Professional Documents
Culture Documents
PDF of Islam in Seruveni Cilt 3 Marshall Goodwin Simms Hodgson Full Chapter Ebook
PDF of Islam in Seruveni Cilt 3 Marshall Goodwin Simms Hodgson Full Chapter Ebook
https://ebookstep.com/product/islam-in-seruveni-cilt-1-marshall-
goodwin-simms-hodgson/
https://ebookstep.com/product/islam-in-seruveni-cilt-2-marshall-
goodwin-simms-hodgson/
https://ebookstep.com/product/ittihat-ve-terakki-nasil-
dogdu-3-cilt-3-separate-books-ziya-sakir/
https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-3-cilt-1st-edition-turan-dursun/
Gizli Bahçe 1st Edition Frances Hodgson Burnett
https://ebookstep.com/product/gizli-bahce-1st-edition-frances-
hodgson-burnett/
https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-2-sayi-3-2019-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/
https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-1-sayi-3-2018-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/
https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-4-sayi-3-2021-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/
https://ebookstep.com/product/tarihi-ve-etimolojik-tu-rkiye-tu-
rkc-esi-lugati-3-cilt-f-j-andreas-tietze/
İslam'ın Serüveni
ÜÇÜNCÜ CİLT
Barut İmparatorlukları ve
Modern Zamanlar
Marshall G. S. Hodgson
phoenix�
Bu kitabın yayın hakkı PHOENİX YAYINEVl'ne aittir. Yayınevinin ve yayımlayıcısının yazılı izni alınmaksızın
kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz
ÜÇÜNCÜ CİLT
Barut İmparatorluklan ve
Modern Zamanlar
Marshall G. S. Hodgson
John U. Nef'e ve
Gustave von
Grunebaum'un a n ısına,
saygı ve m i n n etle
İçindekiler
TABLOLARIN LİSTESİ.... ..... .................. . . . . . . . . . . . .... .......... ... ............... ................... .............. 8
HARİTALARIN LİSTESİ····································································································· 8
Sonsöz: İslami Miras ve Modern Vicdan ........ ...... ................... ...... .......................... ... .477
7
TABLOLAR
BEŞİNCİ KİTAP
Ekümene'deki Gelişmeler, 1500-1700......................................................................... 18
Merkezi Bölgelerin Dışında İslam, 1500-1698 ............................................................. 22
1779 yılına kadar Safevi İmparatorluğu ve halefleri ... ............... .. ........... .. ................... 72
1763'e kadar Hint-Timuri İmparatorluğu ... ...... .............................. .. ................. ........ 118
1789 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu .... .. .. ...... ....... .. ..... ........................ ........... .. 161
Ekümene'deki Gelişmeler, 1700-1800....................................................................... 167
ALTINCI KİTAP
Modern Dünyada İslami Miras, 1800-1950 ............................................................... 203
HARİTALAR
BEŞİNCİ KİTAP
On altıncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başında Hint Okyanusu .. ... ....... .... .......... .... 32
Safevi İmparatorluğu, 1500-1722 ................................................................................ 50
Hint Timuri İmparatorluğu, 1526-1707 ..................................................................... 116
Osmanlı İmparatorluğu, 1512-1718 .......................................................................... 142
Avrupa'nın on dokuzuncu yüzyıldaki genişlemesinden önce İslam ülkeleri ..... ......... 175
ALTINCI KİTAP
Orta Akdeniz ve Hindistan, on dokuzuncu yüzyılın ortaları ......... ...... ... .... ...... .. ...... ... 278
Versailles Konferansı'ndan sonra Müslüman dünyası ........................ ........ ........ ....... 420
8
BEŞİNCİ KİTAP
İkinci Serpilme:
Barut Dönemi İmparatorlukları
Her şeyin amacı araçları yönlendirmelidir: Yönetimin amacı
genel iyilik olduğuna göre, prensin.amacı da bundan başka bir
şey o/mamalıdır.
-Wm. Pennn
Beşinci Kitaba
Onsöz
M S yaklaşık 1500 yılını izleyen ü ç yüzyıl bizim için özellikle önemlidir çünkü
bu yüzyıllar doğrudan doğruya bizim çağımızın arka planını oluştururlar.
Modern döneme adımına atan İslam dünyası işte bu yüzyıllarda şekillendi.
Üstelik bu İslam dünyası Batılı olmayan diğer uygarlıklardan herhangi biri de
değildi. Batı'mn fiilen oynadığı dünyaya hükmetme rolünü üstlenmeye en
fazla yaklaşmış toplumun İslam toplumu olduğunu da bugün görüyor ve
anlıyoruz. Eğer o dönemde Müslümanların bilfiil yönettikleri veya Müslü
manlarla çevrelenmiş Hıristiyan, Hindu ve Budist halklar göz önünde bulun
durulacak olursa dünyanın bugünkü İslama-Asyalı "kalkınmakta olan" kesi
minin büyük kısmının arka planını aslında bu İslam toplumunun oluşturduğu
görülür. Hatta Çin ve komşularım bir kenara bırakacak olursak doğu yarıkü
renin şu anki ucuz yatırım bölgelerinin büyük bölümünün arka planını İslam
toplumu oluşturduğu gibi, bu bölge ülkelerinin günümüzdeki hali ve tavrını
tarihsel yönden en çok belirleyen de söz konusu üç yüzyılın İslam dünyası
olmuştur diyebiliriz.
Fakat bu üç yüzyıl İslamileşmiş uygarlığın Orta Dönemlerinde yarattığı
olanaklara ve sınırlamalara ilişkin anlayışımızı arttırması itibarıyla da bizim
için ayrıca önem taşımaktadır. Görünüşe göre Erken Orta Dönem'de tasavvuf
ile Şer'i vicdanın el ele vererek akıp giden -ve büyümeye epey açık- bir top
lum yaşamının en fazla ihtiyaç duyduğu koşullan karşılayan bir toplumsal
örüntüyü ortaya çıkarmış başarılı sentezi tam da bu başarısından ötürü muha
fazakar ruhun zafer kazanmasına yol açmıştı. Sahip_ olduğu iç çelişkiler Geç
Orta Dönem'in çeşitli yıkıcı eğilimlerine de yol açmış bu muhafazakar ruh
esaslı bir biçimde bir daha sorgulanmadı. Bu ruh, içinde Müslümanların için
de yaşayıp iş görmenin, Müslüman vicdanının ise içinde kendini ifade etme
nin bir yolunu bulmak zorunda olduğu yeni bir ortam hazırladı.
11
Bu sırada Yüksek Halifelik Devleti'nin çöküşünden sonra şekillenen top
lum ve kültür örüntüsü de Moğolların itibarlı oldukları çağda bazı can alıcı
çıkmazlara girdi. Kültürel yaratıcılığa özgü daha eski çerçevelerin içi dolduru
lurken muhafazakar ruh her türlü yeni yaratıcılık imkanına kendi sınırlarını
dayattı. Müslümanlar sanatsal çalışmalarda, hatta bilimsel araştırmalarda bile
Şer'I ruhun ideolojik çıkmazlarına değilse bile bir üslup döngüsüne hapsolma
tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Müslümanların kalıcı meşru yönetimler
tesis etmekte yetersiz kalmaları bundan daha ciddi bir sorun olarak görülebi
lir. Hakiki meşruluk neredeyse apolitik bir toplum düzeniyle anılır hale gel
miş olan Şeriat'ın sınırları içinde aranmaya başlandı. Siyasi liderler ve onların
askeri birlikleri hem bu toplum düzeni hem de bizzat Şeriat tarafından nere
deyse topluma dışarıdan yapılan müdahaleler, toplumun iç işlerine karışan
yabancılar olarak görülmeye başlandılar. Özellikle Kurak Kuşak'ta kaynak
israfından kaynaklanan temel ekonomik sıkıntılar da İslam dünyasında meşru
yönetimler kurma sorununa eşlik etmeye başlamıştı.
Yeni çağ, muhafazakar ruhun özünden ödün vermeden bu çıkmazlara
kendince birtakım yanıtlar verdi. Verilen bu yanıtlar da kendi ikilemlerini
yaratmış olmakla birlikte, insansal başarıların en önemli dönemlerinden biri
bu muhafazakar ruhun tam ortasında çiçek açıverdi. On altıncı yüzyılın başla
·
rında Müslüman halklar arasında yeni bir siyasal güç dengesinin oluşması
kapsamlı bir siyasal ve kültürel yenilenme fırsatını da doğurdu. Bu durumun
neredeyse her yerde esaslı birtakım kültürel etkileri oldu ve bu etkiler bundan
sonraki iki veya üç yüzyıllık tarihi büyük ölçüde belirledi. İslamileşmiş top
lumda öteden beri var olan en önemli uzun vadeli eğilimlerden bazıları ise bu
süreçte tersine döndü. Böylece en sonunda siyasal ve kültürel yaşamda parlak
bir yenilenme meydana geldi. Mutlakıyetçi yönetimi ve ona eşlik eden yüksek
kültürü dikkate alanların bakış açısına göre İslam dünyası en sonunda kendini
bulmuş görünüyordu.
Gelgelelim ortaya çıkan bu duruma daha özel bir İslami vicdanın ışığında
bakıldığında bu yenilenmenin son kertede başarısızlığa uğradığı görülmekte
dir. Çünkü bir açıdan değerlendirildiğinde bu muhafazakar ruh kolayca çözü
lemeyecek, daha derin bir sorun yaratıyordu. Yönetimler kendilerini kalıcı
hale getirecek sivil meşruiyeti sağlayabilirlerdi. Hatta zenginlerin kültürü
yolun sonuna gelmiş gibi görünmesine rağmen bir şekilde yeniden serpilme
nin yollarını da bulabilirdi. Fakat İslami idealler illa bunların çerçeveleri dahi
linde gerçekleştirilmek zorunda değillerdi. Aslında yeni yanıtların yol açtığı
yeni ikilemlere kısmen de olsa İslami vizyonun devam eden basıncı neden
olmuştu. Bu İ slami ideallerin gerçekleştirilebilmeleri için daha temelli bir yeni
lenme şarttı. Nitekim bu durum, kötümser bir tavırla statükoya razı olanlar
tarafından hissedildiği kadar, birçok iyimser reformcu adayı tarafından da
tarih bilincinden yoksun şekilde olsa da- şiddetle hissedildi.
12
Vicd a n ve Gelenek Üzerine
Dönemin başlangıcı bizim için açıkça dikkat çekicidir. Barut zamanlarında
oluşan (on altıncı yüzyılın başındaki) yeni güç dengeleri, tarihsel eğilimlerde
birbirine bağlı ve biri olumlu, diğeri olumsuz olmak üzere iki değişikliğin
meydana gelmesine neden oldular. 1500 yılında İslam dünyası artık görece
yeknesak bir kültürel ve siyasal düzeni tüm yarıküreye yayıyordu. Kayda
değer bir dil, adet, sanatsal gelenek, hatta dinsel pratik çeşitliliğine rağmen
siyasal açıdan Darülislam'm birliği onun barındırdığı yerel ve çoğunlukla kısa
ömürlü her devletin varlığından ve bekasından daha önemliydi. Fakat 1 550
yılma gelindiğinde İslam'm bu kozmopolit kapsayıcılığı esaslı bir darbe aldı.
Şiiler ile Cemal-Sünniler arasında yeni körüklenen bir dinsel tartışma yüzün
den Müslümanlar kendi aralarında din konusunda bile bölündüler. Daha da
önemlisi, büyük bölgesel imparatorluklar İslam dünyasının o güne kadarki
merkez bölgeleri diye adlandırdığımız yerleri -yani Balkanlardan Bengal'e
kadar uzanan bölgenin tamamını- kendi aralarında paylaşarak kendi ayrıksı
kültürel dünyalarını yaratacak kadar ileri gittiler. Bu bölgesel imparatorlukla
rın dışında kalan, Güney Denizlerinde ve Volga havzasında yaşayan Müslü
manlar ise kendilerini Moğol fetihlerinden bu yana ilk kez kafirlerin bu kadar
yoğun bir tehdidi altında hissediyorlardı ve bu nedenle daha merkezi bölge
lerdeki bu yeni imparatorlukların desteğini arkalarına almaya çalıştılar.
Olumlu değişim ise zayıflayan apolitik kozmopolit birliğin yönetimde
meşruluk sorununa kısmi bir çözüm getirilerek dengelemesiydi. 1 550 yılı civa
rında İslam dünyasının büyük kısmını bölmüş olan ve askeri himaye devletine
özgü ideallerin mirasçısı olan imparatorluklar kendi bölgelerinde hatırı sayılır
bir siyasal meşruluk iddiasında bulunabilecek duruma gelmişlerdi. Nasıl ki
uluslararası İslamileşmiş kozmopolitizmin gelişmesi pazaryeri kültürüne ön
celik verilmesi sayesinde mümkün olduysa çeşitli bölgelerin kültürel özerklik
lerini koruyup geliştirmeleri de büyük ölçüde saray himayesi sayesinde
mümkün olmuştur. İslam dünyasını bölen bu yeni imparatorluklar dahilinde
yeni bütünleşme tarzlarının denenmesine olanak veren tam da bu imparator
lukların kendi egemenlik alanları dahilinde İslam dünyasının toplumsal ve
kültürel yaşamını şekillendirmekte esaslı bir rol oynamış olmalarıydı. En
azından bu devletlerin sınırları dahilinde devlet yöneticileri, Şeriat hukuku
nun temsilcileri ve halk arasında yaygın Müslüman kurumlar arasında bir
uzlaşma sağlandı. Geçmiş yüzyıllarda Orta Kurak Kuşak'ta ekonomik kaynak
ların azalmasının genel olarak İslamileşmiş yüksek kül türel yaşam düzeyinde
yol açtığı her türlü olumsuz sonuç, Müslüman etkinliğinin başlatılabildiği ve
hamilerin bulunabildiği bölgenin ya da genel olarak toplumun yayılması sa
yesinde telafi edildi.
13
Manevi yenilenme muhtemelen bu yeni olanaklar zemininde gerçekleş
meliydi. Fakat yeni oluşan düzen ne eski Şer'! vizyona ne de bir Sufi vizyonu
na gerçekten bir yanıt veriyordu. Yeni tarımcı! imparatorlukların kuruluşuyla
birlikte toplumsal hareketlilik azalmış görünüyordu. Görece barışın hakim
olduğu huzurlu bir ortam oluştuysa da bu ortamın koşulları, insanlığın gene
line adaleti getireceğine inandıkları Mehdi'yi bekleyenlerin beklentilerini kar
şılıyor sayılmazdı. Muhafazakar ruhun zafer kazandığı bir ortamda vicdanına
kulak verenlerin vizyonunun etkili olması için gereken neydi? Başka bir ifa
deyle, hakiki anlamda yeni ve taze hareket noktalarına müsamaha gösterme
yen ve fakat geçmişten miras aldığı kalıplarının öngöremediği yeni tarihsel
sorunlarla karşı karşıya kalan bir beklentiler ağına hapsolmuş bir vizyon nasıl
etkili olabilirdi? Belki de kendi vizyonunun kapsamını sınırlı formüllerle kısıt
ladığı için kendine hapsolmuş bu vicdan geleneği, bu kez de bizzat harekete
geçirdiği, kendi dışında bir şeylere, yani yaşamın ve tarihin değişen talepleri
ne hapsolmak zorunda kalmıştı.
Bu noktada soruşturmalarıma kılavuzluk eden bir ilkeyi burada yeniden
belirtmek istiyorum. Muhafazakar ruhun himayesi altında bile bireysel duyar
lılığın -özellikle de vicdan muhasebesine odaklanmış duyarlılığın- verdiği
tepkiler tarihin nihai kaynaklarından birini meydana getirirler. Bu bakımdan
üç tür bireysel eylemi birbirinden ayırabiliriz. Bunlardan ilki tarihsel açıdan
rastlantısal kalan, yani kişisel yeteneklerin, şahsi çıkarların ve kaprislerin ürü
nü olan eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini giderirler (örneğin birileri
rüşvet yemekten kazanç sağlar, bir başkası o rüşvetçiyi ihbar etmekten kazanç
sağlar, başkası ise kendi kadrolarının tamamında yolsuzlukları önlemekten
kazanç sağlar). İkincisi ise ekonomik, estetik, hatta manevi grup çıkarlarına
yanıt teşkil eden eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini pekiştirirler (örneğin
bazı ortamlarda resmi talepler ile idari olanaklar arasında öyle büyük bir tezat
vardır ki işlerin çıkmaza girip durma noktasına gelmesini engellemenin tek
yolu rüşvet alıp vermekten geçer ve bu nedenle herkes rüşveti görmezden
gelir) Bazı eylemlerse tarihsel açıdan yarahodırlar: Grup çıkarlarının etkileşi
mi sırasında izlenebilecek iki yol için de eşit baskının olduğu hallerde kişisel
imgelemin grup çıkarlarının genel düzenini bile değişikliğe uğratabilecek yeni
yapıcı alternatifler sunması peka!a mümkündür (örneğin bir idareci bir sorun
karşısında kararsız kaldığında, amir olmak için fazla dürüst olan ve fakat işçi
lerin çalışma düzenlerini, bütün bir çalışma örüntüsünü dönüştürüp rüşvet
alma ihtiyacının ortadan kalkmasını sağlayacak bir kalıba sokmayı önerebile
cek idealist yardımcısına başvurabilir).
Rastlantısal eylemler kısa vadede belirleyici olabilirler, hatta bazı tarihçi
lerin eserlerini bile doldurabilirler ama genellikle tarihte uzun vadede göz ardı
edilebilirler: Bir yöndeki rastlantı er ya da geç başka bir yöndeki rastlantı tara
fından dengelenecektir. Birikimsel edimlerin, yani bu tür dengelenmelerin söz
14
konusu olmadığı edimlerin, her bir çıkar kümesi (geçmiş toplumsal olayların
etkilerini ve mevcut beklenti düzenini içeren) kendi ortam koşullarının bağ
lamına kadar izlenerek açıklanmaları gerekir; doğrusu, çıkarlar arasındaki
etkileşimi en müstehzi gözleme varıncaya kadar incelememiz gerekir. Benim
deyişimle yaratıcı eylemlerin, yani aynı çıkara yönelik başka eylemlerce pekiş
tirilmekten ziyade başkalarının olumlu tepki verdikleri yeni olanaklara yol
açarak etki gösteren edimlerin, uzun vadede taşıdıkları ahlaksal önemleri iti
barıyla bir kenara ayrılmaları gerekir. Bu eylemler epey bireysel bir zemin
üzerinde gerçekleştirilirler ve bir anlamda rastlantıdırlar; bunların en azından
gizil grup çıkarlarını karşılamaları gerekir, yoksa hiçbir etki göstermezler.
Yine de çıkarların o anda var olan bir örüntüsüne uygun düşmekle kalmazlar:
Söz konusu olan ekolojiye değil, bir bireydeki bağımsız bütünlüğe özgü bir
itkiye -bir iç gelişim ilkesine- dönmeyi sağlarlar. Bu tarz edimlerin kesin bi
çimde saptanmaları epey güçtür, hatta bazı tarihçiler bunları ciddiye almaya
bile çekinirler. Muhammed'in yaşamında bile ilgisiz tesadüflerin ve heveslerin
hakkı verilmiş olduğunda söz konusu olan ayartı, kendi vicdanıyla hareket
eden diri yaratıcılığın etkisine (belki de "Tanrı"ya) hiç yer bırakmayarak so
nucu birikimsel tarihsel çıkarların etkileşimine indirgemektir.
Özellikle şimdi inceleyeceğimiz dönemlerde, tam anlamıyla yaratıcı olan
eylemlerin saptanması güçtür. Bunlar öncelikle muhafazakar ruhun basıncı,
ardından görünüşe göre bütün uygarlığı harap eden ezici dışsal basınçlar, son
olarak da modern zamanlarda herkesi belirli, öngörülebilir tutumlar almaya
zorladığı görülen olayların seyri yüzünden gizli kalmışlar, hatta bastırılmış
lardır. Fakat böyle bir durumda bile bireysel yaratıcı vicdanın iş başında oldu
ğu kanısındayım.
Ele alacağımız dönemin İslam dininde -ve İslam dünyası toplumunun
geleceğinde- yeni bir başlangıç lehine verdiği en belirgin vaadin Şia' dan gel
diği anlaşılıyor. Canlı Şii hareketleri, önemli yeni siyasal güç dengeleri oluştu
ğunda binyılcı umutlarla her zamankinden daha fazla dolu olurlardı. Eski
İslam'ın Nil ile Ceyhun arasında kalan merkez ülkeleri bu harekete coşkuyla
katıldılar. Ne var ki bu mayalanmadan doğan Şii imparatorluğu, mizacı itiba
rıyla gittikçe Şeriat yanlısı hale geldi ve bütün çarpıcı görkemine rağmen hal
kını yoksulluk ve adaletsizlikle baş başa bıraktı.
Batıda Avrupa merkezli Osmanlı İmparatorluğu'nda ve doğuda Hint
Timuri İmparatorluğu'nda İslam nispeten yeni temeller üzerine oturtuluyordu
ve aslına bakılırsa çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan bir nüfusa hükmedi
yordu. Burada Şiilik önemli bir rol oynamadı ve İslami bir vicdan umudu esa
sen başka kanallardan açığa çıktı. Felasife buralarda Şia'nın yakaladığından
daha büyük bir fırsat yakaladı: Öteden beri sahip olduğu düzenli istikrar ve
refah beklentilerinin tarıma dayalı bürokratik imparatorluklarda kısmen yeri
ne getirildiğini görme şansına sahip oldu. Ayrıca bu dönemde bazı yerlerde
ıs
tasavvufla ittifak kurmuş bir Müslüman Felasife'sinin münhasıran İslami olan
vizyonu zincirlerinden kurtarıp onu daha geniş çaplı bir Felsefi çerçevede rol
üstlenmeye itmeye ve bu şekilde onu başarıya ulaştırmaya yaklaştığı da gö
rüldü. Bu türden en büyük umutların merkezinde Hindistan'daki Ekber ve
onun halefleri bulunuyordu. Gerçi bu tarz umutlar diğer iki imparatorlukta da
rol oynadılar fakat Felasifileşmiş İ slam, İslami itkinin canlılığını tamamen
taşımayı başaramadı ve çoğu Müslüman tarafından bu nedenle reddedildi. Bu
yüzden Osmanlı İmparatorluğu'nda asıl güçlenme fırsatını yakalayan anlayış
-Felasife'nin etkisine kapılmamış- Sünni Şeriat yanlılığı oldu: Memun döne
minde İslam dünyasında elde edemediği siyasal konuma burada ulaşacak
güçte görünüyordu ve buna -böyle bir konumun gerektirdiği merkezi-askeri
bir kuvvete dönüşmek pahasına da olsa- çok yaklaştı. Dinsel cemaatçiliğin
sınırlayıcı etkileri değişik şekillerde zararlara yol açtı. Daha yeni topraklardaki
bu imparatorlukların hiçbirinde Müslüman yönetim sistemi gayrimüslim nü
fusun başlıca unsurlarını sistemle bütünleştirmeyi başaramadı. Kısmen bunun
sebebi vicdanlı insanların umutlarının büründüğü biçimdi. En sonunda bu
sistemler Safevi İmparatorluğu'nda olduğu gibi nihai bir ahlaksal çıkmaza
girdiler.
Aslında bu üç yerde de klasik Abbasiler döneminden beri benzeri görül
memiş bir tutarlılığa ve sürekliliğe sahip güçlü siyasal kurumlar inşa edildi ve
bir süreliğine de olsa genel bir refah düzeyine ulaşıldı. Böylece, bir bütün ola
rak İslam dünyası siyasal gücünün doruğuna ulaştı. Ama bu büyük impara
torlukların kurumlan doğal ömürleri gereği en sonunda merkezi iktidara sa
hip bütün tarımcı! bürokratik devletlerin bağlılıklarının ve taahhütlerinin bi
rikmesiyle maruz kaldıkları görülen bir gerileme sürecine girdiler. Hatta eski
Sasani İmparatorluğu tarafından kalıcı olarak belirlenmiş olan zamana mey
dan okuma ölçütünü (effective durability standard) bile karşılayamaz oldular.
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde bu imparatorlukların hepsi dağılma süreci
ne girmişti, refah düzeyi azalmaya başlamıştı ve estetik ve entelektüel dışavu
rum tarzları bile her yerde gözle görülür biçimde gerilemişti. Bu duruma kıs
men dış güçler neden olmakla birlikte toplumun da bu dış güçlere fazla di
rendiği söylenemez. On sekizinci yüzyılın sonlarında bu tarihsel dış güçler, bu
özel dönemin vaktinden önce sona ermesine neden olan birtakım müdahale
lerde bulundular ama zaten bu dönem her ne kadar önemli bir parlaklık dö
nemi olsa da miras aldığı ikilemleri tamamen çözmeyi başaramamıştı.1
Bu dönemin sonu da tıpkı başlangıcı gibi keskin hatlarla belirgindi ve
Sümerlerin zamanından beri hakim olan tarımcı koşullar dahilinde manevi
"The Unity of Later Islamic History" başlıklı çalışmam Uoımıal of World History, 5 [1960], 879-
914), bu kitapta geliştirilen bazı noktaları özetliyor. Maalesef sonraki dönemlerde yaşamış
Müslümanların başarılarını hafife alıyor ve dönemin büyük teknik dönüşümlerini Garp'taki
göreli bir "canlılıktan" ileri gelmiş gibi değerlendirmesi itibarıyla abarhyor.
16
yenilik yapma imkanının artık kalmadığını işaret ediyordu. Dönemin sonla
rına doğru yeni dünya güçleri kendilerini iyice hissettirmeye başladılar. On
sekizinci yüzyılın sonunda Hıristiyan Avrupa halkları İ slam dünyasının
neredeyse her yerinde bir anda başlıca siyasal, ekonomik ve kültürel güç
haline geldiler. Gelgelelim bu kez söz konusu olan - İ slam dünyasının yayılı
şı sırasında olanın aksine- basitçe bir grubun veya kültürün diğerleri üze
rinde üstünlük kurması söz konusu değildi. Dünya artık -Modern Teknik
Çağ'ı başlatan yepyeni yatırım çeşitleri yüzünden- Garp dahil olmak üzere
bütün kültürlerin ve bütün dinlerin temel eylem koşullarını değiştiren yeni
bir tarihsel yaşam seviyesiyle karşı karşıyaydı. Başka bir deyişle her türlü
yenilikçi girişim artık eskisinden kökten farklı bir zemin üzerinde gerçekleş
tirilmek zorundaydı.
17
Ekümene'deki Gelişmeler, 1500-1700
1542 Portekizliler Avrupa'nın ilk ticari koloni imparator Bir Cizvit misyoneri olan Francis Xavier
luğunu kurdu Hindistan'da, Japonya'da ve Endonezya'da
vaazlar verdi
1543 Osmanlılar Macaristan'a boyun eğdirdi
1598
1601 Hollandalılar Portekiz mülklerine el koymaya baş Cizvit misyonerleri Çin'e ulaşh
ladı
21
bazen hayranlık uyandırıcı ticari ürünlerin, hatta sanat eserlerinin üreticileri
olarak ama her durumda insanlığın başlıca bloklarından biri olarak- dikkate
alınması gereken bir grup olarak görmeye başlamışlardı.
151 1-1610 Fas'ta beş Sa'di şerifi Ali'nin soyundan gelenlere dayalı bir yönetim
kurdu; önce ülkeyi Portekizlilerin saldırılarına karşı savundular ve
Merinllere rağmen egemen bir konum elde ettiler (1544), sonunda
Fas iktidarını bütün Batı Afrika'yı kapsayacak şekilde genişlettiler.
1 507-22 Sultan Ali Muhayat Şah Kuzey Sumatra'daki Açe Krallığı'nı güçlü
bir iktidar haline getirdi
22
1591-1780 Fas tarafından fethedilmiş (ve 1612'ye kadar elde tutulacak) olan
Timbuktu'nun zenginliği ve entelektüel üstünlüğü Arap paşaların
yönetimi altında azaldı
23
Garp'ın bu yeni etkinliğinin, on altıncı yüzyılın daha tarıma dayalı ve
aristokratik eği limli yeni bölgesel imparatorluklarının yükselişi sırasında İs
lam dünyasında toplumsal iktidar dengelerinde görülen değişimlere katkıda
bulunmuş olabileceği göz ardı edi lmemelidir. Hassas bir toplumsal dengede
meydana gelen en ufak kaymalar bile büyük önem taşıyan değişimleri olanak
lı kılabilirler. Yine de dışarıdan gelen baskıların en fazla takviye ettiği bir iç
diyalektiği saptamak veya varsaymak böyle bir durumda daha kolaydır. Bu
bakımdan on yedinci yüzyılın sonundan itibaren görünür hale gelen ve dönü
şüm geçirmiş bir Garp'ın rolünün çok daha belirgin olduğu değişimlerde bile
kökleri İslamileşmiş tarihte bulunan bir içsel evrimin bu dönemde olan biten
lerin çoğunu açıklayabildiği görülecektir.
Aslında Müslümanlar, Garp'm yeni etkinliğinin onları on altıncı yüzyılda
etkilemesini sağlayan kanalların pek az farkındaydılar. Bu rekabeti Garplılara
kıyasl a daha az ciddiye almışlardı. Gerçi en azından bazıları, eskiden Çin sa
raylarındaki hiçbir astronom Müsl üman astronomlarla rekabet edememesine
rağmen, yeniyetme Garplıların artık en az onlar kadar iyi, hatta onlardan bile
daha iyi olduklarının farkındaydılar. Hatta eskiden egzotik esinlenmeler ara
yan sanatçıların ilk önce Çin'e özgü eserlere bakması beklenirken, artık fera
setli birçok haminin beğenisinin yeni bir Garplı resim üslubunun etkisi altında
olduğunun farkında olanlar da vardı.
Bundan sonra, on altıncı yüzyılın sonlarından itibaren Garplılar yavaş
yavaş önde gelen rakipler olmaktan çıkıp ezici bir dünya gücüne dönüştüler
ve en sonunda bütün bir İslam dünyasını güçten düşürecek duruma geldiler.
Batı'ya neler olduğunu ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz. Fakat bu arada şunu
vurgulamak gerekir ki ele aldığımız dönemde yükselişe geçmiş büyük impa
ratorluklar tarımcı! toplum olmanın getirdiği birtakım temel sorunları çöze
meyip İslami vicdanı tatmin etmeyi başaramadılarsa bunun tek sebeb.i İslam
dünyasının karşı karşıya olduğu iç çıkmazlar değildi: Dünya, özellikle de İs
lam dünyası, yavaş yavaş yeni Batı ile kurduğu ilişkide somutlaşan ama halk
lar arasında yaşanan bir karşılaşmaya, temasa indirgenemeyecek, kökten yeni
bir durumla -hiçbir topluma artık kendi tarımcı! ikilemlerini kendi başına
çözme fırsatı bırakmayan bir durumla- yüz yüze geliyordu.
İ ki Serpil me Tipi
Sarih bir İslami vicdanın coşkulu bakış açısına veya bir dünya tarihçisinin
geçmişe dönük bakış açısına göre bu İ slamileşmiş yenilenme ne denli yetersiz
olursa olsun, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda yaşanan çağ kendi koşulları
içinde İslamileşmiş tarihin en görkemli çağlarından biri oldu. Çağın sanatsal,
felsefi ve toplumsal gücü ve yaratıcılığı, Agra'daki Tac Mahal'in ferahlığında,
24
temizliğinde ve ezici görkeminde kendini gösterir. Bu dönemde bir anlamda
büyük bir serpilme yaşanmıştır.
Ama bu, her türlü geleneğin sorgulandığı, eski geleneklerin yenilerini
oluşturacak şekilde bir araya getirilip yeniden yoğrulduğu, her şeyin en baş
tan keşfedilip inşa edildiği bir dönem değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse
İslamileşmiş çok az gelenek bu dönemde çarpıcı bir değişime uğramışhr. On
altıncı ve on yedinci yüzyılların Müslümanları tarafından ciddiye alınan bü
yük figürler ve olaylar kuşaklar öncekilerin aynısıydı; uygarlıkla ilgili en mer
kezi konular söz konusu olduğunda yine İslam'ın ilk zamanlarına başvurulu
yordu. Bu dönem daha ziyade Geç Orta Dönem'de ifadesini bulmuş muhafa
zakar ruhun açıkça sorgulanmadığı bir dönemdi ve geleneğin yerleşik sınırlan
çerçevesinde kalan, yeni sınırlar belirlemektense eskileri mükemmelleştirmeye
çalışan bir serpilmeye sahne olmuştu. Bu tür bir serpilme, yeni yaratıcı etkinlik
kanallarının açıldığı, daha ziyade yeniliğin, hatta esaslı yeniliklerin kasıtlı
olarak vurgulandığı ve tarımcı} toplumun bildik muhafazakar ruhunun bir
süreliğine bastırıldığı -örneğin Yüksek Halifelik Dönemi'nde veya büyük
ölçüde Garplı Rönesans'ta karşımıza çıkan- serpilme tipinden epey farklı bir
görüntü sergiler.
Bu dönem bir serpilme dönemi olsa da bunu takdir etmek bizim için epey
güç olmuştur. Çağın görkemi açıkça ortadadır; eğer on sekizinci yüzyıldaki
gerileme ve onu izleyen, Müslümanların da Batılıların da bütün bunlara yol
açmış görünen olaylara kuşkuyla bakmalarına yol açan çöküş tarafından bu
serpilme gölgelenmemiş olsaydı bu çağın görkemi daha da belirgin olacaktı.
Fakat bütün ayrıntılarıyla ele alınsa bile bu çağı kavramak pek kolay değildir
ve bunun tek sebebi de bu çağın ardından gelen olaylar tarafından gölgelen
mesi değildir. Dönemin şiiri uzun süre boyunca çoğu Modern tarafından göz
ardı edilmiş, felsefesine ise neredeyse hiç önem verilmemiştir; dönemin resim
sanatının hakkı teslim edilse bile Timurl dönemin resim sanatı kadar berrak
biçimde değerlendirilmemiştir. Her üç imparatorlukta da birçok unsurun ger
çekten karmaşık bir dengesinden meydana gelen toplumsal yapı ancak yeni
yeni takdir edilmeye başlanmıştır. Müslüman devletlerin mecburen hayran
kalınan askeri gücü bile zaman zaman ya onların geçmişte göçebe olan yabanıl
atalarından kalma aomasızlığının bir ürünü olarak ya da tarihin bir cilvesi
sonucunda bir dizi dahinin peş peşe dünyaya gelmesiyle açıklanan bir çeşit
mucize olarak düşünülmüştür.
Belki bu serpilmenin daha önce görmüş olduklarımız gibi bir gençlik ser
pilmesi değil, daha ziyade çoktan olgunlaşmış bir kültürde yaşanan bir olgun
luk serpilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin şiir sanatı, "yeni" yollara baş
vurmak şöyle dursun, başarısı halihazırdaki çabalarına bağımlı yeni bir şiir
geleneğinin asla olmayı başaramayacağı epey hassas bir araç olmasına izin
veren, karmaşık ve incelikli özkaynaklarından yararlanmak üzere geçmişten
25
devraldığı köklü mirasa başvurdu. Ama bu da şiirin pratikte yabancılar için
anlaşılmaz olmasına yol açtı. Bence bu durum dönemin bütün kültürüyle ilgili
bir sorun olsa gerektir. Bazı temel öncülleri ve yöntem ilkelerini nasıl anlamak
gerektiğini öğrenen her okurun Taberi'yi, hatta Farabi'yi anlaması epey ko
laydır. Fakat bu dönemin bir feylesofu olan Molla Sadra'yı okumak isteyenle
rin ondan önce yazılıp çizilmiş her şeyi bilmeleri gerekir, yoksa onun vardığı
sonuçlan anlamaları mümkün olmaz. Yine de Molla Sadra'yı bu yüzden daha
önemsiz saymak da doğru olmaz.
26
Safevi İmparatorluğu:
Şia'nın Zaferi,
1503-1722
Geç Orta Dönem'in Moğollara özgü büyüklük anlayışından doğan askeri hi
maye devletleri, Şeriat ve emirler tarafından kontrol edilen, siyasal bakımdan
sınırları belirsiz bir kişisel sözleşmeler ve himaye ilişkileri ağında ortaya çıkan
siyasal açıklardan yararlanmaya başlamışlardı. Moğollara özgü imparatorluk
anlayışlarının pek geleceğinin olmadığı Çin'in aksine İslam dünyasında bun
lar kendilerine mükemmel bir zemin buldular. Bu tarz anlayışlar ancak barut
lu silahların ortaya çıkışından ve bu silahlara özgü teknolojilerin askeri ya
şamda öncelik kazanmasından sonra bütünüyle olgunlaşabilir, büyük istikrar
lı bürokratik imparatorlukların gelişmesini sağlayabilirlerdi. Bu da yaklaşık
1 450 ile 1 550 yılları arasında gerçekleşti. Ortaya çıkan yeni imparatorlukların
hepsinin arka planında bir ölçüde Moğol geleneği bulunuyordu -Osmanlılar
bile ilk başta Moğol üstünlüğünü tanıyarak ortaya çıkmışlardı- ve hepsinin
kurumları arasında kayda değer bir aile benzerliği bulunuyordu.
Fakat bunlar askeri himaye devletlerinin doruk noktası olmaktan ibaret
değillerdi. Kanımca bunlar bir ölçüde İslam dünyasında tarımsal egemenlikle
ilişkilendirilen ideallerin, özellikle de büyük mutlak hükümdar idealinin ve
Şeriat'ta somutlaşıp paradoksal biçimde emirlerin uluslararası siyasal düze
ninde bir ifade bulmuş evrensel eşitlikçiliğin karşısında istikrarlı bir sınıfsal
tabakalaşma idealinin yeniden dirilişini işaret ediyorlardı. Emirlerin devletleri
bile esasen tarıma dayalı devletler oldukları için bu karşıtlık aslında sadece
ufak bir vurgu değişimine işaret ediyorsa da yine de bu değişim belirgindir.
Avrupa'daki Osmanlı İ mparatorluğu'nun ve Hindistan'da Hint-Timuri İ mpa
ratorluğu'nun sıkı sıkıya tarıma dayalı görünüm arz etmeleri aslında doğaldı
ama merkezdeki Safevi İ mparatorluğu'nun bile Sevad'ın artık ekonomide
27
kayda değer bir rol oynamamasına rağmen -ki Irak toprakları o dönemde
artık tarımsal üretiminden ziyade üzerindeki eski türbeler nedeniyle önem
taşıyordu- sadece İ ran'ın dağlık kesimlerinde sulama işlerine yaptığı muaz
zam boyutlara varan yatırımlarla öne çıktığı görülür. Fakat bu saptama büyük
ölçüde bir kestirimden ibarettir çünkü Safevilerin ekonomik ve toplumsa l
tarihi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.
Bu değişim, doğal olarak esasen eski İslam'ın merkez ü lkelerinde yaşa
nan bir dizi olay sayesinde, neredeyse birdenbire gerçekleşti. En çarpıcı olay
Safevi: İmparatorluğu'nun yükselişi ve Şiiliği İ slam dünyasının merkez bölge
sine hakim kılmasıydı. Demek ki bu imparatorluğun yükselişi, bazıları Safevi
hareketinin kısmi sonuçlan olan bir dizi başka ol ayla da aynı zamanlara denk
geldi: Bu olaylar Osmanlı Devleti'nin büyük bir imparatorluğa dönüşmesi;
Kuzey Hindistan' da bir Timuri imparator luğun kurulması; Özbeklerin Cey
hun havzasında yaptıkları fetihler; daha uzaklarda, Volga bölgelerinin Ruslar
tarafından fethedilmesi; Portekizlilerin Güney Denizlerine nüfuz etmesi ve
önce Fas'ta, sonraları Sahra çapında Ali'nin soyundan gelme kuralına dayalı
yönetimlerin yeniden kurulmasıydı. Bu değişimler birikerek siyasal güçlerin
geniş bir alanda yeni siyasi dengelerin kurulmasına neden oldular.
28
Barutun orduda çeşitli biçimlerde kullanılması -yeni silahlar söz konu
suysa sık sık olduğu gibi- Modern dönem öncesi ordularda yeni bir dizi dü
zenlemenin yapılmasını zorunlu hale getirdi. Bunun üzerine o güne dek askeri
örgütlenmeye bağımlı olmuş toplumsal örüntülerin tüm unsurları da sorgu
lanmaya başladı. Elbette bu durum eski askeri düzenlerin daima yeni düzen
lere yol vermesi gerektiği anlamına gelmiyor, birçok durumda ayrıcalıklı
konumlarını muhafaza etmek isteyen eski birlikler ve onların konumlarını
altüst edecek bir konuma gelmesi muhtemel yeni birlikler arasında can alıcı
bir mücadelenin yaşandığını gösteriyordu. Yeni silahların kullanımına uyum
sağlama becerisi ise bu tarz mücadelelerde sık sık belirleyici olurdu.1 Ayrıca
silahların değişmesinin yol açtığı sonuçlar bütünüyle askeri örgütlenmeyle
sınırlı kalmadı. Topun nispeten pahalı oluşu ve taştan inşa edilen kaleleri sa
vunmanın nispeten güç oluşu, topların masrafını karşılayabilen, iyi örgütlen
miş merkezi iktidarlara yerel askeri karargahlar karşısında -kuşkusuz her
zaman belirleyici olmasa da- fazladan bir üstünlük sağladı. Belki en azından
bunun kadar önemli olan başka bir şey de barutlu silahların açıkçası en başın
dan beri yeni tekniklerin sürekli geliştiğinin bir işareti olduklarıydı. Henüz on
üçüncü yüzyılda bile Çin' de askeri yenilikler daha önce eşi benzeri görülme
miş bir hızla peş peşe geldiler. Bun yenilikler alandaki en son gelişmeleri takip
etmeyi başarabilenlere avantaj sağladılar. (Bu durum, sonraları Modernliğin
ayırıcı özelliği olacak teknik uzmanlaşmanın başlıca unsurlarının da haberci
siydi.) Bu tür avantajlar, kaynaklara sahip hükümdarların dilediklerinde yer
leşik siyasal yapıyı değiştirmelerini muazzam ölçüde kolaylaştırdı.
Kuşkusuz barut, 1450 yılından sonraki üç kuşaklık zaman dilimi içinde
oluşan yeni siyasal ve toplumsal -ve haliyle kültürel- dengelerde tek belirleyi
ci etken değildi ama yine de kendine özgü bir rol oynadı. Hatta belki de bu
yeni dengelerin oluşmasını sağlayan sebeplerin en kolay saptanabileni haline
geldi. Muhtemelen bunun kadar önemli başka bir şey de bir bütün olarak İs
lam dünyası içinde Orta Kurak Kuşak'ta yer alan eski İslam ülkeleri ile artık
tüm İslamileşmiş toplumun büyük kısmını oluşturan çoğunlukla daha tarıma
dayalı yeni ülkeler arasındaki dengede meydana gelen kalıcı değişim, hatta
Nil ile Ceyhun arasında yer alan bölgede tarımsal refahın kalıcı olarak kötü
leşmesiydi. Portekizlilerin Hint Okyanusu ticaretine müdahale etmeleri ve
Moskova Rus iktidarının güçlenmesi gibi daha özgül olayları da burada göz
Mısır ve Suriye'deki Memluk devletinde beliren sorunlar hakkındaki son derece ihtiyatlı bir
tartışma David Avalon tarafından Gımpowder and Firearms in the Mamluk Kiııgdom: A Challenge
/o a Medieval Society (Londra, 1956) adlı eserinde ortaya konmuştur. Memluk yönetimi büyük
ölçüde fiilen askeri bir oligarşi tarafından yürütüldüğü için, ateşli silahların önemini fark eden
sultanlar, bunların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamakta diğer hükümdarlara kıyasla
daha fazla güçlükle karşılaşmış ve bunların yeterli desteğe sahip olmayan ikincil birlikler tara
fından kullanılmalarına göz yummak zorunda kalmışlardı.
29
ardı edemeyiz. Barutla ilgili teknikler hem Portekizlilerin hem de Moskovalı
ların güç kazanmasında önemli bir rol oynaQ. ı. Yine bu yönde bir rol oynayan
başka bir olay olarak tarikat Şiiliğinin Türk kabileler arasında her geçen gün
biraz daha artan bir coşkuyla yaygınlaşması ise belki de İslam dünyasını Geç
Orta Dönem'de meşgul eden siyasal sıkıntılara verilmiş bir tepkiydi. Buraya
kadar, barutun asİi silah olarak kullanılmaya başlamasından sonra İ slamileş
miş toplumda oluşan yeni dengelerin arka planını tam olarak anlayabilecek
konuma geldiğimizi henüz söyleyemeyiz.
Bunların yol açtığı sonuçlardan bazılarını saptamamız kolaydır. Ortaya
çıkan yeni durumun Mağrip'te ve Batı Sudani ülkelerde doğurduğu bazı so
nuçlardan daha önce bahsetmiştik: Bunlar büyük oranda imparatorlukların
kuruluşunda barutun oynadığı yeni role bağlanabilecek sonuçlardır. Porte
kiz'in ve Kastilya'nın İ spanya' da ve Mağrip kıyılarında ilerleyişi Mağrip siya
setini dönüşüme uğrahnışh. Bundan sonra buralara iç kesimlerden gelen Ber
beri kökenli hanedanlar değil, şehirlerin temsilcileri ve silahlı kuvvetleri ha
kim olacaktı. Mağrip'in büyük kısmı kendi limanlarının çıkarlarını gözeterek
Osmanlılara yöneldi. Fakat Mağrip'in en batısında, yani tarımsal hinterlandın
iç kesimlere kadar uzandığı ve başlıca şehirlerin kıyılardan epey uzakta bu
lunduğu Fas'ta Portekiz baskısı daha bağımsız bir tepkiyi teşvik etti. Mağripli
şeri fler (Peygamberin -ve özellikle de türedi olarak görülen Abbasiler karşı
sında Fas'ın bağımsızlığını korumasını sağlamış İdrisi ailesinin- soyundan
gelenler), kabileler arasında da yayılan tarikat dindarlığını taklit ederek veya
onunla rekabet ederek İ slam dindarlığının şehirlerden yayılan halini temsil
edecek duruma gelmişlerdi. Faslılar, Portekizlileri kendi sahillerinden kovmak
-ve bu arada Osmanlıların buralarda kendi hakimiyetlerini kurma girişimleri
ni de boşa çıkarmak- amacıyla bir şerif ailesinin liderliği altında güçlerini
birleştirdiler. İyice silahlanmış ve kendi yurdunda muzaffer olan bu yeni Şerifi
İmparatorluğu böylece kendi enerjisini harcamanın yolunu, Sahra'nın ötesin
de, barutlu silahların yıkıcı bir yenilik haline geldiği Sudani ülkelere doğru
benzeri görülmemiş bir sefer düzenlemekte bulmuş oldu. Bu seferin
Timbuktu'nun harap olasına yol açhğını daha önce belirtmiştik. Fakat Atlas
Okyanusu ile Sahra arasında tecrit olmuş Şerifi İmparatorluğu paralı askeri
birliklerini geçindirmeye ve fethettiği yerleri yeniden inşa etmeye yetecek
kadar büyük değildi. Gine'yle yapılan ve Portekizlilerin tekelleri altına aldık
ları Atlantik ticareti aynı güney bölgeleriyle yapılan Sahra ticaretine gittikçe
daha fazla rakip olmaya başladı. Sudan ise sürekli sıkınh çıkaran yeni bir as
keri sınıfla boğuşmak zorunda kaldı ve kendi başına bırakıldı; Fas ise güven
siz bir bağımsızlık dönemi geçirdi.
Yeni zamanların ve özellikle de Portekiz baskısının daha önemli ve kap
samlı bir sonucu da Güney Denizlerindeki güçlerin yeni bir denge oluşturma
sıydı. Portekizlilerin buralardaki ilerleyişi çarpıcı idiyse de bunun kendi başı-
30
na sadece birkaç uzun vadeli etkisi oldu. On beşinci yüzyılda Portekizliler
Gine kıyılarıyla ticaret yapma olanağı yaratmanın yanı sıra Batı Afrika kıyıları
boyunca Kongo'nun epey güneyine kadar da ilerlemeyi de başardılar. 1498
yılında Vasco de Gama Afrika'nın güney kıyılarının etrafından dolaşmayı
başardı. Böylece batı kıyılarındaki Portekiz ticaret yollarıyla Afrika'nın doğu
kıyılarında uzun zaman önce belirlenmiş Arap ticaret yollarını birbirlerine
bağlanmış oldu; bu da Portekizlilerin, Doğu Afrika kıyılarıyla yapılan ticarete
çoktan bağlanmış Güney Denizleri ticaretine dahil olmalarını sağladı. 1 501
yılından itibaren Portekizli Hıristiyanlar sözde din adına Müslümanların Hint
Okyanusu'nda yaptıkları ticareti baltalayan bir siyaset izlemeye başladılar.
Oysa daha gerçekçi bir bakışla el alacak olursak Portekizliler buradaki ticare
tin Kızıldeniz üzerinden Mısır'a, Akdeniz'e ve Lizbon'un artık kendine büyük
bir ticari rakip olarak gördüğü Venedik'e kadar uzanan kısmını engellemeye
ve yeterince korkutabildikleri diğer tüm ticaret filolarından korunma parası
almaya çalıştılar. Üstelik ilk girişimlerinde şaşırtıcı bir başarı yakaladılar. At
las Okyanusu'nda yaptıkları deniz yolculukları Portekizlileri uzun süreli yol
culukların fazla gerekli olmadığı Hint Okyanusu'nda yaygın bulunan deniz
araçlarından daha dayanıklı ve güçlü deniz araçları geliştirmeye yöneltmişti
(sadece Çin gemileri Portekizlilerin gemileri kadar, hatta onlarınkinden bile
daha büyüktü). Bu teknik avantaj, Portekiz'de o sıralar dinç bir yönetimin
bulunmasıyla da bir araya gelince Batı Afrika'daki üslerinden uzakta olmala
rının yol açtığı olumsuz etkileri dengelemekten daha fazlasını yaptı.
Geç Orta Dönem'in koşulları Müslümanların ortak siyasal etkinliklerinin
lehine olmamıştı. Güney Denizlerindeki ticaret de, iç kesimlerdeki iktidarların
çoğu durumda nispeten az kontrol edebildiği, büyük ölçüde bağımsız sayıla
bilecek birkaç Müslüman ticaret şehrinin elindeydi. Örneğin Malezya gibi bir
bölgede kasabadaki başlıca figür olan "sultan" aslında, belirli bir limanın tica
retini tekelleştirebilen ve bu limana hükmeden ve bazen uzaktaki diğer liman
ları da kontrol edebilen bir tüccardı.
Portekizli tüccarlar bu resme kolayca dahil oldular. Müslümanlar ara
sında ortak bir eylem anlayışı bulunmadığı için Portekizli tüccarlar Müslü
manların savunmaya çekilmelerini sağlayacak bir konumda oldular. Tümüy
le deniz üzerinden giden ve hiçbir aracıya başvurmaya gerek bırakmayan bir
ticaret yolunun nispeten düşük maliyetli olması ve Portekizlilerin üç kuşak
boyunca bu ticaret yolunu tek başlarına kontrol etmeleri onların büyüyen
Garp piyasasının büyük kısmından istikrarlı bir gelir elde etmelerini sağladı.
Böylece aslında küçük bir krallıktan ibaret olan Portekizliler büyük bir impa
ratorluğun ticari olanaklarını elde etmeyi başardılar. Lizbon herhangi bir
31
w
N 20
·20
I iN D I A N O CIE A N
33
reti aynı yüzyıl içinde eski durumuna geri döndü.) Güney Denizlerindeki
Müslüman iktidarına ve ticari refah düzeyinin yüksek olduğu bazı Müslüman
bölgelerine, özellikle de Mısır'a ve bazı Arap şehirlerine böylece geçici de olsa
ciddi bir darbe vurulmuş oldu.
Portekizlilerin Güney Denizlerine gelişinin İslamileşmiş yaşam üzerinde
ki belirleyici etkisi -görebildiğim kadarıyla- Avrupa tarih yazımında üç ne
denle çok abartılmıştır. Birincisi, o dönemde okyanuslarda gerçekleşen yayıl
manın Batı Avrupa üzerindeki etkisi yoğun olmuş, Avrupalılar da dünya tari
hinin geri kalanını Avrupa tarihinin bir işleviymiş gibi okumaya eğilimli ol
muşlardır. (Üstelik Batılı kaynaklar bize diğer tarihsel etkinliklerden ziyade
Batılıların etkinliklerini anlatma eğilimindedir.) İkincisi, Hollandalıların, İngi
lizlerin ve Fransızların on yedinci yüzyıldaki ilerlemesinin bir süre sonra ger
çekten büyük bir önem taşıdığı anlaşılmıştır ve Portekizliler bir anlamda son
raki bütün bu gelişmelerin öncüleri oldukları için, Batılı tüccarların on altıncı
ve on yedinci yüzyıllarda taşıdıkları önem bütün bu gelişme sürecinin başlan
gıcına da yansıtılmıştır. (Portekizliler gibi dönemin şehirli yaşamı bakımından
neredeyse evrensel bir gelişme örüntüsüne dayalı olan bir barut imparatorlu
ğu ve dünyanın geri kalanıyla artık hiçbir ortaklığı olmayan, kökten yeni ha
reket noktalarına dayanan sonraki Batılı deniz imparatorlukları arasındaki
dünya-tarihsel rol farkını tamamen Batı'ya özgü bir bakış açısından bakarak
görmek güçtür.) Son olarak, Müslüman ülkeler üzerindeki etkilerin özellikle
Batı'ya en yakın ülkelerde, yani doğu Akdeniz'de en fazla olduğu düşünülür,
çünkü bu bölge, daha önce bahsedilmiş olan muhtelif gerekçelerden dolayı,
birçok Batılı bilginin gözünde İslam dünyasının tamamını temsil etme eğili
minde olmuştur.ı
34
toplamış coşkulu Türk Şiiliği, o dönemde Müslümanların dikkatini Portekizli
lerin darbesinden daha fazla çeken bir hareketin başlamasını sağladı. Erde
bil' deki Safevi tarikatının liderleri birçok yerde, özellikle Türk göçebe kabile
ler arasında var olan Şii unsurlarla iyi ilişkiler kurmuş ve Kafkasya bölge
sindeki Hıristiyan Gürcülere ve Çerkeslere karşı düzenlenen gazi akınlarının
birçoğuna liderlik etmişti. Aynca bütün bu bölgedeki en güçlü ailenin, yani
Mezopotamya ve Batı İran sultanları olan Akkoyunlu kabilesi hanedanının
liderlerinin düşmanlığını da kazanmışlardı. 1 500 yılında Safevi pirliğinin on
altı yaşındaki varisi İsmail, babasının Akkoyunluların elinde öldürülmesinin
intikamını almak amacıyla yeterli sayıda taraftar toplayabildi; 1 503 yılında
artık sadece başkent olarak seçtiği Tebriz'in yer aldığı Azerbaycan değil,
bütün Batı İran ve Dicle-Fırat havzası onun kontrolü altındaydı. İsmail artık
sadece pir değil, şah'tı, yani kraldı.
İsmail ve taraftarlarının binyılcı beklentileri vardı. Söylenenlere göre,
adamlarından bazıları onun varlığı nedeniyle savaşta yenilmez olacaklarına
inanıyordu. Şah İsmail, Türkler, Farslar veya Araplar gibi boyun eğdirdiği
bütün toplumlara, gerekli gördüğünde şiddetli zulümlere de başvurarak Şii
itikadını dayattı: Halka açık Cuma namazlarında duanın Şiilere özgü olan
biçimde okunmasını zorunlu tuttu ve ileri gelen din görevlilerini, Ebu-Bekir ve
Ömer'i Ali'nin Muhammed'in halifesi olma hakkını gasp ettikleri için lanetle
meye zorladı. Açıkçası İsmail sadece bir Şii yönetimi kurmayı değil, Cemal
Sünniliği tamamen ortadan kaldırmayı da amaçlıyordu ki bu, Şiilerin daha
önce hiçbir zaman gerçekleştirmeye kalkışmadıkları bir amaçtı. Üstelik görü
nüşe göre bunu İslam dünyasının tamamında gerçekleştirmeyi umuyordu. Bu
doğrultuda hareket edip eski Akkoyunlu topraklarının dışına çıkarak 1510
yılında, Horasan'ın ve Ceyhun havzasının eski Timuıi devletlerinin bulundu
ğu bölgenin birliğini emri altındaki Özbekler sayesinde henüz sağlamış olan
Şeyban! Han'a saldırdı ve onu öldürdü. Bu darbenin ardından İsmail Hora
san'ı topraklarına katıp Özbekleri Ceyhun'un kuzeyine sürerek güneydoğuya
yöneldi. (İsmail'in Şeybanl'nin kafatasım altınla doldurmuş ve onu içki kadehi
olarak kullanmış olduğu da rivayet edilir.)
İsmail'in batıdaki Osmanlı topraklarında da mezheplerine özgü kırmızı
başlıklarından dolayı "Kızılbaş" adı verilen çok sayıda Türk taraftarı vardı.
Kızılbaşlar 1511 yılında İsmail'e destek vermek için ayaklandılar. Ama burada
İsmail'in önü kesildi. 1512 yılında o sırada tahtta bulunan il. Bayezid, yerinde
bir deyişle "Yavuz" (veya daha eski bir deyişle "Amansız") diye de bilinen
oğlu 1. Selim tarafından -Osmanlı liderlerinin iradesi ve rızası doğrultusunda
tahttan indirildi. Selim Şii ayaklanmasını kanlı şekilde bastırdı ve kısa süre
sonra birliklerini İsmail'in üzerine sürdü. İsmail o an için sadece savunma
amaçlı önlemler almakla yetindi. Aslında daha fazlasını yapacak durumda
değildi; 1514 yılında Osmanlı seferi başladığında İsmail'in topları hala ülkesi-
35
nin doğusundaydı. Tebriz'den fazla uzak olmayan Çaldıran'da ağır bir yenil
giye uğradı. İsmail Osmanlıların top ve piyade üstünlüğünü cüretkar süvari
manevralarıyla dengelemeyi denedi ama şansı yaver gitmedi. Sonraki çarpış
malar da büyük ölçüde Osmanlıların lehine oldu. Selim İsmail' in topraklarının
sadece küçük bir kısmını kalıcı olarak ele geçirirken İsmail batıya yapmayı
planladığı seferlerden tümüyle vazgeçmek zorunda kaldı.
Bununla birlikte İsmail fethettiği topraklarda güçlü bir Şii devleti kurdu.
Cemal-Sünni tarikatların mülklerine el kondu; hanikahlarını ve vakıflarını
kaybettiler, Sünni ulema ya idam edildi ya da sürüldü. Doğu Arabistan'dan,
Suriye' den ve bulunabildikleri her yerden Şii (özellikle de Arap) bilginler yeni
itikadı halka öğretmek amacıyla ülkeye getirildi. Çalışmalar o kadar iyi yürü
tüldü ki hanedanın 1 524'te İsmail'in ölümünü izleyen ciddi zayıflık dönemine
rağmen onun kurduğu devlet (genelde "Fars İmparatorluğu" diye anılıyordu)
iki yüzyıldan uzun bir süre boyunca Şiiliğe dayalı bir yönetim aracılığıyla bir
arada tutuldu ve Şiilik İsmail'in fethettiği topraklarda kalıcı hale geldi. Öte
yandan Osmanlıların egemen olduğu Anadolu'da ve Özbeklerin yaşadığı
Seyhun ve Ceyhun havzalarında Şii azınlık şiddetli baskılar gördü ve yer altı
na çekilmek zorunda bırakıldı. İslam dünyası artık Şii çoğunluğun ve Sünni
çoğunluğun yaşadığı, her biri karşıt azınlığın varlığına benzeri görülmemiş bir
biçimde hoşgörüsüz davranan bölgeler halinde kesin olarak bölünmüştü. Böy
lece Darülislam'ın sivil birliği ciddi bir darbe almış oldu.
İsmail'e karşı yürüttüğü sefer sırasında Osmanlı sultanı 1. Selim'e Mısır
Memlukleri karşı çıkmıştı. 1516 yılında Selim Memluklere meydan okuyarak
Suriye'ye girdi. Burada da sahra toplarını kullanması (ve topçu birliklerinin
etrafını çevirmek amacıyla planlanmış süvari manevralarının ihbar edilmesi)
sayesinde zafer kazandı. Ama bu sefer, Kahire' deki Memlfıklerin ve Arapların
son bir direnişine rağmen Suriye'nin, Mısır'ın ve Batı Arabistan'ın kalıcı ola
rak fethedilmesiyle sonuçlandı.
Memluk Devleti bu bölgelerde birkaç kuşaktır güç kaybediyordu; Porte
kiz' in etkinliği yüzünden deniz taşımacılığında yaşadıkları gelir kaybı da sı
kıntılarını arttırmıştı. Şimdiyse onun yerine daha fazla kaynağa sahip ve daha
fazla taahhütte bulunan bir devlet geçmişti. Zayıflayan Memllıklerin tersine,
büyüyen Osmanlı Devleti gittikçe kuvvetlenen bir deniz gücüne sahip olmuş
tu. Osmanlı donanmaları Doğu Akdeniz'in kontrolünü İtalyan şehirlerinden
aldılar. İspanyol saldırılarına karşı yardıma ihtiyaç duyan Mağrip'teki önemli
deniz güçleri de Mısır'ın fethiyle neredeyse aynı dönemde Osmanlılara biat
ettiler. Bu durumun en önemli sonucu, Osmanlı İmparatorluğu'nun tek bir
kuşağın yaşam süresi içinde topraklarını neredeyse üç katına çıkarmış olması
ve böylece Akdeniz bölgesinin tümüne üç yüzyıl boyunca en büyük Müslü
man iktidarı olarak hükmetmesi oldu. İmparatorluk, Anadolu' da ve Balkanla
rın sınır kesimlerinde geliştirdiği fevkalade sağlam kurumları bu geniş alana
36
uyarladı. Yeni eyaletler üzerindeki kontrolü hiçbir zaman eskiler üzerindeki
kadar sıkı olmasa da en azından en yüksek toplumsal düzeylerde, kendisine
tabi kıldığı bütün halkların toplumsal ve kültürel yaşamını imparatorluklara
özgü bir örüntü çerçevesinde şekillendirmeyi başardı. Bundan sonra Arapların
çoğunun, Batı Türklerinin ve çeşitli komşu Müslüman halkların yaşamlarını
belirleyecek ilkeler Osmanlı İmparatorluğu tarafından ortaya konacaktı.
Bu sıralarda İslam dünyasının Kuzey Hindistan'daki kesimlerinde de ye
ni bir siyasal düzen oluştu. Bu gelişmeyi hazırlayan adımlar Safevilerin yükse
lişinin bazı yanlarıyla sıkı sıkıya ilişkiliydi. Son Timuri hükümdarlardan biri
olan Babür, Ceyhun havzasını fetheden Özbeklerden kaçarken bile sadık taraf
tarlarının da desteğiyle Timuri iktidarın Afgan Dağlarında bulunan Kabil' deki
son unsurlarını kendi kontrolü altına almaya yetecek kadar itibara sahipti.
Üstelik bu dağ krallığını üs olarak kullanarak Delhi sultanlığının sorunlu siya
setine müdahale edebilecek ve Kuzey Hindistan'ın bir kısmında iktidarı ele
geçirebilecek kadar da hırslı ve becerikliydi. Özbeklere karşı ittifak kurduğu
İsmail gibi o da Orta Dönemlerin siyasal yaşamının parçalı ve maceralı karak
terinin tipik bir örneğiydi Fakat bir yandan da Moğolların himaye devleti ide
alini de temsil ediyordu ve İsmail gibi o da eski, atomize olmuş siyasal yaşamı
altüst edecek kadar ileri giden bir devlet kurulmasını sağladı. Görünüşe göre,
Delhi'deki Lodi hanedanı da buranın daha önceki hükümdarlarını güç du
rumda bırakmış olan, yerel olarak verilmiş aşırı taahhü tlerden yakasını sıyır
mayı başaramamıştı. 1526 yılında Babür, Delhi'nin kuzeybatı tarafında yer
alan Panipat'ta Delhi ordularını -kısmen güçlü topçu birliklerinin de yardı
mıyla- bozguna uğrattı. Lodi hanedanının yardımına kimse gelmedi. Babür
Delhi tahtına çıktı ve Delhi'yi canlılığa kavuşturdu. Ama 1 530 yılında öldü;
oğulları birkaç askeri başarı kazanmalarına rağmen aralarında anlaşamadılar
ve kısa süre içinde bölgeden defedildiler (1540). Fakat 1556 yılında bu oğullar
dan biri bölgeye geri döndü ve Babür'ün soyunun teşvik edeceği merkezileş
me eğilimini o sıralar zaten gelişti rmekte olan, kuzeydeki bir Hint imparator
luğunun tahtını ele geçirdi. Başka bir deyişle -takdir edilen bir Türki yazar
olan- Babür, bu imparatorluğa aslında bizzat şekil vermemiş, ama ona -
sonraları taraftarları iktidarı yeniden ele geçirince- imparatorluğun itibarını ve
kaynaklarını arttıran ve ayrıca Hint toplumunun batıdaki ve kuzeydeki en
yüksek kültür çevreleriyle kurduğu etkin bağları güçlendiren bir hanedanlık
geleneği kazandırmıştı.
Büyük imparatorluklar üç hanedan tarafından işte böyle kuruldular.
Hepsinin kökü on dördüncü yüzyıla dayanıyordu ve herhangi bir askeri ma
ceracınınkinden daha derinlemesine kökleşmiş birer iktidar zeminine sahip
lerdi. Osmanlılar zaten muazzam bir devlete, Safeviler geniş çaplı ve militan
bir tarikatın otoritesine, Hindistan'daki Timurller ise Timur'un itibarlı mirası
na sahiplerdi. Bunlara, benzer şekilde Harezm'deki Özbek devletine ve onun
37
Moğollardan kalma mirasına dayalı olan, Ceyhun'un kuzeyindeki Özbek İm
paratorluğu'nu da eklemek gerekir. Bu hanedanlar, barut döneminin yeni
dengelerinin oluşması sırasında imparatorluklara özgü iktidarı sağlamlaşhra
cak bir durumda oldular ve bunun sonucunda sadece imparatorluklarının
geniş topraklara sahip olması ve uzun ömürlü olması bakımından değil, mut
lakıyetçi yönetimlerinin başarılı olması bakımından da sivrildiler. Bu devletler
Osmanlının bile on beşinci yüzyılın sonunda benimsemeye başladığını ileri
sürdüğüm askeri himaye devletine yönelik eğilimleri daha geniş bir alanda
yaydılar. Keza bu devlet yapısı -görebildiğim kadarıyla- yenilendi ve bu yeni
imparatorluklara uyarlandı.
Yeni imparatorluklar, on altına yüzyıla gelindiğinde, emirlerin İslami
leşmiş toplumda yarattıkları tecrit olma ve tarafsızlaşma eğilimlerini geniş bir
alanda tersine çevirmeyi başardılar. Kanımca bu kısmen de olsa Erken Orta
Dönem'in Sünni sentezinin doğası gereği istikrarsız olması yüzündendi. (Mı
sır ve Suriye'deki Memluklerin ve ona muhalefet eden tarikat Şiiliği hareketle
rininki gibi nispeten istikrarlı bir yapının sistem içindeki yerel evrimi, bu has
sas dengenin hem kendi gerilimlerini hem de kendi karşıtlarını üretebileceğini
gösterir.) Askeri himaye devleti merkezsizleşmiş sözleşmeci toplumun kalıp
ları iyice yerleştiğinde bu toplumu sömürme olanaklarına verilmiş doğal bir
tepkiydi.
Fakat büyük bürokratik imparatorlukların bu eğilimlerin bir sonucu ola
rak -sadece Avrupa ve Hindistan'da değil, bir süre sonra eski İran-Sami top
raklarında bile- yeniden kurulabilmesi başka baskıların da iş başında olduğu
nu akla getirir. Tarımsal iktidarın Orta Kurak Kuşak'ta görece güvensizliğinin
üç bileşeninin bulunduğunu ileri sürmüştüm: Tarıma dayalı merkezileşmiş
iktidarın muhafaza edilmesini nispeten güçleştiren bir unsur olarak tarımdaki
göreli kıtlık; çevre bölgelerdeki ekiciliğin ve köylüler üzerindeki kontrolün
kırılganlığı; göçebe hayvancı iktidarla potansiyel rekabet. Bu koşulların yol
açtığı etkiler muhtemelen, barutlu silahların askeri bakımdan belirleyici olma
ya başladığı zamanlarda en az iki şekilde kısmen dengelendi: Bunlar, barutlu
silahların teknik gereklilikleri ve uzun mesafe göçebeliği üzerinde barutun da
katkıda bulunduğu sınırlamalardı. Merkezsizleşmiş, sözleşmeci, kozmopolit
İslamileşmiş toplumun temeli böylece kısmen sarsıldı.
Barutun özel kaynaklara sahip hükümdarlara sağladığı avantajlardan
yukarıda bahsetmiştik. Barutun savaşlarda başat güç haline geldiği on beşinci
yüzyılda bu yeni ve kaha teknik yenilik, genel yönetim kalıplarını da arhk
belirleyebiliyordu. Sadece merkezi otoriteler mali yönden bu yenilikleri takip
edebilecek durumdaydılar. Büyük ölçüde süvarilere dayalı birliklerde olduğu
gibi barutun asgari düzeyde kullanıldığı yerlerde bile siyasal beklentiler git
tikçe daha fazla hakim olan bu durum tarafından şekillenebiliyordu. Bu sıra
larda bozkır göçebeliğinin egemen tabakalarının, şehir sahibi toplumdan kay-
38
naklanan ekonomik ve kültürel normlara gittikçe daha fazla tabi olmaları da
yoğunlaşmış pastoral iktidarın en önemli kaynağını oluşturan geniş bozkır
imparatorluklarının ortaya çıkma olasılığını azal tıyordu. Muhtemelen, taban
caların yaygın biçimde kullanılmasından önce, topların merkezi iktidarlara
kazandırdığı fazladan i tibar ve uzun ömür, onların ellerini yerel göçebeler
karşısında bile güçlendirmiş olabilir. Bu tarz değişmelerin yeni mutlakıyetle
rin görece etkililiğini açıklayacağı ileri sürülebilir.
Bürokratik merkezileşmenin ve hanedanlara özgü istikrarın bir ölçüde
eski haline gelmesiyle birlikte İslamileşmiş tipik sözleşmeci toplum normları
bir kenara atılmadıysa bile genellikle bir vurgu değişikliğine uğradılar. Top
lumsal hareketlilik en azından bazı bölgelerde görünüşte artmaya meyilliydi.
Osmanlığı İmparatorluğu'nda loncalar, İslam dünyasında öteden beri bilin
dikleri hallerine kıyasla muhtemelen daha güçlü ve daha az esnek hale geldi
ler; Hindistan'da ise birçok Müslüman Hinduizmin kısıtlamalarına tümüyle
tabi olmasa da kastlar halinde örgütlenmiş olarak kaldılar. Bu tarz yerel sürek
liliklerin varlığı şaşırtıcı değildir. Fakat eski İran-Sami topraklarındaki Safevi
İmparatorluğu'nda bile loncaların daha sıkı örgütlenmiş olmaları mümkün
dür; kuşkusuz devlete olan bağımlılık artmıştır.
Benim deyişimle "askeri himaye devletleri" hiçbir zaman tek bir kalıp
oluşturmadılar ama bazı noktalarda bu tarz devletler üzerinde çağın özel ko
şullarından kaynaklanan ortak etkilerin söz konusu olduğunu görebildiğim
kanısındayım. Özerklik lehine şehirlerde filizlenmiş itkiler daha Geç Orta Dö
nemlerde dizginlendi; barut imparatorluklarında ise şehirler nispeten sıkı bir
bürokratik denetim altında oldular. Merkezi denetim ve müdahale muhteme
len Osmanlı İmparatorluğu'nda zirvesine ulaştı. Merkezi bir bürokrasinin
kural olarak yekpare ve kuşatıcı ordunun bir parçası olarak gelişimi o kadar
ileri götürüldü ki hükümdar ailesinin önemi azaldı. Ailenin reisine evrensel
olarak halifeye özgü ayrıcalıklar verilirdi ama ailenin diğer üyelerinin bağım
sız hareket etmek olanağı pek bulunmazdı; hatta merkezi birlik karşısında bir
tehdit olarak görülüp bertaraf edilebilirlerdi. Bu durum tevarüs konusunda
belirli bir düzenlemenin yapılmasını zorunlu kıldı.
Merkezdeki tevarüs sorunu zorunlu olarak toplum genelindeki tevarüs,
yani makama geliş sırası sorunlarıyla ilişkiliydi; dolayısıyla her merkezin des
teklerine bel bağlamak zorunda olduğu kimseler arasında hakim olan daha
aşağı makamlar da özgü tevarüs örüntülerine tabi olmak zorundaydılar. İsla
mileşmiş geleneğe epey uygun düşen, silahlı yanşa bağlı tevarüs kuralı, mer
kezi iktidarın Orta Dönemlerde olduğundan bile daha büyük bir titizlikle mu
hafaza edildiği sonraki askeri himaye devletlerinin en az iki tanesinde resmi
yet kazandı. Selefin halefini tayin etmesine dayalı tevarüs (doğal alternatif)
kasıtlı olarak göz ardı edildi -kimin tahta çıkacağının veya makama geleceği
nin Tanrı tarafından belirlendiği söylenirdi- öyle ki baba oğullarından her-
39
hangi biri lehine müdahalede bulunamaz, diğerlerinin eşit haklarını göz ardı
edemezdi. Bir babanın bu konuda meşru biçimde yapabileceği tek şey oğulla
rından birine, kendi ölümü yaklaşhğında diğer oğullan karşısında askeri üs
tünlük sağlayacak bi r konum sağlamak olabilirdi. Bu kural Hindistan'daki
Timuri hükümdarlarca defaatle tanındı; Timuri Evrengzib oğullarından biri
nin halefi olması yönündeki tercihini belirttiğinde bile diğer oğlunun yine de
eşit bir egemenlik hakkı olduğunu kabul etti. Bu ilke Osmanlıların bir kanu
nunda somutlaştırıldı. Safevi hükümdarlar bu ilkenin kendi komşularına da
uygulanabileceğini kabul ettiler. İmparator, Evrengzib'in üçüncü oğlunu, ba
bası ölüp de tevarüs yarış hukuken geçerli hale gelinceye dek İsfahan'da alı
koydu. (Safeviler ise kendileri için, görünüşe göre, hükümdarın ölümünden
sonra yerine hangi oğulun geçeceğini seçecek ve başlıca saray mensuplarından
oluşan bir mecliste gerçekleşen daha barışçıl bir yarışı tercih etmişlerdi.) Bu
ilke bazen baba henüz haya ttayken bile zamansız yarışlara yol açmasına rağ
men Moğolların kurultay denen meclislerindekine benzer herhangi bir resmi
seçim mekanizmasının bulunmaması halinde, görünüşe göre, aynı anda hem
ordunun temel kararların alınmasında bile doğrudan doğruya rol oynamasını
zorunu kılmış hem de böylece ilk askeri himaye devletlerinde gerçekleşmeye
meyilli olmuş imparatorluğun oğullar arasında paylaşılması durumu gibi
durumları ortak rızaya başvurmak suretiyle engelleyerek imparatorluğun
birliğini muhafaza etmiştir.
Dengelerin yeniden kurulduğu bu döneme özgü bütün bu olaylardan
kaynaklanan çok sayıdaki devlet oluşumu içinde kültürel bakımdan en önemli
olanları eski İslam topraklarında, Bereketli Hilal' de ve İran platosunda ortaya
çıkan devletlerdi. Burada İslamileşmiş merkezi kültürel gelenekler en büyük
gelişmeyi kaydettiler; burada kültür alanında yaşanan yeni çiçeklenmeler hem
geçmişle en sağlam sürekliliğin hem de yeni keşiflerin yapıldığı ve yeni hare
ketlerin oluştuğu en parlak dönemin yaşanmasını sağladı.
40
Safevi Devleti ortaya koydu. Modern İran'm en önemli ulusçu hareketlerinin
gelişmesini sağlayan bağlam da bu olmuştur.
Fakat Safevi devletinin özellikle "ulusal" karakterine ilişkin bu türden
herhangi bir anlayışın aslında, eskiden revaçta olan iki hatalı özdeşleştirmeye
dayandığından eminim. Bunlar İslam'ın Sami "ırkıyla" ve Şiiliğin "Aryan"
Farsların "İslam'a karşı tepkisiyle" özdeşleştirilmeleridir. (Bu yüzden genelde
Abbasi İmparatorluğu "Farsi" olmadığı gerekçesiyle Ahameniş-Sasanl-Safevl
silsilesinin dışında tutulur.) Bu ırksala ön kabullerden sıyrılınca. bu anlayış da
akla yatkınlığını yitirir. Safevi imparatorluğu, ancak İslamileşmiş uygarlığın
bütün içsel gelişimini göz ardı eden bir benzetme yoluyla Sasanl imparatorlu
ğunun yeniden kuruluşu olarak değerlendirilebileceği gibi, ancak modern
ulus-devleti meydana getirmeye devam eden en can alıcı özelliklerden bazıla
rını ve özellikle de sonraları İran'ı modem bir ulus devletine dönüştürmeyi
arzulayanların hep karşı karşıya kaldıkları sorunları ihmal etmek pahasına
modem anlamda ulus olmaklığın bir öncüsü olarak değerlendirilebilir. Yazar
lar, "Fars" hükümdarı olan İsmail'in şiirlerini Türk dilinde yazmasının, "Tür
kiye"nin hükümdarı olan rakibi Selim'in ise Farsça yazmasının bir çelişki ol
duğunu belirtmişlerdir. Bu çelişki sadece Farsileri, Türkleri ve Arapları aynı
ölçüde içeren Safevi İmparatorluğu yerine hatalı olarak "Fars" teriminin, Os
manlı İmparatorluğu'nun yerine ise daha talihsiz bir adlandırma hatası yapı
larak "Türkiye" teriminin kullanılmasından ileri gelir. Bir kabile grubunun
liderinin bir halk dili olan Türkçe ile yazarken yerleşik bir devletin başının
kültür dili olan Farsça ile yazmasında çelişkili hiçbir şey yoktur. Safevi İmpa
ratorluğu'nun önemi, ırksal bir yeniden kuruluştan ya da ırksal bir öngörüden
değil, Orta Dönemlerin siyasal merkezsizleşme eğiliminin sadece Hindistan ve
Avrupa'nın son derece tarıma dayalı bölgelerinde değil, Kurak Kuşak'ın tam
kalbinde de altüst olmasından ileri gelir.3
Toprak ve ırkla ilgili çeşitli hatalı kavrayışların yol açabileceği karışıklar epey karmaşık olabi
lir. Saygın (ve sıra dışı olmayan) bir tarihçi olan Laurence Lockhart, Fail of the Safavi Dynasty
adlı eserinde (Cambridge University Press, 1 958, s. 67), Safevi döneminin "Farsilerinin" Sasani
döneminden sonra, denizden korkmaları sebebiyle hiç tüccar filosuna sahip olmadıkları için
"ne yazık ki yozlaşhklarını" yazarken -ve bununla beraber Arapların "Fars Körfezi"nin (Basra
Körfezi) her iki yakasında da denize kolayca açılabildiklerini belirtirken- açıkçası İsfahan'ın
Farsça ve Türkçe konuşan ve denizci olmayan halkının, bir zamanlar Körfez'in kıyılarında bir
İran dilini konuşmuş olabilecek, deniz tutkunu atalarının ardından "yozlaşmış" olduklarını
ima etmenin anlamlı olup olmayacağını sorgulamaz. Bütün bu saçmalıklar popüler kalıp yar
gılan gerektirir. Bu tarz ifadeleri haklılaşhrmak için, açıkça ortaya konduklarında bir parodi
gibi görünen bir argüman zincirinin takip edilmesi gerekir. Belirli bir adla (tesadüfen de olsa)
tek bir dilin, kültür grubunun ve baba soylu bir ırkın- ve yeterince yaygın olarak söylendi�i
şekliyle tek bir "ülkenin" -özdeşleştirilmesi gerekir. On dokuzuncu yüzyılda Körfez' in kuzey
kıyılan (büyük ölçüde Avrupalıların iradesiyle) "İran"a verildiği için, bir yandan buralarda
Elamlar zamanından beri bulunmuş olan her şey örtük biçimde " Pers-Fars" sayıldı, öte yan
dan buralarda bulunan "Araplar" da dolayısıyla zorunlu olarak yakın zaman önce buralara
41
İsmail ve taraftarları elbette ne Fars ulusunu inşa ettiklerinin ne de daha
mutlakıyetçi bir devlet kurduklarının farkındaydılar. Onlar bir tür askeri hi
maye devleti kurmuşlardı. Egemen devlet kurumu içindeki askeri ve sivil
unsurlar arasına keskin bir çizgi çekmek mümkün değildi: Bütün bu kurumun
merkezinde hükümdar ve ailesi bulunurdu, devlet kurumu da öncelikle askeri
bir işleve sahipti, gerçi kurumun bu amaç doğrultusunda topraklan da idare
etmesi gerekirdi. Esasen askeri nitelikli kimseler, yani çoğunluğu Türklerden
oluşan "kılıç ehli", özellikle devlet siyasaları düzeyinde esasen askeri olmayan
idari işlevleri üstlenebilirdi; çünkü devletin tamamının onların asıl yetki ala
nının içinde olduğu kabul edilirdi. Bununla birlikte, normalde "Taciklerden",
yani İranlılardan veya Araplardan oluşan ve Türki "kılıç ehline" tabi olmaları
gerektiği kabul edilen "kalem ehli" ise kurum içinde siyasete karışacak kadar
yükselmeyi başardıktan sonra askeri işlevler üstlenebilirdi. Kadıların bile bu
tarz bir yol izlediklerini görürüz. Başlangıçta Safevi devletinin bu örüntüyü
daha gelişkin bir aşamaya ulaştırmış görünmediğini de söylemek gerekir.4
Aslında en başlarda Safevi devletine bölgedeki daha önceki devletlerin
kinden farklı bir gelecek sağlayabilecek ne belirgin bir siyaset ne de fiili bir
idari pratik bulunuyordu. Şah İsmail'in fetihlerle ve bağnazlıkla geçen hü
kümdarlık döneminin sonrasında siyasal iktidar dengesinde meydana gelen
geniş kapsamlı kaymalara rağmen, ortaya çıktığı haliyle Safevi Devleti, Kara
koyunlu ve Akkoyunlu devletlerininkine yüzeysel bakımdan çok benzeyen
temeller üzerine kuruluydu. Safevilerde olduğu gibi bu devletlerde de yöneti
ci iktidar Anadolu ve İran arasındaki dağlık bölgelerde yaşayan Türki kabile
lere dayalı olmuştu; askeri, hatta (Karakoyunlularda olduğu gibi) Şii yönelim
lilerdi.
gelmiş işgalciler olarak kabul edildi. Fakat "İ ran" teriminin sadece değişmez bir toprak parça
sını ifade ettiği düşünülmez, aynca değişmez bir devlet olduğu da hayal edilir. Dolayısıyla
Irak'taki Pehlevice konuşan bir yönetim deniz gücünden yararlanmışsa, bunlar denizden kor
kamayan "Farsiler" olurlar. Ama elbette "Farsiler'' aynı zamanda baba soylu bir "ırktır"; mo
dem "Farsiler" Sasani sarayındaki kimselerin ve onların denizcilerinin soyundan gelmiş olma
lıdır (Fars Körfezinin "Araplan" ise elbette böyle değildir); öyleyse İ sfahanlılar artık denizi
sevmeyen kimselere dönüşerek ve bu işi "Araplara" bırakarak yozlaşmışlardır! (Krş.: Birinci
Kitap, 1. Bölüm, not 16.)
Bunun gibi bir çözümlemenin geçerli unsurlannı Martin Dixon'a --Onun yayınlamaktan çekin
diği geçersiz kısımlarını ise kendi cehaletime-- borçluyum. Kızılbaşların Farsilere örneğin as
ker kökenli olmayan vezirlere gösterdikleri düşmanlıklar ve Safevi idari sistemi içinde bu dö
nemde görülen diğer eğilimler Roger M. Savory tarafından çözümlenmiştir: "The Principal
Offices of the Şafavid State during the Reign of Isma'il", BSOAS, 23 (1960), 91-105; "The
Principal Offices of Şafavid State during the Reign of Tahmasp I", BSOAS, 24 (1961); ve "The
Signifacance of the Political Murder of Mirza Salman", Is/amic Stııdies (Karaçi), 3 (1964), 181-91.
Belirtmek gerekir ki, vekilllik, yani kişisel temsilcilik makamı bundan önceki Türki hanedanlar
döneminde de görülmüştür.
42
Yine de bu üç nokta itibarıyla Safevi devleti son derece farklıydı. Devlet
sadece Türkilerden oluşmuyordu. Devlet Türk! kabile iktidarları üzerine kuru
lu olsa da bu kabileler aynı zamanda onları belirli kentsel nüfuslara, özellikle
de Safevilerin Erdebil' de ve başka yerlerde yaşayan taraftarlarına bağlayan
mistik bir bağ sayesinde bir arada tutuluyorlardı. Bu bildik özellikler taşıyan
bir kabile konfederasyonu değil, kabile bağlarından faydalanan, ama gerekti
ğinde daha yüce bir amaç uğruna bunları bir yana bırakabilecek dinsel bir
kardeşlikti. Ayrıca hanedan Şia'yı desteklemekle kalmadı, tüm nüfusu Şia'ya
katılmaya zorlamayı ciddi biçimde denedi . Bu amaçla eski yerel yönetici un
surların başlıca kesimlerinin mali temellerini sarsarak bunların parçalanması
na veya zayıflamasına yol açtı ve yeni unsurların ortaya çıkmasına katkıda
bulundu. Bu yüzden devlet sadece askeri değildi. Şii itikadına özellikle baş
vurması sayesinde belirli bir sivil bağlanma tarzı ortaya koydu; kentli kurum
ların ekonomik örüntüsü Şiilerin eline geçince bu durum barış ve refahtan
yana olan hanedanın sürekliliği yönünde yerleşik bir çıkarın da oluşmasına
yol açarak pekişti.
Başlarda devlet kendi öncellerinden daha güçlü görünmüyordu; ama za
manla bütün bu farklılıklar kendini hissettirdi . Tamamen kabileci bir askeri
rejimi mahvedecek güçlüklerden kurtulmayı başardı. Bunlardan öyle uzun bir
süre boyunca kurtulmayı başardı ki sonunda -görünüşe göre Osmanlılardan
veya Hint-Timuri devletlerinden sonra- barutlu askeri güçlere dayanan eksik
siz bir bürokrasi inşa etmeyi başardı.
Nil'den Ceyhun'a kadar uzanan bölgede yaşayan nüfusun çoğunluğunun
1 500 yılında görünüşe göre (Sünniliğin bu dönemde hakim olan sıkı sıkıya
Ali'nin soyuna bağlı kalanlar biçimine uygun olarak) Cemal-Sünni olmasına
rağmen, On İki İmamcı Şia, özellikle tarikat Şiiliğinin Moğollar döneminde
yayılmasından beri bazı bölgelerde çok güçlü oldu. Özellikle Irak toprakların
da, Şii hac merkezleriyle tam da aynı zamanda ortaya çıkmış ve Kfıfe'nin yeri
ni almış Kerbela ve Necef gibi yeni şehirlerdeki türbelerin çevresinde güçlüy
dü; en başından beri Şii olmuş olan Kum gibi kasabalarda da baskın olmaya
devam etti. Ama artık birçok başka yerde de güçlü Şii hizipler bulunuyordu.
Örneğin, on beşinci yüzyılda İsfahan'ı bölen büyük rakip hizipler artık Hanefi
ler ve Şafiiler değil, Cemal-Sünniler ve Şiilerdi. Yüzyıl boyunca da önde gelen
Şii aileleri görünüşe göre Sünni rakiplerine üstün gelmişti. İtalyan şehirlerindeki
Guelph ve Ghibelline partilerinde söz konusu olduğu gibi, soya bağlı partizan
lık her zaman soyut ideallerle ilgili bir sorun olmadı. Yine de Şii hizbi genel
reform yönündeki umutlar karşı özellikle sıcak olmaya ve dolayısıyla siyasal
yenilik girişimlerine fazlasıyla eğilimli olmaya devam etmiş görünür. Bu tarz
umutlar örneğin isfahan'ı Timur'un soyundan gelen Şahruh'a karşı onun asi bir
torununu desteklemeye yönelten Şii aileler tarafından dile getirildi. Bu, kanla
basbnlan, ama daha sonra olacaklara işaret eden bir isyan oldu. Demek ki İsmail
iki tür Şii desteğine sahipti: Kabilelerin, hissiyat bakımından sadece Sufi olma-
43
yıp genelde Şer"i ulemanın normlarına yaygın olarak aykırı düşen Şiiliği ve
önde gelen şehirli ailelerin, kuşkusuz yine tasavvufa eğilimli olan ama birçok
durumda nispeten burjuva ve Şeriat yanlısı olan, yine de bu sınırlar çerçevesin
de yeni bir toplumsal düzeni arzulamaya eğilimli olan Şilliği.
İsmail'in hükümdarlığının ilk on yılı içinde devlet, İsmail'in bulunduğu
mürşid-i kamil, yani "kemale ermiş [Sufi] üstat" makamı üzerine kuruldu. İs
mail'e kendisine tabi olan pirler ve halifeler destek veriyordu, onun askeri
emirlerine riayet ederek kendi manevi disiplinlerini koruyan Türki mürit kabi
leler, yani Kızılbaşlar ise bu pir ve halifelere içtenlikle bağlıydılar. İsmail'e tabi
olan en üst düzeydeki yönetici, Safevi tarikatının başı olarak İsmail'in liderli
ğini temsil ettiği gibi onun hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki idari yetkile
rini de temsil eden özel bir vekildi. Sivil idarenin başı, ondan önceki Türk hü
kümdarlar döneminde hep bir sivil -ve doğal olarak bir Farsi- olmuştu fakat
İsmail iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra devlet idaresinin yanı sıra müritleri
nin kendi mürşid-i kamilleriyle ilişkileri üzerinde de yetkili kıldığı bir Farsl'yi
özel vekili yapınca sadece Kızılbaş kabilelerin emirlerine bel bağlamadığı
açıkça ortaya çıktı. Bu özel vekil Özbeklere karşı düzenlenen bir seferin baş
komutanı olarak tayin edilince bu duruma içerleyen Kızılbaş liderler komuta
nı terk ettiler ve onun öldürülmesine neden oldular. Kızılbaş Şii emirler ve
büyük ölçüde Farsça konuşan kentli Şii liderlik arasında daha en baştan itiba
ren apaçık bir gerilim vardı.
İsmail genç bir adamken Safevi destekçisi kabilelere özgü aşırılıkçı tarikat
Şiiliğinin hakim olduğu bir ortamda çok fazla bulunmuştu. Yazdığı şiirlerde,
On İki İmamcıların imamlarının soyundan geldiğini, bu yüzden yaşadığı dö
nemin ilahi kılavuzu olduğunu ilan etmiş ve diğer imamları da ihtiyatlı Şiile
rin abartılı bulabilecekleri şekillerde onurlandırmıştır. Düşüncelerini değiştir
diğine dair hiçbir gösterge yoktur; ama yaşamının sonlarına doğru, özellikle
batıya doğru ilerleyişi 1 51 4'te Çaldıran'da durdurulduktan sonra önde gelen
Kızılbaş emirlerin gücünü kırmak ve önemli makamlara sivilleri getirmek için
daha fazla çaba sarfetmiştir. 1 524'te ölüp yerine on yaşında bir çocuk olan
Tahmasp'ı varis olarak bıraktığında emirler hala devletin kontrolünü yeniden
elde edebilecek durumdaydılar; ama yaklaşık on yıl boyunca kendi aralarında
savaşmaları yüzünden Tahmasp, kişisel olarak iktidarı ele geçirmek ve baba
sının başlatmış olduğu sivil otoriteyi güçlendirme girişimini sürdürmek için
ihtiyaç duyduğu desteği bulmayı başardı.
1 533-76 yılları arasında hüküm süren Tahmasp sıradışı bir hükümdar
değildi. Görünüşe göre görevinde başarılıydı ama etkisiz bir mizaca ve acıma
sız bir kişiliğe sahipti. Estetik beğenileri epey inceydi. Sanatçıların daha fazla
himaye ederek bunu Safevilerin ayırıcı bir özelliği haline getirdi ama bir yan
dan da ibretialem olsun diye yapılan halka açık cezalandırmalarda Moğollar
döneminden beri Tarım Çağı'ndaki genel kullanımının ötesine geçerek iyice
44
Another random document with
no related content on Scribd:
Coop for Sitting Hens
When several hens are to hatch out settings at the same time,
considerable space can be saved and much convenience afforded
by making a coop as shown in the illustration. It consists of an outer
frame of boards, 1 ft. wide and 6 ft. long, or as long as desired for
the runway. The frame is divided into compartments by boards
extending from end to end, each compartment being for one hen.
The frame is placed on level ground and staked in place. At opposite
ends of each compartment is a hinged cover. The intervening space
is covered with wire netting, with shelter boards placed loosely over
it. Under one of the hinged covers the nest should be placed on the
ground, and at the opposite end food and water are provided. Each
hen has plenty of space to exercise in, and must at least get up for
food and water. The individual covers permit separate examination of
the eggs, or feeding of the hens.—F. W. Buerstatte, Pullman, Wash.
Smoking of Lamp Overcome by Increasing Draft
While sitting in a room around a lamp, a group of workmen
discussed the probable causes for the smoking of an oil lamp. By
way of experiment, holes were punched in the perforated part of the
burner, increasing the draft through the glass chimney. It was then
possible to turn the light up much higher, without the usual deposit of
smoke. As a result of this, several other troublesome lamps were
soon remedied.—J. E. McCormack, Haliburton, Ontario, Can.
Pencil Sharpener Made of Wafer Razor Blade
This tool combines a knife and a file in one handle, of wood, 7 in.
long. The knife is a single-edged safety-razor blade, clamped to the
handle by two round-head screws. A space, ¹⁄₈ in. deep, under the
blade is allowed for chips, and a piece of a fine file is recessed into
the other end of the handle. To use this sharpener, hold it as a
pocketknife is ordinarily held in whittling. The blade will keep its edge
for a considerable time.—Ralph W. Hills, Madison, Wisconsin.
Device for Sharpening Fiber Phonograph Needles
The Canoe is Stored in the Garage, and Conveniently Hoisted into the Gable
A canoe, or small boat, which is taken from the water when not in
use, suffers damage if it is left unprotected in the open. A practical
method of storing it so that it can be taken out quickly is to suspend it
from the roof structure of a small shed, or a garage, by means of
slings. The latter are made of double thicknesses of strong canvas,
and are provided with rings where they join to the lower pulleys of
the hoisting rope and tackle. The cushions, paddles, etc., may be left
in the canoe.—Robert W. Jamison, Mitchell, S. D.
Clod Rake Protects Corn in Cultivating
Two highly polished horns fitted into a polished wooden base and
banded with silver form the support for a call bell shown in the
illustration. A tapper, which rests beside the stand, was made of a
deer hoof.—James M. Kane, Doylestown, Pa.
Ordinary Pen Converted into Fountain Pen
The Toy is Pushed by Means of the Handle, Causing the Horse to Walk
Cut the legs as shown, about 3¹⁄₂ in. long. Attach them with small
bolts, or rivets, allowing space to move freely. The wheels are made
of pine, ¹⁄₂ in. thick and 3 in. in diameter. The axle is made of ³⁄₁₆-in.
wire bent to the shape indicated, ¹⁄₂ in. at each offset. Fit the wheels
on the axle tightly, so as not to turn on it, the axle turning in the
pieces nailed to the sides of the carriage. The horse is attached to
the top of the carriage by a strip of wood. A 3-ft. wooden handle is
attached to the back of carriage to guide it. Wires are attached to the
legs, connecting with the offsets in the axle.—Charles Claude
Wagner, Los Angeles, Calif.
Safeguarding Contents of Unsealed Envelopes
The gummed flaps on envelopes for first-class mail are generally
short, and for sending photographs or second-class matter these
short flaps do not stay tucked in. The solution is to lengthen the flap,
by pasting on a sheet of paper, using the gum thereon.—G. N.
Neary, New York, N. Y.
Revolving Outdoor Lunch Table
The Persons Seated around the Table Help Themselves to the Food
Conveniently by Turning the Central Top
Picnic parties on one of the Maine lakes make much use of a large
table, having a revolving top, so that the lunch may be placed on the
center portion and the persons seated around the board may help
themselves handily. The stationary top is supported on several cross
braces of 2 by 4 in. stuff, and the revolving top, pivoted at the center,
is carried on wooden roller bearings, fixed near its circumference.
The lower portion of the table is in the form of cupboards which are
padlocked, providing storage space for equipment left for the use of
picnickers. The table is set under a pergola, which provides shade.
Benches, curved to fit the table, may be used conveniently with it. A
small table of this type is practical as a children’s play table,
providing convenient storage space for toys and other articles.—E.
E. Dickson, Holyoke, Mass.