­
rak yürürlükte olmanın ötesinde (bugüne kadar hiçbir istisna
bulunmadı), Hindistan'ın ilk yerlilerinde, Deccan'daki Dravid
kabilelerinde ve Hindistan'daki Gaura kabilelerinde de neredey­
se değişmemiş bir şekilde geçerlidir. Güney Hindistan'daki Ta­
miller ile New York eyaletindeki Seneka İrokuaların akrabalık
terimleri bugün bile iki yüzden fazla akrabalık ilişkisi için örtü­
şür. Ve tüm Amerika yerlileri arasında olduğu gibi bu Hindistan
kabilelerinde de, yürürlükteki aile biçiminden kaynaklanan ak­
rabalık ilişkileri, akrabalık sistemiyle çelişir.
Peki bu nasıl açıklanabilir? Akrabalığın tüm yabanıl ve bar­
bar halkların toplum düzenlerinde oynadığı belirleyici rol göz
önünde bulundurulduğunda, bu kadar yaygın olan bu sistemin
önemi, sadece deyimlerin söz konusu olduğu iddia edilerek ge­
çiştirilemez. Amerika'da genel olarak geçerlilik taşıyan, Asya'da
çok farklı bir ırkın halklarında da var olan, az ya da çok değişmiş
biçimleriyle Afrika'nın ve Avustralya'nın her yanında yığınla ör­
nekleriyle karşılaşılan bir sistemin (örneğin McLennan'ın yap­
maya çalıştığı gibi geçiştirilmesi değil) tarihsel olarak açıklan­
ması gerekir. Baba, çocuk, birader, hemşire terimleri, salt saygı
ifade eden unvanlar değildir; aksine, fazlasıyla belirli, çok ciddi
karşılıklı yükümlülükleri beraberlerinde getirirler ve bunların
toplamı da söz konusu halkların toplum düzenlerinin vazge­
çilmez bir parçasını oluşturur. Ve açıklama bulundu. Sandviç
40 / Ailenin, Ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

Adaları'nda (Havai), bu yüzyılın ilk yarısı gibi geç bir dönemde


bile, tam da Amerikan ve eski Hint akrabalık sisteminin talep
ettiği babaları ve anaları, erkek ve kız kardeşleri, oğulları ve kız­
ları, dayıları ve halaları, kuzenleri ve kuzinleri sunan bir aile bi­
çimi vardı. Ama tuhaf bir şey var! Havai'de geçerli olan akrabalık
sistemi de orada gerçekten var olan aile biçimiyle uyuşmuyor­
du. Çünkü orada, tüm kardeş çocukları, istisnasız bir şekilde,
biraderler ve hemşirelerdir ve sadece kendi annelerinin ve onun
kız kardeşlerinin ya da kendi babalarının ve onun erkek kardeş­
lerinin değil, ayrımsız olarak ebeveynlerinin tüm kardeşlerinin
ortak çocukları sayılırlar. Dolayısıyla, Amerikan akrabalık sis­
temi, Amerikaöa artık bulunmayan, Havai'de gerçekten de hala
karşımıza çıkan daha ilkel bir aile biçiminin varlığını gerekli kı­
lıyorsa, Havai'deki akrabalık sistemi de, bize, var olduğunu artık
hiçbir yerde kanıtlayamayacak olsak bile, daha da eski bir aile
biçiminin var olmuş olmak zorunda olduğunu gösterir, çünkü
aksi durumda söz konusu aile biçimine karşılık gelen akrabalık
sistemi ortaya çıkamazdı.
''.Aile", der Morgan, "etkin unsurdur; hiçbir zaman durağan
değildir; aksine, toplumun daha alt bir aşamadan daha üst
bir aşamaya doğru gelişmesi ölçüsünde daha alt bir biçimden
daha üst bir biçime ilerler. Buna karşılık, akrabalık sistemleri
edilgendir; ailenin zamanın akışı içindeki ilerlemelerini uzun
aralıklarla kaydederler ve sadece aile radikal bir şekilde değiş­
tiğinde radikal bir değişime uğrarlar:•ıo

"Ve'', diye ekler Marx, "siyasal, hukuki, dinsel, felsefi sistemler


için de genel olarak aynısı geçerlidir:' Aile varlığını sürdürürken
akrabalık sistemi kemikleşir ve bu sistem alışkanlıklara dayalı
olarak varlığını sürdürürken aile onu aşar. Cuvier, bir hayvan
iskeletinin Paris'te bulunan kese kemiklerinden, bunların bir ke-

10 Morgan, Ancient Society, London 1877, s. 435. -Almanca ed.


Aile l 41
seli hayvana ait olduğu ve nesli tükenmiş keseli hayvanların bir
zamanlar orada yaşadığı sonucuna kendinden emin bir şekilde
varırdı; biz de kendimize aynı derecede güvenerek, tarihsel ola -
rak devralınmış bir akrabalık sisteminden, buna karşılık gelen
nesli tükenmiş bir aile biçiminin geçmişte var olmuş olduğu so­
nucuna varabiliriz.
Biraz önce anılan akrabalık sistemleri ve aile biçimleri, bu­
gün egemen olanlarından, her çocuğun çok sayıda babasının
ve anasının bulunmasıyla ayrılır. Havai ailesinin karşılık gel­
diği Amerikan akrabalık sisteminde, erkek kardeş ve kız kar­
deş, aynı çocuğun babası ve anası olamaz; buna karşılık, Havai
akrabalık sistemi, bunun bir kural olduğu bir ailenin varlığını
gerekli kılar. Burada, bugüne kadar geçerli kabul edilegelen aile
biçimlerinin hepsiyle doğrudan doğruya çelişen bir dizi aile bi­
çimiyle karşı karşıya kalıyoruz. Geleneksel anlayış sadece tek
eşli evliliği ve onun yanında bir erkeğin çok kanlılığını ve ge­
rekirse bir kadının çok kocalılığını tanır; bunu yaparken, resmi
toplumun dayattığı bu sınırların pratik tarafından üstü kapalı
bir şekilde ama hiç de utanıp sıkılmadan aşılması olgusunu, ah­
lak dersi veren dar kafalının işine gelecek şekilde örtbas eder.
Buna karşılık, tarih öncesinin incelenmesi, erkeklerin çok karılı
bir şekilde ve karılarının da eş zamanlı olarak çok kocalı bir
şekilde yaşadığı ve bu nedenle ortak çocukların da hepsine ait
sayıldığı durumları önümüze koyar; bu durumların kendileri
de, sonunda tek eşli evliliğin içinde eriyene kadar, çok sayıda
değişim geçirir. Bunlar öyle değişimlerdir ki, ortak evlilik bağı­
nın bir arada tuttuğu ve başlangıçta çok geniş olan insan çem­
beri giderek daralmış ve sonunda bugün baskın olan tek çiftten
başka hiçbir şey içermez olmuştur.
Morgan, aile tarihini bu şekilde geriye doğru kurarak, mes­
lektaşlarının çoğunluğuyla görüş birliği içinde, bir kabilede,
her kadının her erkeğe ve her erkeğin her kadına aynı ölçüde
42 1 Ailenin, ôzel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

ait olmasına yol açan sınırlamasız cinsel ilişkilerin hüküm sür­


düğü bir başlangıç durumuna ulaşır.1 1 Bu tür bir başlangıç du­
rumu hakkında daha geçtiğimiz yüzyıldan beri konuşulmuştu,
ama sadece genel ifadelerle; onu ciddiye alıp tarihsel ve din­
sel geleneklerde söz konusu durumun izlerini arayan ilk kişi
Bachofen'di (ve bunu yapması onun büyük başarılarından bi­
riydi). Bugün, onun bulduğu izlerin, kuralsız cinsel ilişkilerin
hüküm sürdüğü bir toplumsal aşamaya kesinlikle götürmedi­
ğini, aksine çok daha ileri tarihli bir biçim olan grup evliliğine
götürdüğünü biliyoruz. Söz konusu ilkel toplumsal aşama, eğer
gerçekten var olduysa, o kadar uzak geçmişteki bir çağa aittir
ki, toplumsal fosillerde, yani geri kalmış yabanıllarda, onun
geçmişteki varlığının dolaysız kanıtlarını bulmayı kolay kolay
umamayız. Bachofen'in başarısı da, bu soruyu araştırmaların
ön planına çıkarmış olmasıdır.*
İnsanlığın cinsel yaşamının bu başlangıç aşamasının var­
lığını yadsımak şimdilerde moda oldu. İnsanlığı bu "ayıp"tan
kurtarmak isteniyor. Bunun için de, hiçbir dolaysız kanıtın bu­
lunmadığına işaret etmenin dışında, özellikle geri kalan hay­
van dünyası örneğine başvuruluyor; Letourneau (L'evolution

Bachofen, keşfetmiş ya da daha doğrusu tahmin etmiş olduğu şeyi ne kadar az


anladığını, bu başlangıç durumunu hetaerizm diye adlandırarak kanıtlar. Yunan­
lar bu sözcüğü kullanmaya başladığında, hetaerizm, evlenmemiş ya da tek eşli
evlilik içinde yaşayan erkeklerin evlenmemiş kadınlarla ilişkisini anlatıyordu; bu
terim, her zaman, söz konusu ilişkiyi içinde barındırmayan belirli bir evlilik bi­
çiminin varlığını şart koşar ve, en azından bir olasılık olarak, fuhşu da içine alır.
Sözcük hiçbir zaman başka bir anlamda kullanılmadı ve Morgan'la birlikte ben
de onu bu anlamıyla kullanıyorum. Erkek ile kadın arasındaki tarihsel ilişkilerin
kaynağında insanların gerçek yaşam koşullarının değil ilgili dönemlerin dinsel
düşüncelerinin bulunduğunu sanması, Bachofen'in fazlasıyla önemli keşiflerini
her yerde inanılmaz derecede gizemlileştirir.

1 1 Engels, buradan "l. Kandaşlığa Dayalı Aile . ." paragrafına (s. 48) kadarki metni
.

1891 baskısına eklemiştir. 1884 baskısında bu bölüm şöyleydi: "Bu başlangıç du­
rumunun keşfi Bachofen'in birinci büyük başarısıdır. Bu başlangıç durumundan,
herhalde çok erken bir dönemde, şunlar Çıkmıştı:" -Almanca ed.
Aile j 43

du mariage et de la famille {Evliliğin ve Ailenin Evrimi}, 1 888),


bu dünyadan topladığı çok sayıda olguya dayanarak, tümüyle
kuralsız bir cinsel ilişkinin burada da daha alt bir aşamaya ait
olduğunu iddia ediyor. Ama bütün bu olgulardan benim çıka­
rabildiğim tek sonuç, bunların, insanlar ve onların tarih önce­
sindeki yaşam koşulları hakkında kesinlikle hiçbir şeyi kanıt­
lamadığı. Omurgalı hayvanlardaki daha uzun süreli eşleşmeler,
fizyolojik nedenlerle (örneğin kuşlarda dişinin kuluçkaya yat­
ma dönemindeki yardıma muhtaçlığıyla) yeterince açıklanabi­
liyor; kuşlarda karşılaşılan sadık tek eşlilik örnekleri insanlar
için hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü onlar kuşlardan gelmedi. Ve
eğer katı tek eşlilik her tür erdemin doruğuysa, birincilik ödü­
lünü, 50-200 proglottidinde ya da vücut parçasında eksiksiz bi­
rer dişi ve erkek cinsel aygıtı bulunan ve tüm yaşamını bu par­
çaların her birinde kendi kendisini döllemekle geçiren tenyaya
vermek gerekir. Ama kendimizi memelilerle sınırlandırırsak,
cinsel yaşamın tüm biçimlerini buluruz: Kuralsızlık, grup evli­
liğinin, çok karılılığın ve tek eşli evliliğin benzerleri. Eksik olan
tek biçim çok kocalılıktır; bunu sadece insanlar başarabildi.
En yakın akrabalarımız olan dört ellilerdeı2 bile, erkek-kadın
gruplaşmasının olası tüm çeşitleriyle karşılaşılır; ve kendimize
daha da dar sınırlar çizer ve dört insansı maymun üzerinde du­
rursak, Letourneau'nun bize söyleyebildiği tek şey, kah tek eşli
kah çok eşli olduklarıdır; Giraud-Teulon'un alıntı yaptığı Saus­
sure ise tek eşli olduklarını iddia eder. ı3 Westermarck'ın (The
History of Human Marriage {İnsan Evliliğinin Tarihi}, 1 8 9 1 )
insansı hayvanlardaki tek eşlilik hakkındaki daha yeni savla­
rı da kanıt olmanın çok uzağında. Kısacası, haberler, dürüst
Letourneau'nun şunu itiraf etmesine yol açacak cinsten:

12 Vierhi:inder (quadrumana): İnsan olmayan primatlar. -çev.


13 Giraud-Teulon, Saussure'ün bu açıklamasını kitabında alıntılıyor: Les origines du
mariage et de la famille, Cenevre ve Paris 1 884, s. XV. -Almanca ed.
44 1 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

"Bunun dışında, memelilerde, zihinsel gelişim derecesi


ile cinsel ilişkinin biçimi arasında kesinlikle hiçbir katı ilişki
bulunmuyor:'14

Espinas ise açıkça şöyle söylüyor (Des societes animales {Hay­


van Toplulukları}, 1877):
"Hayvanlarda gözleyebildiğimiz en üst toplumsal grup, sü­
rüdür. Ailelerden oluşmuş gibi görünür, ama aile ile sürü daha
en baştan çatışma halindedir, bu ikisi ters orantılı bir şekilde
gelişir:· ıs

Yukarıdakilerin bile gösterdiği üzere, insansı maymunların


aileleri ve diğer sosyal grupları hakkındaki kesin bilgilerimiz
yok denecek kadar az; mevcut bilgiler birbirleriyle doğrudan
doğruya çelişiyor. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Yabanıl insan
kabileleri hakkındaki bilgilerimiz bile fazlasıyla çelişkili, eleşti­
rel incelemeye ve elemeye fazlasıyla muhtaç; oysa maymun top­
luluklarını gözlemlemek insan topluluklarını gözlemlemekten
çok daha zor. Şimdilik, hiçbir şekilde güvenilir olmayan bu tür
bilgilerden çıkarılacak her sonucu reddetmek zorundayız.
Buna karşılık, Espinas'ın yukarıda aktarılan önermesi bize
daha iyi bir başlangıç noktası sunuyor. Daha gelişkin hayvanlar­
da, sürü ile aile, birbirlerinin tamamlayıcıları değil karşıtlarıdır.
Espinas, erkeklerin kızgınlık dönemindeki kıskançlıklarının her
sosyal sürüyü nasıl gevşettiğini ya da bir süreliğine dağıttığını
çok hoş bir şekilde anlatır.
''.Ailenin sıkı sıkıya dışa kapalı olduğu yerlerde sürü oluşumu
istisnai bir durumdur. Buna karşılık, serbest cinsel ilişkilerin
ya da çok eşliliğin hüküm sürdüğü yerlerde sürü neredeyse
kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkar Bir sürünün ortaya

14 Letourneau, L'evolution du mariage et de lafamille, Paris 1888, s. 41. -Almanca ed.


15 Giraud-Teulon, Les origines du mariage et de lafamille, Cenevre ve Paris 1 884, s.
518. -Almanca ed.
Aile [ 45

çıkabilmesi için, aile bağlarının gevşemiş ve bireyin yeniden


özgürleşmiş olması gerekir. Kuşlarda örgütlü sürülerle bu ka­
dar nadiren karşılaşmamızın nedeni budur Buna karşılık,
tam da bireyin ailenin içinde erimemesi nedeniyle, memeli
hayvanlarda bir ölçüde örgütlü topluluklarla karşılaşırız
Bu nedenle, sürünün ilk ortaya çıktığı dönemde, sürü duy­
gudaşlığının, aile duygudaşlığından daha büyük bir düşmanı
olamaz. Şunu dile getirmekten çekinmeyelim: Eğer aileden
daha yüksek bir toplum biçimi geliştiyse, bu, ancak, söz konu­
su toplum biçiminin, köklü bir değişim geçirmiş aileleri içine
alması yoluyla gerçekleşmiş olabilir; bu sonuncusu da, söz ko­
nusu ailelerin, tam da bu nedenle, daha sonra, kendilerini çok
daha elverişli koşullar altında yeniden kurabilmiş olmalarıyla
çelişmez:' (Espinas, a.g.y., aktaran: Giraud-Teulon, Origines du
mariage et de la famille, 1884, s. 5 18-520.)

Böylece, hayvan topluluklarının, insan toplulukları hakkın­


daki çıkarsamalar için gerçekten de belirli bir değer taşıdığı,
ama bunun yalnızca negatif bir değer olduğu görülüyor. Daha
gelişkin omurgalılarda, bildiğimiz kadarıyla, sadece iki aile bi­
çimi var: çok karılılık ya da teke tek eşleşme; ikisinde de sade­
ce bir yetişkin erkeğe, sadece bir kocaya izin var. Ailenin hem
bağı hem de sınırı olan erkek kıskançlığı, hayvan ailesini sürüyle
karşıtlık içine sokar; daha yüksek sosyal biçim olan sürü, bazı
yerlerde olanaksız kılınır, bazı yerlerde gevşetilir ya da kızgınlık
dönemi sırasında dağıtılır; en iyi durumda, erkeğin kıskançlı­
ğı, sürünün gelişimini sürdürmesine engel olur. Bu bile, kendi
başına, hayvan ailesi ile tarih öncesindeki insan toplumunun
bağdaşmaz şeyler olduklarını, tarih öncesinin hayvan olma aşa­
masını geride bırakmakta olan insanlarının ya tümüyle ailesiz
olduklarını ya da olsa olsa hayvanlarda görülmeyen bir aileye
sahip olduklarını kanıtlamaya yeter. Oluş halindeki insan gibi
fazlasıyla silahsız bir hayvan, küçük sayılarla, en yüksek sosyal
biçimi teke tek eşleşme ola n yalıtılmışlık koşullarında da hayat-
Another random document with
no related content on Scribd:
ampui kuitenkin hiukan ohi maalin, ja tätä osasi puolustaja
oivallisesti käyttää hyväkseen. Vastatessaan Grušenjkaa koskeviin
kysymyksiin Rakitin, innostuneena menestyksestään, jonka hän
tietysti jo itse oli huomannut, ja siitä korkeasta ylevyydestä, johon
hänen oli onnistunut kohota, katsoi voivansa lausua Agrafena
Aleksandrovnasta hieman halveksivasti, että tämä oli »kauppias
Samsonovin jalkavaimo». Hän olisi myöhemmin ollut valmis
maksamaan paljon siitä, että tuo sana olisi jäänyt sanomatta, sillä
siitäpä hänet Fetjukovitš heti saikin kiinni. Ja tämä kaikki johtui vain
siitä, että Rakitin ei ollut ensinkään ottanut huomioon, että
Fetjukovitš oli voinut niin lyhyessä ajassa tutustua juttuun niin tarkoin
kaikkein yksityisluontoisimpiakin pikku seikkoja myöten.

— Sallikaa minun kysyä, — alkoi puolustaja hymyillen mitä


ystävällisimmin, jopa kunnioittavastikin, kun oli tullut hänen vuoronsa
tehdä kysymyksiä, — te olette tietysti sama herra Rakitin, jonka
kirjoittaman, hiippakunnan hallituksen julkaiseman kirjasen Herrassa
nukkuneen luostarinvanhimman, isä Zosiman elämä, joka on täynnä
syviä ja uskonnollisia ajatuksia ja jossa on oivallinen ja hurskas
omistus korkea-arvoiselle piispalle, minä äskettäin olen niin suurella
nautinnolla lukenut.

— Minä en kirjoittanut painettavaksi… se on painettu myöhemmin,


— mutisi Rakitin, ikäänkuin häntä jokin olisi ällistyttänyt, ja miltei
häveten.

— Oi, se on oivallista! Sellainen ajattelija kuin te voi ja hänen


täytyykin suhtautua sangen suurpiirteisesti jokaiseen
yhteiskunnalliseen ilmiöön. Korkea-arvoisen piispan suojeluksella on
teidän perin hyödyllinen kirjasenne levinnyt ja tuottanut suhteellisesti
paljon hyötyä… Mutta mieleni tekisi ensi sijassa udella teiltä
seuraavaa: te mainitsitte äsken juuri, että olette ollut rouva Svetlovin
läheinen tuttava? (Nota bene: Grušenjkan sukunimi oli Svetlov. Sen
minä sain ensimmäisen kerran tietää vasta tuona päivänä, jutun
käsittelyn aikana.)

— Minä en voi vastata kaikista tuttavuuksistani… Minä olen nuori


mies… ja kukapa voi vastata kaikista niistä, jotka sattuu
kohtaamaan, — kivahti Rakitin.

— Minä ymmärrän, ymmärrän varsin hyvin! — huudahti


Fetjukovitš, aivan kuin olisi itsekin ollut nolo ja ikäänkuin rientäen
nopeasti pyytämään anteeksi. — Te kuten jokainen muukin saatoitte
vuorostanne pitää mielenkiintoisena tutustumista nuoreen ja
kauniiseen naiseen, joka mielellään otti luonansa vastaan täkäläistä
kukkeinta nuorisoa, mutta… tahdoin vain saada tietää: tehän
tiedätte, että rouva Svetlov noin pari kuukautta sitten suuresti halusi
tutustua nuorimpaan Karamazoviin, Aleksei Fjodorovitšiin, ja vain
siitä, että te toisitte tämän hänen luokseen ja nimenomaan hänen
silloisessa luostariveljen puvussaan, hän lupasi antaa teille
kaksikymmentäviisi ruplaa heti, kun tuotte hänet sinne. Tämä, kuten
tiedetään, tapahtuikin juuri sen päivän iltana, joka päättyi
traagilliseen katastrofiin, siihen, joka on antanut aiheen tähän
oikeusjuttuun. Te veitte Aleksei Karamazovin rouva Svetlovin luo —
ja saitteko te silloin nuo kaksikymmentäviisi ruplaa palkkiota rouva
Svetlovilta, kas, senpä haluaisin nyt saada kuulla teiltä?

— Se oli pilaa… Minä en näe, miksi tämä saattaa olla teistä


mielenkiintoista. Minä otin piloillani… antaakseni myöhemmin
takaisin…

— Siis otitte. Mutta ettehän te vieläkään ole antanut takaisin… vai


oletteko?
— Se on jonninjoutavaa… — mutisi Rakitin, — minä en voi
vastata sellaisiin kysymyksiin. Tietysti minä annan takaisin.

Puheenjohtaja sekaantui asiaan, mutta puolustaja ilmoitti, ettei


hänellä enää ollut mitään kysyttävää herra Rakitinilta. Herra Rakitin
poistui näyttämöltä hieman nolattuna. Hänen ylevähenkisen
puheensa vaikutus oli tehty tyhjäksi, ja Fetjukovitš seuratessaan
häntä silmillään näytti ikäänkuin osoittavan häntä yleisölle ja
sanovan: »Tuollaisia ovat teidän jalot syyttäjänne!» Muistan, ettei
tämäkään mennyt ilman pientä Mitjan aiheuttamaa välikohtausta:
raivostuneena siitä äänensävystä, jolla Rakitin puhui Grušenjkasta,
hän yhtäkkiä huudahti paikaltaan: »Bernard!» Kun sitten
puheenjohtaja, sen jälkeen kuin Rakitinin kuulustelu oli päättynyt,
kääntyi syytetyn puoleen kysyen, eikö tämä halua huomauttaa
jotakin omasta puolestaan, niin Mitja huudahti raikuvalla äänellä:

— Hän on ottanut minulta, kun jo olin syytteessä, rahoja lainaksi!


Hän on halveksittava Bernard ja onnenonkija eikä usko Jumalaan,
vaan on vetänyt nenästä piispaa!

Mitjaa tietysti taaskin huomautettiin sopimattomasta puhetavasta,


mutta herra Rakitin oli lopullisesti nujerrettu. Ei myöskään alikapteeni
Snegirevin todistuksella ollut menestystä, vaikka aivan toisenlaisesta
syystä. Hän esiintyi aivan repaleisena, likaisessa puvussa ja
likaisissa saappaissa ja kaikista varokeinoista sekä edellä käyneistä
»asianymmärtäjän lausunnoista» huolimatta aivan humalassa. Kun
häneltä kysyttiin sitä pahoinpitelyä koskevia seikkoja, jonka alaiseksi
hän oli joutunut Mitjan puolelta, niin hän yhtäkkiä kieltäytyi
vastaamasta.

— Jumala heidän kanssaan. Iljušetška kielsi. Minulle palkitsee


Jumala siellä.
— Kuka teitä kielsi puhumasta? Kenestä te puhutte?

— Iljušetška, pikku poikani: »Isäkulta, isäkulta, kuinka hän sinua


häpäisi!» Sen hän sanoi kiven luona. Nyt hän kuolee…

Alikapteeni alkoi yhtäkkiä ääneensä itkeä ja heittäytyi pitkäkseen


puheenjohtajan jalkojen juureen. Hänet vietiin nopeasti pois yleisön
nauraessa. Prokuraattorin valmistelemaa vaikutusta ei ollenkaan
syntynyt.

Mutta puolustaja käytti edelleen kaikkia keinoja ja pani yhä


enemmän ihmettelemään sitä, että hän oli perehtynyt asiaan
kaikkein pienimpiäkin yksityiskohtia myöten. Niinpä esimerkiksi
Trifon Borisovitšin todistus teki erittäin voimakkaan vaikutuksen ja oli
tietysti sangen epäsuotuisa Mitjalle. Hän laski tarkalleen, miltei
sormillaan, että ensimmäisellä käynnillään Mokrojessa kuukausi
ennen katastrofia Mitja ei ollut voinut mitenkään tuhlata vähempää
kuin kolmetuhatta tai »korkeintaan hivenen vähemmän». Miten
paljon menikään yksistään noille mustalaistytöille! Ja meikäläisille,
meikäläisille täisille moukille he eivät ainoastaan »paiskelleet
puoliruplasia pitkin katua», vaan lahjoittelivat vähintään
viidenkolmatta ruplan seteleitä, pienempiä eivät antaneet. Ja miten
paljon heiltä suorastaan varastettiinkaan! Ken varasti, se ei
tietenkään, jättänyt puumerkkiään, ei semmoista saa kiinni, varasta
nimittäin, kun he itse paiskelevat rahoja turhaan menemään! Meidän
rahvashan on rosvojoukkoa, ei niillä ole tuntoa. Entä tytöille, miten
paljon menikään meidän maalaistytöille! Meillä ovat sen jälkeen
rikastuneet, semmoista se on, kun taas aikaisemmin oli pelkkää
köyhyyttä. Sanalla sanoen, hän muisti jokaisen menon, teki kaikesta
tarkan tilin… Näin ollen se otaksuma, että muka oli tuhlattu
ainoastaan puolitoista tuhatta ja loput pantu kaulassa olevaan
pussiin, kävi mahdottomaksi. »Näin itse, heidän käsissään näin
kolmetuhatta yhtä selvästi kuin näkee kopeekan, omin silmin
katselin, mekö emme osaisi rahaa laskea!» huudahteli Trifon
Borisovitš koettaen kaikin voimin olla mieliksi »esivallalle». Mutta kun
tuli puolustajan vuoro kysellä, niin tämä ei juuri koettanutkaan
osoittaa todistusta vääräksi, vaan alkoi yht'äkkiä puhua siitä, että
kyytimies Timofei ja toinen talonpoika Akim olivat Mokrojessa tuon
ensimmäisen, kuukausi ennen vangitsemista tapahtuneen juomingin
aikana löytäneet eteisen lattialta sata ruplaa, jotka Mitja
juovuspäissään oli pudottanut, ja antaneet ne Trifon Borisovitšille, ja
tämä oli antanut heille siitä ruplan mieheen. »No, annoitteko te silloin
nuo sata ruplaa takaisin herra Karamazoville vai ettekö?» Vaikka
Trifon Borisovitš kiemurtelikin, niin hän kuitenkin, sitten kun
mainittuja miehiä oli kuulusteltu, myönsi kertomuksen sadan ruplan
löytämisestä todeksi ja lisäsi vain, että hän oli silloin rehellisesti
antanut kaikki takaisin Dmitri Fjodorovitšille ja palauttanut
»omantunnon mukaisesti, mutta kun he itse silloin olivat aivan
päissään, niin he tuskin voivat sitä muistaa». Koska hän joka
tapauksessa, ennenkuin talonpojat oli tuotu todistamaan, oli kieltänyt
koko jutun sadan ruplan löytämisestä, niin koko hänen
todistuksensa, että hän oli antanut rahat takaisin juopuneelle Mitjalle,
luonnollisesti tuntui hyvin vähän uskottavalta. Näin taaskin yksi
prokuraattorin hankkimista kaikkein vaarallisimmista todistajista
joutui epäluulojen alaiseksi ja oli saanut maineeseensa pahan
tahran. Samoin kävi puolalaisillekin: nämä tulivat esille ylpeinä ja
riippumattomina. Kovalla äänellä he todistivat, että ensiksikin
kumpikin heistä »palveli kruunua» ja että »pan Mitja» oli tarjonnut
heille kolmetuhatta ostaakseen heidän kunniansa ja että he itse
olivat nähneet hänen käsittelevän suuria rahoja. Herra Mussjalovitš
sekoitti hirveän paljon puolalaisia sanoja lauseisiinsa ja nähdessään
sen vain kohottavan hänen arvoaan puheenjohtajan ja prokuraattorin
silmissä hän pöyhistyi lopullisesti ja alkoi puhua kokonaan
puolankieltä. Mutta Fetjukovitš sai kiedotuksi heidätkin verkkoihinsa:
niin paljon kuin taas uudestaan kuultavaksi kutsuttu Trifon Borisovitš
kiemurtelikin, niin hänen sittenkin oli pakko tunnustaa, että herra
Vrublevski oli vaihtanut häneltä saadun korttipakan toiseen ja että
herra Mussjalovitš pankkia pitäessään oli puikeltanut päällimmäisen
kortin. Tämän vahvisti todeksi Kalganov, kun hänen vuoronsa oli
todistaa, ja molemmat puolalaisherrat poistuivat häväistyinä yleisön
nauraessa.

Sen jälkeen kävi aivan samoin melkein kaikille vaarallisemmille


todistajille. Jokaisen heistä Fetjukovitš osasi siveellisesti mustata, ja
he saivat jollakin tavoin pitkän nenän. Asianharrastajat ja lakimiehet
vain nauttivat tästä, mutta eivät sentään oikein ymmärtäneet, mitä
suuria ja lopullisia seurauksia tästä kaikesta oikeastaan saattoi olla,
sillä, toistan sen, kaikki tunsivat, että syyte oli kumoamaton, ja tämä
mahdottomuus saada se torjutuksi kasvoi yhä ja sai yhä
traagillisemman luonteen. Mutta »suuren taikurin» varmuudesta he
näkivät, että hän oli levollinen, ja he odottivat: eihän ollut suotta tullut
Pietarista »sellainen mies», eihän hän ollut niitä miehiä, että palaisi
tyhjin toimin takaisin.

3.

Lääketieteellinen asianymmärtäjäin lausunto ja naula pähkinöitä

Lääketieteellinen asiantuntijain lausunto ei myöskään ollut kovin


edullinen syytetylle. Eikä itse Fetjukovitškaan näyttänyt siitä suuria
toivovan, kuten myöhemmin selvisikin. Se oli alunperin syntynyt
ainoastaan Katerina Ivanovnan vaatimuksesta, tämä kun oli
vartavasten tilannut kuuluisan tohtorin Moskovasta. Puolustuksella ei
tietysti ollut mitään menetettävää tämän kautta, ja parhaassa
tapauksessa se saattoi siitä jotakin voittaakin. Muuten asia sai
hieman koomillisenkin luonteen siitä syystä, että lääkärit olivat
jossakin määrin erimielisiä. Asiantuntijoina olivat — kuuluisa
moskovalainen tohtori, meidän tohtorimme Herzenstube ja nuori
lääkäri Varvinskij. Viimeksimainitut kaksi esiintyivät myös
prokuraattorin kutsumina tavallisina todistajina. Ensimmäisenä
kuulusteltiin asianymmärtäjän ominaisuudessa tohtori Herzenstubea.
Hän oli seitsemänkymmenen vuoden ikäinen ukko, harmaa ja
kaljupäinen, keskikokoinen ja vanttera. Kaikki kaupungissamme
pitivät häntä hyvin suuressa arvossa ja kunnioittivat häntä. Hän oli
tunnollinen lääkäri, hyvä ja jalo ihminen, jonkinmoinen
herrnhutilainen tai »määriläinen veli» — en tiedä sitä varmasti. Hän
oli asunut kaupungissamme hyvin kauan ja esiintyi erittäin
arvokkaasti. Hän oli hyväsydäminen ja ihmisiä rakastava, hoiti
köyhiä potilaita ja talonpoikia ilmaiseksi, kävi itse heidän
hökkeleissään ja mökeissään ja jätti heille rahaa lääkkeitten ostoon,
mutta samalla hän oli itsepäinen kuin muuli. Oli aivan mahdotonta
saada häntä luopumaan siitä, mitä hän kerran oli saanut päähänsä.
Mainittakoon tässä, että melkein kaikki kaupungissa jo tiesivät uuden
kuuluisan lääkärin pari kolme päivää kestäneen olonsa aikana
luonamme jo ennättäneen antaa muutamia sangen loukkaavia
lausuntoja tohtori Herzenstuben kyvystä. Asian laita oli niin, että
vaikka moskovalainen lääkäri ottikin käynnistä vähintään
kaksikymmentäviisi ruplaa, niin jotkut kaupungissamme sentään
ilostuivat hänen tulostaan, eivät säästäneet rahojaan ja riensivät
hänen luokseen saamaan neuvoja. Kaikkia näitä sairaita oli sitä
ennen tietysti hoitanut tohtori Herzenstube, ja nyt kuuluisa lääkäri
kaikissa kohdin arvosteli erittäin ankarasti hänen hoitotapojaan.
Lopulta hän sairaan luo tullessaan suorastaan kysyi: »No, kuka teitä
täällä on puoskaroinut, Herzenstubeko? Hehe!» Tohtori Herzenstube
sai tietysti tietää kaiken tämän. Ja nyt kaikki kolme lääkäriä tulivat
toinen toisensa jälkeen kuulusteltaviksi. Tohtori Herzenstube julisti
suoraan, että »syytetyn henkisten kykyjen epänormaalisuus on
itsestään selvä». Esitettyään tämän jälkeen mietteensä, jotka minä
tässä jätän kertomatta, hän lisäsi, että tämä epänormaalisuus
havaitaan etupäässä ei ainoastaan syytetyn monista aikaisemmista
teoista, vaan nytkin, tällä hetkelläkin, ja kun häntä pyydettiin
selittämään, miten se on havaittavissa nyt, tällä hetkellä, niin vanha
tohtori koko avomielisellä suoruudellaan viittasi siihen, että syytetty
saliin tullessaan »oli asianhaaroihin nähden tavallisuudesta
poikkeavan ja omituisen näköinen, asteli eteenpäin niinkuin sotamies
ja katsoi itsepintaisesti suoraan eteensä, vaikka luonnollisempaa
olisi ollut, että hän olisi katsonut vasemmalle, missä yleisön joukossa
istuivat naiset, sillä hän piti paljon kauniista sukupuolesta ja hänen
on täytynyt ajatella sangen paljon sitä, mitä naiset mahtavat hänestä
sanoa», lopetti ukko puhuen omituista kieltään. On lisättävä, että hän
puhui venäjää paljon ja mielellään, mutta jotenkin hänen jokainen
lauseensa muodostui saksalaisen mallin mukaan, mistä hän ei
kuitenkaan koskaan ollut millänsäkään, sillä koko elämän ajan oli
hänellä ollut se heikkous, että hän piti venäjänkielistä puhettaan
mallikelpoisena, »parempana kuin mitä itse venäläiset puhuivat», ja
hän käytti myös hyvin mielellään venäläisiä sananlaskuja vakuuttaen
joka kerta, että venäläiset sananlaskut ovat parhaat ja nasevimmat
koko maailman kaikista sananlaskuista. Huomautan vielä, että hän
kenties jonkinmoisen hajamielisyyden vaikutuksesta
keskustellessaan usein unohti kaikkein tavallisimmat sanat, jotka
hän tunsi erinomaisen hyvin, mutta jotka jostakin syystä yhtäkkiä
lennähtivät pois hänen päästään. Samaa tapahtui muuten myös
hänen puhuessaan saksaa, ja tällöin hän aina heilutteli kättään
kasvojensa edessä ikäänkuin koettaen saada kiinni kadonneen
sanan, eikä kukaan olisi voinut saada häntä jatkamaan
aloittamaansa puhetta, ennenkuin hän oli löytänyt kadonneen sanan.
Hänen huomautuksensa, että syytetyn olisi pitänyt sisään
astuessaan katsoa naisiin, sai syntymään leikillistä kuiskailua yleisön
keskuudessa. Kaikki naiset meillä pitivät ukostamme hyvin paljon ja
tiesivät myös, että hän, joka oli ollut koko ikänsä naimaton, oli jalosti
ajatteleva ja siveä mies sekä piti naisia korkeampina ja ihanteellisina
olentoina. Senvuoksi hänen odottamaton huomautuksensa oli
kaikista hirveän omituinen.

Moskovalainen tohtori, kun häneltä vuorostaan kysyttiin, vakuutti


jyrkästi ja lujasti, että hän pitää syytetyn sieluntilaa epänormaalisena,
»vieläpä mitä suurimmassa määrässä». Hän puhui paljon ja viisaasti
»affektista» ja »maniasta» ja todisteli, että kaikista kootuista
tosiseikoista päättäen syytetty oli jo useita päiviä ennen
vangitsemista ollut ehdottomasti sairaalloisen affektin vallassa, ja
joskin hän oli tehnyt rikoksen tietoisesti, niin kuitenkin melkein
tahtomattaan, koska hänellä ei ollenkaan ollut voimia vastustaa
häntä vallannutta siveellistä viettymystä. Mutta paitsi affektia tohtori
otti tarkastettavakseen myöskin manian, joka hänen sanojensa
mukaan ennusti jo edeltäpäin suoraa tietä mielenvikaisuuteen, mikä
mielenhäiriö nyt jo oli puhjennut. (Huom.! Minä kerron omilla
sanoillani, tohtori esitti asian käyttäen hyvin oppinutta kieltä ja
spesiaalitermejä.) »Kaikki hänen tekonsa ovat ristiriidassa terveen
järjen ja logiikan kanssa», jatkoi hän. »Minä en edes puhukaan siitä,
mitä en ole nähnyt, nimittäin itse rikoksesta ja koko tuosta
katastrofista, mutta toissa päivänäkin, kun hän puheli kanssani, oli
hänellä selittämättömän liikkumaton katse. Odottamatonta naurua
silloin, kun se ei ole ollenkaan paikallaan. Käsittämätön ainainen
ärtymyksen tila, omituisia sanoja: Bernard, etiikka ynnä muita, jotka
ovat tarpeettomia.» Mutta erikoisesti ilmeni tohtorin mielestä tuo
mania siinä, että syytetty ei voi edes puhua noista
kolmestatuhannesta ruplasta, joihin nähden hän katsoo tulleensa
petetyksi, joutumatta jonkinmoisen tavattoman suuttumuksen
valtaan, kun hän taas kaikista muista kärsimistään vastoinkäymisistä
ja loukkauksista puhuu ja niitä muistelee jokseenkin kevyin mielin.
Lopuksi on myös tiedusteluista käynyt ilmi, että hän on samalla
tavalla ennenkin joka kerta, kun on tullut kysymys noista
kolmestatuhannesta, joutunut jonkinmoisen raivon valtaan, ja
kuitenkin hänestä todistetaan, että hän on omaa voittoa pyytämätön
eikä halua kiistellä toisten kanssa. »Oppineen ammattiveljeni
mielipiteen johdosta taasen», lisäsi moskovalainen tohtori ivallisesti
puheensa lopussa, »että syytetyn, tullessaan saliin, olisi pitänyt
katsoa naisiin eikä suoraan eteensä, sanon vain, että tuommoinen
johtopäätös, paitsi että se on leikillinen, on sen lisäksi myös perin
pohjin virheellinen; sillä vaikka yhdynkin täydellisesti siihen, ettei
syytetyn, astuessaan sisälle saliin, jossa hänen kohtalonsa
ratkaistaan, olisi pitänyt katsella niin jäykästi eteensä ja että tätä
todellakin saatettaisiin pitää todistuksena hänen sieluntilansa
epänormaalisuudesta tällä hetkellä, niin vakuutan kuitenkin samalla,
ettei hänen olisi pitänyt katsoa vasemmalle naisiin, vaan päinvastoin
oikealle hakien silmillään puolustusasianajajaansa, jonka apuun
kaikki hänen toivonsa perustuu ja jonka puolustuksesta nyt koko
hänen kohtalonsa riippuu». Mielipiteensä tohtori lausui päättävästi ja
varmasti. Mutta erityisesti koomillisen valaistuksen molempien
oppineitten asianymmärtäjäin erimielisyydelle antoi viimeiseksi
kuulusteltavaksi otetun lääkäri Varvinskin odottamaton johtopäätös.
Hänen mielestään syytetty oli sekä nyt että ennen täydellisesti
normaalisessa tilassa, ja vaikka hänen tosiaankin oli täytynyt ennen
vangitsemista olla hermostuneessa ja tavattoman kiihtyneessä
mielentilassa, niin se saattoi johtua monista aivan silminnähtävistä
syistä: mustasukkaisuudesta, vihasta, pitkäaikaisesta
juopumuksesta y.m. Mutta tuohon hermostuksen tilaan ei voinut
sisältyä mitään »affektia», jommoisesta äsken oli puhuttu. Siihen
seikkaan nähden taasen, oliko syytetyn, tullessaan saliin, katsottava
vasemmalle vai oikealle, oli hänen »vaatimaton mielipiteensä» se,
että syytetyn oli saliin astuessaan katsottava suoraan eteensä, kuten
hän todella oli katsonutkin, sillä suoraan hänen edessään istuivat
oikeuden puheenjohtaja ja sen jäsenet, joista nyt riippui hänen
kohtalonsa, »niin että katsomalla suoraan eteensä hän juuri todistikin
olevansa tällä hetkellä täysin normaalisessa sieluntilassa», lopetti
nuori lääkäri hieman kiihkeästi »vaatimattoman» todistuksensa.

— Bravo, lääkäri! — huudahti Mitja paikaltaan. — Juuri niin!

Mitjan puhe tietysti keskeytettiin, mutta nuoren lääkärin mielipide


vaikutti aivan ratkaisevasti sekä oikeuteen että yleisöön, sillä
myöhemmin osoittautui, että kaikki olivat samaa mieltä kuin hän.
Muuten tohtori Herzenstube, kun häntä sitten kuultiin todistajana,
aivan odottamatta yhtäkkiä oli hyödyksi Mitjalle. Kaupungin vanhana
asukkaana, joka kauan oli tuntenut Karamazovien perheen, hän
esitti muutamia »syytteen» kannalta varsin mielenkiintoisia asioita ja
lisäsi lopuksi aivan kuin jotakin olisi kypsynyt hänen mielessään:

— Ja kuitenkin onneton nuori mies olisi voinut saada verrattomasti


paremman kohtalon, sillä hänellä on ollut hyvä sydän sekä lapsena
että lapsuusajan jälkeen, minä tiedän sen. Mutta venäläinen
sananlasku sanoo: »Jos jollakulla on yksi äly, niin se on hyvä asia,
mutta jos tulee vieraaksi vielä älykäs ihminen, niin se on sitäkin
parempi, sillä silloin on kaksi älyä, eikä vain yksi…»

— Äly on hyvä, mutta kaksi on parempi, — toisti prokuraattori tuon


sananlaskun kärsimättömästi, hän kun jo vanhastaan tiesi, että
ukolla oli tapana puhua hitaasti ja pitkäpiimäisesti, välittämättä siitä,
minkä vaikutuksen hänen puheensa teki, ja siitä, että toisten täytyi
häntä odottaa, ja päinvastoin pitäen sangen onnistuneena kömpelöä,
hidasjärkistä ja alati riemukkaan itsetyytyväistä saksalaista
sukkeluuttaan. Ukosta oli hauskaa lasketella sukkeluuksia.

— Niin, n-iin, sitä minäkin sanon, — tarttui hän itsepäisesti


puheeseen, — yksi äly on hyvä, mutta kaksi on paljon parempi.
Mutta hänen luokseen ei tullut toinen älyniekka ja hän päästi
omansakin… Kuinka se on, mihin hän sen päästi? Tuo sana — mihin
hän päästi älynsä, minä en muista, — jatkoi hän pyöritellen kättään
silmiensä edessä, — ah niin, spazieren.

— Vapaasti kuljeksimaan?

— No niin, kuljeksimaan, sitähän minäkin sanon. Hänen älynsä


lähti kuljeksimaan ja tuli niin syvään paikkaan, että hukkui sinne. Ja
kuitenkin hän oli kiitollinen ja tunteellinen nuorukainen, oi minä
muistan, kun hän vielä oli tuommoinen pikku poika, jonka isä oli
työntänyt takapihalle, hänen vielä juoksennellessaan ilman
saappaita ja jalassa housut, joissa oli vain yksi nappi…

Tunteellinen ja ymmärtäväinen sävy alkoi äkkiä tuntua rehellisen


vanhuksen äänessä. Fetjukovitš hätkähti kuin aavistaen jotakin ja
kiintyi heti asiaan.
— Oi, niin, minä olin itsekin silloin vielä nuori mies… Olin… no
niin, olin silloin neljänkymmenen viiden vuoden ikäinen ja olin vasta
saapunut. Minun tuli silloin sääli poikaa, ja minä kysyin itseltäni:
miksi en voisi ostaa hänelle yhtä naulaa… No niin, mitä yhtä naulaa?
Olen unohtanut, miten sitä nimitetään… naula sitä, mistä lapset
hyvin paljon pitävät, mitä se on, — no, mikä se on nimeltään… —
tohtori alkoi taas huitoa käsiään, — se kasvaa puussa ja sitä
kootaan ja lahjoitetaan kaikille…

— Omenia?

— Oi, e-e-ei! Naula, naula, omenia myydään kymmenittäin eikä


nauloittain… ei, niitä on paljon ja ne ovat kaikki pieniä, pannaan
suuhun ja rr-rits!…

— Pähkinöitä?

— No niin, pähkinöitä, sitä minäkin sanon, — vahvisti tohtori aivan


tyynesti aivan kuin ei olisi etsinytkään sanaa, — ja minä toin hänelle
naulan pähkinöitä, sillä pojalle ei ollut vielä kukaan milloinkaan
tuonut naulaa pähkinöitä, ja minä kohotin sormeni ja sanoin hänelle:
»Poika! Gott der Vater», — hän rupesi nauramaan ja sanoo: »Gott
der Vater. — Gott der Sohn». Hän alkoi taaskin nauraa ja lepersi:
»Gott der Sohn. — Gott der Heilige Geist». Silloin hän vieläkin rupesi
nauramaan ja lausui niin hyvin kuin osasi: »Gott der Heilige Geist».
Minä menin pois. Kolmantena päivänä kuljen ohitse, ja hän huutaa
minulle itse: »Setä, Gott der Vater, Gott der Sohn», ja vain Gott der
Heilige Geist oli häneltä unohtunut, mutta minä johdatin sen hänen
mieleensä ja minun tuli taas hyvin sääli häntä. Mutta hänet vietiin
pois enkä minä häntä enää nähnyt. Kului sitten
kaksikymmentäkolme vuotta, istun eräänä aamuna työhuoneessani,
pääni on jo valkoinen, ja yhtäkkiä astuu sisälle kukoistava
nuorukainen, jota en mitenkään voi tuntea, mutta hän kohotti
sormensa ja sanoo nauraen: »Gott der Vater, Gott der Sohn und
Gott der Heilige Geist! Saavuin juuri ja tulin kiittämään teitä naulasta
pähkinöitä, sillä ei kukaan koskaan silloin ostanut minulle naulaa
pähkinöitä, vaan te yksin ostitte minulle naulan pähkinöitä.» Ja silloin
muistui minulle mieleen onnellinen nuoruuteni ja poikaparka, joka oli
ulkona ilman saappaita, ja sydäntäni liikutti ja minä sanoin: »Olet
kiitollinen nuori mies, sillä sinä olet koko elämäsi ajan muistanut sen
naulan pähkinöitä, minkä minä toin sinulle lapsena ollessasi.» Ja
minä syleilin häntä ja siunasin, siunasin. Ja rupesin itkemään. Hän
nauroi, mutta itki myös… sillä venäläinen nauraa hyvin usein siellä,
missä pitäisi itkeä. Mutta hän itki myös, minä näin sen. Ja nyt, voi,
voi!…

— Nytkin itken, saksalainen, nytkin itken, sinä Jumalan mies! —


huudahti yhtäkkiä Mitja paikaltaan.

Oli miten oli, niin tämä pikku kertomus teki yleisöön jossakin
määrin hyvän vaikutuksen. Mutta enimmän vaikutti Mitjan hyväksi
Katerina Ivanovnan todistus, josta kohta kerron. Ja yleensäkin, kun
alkoivat esiintyä todistajat à décharge, se on puolustajan haastamat,
niin kohtalo näytti yhtäkkiä ja oikein tosissaan rupean hymyilemään
Mitjalle ja, — mikä on kaikkein merkillisintä, — se näytti olevan
yllätys itse puolustusasianajajallekin. Mutta ennen Katerina
Ivanovnaa kuulusteltiin vielä Aljošaa, joka oli äkkiä muistanut erään
tosiasian, mikä näytti muodostuvan suoranaiseksi todistukseksi
erästä syytteen varsin tärkeätä kohtaa vastaan.

4.
Onni hymyilee Mitjalle

Se sattui aivan epähuomiossa itselleen Aljošallekin. Hänet


kutsuttiin esille ilman valaa, ja minä muistan, että kaikki puolet
suhtautuivat häneen aivan kuulustelun ensimmäisistä sanoista asti
tavattoman lempeästi ja myötätuntoisesti. Näkyi, että hän oli hyvässä
maineessa. Aljoša todisti vaatimattomasti ja hillitysti, mutta hänen
todistuksissaan tuntui selvästi lämmin myötätunto onnetonta veljeä
kohtaan. Erääseen kysymykseen vastatessaan hän kuvasi veljensä
luonteeltaan kenties hurjapäiseksi ja intohimojensa vallassa olevaksi
mieheksi, joka kuitenkin myös oli ylevämielinen, ylpeä ja jalo, valmis
uhrautumaankin, jos sitä häneltä vaadittiin. Hän oli muuten sitä
mieltä, että hänen veljensä oli viimeisinä päivinä kiintymyksensä
vuoksi Grušenjkaan ja tietäessään isänsä kilpailevan hänen
kanssaan ollut sietämättömässä asemassa. Mutta hän torjui
paheksuen sen otaksumankin, että hänen veljensä olisi voinut tehdä
murhan ryöstämistarkoituksessa, vaikka hän myönsikin, että nuo
kolmetuhatta olivat Mitjan mielessä kehittyneet miltei jonkinmoiseksi
maniaksi, että hän piti niitä jäännöksenä omasta perinnöstään, jonka
isä oli vääryydellä pidättänyt itsellään, ja että hän, kun itse ei
ollenkaan ollut voitonhimoinen, ei voinut edes puhua noista
kolmestatuhannesta joutumatta raivon ja vimmastuksen valtaan.
Kahden »henkilön», niinkuin prokuraattori lausui, keskinäisestä
kilpailusta, nimittäin Grušenjkan ja Katjan, hän antoi vältteleviä
vastauksia, vieläpä kieltäytyi vastaamastakin yhteen tai kahteen
kysymykseen.

— Puhuiko teille veljenne edes siitä, että hän aikoo tappaa


isänsä? — kysyi prokuraattori. — Te voitte olla vastaamatta, jos
katsotte sen tarpeelliseksi, — lisäsi hän.
— Ei puhunut siitä suoraan, — vastasi Aljoša.

— Kuinka siis? Epäsuorastiko?

— Hän puhui minulle kerran persoonallisesta


vastenmielisyydestään isää kohtaan ja siitä, että pelkää…
äärimmäisessä tapauksessa… suuren inhon hetkellä… kenties
voivansa vaikka tappaa hänet.

— Ja uskoitteko te häntä, kun kuulitte sen?

— Minua peloittaa sanoa, että uskoin. Mutta minä olin aina


vakuutettu siitä, että jokin korkeampi tunne aina pelastaa hänet
kohtalokkaalla hetkellä, niinkuin todella pelastikin, sillä hän ei ole
tappanut isääni, — lopetti Aljoša kovalla äänellä, joka kuului yli salin.
Prokuraattori vavahti niinkuin sotaratsu, joka kuulee merkkitorven
törähdyksen.

— Olkaa vakuutettu siitä, että minä täydelleen uskon


vakaumuksenne täydelliseen vilpittömyyteen enkä katso sen
ollenkaan johtuvan rakkaudesta onnetonta veljeänne kohtaan enkä
katso näiden kahden asian sulautuneen yhteen. Teidän itsenäinen
mielipiteenne koko tästä teidän perheessänne sattuneesta
traagillisesta episodista on meille tuttu jo valmistavasta tutkinnasta.
En salaa teiltä, että se on mitä suurimmassa määrässä
erikoislaatuinen ja ristiriidassa kaikkien muitten
prokuraattorinviraston saamien todistusten kanssa. Siksipä
katsonkin tarpeelliseksi kysyä teiltä nyt vakavasti: mitkä tosiseikat
nimenomaan ovat vaikuttaneet ajatukseenne ja johtaneet sen siihen
lopulliseen vakaumukseen, että veljenne on syytön ja että syyllinen
on eräs toinen henkilö, johon te suoraan viittasitte jo valmistavassa
tutkinnassa?
— Valmistavassa tutkinnassa minä ainoastaan vastasin
kysymyksiin, — lausui Aljoša hiljaa ja tyynesti, — enkä itse tehnyt
syytöstä Smerdjakovia vastaan.

— Viittasittehan kuitenkin häneen?

— Viittaukseni perustui veli Dmitrin sanoihin. Minulle oli jo ennen


kuulustelua kerrottu siitä, mitä oli tapahtunut häntä vangittaessa ja
kuinka hän silloin itse oli viitannut Smerdjakoviin. Minä uskon
täydellisesti, että veljeni on viaton. Mutta jos murhaaja ei ole hän,
niin…

— Niin se on Smerdjakov? Mutta miksi juuri Smerdjakov? Ja


minkä tähden te niin lopullisesti olette tullut vakuutetuksi veljenne
viattomuudesta?

— Minä en voinut olla uskomatta veljeäni. Minä tiedän, ettei hän


valehtele minulle. Näin hänen kasvoistaan, ettei hän valehtele
minulle.

— Ainoastaanko kasvoista? Siinäkö ovat kaikki todistuksenne?

— Muita todistuksia minulla ei ole.

— Ettekä perusta käsitystänne Smerdjakovin syyllisyydestäkään


mihinkään muuhun todistuskappaleeseen kuin veljenne sanoihin ja
hänen kasvojensa ilmeeseen?

— Niin, minulla ei ole muita todistuksia.

Tähän prokuraattori lopetti kyselynsä. Aljošan vastaukset tekivät


yleisöön sangen masentavan vaikutuksen. Smerdjakovista oli meillä
puhuttu jo ennen oikeuden istuntoa, joku oli kuullut jotakin, joku oli
viitannut johonkin, oli puhuttu Aljošasta, että hän oli koonnut joitakin
tavattomia todistuskappaleita veljensä hyväksi ja lakeijan syyllisyyttä
osoittamaan, ja nyt — ei ollutkaan mitään, ei minkäänlaisia
todistuksia, paitsi jonkinlaista siveellistä vakaumusta, joka oli perin
luonnollinen, koska hän oli syytetyn oma veli.

Mutta myös Fetjukovitš alkoi kysellä. Vastatessaan kysymykseen:


milloin syytetty oli puhunut hänelle, Aljošalle, vihastaan isää kohtaan
ja siitä, että voisi hänet tappaa, ja oliko hän kuullut tämän häneltä
esimerkiksi silloin, kun tapasi hänet viimeisen kerran ennen
katastrofia, Aljoša yhtäkkiä hätkähti, aivan kuin jotakin vasta nyt olisi
johtunut hänen mieleensä ja hän nyt olisi tullut sitä ajatelleeksi:

— Muistan nyt erään seikan, jonka jo itsekin olin aivan unohtanut,


silloin se oli minulle niin epäselvä, mutta nyt…

Ja Aljoša muisteli nyt innostuneena, ilmeisesti itsekin aivan


sattumalta johdettuaan asiaa muistamaan, miten hänen
kohdatessaan viimeisen kerran Mitjan illalla puun luona luostariin
vievän tien varrella Mitja lyöden rintaansa, »rinnan ylimpään osaan»,
oli useita kertoja sanonut hänelle, että hänellä on keino kunniansa
palauttamiseksi, että se keino on tässä, juuri tässä, hänen
rinnallaan… — Minä luulin silloin, että hän lyödessään rintaansa
puhui omasta sydämestään — jatkoi Aljoša, — siitä, että hän voisi
löytää sydämestään voimaa päästäkseen jostakin kauheasta
häpeästä, joka häntä uhkasi ja jota hän ei uskaltanut tunnustaa edes
minullekaan. Tunnustan luulleeni silloin todellakin hänen puhuvan
isästä ja kauhistuvan aivan kuin häpeätä sitä ajatusta, että menisi
isän luo ja tekisi siellä jotakin väkivaltaa, mutta samalla kertaa hän
ikäänkuin nimenomaan osoitti rintaansa, niin että, minä muistan sen,
mieleeni juuri silloin välähti ajatus, että sydän on aivan toisella
puolen rintaa ja alempana, mutta hän lyö itseään paljon ylemmäksi,
tähän näin, aivan kaulan alapuolelle, ja osoitteli koko ajan sitä
paikkaa. Ajatukseni näytti minusta silloin tyhmältä, mutta ehkäpä hän
juuri osoittelikin minulle silloin sitä pussia, johon oli ommeltu nuo
puolitoista tuhatta!…

— Juuri niin! — huudahti äkkiä Mitja paikaltaan. — Niin se on,


Aljoša, niin, minä löin silloin nyrkilläni siihen!

Fetjukovitš syöksyi kiireesti hänen luokseen rukoillen häntä


rauhoittumaan ja samalla hetkellä hän takertui kovasti kiinni Aljošan
puheeseen. Muistostaan innostuneena Aljoša lausui kiihkeästi sen
otaksumansa, että tuo häpeä luultavimmin oli juuri sitä että Mitja,
vaikka hänellä oli nuo tuhatviisisataa ruplaa, jotka hän olisi voinut
palauttaa Katerina Ivanovnalle ja jotka olivat toinen puoli hänen
velkaansa, kuitenkaan ei päättänyt antaa hänelle tuota puolta, vaan
aikoi käyttää sen muuhun, nimittäin viedäkseen pois Grušenjkan, jos
tämä suostuisi…

— Se on niin, se on juuri niin, — huudahteli Aljoša äkillisesti


innostuen, — veljeni huudahteli nimenomaan silloin minulle, että
puolet, puolet häpeästä (hän lausui useampaan kertaan: puolet!) hän
voisi heti poistaa päältään, mutta että hänellä on niin onnettoman
heikko luonne, ettei hän sitä tee… hän tietää edeltäpäin, ettei hän
kykene sitä tekemään!

— Ja muistatteko te selvästi ja varmasti, että hän löi itseään juuri


tuohon paikkaan rintaa? — kysyi Fetjukovitš halukkaasti.

— Selvästi ja varmasti, koska minä juuri silloin ajattelin: miksi hän


lyö niin ylös, kun sydän on alempana, ja minusta tuntui silloin kohta
tämä ajatukseni tyhmältä… minä muistan sen, että se tuntui minusta
tyhmältä… niin välähti mielessäni. Siksipä minä juuri asian nyt
muistinkin. Ja kuinka olenkaan voinut unohtaa sen aina tähän asti!
Tuota pussia hän juuri osoitti huomauttaen, että hänellä on keino,
mutta että hän ei anna takaisin noita puoltatoista tuhatta! Ja kun
hänet vangittiin Mokrojessa, niin hän nimenomaan huusi, — minä
tiedän sen, minulle on kerrottu, — että hän pitää koko elämänsä
häpeällisimpänä tekona sitä, että vaikka hänellä oli varoja antaa
puolet (nimenomaan puolet!) velasta Katerina Ivanovnalle ja lakata
olemasta tämän silmissä varas, niin hän kuitenkin oli päättänyt olla
antamatta ja mieluummin jäädä hänen edessään varkaaksi kuin
erota rahoista! Ja miten tämä velka kiusasikaan häntä! — huudahti
Aljoša lopuksi.

Tietysti prokuraattorikin tarttui asiaan. Hän pyysi Aljošaa


kuvaamaan vielä kerran, kuinka kaikki tapahtui, ja kysyi useamman
kerran itsepintaisesti: ihanko todella syytetty lyödessään rintaansa
ikäänkuin osoitti jotakin? Kenties hän vain yksinkertaisesti löi
nyrkillään rintaansa?

— Ei edes nyrkillä! — huudahti Aljoša. — Hän nimenomaan osoitti


sormillaan, ja osoitti tähän paikkaan, hyvin korkealle… Mutta kuinka
olenkaan voinut unohtaa tämän niin tyystin aina tähän hetkeen asti!

Puheenjohtaja kääntyi Mitjan puoleen kysyen, mitä tämä voi sanoa


esitetyn todistuksen johdosta. Mitja vahvisti kaiken niin olleen ja
nimenomaan osoittaneensa puoltatoista tuhattansa, jotka hänellä
olivat rinnan päällä, aivan kaulan alapuolella, ja vakuutti, että se
tietysti oli häpeä, »häpeä, jota en kiellä, häpeällisin teko koko minun
elämässäni!» huudahti Mitja. »Minä olisin voinut antaa ne takaisin
enkä antanut. Tahdoin mieluummin jäädä hänen silmissään
varkaaksi, mutta en antanut rahoja takaisin, mutta kaikkein suurin

You might also like