Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

■slam ■n Serüveni Cilt 3 Marshall

Goodwin Simms Hodgson


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/islam-in-seruveni-cilt-3-marshall-goodwin-simms-hodg
son/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

■slam ■n Serüveni Cilt 1 Marshall Goodwin Simms Hodgson

https://ebookstep.com/product/islam-in-seruveni-cilt-1-marshall-
goodwin-simms-hodgson/

■slam ■n Serüveni Cilt 2 Marshall Goodwin Simms Hodgson

https://ebookstep.com/product/islam-in-seruveni-cilt-2-marshall-
goodwin-simms-hodgson/

■ttihat ve Terakki Nas■l Do■du 3 Cilt 3 Separate Books


Ziya ■akir

https://ebookstep.com/product/ittihat-ve-terakki-nasil-
dogdu-3-cilt-3-separate-books-ziya-sakir/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 3 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-3-cilt-1st-edition-turan-dursun/
Gizli Bahçe 1st Edition Frances Hodgson Burnett

https://ebookstep.com/product/gizli-bahce-1st-edition-frances-
hodgson-burnett/

Folklor Akademi Dergisi Cilt 2 Say■ 3 2019 1st Edition


Prof Dr I■■l Altun Editor

https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-2-sayi-3-2019-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/

Folklor Akademi Dergisi Cilt 1 Say■ 3 2018 1st Edition


Prof Dr I■■l Altun Editor

https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-1-sayi-3-2018-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/

Folklor Akademi Dergisi Cilt 4 Say■ 3 2021 1st Edition


Prof Dr I■■l Altun Editor

https://ebookstep.com/product/folklor-akademi-dergisi-
cilt-4-sayi-3-2021-1st-edition-prof-dr-isil-altun-editor/

Tarihi ve Etimolojik Tu rkiye Tu rkc esi Lugati 3 Cilt


F J Andreas Tietze

https://ebookstep.com/product/tarihi-ve-etimolojik-tu-rkiye-tu-
rkc-esi-lugati-3-cilt-f-j-andreas-tietze/
İslam'ın Serüveni

ÜÇÜNCÜ CİLT
Barut İmparatorlukları ve
Modern Zamanlar

Marshall G. S. Hodgson

phoenix�
Bu kitabın yayın hakkı PHOENİX YAYINEVl'ne aittir. Yayınevinin ve yayımlayıcısının yazılı izni alınmaksızın
kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz

lslam'ın Serüveni, 3. Cilt: Barut İmparatorlukları ve Modern Zamanlar


Marshall G. S. Hodgson
Orijinal Künye: The Venture of lslam: Consclence and History in a World Civilizatian,
Volume 3: The Gunpowder Empires and Modern Times, The Unlversity of Chicago Press, © 1977
Çeviren: Berkay Ersöz
Editör: Prof. Dr. Hasan Onat
Yayına Hazırlayan: lsmall Yılmaz, Hüseyin Aykol
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Gamze Uçak
©Phoenix Yayınevi Tüm Hakları Saklıdır.
Aralık 2017, Ankara
TAKIM ISBN: 978-605-9801-66-9
3. CİLT ISBN: 978-605-9801-69-0
Phoeniıc Yayınevi-Ünal Sevindik
Yayıncı Sertifika No: 11003
Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1
Kızılay/Ankara
Tel: O (312) 419 97 81 pbıc
Faks: O (312) 419 16 11
e-posta: info@phoenlıckltap.com
http://www.phoeniıcyayinevi.com
Baskı:
Desen Ofset A. Ş.
Sertifika No: 11289
Birlik Mah. 448. Cad. 476. Sk. No: 2
Çankaya/Ankara Tel: O (312) 496 43 43
Dağıtım:
Siyasal Kitabevi
Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1
Kızılay-Ankara
Tel: O (312) 419 97 81 pbıc
Faks: O (312) 419 16 11
e-posta: info@siyasalkitap.com
http://www.siyasalkitap.com
İslam'ın Serüveni

ÜÇÜNCÜ CİLT
Barut İmparatorluklan ve
Modern Zamanlar

Marshall G. S. Hodgson
John U. Nef'e ve
Gustave von
Grunebaum'un a n ısına,
saygı ve m i n n etle
İçindekiler

TABLOLARIN LİSTESİ.... ..... .................. . . . . . . . . . . . .... .......... ... ............... ................... .............. 8
HARİTALARIN LİSTESİ····································································································· 8

BEŞİNCİ KİTAP: İkinci Serpilme: Barut Dönemi imparatorlukları .............................. 9


Beşinci Kitaba Önsöz .. .................................. .. ................. .... .. .. .......... ...... ............ .. . 11
1 Safevi İmparatorluğu: Şia'nın Zaferi, 1503-1722 .................................................. 27
il Hint T imuri' İmparatorluğu: Müslümanlar ile Hinduların Bir Arada Yaşamaları,
1526-1707 ·········································································································· 75
111 Osmanlı İmparatorluğu: Şeriat-Ordu İttifakı, 1517-1718 ................................. 123
iV Tufandan Önce: On Sekizinci Yüzyıl. ............ .................... ......... . . . ........ .......... ... 165

ALTINCI KİTAP: İslam'ın Modern Dünyaya Bıraktığı Miras ..................................... 197


Altıncı Kitaba Önsöz ........ .......... ......... . ...... . . .............................. ........................... 199
1 Batı'nın Büyük Başkalaşımı'nın Etkisi: 1789 Kuşağı .
...... ................. ........... . ....... 213
il Avrupa'nın Dünya Hegemonyası: On Dokuzuncu Yüzyıl ............... .... . . . . . . . .. . . . ..... 265
111 Türkiye'de Modernleşme: Batılılaşma .... .. ........ ................ .... .. .. ........ ................ 295
iV Mısır ve Doğu Arap Ülkeleri: Mirasın Canlandırılması ............ ... .. ..................... 321
V İran ve Rus İmparatorluğu: Devrim Rüyası.... ................ . ......... ........................... 357
VI Müslüman Hindistan: Cemaatçilik ve Evrenselcilik .......................... . . . . . . . . . . . ..... 391
Vll Bağımsızlık Çabaları: Yirminci Yüzyıl . ....................................... . . ........... . . . . ...... 417

Sonsöz: İslami Miras ve Modern Vicdan ........ ...... ................... ...... .......................... ... .477

Seçilmiş Kaynakça .... ............................... .............................................. . . . ......... . ........ 513


Seçilmiş Terimler ve İsimler Sözlüğü ............... ............................ ....................... ........ 519
Dizin ........ . ............................................................................................. . . ....................525

7
TABLOLAR

BEŞİNCİ KİTAP
Ekümene'deki Gelişmeler, 1500-1700......................................................................... 18
Merkezi Bölgelerin Dışında İslam, 1500-1698 ............................................................. 22
1779 yılına kadar Safevi İmparatorluğu ve halefleri ... ............... .. ........... .. ................... 72
1763'e kadar Hint-Timuri İmparatorluğu ... ...... .............................. .. ................. ........ 118
1789 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu .... .. .. ...... ....... .. ..... ........................ ........... .. 161
Ekümene'deki Gelişmeler, 1700-1800....................................................................... 167

ALTINCI KİTAP
Modern Dünyada İslami Miras, 1800-1950 ............................................................... 203

HARİTALAR
BEŞİNCİ KİTAP
On altıncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başında Hint Okyanusu .. ... ....... .... .......... .... 32
Safevi İmparatorluğu, 1500-1722 ................................................................................ 50
Hint Timuri İmparatorluğu, 1526-1707 ..................................................................... 116
Osmanlı İmparatorluğu, 1512-1718 .......................................................................... 142
Avrupa'nın on dokuzuncu yüzyıldaki genişlemesinden önce İslam ülkeleri ..... ......... 175

ALTINCI KİTAP
Orta Akdeniz ve Hindistan, on dokuzuncu yüzyılın ortaları ......... ...... ... .... ...... .. ...... ... 278
Versailles Konferansı'ndan sonra Müslüman dünyası ........................ ........ ........ ....... 420

8
BEŞİNCİ KİTAP

İkinci Serpilme:
Barut Dönemi İmparatorlukları
Her şeyin amacı araçları yönlendirmelidir: Yönetimin amacı
genel iyilik olduğuna göre, prensin.amacı da bundan başka bir
şey o/mamalıdır.
-Wm. Pennn
Beşinci Kitaba
Onsöz

M S yaklaşık 1500 yılını izleyen ü ç yüzyıl bizim için özellikle önemlidir çünkü
bu yüzyıllar doğrudan doğruya bizim çağımızın arka planını oluştururlar.
Modern döneme adımına atan İslam dünyası işte bu yüzyıllarda şekillendi.
Üstelik bu İslam dünyası Batılı olmayan diğer uygarlıklardan herhangi biri de
değildi. Batı'mn fiilen oynadığı dünyaya hükmetme rolünü üstlenmeye en
fazla yaklaşmış toplumun İslam toplumu olduğunu da bugün görüyor ve
anlıyoruz. Eğer o dönemde Müslümanların bilfiil yönettikleri veya Müslü­
manlarla çevrelenmiş Hıristiyan, Hindu ve Budist halklar göz önünde bulun­
durulacak olursa dünyanın bugünkü İslama-Asyalı "kalkınmakta olan" kesi­
minin büyük kısmının arka planını aslında bu İslam toplumunun oluşturduğu
görülür. Hatta Çin ve komşularım bir kenara bırakacak olursak doğu yarıkü­
renin şu anki ucuz yatırım bölgelerinin büyük bölümünün arka planını İslam
toplumu oluşturduğu gibi, bu bölge ülkelerinin günümüzdeki hali ve tavrını
tarihsel yönden en çok belirleyen de söz konusu üç yüzyılın İslam dünyası
olmuştur diyebiliriz.
Fakat bu üç yüzyıl İslamileşmiş uygarlığın Orta Dönemlerinde yarattığı
olanaklara ve sınırlamalara ilişkin anlayışımızı arttırması itibarıyla da bizim
için ayrıca önem taşımaktadır. Görünüşe göre Erken Orta Dönem'de tasavvuf
ile Şer'i vicdanın el ele vererek akıp giden -ve büyümeye epey açık- bir top­
lum yaşamının en fazla ihtiyaç duyduğu koşullan karşılayan bir toplumsal
örüntüyü ortaya çıkarmış başarılı sentezi tam da bu başarısından ötürü muha­
fazakar ruhun zafer kazanmasına yol açmıştı. Sahip_ olduğu iç çelişkiler Geç
Orta Dönem'in çeşitli yıkıcı eğilimlerine de yol açmış bu muhafazakar ruh
esaslı bir biçimde bir daha sorgulanmadı. Bu ruh, içinde Müslümanların için­
de yaşayıp iş görmenin, Müslüman vicdanının ise içinde kendini ifade etme­
nin bir yolunu bulmak zorunda olduğu yeni bir ortam hazırladı.

11
Bu sırada Yüksek Halifelik Devleti'nin çöküşünden sonra şekillenen top­
lum ve kültür örüntüsü de Moğolların itibarlı oldukları çağda bazı can alıcı
çıkmazlara girdi. Kültürel yaratıcılığa özgü daha eski çerçevelerin içi dolduru­
lurken muhafazakar ruh her türlü yeni yaratıcılık imkanına kendi sınırlarını
dayattı. Müslümanlar sanatsal çalışmalarda, hatta bilimsel araştırmalarda bile
Şer'I ruhun ideolojik çıkmazlarına değilse bile bir üslup döngüsüne hapsolma
tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Müslümanların kalıcı meşru yönetimler
tesis etmekte yetersiz kalmaları bundan daha ciddi bir sorun olarak görülebi­
lir. Hakiki meşruluk neredeyse apolitik bir toplum düzeniyle anılır hale gel­
miş olan Şeriat'ın sınırları içinde aranmaya başlandı. Siyasi liderler ve onların
askeri birlikleri hem bu toplum düzeni hem de bizzat Şeriat tarafından nere­
deyse topluma dışarıdan yapılan müdahaleler, toplumun iç işlerine karışan
yabancılar olarak görülmeye başlandılar. Özellikle Kurak Kuşak'ta kaynak
israfından kaynaklanan temel ekonomik sıkıntılar da İslam dünyasında meşru
yönetimler kurma sorununa eşlik etmeye başlamıştı.
Yeni çağ, muhafazakar ruhun özünden ödün vermeden bu çıkmazlara
kendince birtakım yanıtlar verdi. Verilen bu yanıtlar da kendi ikilemlerini
yaratmış olmakla birlikte, insansal başarıların en önemli dönemlerinden biri
bu muhafazakar ruhun tam ortasında çiçek açıverdi. On altıncı yüzyılın başla­
·
rında Müslüman halklar arasında yeni bir siyasal güç dengesinin oluşması
kapsamlı bir siyasal ve kültürel yenilenme fırsatını da doğurdu. Bu durumun
neredeyse her yerde esaslı birtakım kültürel etkileri oldu ve bu etkiler bundan
sonraki iki veya üç yüzyıllık tarihi büyük ölçüde belirledi. İslamileşmiş top­
lumda öteden beri var olan en önemli uzun vadeli eğilimlerden bazıları ise bu
süreçte tersine döndü. Böylece en sonunda siyasal ve kültürel yaşamda parlak
bir yenilenme meydana geldi. Mutlakıyetçi yönetimi ve ona eşlik eden yüksek
kültürü dikkate alanların bakış açısına göre İslam dünyası en sonunda kendini
bulmuş görünüyordu.
Gelgelelim ortaya çıkan bu duruma daha özel bir İslami vicdanın ışığında
bakıldığında bu yenilenmenin son kertede başarısızlığa uğradığı görülmekte­
dir. Çünkü bir açıdan değerlendirildiğinde bu muhafazakar ruh kolayca çözü­
lemeyecek, daha derin bir sorun yaratıyordu. Yönetimler kendilerini kalıcı
hale getirecek sivil meşruiyeti sağlayabilirlerdi. Hatta zenginlerin kültürü
yolun sonuna gelmiş gibi görünmesine rağmen bir şekilde yeniden serpilme­
nin yollarını da bulabilirdi. Fakat İslami idealler illa bunların çerçeveleri dahi­
linde gerçekleştirilmek zorunda değillerdi. Aslında yeni yanıtların yol açtığı
yeni ikilemlere kısmen de olsa İslami vizyonun devam eden basıncı neden
olmuştu. Bu İ slami ideallerin gerçekleştirilebilmeleri için daha temelli bir yeni­
lenme şarttı. Nitekim bu durum, kötümser bir tavırla statükoya razı olanlar
tarafından hissedildiği kadar, birçok iyimser reformcu adayı tarafından da­
tarih bilincinden yoksun şekilde olsa da- şiddetle hissedildi.

12
Vicd a n ve Gelenek Üzerine
Dönemin başlangıcı bizim için açıkça dikkat çekicidir. Barut zamanlarında
oluşan (on altıncı yüzyılın başındaki) yeni güç dengeleri, tarihsel eğilimlerde
birbirine bağlı ve biri olumlu, diğeri olumsuz olmak üzere iki değişikliğin
meydana gelmesine neden oldular. 1500 yılında İslam dünyası artık görece
yeknesak bir kültürel ve siyasal düzeni tüm yarıküreye yayıyordu. Kayda
değer bir dil, adet, sanatsal gelenek, hatta dinsel pratik çeşitliliğine rağmen
siyasal açıdan Darülislam'm birliği onun barındırdığı yerel ve çoğunlukla kısa
ömürlü her devletin varlığından ve bekasından daha önemliydi. Fakat 1 550
yılma gelindiğinde İslam'm bu kozmopolit kapsayıcılığı esaslı bir darbe aldı.
Şiiler ile Cemal-Sünniler arasında yeni körüklenen bir dinsel tartışma yüzün­
den Müslümanlar kendi aralarında din konusunda bile bölündüler. Daha da
önemlisi, büyük bölgesel imparatorluklar İslam dünyasının o güne kadarki
merkez bölgeleri diye adlandırdığımız yerleri -yani Balkanlardan Bengal'e
kadar uzanan bölgenin tamamını- kendi aralarında paylaşarak kendi ayrıksı
kültürel dünyalarını yaratacak kadar ileri gittiler. Bu bölgesel imparatorlukla­
rın dışında kalan, Güney Denizlerinde ve Volga havzasında yaşayan Müslü­
manlar ise kendilerini Moğol fetihlerinden bu yana ilk kez kafirlerin bu kadar
yoğun bir tehdidi altında hissediyorlardı ve bu nedenle daha merkezi bölge­
lerdeki bu yeni imparatorlukların desteğini arkalarına almaya çalıştılar.
Olumlu değişim ise zayıflayan apolitik kozmopolit birliğin yönetimde
meşruluk sorununa kısmi bir çözüm getirilerek dengelemesiydi. 1 550 yılı civa­
rında İslam dünyasının büyük kısmını bölmüş olan ve askeri himaye devletine
özgü ideallerin mirasçısı olan imparatorluklar kendi bölgelerinde hatırı sayılır
bir siyasal meşruluk iddiasında bulunabilecek duruma gelmişlerdi. Nasıl ki
uluslararası İslamileşmiş kozmopolitizmin gelişmesi pazaryeri kültürüne ön­
celik verilmesi sayesinde mümkün olduysa çeşitli bölgelerin kültürel özerklik­
lerini koruyup geliştirmeleri de büyük ölçüde saray himayesi sayesinde
mümkün olmuştur. İslam dünyasını bölen bu yeni imparatorluklar dahilinde
yeni bütünleşme tarzlarının denenmesine olanak veren tam da bu imparator­
lukların kendi egemenlik alanları dahilinde İslam dünyasının toplumsal ve
kültürel yaşamını şekillendirmekte esaslı bir rol oynamış olmalarıydı. En
azından bu devletlerin sınırları dahilinde devlet yöneticileri, Şeriat hukuku­
nun temsilcileri ve halk arasında yaygın Müslüman kurumlar arasında bir
uzlaşma sağlandı. Geçmiş yüzyıllarda Orta Kurak Kuşak'ta ekonomik kaynak­
ların azalmasının genel olarak İslamileşmiş yüksek kül türel yaşam düzeyinde
yol açtığı her türlü olumsuz sonuç, Müslüman etkinliğinin başlatılabildiği ve
hamilerin bulunabildiği bölgenin ya da genel olarak toplumun yayılması sa­
yesinde telafi edildi.

13
Manevi yenilenme muhtemelen bu yeni olanaklar zemininde gerçekleş­
meliydi. Fakat yeni oluşan düzen ne eski Şer'! vizyona ne de bir Sufi vizyonu­
na gerçekten bir yanıt veriyordu. Yeni tarımcı! imparatorlukların kuruluşuyla
birlikte toplumsal hareketlilik azalmış görünüyordu. Görece barışın hakim
olduğu huzurlu bir ortam oluştuysa da bu ortamın koşulları, insanlığın gene­
line adaleti getireceğine inandıkları Mehdi'yi bekleyenlerin beklentilerini kar­
şılıyor sayılmazdı. Muhafazakar ruhun zafer kazandığı bir ortamda vicdanına
kulak verenlerin vizyonunun etkili olması için gereken neydi? Başka bir ifa­
deyle, hakiki anlamda yeni ve taze hareket noktalarına müsamaha gösterme­
yen ve fakat geçmişten miras aldığı kalıplarının öngöremediği yeni tarihsel
sorunlarla karşı karşıya kalan bir beklentiler ağına hapsolmuş bir vizyon nasıl
etkili olabilirdi? Belki de kendi vizyonunun kapsamını sınırlı formüllerle kısıt­
ladığı için kendine hapsolmuş bu vicdan geleneği, bu kez de bizzat harekete
geçirdiği, kendi dışında bir şeylere, yani yaşamın ve tarihin değişen talepleri­
ne hapsolmak zorunda kalmıştı.
Bu noktada soruşturmalarıma kılavuzluk eden bir ilkeyi burada yeniden
belirtmek istiyorum. Muhafazakar ruhun himayesi altında bile bireysel duyar­
lılığın -özellikle de vicdan muhasebesine odaklanmış duyarlılığın- verdiği
tepkiler tarihin nihai kaynaklarından birini meydana getirirler. Bu bakımdan
üç tür bireysel eylemi birbirinden ayırabiliriz. Bunlardan ilki tarihsel açıdan
rastlantısal kalan, yani kişisel yeteneklerin, şahsi çıkarların ve kaprislerin ürü­
nü olan eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini giderirler (örneğin birileri
rüşvet yemekten kazanç sağlar, bir başkası o rüşvetçiyi ihbar etmekten kazanç
sağlar, başkası ise kendi kadrolarının tamamında yolsuzlukları önlemekten
kazanç sağlar). İkincisi ise ekonomik, estetik, hatta manevi grup çıkarlarına
yanıt teşkil eden eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini pekiştirirler (örneğin
bazı ortamlarda resmi talepler ile idari olanaklar arasında öyle büyük bir tezat
vardır ki işlerin çıkmaza girip durma noktasına gelmesini engellemenin tek
yolu rüşvet alıp vermekten geçer ve bu nedenle herkes rüşveti görmezden
gelir) Bazı eylemlerse tarihsel açıdan yarahodırlar: Grup çıkarlarının etkileşi­
mi sırasında izlenebilecek iki yol için de eşit baskının olduğu hallerde kişisel
imgelemin grup çıkarlarının genel düzenini bile değişikliğe uğratabilecek yeni
yapıcı alternatifler sunması peka!a mümkündür (örneğin bir idareci bir sorun
karşısında kararsız kaldığında, amir olmak için fazla dürüst olan ve fakat işçi­
lerin çalışma düzenlerini, bütün bir çalışma örüntüsünü dönüştürüp rüşvet
alma ihtiyacının ortadan kalkmasını sağlayacak bir kalıba sokmayı önerebile­
cek idealist yardımcısına başvurabilir).
Rastlantısal eylemler kısa vadede belirleyici olabilirler, hatta bazı tarihçi­
lerin eserlerini bile doldurabilirler ama genellikle tarihte uzun vadede göz ardı
edilebilirler: Bir yöndeki rastlantı er ya da geç başka bir yöndeki rastlantı tara­
fından dengelenecektir. Birikimsel edimlerin, yani bu tür dengelenmelerin söz

14
konusu olmadığı edimlerin, her bir çıkar kümesi (geçmiş toplumsal olayların
etkilerini ve mevcut beklenti düzenini içeren) kendi ortam koşullarının bağ­
lamına kadar izlenerek açıklanmaları gerekir; doğrusu, çıkarlar arasındaki
etkileşimi en müstehzi gözleme varıncaya kadar incelememiz gerekir. Benim
deyişimle yaratıcı eylemlerin, yani aynı çıkara yönelik başka eylemlerce pekiş­
tirilmekten ziyade başkalarının olumlu tepki verdikleri yeni olanaklara yol
açarak etki gösteren edimlerin, uzun vadede taşıdıkları ahlaksal önemleri iti­
barıyla bir kenara ayrılmaları gerekir. Bu eylemler epey bireysel bir zemin
üzerinde gerçekleştirilirler ve bir anlamda rastlantıdırlar; bunların en azından
gizil grup çıkarlarını karşılamaları gerekir, yoksa hiçbir etki göstermezler.
Yine de çıkarların o anda var olan bir örüntüsüne uygun düşmekle kalmazlar:
Söz konusu olan ekolojiye değil, bir bireydeki bağımsız bütünlüğe özgü bir
itkiye -bir iç gelişim ilkesine- dönmeyi sağlarlar. Bu tarz edimlerin kesin bi­
çimde saptanmaları epey güçtür, hatta bazı tarihçiler bunları ciddiye almaya
bile çekinirler. Muhammed'in yaşamında bile ilgisiz tesadüflerin ve heveslerin
hakkı verilmiş olduğunda söz konusu olan ayartı, kendi vicdanıyla hareket
eden diri yaratıcılığın etkisine (belki de "Tanrı"ya) hiç yer bırakmayarak so­
nucu birikimsel tarihsel çıkarların etkileşimine indirgemektir.
Özellikle şimdi inceleyeceğimiz dönemlerde, tam anlamıyla yaratıcı olan
eylemlerin saptanması güçtür. Bunlar öncelikle muhafazakar ruhun basıncı,
ardından görünüşe göre bütün uygarlığı harap eden ezici dışsal basınçlar, son
olarak da modern zamanlarda herkesi belirli, öngörülebilir tutumlar almaya
zorladığı görülen olayların seyri yüzünden gizli kalmışlar, hatta bastırılmış­
lardır. Fakat böyle bir durumda bile bireysel yaratıcı vicdanın iş başında oldu­
ğu kanısındayım.
Ele alacağımız dönemin İslam dininde -ve İslam dünyası toplumunun
geleceğinde- yeni bir başlangıç lehine verdiği en belirgin vaadin Şia' dan gel­
diği anlaşılıyor. Canlı Şii hareketleri, önemli yeni siyasal güç dengeleri oluştu­
ğunda binyılcı umutlarla her zamankinden daha fazla dolu olurlardı. Eski
İslam'ın Nil ile Ceyhun arasında kalan merkez ülkeleri bu harekete coşkuyla
katıldılar. Ne var ki bu mayalanmadan doğan Şii imparatorluğu, mizacı itiba­
rıyla gittikçe Şeriat yanlısı hale geldi ve bütün çarpıcı görkemine rağmen hal­
kını yoksulluk ve adaletsizlikle baş başa bıraktı.
Batıda Avrupa merkezli Osmanlı İmparatorluğu'nda ve doğuda Hint
Timuri İmparatorluğu'nda İslam nispeten yeni temeller üzerine oturtuluyordu
ve aslına bakılırsa çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan bir nüfusa hükmedi­
yordu. Burada Şiilik önemli bir rol oynamadı ve İslami bir vicdan umudu esa­
sen başka kanallardan açığa çıktı. Felasife buralarda Şia'nın yakaladığından
daha büyük bir fırsat yakaladı: Öteden beri sahip olduğu düzenli istikrar ve
refah beklentilerinin tarıma dayalı bürokratik imparatorluklarda kısmen yeri­
ne getirildiğini görme şansına sahip oldu. Ayrıca bu dönemde bazı yerlerde

ıs
tasavvufla ittifak kurmuş bir Müslüman Felasife'sinin münhasıran İslami olan
vizyonu zincirlerinden kurtarıp onu daha geniş çaplı bir Felsefi çerçevede rol
üstlenmeye itmeye ve bu şekilde onu başarıya ulaştırmaya yaklaştığı da gö­
rüldü. Bu türden en büyük umutların merkezinde Hindistan'daki Ekber ve
onun halefleri bulunuyordu. Gerçi bu tarz umutlar diğer iki imparatorlukta da
rol oynadılar fakat Felasifileşmiş İ slam, İslami itkinin canlılığını tamamen
taşımayı başaramadı ve çoğu Müslüman tarafından bu nedenle reddedildi. Bu
yüzden Osmanlı İmparatorluğu'nda asıl güçlenme fırsatını yakalayan anlayış
-Felasife'nin etkisine kapılmamış- Sünni Şeriat yanlılığı oldu: Memun döne­
minde İslam dünyasında elde edemediği siyasal konuma burada ulaşacak
güçte görünüyordu ve buna -böyle bir konumun gerektirdiği merkezi-askeri
bir kuvvete dönüşmek pahasına da olsa- çok yaklaştı. Dinsel cemaatçiliğin
sınırlayıcı etkileri değişik şekillerde zararlara yol açtı. Daha yeni topraklardaki
bu imparatorlukların hiçbirinde Müslüman yönetim sistemi gayrimüslim nü­
fusun başlıca unsurlarını sistemle bütünleştirmeyi başaramadı. Kısmen bunun
sebebi vicdanlı insanların umutlarının büründüğü biçimdi. En sonunda bu
sistemler Safevi İmparatorluğu'nda olduğu gibi nihai bir ahlaksal çıkmaza
girdiler.
Aslında bu üç yerde de klasik Abbasiler döneminden beri benzeri görül­
memiş bir tutarlılığa ve sürekliliğe sahip güçlü siyasal kurumlar inşa edildi ve
bir süreliğine de olsa genel bir refah düzeyine ulaşıldı. Böylece, bir bütün ola­
rak İslam dünyası siyasal gücünün doruğuna ulaştı. Ama bu büyük impara­
torlukların kurumlan doğal ömürleri gereği en sonunda merkezi iktidara sa­
hip bütün tarımcı! bürokratik devletlerin bağlılıklarının ve taahhütlerinin bi­
rikmesiyle maruz kaldıkları görülen bir gerileme sürecine girdiler. Hatta eski
Sasani İmparatorluğu tarafından kalıcı olarak belirlenmiş olan zamana mey­
dan okuma ölçütünü (effective durability standard) bile karşılayamaz oldular.
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde bu imparatorlukların hepsi dağılma süreci­
ne girmişti, refah düzeyi azalmaya başlamıştı ve estetik ve entelektüel dışavu­
rum tarzları bile her yerde gözle görülür biçimde gerilemişti. Bu duruma kıs­
men dış güçler neden olmakla birlikte toplumun da bu dış güçlere fazla di­
rendiği söylenemez. On sekizinci yüzyılın sonlarında bu tarihsel dış güçler, bu
özel dönemin vaktinden önce sona ermesine neden olan birtakım müdahale­
lerde bulundular ama zaten bu dönem her ne kadar önemli bir parlaklık dö­
nemi olsa da miras aldığı ikilemleri tamamen çözmeyi başaramamıştı.1
Bu dönemin sonu da tıpkı başlangıcı gibi keskin hatlarla belirgindi ve
Sümerlerin zamanından beri hakim olan tarımcı koşullar dahilinde manevi

"The Unity of Later Islamic History" başlıklı çalışmam Uoımıal of World History, 5 [1960], 879-
914), bu kitapta geliştirilen bazı noktaları özetliyor. Maalesef sonraki dönemlerde yaşamış
Müslümanların başarılarını hafife alıyor ve dönemin büyük teknik dönüşümlerini Garp'taki
göreli bir "canlılıktan" ileri gelmiş gibi değerlendirmesi itibarıyla abarhyor.

16
yenilik yapma imkanının artık kalmadığını işaret ediyordu. Dönemin sonla­
rına doğru yeni dünya güçleri kendilerini iyice hissettirmeye başladılar. On
sekizinci yüzyılın sonunda Hıristiyan Avrupa halkları İ slam dünyasının
neredeyse her yerinde bir anda başlıca siyasal, ekonomik ve kültürel güç
haline geldiler. Gelgelelim bu kez söz konusu olan - İ slam dünyasının yayılı­
şı sırasında olanın aksine- basitçe bir grubun veya kültürün diğerleri üze­
rinde üstünlük kurması söz konusu değildi. Dünya artık -Modern Teknik
Çağ'ı başlatan yepyeni yatırım çeşitleri yüzünden- Garp dahil olmak üzere
bütün kültürlerin ve bütün dinlerin temel eylem koşullarını değiştiren yeni
bir tarihsel yaşam seviyesiyle karşı karşıyaydı. Başka bir deyişle her türlü
yenilikçi girişim artık eskisinden kökten farklı bir zemin üzerinde gerçekleş­
tirilmek zorundaydı.

17
Ekümene'deki Gelişmeler, 1500-1700

Avrupa Merkezi Ekümene Uzakdoğu

1492 Hıristiyanlar Gırnata'yı fethetti; Müslümanlar ve


Yahudiler Kuzey Afrika'ya ve Osmanlı İmparator­
luğu'nun topraklarına göç etti; İspanyol Engizisyonu
Columbus Atlas Okyanusu'nda sefere çıktı

1497 Vasco da Gama Ümit Burnu'nun etrafından dolaşa­


rak Hint Okyanusu'na ulaştı

1502 Şah İsmail Safevi imparatorluğunu kurdu, Şiiliği


devletin dini olarak belirledi

1509 İngiltere kralı VIII. Henry (1547'ye kadar)

1513 Portekizli tüccarlar Güney Çin'e ulaşh

1517 Reformasyon'un başlaması Osmanlılar Mısır ve Suriye'yi Memluklerden aldı


Bab Avrupalı hükümdarların siyasal egemenlikleri­
ni pekiştirmesi
Roma Engizisyonu
1519-22 Magellan dünyanın etrafını dolaştı

1520 Sultan Süleyman tahta çıktı (1566'ya kadar hüküm


sürdü), Osmanlı İmparatorluğu'nun yayılması ve
kurumsal bakımdan gelişmesi

1522 Osmanlılar Rodos'u ele geçirdi

1526 Babür, Panipat Savaşı'nın ardından Hint Moğol


İmparatorluğu'nu kurdu

1529 Osmanlılar Viyana'yı kuşath

1542 Portekizliler Avrupa'nın ilk ticari koloni imparator­ Bir Cizvit misyoneri olan Francis Xavier
luğunu kurdu Hindistan'da, Japonya'da ve Endonezya'da
vaazlar verdi
1543 Osmanlılar Macaristan'a boyun eğdirdi

1556 Ekber'in tahta çıkışı (1605'e kadar hüküm sürdü),


Hint Moğol İmparatorluğu'nun en güçlü dönemi
Hint Okyanusu'nda Osmanlı-Portekiz deniz savaşı

1566 İspanya kralı il. Philip (1598'e kadar hüküm sürdü)

1570 Osmanlılar Kıbrıs'ı aldı

1580'ler Portekizlilerin Hindistan'daki egemenliği zayıfladı;


İngilizler İspanya ve Portekiz gemilerine el koydu

1587 Şah Abbas'ın tahta çıkışı (1629'a kadar hüküm sür­


dü), Safevi imparatorluğunun en güçlü dönemi,
İsfahan' da muhteşem bir saray inşa edildi

1589 Fransa kralı iV. Henry (1610'a kadar hüküm sürdü)

1590'lar Hollandalılar Hindistan ticaretine dahil olmaya


başladı

1598

Şogun Hideyoşi Japon takımadalarının birli­


ğini sağladı, Hıristiyan misyonerler kovuldu

1601 Hollandalılar Portekiz mülklerine el koymaya baş­ Cizvit misyonerleri Çin'e ulaşh
ladı

1603 Tokugava şogunluğu (1867'ye doğru) kuruldu,


Japonya yabana etkilere kendini kapatb, açık
deniz yolculuk.lan yasaklandı, yerel Hıristiyan
nüfus zulme uğradı
Ekümene'deki gelişmeler, 1500-1700 (devamı)

Avrupa Merkezi Ekümene Uzakdoğu

l640 Prusya kralı Friedrich Wilhelm (1688'e kadar hü­


küm sürdü)

1644 Mançuların Çin'i fethi ve Ming hanedanının


devrilmesi

1656 Köprülü vezirlerinin gerileyen Osmanlı İmparator­


luğu'nu geçici olarak yeniden canlandırması

1659 Güçlü Hint Moğol imparatorlannın sonuncusu olan


Evrengzib (1707'ye kadar hüküm sürdü)

1661 Fransa kralı XIV. Louis (1715'e kadar hüküm sürdü)

1669 Osmanlılar Girit'i Venediklilerden aldı

1681 Osmanlılar Kiev'i Rusya'ya bıraktı

1683 Osmanlılar ikinci Viyana kuşatmasında başarısızlı­


ğa uğradı

1688 Muhteşem Devrim (Glorious Revolution), İngiliz


parlamentoculuğunun galibiyeti

1689 Nerçinsk Anlaşması, Rusya-Çin ticaretinin


istikrara kavuşturulması

1699 Karlofça Anlaşması, Osmanlıların ilk büyük diplo­


matik başarısızlığı, Macaristan Avusturya'ya bıra­
kıldı
Garp ile Reka bet
İslam dünyasının tarihi, dünya tarihiyle bu büyük imparatorluklar döneminde
olduğu kadar hiçbir dönemde bu kadar özdeşleştirilmez. İslam dünyasının
tarihi bu ana kadar dünya tarihinin bir mikrokozmosu olarak değerlendirilebi­
lir: Dünya tarihini etkileyen bütün önemli olaylar onu da büyük ölçüde etki­
lemiştir, dünya tarihini dönem dönem anlamak için hesaplaşılması gereken
bütün sorunlarla özel olarak İslam dünyasının tarihini anlamak için de
hesaplaşılması gerekir. Gelgelelim bu döneme kadar İslam dünyası öylesine
genişlemiştir ki dünya nüfusunun muhtemelen beşte birinden daha azı Müs­
lüman olmasına rağmen Müslümanlar kendi toplumları şehirlere sahip insan­
lığın büyük kısmını bir ölçüde kuşatacak denli geniş çapta ve stratejik biçimde
dünyaya yayılmışlardı. Artık "mikrokozmos" İslam dünyasını ifade eden bir
sözcük olmaktan çıkmıştı. Dünya tarihi ile İslamileşmiş tarihin birbirinden
koparılması epey zorlaşmıştı. (Dolayısıyla Modern Teknik Çağ'ın küresel bir
perspektifte gelişiminin ve anlamının kavranması açısından İslam dünyasının
epey açıklayıcı bir hareket noktası olduğu kanısındayım.)
İslamileşmiş tarihin dünya tarihiyle özdeşleştirilmesi en canlı biçimde İs­
lam dünyasının her biri Afra-Avrasya Ekümenesi'ndeki kendi tarihsel konu­
muyla ve kendi yerel gelenekleriyle tutarlı, kendine özgü bir İslamileşmiş
yaşamı geliştirmeye yatkın -Hindistan, Nil'den Ceyhun'a kadar uzanan bölge,
(Doğu) Avrupa ve daha uzaklarda Orta Avrasya bozkırları, Sahra Altı Sudan,
Uzak Güneydoğu gibi- ayrı bölgelere ayrılma eğilimiyle açıklanabilir. Sanki
eskiden Ekümene'yi oluşturan bölgeler, bu kez hepsi ya da çoğu İslam'ın çatısı
altında olmak üzere yeniden ortaya çıkmışlardır. Yeni bölgesel imparatorluk­
ların görece kendine yeterliğini anlamanın bir yolu da budur.
Fakat belirtmiş olduğumuz gibi, Ekümene'nin bu çatı altına girmemiş iki
büyük bölgesi vardı; bunlardan biri olan Garp bu dönemde dünyada özellikle
önemli bir rol oynamaya başlayacaktı ve "dünya" sözcüğü önemli ölçüde İs­
lam dünyasını ifade ediyordu. Garplıların dünyanın şehirlere sahip kısımla­
rındaki yeni rollerine İslam dünyasının verdiği tepki, şehirlere sahip dünyanın
gösterdiği tepkilerin sıradan bir örneğinden ibaret değildi: Doğrusu, verilen
tepkinin büyük kısmı İslam dünyasından geliyordu. Dünyada kendi yollarını
bulmayı kollayan Garplılara göre, kendi yurtlarındaki en büyük tehdit "Türk­
lerdi" ve komşu topraklardaki en önemli rakipler daima Mağripliler olmuştu,
bu toplumlar ise Fas'tan Filipinlere ve Çin limanlarına kadar uzanan geniş bir
bölgeye yayılmışlardı. Garplıları uygar dünyanın önemsiz bloklarından birini
oluşturduklarını düşünüp daima küçümsemeye eğilim göstermiş ve çoğu
Garp'ın neredeyse farkında bile olmayan Müslümanlar ise buna bağlı olarak,
(eskiden önce olduğu gibi sadece Akdeniz'de değil) bütün bölgelerde Hıristi­
yan Avrupalıları ve özellikle de Batı Avrupalıları -bazen düşmanları olarak,

21
bazen hayranlık uyandırıcı ticari ürünlerin, hatta sanat eserlerinin üreticileri
olarak ama her durumda insanlığın başlıca bloklarından biri olarak- dikkate
alınması gereken bir grup olarak görmeye başlamışlardı.

Merkezi Bölgelerin Dışında İslam, 1500-1698

1503-1722 Ü ç büyük imparatorluk, yani Osmanlı, Safevi ve Hindistan'daki


Timuri (Hint-Moğol) imparatorlukları İ slam'ın merkezi ülkelerine
egemen oldu; din, kültür ve ekonomi bu siyasal yapılar içinde şekil­
lendi; bunların ötesindeki çevre bölgeler kendilerine özgü birer İ s­
lami yaşam biçimini benimsediler (üç büyük imparatorluk hakkın­
daki ayrıntılı listelere bakınız)

1 498-1538 Hint Okyanusu'nda Portekizlilerin okyanus ticaretine egemen


olması (1498'de Vasco de Gama Hindistan'a ulaştı, 1509'da Porte­
kizliler Mısır Memlfıklerini Gücerat'taki Diu yakınlarında yenilgiye
uğrattı, 1538'de Portekizlilker Osmanlı-Gücerat güçlerini yendi)

1500-1510 Bir Sibirya Moğol devletinin hanı olan Muhammed Şeybani


Maveraünnehir' de Timuri iktidarının kalıntılarını ortadan kaldırdı
ve Sünni ortodoksluğuyla ve kültürel edilginliğiyle tanınan Özbek
egemenliğini kurdu

151 1-1610 Fas'ta beş Sa'di şerifi Ali'nin soyundan gelenlere dayalı bir yönetim
kurdu; önce ülkeyi Portekizlilerin saldırılarına karşı savundular ve
Merinllere rağmen egemen bir konum elde ettiler (1544), sonunda
Fas iktidarını bütün Batı Afrika'yı kapsayacak şekilde genişlettiler.

1500-1591 Songhay imparatorluğu Nijer Sudanı'nda egemen iktidar haline


gelerek Mali'nin yerini aldı

1517-1801 Hausa konfederasyonu Nijer'in doğusuna hakim oldu

1 507-22 Sultan Ali Muhayat Şah Kuzey Sumatra'daki Açe Krallığı'nı güçlü
bir iktidar haline getirdi

1518 Doğu Cava'daki Hindu Majapahit krallığının çöküşü ve yerini


Müslüman iktidarının alması

1484-1526 Hindistan'ın Dekkan bölgesinde Behmenilerin yerını beş rakip


hanedanın alması, bunlardan biri olan Bijapur Şii oldu

1552-56 Volga üzerindeki Kazan ve Astrakhan hanlıkları Ruslar tarafından


ele geçirildi

1565 Müslüman Dekkan hanedanları, eski Hindu kültürünün son kalesi


olan güneydeki Hindu Vijayanagar krallığını yıkmak amacıyla bir­
leştiler

22
1591-1780 Fas tarafından fethedilmiş (ve 1612'ye kadar elde tutulacak) olan
Timbuktu'nun zenginliği ve entelektüel üstünlüğü Arap paşaların
yönetimi altında azaldı

1609-87 Bijapur'daki Adilşahlar hanedanı ve Golkonda'daki (Golkonda)


Kutbşah hanedanı, diğer Dekkan krallıklarının çöküşünden sonra
Güney Hindistan'ı kendi aralarında paylaştılar, Hint-Moğol devle­
tinin fethine kadar bu durum böyle devam etti; Urdu edebiyatının
yükselişi

1698 Musat (Harici) sultanlığı gücünü toparlayarak Doğu Afrika'nın


başlıca ticaret merkezi olan Zanzibar'dan Portekizlileri kovdu

İslam dünyasının yayılan gücü karşısında Avrupalıların genelde henüz


esaslı bir tehdit oluşturmadığı on alhncı yüzyılda bile, Rönesans dönemini
yaşayan Garp'ın muazzam serpilişinin geniş kapsamlı birtakım etkileri olmuş­
tu. Birincisi Garplıların tüm okyanuslarda kolaylıkla seyahat etmelerini sağ­
lamıştı. Ulaşmış oldukları yeni karaların çoğunda kıyıların gerisine pek nüfuz
etmemiş olmalarına rağmen (bu dönemde Garplılar denizlerde tam anlamıyla
rakipsiz sayılmazdı, ama karada pek az özel üstünlüğe sahiplerdi),
Ekümene'nin Nil'den Ceyhun'a kadar uzanan bölgeye merkezi bir rol biçen
coğrafi dokusunun epeydir var olan sınırlamalarından kurtulmalarına olanak
veren, tamamen yeni deniz yollan bulmuşlardı. Bu deniz yolları onların Kızıl­
deniz'e ve Fırat'a yaklaşmadan Güney Denizlerine ulaşmalarını, hatta batıya
doğru yelken açıp tümüyle yeni bir kara parçasını kat ederek veya teğet geçe­
rek Güney Denizlerinin doğu ucuna varmalarını bile sağlayabiliyordu. Belki
daha da önemlisi, ayak bastıkları yeni topraklarda yaşayan bitkileri ve hay­
vanları bu yeni ülkelerden sadece Avrupa'ya değil, aynı zamanda Afro­
Avrasya Ekümenesi'nin geri kalan kısmına da getirmiş olmalarıydı. Bu bitki­
lerden ve hayvanlardan bazıları birçok ülkenin ekonomisinde değişikliklere
yol açacaktı. Örneğin Amerika kıtasında getirilen mısır bitkisi, son derece ve­
rimli bir hayvan yemi olarak da kullanılabilmesi itibarıyla halk arasında yay­
gın şekilde kullanılan tütünden ekonomik açıdan çok daha önemli bir ürün
haline gelecekti. Ayrıca Garplılar bütün Ekümene'nin kur yapısını altüst ede­
cek miktarda gümüşü ve altını da gittikleri yerlerden beraberlerinde getirmiş­
lerdi. Gerçi muhtemelen Ekümene'nin ticaret ağına Çinlilerin birkaç yüzyıl
önce soktuklarından daha fazla değerli maden sokmamışlardı ama -belki de
Garp, Ekümene'deki diğer ülkelerin çoğuna ekonomik bakımdan Çin'in ba­
ğımlı olduğundan daha fazla bağımlı olduğu için- yanlarında getirdikleri
madenleri Çinlilere kıyasla ticaret ağına daha hızlı ve doğrudan dahil etmiş­
lerdi. Bu durumunsa örneğin sabit gelir sahibi sınıflar için yıkıa sonuçları
olmuştu.

23
Garp'ın bu yeni etkinliğinin, on altıncı yüzyılın daha tarıma dayalı ve
aristokratik eği limli yeni bölgesel imparatorluklarının yükselişi sırasında İs­
lam dünyasında toplumsal iktidar dengelerinde görülen değişimlere katkıda
bulunmuş olabileceği göz ardı edi lmemelidir. Hassas bir toplumsal dengede
meydana gelen en ufak kaymalar bile büyük önem taşıyan değişimleri olanak­
lı kılabilirler. Yine de dışarıdan gelen baskıların en fazla takviye ettiği bir iç
diyalektiği saptamak veya varsaymak böyle bir durumda daha kolaydır. Bu
bakımdan on yedinci yüzyılın sonundan itibaren görünür hale gelen ve dönü­
şüm geçirmiş bir Garp'ın rolünün çok daha belirgin olduğu değişimlerde bile
kökleri İslamileşmiş tarihte bulunan bir içsel evrimin bu dönemde olan biten­
lerin çoğunu açıklayabildiği görülecektir.
Aslında Müslümanlar, Garp'm yeni etkinliğinin onları on altıncı yüzyılda
etkilemesini sağlayan kanalların pek az farkındaydılar. Bu rekabeti Garplılara
kıyasl a daha az ciddiye almışlardı. Gerçi en azından bazıları, eskiden Çin sa­
raylarındaki hiçbir astronom Müsl üman astronomlarla rekabet edememesine
rağmen, yeniyetme Garplıların artık en az onlar kadar iyi, hatta onlardan bile
daha iyi olduklarının farkındaydılar. Hatta eskiden egzotik esinlenmeler ara­
yan sanatçıların ilk önce Çin'e özgü eserlere bakması beklenirken, artık fera­
setli birçok haminin beğenisinin yeni bir Garplı resim üslubunun etkisi altında
olduğunun farkında olanlar da vardı.
Bundan sonra, on altıncı yüzyılın sonlarından itibaren Garplılar yavaş
yavaş önde gelen rakipler olmaktan çıkıp ezici bir dünya gücüne dönüştüler
ve en sonunda bütün bir İslam dünyasını güçten düşürecek duruma geldiler.
Batı'ya neler olduğunu ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz. Fakat bu arada şunu
vurgulamak gerekir ki ele aldığımız dönemde yükselişe geçmiş büyük impa­
ratorluklar tarımcı! toplum olmanın getirdiği birtakım temel sorunları çöze­
meyip İslami vicdanı tatmin etmeyi başaramadılarsa bunun tek sebeb.i İslam
dünyasının karşı karşıya olduğu iç çıkmazlar değildi: Dünya, özellikle de İs­
lam dünyası, yavaş yavaş yeni Batı ile kurduğu ilişkide somutlaşan ama halk­
lar arasında yaşanan bir karşılaşmaya, temasa indirgenemeyecek, kökten yeni
bir durumla -hiçbir topluma artık kendi tarımcı! ikilemlerini kendi başına
çözme fırsatı bırakmayan bir durumla- yüz yüze geliyordu.

İ ki Serpil me Tipi
Sarih bir İslami vicdanın coşkulu bakış açısına veya bir dünya tarihçisinin
geçmişe dönük bakış açısına göre bu İ slamileşmiş yenilenme ne denli yetersiz
olursa olsun, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda yaşanan çağ kendi koşulları
içinde İslamileşmiş tarihin en görkemli çağlarından biri oldu. Çağın sanatsal,
felsefi ve toplumsal gücü ve yaratıcılığı, Agra'daki Tac Mahal'in ferahlığında,

24
temizliğinde ve ezici görkeminde kendini gösterir. Bu dönemde bir anlamda
büyük bir serpilme yaşanmıştır.
Ama bu, her türlü geleneğin sorgulandığı, eski geleneklerin yenilerini
oluşturacak şekilde bir araya getirilip yeniden yoğrulduğu, her şeyin en baş­
tan keşfedilip inşa edildiği bir dönem değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse
İslamileşmiş çok az gelenek bu dönemde çarpıcı bir değişime uğramışhr. On
altıncı ve on yedinci yüzyılların Müslümanları tarafından ciddiye alınan bü­
yük figürler ve olaylar kuşaklar öncekilerin aynısıydı; uygarlıkla ilgili en mer­
kezi konular söz konusu olduğunda yine İslam'ın ilk zamanlarına başvurulu­
yordu. Bu dönem daha ziyade Geç Orta Dönem'de ifadesini bulmuş muhafa­
zakar ruhun açıkça sorgulanmadığı bir dönemdi ve geleneğin yerleşik sınırlan
çerçevesinde kalan, yeni sınırlar belirlemektense eskileri mükemmelleştirmeye
çalışan bir serpilmeye sahne olmuştu. Bu tür bir serpilme, yeni yaratıcı etkinlik
kanallarının açıldığı, daha ziyade yeniliğin, hatta esaslı yeniliklerin kasıtlı
olarak vurgulandığı ve tarımcı} toplumun bildik muhafazakar ruhunun bir
süreliğine bastırıldığı -örneğin Yüksek Halifelik Dönemi'nde veya büyük
ölçüde Garplı Rönesans'ta karşımıza çıkan- serpilme tipinden epey farklı bir
görüntü sergiler.
Bu dönem bir serpilme dönemi olsa da bunu takdir etmek bizim için epey
güç olmuştur. Çağın görkemi açıkça ortadadır; eğer on sekizinci yüzyıldaki
gerileme ve onu izleyen, Müslümanların da Batılıların da bütün bunlara yol
açmış görünen olaylara kuşkuyla bakmalarına yol açan çöküş tarafından bu
serpilme gölgelenmemiş olsaydı bu çağın görkemi daha da belirgin olacaktı.
Fakat bütün ayrıntılarıyla ele alınsa bile bu çağı kavramak pek kolay değildir
ve bunun tek sebebi de bu çağın ardından gelen olaylar tarafından gölgelen­
mesi değildir. Dönemin şiiri uzun süre boyunca çoğu Modern tarafından göz
ardı edilmiş, felsefesine ise neredeyse hiç önem verilmemiştir; dönemin resim
sanatının hakkı teslim edilse bile Timurl dönemin resim sanatı kadar berrak
biçimde değerlendirilmemiştir. Her üç imparatorlukta da birçok unsurun ger­
çekten karmaşık bir dengesinden meydana gelen toplumsal yapı ancak yeni
yeni takdir edilmeye başlanmıştır. Müslüman devletlerin mecburen hayran
kalınan askeri gücü bile zaman zaman ya onların geçmişte göçebe olan yabanıl
atalarından kalma aomasızlığının bir ürünü olarak ya da tarihin bir cilvesi
sonucunda bir dizi dahinin peş peşe dünyaya gelmesiyle açıklanan bir çeşit
mucize olarak düşünülmüştür.
Belki bu serpilmenin daha önce görmüş olduklarımız gibi bir gençlik ser­
pilmesi değil, daha ziyade çoktan olgunlaşmış bir kültürde yaşanan bir olgun­
luk serpilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin şiir sanatı, "yeni" yollara baş­
vurmak şöyle dursun, başarısı halihazırdaki çabalarına bağımlı yeni bir şiir
geleneğinin asla olmayı başaramayacağı epey hassas bir araç olmasına izin
veren, karmaşık ve incelikli özkaynaklarından yararlanmak üzere geçmişten

25
devraldığı köklü mirasa başvurdu. Ama bu da şiirin pratikte yabancılar için
anlaşılmaz olmasına yol açtı. Bence bu durum dönemin bütün kültürüyle ilgili
bir sorun olsa gerektir. Bazı temel öncülleri ve yöntem ilkelerini nasıl anlamak
gerektiğini öğrenen her okurun Taberi'yi, hatta Farabi'yi anlaması epey ko­
laydır. Fakat bu dönemin bir feylesofu olan Molla Sadra'yı okumak isteyenle­
rin ondan önce yazılıp çizilmiş her şeyi bilmeleri gerekir, yoksa onun vardığı
sonuçlan anlamaları mümkün olmaz. Yine de Molla Sadra'yı bu yüzden daha
önemsiz saymak da doğru olmaz.

26
Safevi İmparatorluğu:
Şia'nın Zaferi,
1503-1722

Geç Orta Dönem'in Moğollara özgü büyüklük anlayışından doğan askeri hi­
maye devletleri, Şeriat ve emirler tarafından kontrol edilen, siyasal bakımdan
sınırları belirsiz bir kişisel sözleşmeler ve himaye ilişkileri ağında ortaya çıkan
siyasal açıklardan yararlanmaya başlamışlardı. Moğollara özgü imparatorluk
anlayışlarının pek geleceğinin olmadığı Çin'in aksine İslam dünyasında bun­
lar kendilerine mükemmel bir zemin buldular. Bu tarz anlayışlar ancak barut­
lu silahların ortaya çıkışından ve bu silahlara özgü teknolojilerin askeri ya­
şamda öncelik kazanmasından sonra bütünüyle olgunlaşabilir, büyük istikrar­
lı bürokratik imparatorlukların gelişmesini sağlayabilirlerdi. Bu da yaklaşık
1 450 ile 1 550 yılları arasında gerçekleşti. Ortaya çıkan yeni imparatorlukların
hepsinin arka planında bir ölçüde Moğol geleneği bulunuyordu -Osmanlılar
bile ilk başta Moğol üstünlüğünü tanıyarak ortaya çıkmışlardı- ve hepsinin
kurumları arasında kayda değer bir aile benzerliği bulunuyordu.
Fakat bunlar askeri himaye devletlerinin doruk noktası olmaktan ibaret
değillerdi. Kanımca bunlar bir ölçüde İslam dünyasında tarımsal egemenlikle
ilişkilendirilen ideallerin, özellikle de büyük mutlak hükümdar idealinin ve
Şeriat'ta somutlaşıp paradoksal biçimde emirlerin uluslararası siyasal düze­
ninde bir ifade bulmuş evrensel eşitlikçiliğin karşısında istikrarlı bir sınıfsal
tabakalaşma idealinin yeniden dirilişini işaret ediyorlardı. Emirlerin devletleri
bile esasen tarıma dayalı devletler oldukları için bu karşıtlık aslında sadece
ufak bir vurgu değişimine işaret ediyorsa da yine de bu değişim belirgindir.
Avrupa'daki Osmanlı İ mparatorluğu'nun ve Hindistan'da Hint-Timuri İ mpa­
ratorluğu'nun sıkı sıkıya tarıma dayalı görünüm arz etmeleri aslında doğaldı
ama merkezdeki Safevi İ mparatorluğu'nun bile Sevad'ın artık ekonomide

27
kayda değer bir rol oynamamasına rağmen -ki Irak toprakları o dönemde
artık tarımsal üretiminden ziyade üzerindeki eski türbeler nedeniyle önem
taşıyordu- sadece İ ran'ın dağlık kesimlerinde sulama işlerine yaptığı muaz­
zam boyutlara varan yatırımlarla öne çıktığı görülür. Fakat bu saptama büyük
ölçüde bir kestirimden ibarettir çünkü Safevilerin ekonomik ve toplumsa l
tarihi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.
Bu değişim, doğal olarak esasen eski İslam'ın merkez ü lkelerinde yaşa­
nan bir dizi olay sayesinde, neredeyse birdenbire gerçekleşti. En çarpıcı olay
Safevi: İmparatorluğu'nun yükselişi ve Şiiliği İ slam dünyasının merkez bölge­
sine hakim kılmasıydı. Demek ki bu imparatorluğun yükselişi, bazıları Safevi
hareketinin kısmi sonuçlan olan bir dizi başka ol ayla da aynı zamanlara denk
geldi: Bu olaylar Osmanlı Devleti'nin büyük bir imparatorluğa dönüşmesi;
Kuzey Hindistan' da bir Timuri imparator luğun kurulması; Özbeklerin Cey­
hun havzasında yaptıkları fetihler; daha uzaklarda, Volga bölgelerinin Ruslar
tarafından fethedilmesi; Portekizlilerin Güney Denizlerine nüfuz etmesi ve
önce Fas'ta, sonraları Sahra çapında Ali'nin soyundan gelme kuralına dayalı
yönetimlerin yeniden kurulmasıydı. Bu değişimler birikerek siyasal güçlerin
geniş bir alanda yeni siyasi dengelerin kurulmasına neden oldular.

Ba rut Dön e m i n i n Ye ni Dengeleri: Portekiz


Barut Geç Orta Dönem' de Doğu yarık ürenin birçok kısmında -askeri amaçlar
dahil- çeşitli tali amaçlarla kullanılmıştı. Askeri amaçla kullanımı neredeyse
her yerde kuşaktan kuşağa geliştirildi. Başta korku uyandırmanın bir aracı
olarak -ki belki de i lk kullanılma amacı buydu- esasen çıkarabi leceği gürültü
nedeniyle değerliyken zamanl a menzil li silahlarda itici güç sağlamak amacıyla
kul lanılmaya başlandı. On beşinci yüzyılda en azından Müslüman ülkelerde
ve Hıristiyan Avrupa' da sur yıkmaya yarayan eski kuşatma araçlarının yerini
almaya başladı. Yaklaşık 1450 yılında aynı anda hem Doğu Avrupa'da Os­
manlı Türkleri arasında hem de Batı Avrupalılar arasında topun kuşatma sa­
vaşlarında sonucu belirleyici bir silah olduğu görüldü ve böylece tecrit edilmiş
kalelerin de�eri hızla azaldı. Kısa süre içinde top meydan muharebelerinde de
asli unsurfordan biri haline geldi. bu sırada Batı Avnıpa'da tek bir piyadenin
taşıyabileceği tabancalar geliştirildi ve yüzyılın sonuna gelindiğinde bunları
taşıyan piyadeler belirleyici bir askeri güce dönüşmüşlerdi. Anlaşılan o ki
tabancalı birlikler özellikle Avrupa'ya özgü bir gelişmeydiler. Bunlar başlarda
hem Müslüman hem de Hıristiyan Avrupa'da merkezi bir role sahip olmuş­
lardı; İslam dünyasının diğer kısımlarına ise yavaş yavaş yayıldılar. Fakat
kuşatma ve sahra toplarının kullanımının Darülislam çapında siyasal bakım­
dan hayati önem kazanması daha çabuk gerçekleşti.

28
Barutun orduda çeşitli biçimlerde kullanılması -yeni silahlar söz konu­
suysa sık sık olduğu gibi- Modern dönem öncesi ordularda yeni bir dizi dü­
zenlemenin yapılmasını zorunlu hale getirdi. Bunun üzerine o güne dek askeri
örgütlenmeye bağımlı olmuş toplumsal örüntülerin tüm unsurları da sorgu­
lanmaya başladı. Elbette bu durum eski askeri düzenlerin daima yeni düzen­
lere yol vermesi gerektiği anlamına gelmiyor, birçok durumda ayrıcalıklı
konumlarını muhafaza etmek isteyen eski birlikler ve onların konumlarını
altüst edecek bir konuma gelmesi muhtemel yeni birlikler arasında can alıcı
bir mücadelenin yaşandığını gösteriyordu. Yeni silahların kullanımına uyum
sağlama becerisi ise bu tarz mücadelelerde sık sık belirleyici olurdu.1 Ayrıca
silahların değişmesinin yol açtığı sonuçlar bütünüyle askeri örgütlenmeyle
sınırlı kalmadı. Topun nispeten pahalı oluşu ve taştan inşa edilen kaleleri sa­
vunmanın nispeten güç oluşu, topların masrafını karşılayabilen, iyi örgütlen­
miş merkezi iktidarlara yerel askeri karargahlar karşısında -kuşkusuz her
zaman belirleyici olmasa da- fazladan bir üstünlük sağladı. Belki en azından
bunun kadar önemli olan başka bir şey de barutlu silahların açıkçası en başın­
dan beri yeni tekniklerin sürekli geliştiğinin bir işareti olduklarıydı. Henüz on
üçüncü yüzyılda bile Çin' de askeri yenilikler daha önce eşi benzeri görülme­
miş bir hızla peş peşe geldiler. Bun yenilikler alandaki en son gelişmeleri takip
etmeyi başarabilenlere avantaj sağladılar. (Bu durum, sonraları Modernliğin
ayırıcı özelliği olacak teknik uzmanlaşmanın başlıca unsurlarının da haberci­
siydi.) Bu tür avantajlar, kaynaklara sahip hükümdarların dilediklerinde yer­
leşik siyasal yapıyı değiştirmelerini muazzam ölçüde kolaylaştırdı.
Kuşkusuz barut, 1450 yılından sonraki üç kuşaklık zaman dilimi içinde
oluşan yeni siyasal ve toplumsal -ve haliyle kültürel- dengelerde tek belirleyi­
ci etken değildi ama yine de kendine özgü bir rol oynadı. Hatta belki de bu
yeni dengelerin oluşmasını sağlayan sebeplerin en kolay saptanabileni haline
geldi. Muhtemelen bunun kadar önemli başka bir şey de bir bütün olarak İs­
lam dünyası içinde Orta Kurak Kuşak'ta yer alan eski İslam ülkeleri ile artık
tüm İslamileşmiş toplumun büyük kısmını oluşturan çoğunlukla daha tarıma
dayalı yeni ülkeler arasındaki dengede meydana gelen kalıcı değişim, hatta
Nil ile Ceyhun arasında yer alan bölgede tarımsal refahın kalıcı olarak kötü­
leşmesiydi. Portekizlilerin Hint Okyanusu ticaretine müdahale etmeleri ve
Moskova Rus iktidarının güçlenmesi gibi daha özgül olayları da burada göz

Mısır ve Suriye'deki Memluk devletinde beliren sorunlar hakkındaki son derece ihtiyatlı bir
tartışma David Avalon tarafından Gımpowder and Firearms in the Mamluk Kiııgdom: A Challenge
/o a Medieval Society (Londra, 1956) adlı eserinde ortaya konmuştur. Memluk yönetimi büyük
ölçüde fiilen askeri bir oligarşi tarafından yürütüldüğü için, ateşli silahların önemini fark eden
sultanlar, bunların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamakta diğer hükümdarlara kıyasla
daha fazla güçlükle karşılaşmış ve bunların yeterli desteğe sahip olmayan ikincil birlikler tara­
fından kullanılmalarına göz yummak zorunda kalmışlardı.

29
ardı edemeyiz. Barutla ilgili teknikler hem Portekizlilerin hem de Moskovalı­
ların güç kazanmasında önemli bir rol oynaQ. ı. Yine bu yönde bir rol oynayan
başka bir olay olarak tarikat Şiiliğinin Türk kabileler arasında her geçen gün
biraz daha artan bir coşkuyla yaygınlaşması ise belki de İslam dünyasını Geç
Orta Dönem'de meşgul eden siyasal sıkıntılara verilmiş bir tepkiydi. Buraya
kadar, barutun asİi silah olarak kullanılmaya başlamasından sonra İ slamileş­
miş toplumda oluşan yeni dengelerin arka planını tam olarak anlayabilecek
konuma geldiğimizi henüz söyleyemeyiz.
Bunların yol açtığı sonuçlardan bazılarını saptamamız kolaydır. Ortaya
çıkan yeni durumun Mağrip'te ve Batı Sudani ülkelerde doğurduğu bazı so­
nuçlardan daha önce bahsetmiştik: Bunlar büyük oranda imparatorlukların
kuruluşunda barutun oynadığı yeni role bağlanabilecek sonuçlardır. Porte­
kiz'in ve Kastilya'nın İ spanya' da ve Mağrip kıyılarında ilerleyişi Mağrip siya­
setini dönüşüme uğrahnışh. Bundan sonra buralara iç kesimlerden gelen Ber­
beri kökenli hanedanlar değil, şehirlerin temsilcileri ve silahlı kuvvetleri ha­
kim olacaktı. Mağrip'in büyük kısmı kendi limanlarının çıkarlarını gözeterek
Osmanlılara yöneldi. Fakat Mağrip'in en batısında, yani tarımsal hinterlandın
iç kesimlere kadar uzandığı ve başlıca şehirlerin kıyılardan epey uzakta bu­
lunduğu Fas'ta Portekiz baskısı daha bağımsız bir tepkiyi teşvik etti. Mağripli
şeri fler (Peygamberin -ve özellikle de türedi olarak görülen Abbasiler karşı­
sında Fas'ın bağımsızlığını korumasını sağlamış İdrisi ailesinin- soyundan
gelenler), kabileler arasında da yayılan tarikat dindarlığını taklit ederek veya
onunla rekabet ederek İ slam dindarlığının şehirlerden yayılan halini temsil
edecek duruma gelmişlerdi. Faslılar, Portekizlileri kendi sahillerinden kovmak
-ve bu arada Osmanlıların buralarda kendi hakimiyetlerini kurma girişimleri­
ni de boşa çıkarmak- amacıyla bir şerif ailesinin liderliği altında güçlerini
birleştirdiler. İyice silahlanmış ve kendi yurdunda muzaffer olan bu yeni Şerifi
İmparatorluğu böylece kendi enerjisini harcamanın yolunu, Sahra'nın ötesin­
de, barutlu silahların yıkıcı bir yenilik haline geldiği Sudani ülkelere doğru
benzeri görülmemiş bir sefer düzenlemekte bulmuş oldu. Bu seferin
Timbuktu'nun harap olasına yol açhğını daha önce belirtmiştik. Fakat Atlas
Okyanusu ile Sahra arasında tecrit olmuş Şerifi İmparatorluğu paralı askeri
birliklerini geçindirmeye ve fethettiği yerleri yeniden inşa etmeye yetecek
kadar büyük değildi. Gine'yle yapılan ve Portekizlilerin tekelleri altına aldık­
ları Atlantik ticareti aynı güney bölgeleriyle yapılan Sahra ticaretine gittikçe
daha fazla rakip olmaya başladı. Sudan ise sürekli sıkınh çıkaran yeni bir as­
keri sınıfla boğuşmak zorunda kaldı ve kendi başına bırakıldı; Fas ise güven­
siz bir bağımsızlık dönemi geçirdi.
Yeni zamanların ve özellikle de Portekiz baskısının daha önemli ve kap­
samlı bir sonucu da Güney Denizlerindeki güçlerin yeni bir denge oluşturma­
sıydı. Portekizlilerin buralardaki ilerleyişi çarpıcı idiyse de bunun kendi başı-

30
na sadece birkaç uzun vadeli etkisi oldu. On beşinci yüzyılda Portekizliler
Gine kıyılarıyla ticaret yapma olanağı yaratmanın yanı sıra Batı Afrika kıyıları
boyunca Kongo'nun epey güneyine kadar da ilerlemeyi de başardılar. 1498
yılında Vasco de Gama Afrika'nın güney kıyılarının etrafından dolaşmayı
başardı. Böylece batı kıyılarındaki Portekiz ticaret yollarıyla Afrika'nın doğu
kıyılarında uzun zaman önce belirlenmiş Arap ticaret yollarını birbirlerine
bağlanmış oldu; bu da Portekizlilerin, Doğu Afrika kıyılarıyla yapılan ticarete
çoktan bağlanmış Güney Denizleri ticaretine dahil olmalarını sağladı. 1 501
yılından itibaren Portekizli Hıristiyanlar sözde din adına Müslümanların Hint
Okyanusu'nda yaptıkları ticareti baltalayan bir siyaset izlemeye başladılar.
Oysa daha gerçekçi bir bakışla el alacak olursak Portekizliler buradaki ticare­
tin Kızıldeniz üzerinden Mısır'a, Akdeniz'e ve Lizbon'un artık kendine büyük
bir ticari rakip olarak gördüğü Venedik'e kadar uzanan kısmını engellemeye
ve yeterince korkutabildikleri diğer tüm ticaret filolarından korunma parası
almaya çalıştılar. Üstelik ilk girişimlerinde şaşırtıcı bir başarı yakaladılar. At­
las Okyanusu'nda yaptıkları deniz yolculukları Portekizlileri uzun süreli yol­
culukların fazla gerekli olmadığı Hint Okyanusu'nda yaygın bulunan deniz
araçlarından daha dayanıklı ve güçlü deniz araçları geliştirmeye yöneltmişti
(sadece Çin gemileri Portekizlilerin gemileri kadar, hatta onlarınkinden bile
daha büyüktü). Bu teknik avantaj, Portekiz'de o sıralar dinç bir yönetimin
bulunmasıyla da bir araya gelince Batı Afrika'daki üslerinden uzakta olmala­
rının yol açtığı olumsuz etkileri dengelemekten daha fazlasını yaptı.
Geç Orta Dönem'in koşulları Müslümanların ortak siyasal etkinliklerinin
lehine olmamıştı. Güney Denizlerindeki ticaret de, iç kesimlerdeki iktidarların
çoğu durumda nispeten az kontrol edebildiği, büyük ölçüde bağımsız sayıla­
bilecek birkaç Müslüman ticaret şehrinin elindeydi. Örneğin Malezya gibi bir
bölgede kasabadaki başlıca figür olan "sultan" aslında, belirli bir limanın tica­
retini tekelleştirebilen ve bu limana hükmeden ve bazen uzaktaki diğer liman­
ları da kontrol edebilen bir tüccardı.
Portekizli tüccarlar bu resme kolayca dahil oldular. Müslümanlar ara­
sında ortak bir eylem anlayışı bulunmadığı için Portekizli tüccarlar Müslü­
manların savunmaya çekilmelerini sağlayacak bir konumda oldular. Tümüy­
le deniz üzerinden giden ve hiçbir aracıya başvurmaya gerek bırakmayan bir
ticaret yolunun nispeten düşük maliyetli olması ve Portekizlilerin üç kuşak
boyunca bu ticaret yolunu tek başlarına kontrol etmeleri onların büyüyen
Garp piyasasının büyük kısmından istikrarlı bir gelir elde etmelerini sağladı.
Böylece aslında küçük bir krallıktan ibaret olan Portekizliler büyük bir impa­
ratorluğun ticari olanaklarını elde etmeyi başardılar. Lizbon herhangi bir

31
w
N 20

·20

I iN D I A N O CIE A N

� 200 .ıııo 600 IOON.


1 1 1 1 1 1 1 1 1 Avnıpalılann tlc:ari yerlqimleri
t-�����t--�����+-���--4��-l-�-+ O I�.:.:, fıÔo &OO ıoOo 12fıo L.. • Portekiz (P)
• Almanya (A)

ıt 70 l!O 1 • Britanya (B)


• Fransa (F)

On alhncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başında Hint Okyanusu


Müslüman limanından çok daha fazla ticari kaynağa sahip oldu . Tüzelci ru­
hun Portekiz Krallığı'na kendi tüccarlarına dayatma olanağı verdiği genel
disiplin -ki bu da Portekizlilerin kendi anavatanlanndan uzaktayken bile tek
bir bütün olarak hareket etmeyi sürdürmelerine olanak veriyordu- Batı Akde­
niz' de Müslümanlara karşı yürütülen Haçlı mücadelelerine alışmış olanların
Hıristiyan bağnazlığıyla da desteklendi, böylece bu kişiler her ulustan Müs­
lüman tüccarlara karşı düşmanlık beslerken daima özel bir dayanışma içinde
oldular. Ayrıca rastlantısal birtakım avantajlara da sahiplerdi. Görünüşe göre
bazı durumlarda Portekizlilerin sadece deniz araçları değil, aynı zamanda
topları da o dönemlerde Güney Denizlerinde kullanılanlardan daha iyiydi;
barutlu silahlar ise ancak bu dönemlerden itibaren kuzeydeki ülkelerden öğ­
renildi. Portekizlilerin Batı Afrika'daki üslerine güçlü Müslüman kara impara­
torluklarının ulaşması çok zordu, aynı şekilde deniz odaklı bir güç olan Porte­
kizlilerin de bu imparatorlukların iç kesimlerde yer alan kalelerine ulaşması
zordu. Özetle Portekiz Güney Denizlerinde bir barut imparatorluğu gibi rol
oynadı; yeni askeri çağda söz konusu olan merkezileşmenin teknik avantajla­
rını diğer imparatorluklar karada değerlendirirken onlar da denizde değer­
lendirdiler.
Sonuç olarak Portekizliler özellikle Seylan'ın batısında karşılarına çıkan
bütün Müslüman yönetimlerinden denizde daha güçlü olduklarını kanıtlar­
ken onlarla mücadele eden Müslüman yönetimlerinin birçoğu işgalcilere karşı
yeterince uzun ömürlü bir ittifak kurmayı başaramadı. 1 508 yılında
Memlukler ile Güceratlılar birlikte hareket edip Portekiz'i yenilgiye uğrattılar
ama 1509 yılında Gücerat'ın Diu şehri yakınlarında müttefik donanması yok
edildi. Bu sırada Memluk rejimi kendi merkezinde ciddi sıkıntılar yaşıyordu
ve bu yenilginin intikamı hiçbir zaman alınamadı. 151 1 yılma gelindiğinde
Portekizliler Basra Körfezi ağzında yer alan Hürmüz'de, Dekkan'ın batı kıyı­
sında yer alan Goa'da ve Güney Çin Denizi'ne açılan Malakka boğazlarında
bulunan müstahkem ticaret merkezleri sayesinde bölgeye artık iyice yerleş­
mişlerdi. 1538'de bir Osmanlı-Gücerat ittifakı başka bir Portekiz zaferini önle­
yemeden dağıldı, bu da Portekizlilerin bölgede sağlam bir konum edindiğini
gösteriyordu.
Portekizliler genelde sadece muhtelif yerlerdeki birkaç önemli limanı el­
lerinde tuttular; limanların çoğu Müslümanların veya Hinduların elinde ol­
maya devam etti, bunların bazıları bağımsızdı, bazıları da iç kesimlerdeki
hükümdarlara tabiydi. Müslümanlar, Hindular ve Çinliler arasındaki ticaret
önemini korudu. Ama Portekizliler, bir süre boyunca, Avrupa'ya yaptıkları
ihracata ciddi biçimde rakip olan uzun mesafe ticaretini önleyecek, özellikle
de Kızıldeniz üzerinden Mısır'la yapılan ticareti kesin olarak engelleyecek
kadar güçlü oldular. (Bu bölgedeki ticaret bir ölçüde Basra Körfezi ve diğer
kara ticaret yolları üzerinden yapılmaya başladı; ama sonuçta Kızıldeniz tica-

33
reti aynı yüzyıl içinde eski durumuna geri döndü.) Güney Denizlerindeki
Müslüman iktidarına ve ticari refah düzeyinin yüksek olduğu bazı Müslüman
bölgelerine, özellikle de Mısır'a ve bazı Arap şehirlerine böylece geçici de olsa
ciddi bir darbe vurulmuş oldu.
Portekizlilerin Güney Denizlerine gelişinin İslamileşmiş yaşam üzerinde­
ki belirleyici etkisi -görebildiğim kadarıyla- Avrupa tarih yazımında üç ne­
denle çok abartılmıştır. Birincisi, o dönemde okyanuslarda gerçekleşen yayıl­
manın Batı Avrupa üzerindeki etkisi yoğun olmuş, Avrupalılar da dünya tari­
hinin geri kalanını Avrupa tarihinin bir işleviymiş gibi okumaya eğilimli ol­
muşlardır. (Üstelik Batılı kaynaklar bize diğer tarihsel etkinliklerden ziyade
Batılıların etkinliklerini anlatma eğilimindedir.) İkincisi, Hollandalıların, İngi­
lizlerin ve Fransızların on yedinci yüzyıldaki ilerlemesinin bir süre sonra ger­
çekten büyük bir önem taşıdığı anlaşılmıştır ve Portekizliler bir anlamda son­
raki bütün bu gelişmelerin öncüleri oldukları için, Batılı tüccarların on altıncı
ve on yedinci yüzyıllarda taşıdıkları önem bütün bu gelişme sürecinin başlan­
gıcına da yansıtılmıştır. (Portekizliler gibi dönemin şehirli yaşamı bakımından
neredeyse evrensel bir gelişme örüntüsüne dayalı olan bir barut imparatorlu­
ğu ve dünyanın geri kalanıyla artık hiçbir ortaklığı olmayan, kökten yeni ha­
reket noktalarına dayanan sonraki Batılı deniz imparatorlukları arasındaki
dünya-tarihsel rol farkını tamamen Batı'ya özgü bir bakış açısından bakarak
görmek güçtür.) Son olarak, Müslüman ülkeler üzerindeki etkilerin özellikle
Batı'ya en yakın ülkelerde, yani doğu Akdeniz'de en fazla olduğu düşünülür,
çünkü bu bölge, daha önce bahsedilmiş olan muhtelif gerekçelerden dolayı,
birçok Batılı bilginin gözünde İslam dünyasının tamamını temsil etme eğili­
minde olmuştur.ı

Yeni Dengeler: Kara imparatorl u kları ( 1498-1526)


Bu sırada, askeri gelişmeler alanında bir dönüm noktasına ulaşılmasını sağla­
yan belirleyici bir dizi olay büyük kara imparatorluklarına özgü yeni bir den­
genin oluşmasına yol açtı. On beşinci yüzyıl boyunca Azerbaycan ve Anadolu
etrafındaki bölgedeki çeşitli tarikatlar arasında gün geçtikçe daha fazla güç

Portekizlilerin Malezya'da amaçlarına ulaşamamaları, Bernard H. M. Vlekke tarafından


Nusa11tara: A History of llldo11esia adlı eserinde (gözden geçirilmiş baskı, Lahey, 1959, bölüm IV)
özetle ortaya konmuştur. Müslüman ticaretinin on altıncı yüzyıl boyunca devam eden önemi
hakkında örneğin Hendrik Dunlop'un Bronnen tol de geschiedenis der Oostindische compagnie in
Perzie adlı eserine (s' Gravenhage, 1930) yazdığı giriş bölümüne bakınız. Fakat on altıncı yüz­
yılda Güney Denizlerinde yaşananlar hakkınd<ıki eski düşüncelerin gözden geçirilmesine en
fazla etkiyi Jacob C. Van Leur, lndonesian Trade and Society adlı eserinde yapmıştır (Lahey,
1955). M. A. P. Meilink-Roelofsz, Asian Trade and Europea11 lnflııence in the lndo11esian
Archipelago between 1500 and aboııt 1 630 (Lahey, 1 962) onun vardığı sonuçları yeniden düzen­
lemiş, ama çürütmemiştir.

34
toplamış coşkulu Türk Şiiliği, o dönemde Müslümanların dikkatini Portekizli­
lerin darbesinden daha fazla çeken bir hareketin başlamasını sağladı. Erde­
bil' deki Safevi tarikatının liderleri birçok yerde, özellikle Türk göçebe kabile­
ler arasında var olan Şii unsurlarla iyi ilişkiler kurmuş ve Kafkasya bölge­
sindeki Hıristiyan Gürcülere ve Çerkeslere karşı düzenlenen gazi akınlarının
birçoğuna liderlik etmişti. Aynca bütün bu bölgedeki en güçlü ailenin, yani
Mezopotamya ve Batı İran sultanları olan Akkoyunlu kabilesi hanedanının
liderlerinin düşmanlığını da kazanmışlardı. 1 500 yılında Safevi pirliğinin on
altı yaşındaki varisi İsmail, babasının Akkoyunluların elinde öldürülmesinin
intikamını almak amacıyla yeterli sayıda taraftar toplayabildi; 1 503 yılında
artık sadece başkent olarak seçtiği Tebriz'in yer aldığı Azerbaycan değil,
bütün Batı İran ve Dicle-Fırat havzası onun kontrolü altındaydı. İsmail artık
sadece pir değil, şah'tı, yani kraldı.
İsmail ve taraftarlarının binyılcı beklentileri vardı. Söylenenlere göre,
adamlarından bazıları onun varlığı nedeniyle savaşta yenilmez olacaklarına
inanıyordu. Şah İsmail, Türkler, Farslar veya Araplar gibi boyun eğdirdiği
bütün toplumlara, gerekli gördüğünde şiddetli zulümlere de başvurarak Şii
itikadını dayattı: Halka açık Cuma namazlarında duanın Şiilere özgü olan
biçimde okunmasını zorunlu tuttu ve ileri gelen din görevlilerini, Ebu-Bekir ve
Ömer'i Ali'nin Muhammed'in halifesi olma hakkını gasp ettikleri için lanetle­
meye zorladı. Açıkçası İsmail sadece bir Şii yönetimi kurmayı değil, Cemal­
Sünniliği tamamen ortadan kaldırmayı da amaçlıyordu ki bu, Şiilerin daha
önce hiçbir zaman gerçekleştirmeye kalkışmadıkları bir amaçtı. Üstelik görü­
nüşe göre bunu İslam dünyasının tamamında gerçekleştirmeyi umuyordu. Bu
doğrultuda hareket edip eski Akkoyunlu topraklarının dışına çıkarak 1510
yılında, Horasan'ın ve Ceyhun havzasının eski Timuıi devletlerinin bulundu­
ğu bölgenin birliğini emri altındaki Özbekler sayesinde henüz sağlamış olan
Şeyban! Han'a saldırdı ve onu öldürdü. Bu darbenin ardından İsmail Hora­
san'ı topraklarına katıp Özbekleri Ceyhun'un kuzeyine sürerek güneydoğuya
yöneldi. (İsmail'in Şeybanl'nin kafatasım altınla doldurmuş ve onu içki kadehi
olarak kullanmış olduğu da rivayet edilir.)
İsmail'in batıdaki Osmanlı topraklarında da mezheplerine özgü kırmızı
başlıklarından dolayı "Kızılbaş" adı verilen çok sayıda Türk taraftarı vardı.
Kızılbaşlar 1511 yılında İsmail'e destek vermek için ayaklandılar. Ama burada
İsmail'in önü kesildi. 1512 yılında o sırada tahtta bulunan il. Bayezid, yerinde
bir deyişle "Yavuz" (veya daha eski bir deyişle "Amansız") diye de bilinen
oğlu 1. Selim tarafından -Osmanlı liderlerinin iradesi ve rızası doğrultusunda­
tahttan indirildi. Selim Şii ayaklanmasını kanlı şekilde bastırdı ve kısa süre
sonra birliklerini İsmail'in üzerine sürdü. İsmail o an için sadece savunma
amaçlı önlemler almakla yetindi. Aslında daha fazlasını yapacak durumda
değildi; 1514 yılında Osmanlı seferi başladığında İsmail'in topları hala ülkesi-

35
nin doğusundaydı. Tebriz'den fazla uzak olmayan Çaldıran'da ağır bir yenil­
giye uğradı. İsmail Osmanlıların top ve piyade üstünlüğünü cüretkar süvari
manevralarıyla dengelemeyi denedi ama şansı yaver gitmedi. Sonraki çarpış­
malar da büyük ölçüde Osmanlıların lehine oldu. Selim İsmail' in topraklarının
sadece küçük bir kısmını kalıcı olarak ele geçirirken İsmail batıya yapmayı
planladığı seferlerden tümüyle vazgeçmek zorunda kaldı.
Bununla birlikte İsmail fethettiği topraklarda güçlü bir Şii devleti kurdu.
Cemal-Sünni tarikatların mülklerine el kondu; hanikahlarını ve vakıflarını
kaybettiler, Sünni ulema ya idam edildi ya da sürüldü. Doğu Arabistan'dan,
Suriye' den ve bulunabildikleri her yerden Şii (özellikle de Arap) bilginler yeni
itikadı halka öğretmek amacıyla ülkeye getirildi. Çalışmalar o kadar iyi yürü­
tüldü ki hanedanın 1 524'te İsmail'in ölümünü izleyen ciddi zayıflık dönemine
rağmen onun kurduğu devlet (genelde "Fars İmparatorluğu" diye anılıyordu)
iki yüzyıldan uzun bir süre boyunca Şiiliğe dayalı bir yönetim aracılığıyla bir
arada tutuldu ve Şiilik İsmail'in fethettiği topraklarda kalıcı hale geldi. Öte
yandan Osmanlıların egemen olduğu Anadolu'da ve Özbeklerin yaşadığı
Seyhun ve Ceyhun havzalarında Şii azınlık şiddetli baskılar gördü ve yer altı­
na çekilmek zorunda bırakıldı. İslam dünyası artık Şii çoğunluğun ve Sünni
çoğunluğun yaşadığı, her biri karşıt azınlığın varlığına benzeri görülmemiş bir
biçimde hoşgörüsüz davranan bölgeler halinde kesin olarak bölünmüştü. Böy­
lece Darülislam'ın sivil birliği ciddi bir darbe almış oldu.
İsmail'e karşı yürüttüğü sefer sırasında Osmanlı sultanı 1. Selim'e Mısır
Memlukleri karşı çıkmıştı. 1516 yılında Selim Memluklere meydan okuyarak
Suriye'ye girdi. Burada da sahra toplarını kullanması (ve topçu birliklerinin
etrafını çevirmek amacıyla planlanmış süvari manevralarının ihbar edilmesi)
sayesinde zafer kazandı. Ama bu sefer, Kahire' deki Memlfıklerin ve Arapların
son bir direnişine rağmen Suriye'nin, Mısır'ın ve Batı Arabistan'ın kalıcı ola­
rak fethedilmesiyle sonuçlandı.
Memluk Devleti bu bölgelerde birkaç kuşaktır güç kaybediyordu; Porte­
kiz' in etkinliği yüzünden deniz taşımacılığında yaşadıkları gelir kaybı da sı­
kıntılarını arttırmıştı. Şimdiyse onun yerine daha fazla kaynağa sahip ve daha
fazla taahhütte bulunan bir devlet geçmişti. Zayıflayan Memllıklerin tersine,
büyüyen Osmanlı Devleti gittikçe kuvvetlenen bir deniz gücüne sahip olmuş­
tu. Osmanlı donanmaları Doğu Akdeniz'in kontrolünü İtalyan şehirlerinden
aldılar. İspanyol saldırılarına karşı yardıma ihtiyaç duyan Mağrip'teki önemli
deniz güçleri de Mısır'ın fethiyle neredeyse aynı dönemde Osmanlılara biat
ettiler. Bu durumun en önemli sonucu, Osmanlı İmparatorluğu'nun tek bir
kuşağın yaşam süresi içinde topraklarını neredeyse üç katına çıkarmış olması
ve böylece Akdeniz bölgesinin tümüne üç yüzyıl boyunca en büyük Müslü­
man iktidarı olarak hükmetmesi oldu. İmparatorluk, Anadolu' da ve Balkanla­
rın sınır kesimlerinde geliştirdiği fevkalade sağlam kurumları bu geniş alana

36
uyarladı. Yeni eyaletler üzerindeki kontrolü hiçbir zaman eskiler üzerindeki
kadar sıkı olmasa da en azından en yüksek toplumsal düzeylerde, kendisine
tabi kıldığı bütün halkların toplumsal ve kültürel yaşamını imparatorluklara
özgü bir örüntü çerçevesinde şekillendirmeyi başardı. Bundan sonra Arapların
çoğunun, Batı Türklerinin ve çeşitli komşu Müslüman halkların yaşamlarını
belirleyecek ilkeler Osmanlı İmparatorluğu tarafından ortaya konacaktı.
Bu sıralarda İslam dünyasının Kuzey Hindistan'daki kesimlerinde de ye­
ni bir siyasal düzen oluştu. Bu gelişmeyi hazırlayan adımlar Safevilerin yükse­
lişinin bazı yanlarıyla sıkı sıkıya ilişkiliydi. Son Timuri hükümdarlardan biri
olan Babür, Ceyhun havzasını fetheden Özbeklerden kaçarken bile sadık taraf­
tarlarının da desteğiyle Timuri iktidarın Afgan Dağlarında bulunan Kabil' deki
son unsurlarını kendi kontrolü altına almaya yetecek kadar itibara sahipti.
Üstelik bu dağ krallığını üs olarak kullanarak Delhi sultanlığının sorunlu siya­
setine müdahale edebilecek ve Kuzey Hindistan'ın bir kısmında iktidarı ele
geçirebilecek kadar da hırslı ve becerikliydi. Özbeklere karşı ittifak kurduğu
İsmail gibi o da Orta Dönemlerin siyasal yaşamının parçalı ve maceralı karak­
terinin tipik bir örneğiydi Fakat bir yandan da Moğolların himaye devleti ide­
alini de temsil ediyordu ve İsmail gibi o da eski, atomize olmuş siyasal yaşamı
altüst edecek kadar ileri giden bir devlet kurulmasını sağladı. Görünüşe göre,
Delhi'deki Lodi hanedanı da buranın daha önceki hükümdarlarını güç du­
rumda bırakmış olan, yerel olarak verilmiş aşırı taahhü tlerden yakasını sıyır­
mayı başaramamıştı. 1526 yılında Babür, Delhi'nin kuzeybatı tarafında yer
alan Panipat'ta Delhi ordularını -kısmen güçlü topçu birliklerinin de yardı­
mıyla- bozguna uğrattı. Lodi hanedanının yardımına kimse gelmedi. Babür
Delhi tahtına çıktı ve Delhi'yi canlılığa kavuşturdu. Ama 1 530 yılında öldü;
oğulları birkaç askeri başarı kazanmalarına rağmen aralarında anlaşamadılar
ve kısa süre içinde bölgeden defedildiler (1540). Fakat 1556 yılında bu oğullar­
dan biri bölgeye geri döndü ve Babür'ün soyunun teşvik edeceği merkezileş­
me eğilimini o sıralar zaten gelişti rmekte olan, kuzeydeki bir Hint imparator­
luğunun tahtını ele geçirdi. Başka bir deyişle -takdir edilen bir Türki yazar
olan- Babür, bu imparatorluğa aslında bizzat şekil vermemiş, ama ona -
sonraları taraftarları iktidarı yeniden ele geçirince- imparatorluğun itibarını ve
kaynaklarını arttıran ve ayrıca Hint toplumunun batıdaki ve kuzeydeki en
yüksek kültür çevreleriyle kurduğu etkin bağları güçlendiren bir hanedanlık
geleneği kazandırmıştı.
Büyük imparatorluklar üç hanedan tarafından işte böyle kuruldular.
Hepsinin kökü on dördüncü yüzyıla dayanıyordu ve herhangi bir askeri ma­
ceracınınkinden daha derinlemesine kökleşmiş birer iktidar zeminine sahip­
lerdi. Osmanlılar zaten muazzam bir devlete, Safeviler geniş çaplı ve militan
bir tarikatın otoritesine, Hindistan'daki Timurller ise Timur'un itibarlı mirası­
na sahiplerdi. Bunlara, benzer şekilde Harezm'deki Özbek devletine ve onun

37
Moğollardan kalma mirasına dayalı olan, Ceyhun'un kuzeyindeki Özbek İm­
paratorluğu'nu da eklemek gerekir. Bu hanedanlar, barut döneminin yeni
dengelerinin oluşması sırasında imparatorluklara özgü iktidarı sağlamlaşhra­
cak bir durumda oldular ve bunun sonucunda sadece imparatorluklarının
geniş topraklara sahip olması ve uzun ömürlü olması bakımından değil, mut­
lakıyetçi yönetimlerinin başarılı olması bakımından da sivrildiler. Bu devletler
Osmanlının bile on beşinci yüzyılın sonunda benimsemeye başladığını ileri
sürdüğüm askeri himaye devletine yönelik eğilimleri daha geniş bir alanda
yaydılar. Keza bu devlet yapısı -görebildiğim kadarıyla- yenilendi ve bu yeni
imparatorluklara uyarlandı.
Yeni imparatorluklar, on altına yüzyıla gelindiğinde, emirlerin İslami­
leşmiş toplumda yarattıkları tecrit olma ve tarafsızlaşma eğilimlerini geniş bir
alanda tersine çevirmeyi başardılar. Kanımca bu kısmen de olsa Erken Orta
Dönem'in Sünni sentezinin doğası gereği istikrarsız olması yüzündendi. (Mı­
sır ve Suriye'deki Memluklerin ve ona muhalefet eden tarikat Şiiliği hareketle­
rininki gibi nispeten istikrarlı bir yapının sistem içindeki yerel evrimi, bu has­
sas dengenin hem kendi gerilimlerini hem de kendi karşıtlarını üretebileceğini
gösterir.) Askeri himaye devleti merkezsizleşmiş sözleşmeci toplumun kalıp­
ları iyice yerleştiğinde bu toplumu sömürme olanaklarına verilmiş doğal bir
tepkiydi.
Fakat büyük bürokratik imparatorlukların bu eğilimlerin bir sonucu ola­
rak -sadece Avrupa ve Hindistan'da değil, bir süre sonra eski İran-Sami top­
raklarında bile- yeniden kurulabilmesi başka baskıların da iş başında olduğu­
nu akla getirir. Tarımsal iktidarın Orta Kurak Kuşak'ta görece güvensizliğinin
üç bileşeninin bulunduğunu ileri sürmüştüm: Tarıma dayalı merkezileşmiş
iktidarın muhafaza edilmesini nispeten güçleştiren bir unsur olarak tarımdaki
göreli kıtlık; çevre bölgelerdeki ekiciliğin ve köylüler üzerindeki kontrolün
kırılganlığı; göçebe hayvancı iktidarla potansiyel rekabet. Bu koşulların yol
açtığı etkiler muhtemelen, barutlu silahların askeri bakımdan belirleyici olma­
ya başladığı zamanlarda en az iki şekilde kısmen dengelendi: Bunlar, barutlu
silahların teknik gereklilikleri ve uzun mesafe göçebeliği üzerinde barutun da
katkıda bulunduğu sınırlamalardı. Merkezsizleşmiş, sözleşmeci, kozmopolit
İslamileşmiş toplumun temeli böylece kısmen sarsıldı.
Barutun özel kaynaklara sahip hükümdarlara sağladığı avantajlardan
yukarıda bahsetmiştik. Barutun savaşlarda başat güç haline geldiği on beşinci
yüzyılda bu yeni ve kaha teknik yenilik, genel yönetim kalıplarını da arhk
belirleyebiliyordu. Sadece merkezi otoriteler mali yönden bu yenilikleri takip
edebilecek durumdaydılar. Büyük ölçüde süvarilere dayalı birliklerde olduğu
gibi barutun asgari düzeyde kullanıldığı yerlerde bile siyasal beklentiler git­
tikçe daha fazla hakim olan bu durum tarafından şekillenebiliyordu. Bu sıra­
larda bozkır göçebeliğinin egemen tabakalarının, şehir sahibi toplumdan kay-

38
naklanan ekonomik ve kültürel normlara gittikçe daha fazla tabi olmaları da
yoğunlaşmış pastoral iktidarın en önemli kaynağını oluşturan geniş bozkır
imparatorluklarının ortaya çıkma olasılığını azal tıyordu. Muhtemelen, taban­
caların yaygın biçimde kullanılmasından önce, topların merkezi iktidarlara
kazandırdığı fazladan i tibar ve uzun ömür, onların ellerini yerel göçebeler
karşısında bile güçlendirmiş olabilir. Bu tarz değişmelerin yeni mutlakıyetle­
rin görece etkililiğini açıklayacağı ileri sürülebilir.
Bürokratik merkezileşmenin ve hanedanlara özgü istikrarın bir ölçüde
eski haline gelmesiyle birlikte İslamileşmiş tipik sözleşmeci toplum normları
bir kenara atılmadıysa bile genellikle bir vurgu değişikliğine uğradılar. Top­
lumsal hareketlilik en azından bazı bölgelerde görünüşte artmaya meyilliydi.
Osmanlığı İmparatorluğu'nda loncalar, İslam dünyasında öteden beri bilin­
dikleri hallerine kıyasla muhtemelen daha güçlü ve daha az esnek hale geldi­
ler; Hindistan'da ise birçok Müslüman Hinduizmin kısıtlamalarına tümüyle
tabi olmasa da kastlar halinde örgütlenmiş olarak kaldılar. Bu tarz yerel sürek­
liliklerin varlığı şaşırtıcı değildir. Fakat eski İran-Sami topraklarındaki Safevi
İmparatorluğu'nda bile loncaların daha sıkı örgütlenmiş olmaları mümkün­
dür; kuşkusuz devlete olan bağımlılık artmıştır.
Benim deyişimle "askeri himaye devletleri" hiçbir zaman tek bir kalıp
oluşturmadılar ama bazı noktalarda bu tarz devletler üzerinde çağın özel ko­
şullarından kaynaklanan ortak etkilerin söz konusu olduğunu görebildiğim
kanısındayım. Özerklik lehine şehirlerde filizlenmiş itkiler daha Geç Orta Dö­
nemlerde dizginlendi; barut imparatorluklarında ise şehirler nispeten sıkı bir
bürokratik denetim altında oldular. Merkezi denetim ve müdahale muhteme­
len Osmanlı İmparatorluğu'nda zirvesine ulaştı. Merkezi bir bürokrasinin
kural olarak yekpare ve kuşatıcı ordunun bir parçası olarak gelişimi o kadar
ileri götürüldü ki hükümdar ailesinin önemi azaldı. Ailenin reisine evrensel
olarak halifeye özgü ayrıcalıklar verilirdi ama ailenin diğer üyelerinin bağım­
sız hareket etmek olanağı pek bulunmazdı; hatta merkezi birlik karşısında bir
tehdit olarak görülüp bertaraf edilebilirlerdi. Bu durum tevarüs konusunda
belirli bir düzenlemenin yapılmasını zorunlu kıldı.
Merkezdeki tevarüs sorunu zorunlu olarak toplum genelindeki tevarüs,
yani makama geliş sırası sorunlarıyla ilişkiliydi; dolayısıyla her merkezin des­
teklerine bel bağlamak zorunda olduğu kimseler arasında hakim olan daha
aşağı makamlar da özgü tevarüs örüntülerine tabi olmak zorundaydılar. İsla­
mileşmiş geleneğe epey uygun düşen, silahlı yanşa bağlı tevarüs kuralı, mer­
kezi iktidarın Orta Dönemlerde olduğundan bile daha büyük bir titizlikle mu­
hafaza edildiği sonraki askeri himaye devletlerinin en az iki tanesinde resmi­
yet kazandı. Selefin halefini tayin etmesine dayalı tevarüs (doğal alternatif)
kasıtlı olarak göz ardı edildi -kimin tahta çıkacağının veya makama geleceği­
nin Tanrı tarafından belirlendiği söylenirdi- öyle ki baba oğullarından her-

39
hangi biri lehine müdahalede bulunamaz, diğerlerinin eşit haklarını göz ardı
edemezdi. Bir babanın bu konuda meşru biçimde yapabileceği tek şey oğulla­
rından birine, kendi ölümü yaklaşhğında diğer oğullan karşısında askeri üs­
tünlük sağlayacak bi r konum sağlamak olabilirdi. Bu kural Hindistan'daki
Timuri hükümdarlarca defaatle tanındı; Timuri Evrengzib oğullarından biri­
nin halefi olması yönündeki tercihini belirttiğinde bile diğer oğlunun yine de
eşit bir egemenlik hakkı olduğunu kabul etti. Bu ilke Osmanlıların bir kanu­
nunda somutlaştırıldı. Safevi hükümdarlar bu ilkenin kendi komşularına da
uygulanabileceğini kabul ettiler. İmparator, Evrengzib'in üçüncü oğlunu, ba­
bası ölüp de tevarüs yarış hukuken geçerli hale gelinceye dek İsfahan'da alı­
koydu. (Safeviler ise kendileri için, görünüşe göre, hükümdarın ölümünden
sonra yerine hangi oğulun geçeceğini seçecek ve başlıca saray mensuplarından
oluşan bir mecliste gerçekleşen daha barışçıl bir yarışı tercih etmişlerdi.) Bu
ilke bazen baba henüz haya ttayken bile zamansız yarışlara yol açmasına rağ­
men Moğolların kurultay denen meclislerindekine benzer herhangi bir resmi
seçim mekanizmasının bulunmaması halinde, görünüşe göre, aynı anda hem
ordunun temel kararların alınmasında bile doğrudan doğruya rol oynamasını
zorunu kılmış hem de böylece ilk askeri himaye devletlerinde gerçekleşmeye
meyilli olmuş imparatorluğun oğullar arasında paylaşılması durumu gibi
durumları ortak rızaya başvurmak suretiyle engelleyerek imparatorluğun
birliğini muhafaza etmiştir.
Dengelerin yeniden kurulduğu bu döneme özgü bütün bu olaylardan
kaynaklanan çok sayıdaki devlet oluşumu içinde kültürel bakımdan en önemli
olanları eski İslam topraklarında, Bereketli Hilal' de ve İran platosunda ortaya
çıkan devletlerdi. Burada İslamileşmiş merkezi kültürel gelenekler en büyük
gelişmeyi kaydettiler; burada kültür alanında yaşanan yeni çiçeklenmeler hem
geçmişle en sağlam sürekliliğin hem de yeni keşiflerin yapıldığı ve yeni hare­
ketlerin oluştuğu en parlak dönemin yaşanmasını sağladı.

Safevi Devletinin Şii Temel leri


Yabancıların dokuz yüz yıllık egemenliğinin ardından Safevi hanedanının,
Ahamenişlerin ve Sasanilerin eski Pers İmparatorluğu'nu yeniden kurduğu ya
da yakın dönemde "İran"ın modem anlamda bir ulus devleti olarak ortaya
çıkmasını sağladığı yaygın biçimde söylenmektedir. Bu iki anlayış da temel­
den yoksun değildir. Safevi İmparatorluğu, mutlakıyetçi idari ve kültürel ide­
alleri bakımından klasik Abbasi İmparatorluğu'ndan beri kurulan devletlerin
hepsine kıyasla Sasani İmparatorluğu'nun mirasçısı sayılmaya daha uygundu.
Ayrıca kendisinden sonraki monarşiyi belirleyecek genel ilkeleri de başkentini
Batı İran platosunda kuran, en azından Batı İran ve Azeri eyaletlerini tek bir
yönetim altında toplayan ve her şeyden önce Şiiliğe resmi bir statü kazandıran

40
Safevi Devleti ortaya koydu. Modern İran'm en önemli ulusçu hareketlerinin
gelişmesini sağlayan bağlam da bu olmuştur.
Fakat Safevi devletinin özellikle "ulusal" karakterine ilişkin bu türden
herhangi bir anlayışın aslında, eskiden revaçta olan iki hatalı özdeşleştirmeye
dayandığından eminim. Bunlar İslam'ın Sami "ırkıyla" ve Şiiliğin "Aryan"
Farsların "İslam'a karşı tepkisiyle" özdeşleştirilmeleridir. (Bu yüzden genelde
Abbasi İmparatorluğu "Farsi" olmadığı gerekçesiyle Ahameniş-Sasanl-Safevl
silsilesinin dışında tutulur.) Bu ırksala ön kabullerden sıyrılınca. bu anlayış da
akla yatkınlığını yitirir. Safevi imparatorluğu, ancak İslamileşmiş uygarlığın
bütün içsel gelişimini göz ardı eden bir benzetme yoluyla Sasanl imparatorlu­
ğunun yeniden kuruluşu olarak değerlendirilebileceği gibi, ancak modern
ulus-devleti meydana getirmeye devam eden en can alıcı özelliklerden bazıla­
rını ve özellikle de sonraları İran'ı modem bir ulus devletine dönüştürmeyi
arzulayanların hep karşı karşıya kaldıkları sorunları ihmal etmek pahasına
modem anlamda ulus olmaklığın bir öncüsü olarak değerlendirilebilir. Yazar­
lar, "Fars" hükümdarı olan İsmail'in şiirlerini Türk dilinde yazmasının, "Tür­
kiye"nin hükümdarı olan rakibi Selim'in ise Farsça yazmasının bir çelişki ol­
duğunu belirtmişlerdir. Bu çelişki sadece Farsileri, Türkleri ve Arapları aynı
ölçüde içeren Safevi İmparatorluğu yerine hatalı olarak "Fars" teriminin, Os­
manlı İmparatorluğu'nun yerine ise daha talihsiz bir adlandırma hatası yapı­
larak "Türkiye" teriminin kullanılmasından ileri gelir. Bir kabile grubunun
liderinin bir halk dili olan Türkçe ile yazarken yerleşik bir devletin başının
kültür dili olan Farsça ile yazmasında çelişkili hiçbir şey yoktur. Safevi İmpa­
ratorluğu'nun önemi, ırksal bir yeniden kuruluştan ya da ırksal bir öngörüden
değil, Orta Dönemlerin siyasal merkezsizleşme eğiliminin sadece Hindistan ve
Avrupa'nın son derece tarıma dayalı bölgelerinde değil, Kurak Kuşak'ın tam
kalbinde de altüst olmasından ileri gelir.3

Toprak ve ırkla ilgili çeşitli hatalı kavrayışların yol açabileceği karışıklar epey karmaşık olabi­
lir. Saygın (ve sıra dışı olmayan) bir tarihçi olan Laurence Lockhart, Fail of the Safavi Dynasty
adlı eserinde (Cambridge University Press, 1 958, s. 67), Safevi döneminin "Farsilerinin" Sasani
döneminden sonra, denizden korkmaları sebebiyle hiç tüccar filosuna sahip olmadıkları için
"ne yazık ki yozlaşhklarını" yazarken -ve bununla beraber Arapların "Fars Körfezi"nin (Basra
Körfezi) her iki yakasında da denize kolayca açılabildiklerini belirtirken- açıkçası İsfahan'ın
Farsça ve Türkçe konuşan ve denizci olmayan halkının, bir zamanlar Körfez'in kıyılarında bir
İran dilini konuşmuş olabilecek, deniz tutkunu atalarının ardından "yozlaşmış" olduklarını
ima etmenin anlamlı olup olmayacağını sorgulamaz. Bütün bu saçmalıklar popüler kalıp yar­
gılan gerektirir. Bu tarz ifadeleri haklılaşhrmak için, açıkça ortaya konduklarında bir parodi
gibi görünen bir argüman zincirinin takip edilmesi gerekir. Belirli bir adla (tesadüfen de olsa)
tek bir dilin, kültür grubunun ve baba soylu bir ırkın- ve yeterince yaygın olarak söylendi�i
şekliyle tek bir "ülkenin" -özdeşleştirilmesi gerekir. On dokuzuncu yüzyılda Körfez' in kuzey
kıyılan (büyük ölçüde Avrupalıların iradesiyle) "İran"a verildiği için, bir yandan buralarda
Elamlar zamanından beri bulunmuş olan her şey örtük biçimde " Pers-Fars" sayıldı, öte yan­
dan buralarda bulunan "Araplar" da dolayısıyla zorunlu olarak yakın zaman önce buralara

41
İsmail ve taraftarları elbette ne Fars ulusunu inşa ettiklerinin ne de daha
mutlakıyetçi bir devlet kurduklarının farkındaydılar. Onlar bir tür askeri hi­
maye devleti kurmuşlardı. Egemen devlet kurumu içindeki askeri ve sivil
unsurlar arasına keskin bir çizgi çekmek mümkün değildi: Bütün bu kurumun
merkezinde hükümdar ve ailesi bulunurdu, devlet kurumu da öncelikle askeri
bir işleve sahipti, gerçi kurumun bu amaç doğrultusunda topraklan da idare
etmesi gerekirdi. Esasen askeri nitelikli kimseler, yani çoğunluğu Türklerden
oluşan "kılıç ehli", özellikle devlet siyasaları düzeyinde esasen askeri olmayan
idari işlevleri üstlenebilirdi; çünkü devletin tamamının onların asıl yetki ala­
nının içinde olduğu kabul edilirdi. Bununla birlikte, normalde "Taciklerden",
yani İranlılardan veya Araplardan oluşan ve Türki "kılıç ehline" tabi olmaları
gerektiği kabul edilen "kalem ehli" ise kurum içinde siyasete karışacak kadar
yükselmeyi başardıktan sonra askeri işlevler üstlenebilirdi. Kadıların bile bu
tarz bir yol izlediklerini görürüz. Başlangıçta Safevi devletinin bu örüntüyü
daha gelişkin bir aşamaya ulaştırmış görünmediğini de söylemek gerekir.4
Aslında en başlarda Safevi devletine bölgedeki daha önceki devletlerin­
kinden farklı bir gelecek sağlayabilecek ne belirgin bir siyaset ne de fiili bir
idari pratik bulunuyordu. Şah İsmail'in fetihlerle ve bağnazlıkla geçen hü­
kümdarlık döneminin sonrasında siyasal iktidar dengesinde meydana gelen
geniş kapsamlı kaymalara rağmen, ortaya çıktığı haliyle Safevi Devleti, Kara­
koyunlu ve Akkoyunlu devletlerininkine yüzeysel bakımdan çok benzeyen
temeller üzerine kuruluydu. Safevilerde olduğu gibi bu devletlerde de yöneti­
ci iktidar Anadolu ve İran arasındaki dağlık bölgelerde yaşayan Türki kabile­
lere dayalı olmuştu; askeri, hatta (Karakoyunlularda olduğu gibi) Şii yönelim­
lilerdi.

gelmiş işgalciler olarak kabul edildi. Fakat "İ ran" teriminin sadece değişmez bir toprak parça­
sını ifade ettiği düşünülmez, aynca değişmez bir devlet olduğu da hayal edilir. Dolayısıyla
Irak'taki Pehlevice konuşan bir yönetim deniz gücünden yararlanmışsa, bunlar denizden kor­
kamayan "Farsiler" olurlar. Ama elbette "Farsiler'' aynı zamanda baba soylu bir "ırktır"; mo­
dem "Farsiler" Sasani sarayındaki kimselerin ve onların denizcilerinin soyundan gelmiş olma­
lıdır (Fars Körfezinin "Araplan" ise elbette böyle değildir); öyleyse İ sfahanlılar artık denizi
sevmeyen kimselere dönüşerek ve bu işi "Araplara" bırakarak yozlaşmışlardır! (Krş.: Birinci
Kitap, 1. Bölüm, not 16.)
Bunun gibi bir çözümlemenin geçerli unsurlannı Martin Dixon'a --Onun yayınlamaktan çekin­
diği geçersiz kısımlarını ise kendi cehaletime-- borçluyum. Kızılbaşların Farsilere örneğin as­
ker kökenli olmayan vezirlere gösterdikleri düşmanlıklar ve Safevi idari sistemi içinde bu dö­
nemde görülen diğer eğilimler Roger M. Savory tarafından çözümlenmiştir: "The Principal
Offices of the Şafavid State during the Reign of Isma'il", BSOAS, 23 (1960), 91-105; "The
Principal Offices of Şafavid State during the Reign of Tahmasp I", BSOAS, 24 (1961); ve "The
Signifacance of the Political Murder of Mirza Salman", Is/amic Stııdies (Karaçi), 3 (1964), 181-91.
Belirtmek gerekir ki, vekilllik, yani kişisel temsilcilik makamı bundan önceki Türki hanedanlar
döneminde de görülmüştür.

42
Yine de bu üç nokta itibarıyla Safevi devleti son derece farklıydı. Devlet
sadece Türkilerden oluşmuyordu. Devlet Türk! kabile iktidarları üzerine kuru­
lu olsa da bu kabileler aynı zamanda onları belirli kentsel nüfuslara, özellikle
de Safevilerin Erdebil' de ve başka yerlerde yaşayan taraftarlarına bağlayan
mistik bir bağ sayesinde bir arada tutuluyorlardı. Bu bildik özellikler taşıyan
bir kabile konfederasyonu değil, kabile bağlarından faydalanan, ama gerekti­
ğinde daha yüce bir amaç uğruna bunları bir yana bırakabilecek dinsel bir
kardeşlikti. Ayrıca hanedan Şia'yı desteklemekle kalmadı, tüm nüfusu Şia'ya
katılmaya zorlamayı ciddi biçimde denedi . Bu amaçla eski yerel yönetici un­
surların başlıca kesimlerinin mali temellerini sarsarak bunların parçalanması­
na veya zayıflamasına yol açtı ve yeni unsurların ortaya çıkmasına katkıda
bulundu. Bu yüzden devlet sadece askeri değildi. Şii itikadına özellikle baş­
vurması sayesinde belirli bir sivil bağlanma tarzı ortaya koydu; kentli kurum­
ların ekonomik örüntüsü Şiilerin eline geçince bu durum barış ve refahtan
yana olan hanedanın sürekliliği yönünde yerleşik bir çıkarın da oluşmasına
yol açarak pekişti.
Başlarda devlet kendi öncellerinden daha güçlü görünmüyordu; ama za­
manla bütün bu farklılıklar kendini hissettirdi . Tamamen kabileci bir askeri
rejimi mahvedecek güçlüklerden kurtulmayı başardı. Bunlardan öyle uzun bir
süre boyunca kurtulmayı başardı ki sonunda -görünüşe göre Osmanlılardan
veya Hint-Timuri devletlerinden sonra- barutlu askeri güçlere dayanan eksik­
siz bir bürokrasi inşa etmeyi başardı.
Nil'den Ceyhun'a kadar uzanan bölgede yaşayan nüfusun çoğunluğunun
1 500 yılında görünüşe göre (Sünniliğin bu dönemde hakim olan sıkı sıkıya
Ali'nin soyuna bağlı kalanlar biçimine uygun olarak) Cemal-Sünni olmasına
rağmen, On İki İmamcı Şia, özellikle tarikat Şiiliğinin Moğollar döneminde
yayılmasından beri bazı bölgelerde çok güçlü oldu. Özellikle Irak toprakların­
da, Şii hac merkezleriyle tam da aynı zamanda ortaya çıkmış ve Kfıfe'nin yeri­
ni almış Kerbela ve Necef gibi yeni şehirlerdeki türbelerin çevresinde güçlüy­
dü; en başından beri Şii olmuş olan Kum gibi kasabalarda da baskın olmaya
devam etti. Ama artık birçok başka yerde de güçlü Şii hizipler bulunuyordu.
Örneğin, on beşinci yüzyılda İsfahan'ı bölen büyük rakip hizipler artık Hanefi­
ler ve Şafiiler değil, Cemal-Sünniler ve Şiilerdi. Yüzyıl boyunca da önde gelen
Şii aileleri görünüşe göre Sünni rakiplerine üstün gelmişti. İtalyan şehirlerindeki
Guelph ve Ghibelline partilerinde söz konusu olduğu gibi, soya bağlı partizan­
lık her zaman soyut ideallerle ilgili bir sorun olmadı. Yine de Şii hizbi genel
reform yönündeki umutlar karşı özellikle sıcak olmaya ve dolayısıyla siyasal
yenilik girişimlerine fazlasıyla eğilimli olmaya devam etmiş görünür. Bu tarz
umutlar örneğin isfahan'ı Timur'un soyundan gelen Şahruh'a karşı onun asi bir
torununu desteklemeye yönelten Şii aileler tarafından dile getirildi. Bu, kanla
basbnlan, ama daha sonra olacaklara işaret eden bir isyan oldu. Demek ki İsmail
iki tür Şii desteğine sahipti: Kabilelerin, hissiyat bakımından sadece Sufi olma-

43
yıp genelde Şer"i ulemanın normlarına yaygın olarak aykırı düşen Şiiliği ve
önde gelen şehirli ailelerin, kuşkusuz yine tasavvufa eğilimli olan ama birçok
durumda nispeten burjuva ve Şeriat yanlısı olan, yine de bu sınırlar çerçevesin­
de yeni bir toplumsal düzeni arzulamaya eğilimli olan Şilliği.
İsmail'in hükümdarlığının ilk on yılı içinde devlet, İsmail'in bulunduğu
mürşid-i kamil, yani "kemale ermiş [Sufi] üstat" makamı üzerine kuruldu. İs­
mail'e kendisine tabi olan pirler ve halifeler destek veriyordu, onun askeri
emirlerine riayet ederek kendi manevi disiplinlerini koruyan Türki mürit kabi­
leler, yani Kızılbaşlar ise bu pir ve halifelere içtenlikle bağlıydılar. İsmail'e tabi
olan en üst düzeydeki yönetici, Safevi tarikatının başı olarak İsmail'in liderli­
ğini temsil ettiği gibi onun hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki idari yetkile­
rini de temsil eden özel bir vekildi. Sivil idarenin başı, ondan önceki Türk hü­
kümdarlar döneminde hep bir sivil -ve doğal olarak bir Farsi- olmuştu fakat
İsmail iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra devlet idaresinin yanı sıra müritleri­
nin kendi mürşid-i kamilleriyle ilişkileri üzerinde de yetkili kıldığı bir Farsl'yi
özel vekili yapınca sadece Kızılbaş kabilelerin emirlerine bel bağlamadığı
açıkça ortaya çıktı. Bu özel vekil Özbeklere karşı düzenlenen bir seferin baş­
komutanı olarak tayin edilince bu duruma içerleyen Kızılbaş liderler komuta­
nı terk ettiler ve onun öldürülmesine neden oldular. Kızılbaş Şii emirler ve
büyük ölçüde Farsça konuşan kentli Şii liderlik arasında daha en baştan itiba­
ren apaçık bir gerilim vardı.
İsmail genç bir adamken Safevi destekçisi kabilelere özgü aşırılıkçı tarikat
Şiiliğinin hakim olduğu bir ortamda çok fazla bulunmuştu. Yazdığı şiirlerde,
On İki İmamcıların imamlarının soyundan geldiğini, bu yüzden yaşadığı dö­
nemin ilahi kılavuzu olduğunu ilan etmiş ve diğer imamları da ihtiyatlı Şiile­
rin abartılı bulabilecekleri şekillerde onurlandırmıştır. Düşüncelerini değiştir­
diğine dair hiçbir gösterge yoktur; ama yaşamının sonlarına doğru, özellikle
batıya doğru ilerleyişi 1 51 4'te Çaldıran'da durdurulduktan sonra önde gelen
Kızılbaş emirlerin gücünü kırmak ve önemli makamlara sivilleri getirmek için
daha fazla çaba sarfetmiştir. 1 524'te ölüp yerine on yaşında bir çocuk olan
Tahmasp'ı varis olarak bıraktığında emirler hala devletin kontrolünü yeniden
elde edebilecek durumdaydılar; ama yaklaşık on yıl boyunca kendi aralarında
savaşmaları yüzünden Tahmasp, kişisel olarak iktidarı ele geçirmek ve baba­
sının başlatmış olduğu sivil otoriteyi güçlendirme girişimini sürdürmek için
ihtiyaç duyduğu desteği bulmayı başardı.
1 533-76 yılları arasında hüküm süren Tahmasp sıradışı bir hükümdar
değildi. Görünüşe göre görevinde başarılıydı ama etkisiz bir mizaca ve acıma­
sız bir kişiliğe sahipti. Estetik beğenileri epey inceydi. Sanatçıların daha fazla
himaye ederek bunu Safevilerin ayırıcı bir özelliği haline getirdi ama bir yan­
dan da ibretialem olsun diye yapılan halka açık cezalandırmalarda Moğollar
döneminden beri Tarım Çağı'ndaki genel kullanımının ötesine geçerek iyice

44
Another random document with
no related content on Scribd:
Coop for Sitting Hens

Each Hen Has a Compartment, with Plenty of Space for Exercising

When several hens are to hatch out settings at the same time,
considerable space can be saved and much convenience afforded
by making a coop as shown in the illustration. It consists of an outer
frame of boards, 1 ft. wide and 6 ft. long, or as long as desired for
the runway. The frame is divided into compartments by boards
extending from end to end, each compartment being for one hen.
The frame is placed on level ground and staked in place. At opposite
ends of each compartment is a hinged cover. The intervening space
is covered with wire netting, with shelter boards placed loosely over
it. Under one of the hinged covers the nest should be placed on the
ground, and at the opposite end food and water are provided. Each
hen has plenty of space to exercise in, and must at least get up for
food and water. The individual covers permit separate examination of
the eggs, or feeding of the hens.—F. W. Buerstatte, Pullman, Wash.
Smoking of Lamp Overcome by Increasing Draft
While sitting in a room around a lamp, a group of workmen
discussed the probable causes for the smoking of an oil lamp. By
way of experiment, holes were punched in the perforated part of the
burner, increasing the draft through the glass chimney. It was then
possible to turn the light up much higher, without the usual deposit of
smoke. As a result of this, several other troublesome lamps were
soon remedied.—J. E. McCormack, Haliburton, Ontario, Can.
Pencil Sharpener Made of Wafer Razor Blade

This tool combines a knife and a file in one handle, of wood, 7 in.
long. The knife is a single-edged safety-razor blade, clamped to the
handle by two round-head screws. A space, ¹⁄₈ in. deep, under the
blade is allowed for chips, and a piece of a fine file is recessed into
the other end of the handle. To use this sharpener, hold it as a
pocketknife is ordinarily held in whittling. The blade will keep its edge
for a considerable time.—Ralph W. Hills, Madison, Wisconsin.
Device for Sharpening Fiber Phonograph Needles

By Using This Needle-Sharpening Device the Life of Records is Prolonged

A practical sharpener for fiber phonograph needles may be made


as follows: A lever handle, A, is cut from heavy sheet metal. A
safety-razor blade, B, is bolted to it, and the metal flap bent over as
indicated. A block, C, is cut so that the upper face makes an angle of
30° with the base, is faced with a metal strip, E. A triangular groove
is cut or filed for the needle G. The lever is hinged, as shown, by
means of a screw. A base, D, may be added. To operate the
sharpener, place a needle in the groove so that a very small portion
of the playing end extends past the face of E, and shear off the end.
—C. M. Hall, St. Louis, Missouri.
Canoe or Boat Stored in Pulley Slings

The Canoe is Stored in the Garage, and Conveniently Hoisted into the Gable

A canoe, or small boat, which is taken from the water when not in
use, suffers damage if it is left unprotected in the open. A practical
method of storing it so that it can be taken out quickly is to suspend it
from the roof structure of a small shed, or a garage, by means of
slings. The latter are made of double thicknesses of strong canvas,
and are provided with rings where they join to the lower pulleys of
the hoisting rope and tackle. The cushions, paddles, etc., may be left
in the canoe.—Robert W. Jamison, Mitchell, S. D.
Clod Rake Protects Corn in Cultivating

Small corn is often injured by lumps of dirt being thrown on it when


cultivating. If these are not removed the corn may grow to one side
or may lie flat on the ground. In order that I need not get off the
cultivator to remove such lumps, I made a rake out of an old fork.
The tines were heated and bent, as shown. An iron rod may be used
for the handle, but the wooden one is light and easy to hold.
Curious Support for Call Bell

Two highly polished horns fitted into a polished wooden base and
banded with silver form the support for a call bell shown in the
illustration. A tapper, which rests beside the stand, was made of a
deer hoof.—James M. Kane, Doylestown, Pa.
Ordinary Pen Converted into Fountain Pen

An ordinary penholder and pen point may be easily converted into


a fountain pen, with the aid of a brass paper clip of the kind shown.
The cap is pried off and the prongs straightened. One of the prongs
is cut to suitable length, and the end bent as indicated. It is then
inserted in the penholder, and adjusted to ¹⁄₈ in. from the end of the
pen point. The ink is placed between the bent clip and pen point,
from where it feeds evenly as needed. This kink is helpful when
using the heavier drawing inks, as well as with writing inks.—R. L.
Templin, Champaign, Ill.
Screwdriver Made from Buttonhook

Losing a sewing-machine screwdriver, I easily made another by


cutting off the hook end of a buttonhook with a chisel. The cut end
was placed upon a piece of iron and, with a hammer, formed into a
screwdriver in a few minutes. The rounded top of the buttonhook
makes it convenient to handle or hang up.—E. M Bierwagen, South
Bend, Ind.
Guarding a Camp Chest against Theft
Unless a camp chest is secured to the ground so that it is difficult
for marauders to carry it away it cannot be left at unguarded camps
without some danger of theft. By fitting the chest, A over stakes, B
set into the ground with crosspieces, D a secure fastening is
provided. Cleats, C, with holes for lag screws, are fitted into the
bottom of the chest, making it easy to remove the fastening when
desired. The cleats are kept in the bottom of the chest when not in
use.—K. A. Thompson, Lexington, Va.

¶By carefully piercing the small end of an eggshell with a large


needle, a funnel for filling very small bottles is provided.
A Toy Horse That Walks
This toy, amusing for the youngsters, and their elders as well, will
repay one for the making of it. Use a cigar box for the carriage,
making it about 10 in. high, and shape it in the design shown. Nail a
piece of wood, ¹⁄₈ by 2 by 4 in. wide, on each side of the carriage,
and drill ¹⁄₈-in. holes in them for the axle. For the horse, take a piece
of wood, ¹⁄₂ by 4 by 6 in. long, and draw an outline of the head, neck,
and body. Cut this out and drill ¹⁄₈-in. holes where the legs are
attached.

The Toy is Pushed by Means of the Handle, Causing the Horse to Walk

Cut the legs as shown, about 3¹⁄₂ in. long. Attach them with small
bolts, or rivets, allowing space to move freely. The wheels are made
of pine, ¹⁄₂ in. thick and 3 in. in diameter. The axle is made of ³⁄₁₆-in.
wire bent to the shape indicated, ¹⁄₂ in. at each offset. Fit the wheels
on the axle tightly, so as not to turn on it, the axle turning in the
pieces nailed to the sides of the carriage. The horse is attached to
the top of the carriage by a strip of wood. A 3-ft. wooden handle is
attached to the back of carriage to guide it. Wires are attached to the
legs, connecting with the offsets in the axle.—Charles Claude
Wagner, Los Angeles, Calif.
Safeguarding Contents of Unsealed Envelopes
The gummed flaps on envelopes for first-class mail are generally
short, and for sending photographs or second-class matter these
short flaps do not stay tucked in. The solution is to lengthen the flap,
by pasting on a sheet of paper, using the gum thereon.—G. N.
Neary, New York, N. Y.
Revolving Outdoor Lunch Table

The Persons Seated around the Table Help Themselves to the Food
Conveniently by Turning the Central Top
Picnic parties on one of the Maine lakes make much use of a large
table, having a revolving top, so that the lunch may be placed on the
center portion and the persons seated around the board may help
themselves handily. The stationary top is supported on several cross
braces of 2 by 4 in. stuff, and the revolving top, pivoted at the center,
is carried on wooden roller bearings, fixed near its circumference.
The lower portion of the table is in the form of cupboards which are
padlocked, providing storage space for equipment left for the use of
picnickers. The table is set under a pergola, which provides shade.
Benches, curved to fit the table, may be used conveniently with it. A
small table of this type is practical as a children’s play table,
providing convenient storage space for toys and other articles.—E.
E. Dickson, Holyoke, Mass.

¶When, in papering a bathroom with the same tiled paper on sides


and ceiling, the paper does not match in the ceiling corners, place a
strip of quarter-round there, and color it to suit the paper.

You might also like