PDF of Jung Psikolojisinin Ana Cizgileri 2Nd Edition Calvin S Hall Vernon J Nordby Full Chapter Ebook

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Jung Psikolojisinin Ana Çizgileri 2nd

Edition Calvin S Hall Vernon J Nordby


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/jung-psikolojisinin-ana-cizgileri-2nd-edition-calvin-s-hal
l-vernon-j-nordby/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pioniere auf Entdeckungsreise S Freud A Adler C G Jung


2nd Edition Wolfgang Wellmann Marc Ericson

https://ebookstep.com/product/pioniere-auf-entdeckungsreise-s-
freud-a-adler-c-g-jung-2nd-edition-wolfgang-wellmann-marc-
ericson/

Guyton & Hall. Tratado de fisiología médica 14th


Edition John E. Hall & Michael E. Hall

https://ebookstep.com/product/guyton-hall-tratado-de-fisiologia-
medica-14th-edition-john-e-hall-michael-e-hall/

Croqueta y empanadilla 3 2nd Edition Ana Oncina

https://ebookstep.com/product/croqueta-y-empanadilla-3-2nd-
edition-ana-oncina-2/

Croqueta y empanadilla 3 2nd Edition Ana Oncina

https://ebookstep.com/product/croqueta-y-empanadilla-3-2nd-
edition-ana-oncina/
Guyton y Hall. Compendio de fisiología médica (Spanish
Edition). 14 ed John E. Hall

https://ebookstep.com/product/guyton-y-hall-compendio-de-
fisiologia-medica-spanish-edition-14-ed-john-e-hall/

Tratado de fisiología médica. Guyton y Hall 14th


Edition John Y Michael E. Hall

https://ebookstep.com/product/tratado-de-fisiologia-medica-
guyton-y-hall-14th-edition-john-y-michael-e-hall/

IB Spanish B Course Companion 2nd Edition Ana Valbuena

https://ebookstep.com/product/ib-spanish-b-course-companion-2nd-
edition-ana-valbuena/

Boyfriend Material 1st Edition Alexis Hall

https://ebookstep.com/product/boyfriend-material-1st-edition-
alexis-hall/

Guyton Y Hall. Tratado De Fisiología Médica.


Studentconsult - 13ª Edición 13th Edition John E. Hall
Phd

https://ebookstep.com/product/guyton-y-hall-tratado-de-
fisiologia-medica-studentconsult-13a-edicion-13th-edition-john-e-
hall-phd/
PSİKOLOJİ DİZİSİ

JUNG PSİKOLOJİSİNİN ANA ÇİZGİLERİ


A Primer ofjurıgian Psychology
Calvin S. HALL / Vernon J. NORDBY
Türkçesi: Ender GÜROL

2. Basım: Ağustos, 2016 / © Cem Yayınevi


ISBN 13: 978-975-406-817-7
Sayfa Düzeni: Bülent Eryılmaz
Baskı: Umut Matbaası
Fatih Caddesi Yüksek Sokak l l / l
Merter - İstanbul
Tel: (212) 637 09 34
Matbaa Sertifika No: 22826

CEM YAYINEVİ
Alemdar Mahallesi
Alayköşkü Caddesi Küçük Sokak 4/2
Fatih - İstanbul
Tel: (212) 293 41 70 Faks: 244 15 33
www.cemyayinevi.com
info@cemyayinevi.com
Yayıncı Sertifika No: ı0823

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Cem Yaymevi’ne aittir.


Yayınevinin yazılı izni olmadan kullanılamaz, çoğaltılamaz.
CALVIN S. HALL
VERNON J.NORDBY

Jung
Psikolojisinin
Ana Çizgileri
Türkçesi:
Ender GÜROL

cem ft
yayınevi V #
Bu kitap bilge ve iyi yürekli Jungcu dostlarım ız
Zurichli C. A. Meier, San Franciscolu Jo W heelwright
ve C. G.Jung'un an ısına ith a f edilmiştir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz 9
1. BÖLÜM: CARL GUSTAVJUNG (1875-1961) 11
I. Çocukluğu ve Gençliği 12
II. Meslek Etkinlikleri 17
III. Neydi Jung? 26
2. BÖLÜM: KİŞİLİĞİN YAPISI 29
I. Psişe 30
II. Bilinç 31
A.Ego 33
III. Kişisel Bilinçdışı 34
A. Kompleksler (Karmaşalar) 35
IV. Ortak Bilinçdışı 37
A. Arketipler 40
V. Kişiliğin Yapıları Arasındaki Etkileşimler 54
VI. Özet 36
3. BÖLÜM: KİŞİLİĞİN DİNAMİĞİ 57
I. Psişe: Oldukça Kapalı Bir Sistem 57
II. Psişik Enerji 59
III. Psişik Değerler 61
A. Dolaysız Gözlem ve Çıkarsama 63
B. Kompleks Göstergeleri 64
C. Coşkular Tepkiler 65
D. Sezgi 65
IV. Eşdeğerlik İlkesi 66
V. Entropi İlkesi 70
VI. İleri ve Geri Hareket 75
VII. Enerjinin Mecraya Sokulması 78
VIII. Özet 82
4. BÖLÜM: KİŞİLİĞİN GELİŞMESİ 85
L Individuation (Bireyleşme) 85
II. Aşkınlık ve Bütünleşme 88
A. Ana Babanın Rolü 90
B. Eğitimin Etkisi 92
C. Başka Etkiler 92
III. Regresyon (Geri Hareket) 94
IV. Yaşamın Aşamaları 95
A. Çocukluk 95
B. Gençlik ve Genç Erişkenlik 96
C. Orta Yaş 93
D. Yaşlılık 200
V Özet 200
5. BÖLÜM: PSİKOLOJİK TİPLER 203
I. Davranışlar 204
II. İşlevler 206
III. Davranış ve İşlevlerin Birlikteliği 207
IV. Birey Tipleri 209
A. Dışadönük Düşünen Tip 209
B. İçedönük Düşünen Tip 209
C. Dışadönük Duygu Tipi 210
D. İçedönük Duygusal Tip 210
E. Dışadönük Duyumsal Tip 211
F. İçedönük Duyumsal Tip 211
G. Dışadönük Sezgisel Tip 212
H. İçedönük Sezgisel Tip 212
V Pratik Düşünceler 214
VI. Özet 228
6. BÖLÜM: SİMGELER VE DÜŞLER 219
I. Amplifikasyon (Genişletme) 220
II. Simgeler 224
III. Düşler 227
A. Düş Dizeleri 229
7. BÖLÜM: JU N G ’UN PSİKOLOJİDEKİ YERİ 135
ÖNSÖZ

A P rim er o f Freudiarı Pyschology 1954’te yayım lanm ıştı.


Ö ğrencilerin ve halkın insanın norm al kişiliğin in yapısı, di­
nam ikleri ve ge lişim i kon usun da b ir fik ir sah ibi olm asın ı
am açlıyordu. A m acına da erişti denebilir. Yayım landığı ta ­
rihten bu yana büyük bir okuyucu kitlesi tarafından okundu.
Y ıllardır bir benzerini C . G . Ju n g ’un psik o lo ji gö rü şle­
rini yansıtm ak için yazmayı düşünüyorduk. N e var ki o kitap
kadar okuyucu bulam ayabileceğinden korkuyorduk. K en d i­
sini A B D ’ye davet ettiren (1909) sözcü k -çağrışım deneyleri
ile Ju n g ’un içedön ü k-dışadön ük k işilik üzerindeki deneyle­
rine gösterilen ilgi dışında, 1961’de ölen isviçreli p sik o lo g -
psikiyatra gösterilen ilgi sınırlı kalm ıştır. F ikirlerin i m erak
edip inceleyenler de, çoğu zam an sonunda onları reddetm iş­
lerdir. N eden i onu d oğru anlam adıklarm dandı.
Suç bir bakım a Ju n g ’un kendindeydi. D üşüncelerini iz­
lem ek her zam an kolay değildi. Ö te yandan birçok kim senin
aşin a olm adığı konulara el atm ıştı.
So n birkaç yıl içinde Ju n g p sik o lo jisin e olan ilgi arttı,
özellikle de genç psikoloji öğrencileri ve genel okurlar m erak
etm eye b aşlad ı. İn san davran ışı h akkın da söyleyecek sözü
olduğuna inanm ışlardı. B iz de aynı kanıdayız. Ju n g çağdaş

9
düşüncenin oluşm asında rol oynayan kişilerden biridir; onu
görm ezlikten gelm e, şu karm aşa içindeki çağ ile ilgili birçok
fikirden yoksun kalm a demektir. B u kitabı onun için yazdık.
Freud hakkındaki kitabım ız kadar yararlı olacak diye yazdık.
Okuyucuya norm al bir kişinin yapısı, dinam ikleri ve gelişim i
kon usun daki gö rü şlerin i yansıtm ak istedik. Ö tek i gibi bu
kitap da sadece açıklayıcı niteliktedir. Ju n g ’un kavram larını,
kuram larını açıkça, basitçe ve d oğru bir biçim de sunm ayı
amaçlıyor. Fikirlerini değerlendirm eye ve eleştirm eye çalış­
m adığım ız gib i, onları başka p sik o lo glar ve psikiyatrların
fikirleriyle karşılaştırm ad ık . J u n g ’un anorm al davran ışlar
(nevrozlar ve psikozlar) üzerindeki görüşlerini incelem edik.
A n alitik Psikolojiye katkıda bulunan başka psik o lo g ve p si­
kiyatrların yapıtlarına da değinm edik.
B u kitapta yazarın yayımlanmış kitaplarından yararlan­
dık.
Calvin S. H ail
Vernon J . Nordby

Santa C ruz, California Temmuz, 1972

10
Birinci Bölüm

CARL GUSTAV JUNG (1875-1961)

“Yaşamım bilinçdışının kendini


bilmesinin öyküsüdür.”

1957’de, Cari Gustav Jung, seksen iki yaşındayken, özel se­


kreteri Aniela Jaffe ’nin yardım ıyla yaşam öyküsünü yazmaya
başladı. Ju n g’un ölüm yılı 1961’de, Memories, Dreams, Reflecti-
on s* adı altında yayımlanan bu ortak çabanın ürünü, Jun g’un
zihin gelişimini biçimlendiren güçlerin ve etkilerin açık yürek­
lilik ile yapılmış bir değerlendirilmesidir. Jung, yaşamının nes­
nel bir anlatım ına girişeceğine, öznel yaşam ını, düşler,
vizyonlar ve ruhsal yaşantılardan oluşan iç yaşamını analiz et­
meyi, anlatmayı yeğlemiştir.
Ju n g’un bu kısa yaşam öyküsünü kaleme alırken söz ko­
nusu eşsiz kaynaktan yararlandık. Karakterini, davranışlarını
ve ilgi alanlarını oluşturm ada büyük önemi olduğuna inandığı
çocukluk yaşantıları üzerinde özellikle durduk. Ancak, okuyu­
cunun Jung’un kim olduğunu, ne yaptığını bilmek isteyeceğini
düşündüğümüzden yaşadığı olayları da anlattık.

* Anılar, Düşler ve Düşünceler, türkçesi: İris Kandemir, Can Yayınları. (Ç.N.)

11
I. Çocukluğu ve Gençliği
Adım ünlü bir doktor olan, Basel Üniversitesi tıp profe­
sörü dedesinden alan Cari Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te, İs­
viçre’nin kuzeydoğusunda, Konstanz Gölü üzerinde, küçük bir
köyde, Kesswil’de dünyaya geldi. Reformist İsviçre Kilisesi ra­
hibinin en büyük ve hayatta kalan tek çocuğu idi. Jung doğm a­
dan, iki erkek kardeşi bebekken ölmüştü.
Jun g altı aylıkken, babası Ren Nehri üzerindeki küçük
Laufen Köyü rahipliğini üstlendi. Geçimsizlik nedeniyle olmalı,
Ju n g’un annesinin burada sinir krizi geçirdiğini öğreniyoruz.
Bu kriz kadının aylarca hastahanede yatmasını gerektirm iştir.
Jung bu sırada yaşlı bir teyzeyle aile evlatlığının bakımına terk
edilmiştir.
İnsanda huşu uyandıran o Alp Dağlarını, ilk kez burada,
teyzesi sayesinde görm üştü. Alp Dağları allak bullak etm işti
Ju n g’u, içinde dağlara tırm anmak arzusu uyanmıştı birden; ne
var ki, teyze bu yolculuğu sonralara erteleyecekti. Dağlar, göl­
ler ve ırmaklar, tüm İsviçreli çocukların yaşadığı doğal yuva­
dır. “İnsan susuz nasıl yaşar,” derdi Jung ikide bir. Alabildiğine
zengin zihin hayatına karşın, Jung doğaya yakın kalmıştır hep.
Ölüm de yabancı değildi ona. O yöredeki korkunç çağla­
yanda sık sık can veren balıkçılar vardı; cenaze törenleri
Jung’un belleğinde canlı kalmıştı: Derin bir çukur yanında koca
bir kara sandık; kara cüppeler giymiş, karanlık, asık suratlı,
kara silindir şapkalı papazların yönettiği ayinler zihnindeydi
hep. Babasından başka amcalarının sekizi de rahipti. Böylece,
Ju n g’un çocukluğu siyah giysili, asık suratlı bu adamların ara­
sında geçti. Bunların çocuk üzerinde bıraktığı korku yıllar
boyu sürmüştür.
Jung ailesinin bundan sonraki durağı, Basel’e beş kilomet­
redeki Wiese Irmağı üzerinde bir köy, Klein-Hüningen olmuş-

12
tur. Bir keresinde baraj taşm ış, sel on dört kişinin canını al­
mıştı. Sular çekilince, macera heveslisi Jung, neler olup bitti­
ğini görm ek için dışarıya koşm uş, yarı beline kadar kuma
göm ülü bir adamın cesediyle karşılaşm ıştı. Yine bir gün, bir
domuzun kasap tarafından parçalanışını seyretmişti. Jung için
bunlar son derece ilginçti, ancak annesi oğlunun bu hiç de iç
açıcı olmayan olaylara ilgi duymasını pek sağlıklı bulmuyordu.
Jung’un kendi de küçük bir çocukken ölümün kıl payı yak­
laştığını duymuştu. Bir keresinde kafasını yarmış, kilise basa­
m aklarını kanı ile sulam ıştı. Yine başka bir gün, son dakika
evlatlıkları yetişmeseymiş, Ren Şelaleleri üzerindeki köprüden
neredeyse tepe üstü yuvarlanacakmış.
Ju n g’un oyun arkadaşı yoktu. Kendi başına oynardı. Kız
kardeşi dünyaya geldiğinde o dokuz yaşındaydı. Zamanını,
oyunlar icat etmekle, bir süre oynadıktan sonra, yenilerini,
daha karm aşıklarını denemekle geçirirdi. Eleştiriye açık de­
ğildi, seyredilsin istemezdi, kimseyi de oyununa karıştırmazdı.
Yeni doğmuş kız kardeşi onu ilgilendirmiyordu pek; o kendi
kendine oyun oynamasına devam ediyordu. Ju n g’un bu içedö-
nüklüğü ömür boyu sürecekti.
Annesiyle babası arasındaki geçim sizlik Ju n g ’un belle­
ğinde anılarının ilk günlerine kadar uzanıyordu; yatak odala­
rını çoktan ayırm ışlardı. Jung babasının odasında yatıyordu.
Geceleri annesinin odasından gelen garip, esrarlı gürültüleri
hiç unutmamıştır. Bu sesler onu tedirgin ediyor, dehşet dolu
düşler görm esine neden oluyordu. Bir keresinde düşünde, an­
nesinin odasından gelen bir hayalet görmüştü. Kafası gövde­
sinden ayrılmış, havada yüzmeye başlayan bir hayalet. Derken
yeni bir kafa belirmiş, o da gövdeden ayrılıp, yüzerek uzaklaş­
mıştı.
Ju n g’un babası ters, aksi bir adam dı; geçinm esi güç bi­
riydi. Ananesi sinirliydi, sıkıntı içindeydi, ruh çöküntüleri du­
yardı sık sık. Dayanamaz hale gelince, Ju n g kendini tavan

13
arasına atıyordu. Orada onu bekleyen, avutup yatıştıran bir ar­
kadaşı vardı, odundan oyduğu bir bebekti bu. Onunla saatler
geçirir, uzun uzun törenler, ritüeller düzenlerdi; tavan arasına
gizlediği bu bebeğin yanına gizli birtakım antlaşm alar, minya­
tür rulolar saklamıştı. Jung bebeği ile uzun uzun konuşur, kim­
seye açmadığı sırlarını ona anlatırdı.
Ju n g on bir yaşına geldiğinde, köy okulundan çıkıp Ba-
sel’de bir okula yazıldı. Burada çok zengin kimselerin çocuk­
larıyla tanıştı. Bu gibi kimselerin var olabileceğini hiç düşün­
memişti. Baselli beyler büyük köşklerde oturuyor, okumuşların
konuştukları Almancayı, Fransızcayı konuşuyor, görkemli at­
ların çektiği arabalara biniyorlardı. Ju n g’un yeni sınıf arkadaş­
ları görgülü, son moda giyimli, cebi para dolu çocuklardı. Hali
vakti yerinde olan bu çocuklar Alplerden, Zürich Gölü’nden,
Ju n g’un görm eye can attığı başka yerlerden söz ediyorlardı.
Yağmurdan ıslanmış çoraplarıyla, tabanı patlamış pabuçlarıyla
sınıfa gelen rahibin oğlu Jung, sınıf arkadaşlarını kıskanıyordu.
Anası babası hakkmdaki düşünceleri değişm işti, hatta babası­
nın haline acımaya bile başlam ıştı; babasının bu denli yoksul
olduğunun yeni farkına varıyordu.
Okul sıkıcı olmaya başlam ıştı, dersler gereksiz yere çok
vaktini alıyordu. Jung kendisini ilgilendiren şeyleri okumak is­
tiyordu. Hele din dersleri iç karartıcıydı, m atematiğe gelince
adını bile duymak istemiyordu. Jim nastikten nefret ediyordu.
Sonradan birtakım bayılma âdetleri çıkardığından, bu dersten
m uaf tutulacaktı. Sinir krizleri yavaş yavaş artmıştı. Altı aydan
uzun bir süre okuldan geri kaldı. Okula gitm ediği bu süre
içinde kendini her şeyden çok sevdiği şeylere verdi. Dilediğini
okumak ve doğayı incelemek istiyordu. Ağaçların, taşların,
hayvanların ve bataklıkların gizemli dünyasına dalmıştı, aynı
zamanda babasının kitaplığına.
Ju n g’un ana babasının gitmediği hekim kalmamıştı, oğul­
larının bayılma âdeti endişelendiriyordu onları. Tanı konama-

14
mıştı. Hekimin biri saradan söz ettiyse de verdiği ilaçlar işe ya­
ram adı. Ju n g’un keyfi yerindeydi, durumuna aldırmıyordu.
Derken, bir gün, babasıyla bir arkadaşı arasında geçen bir ko­
nuşmaya tanık oldu; arkadaşı babasına Jun g’un sağlığını soru­
yordu. “ Hekimler bir türlü anlayam adılar. Tedavisi yoksa,
yandık. Elimde avucumda ne varsa harcadım, çocuk hayatını
kazanam azsa mahvolduk dem ektir.” Jung, yıldırım çarpm ışa
dönmüştü: Somut gerçek, tokat gibi inmişti yüzüne. O andan
sonra bu illet terk etti onu. Doğru babasının kitaplığına koşup
Latince çalışm aya başladı. Okula yeniden gidiyordu, ondan
beklenmeyecek bir şekilde kendini derslerine verdi. Jung
başından geçen bu olayın kendisine nevroz hakkında çok şey
öğrettiğini söylemiştir.
Ta küçüklükten beri, Ju n g’un kimselere açm aya cesaret
edemediği düşleri, yaşantıları ve duyguları olmuştu. Evde, din
hakkında soru sorm ak yasaktı. “ Kişi inanacak ve iman ede­
cekti,” o kadar; Jung din konusunda ne zaman soru sorm aya
kalksa, bu oluyordu aldığı yanıt. Jun g’un zihnini karıştıran tek
şey din değildi, babası ile arasındaki iletişim bozukluğu idi.
Jung, çocukluğunu, dayanılması güç bir yalnızlık içinde geçir­
diğini söyler: “Dünya ile olan ilişkimin türü önceden tasarlan­
mıştı, bugün de, eskisi gibi yalnız biriyim.” (Bundan böyle MDR
kısaltm ası ile anılacak olan Memories, Dreams, Reflections adlı
yapıt, s. 41.)
Dinsel çatışm aları ergenlik çağı boyunca sürecekti. Kafa­
sını kurcalayan sorunlarına yanıt bulm ak için başvurm adığı
kitap kalmamıştı. Bu uğraş onu yorduğunda, şiir, oyun ve tarih
okuyordu. Babası ile giriştiği tartışm alar her defasında çık­
maza giriyor, birbirlerinin kalplerini kırmaktan başka işe yara­
mıyordu. Bu kalp kırıcı tartışm alar rahibi üzüyor, sinirlen­
diriyordu; işin acı yanı, son yıllarında kendi içindeki dinsel
çatışm alara oğlundan daha çok yer vermesi olmuştur.

15
Teolojik kaygıları yanında, Jung, derslerine de zaman ayı­
rabiliyordu, nitekim on altı yaşından sonra girdiği din çıkmazı,
yerini yavaş yavaş başka ilgi alanlarına, özellikle de felsefeye
bıraktı. Yunan filozoflarının düşünceleri ilginç idiyse de, acı,
kargaşa, tutku ve kötülük üzerinde düşünen Schopenhauer
daha çekici geliyordu ona. Jung evrenin temel öğelerinin baş­
tan başa iyi olmadığını açıkça söyleyebilmek yürekliliğini gös­
teren bir filozof bulmuştu: Schopenhauer olduğu gibi çiziyordu
hayatı; insanlığın iyi görünmeyen yanlarını örtbas etmeye ça­
lışmıyordu. Bu felsefe mesajı Ju n g’a hayat hakkında yepyeni
bir görüş açısı vermişti.
Jung içe kapanık, çekingen biriyken, yavaş yavaş daha sal­
dırgan, başkalarıyla kolayca iletişim kurabilen bir adam ol­
muştu. Kendine güveni artmış, arkadaşlar edinmiş, düşünce ve
kanılarını yeni dostlarına anlatmaya başlam ıştı. Fikirleri alay
ve düşmanlıkla karşılanıyordu. Jung sonunda sınıf arkadaşla­
rının kendisine karşı olumsuz davranışlarının nedenini anla­
mıştı. Derste okutulmayan konular üzerinde okuyor, öteki
çocukların bilmediği şeyler öğreniyordu. Okuduğu konuları
anlattığında hiçbir şey anlamayan sınıf arkadaşları onu düzen­
bazlıkla suçluyor, onları kendisinin uydurduğu birtakım ku­
ram lar ve fikirler gibi görüyorlardı. Ju n g yine yalnızlığına
dönmüş, kendi kabuğuna çekilmişti.
Gençken çizdiği kendi portresine göre, Jung, kafasını din
ve felsefe ile yoran yalnız bir kişiydi. Sıradan bir çocuk olma­
dığı kesindi, ilerde de sıradan biri olmayacaktı. Doğal olarak
bu yaradılıştaki bir kimse ille de olağanüstü bir kimse olmaya­
bilirdi. Bu tipler, genelde, olgunlaşmayan, sinirli yaşam larını
birtakım eksantrik işlerle uğraşarak geçiren kimseler olup çı­
karlar.

16
II. Meslek Etkinlikleri
Liseyi bitirmek üzereyken, ana babası, Jun g’a ne olmak is­
tediğini sormuştu. Bilmiyordu. Birtakım şeylere merakı vardı,
ancak biri üzerinde karar kılmaya hazır değildi henüz. Bilimin
somut gerçekleri ona çekici geliyordu ya, öte yandan, karşılaş­
tırmalı din ve felsefe de ilginçti. Amaçlarından biri teoloji oku­
maktı, ama Jun g’un babası onu bundan vazgeçirdi.
Ju n g’un üniversiteye yazılma vakti gelm işti ya hâlâ mes­
leğini seçmiş değildi. Dört şey vardı onu ilgilendiren: Pozitif
bilimler, tarih, felsefe ve arkeoloji. Basel Üniversitesi’nde kür­
süsü olm adığından arkeolojiyi en baştan aklından çıkardı.
Başka üniversiteye gidip okuyabilmek için gerekli parayı sağ­
layabilecek durumda değildi. Sonunda pozitif bilimleri seçti.
Fen derslerine çalışmaya başladıktan hemen sonra da tıp oku­
mak geldi aklına. Nasıl olm uştu da düşünm em işti bunca
zaman; adını aldığı büyük babası, yazıldığı üniversiteden
mezun bir tıp doktoru idi. İlkin Jung büyükbabasının mesleğini
seçmek istem em işti; kimseyi taklit etm ek istem iyordu. So­
nunda Ju n g’un babası kayıt parasının bir bölümünü sağladı,
kalanı da üniversite tarafından ödemeli burs olarak verildi.
Üniversiteye yazıldığı yılın ertesi babası ölünce, Ju n g’un
para durumu daha da sarsıldı. Annesi ile kız kardeşi onun eline
bakıyordu. Akrabalarından bazıları, okumayı bırakıp iş ara­
ması için üsteliyorlardı. Amcalarından biri aileyi geçindirecek
parayı sağlarken, kimi akrabası da Jun g’a üniversiteye devam
edebilmesi için kredi verdi.
Anatomi sınavını veren Jung, asistan oldu; onu izleyen sö-
mestrede de histoloji dersi vermeye başladı. Bu arada felsefe
okumak için zam an da buluyordu. Üçüncü yıl Ju n g’un karar
vermesi gerekiyordu: Ya cerrah olacaktı ya da iç hastalıkları
uzmanı. Derken uzm anlaşm a düşüncesini bırakm ak zorunda

17
kaldı; çünkü önünde daha okuması gerekecek uzun yıllar vardı,
oysa kendini finanse edecek durumda değildi.
Ertesi yıl, yaz tatilinde, Ju n g ’un m esleğini seçmesine
neden olacak acayip olaylar oldu. Özellikle önemli kararlar
vermesi gerektiğinde, Ju n g’un yaşamında, düşlerin, düşleme­
lerin ve parapsikolojik olguların büyük rolü olacaktı. Daha ço­
cukken özellikle düşlerde kendini gösteren bilinçdışı zihnin
belirtilerini ciddi ciddi incelemeye başlamıştı.
İlk esrarlı olay, Jun g odasında oturm uş çalışırken oldu.
Durup dururken silah sesi gibi bir ses işitm işti içerden. Yan
odadan geliyordu ses, koştu. Ortadaki koca masanın yaklaşık
bir metre ötesinde annesi oturuyordu. Masa herhangi bir ek
veya eklem yerinden değil, kenarından, ortaya doğru yarıl­
mıştı. Eski bir ceviz masaydı. Çatlamasına neden olabilecek bir
ısı veya rutubet farkı söz konusu değildi. Jung afallamıştı.
İkinci olay bir akşamüstü yer aldı. Bu kez durup dururken
ekmek sepetindeki koca bir ekmek bıçağı dört parçaya ayrıl­
m ıştı. Jun g bu parçaları toplayıp bıçakçıya götürdüğünde,
adam hayretinden donakalmıştı: “Bu bıçak sağlam , çeliğinde
hiçbir kusur yok. Biri bunu kasten parçalamış olmalı,” olmuştu
yanıtı. Yıllar sonra, Ju n g’un karısı ölüm döşeğindeyken, Jung
bu parçaları kasadan çıkarıp onartmış, yeniden bir bütün ha­
line getirm işti.
Bu olaydan az sonra Jung, cum artesi akşamları akrabala­
rının evinde yer alan ispiritizma seanslarına katılmaya başladı.
Gizli bilim lere olan ilgisi ömrünün sonuna kadar sürecekti;
doktora tezinde, ispiritizm a seanslarına katılan on beş yaşın­
daki bir medyum kızın davranışlarını inceleyecekti.
Bu esrarlı olaylar, Jun g’un ilgisini psikolojiye ve psikopa­
tolojiye çekti. O sonbahar üniversiteye döndüğünde, bitirme
sınavlarına hazırlık olarak Krafft-Ebing’in Psikiyatri adlı kita­
bını okudu. İlk bölümü onda yıldırım etkisi uyandırmıştı; o an

18
anlamıştı, psikiyatri dalında uzmanlaşacaktı. 24 yaşında, Jung,
bulmuştu kendi alanını; düşüncelerini ve tutkularını bu alana
toplayacaktı. Her şeyi yerli yerine oturm uştu artık.
Hocaları onun bu kararına bozulmuşlardı. Psikiyatri gibi
saçm a bir alan için, büyük şeyler vaat eden tıp mesleğini feda
etmesine şaşırm ışlardı. Tıp dünyası psikiyatriye genelde kötü
gözle bakıyordu: Bol saçm alıktan başka bir şey olmadığını
düşünüyorlardı, psikiyatrın kendi de tedavi ettiği hastalar
kadar hastaydı. Jung, seçiminde kendine özgü davranışıyla
ayak diredi.
10 Aralık 1900’de Jung, Zürich’teki Burghölzli Akıl Hasta-
hanesi’nde asistan oldu. Burghölzli Avrupa’nın en ünlü akıl
hastahanelerinden biriydi. Başhekim, psikozların tedavisinde
ve şizofreni kavramını geliştirmede dünyaca ünlü Eugen Bleu-
ler idi. Jung, ünlü bir kimseyle birlikte çalışma fırsatını bulma­
nın kendisi için büyük bir şans olduğunun farkındaydı.
O ana kadar yaşadığı ve artık boğucu bulduğu Basel’den
sonra, Zürich hoşuna gitm işti. Çocukken düşlediği, Alp Dağ-
ları’yla çevrili, güzel göl kıyısındaki o güzel kent idi bu. Artık
ömür boyu buradan ayrılm ayacaktı. Zürich’in sayfiyesi Kus-
nacht’daki evi göl kenarındaydı. Daha sonraları gölün öteki
ucunda, uzaklarda bir yere çekilecekti.
Seçmiş olduğu uzmanlık dalına kendini daha yakından
verebilmek için altı ay kadar hastahaneye kapandı, hastaları
gözlem ledi ve psikiyatri üzerine ne varsa okumaya başladı.
“ İlgime ve araştırm alarım a egemen olan soru ‘akıl hastasının
zihninde neler olup bittiği’ idi” (MDR, s. 114). Bleuler’den öğ­
rendiği şeylerle yetinmedi. 1902’de Paris’e gidip ünlü Fransız
psikiyatrı Pierre Janet ile çalıştı.
Ancak Ju n g’un düşüncesi üzerinde en büyük etkiyi Sig-
mund Freud yapacaktı. 1890 ’larda yayımlanmış olan Freud’un
ve Breuer’in “ Histeri Üzerine Çalışm alar” adlı yapıtını oku-

19
m uştu. 1900’de de, yayım lanır yayım lanm az, Freud’un “ Düş
Yorumu adlı kitabını okudu. Bu kitabın genç psikiyatrlar için
“Büyük bir esin kaynağı” olduğunu söylüyordu.
1903’te evlendiği Emma Rauschenbach, 1955’te ölünceye
dek, Jun g ile birlikte çalışacaktı.
1905’te, otuz yaşında, Jung, Zürich Üniversitesi’nde ders
vermeye başladı ve Psikiyatri Kliniği’nde kıdemli hekim olarak
çalıştı. Özel muayenehane açtı, hasta sayısı öyle arttı ki klinik­
teki görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 1913’e kadar üniver­
sitede psikopatoloji, Freudcu psikanaliz ve ilkellerin psikolojisi
konusunda ders vermeye devam etti.
Henüz klinikteki işinden ayrılmadan akıl hastalarının psi­
şik tepkilerini incelemek için bir araştırm a laboratuvarı kur­
m uştu. A raştırm alarında, coşkuların fizyolojik belirtilerini
incelerken sözcük-çağrışım testini uygulamaya başladı. Söz-
cük-çağrışım testinde, belli sözcükler listesi veriliyor, hekimin
ağzından çıkan her bir sözcük için hastadan aklına ilk gelen
şeyi söylemesi isteniyordu. Hasta herhangi bir sözcüğe vere­
ceği yanıtta gereğinden fazla gecikir veya bir coşku tepkisi gös­
terirse, bu, Ju n g ’un kom pleksler diye adlandırdığı şeye
dokunduğunu gösteriyordu. Kimi Amerikan bilim dergilerinde
yayım lanan kom pleksler üzerindeki bu araştırm alar, adının
Amerika Birleşik Devletleri’nde duyulmasına yol açtı. Bunun
sonucu 1909’da M assachusetts’te Clark Üniversitesi’nde söz-
cük-çağrışım testi incelemeleri konusunda konferans vermeye
çağrıldı. Seveceği bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’ne
yapacağı ziyaretlerin ilki olacaktı bu.
Bu arada Jung, Freud’un yapıtlarını yakından izliyordu,
çıkan makalelerini, yapıtlarını ve ilk kitabı “Erken Bunamanın
Psikolojisi”, (1907) adlı kitabını göndermişti ona. Bu yapıtında,
özellikle bebeklik çağındaki cinsel travm aların önemi konu­
sunda, çekince kaydıyla, Freudcu görüşü savunuyordu. Freud,

20
1907’de Ju n g’u Viyana’ya çağırdı. İlk buluşm ada birbirlerine
yakınlık duydular: Tam on üç saat sürdü ilk görüşm eleri. Altı
yıl sürecek kişisel ve mesleki ilişkinin başlangıcıydı bu. Her
hafta yazışıyorlardı. 1909’da ikisi de Clark Üniversitesi tarafın­
dan çağrıldı. Birlikte yedi hafta sürecek bir yolculuğa çıktılar.
Jung 1912’de Fordham Üniversitesi’nde psikanaliz üzerine ders
vermek üzere Amerika’ya yeniden dönecekti. Uluslararası Psi­
kanaliz Derneği kurulduğunda, Jung, Freud’un üstelemesi üze­
rine derneğin ilk başkanı oldu. Bu tarihlerde Jung a yazdığı bir
mektupta, Freud, Jun g’u evlat edindiğini söylüyor, onu prensi
ve halefi olarak nitelendiriyordu.
XX. yüzyıl psikolojisi ve psikiyatrisinin bu iki devi arasın­
daki ilişkinin bozulma nedenlerini burada inceleyecek değiliz.
Nedenleri karmaşıktı, ama er geç böyle olacağı belliydi. Yalnız
şunu söyleyelim: Jun g çocukluğundan beri bağım sız, kendi
kendisiyle yetinen biriydi, kimsenin çömezi, evlatlığı ya da
“ prensi” olamazdı. Kendi düşünce çizgisini izlemek istiyordu,
“ Değişim Simgeleri” adlı kitabının Freud ile dostluğunun sonu
olacağını biliyordu nitekim. Bu düşünce Ju n g’u için için yi­
yordu. Kitabın “Kurban” adlı son bölümünü hiç bitiremeyecek
gibi geliyordu.
Freud ve psikanalizle ilişkisi koptuktan sonra, Jung ken­
dini bir zihin kargaşası içinde buldu. Kendi aklı pusuladan şaş­
mışken, öğrencilere ders vermesinin doğru olmayacağını düşü­
nerek üniversiteden ayrıldı. Bunu bir dinlenme dönemi izledi,
Jung bu dönemde araştırm alarla uğraştı, okudu yazdı. Bu arada
düşlerini ve vizyonlarını analiz ederek kendi bilinçdışını aç­
maya çalıştı.
Üç yıl süren bir hareketsizlikten sonra Jung yeniden zihin
hayatına döndü ve “Psikolojik Tipler” adlı, 1921’de yayım la­
nan, en güzel kitaplarından birini yazdı. Bu kitapta Jung, Freud
ve Freud’dan kopacak başka bir psikanalist Adler ile olan ayrı-

21
lıklarını anlatmakla kalmıyor, daha da önemlisi, içedönüklük
ve dışadönüklük, düşünen tip, duyan tip gibi ünlü ayrımlar da
dahil, karakter tiplerinin bir sıralam asını yapıyordu.
Evinde öğrencileriyle toplantılar düzenlemesi, uzun yol­
culuklara çıkması bu döneme rastlar. Tunus’a ve Sahra’ya gitti.
İlkellerin kafa yapıları onu eskiden beri ilgilendirm işti ya,
şimdi artık onları doğrudan doğruya incelemek fırsatını bul­
muştu. İlkel toplulukların dillerini bilmemesine karşın, davra­
nışlarını, tipik hareketlerini, mimiklerini ve duygusal tepki­
lerini gözlem leyebiliyordu. Bu ilk Afrika deneyimi bilgisini
artırmış, ona yeni ufuklar açmıştı. Afrika’ya ikinci yolculuğuna
çıkmadan Swahili dilini öğrendi. Safariye katılıp, Afrika’nın or­
talarına, balta girm em iş orm anlarına gitti ve Mısır yoluyla
döndü. Bu yolculuk çok verimli olmuştu: İlkel zihinlerle, ortak
bilinçdışıyla tem asa gelm işti. Bu yolculuğun anlamını hiçbir
zaman unutmadı. Yazılarında sık sık bu yolculuğa atıfta bulu­
nur.
Jung, Pueblo kızılderililerinin son derece gizli tuttukları
dinsel inançlarını öğrenebilmek için New Mexico’ya gitti. Doğ­
rudan doğruya soru sormak işe yaramayınca, Jung dolaylı bir
yola başvurdu: Türlü konular üzerinde konuşuyor, coşkusal
tepkilerini ölçüyordu. Yüzlerinde coşku ifadesi belirdiğinde,
Jung önemli bir konuya dokunduğunu anlıyordu. Sözcük-çağ-
rışım yönteminin bir uygulamasıydı bu.
Jung, Doğu dinlerine, mitolojiye her zaman ilgi duymuş­
tur, Hindistan ve Seylan’a yaptığı yolculuklar ilgisini artırmış,
bilgisini genişletm iştir. Çelişen törenler, dinsel inançlar, tö­
renler ve mitoslar yoluyla kendini dile getiren Doğulu ve Batılı
kişilik arasındaki ayrılıklar üzerinde uzun uzun durm uştur.
Doğu zihninin genelde içedönük, Batı zihninin ise dışadönük
olduğuna dikkat çekmiştir.
Çin kültürü üzerinde otoritelerden biri, Richard Wilhelm
ile olan dostluğu I Ching’ı tanıtm ıştır ona. Bu kitap bir kâhinlik

22
ya da falcılık sistemini anlatan eski çağlardan kalma bir me­
tindir. Ju n g’a simya alanını açan da odur: Nitekim Jung yıllar
boyu bu konuyu inceleyecek ve bu alanda büyük otoritelerden
biri durum una gelecekti. 1944’te çıkan “Psikoloji ve Simya”
adlı kitabı en önemli yapıtlarından biridir.
Jung, simya, astroloji, kâhinlik, telepati, geleceği okuma,
yoga, ispiritizm a, medyumluk ve ruh çağırm a, falcılık, uçan
daireler, dinsel simgecilik, vizyonlar ve düşler gibi bilimin kuş­
kuyla baktığı konulara duyduğu ilgi yüzünden sık sık eleştiriye
uğram ıştır. Kanımızca bu eleştiriler yersizdir. Oysa Jung, bu
konulara bir “m ürit” ya da “mümin” gibi değil, bir psikolog
olarak yaklaşm ıştır. Onun için önemli olan, bu konuların insa­
nın zihin yapısı, özellikle de Ju n g’un ortak bilinçdışı dediği
zihin düzeyi konusunda insana neler öğrettiğiydi. Jung, m es­
leğinin ta başlarında, bilinçdışı zihnin, kendini hastalık belir­
tilerinde, söze dökmelerde, sanrılarda ve Burghölzli’deki gibi
hastaların vizyonlarında açığa vurduğunu görmüştü. Sonradan
bilinçdışının daha norm al kişilerde nedeni açıklanam ayan
olaylarda, dinsel simgecilikte, mitolojide, astrolojide ve düş­
lerde apaçık bir şekilde belirdiğini fark etti. Sürekli bilinçdışını
inceleyen Jung, kim ne derse desin, ulaşabildiği her konuyu
inceleme alanına alm ıştır. Başka birçok konuda olduğu gibi,
bunda da Jung, alışılagelm işe, geleneğe bağlı kalm am ıştır.
Ancak ele aldığı bu konuları tam bir bilim adamı gibi incele­
miştir.
Özyaşamöyküsünde, Jung, karısı, dört kızı ve oğlu ile olan
özel yaşam ına değinmemektedir. Yakın geçmişte yazılmış bir­
çok özyaşam öykülerinde anlatılan cinsel yaşam ından veya
davranışından söz etmemektedir. Acayip düşler, düşlemler ve
gizil yaşantılar dünyasının karşıt denge öğesi olarak, normal
bir ev yaşamının kendisi için şart olduğunu söylemiştir. “Ailem
ve m esleğim , daim a sığınabileceğim , gerçekte yaşadığım ı,

23
sıradan bir kimse olduğumu bana inandıran bir üs olarak kal­
m ıştır” (MDR, s. 189). Aralarında dünyaca ünlü birçok önemli
kişinin de bulunduğu sayısız hastasını, Jung, Kusnacht’ta göl
kıyısındaki güzel evinde kabul ediyordu.
Ju n g 1922’de Zürich Gölü’nün öbür ucundaki Bollingen
Köyü’nde arazi satın alıp, bir kır evi yaptı. Yapının ilk bölümü­
nün Afrika yerli kulübelerini andıran yuvarlak bir biçimi vardı:
Odanın orta yerinde bir ocak, duvar boyunca da çepeçevre
kerevet. Bu düzen biraz ilkel gibi göründüğünden iki katlı bir
eve dönüştürdü onu. Yuvarlak kule Jung’un çekildiği inziva kö­
şesi oldu. Jung ailesi her fırsatta oraya gidiyordu. Jung bu arada
yelkenle gezebiliyor, bahçe ile uğraşabiliyor, doğanın güzellik­
lerinden yararlanabiliyordu. Doğduğu ilk günden beri yaşadığı
yerlerin ya ırmak ya da göl kenarında bulunması ilginçtir.
1944 başlarında Jung’un ayağı kırıldı, ardından da bir kalp
krizi geçirdi. Sağlığına yeniden kavuştuktan sonraki dönem
çok üretken oldu. Bu verimli dönemin nedenleri kendine göre
nekahat ayları sırasında gördüğü vizyonlar, düşler ve hayal­
lerdi. Yatakta geçirdiği aylar ise kendi düşünce ve kavram la­
rını düzenlemesine yaradı.
Ju n g’un karısı 1955’te ölünce, Bollingen’e yapılan neşeli
yolculukların arası da gittikçe açıldı. Her ne kadar Jun g’un bir
bahçıvanı, bir de kâhyası var idiyse de kızları sırayla gelip
onunla Kusnacht’ta kalıyordu. Kendini Jun g’a adamış sekreteri
Aniela Jaffe de dünyanın dört bir bucağından gelen mektuplara
yanıt verm ede Ju n g’a yardım ediyordu. Jaffe, Ju n g ’un sadık
yardımcısıydı. 6 Haziran 1961’de ölünceye dek de ona bağlı kal­
mıştı.
Yaşamı boyunca birçok unvan ve paye almış olması
Jun g’un zihin yapısındaki bir kimse için doğaldır. Harvard ve
Oxford dahil, birçok üniversiteden fahri profesörlük unvanı al­
mıştır. Zamanını cömertçe harcadı, görüşm elerden kaçınmaz,

24
sinema ve televizyona çıkar, sayısız konferanslar verir, m aka­
leler yazar, sayısız m ektuba yanıt verir, dünyanın dört bir
bucağından kendisini görmeye gelen kimseleri ağırlardı. Her­
kesle rahattı; karşısındaki ister ünlü bir kimse olsun, ister öğ­
rencisi olsun, kasılm adan konuşurdu. Züppelikten, kasıntı-
lıktan uzak, alabildiğine dem okrat bir kimseydi.
1961’de ölümünden beri Jun g’un etkisi gittikçe artm akta­
dır. Günümüzde yapıtlarını okuyanların sayısı eskisinden faz­
ladır. On dokuz ciltten oluşan yapıtlarının tümü İngilizce ve
Fransızcaya çevrilmiştir.
Jung’un kavramları ve tedavi yöntemleri dünyanın birçok
kentindeki eğitim enstitülerince uygulanm aktadır. Analitik
psikolojinin merkezi yine Zurich’dir. Buradaki “ Cari Gustav
Jung Institut” 1948’de kurulmuştur. Birçok ülkeden gelen öğ­
renciler bu enstitünün ünlü fakültesinde ders görm ektedir.
Analitik psikolojiyi yaygınlaştıran Uluslararası Analitik Psiko­
loji Derneği yanında birçok ulusal ve bölgesel örgütler vardır.
Her ne kadar Jung psikolojisi Freud’unki kadar üniversitelerde
okutulmamaktaysa da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki aka­
demik psikologların Ju n g’a dikkatlerini daha yakından çevir­
meye başladığını gösterir kanıtlar vardır. Üniversite öğrencile­
rinin Ju n g’a karşı ilgi duydukları kesindir; kitaplarını okuyan
öğrencilerin sayısı gittikçe artmaktadır.
Ju n g ’un kendi, kavram larının kapsam lı ve sistem li bir
şekle konulmasını istememiştir. Yeni gözlemlerin birikmesini
ve eskilerin özeti yapılacağına, yeni görüşlerin ortaya çıkarıl­
masını yeğlem iştir. Gerçekleri bilmek, anlamak istediğini üs­
teleyip durmuştur; onun için kuramlar birtakım tahminlerden
ibarettir, gerçekte olup bitenler, sanat olayları bu tahminleri
yanlış çıkardığında, kuram lar terk edilmeye hazırdır.
Aşağıdaki bölümleri okurken, okurun unutmaması gere­
ken bir şey, anlatılan kavramların, terapötik durumun tam ve

25
açık içtenliği ile davranan birçok kimse üzerinde yapılan sayı­
sız gözlemlere dayandırılmış olmasıdır. Bu muayenehane göz­
lemlerine ek olarak Jung, aynı zamanda yaptığı yolculuklardan
edindiği deneyimlerden, mitoloji, din, simya, sosyal olgular ve
gizil olaylar üzerindeki geniş bilgisinden de yararlanm ıştır.
Ömür boyunca sürdürdüğü özben-analizi de gözden kaçırılma­
malıdır. Daha çocukken nasıl büyük bir beceriyle kendi kendini
gözlemlediği unutulmamalıdır.
Okurun dikkatinin çekilmesi gereken bir nokta daha var.
Bilimsel kavram lar birçok som ut gözlem lerden soyutlanan
gerçekler üzerindeki genellemelerdir. Kişiliğin ve davranışın
türlü cephelerine dikkat yöneltmek için gereklidir. Jung’u esas
ilgilendiren, bu soyut kavramların her birinin, belli bir bireyin
kişiliğine ve davranışına göre işlevini nasıl yerine getirdiği idi.
Gerekliliğinin farkında olmasına karşın, soyut kavramlar, ka­
nunlar ve bilim kurallarından çok bireylerin m uayenehane­
sinde önünde oturan kişinin zengin ve şaşırtıcı karmaşıklığı
olmuştur ilgisini çeken. Jung iyi eğitim görmüş bir bilim ada­
mıydı, aynı zamanda bir hümanistti de. İnsanlara olan ilgisi ve
insanlar için duyduğu kaygı, oynadığı bilim adamı rolüne feda
edilmemişti. Her kesimden kişileri kendine yakın görmesinin
nedenlerinden biri buydu.

III. Neydi Jung?


Ne biçim bir adamdı Jung? Boylu poslu, geniş omuzlu,
güçlü kuvvetli biri. Dağa tırm anır, ustaca yelken kullanırdı.
Bahçıvanlık, odun yarm a, taş yontma, inşaat işleri ve başka el
işleriyle uğraşmayı severdi. Oyun oynamaktan hoşlanırdı. İş­
tahı yerindeydi, puro ve pipo içerdi. Çalışkan, sağlam ve sağ­
lıklı biriydi.

26
Onu tanıyan herkes, onun neşesinden, gözlerindeki pırıl­
tıdan, içten, herkese bulaşan kahkahasından ve ince nükte an­
layışından söz eder. Hem iyi bir dinleyiciydi, hem de iyi bir
konuşmacı. Aceleci görünmezdi, arpacı kumruları gibi de dü­
şünmezdi. Konuşmalarda türlü görüşlere yer verir, karşı gö­
rüşleri de hoş karşılardı; sorulara yaklaşımında esnek idi, basit
bir dille konuşurdu. Genelde ana dilini yeğlerdi, Amerikalılarla
konuşurken Amerikan argosunu kullanmak hoşuna giderdi. İn­
sanlar, huzurunda kendilerini rahat hissederdi.
Kimdi Jun g? Pratisyen hekimlik yapm am ıştı, ancak iyi
eğitim görmüştü. Önce bir akıl hastahanesinde psikiyatr olarak
çalıştı. Üniversitede öğretim üyesi oldu. Uzun yıllar Freudcu
psikanaliz ekolü ile özdeşleştirildi. Freud ile araları açıldıktan
sonra, kendi psikanaliz sistem ini geliştirdi. Kendi psikolojisini
ilkin kompleks psikolojisi, sonra da analitik psikoloji diye
adlandırdı. Bu sistem bir kavram lar ve kuram sal formüller bü­
tününü içermekle kalmıyor, aynı zamanda psikolojik sorunları
olan kişileri tedavi etme yöntemleri de içeriyordu. Jung pro­
fesyonel etkinliklerini m uayenehanesiyle sınırlandırm ıştır.
Çok çeşitli toplumsal sorunlar, dinsel konular ve çağdaş sanat­
taki eğilimler üzerindeki eleştirilerinde düşüncelerini uygula­
maya çalışm ıştır. Her alanda bilgi sahibi olan bir bilim insa­
nıydı. İngilizce, Fransızca, Latince ve Yunancayı, ana dili olan
Almanca gibi akılcı bir şekilde kullanırdı. Usta bir yazardı. Zü­
rich kenti kendisine 1932’de yazın ödülü verdi. İyi bir koca, iyi
bir baba ve bilgili bir İsviçre vatandaşıydı. “Özgür Düşünürler”
partisi, diğer deyimiyle demokrat parti üyesiydi. Hem hekim,
hem psikiyatr, hem psikanalist, hem profesör, hem bilim in­
sanı, hem yazar, hem toplum eleştirmeni, hem aile babası, hem
de iyi bir yurttaş idi Jung. Ama her şeyden önce psişenin aman
vermeyen bir araştırm acısıydı, yani psikolog idi. Kendisi psi­
kolog olarak anımsanmak isterdi, nitekim öyle de anım sana­
caktı.

27
İnsan var oluşunun biricik amacı, varlığın karanlı­
ğında bir ışık yakmaktır,” demiştir.

K aynakça
Jung, C. G. Memories, Dreams, Reflections. New York: Vintage
Books, 1961.

28
İkinci Bölüm

KİŞİLİĞİN YAPISI

İnsan kişiliği kavramı bütünüyle üç soru dizisine yanıt


arar: İnsan kişiliğini oluşturan öğeler nelerdir, bütünü oluştu­
ran bu parçaların birbirleriyle ve dış dünya ile etkileşimi na­
sıldır; kişiliği etkinleştiren enerji kaynakları nelerdir ve enerji
türlü parçalar arasında nasıl dağıtılmıştır; kişilik nereden kay­
naklanır ve bireyin yaşam ı boyunca ne gibi değişikliklere
uğrar? Bu üç soru dizisini sırayla yapısal, dinamik ve gelişimsel
sorular olarak nitelendirebiliriz.
Jung psikolojisi bütün bu soruları yanıtlam aya çalıştığın­
dan, geniş kapsamlı bir kişilik kuramı sayılabilir. Bu bölümde
Jun g’un kişilik yapısını anlatm ak için ortaya koyduğu kavram ­
ları anlatacağız.
Ancak, buna geçmeden önce, bilimsel kavramların niteliği
hakkında birkaç söz söyleyelim. Kavram, bazı doğal olgular
üzerindeki birtakım gözlemleri —gözlemlenen gerçekleri açık­
lam aya çalışan fikirler, çıkarsam alar ve varsayım larla bir­
likte— açıklayıcı bir ad ya da yaftadır. Dolayısıyla kavram,
genel ya da soyut bir ifadedir. Örneğin “ evrim” sözcüğü, Dar-
vvin’in gözlemlerini ve açıklam alar dizisini ifade eder. Kavra­
mın ne olduğunu anlayabilm esi için, söz konusu kavramın

29
üzerine dayandırdığı gözlemler hakkında kişinin biraz bilgisi
olması, bir kavram üzerinde tartışırken, genel’den özel’e, yani
bilim adamının kavramını kurarken yaptığının tersine gitmesi
gerekir. Jun g’un kavramlarını anlatırken, biz de böyle yapaca­
ğız. İlkin bir kavramı genel olarak ele alacağız, sonra da somut
örnekler vereceğiz.
En yararlı kavramlar en yaygın uygulama alanı olanlardır.
Ju n g’un kavram larında bu nitelik vardır, kapsam ları çok ge­
niştir. Genişlikleri yüzünden, bunların uygulama alanlarını ve
ayrılabilecekleri bütün dalları tek tek ele almamıza olanak yok.
Okur bizim sunduğumuz örneklere ek olarak, söz konusu kav­
ramın başka uygulama alanlarını düşünmeye götürülmektedir.
Okur, kavramların kendi kişiliğinde ve tanıdığı kimselerin dav­
ranışlarında nasıl belirdiğini görerek, kişilik ve bireysellik hak-
kındaki bilgisinin çok genişlediğinin farkına varacaktır.
Kavramların da tehlikeleri olduğunun farkındadır Jung.
Kavram gözlemlerimizi önyargı kıskacına alabilir ya da sınır­
layabilir, böylece var olmayan şeyleri görebilir, var olan şeyleri
göremeyebiliriz. Jun g bu yüzden kişinin kendi kavram larına
aşırı bağlı kalmamaya dikkat etmesini söylemiş ve gözlemle­
nen gerçeklerin, kuram lara göre önceliği olduğunu vurgula­
mıştır.

I. Psişe
Jun g psikolojisinde kişilik bir bütün olarak “ psişe” söz­
cüğü ile ifade olunmaktadır. Latince kökenli bu sözcüğün baş­
langıçtaki anlamı “ruh” ya da “can” idi; ancak günümüzde bu
sözcük “ zihin” anlamına kullanılmaktadır, nitekim psikoloji de
zihin bilimi olarak kavranmaktadır. Psişe bilinçli ve bilinçsiz
bütün düşünce, duygu ve davranışları kapsamaktadır. Bireyi,
içinde bulunduğu toplumsal ve fiziksel çevreye göre ayarlayan

30
ve uyumunu sağlayan bir kılavuz gibi iş görmektedir. “Psiko­
loji, ne biyolojidir, ne fizyoloji, ne de psişe bilgisinden başka
bir bilim” (Collected Works, cilt 9i, s. 30).
Jun g’un temel düşüncesine göre, “Psişe her şeyden önce
bir bütündür” . Psişe ev döşer gibi üst üste yığılan nesnelerden
oluşmaz; deneyim ve öğrenim yoluyla elde edilen bölümlerin
bir araya getirilm esinden meydana gelmez. Birçok psikoloji
kuramı, insan kişiliğinin bölüm lerinden oluştuğunu, ancak
daha sonra, o da her zam an değil, tutarlı, düzenli bir birliğe
kavuşabildiğini açıkça söylemeseydi ya da bunu kapalı bir ifade
ile anlatmaya çalışmasaydı, kişiliğin başlangıçtaki bütünlüğü
kavram ından söz etmek, basm akalıp, sıradan bir laf olurdu.
Ju n g oymacı testeresiyle kesilm iş tahta parçalarından mey­
dana gelen bir kişilik kavramına açıktan açığa karşı. İnsan bü­
tünlük peşinde değil, aslında zaten bütün, öyle doğuyor çünkü.
İnsanın ömrü boyunca yapması gereken şey, yaradılıştan sahip
olduğu bütünlüğün, elinden geldiğince bilincine varmak, onu
yeniden bütün haline, uyum durum una getirm ek, o bütün­
lüğün ayrı, özerk ve çatışan sistem lere parçalanm asına karşı
korumaktır, demekte Jung. Parçalanmış bir kişilik, bozuk bir
kişiliktir. Ju n g’un psikanalist olarak görevi, hastalarının yitir­
miş bulundukları bütünlüklerini yeniden kurm alarına ve ge­
lecekteki parçalanmalarına karşı psişelerini güçlendirmelerine
yardım etmekti. Ju n g için psikanalizin son amacı psikosen-
tezdir. Psişe çok çeşitli, ancak kendi aralarında iletişim duru­
munda olan birtakım sistem lerden ve katm anlardan oluşmuş­
tur. Bunlar bilinç, kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı’dır.

II. Bilinç
Bilinç, bireyin doğrudan doğruya bildiği tek bölümüdür
zihnin. Doğuştan az sonra —ola ki doğuştan da önce— belir-

31
mektedir. Bebeği gözlemlerseniz, ana babasını, oyuncaklarını
ve çevresindeki başka nesneleri tanırken, bilinçli bir şekilde
bunların farkında olduğunu görürsünüz. Çocuğun nesneleri
bilinçli olarak tanıyabilme yetisi, Jun g’un düşünme, duyma, du­
yuyla algılam a ve sezme dediği zihnin dört işlevinin uygulan­
m ası yoluyla her gün biraz daha gelişir. Çocuk bu işlevlerin
dördünü de aynı oranda kullanmaktadır; ancak, genelde işlev­
lerden birini ötekinden daha çok kullanır. Bu dört işlevden bi­
rinin daha çok kulanılm ası, çocukların tem el karakterleri
arasındaki ayrılıkları oluşturur. Örneğin bir çocukta düşünme
işleri daha ağır basıyorsa, karakteri duygunun ağır bastığı
başka bir çocuğunkinden bam başka şekilde gelişecektir.
Dört zihin işlevine ek olarak, bilinçli zihnin yönelimini
belirleyecek iki davranış vardır: Dışadönük ile içedönük. Dışadö-
nük davranış, bilinci dışa, nesnel dünyaya yöneltir: İçedönük
davranışsa, bilinci içe, öznel dünyaya çevirir (Bu konuya Be­
şinci Bölüm’de döneceğiz).
Kişinin bilincini başka kimselerinkinden ayrıştıran, birey-
leştiren süreç, “ individuation” (bireyleşme) sürecidir. Birey­
leşme, kişinin psikolojik gelişim inde başrolü oynar (Bkz.
Dördüncü Bölüm). Jun g bireyleşme deyimini şöyle tanım lar:
“ ‘Bireyleşm e’, kişiyi psikolojik bakımdan başkalarından ayrı,
bölünmez bir birim ya da bir ‘bütün’ haline getiren süreçtir”
(Collected Works, Cilt 9i, s. 275).
Bireyleşmenin amacı, kişinin kendini olabileceği kadar
tam olarak bilmesi ya da kendinin bilincine varmasıdır. Buna
bilincin genişlem esi de diyebiliriz günümüzde. “ Durum ne
olursa olsun,” der Jung, “en önemli öğe bilinçtir” (MDR, s. 187).
Kişiliğin gelişmesinde bireyleşme ile bilinç el ele gider; bilincin
başlangıcı aynı zamanda bireyleşmenin de başlangıcıdır. Bilinç
ne kadar genişlerse, bireyleşme de o denli büyür. Kendinden
ve çevresindeki dünyadan haberi olmayan bir kimse bireyleş-

32
miş kişi sayılmaz pek. Bilincin bireyleşm e süreci sonucu,
Jun g’un “ego" (ben) dediği yeni bir öğe çıkmaktadır ortaya.

A. Ego
Jung, bilinçli zihnin düzeninden söz ederken kullanmak­
tadır ego sözcüğünü: Ego, bilinçli algılar, anılar, düşünceler ve
duygulardan oluşm aktadır. Her ne kadar psişenin bütünü
içinde ego küçük bir bölümü oluşturm aktaysa da bilincin ka­
pıcısı gibi hayati önemi olan bir işlevi vardır. Ego, fikrin, duy­
gunun, anının ya da algılamanın varlığını kabul etmedikçe, onu
bilinç düzeyine getirmek olanaksızdır. Ego, seçmesinde çok ti­
tizdir. Damıtma atölyesine benzer: İçeri bir sürü psişik gereç
girer, ama çok az şey çıkar ya da bilinç düzeyine yükselir. Gün­
lük yaşantılarım ız çok çeşitlidir. Bunların çoğu, bilince ulaş­
madan ego tarafından tasfiye edildiğinden, çoğunun bilincine
varılmaz. Önemli bir işlevdir bu; ego olmasaydı, bilince akın
edecek sayısız gereç kitlesi altında ezilirdik.
Ego, psişik gereçleri seçime ve tasfiyeye tabi tutarak bi­
reysel kişiliğin sürekli tutarlılık niteliğini koruyabildiği için
kişiliğe kimlik ve süreklilik verir. Bugün, dünkü kişi olduğu­
muzu bize söyleyen ego’dur. Bu bakımdan, belirgin ve sürekli
bir kişilik geliştirm ede, bireyleşme, ego ile yakın ilişki halinde
çalışır. Ego, dıştan gelen yaşantıların bilince çıkm asına izin
verdiği çapta bireyleşebilir kişi.
Ego’ya, bilince neyin çıkacağını, neyin geri itileceğini söy­
leyen nedir? Burada kısmen rol oynayan, baskın işlevdir. Kişi
duyan tip ise, ego coşkusal yaşantıların daha çok sayıda bilince
çıkmasına izin verir. Düşünen tip ise, bilince düşünceler duy­
gulardan daha çok kabul edilir. Bunun nedeni bir bakıma ya­
şantının ego’da uyandırdığı endişenin çapıdır. Endişe yaratan
fikirler ve anılar bilince kabul edilmeyebilir. Nedeni, kısmen
ulaşılmış bulunan bireyleşme düzeyidir. Büyük çapta bireyleş-

33
miş bir kimsenin ego’su, daha çok şeylerin bilince çıkmasına
m üsaade eder. Nedeni bir bakım a yaşantının yoğunluğudur.
Çok güçlü yaşantılar ego’nun kapılarını zorlarken, zayıf yaşan­
tılar kolayca geri çevrilebilmektedir.

III. Kişisel Bilinçdışı


Ego’ca tanınmayan yaşantılara ne olm aktadır? Yaşanan
herhangi bir yaşantı var oluşunu yitirmez, dolayısıyla psişeden
kaybolmaz. Jung’un kişisel bilinçdışı dediği yerde depolanır. Zih­
nin bu düzeyi ego’ya bitişiktir. Bilinçli bireyleşme ya da işleve
aykırı düşen tüm psişik etkinlikler ile içerikler buradadır. Te­
dirginlik verici bir düşünce, çözümlenemeden kalan bir sorun,
kişilikteki bir iç çatışm ası ya da ahlaksal bir kaygı gibi türlü
nedenlerle bastırılm ış veya önem senm em iş, bir zam anlar
bilinçte olan yaşantılardır bunlar. Bunlar çoğu zam an sırf
yersiz ya da yaşandığı anda önemsiz göründüğünden unutul­
muşlardır.
Bilince ulaşam ayacak ya da bilinçte kalam ayacak kadar
zayıf bütün yaşantılar kişisel bilinçdışına depolanır. Kişisel
bilinçdışı ile ego arasındaki bu iki yönlü trafiği daha bir açığa
çıkarmak için birkaç örnek verelim. İnsan birtakım arkadaşla­
rının ve tanıdıklarının adlarını bilir. Bunlar her an bilinçte bu­
lunm azlar, ancak gerektiğinde çağrılabilirler. Peki; bunlar
bilinçte değilse, nerededirler? Kapsamlı bir dosyalam a siste­
mine ya da bellek bankasına benzeyen kişisel bilinçdışı dedi­
ğimiz yerdedir. Bir örnek daha verelim. Belli bir anda bizim
için pek önemli olmayan ya da bizi pek ilgilendirmeyen bir şeyi
öğrenebilir ya da gözlemleyebiliriz. Bu bilgilerden yararlanm a
sırası yıllar sonra gelebilir ve kişisel bilinçdışmdan çağrılabi­
lirler. Gün boyunca fark edilmemiş yaşantılar o gece düşlerde
ortaya çıkabilir. Nitekim kişisel bilinçdışı, düşlerin oluşm a­
sında önemli rol oynar.

34
A. K om p leksler (K arm aşalar)

Kişisel bilinçdışının ilginç ve önemli özelliklerinden biri,


içerik gruplarının bir küme veya bir burç oluşturacak biçimde
bir araya gelebilmesidir. Jung bunlara kompleks (karmaşa) de­
m iştir. Jung, komplekslerin varlığının farkına, ilkin sözcük-
çağrışım testlerini incelerken varm ıştı. Önceki bölümden
anımsayabileceğimiz gibi, bir sözcük listesinden, sözcükler bir
bir okunuyor ve denekten, sözcüğü duyar duymaz akima gelen
ilk sözcüğü söylemesi isteniyordu. Jung, deneğin belli sözcük­
lere yanıt vermede zaman zaman geciktiğinin farkına varmıştı.
Kendisine bu gecikmenin nedeni sorulduğunda, yanıt verem i­
yordu. Jung, gecikmeye, tepkiyi engelleyen bilinçdışı bir coş­
kunun neden olduğunu düşünüyordu. Bu konuya daha bir
eğilince, gecikmeye neden olan sözcükle ilgili başka sözcükle­
rin de uzun tepki zamanları gerektirdiğini görm üştü. Demek
ki, bilinçdışında duygular, düşünceler ve anılardan (kompleks­
lerden) oluşan, birbiri arasında ilinti bulunan gruplar vardı.
Komplekse dokunan bir sözcük, gecikmeli yanıt alıyordu.
Kompleksler üzerinde yapılan başka incelemeler, bunların ki­
şiliğin bütünlüğü içinde ayrı ayrı küçük kişiliklere benzediğini
gösterm işti. Bunlar özerk varlıklardı, kendilerine özgü itici
güce sahiptiler, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı denetle­
mede büyük rolleri vardı.
Kompleks sözcüğünü Jun g çıkarm ıştır. Bugün aşağılık
kompleksi, cinsellik, para ya da herhangi bir konudaki komp­
lekslerden sık sık söz edilmektedir. Freud’un Oidipus Komp-
leksi’ni bilmeyen yoktur. Birisine kompleksli dediğimizde,
başka bir şey düşünemeyecek kadar zihninin takıldığı bir şeyi
olduğunu anlarız. Ya da günlük dilde “kafayı taktı yine” deriz.
Kişinin kendi farkında olmasa bile, güçlü bir kompleks, genelde
başkalarınca hemen fark edilir.

35
Ju n g’un anlattığı komplekslerden biri Anne Kompleksidir.
Güçlü bir anne kompleksinin egemenliği altında olan kişi, an­
nesinin dediği ya da duyduğu her şeye karşı aşırı duyarlık gös­
terir, annesinin imajı bir türlü gitmez ya da annesiyle ilintili
bir şeyden yerli yersiz her konuşmada söz eder. İçinde annenin
büyük rolü olduğu hikâyelere, fikirlere ve olaylara büyük önem
verir. Anneler Günü’nü dört gözle bekler, annesine arm ağan
almak için doğum gününü iple çeker ya da başka bir fırsat kol­
lar. Beğenilerini, ilgilendiği şeyleri benimsemiş görünerek, an­
nesini taklide kalkar; annesinin arkadaşlarını arar. Kendi
yaşındakinden çok annesi yaşındaki kadınlarla arkadaşlık eder.
Çocukken “ muhallebi çocuğu” dur, büyüyünce “ koca bebek”
olur.
Jung, komplekslerin çoğunu hastalarında gözlemlemişti;
hastaların nörotik durumlarında komplekslerin büyük önemi
olduğunu görm üştü. “Komplekse sahip olan, kişi değildir,
komplekstir kişiyi ele geçirmiş olan.” Analitik tedavinin amacı
kompleksleri yok etmek ve komplekslerin, yaşam ı üzerindeki
egemenliğinden kişiyi kurtarmaktır.
Kompleks kişinin uyumunu ille de bozacak değildir. Hatta
durum tam tersinedir, komplekslerin büyük başarıların esin
ve güdü kaynağı olduğu sık görülm üştür. Örneğin güzelliğe
vurgun bir sanatçı, bir başyapıt yaratm aya çalışır. Sayısız yapıt
üretir. Tekniğini geliştirir ve ulu güzellikten birazını olsun
üretmek çabasıyla bilincini genişletir. Burada akla son yıllarını
sanata adayan Van Gogh geliyor. Sanat onu eline geçirm işti
sanki, sağlığı ve canı dahil, her şeyini resim yapmaya adamıştı.
Jung, sanatçının amansız yaratış tutkusu’ndan söz eder. “ Sa­
natçı, sıradan bir kişinin hayatını yaşam aya değer yapan her
şeyini ve mutluluğunu feda etmek için yaratılm ıştır.” Mükem­
mellik peşinde koşm ak güçlü bir kom pleksten kaynaklanır;

36
zayıf bir kompleks sıradan, değersiz yapıtlar doğurur ya da
hiçbir ürün vermez.
Kompleksler nasıl çıkar ortaya? İlkin Freud’un etkisi al­
tında, Jung, komplekslerin çocukluğun erken çağındaki trav-
matik yaşantılardan ileri geldiğine inanmaya hazırdı. Örneğin
bir çocuk annesinden birdenbire ayrılınca, anne yokluğunu
gidermek için kalıcı bir anne kompleksi ortaya çıkabiliyordu.
Bu açıklama Jun g’u uzun süre tatm in etmedi. Komplekslerin
çocukluk yaşantılarından çok, insan yaradılışının daha derin­
liklerinden kaynaklanması gerektiğine inanmaya başladı. Bu
daha derin şeyin ne olduğunu merak eden Jung, ortak bilinç-
dışı diyeceği psişenin başka bir katmanını bulmuş oluyordu.

IV. Ortak Bilinçdışı


Jung’un kompleksler analizinin önemi büyüktü, henüz ol­
dukça genç olmasına karşın psikoloji ve psikiyatri dünyasının
dikkatini Ju n g’a çeviren de kom pleksler olm uştur. Massac-
husetts’de, Clark Üniversitesi’nde konferans vermeye çağrıl­
dığında henüz otuz üç yaşındaydı. Kompleksleri bulması önem­
liydi ya, ortak bilinçdışını açığa çıkarması daha da önemliydi;
çağın en ileri zekâlarından biri yapıyordu onu. Öte yandan
hakkında ters izlenimler edinilecek, tartışm alara konu ola­
caktı.
Ortak bilinçdışı kavramının önemi şundan ileri geliyordu.
Bilincin merkezi ego ile bastırılm ış psişik gereçlerin deposu
olan kişisel bilinçdışı kavramı yeni değildi. Bilinç bilimsel psi­
kolojinin felsefe ve fizyolojiden bağımsız bir dal olarak ortaya
çıktığı 1860’lardan beri psikologların inceleme konusuydu. Bi­
linçdışı zihnin incelenmesine 1890’da önayak olan Freud idi,
Jung ise Freud’un yapıtlarını biliyordu.
Bilinçli zihin olsun, bilinçdışı zihin olsun, genelde yaşan­
tıdan kaynaklanıyor, diye düşünülüyordu. Freud’a göre, trav-

37
matik çocukluk yaşantılarının bastırılm ası, bilinçdışını oluş­
turuyordu: Ancak Freud, bu görüşünü, muhtemelen Ju n g’un
etkisi altında, değiştirecekti. Her neyse, zihni dar çevresel ge­
rekircilikten kurtaran Jun g idi; evrim ve kalıtımın, bedenin
temel planını sağladığı gibi, psişenin de temel planını sağladı­
ğını kanıtlamıştı. Ortak bilinçdışının bulunuşu, psikoloji tari­
hinde dönüm noktasıydı.
Zihin, fiziksel tam am layıcısı beyin aracılığıyla, insanın
yaşam ı süresince karşılaşacağı yaşantılara nasıl tepki göstere­
ceğini, hatta ne gibi yaşantılarla karşılaşacağını belirleyen
özellikler getirir kalıtım yoluyla. Böylece evrim tarafından
önceden tasarlanm ıştır. Böylece birey, geçmişiyle bağıntılıdır,
sadece bebekliğindeki geçmişiyle değil, daha da önemlisi, tü­
rünün geçmişiyle. Psişenin uzun organik bir evrim süreci kap­
sam ına alınması, Jun g’un üstün başarılarındandır.
Şimdi ortak bilincin özelliklerini ve içeriğini anlatmaya
başlayalım. Her şeyden önce, var oluşun kişisel yaşantıya bağlı
olmaması nedeniyle, kişisel bilinçdışından ayrılabilen bir p ar­
çadır. Kişisel bilinçdışı, bir zamanlar bilinçte olan içeriklerden,
ortak bilinçdışı ise bireyin ömründe hiçbir zaman bilince çık­
mamış içeriklerden oluşur.
Ortak bilinçdışı, Ju n g’un başlangıçta ilk imgeler diye ad­
landırdığı, saklı imgeler hâzinesidir. İlk’ten anladığı şey, “baş­
langıçta var olan” idi: Dolayısıyla, ilk imge ruhun başlangıçtaki
gelişimiyle ilgilidir. Bu imgeler, atalarının geçmişinden insana
kalıtımla geçmektedir. Kalıtımla geçen bu imgeler insan ata­
larını içerdiği kadar, insan öncesi, yani hayvan atalarını da içe­
ren bir geçmişten gelmektedir. Bu ırksal imgeler, bir kimsenin
atalarına ait im geleri bilinçli bir şekilde anım sadığını ya da
aynı imgelere sahip olduğunu ifade etmemektedir. Daha çok,
atalarında da olan, yaşantı duymadaki ve dünyaya tepki gös­
termedeki birtakım eğilimler veya gizilgüçlerdir. Örneğin, bir

38
insanın yüanlardan ya da karanlıktan korktuğunu düşünün.
Bu korkuları yılanlarla ya da karanlıkla ilişkili yaşantılardan
öğrenmiş olması gerekmez. Ancak bu gibi yaşantılar bu tur eği­
limleri pekiştirebilir ya da bir kez daha doğrular, ilk atalarımız
bu tür korkuların yaşantısını sayısız kuşaklar boyunca yaşadı­
ğından, yılanlardan ve karanlıktan korkma eğilimleri bızlere
kalıtımla geçmiş, beyinlerimize kazılmış durumdadır.
Sık sık eleştiriye uğrayan Jun g’un bilinçdışının kaynağını
açıklamasını ele almanın sırası galiba geldi. Biyologlar evrim
mekanizması için iki görüş ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birine
göre, eski kuşakların deneyimle öğrendiği şeyler, ileri kuşa -
lara aktarılabilir, yeniden öğrenilmeleri gerekmez. Alışkanlı -
lar içgüdüye dönüşürler. Bu öğretinin kurucusu Lamarck dır.
Öteki evrim kuramına göre, ki çoğu biyologlarca benimsenmiş­
tir evrim, tohum da bulunup kalıtım sal özellikleri aktaran
maddede yer alan mutasyon denen değişikliklerle yer alır. Bu
m utasyonlar, bireyin ortam a kendini uydurm asına yardım
eder, sağ kalabilme ve üreme olanaklarını artırır ve kuşaktan
kuşağa aktarılma eğilimi gösterir. Uyumu, sağ kalmayı ve üre­
meyi engelleyen mutasyonlar tasfiye olur.
jung, yazık ki pek tutulmayan Lamarckcı açıklamayı be­
nimsemişti: Bir kuşak ya da kuşaklar dizisi tarafından öğreni­
len yılanlardan ve karanlıktan korkma, ilerıkı kuşaklara
kalıtım la geçebiliyordu. Ancak, burada belirtmemiz gereken
bir şey ortak bilinçdışı kavram ını açıklam ak için kuşaktan
kuşağa geçen özelliklere başvurmanın gerekmesidir. Yanı bir
mutasyon ya da mutasyonlar dizisi yılanlardan korkma egı ı-
mini doğurabilir, ilkel insan zehirli yılanların tehlikesine açık
olduğundan, onlardan korkması ısırılmaya karşı önlemler a -
masına götürecektir onu. Başka bir deyimle, ortak bilinçdışının
evrimi, vücut evriminin açıklandığı şekilde açıklanabilir Beyin
zihnin başlıca organı olduğuna göre, ortak bilinçdışı da doğ­
rudan doğruya beynin evrimine bağlıdır.

39
Bu sapmadan sonra, ortak bilinçdışına dönelim. İnsan, dü­
şünmede, algılamada, duymada ve belli biçimlerde devinmede
bazı eğilimlerle doğmaktadır. Bu yatkınlıkların ya da gizilgüç
durumundaki imgelerin gelişimi ve ifadesi tamamıyla insanın
deneyimlerine dayanır. Söylemiş olduğumuz gibi, bir şeyden
korkma eğilimi ortak bilinçdışmda zaten varsa, kolayca geli­
şebilir. Eğilimin kendini gösterm esi için bazı durum larda çok
az uyarı gerekir. Zararsız bile olsa, ilk yılan gördüğüm üzde
dehşete düşebiliriz. Bazı durum lardaysa, ortak bilinçten yü­
zeye çıkması için, ortamdan büyük çapta uyarı gerektirir.
Ortak bilinçdışmın içeriği, bireyin doğduğu günden itiba­
ren kişisel davranışları için önceden biçimlenmiş kalıplarda
belirir. “İçine doğduğu dünyanın biçimi, gerçek görüntü ha­
linde yaradılıştan vardır” (Collected Works, Cilt 7, s. 188). Bu
edimsiz görüntü kendini dünyadaki uygun nesnelerle özdeş­
leştirerek bilinçli gerçek durumuna gelir. Örneğin annenin
edimsiz görüntüsü, ortak bilinçte zaten varsa, bebek gerçek
annesini algılayıp ona tepki gösterdiğinde, edim siz görüntü
kendini çabucak belli edecektir. Böylece, ortak bilinçdışı içeriği
algılam ada seçici davranmaktan ve eyleme geçmekten sorum­
ludur. Ortak bilinçdışı onlara karşı eğilimli olduğundan bazı
şeyleri algılayınca, belli biçimlerde davranmaktayız.
Yaşantılarımız zengin olduğu çapta, saklı haldeki imgele­
rin belirm e olasılığı da o kadar çoktur. Ortak bilinçdışm ın
bütün cephelerinin bireyin bütünlüğüne katılması için (bilince
getirilm esi için) zengin bir ortam ve eğitim, bol olanak olması
şarttır.

A. A rk etip ler

Ortak bilinçdışı arketipler’den oluşm aktadır. Arketip, ilk


örnektir. Prototip sözcüğü ile eş anlamlıdır.

40
Jung, ömrünün son kırk yılını arketipleri araştırm aya, ar-
ketipler üzerinde yazmaya adamıştır. Tanımlayabildiği sayısız
arketipler arasında, doğum, yeniden dünyaya gelme, iktidar,
büyü, kahraman, hilekâr, tanrı, cin, yaşlı bilge kişi, toprak ana,
dev, ağaç, ay, rüzgâr, ırmak, ateş gibi sayısız doğa nesneleri ya­
nında hayvanlar ve yüzük ile silah gibi insan yapısı sayısız
nesne de vardır. “Hayattaki tipik durum sayısı kadar arketip
vardır. Sayısız tekrarlar, bu yaşantıları, psişik yapım ıza kazı­
mıştır; içerikli imge birimleri halinde değil; ilkin belli bir algı­
lam a ve eylemde bulunma olanağını tem sil eden içeriksiz
biçimler halinde” (Collected Works, Cilt 9i, s. 48).
Jun g’un arketipler kuramının doğru anlaşılm ası için, ar­
ketipleri, insan yaşam ındaki geçmiş deneyimlerin anısal im­
geleri olarak zihninde tam oluşmuş resim ler gibi görm ek
yanlıştır. Örneğin, ana arketipi, bir kadının veya annenin
fotoğrafı değildir. Daha çok yaşantıyla “ develope” edilmesi
gerekecek, negatif bir film gibidir. Jung şöyle diyordu: “ İlksel
bir imgenin içerdiği ancak bilincin yüzeyine çıktığında belirir,
dolayısıyla bilinçli yaşantı gereçleriyle doludur” (Collected
Works, Cilt 9i, s. 79).
Bazı arketipler kişiliğim izin ve davranışım ızın kurulu­
şunda büyük rol oynar. Jung, bunlar üzerinde özellikle dur­
m uştur. Persona, anim a ile animus ve öz-ben arketipidir
bunlar.
Arketipler her ne kadar ortak bilinçdışında kendi başla­
rına var olan yapılarsa da, birtakım birleşik yapılar da oluştu­
rabilirler. Örneğin, kahraman arketipi, cin arketipiyle birleşti
mi, “ zorba bir lider” le karşılaşılabilir. Ya da büyü ve doğum ar­
ketipi birleşecek olursa, sonuç, bazı ilkel kavimlerde görülen
“ döllenme büyücüsü” olabilir. Bu büyücüler, çocukları olsun
diye genç gelinler için döllenme ritleri yaparlar. Arketipler
türlü türlü birleşerek etkileşim halinde olabileceklerinden,

+1
bireyler arasında kişilik farkları yaratan bir etken durumuna
gelebilirler.
Arketipler evrenseldir: Yani herkes, aynı temel arketip
im gelerine katılım la sahip olur. Dünyanın neresinde olursa
olsun, her doğan bebekte, kalıtım yoluyla gelen bir anne arke-
tipi vardır. Bu önceden tasarlanm ış anne imgesi, gerçek anne­
nin belirmesiyle, davranışıyla ve bebeğin onunla olan ilişkileri
ve deneyimiyle esas anne im gesine dönüşür. Annelerle olan
yaşantılar, çocuk büyütme yöntemleri, aileden aileye, dahası
aynı aile içinde dahi çocukların birinden ötekine değiştiğinden
çok geçmeden anne arketipinin ifadesinde bireysel ayrılıklar
ortaya çıkar. Jung, ırksal ayrışım yer aldığında, türlü ırkların
ortak bilincinde temel ayrılıkların belirdiğini söylemektedir.
Kompleksler konusunda geçen sayfalardaki incelem e­
mizde, türlü kaynakların var olabileceğinden söz etmiştik. Ar-
ketipin de bu listeye katılması gerekir; çekirdek görevi gören
arketip mıknatıs rolü oynar; ilgili yaşantıyı kendine çekerek
kompleks oluşturur. Yaşantıların üst üste eklenmesiyle, yeterli
güç elde eden kompleks, bilince sızabilir. Arketip, bilinçte ve
davranışta ancak iyi gelişm iş bir kompleksin merkezi olarak
ifadesini bulur.
Tanrı arketipinden yola çıkarak bir tanrı kompleksi geliş­
mesini alalım ele. Bu arketip, bütün öteki arketipler gibi, önce
bilinçdışında vardır. Kişi dünyayı yaşarken tanrı arketipine
bağlı yaşantılar ona bağlanarak kompleksi oluştururlar. Yeni
gereçlerin üst üste yığılması sonucu kompleks gittikçe güçle­
nir, sonunda bilince çıkacak gücü bulur kendinde. Tanrı komp­
leksi başka durum a gelince, kişinin yaşantılarının çoğu ve
davranışı, tanrı kompleksinin egemenliği altına girer. Her şeyi
iyi ve kötü olarak algılar ve yargılar, kötü kişi için cehennem
ateşi ve lanet vaaz eder, insanları günah içinde yaşıyorlar diye
suçlar, tövbe etmelerini ister. Kendini tanrı elçisi sayar, hatta

42
tanrının kendi sanır, insanlığa doğru yolu gösterecek, insanlığı
kurtaracak bağnazın ya da delinin tekidir. Kompleksi tüm ki­
şiliğini ele geçirm iştir. Bu örnek, aşırı sınırsız bir yetki ile iş
gören komplekslerden biridir. Bir kimsedeki tanrı kompleksi,
tüm kişiliğiyle olmayıp, kişiliğinin bir parçası olarak hareket
edecek olsaydı, insanlığa büyük yardımı dokunabilirdi.
Şimdi kişiliklerde büyük rol oynayan dört arketipi alalım
ele.

1. Persona: Persona sözcüğü ilk başta sahne oyunlarında


belli bir rolü canlandırm ak için aktörlerin taktığı maskeyi
ifade ediyordu. Ju n g’un psikolojisinde, persona arketipi de bu
hizmeti görmektedir, ille de kendisinin olmayabilecek bir ka­
rakteri canlandırm asını olanaklı kılmaktadır. Kişilik, kişinin
insanlar arasında takındığı bir maskedir ya da benimsediği bir
cephedir: Amaç, toplum tarafından kabul edilebilmek için
olumlu bir izlenim yaratm aktır. Buna uyum sağlam a arketipi de
denebilir.
Arketiplerin birey ve ırk için yararlı olması gerekir, böyle
olm asaydı, insanın yaradılışının bir bölümünü oluşturm az­
lardı. Persona, kişinin sağ kalabilmesi için gereklidir. Sevme­
diğimiz kişilerle bile iyi geçinebilmemizi olanaklı kılmaktadır.
Kişiyi kazanca ya da başarıya götürebilir. Toplum yaşamının
tem elidir. Örnek olarak, büyük bir şirkette işi olan genç bir
adamı düşünün. İlerleyebilmesi için kendisinden beklenen rolü
bulması gereklidir. Bu, giyim kuşam, kendine çeki düzen ver­
me, görgü gibi kişisel özellikleri de herhalde kapsayacaktır.
Üstleriyle olan ilişkileri, hatta belki de siyasi düşüncelerini,
içinde yaşadığı ortamı, kullandığı arabayı, karısını ve tüzel ki­
şiliğin imajı için önemli addedilen birtakım başka şeyleri de
içerecektir. Kâğıtlarını iyi oynarsa, oyunu kazanacaktır. Tabii
görevini yerine getirm esi, çalışkan, gayretli olması, sorumlu-

+3
luğunu bilen ve güvenilir biri olması gerekecektir. Ancak bu
nitelikler de persona’nm bir bölümüdür. Tüzel kişiliğin m as­
kesini takmayan genç bir adam veya kadın işinde ya ilerleye­
mez ya da işinden kovulur.
Persona’nm başka bir yararı da, getirdiği maddi ödüllerin,
daha tatmin edici, hatta daha doğal özel bir yaşam sürmesine
yardım etmesidir. Günde sekiz saat tüzel kişilik maskesini ta ­
şıyan memur bürodan ayrılınca onu çıkarabilir ve kendisini
daha doyurucu başka etkinliklerde bulunabilir. Burada akla
ünlü yazar Franz Kafka geliyor, bir devlet sigorta şirketinde
gündüz muntazam çalışıp, akşam larını yazarak ve kültür et­
kinliklerinde bulunarak geçiren Kafka. Defalarca söylemiştir
işinden nefret ettiğini, ancak görevini tam olarak yerine getir­
diğinden üstleri bu duygusundan hiçbir zaman kuşkulanma-
mışlardır. Çoğu kimse iki yaşam sürer, birine persona egemen­
dir, diğeri öteki psişik gereksinim leri karşılar.
Bir kimsenin birden çok maskesi olabilir. Evde, işte taktığı
maskeden başka bir maske takabilir. Arkadaşlarıyla go lf ya da
poker oynamaya gittiğinde üçüncü bir maske kullanabilir.
Bütün bu m askeler personasını oluşturur. Türlü durum lara,
türlü şekillerde uym aktadır sadece. Tabii, uyma, sosyal y a­
şam da daim a önemli bir etken olarak kabul edilmiştir, ancak
Ju n g’dan önce kimse bunu yaradılıştan olan bir arketipin ifa­
desi olduğunu söylememiştir.
Persona’nın kişilikteki rolü zararlı olabileceği gibi, yararlı
da olabilir. Bir kimse oynamakta olduğu role kendini fazla kap­
tırır, onunla fazla senli benli olursa, ego’su sadece bu rolle öz­
deşleşmeye başlar, kişiliğinin öteki yanları ise bir kenara itilir.
Bu gibi persona egemenliği altında kalan kişi yaradılışına ya­
bancılaşır, aşırı gelişmiş personası ile kişiliğinin az gelişmiş bö­
lümleri arasındaki çatışm a yüzünden bir gerilim durumunda
yaşar. Ego’nun persona ile özdeşleşmesine enflasyon (şişkinlik)

44
Another random document with
no related content on Scribd:
CHAPTER II.
EMIN BEY’S ESCAPE.

When the passengers landed, a rabble of donkey drivers met them.


No more clever, impudent little gossoons exist on the face of the
earth than these same Arab donkey boys.
They hit upon the nationality of the stranger almost intuitively.
An American who had never been in Egypt before, was looking at
the surging, struggling lot of donkey drivers with wonder, when one
of them pushed forward and addressed him as follows:
“I’se looking for you, sah. Here he is; my donkey is the one Pasha
Grant rode on; him called ‘Yankee Doodle.’”
“Get away with yer. Can’t yer see the bey will only ride on Hail
Columbia?”
Seated on a donkey, Max entered the city founded by Alexander
three hundred and thirty-three years before the birth of Christ.
Before a strange-looking, square, flat-topped house the donkeys
halted, and Mr. Gordon bade Max dismount.
“This is home.”
“Do you live here, dad?”
“Yes, Max. We will rest here to-night, and go on our journey to-
morrow.”
Max was delighted, and late in the day wandered alone to that
wonderful monolith of granite called “Pompey’s Pillar.”
He sat down to think.
He had always been fond of books on Egypt, and now he was
actually looking on one of the wonders of that old country.
Suddenly he heard a cry.
It was like a girl’s voice.
Max was up in an instant and trying to locate the sound.
He had no difficulty in so doing, for a girl—her face half covered with
a white veil—rushed past him, shrieking and crying.
“Allah! Allah!” she shouted.
Two men were in pursuit.
Max never stopped to think.
He leaped forward, and without knowing why he did so, or whether it
would be wise to interfere, he struck one of the Arabs to the earth,
and threw himself against the other, who was a strong, powerful
fellow, with muscles like iron.
That did not worry Max, for he was lithe and strong, but he was
unaccustomed to foul play.
When, therefore, he found that the man he had knocked down had
risen and drawn a long, sharp dagger, with which he threatened his
life, Max saw the unwisdom of his defense of the Arab girl.
A muscular Arab in front of him, and another at his back brandishing
a dagger, was enough to frighten an older man than Max.
The Arabs jabbered away in a gibberish which Max did not
understand.
He struck at the man in front of him and made him stagger back,
then with a quick movement, he stooped as he turned and caught
the armed Arab round the legs, throwing him over his shoulder.
He had not disabled his opponents, so he thought discretion better
than valor. Using his legs as well as he could he ran away, only to be
stopped by the girl he had—as he thought—rescued.
She flung her arms round his neck, and talking rapidly—though in an
unknown tongue to Max—held him fast until his pursuers were close
upon him.
With a wild shout they seized him, and would have speedily
rendered him insensible had not a deliverer appeared.
A man, bronzed and weather-beaten, though only in the prime of life,
slowly and with deliberation took hold of one of the Arabs and flung
him on one side.
Presenting a revolver at the head of the other, he commanded him
and the girl to go, and that quickly.
“You have saved my life, sir,” said Max.
“Have I? Is it worth saving?”
“Perhaps not, but all the same I do not want to lose it.”
“Take care of it, then, and don’t go wandering about Alexandria
without weapons.”
“What did they want with me?”
“They would have captured you, and held you until ransomed.”
“But——”
“You are not rich, you would say. What does that matter? A ten-dollar
gold piece would seem a fortune to them. The girl practices that
scream on hundreds of unsuspecting foreigners.”
“You speak of American money; are you from the States?”
“From them? Yes; but I am a citizen of the world, a cosmopolitan.”
“Might I ask your name?” inquired Max.
“You might; but it does not signify. If I have saved your life, prove that
your life is of some value.”
The stranger left Max in one of the most frequented streets of that
city where Cleopatra often rode, attracting the admiration of all to the
savage beauty of that

“Queen, with swarthy cheeks and bold, black eyes;


Brow-bound with burning gold.”

Max wondered whether the stranger spoke truly, and almost was
inclined to doubt, for he was at that age when the laughing black
eyes of a girl fascinate and lure, sometimes to ruin.
Anyway, he was thankful for having been saved from the Arabs.
He saw that night how much his father was respected, but he saw
that which made his heart sad. His father was bowed down with
grief.
And no wonder. He had loved his wife with a passion as strong as
his love of life.
When they had left New York with Max, a boy of only eight summers
of life, all had seemed roseate.
Leaving Max at a school in England, Mrs. Gordon accompanied her
husband to Egypt; but at the end of three years the malarious
climate had rendered it impossible for her to live there, and she
returned to England to be near Max.
For seven years the husband had only been able to spend three
months in the year with the wife he so loved.
Then came the time when once more the mother of Max was ready
to brave the treacherous climate of Egypt.
How the husband had looked forward to that time, and with what
pleasure had he refurnished his house. Everything to please her was
obtained.
Alas! her earthly eyes never saw them, and it was no wonder that
Mr. Gordon should feel most wretched when he returned to his
Oriental home, and knew that she would never grace it with her
presence.
His only tie to life now was Max, but even with him there was anxiety,
for the stern business man—the successful merchant had only seen
the frivolous side of his son’s life.
To him he was the madcap.
To him the boy was the practical joker, the mischievous lad, whose
thoughts were of fun and amusement.
Early next morning they took train to Cairo.
How strange it seems to the Biblical student, to think of traveling by a
railroad in that country, so famous in Bible stories!
The comic rhyme of one who indulged in the ludicrous fancy of
traveling by means of steam through Egypt and Palestine:

“Stop her. Now, then, for Joppa!


Ease her. Anyone for Gizeh?”

has come to be literally true, for Max heard the conductor shout out:
“Gizeh—all out for Gizeh,” on the route between Alexandria and
Cairo.
At the citadel of the narrow-streeted city, Mr. Gordon roused up, and
told Max of the slaughter of the Mamelukes—that wonderful body of
men who, from being slaves, became the rulers of Egypt.
“It was here,” said Mr. Gordon, “that when Mohammed Ali, in 1811,
was organizing his expedition against the Wahhabees, he heard that
the Mamelukes designed to rebel in his absence. He therefore
invited their chief to be present at the investiture of his son with the
command of the army.
“Above four hundred accepted the invitation. After receiving a most
flattering welcome they were invited to parade in the courtyard of the
citadel.”
“What for?” asked Max. “Did Mohammed want to impress them with
his generosity?”
“No,” answered Mr. Gordon. “The Mamelukes defiled within its lofty
walls; the portcullis fell behind the last of their glittering array; too late
they perceived that their host had caught them in a trap, and they
turned to effect a retreat.
“In vain.
“Wherever they looked their eyes rested on the barred windows and
blank, pitiless walls.
“But they saw more.
“A thousand muskets were pointed at them, and from those muskets
incessant volleys were poured.
“This sudden and terrible death was met with a courage worthy of
the past history of the Mamelukes.
“Some folded their arms across their mailed bosoms, and stood
waiting for death.”
“How brave!” ejaculated Max, in a low voice.
“Others bent their turbaned heads in prayer. But some, with angry
brows, drew their swords and charged upon the gunners.
“It was of no avail. They were shot down, and the withering fire did
its deadly work.”
“Did all perish?” asked Max, excitedly.
“Only one escaped.”
“How did he manage it?”
“Emin Bey—for that was his name—spurred his Arabian charger
over a pile of his dead and dying comrades. He sprang upon the
battlements; the next moment he was in the air; another and he
released himself from his crushed and bleeding horse amid a shower
of bullets.”
“What became of him?”
“He fled, took refuge in a sanctuary of a mosque, and finally escaped
into the desert.”
“Is he dead?”
“What a question, Max! Emin was a middle-aged man at that time,
and that is over seventy years ago.”
“Had he any sons?”
“I believe so. Why do you ask?”
“Because I would like to see any of his descendants. I would like to
speak to them. It would be a proud honor to say, ‘I shook hands, or
ate salt, with the grandson of Emin Bey.’”
“Why, Madcap, I never saw you so serious before!”
“Did you not, dad? Oh, I often get fits of that kind.”
Max laughed as he spoke, and seemed once again the merry,
happy, careless boy.
“Depend upon it, Max, they are nothing better than slave hunters or
pirates now.”
“I hope you are wrong, dad.”
CHAPTER III.
IN A DESERT TOMB.

The conversation about the last of the Mamelukes filled Max with a
restless ambition.
He wanted to leave civilization behind him and go “far from the
madding crowd,” into the midst of the wild residents of the Dark
Continent.
Like those who believe the American Indians to be a grand race,
persecuted without reason by the dominant power, so Max looked
upon the residents of the Dark Continent as being a superior people.
He said nothing to his father, knowing well that his boyish ideas
would be laughed at, but he spent all his waking moments dreaming
dreams of the savages of the jungles.
The wonders of Cairo fascinated him, but there was something too
civilized about the houses.
The lattices—which covered the windows instead of glass—pleased
him, and many a time would he catch a glimpse of some white brow
of a lady fair through the interstices of the lattice, and would feel like

“The lover, all as frantic


Who saw Helen’s beauty on a brow of Egypt.”

It was to be his father’s last day in Cairo. All the wonders of the city
—save the nearby pyramids and Heliopolis—had been seen, and
these had to be left to a future visit, for business called the merchant
back to Alexandria.
Max pleaded for one more day—or at least that their journey should
be deferred until the morrow.
He wanted to see that wonderful City of the Sun, where existed the
university at which Moses was educated, and the daughter of one of
whose professors Joseph married.
And so Mr. Gordon yielded.
Joyously the two passed by the venerable sycamore tree, hollow,
gnarled and almost leafless, beneath the branches of which tradition
says that Joseph and Mary rested with the infant Christ in their flight
into Egypt.
The obelisk of Osertasen I., which has stood five thousand years,
was gazed at by young Madcap with a certain amount of awe.
It was dark before Max was ready to return.
Instead of taking the nearest route to the city, Mr. Gordon, to please
Max, dispensed with the guides who had been good for nothing save
the receipt of backsheesh, and made a detour, leaving Heliopolis on
their right.
They had not gone far before they came upon a number of wild-
looking fellows, half Arab, half Nubian—a species of creature which
is interesting as a study at long range, but whose acquaintance is
not desirable.
“What shall we do, dad?” asked Max, anxiously.
“We must pass them.”
“Is it safe?”
“No, Max, far from it.”
“Then why not retrace our steps?”
“We have been seen and should be overtaken.”
“But could we not reach the men we feed so liberally?”
“We might, but they would help these fellows rather than us in order
to share the backsheesh.”
While the two had been talking the Arabs had formed a circle round
them, at a distance of fifty or sixty yards.
Gradually the circle diminished until the robbers closed in and stood
shoulder to shoulder in firm and solid phalanx.
“What do you want?” asked Mr. Gordon.
“Money,” was the reply.
“You shall have all I have got with me.”
“Hand it over.”
Mr. Gordon was about to comply with the demand, but no sooner
had he put his hand into his pocket than they suspected danger.
“No, no, by the beard of the prophet put up your hands!”
It would be just as feasible to try and sweep back ocean’s tidal
waves with a broom as to oppose the demands of those robbers of
the desert.
Mr. Gordon raised his hands.
“Now yours, also,” said the spokesman, whose English was
intelligible.
Max raised his hands as he was commanded.
Every article of value was taken from them, and the robbers seemed
to be satisfied.
“Sit down!” the chief commanded.
“What for?” asked Max.
But instead of receiving a reply he received a smart blow on the
cheek which caused him to reel.
That was more than the boy could stand, and he answered the blow
with another.
The chief interfered and stopped the fight.
“Sit down!”
Again Max pluckily asked:
“What for?”
“Because I order it, and I am the stronger.”
“Are you?”
“Yes; besides, I have men here who will do my bidding, even to the
death.”
“Coward!” hissed Max, through his teeth, while his eyes flashed with
defiance.
“Hush, Max!” whispered Mr. Gordon. “Do as we are bidden; it will be
better so.”
But all the defiance of the boy’s nature was aroused, and he turned
to his father almost angrily.
“You may, dad, you have lived here so long; but I am an American,
and I will not obey such a command without knowing the reason.”
“You are a fool!”
It was the chief who spoke. Max could not stand such a speech, and
he rushed at the strong Arab chief, aiming a blow which, had it struck
the man on the temple, might have knocked him low, for Max was an
expert boxer.
The blow only struck the empty air, and Max was caught round the
legs and thrown to the ground.
A cord was quickly fastened round his ankles, and he was rendered
powerless.
“What have you gained?” asked the chief, with a sneer.
“A knowledge of your cowardice,” answered Max, defiantly.
“Frightened of a boy less than half your age. Oh! you are a brave
chief, are you not?”
“Cease, you young fool, or I will gag you!”
“For my sake, hush!” whispered Mr. Gordon.
“Go on, tell us what you want,” Max said, bitterly.
“Monsieur Gordon, your wealth is well known. Send that young fool
there”—pointing to Max—“with one of my men for twenty thousand
piasters, and when he returns with it, both shall go free.”
Twenty thousand piasters is equal to about one thousand dollars.
“And if I refuse?” asked Mr. Gordon, nervously.
“He shall lose his tongue; it has already wagged too much,”
answered the chief, pointing with his dagger at Max.
“But he cannot get the money.”
“Can’t he? Well, I can; and if you don’t send for it you shall die.”
Merchant Gordon knew not what to do.
He knew well enough that Egypt was overrun with bandits such as
these, and that the authorities made but a poor pretense of
suppressing the lawless bands.
He tried to temporize, but the chief was cautious. He knew he had
wandered nearer to Cairo than was safe.
One of the men spoke in a low tone to the Arab, and instantly all was
in commotion.
The two Americans were bound quickly and raised to the back of
donkeys.
The whole gang of robbers mounted and hurried away from the
vicinity of the city at a speed that Max could not believe a donkey
was capable of maintaining.
But the wild tribes of the Nile have long possessed the secret of
making the native donkey forget its natural laziness and go with the
speed of a well-trained mule.
“Where are we going?” asked Max.
He was answered by a slap across the face, which nearly capsized
him.
“Another word and the body of the American shall be but carrion.”
“Don’t speak, Max,” entreated Mr. Gordon, who was trembling with
fear.
The chief led the way across a sandy desert.
The moon shone brightly, and its rays made the drifting sand look
like so much dazzling silver.
It was a scene of weird grandeur.
In the distance rose the pyramids, those monuments of a past
civilization, which are alike the envy and the wonder of the world.
The procession seemed to be winding round the city at an increasing
distance, and nearing the pyramids.
Max forgot all fear and was oblivious to any danger.
The scene was to him one of rare beauty, and he enjoyed it.
If he could but have talked to the chief—if he could have been free,
his happiness would have been complete.
But he was a prisoner, mistrusted and abused.
He dare not speak, and could not act.
Before he was aware of it the scene changed.
He could not understand in what way at first.
The sand was there, the moon was shining, although not so brightly,
but he could not see the pyramids.
The shadows thrown across the desert convinced him that they had
entered a broad, inclined road, and were descending below the level
of the sandy desert.
Of this he was speedily assured, for now the moon’s rays were no
longer seen, and in the darkness the sure-footed donkeys walked
forward.
Instead of a level plain of drifting sand, the road was over and
between great rocks.
Massive pieces of granite, several tons in weight, had to be passed,
and it was evident that the donkeys had frequently traversed the
uncertain road.
“Where are we going?” whispered Mr. Gordon.
His voice sounded like a shout, although he had spoken under his
breath.
The stillness of the place was awful.
Max felt his heart beat fast and then faster.
He began to think that the road he traveled led to death.
But when his thoughts were the most gloomy, the atmosphere
seemed to change.
He could breathe freely.
There was still the same oppressive silence, but it did not seem so
much like that of the grave.
“Halt!”
The command was given in English, and all understood it.
Without a word of apology, and with an entire absence of ceremony,
Max and his father were dragged from their donkeys and thrown with
unnecessary violence on the ground.
Then again all was still.
Were they alone?
Max could not endure the silence any longer.
“Dad!” he called out.
A blow on the head reminded him that speech was forbidden.
What puzzled him was how these Arabs or Nubians—whatever
nationality they might be—could see in the dark.
He could not distinguish anything in the blackness of the night.
The minutes dragged along wearily, every sixty seconds seeming
like an hour, every hour as long as a day.
With an almost supernatural quickness a score of pitch torches were
lighted, and Max saw that he was in a great cave.
Rocks, or rather pieces of granite, were lying in every direction.
One thing which flashed across his mind was, that the blocks of
granite had been fashioned by man, and brought to that cave at
some period of Egypt’s greatness.
He looked round for his father, and screamed with horror when he
saw the bronzed face of the only relative he had all covered with
blood.
When Mr. Gordon had been thrown from the donkey, his head struck
a sharp piece of granite, and was severely wounded.
The chief saw that Mr. Gordon was dying, and ordered him to be
lifted tenderly into the center of the cave.
Max tried to rise, but unknown to himself his feet had been again tied
together.
“My father! Oh, dad, speak to me!”
The dying man turned his eyes round and a smile was on his lips.
“Max—I—am—going—av——”
Was he going to say “Avenge me?”
Max never knew, for a cloth was stuffed into the dying man’s mouth,
and the bandits commenced a wild, weird dance round the body.
Mr. Gordon turned his eyes in the direction of Max and tried to
speak, but either the cloth still prevented him or his voice was
hushed by the great shadow of death which was over him.
A convulsive shudder, and the American merchant’s soul had gone
into the “Great Beyond” to join that of his loved wife.
Max knew he was now alone.
He could not weep.
His eyes were hot as burning coals.
If only the tear-drops would start, he felt that they would ease him;
but no, his eyes were dry and his brain seemed scorched.
His tongue began to swell, and when he tried to speak it appeared to
fill up his mouth.
The torches were extinguished, the place became quiet, and instinct
told him that he was alone—alone with the dead.
Not a sound disturbed the silence.
A horrible thought passed through his burning brain.
“What if he were left there to starve to death beside his father’s
body?”
Madcap Max was not a coward.
He had no real fear of death, but he would rather meet the great
destroyer on the open field, or in any way but that slow struggle in
the solitude of a big grave—a death from starvation.
The strongest soul would quake.
The hours passed along.
Time’s chariot wheels continue to revolve no matter who may wish to
stay them.
Max began to think of other things besides death.
He wondered how he could escape. And if he did, how could he
avenge his father’s death?
Weary and exhausted, Max at last fell asleep.
Youth had conquered.
Had he remained awake an hour longer he would have been a
raving maniac.
Youth asserted itself, and “nature’s sweet restorer, balmy sleep,”
came to his relief and saved his reason.
CHAPTER IV.
UNDER THE PYRAMID.

Max slept soundly, and for hours did not dream.


When the visions of the night visited his brain, they shaped
themselves in pleasing form.
He saw again the massacre of the Mamelukes, but the sight seemed
stripped of its hideousness, and it appeared to Max that the foul
murder committed by Mohammed Ali was necessary—that from that
murder would spring the regeneration of Egypt.
Max saw the flight of Emin Bey, and fancied that the brave
Mameluke still lived, and was at the head of an all-conquering army,
overcoming French and English and Turk, and proclaiming the
freedom of Egypt from foreign rule.
And as all this passed before the mental vision of the sleeping
American boy, he thought that by the side of the conqueror he rode
—not as he was then, a beardless youth, but with bronzed face and
flowing beard—a turban on his head, and the sacred carpet of
Mohammed carried by his side.
Then his vision changed, and he saw his father, not dead, but living,
and successful as a merchant. By his side was the wife whose love
had been so lavishly given to her husband and her son.
The sight of his father and mother brought tears to the dreamer’s
eyes, and caused him to wake.
It was some time before he could bring back to his memory the
events of the preceding day.
When they recurred to him he felt most wretched.
Had the bandits removed his father’s body, or was it still in the cave?
Could he not snap the cords which bound him, and escape from that
living tomb?
“Hush!”
Was that a human voice, or only the playful prank of a gust of wind?
Max, madcap as he was, had learned wisdom.
He was not going to fall into any trap, and so he did not speak.
“Son of the morning, thou wilt die.”
“Am I dreaming,” Max wondered, “or have I gone mad?”
He raised his head, but his eyes could not penetrate the darkness.
“Confound it!” he muttered, “this is Egyptian darkness with a
vengeance.”
“Dost thou want to die?”
The question came out of the darkness and sounded afar off, yet
Max could almost fancy that the breath of the speaker fanned his
cheek.
“Who is that speaks?”
“Question not my name.”
“Where am I?”
“In the depths of the storehouse of the great Gizeh.”
The answer was given in a low voice, almost as soft as a whisper.
“Am I then under the pyramid?”
“That is how thou wouldst express it.”
“Will you aid me to escape?”
“And thou wouldst destroy those who saved thee.”
“Nay—thou art a woman.”
“Wah Illahi sahe!”
(By Allah, it is true.)
“I would not harm thee.”
“I can save thee if thou wilt swear by the beard of the prophet that
thou wilt not seek revenge.”
“The price is too great.”
“And if thou refusest, death will be thy portion.”
“Better death than dishonor,” said Max, in a grandiloquent tone,
which sounded almost ridiculous in the dark, but which would have
been the signal for a burst of applause from the gallery of a theater
had an actor so uttered the words on a stage.
All was still as the grave.
He fancied his ankles and wrists were swelling as the cord cut into
the flesh.
His brain began to reel, and he almost wished for death.
“Am I to die like this? Oh, it is horrible!” he moaned, aloud, as the
agony of the thought took possession of his mind.
“Help!”
He shouted and the echo of the vault answered back mockingly:
“Help!”
He shouted again, but the only reply was the faint echo of his words.
“I shall die,” he groaned.
“Die,” said the echo, with taunting emphasis.
His brain became frenzied, and he began to laugh with boisterous
guffaws.
It was the laughter of delirium and not of mirth.
The echo answered back.
The whole cave seemed peopled with laughing demons.
“Fiends!” he shouted, and his head fell back with stunning force on
the rock.
When he recovered consciousness, a calmly sweet breath of air was
blowing on his face.
He was being fanned.
He dare not speak for fear that the delicious breeze might cease.
The fanning continued until at last he could bear the silence no
longer.
“Thou art an angel!” he exclaimed.
“I know not what thou meanest. If I am thy houri, wilt thou follow
me?”
“I will.”
By some means a pitch torch was lighted and in its glare Max saw
the horrible cave to which he had been removed by some unknown
hands.
Skeletons and mummies, rude stone sarcophagi, and blocks of red
granite in endless confusion.
But in the circle of light made by the torch he saw—
A girl.
She was not what the fashionable world would call lovely.
Her skin was dark, her hair was black as a raven’s wing.
Over her dark tresses a silver band encircled her head, almost like a
halo of glory.
Her limbs were bare to the knees, but round each ankle was a
massive band of silver similar to those she wore on each arm above
the elbow.
Her dress was of a gauzy tissue and Max could scarcely believe but
that it was a phantasm of the mind which was before him, and not a
living entity.
She smiled and waved her torch as a fairy queen might her wand,
and in a voice of rare sweetness said:
“If thou wouldst save thy life, follow me.”
“I am bound,” answered Max.

You might also like