Professional Documents
Culture Documents
Full Download Binyilin Pesinde Devrimci Binyilcilar Ve Ortacagin Mistik Anarsistleri 1St Edition Norman Cohn Online Full Chapter PDF
Full Download Binyilin Pesinde Devrimci Binyilcilar Ve Ortacagin Mistik Anarsistleri 1St Edition Norman Cohn Online Full Chapter PDF
https://ebookstep.com/product/fanatiques-apocalypse-norman-cohn/
https://ebookstep.com/product/orta-cag-avrupasi-sosyal-kulturel-
ve-ekonomik-hayat-1st-edition-ozlem-genc/
https://ebookstep.com/product/harro-ile-libertas-bir-ask-ve-
direnis-hikayesi-1st-edition-norman-ohler/
https://ebookstep.com/product/imparatorluk-oyunlari-avrupa-ve-
ortadogu-yu-sekillendiren-yillar-1st-edition-norman-stone/
Bat■ da Siyasal Du s u nceler Tarihi Eski ve Orta C ag
lar 6th Edition Mete Tunçay
https://ebookstep.com/product/bati-da-siyasal-du-s-u-nceler-
tarihi-eski-ve-orta-c-ag-lar-6th-edition-mete-tuncay/
https://ebookstep.com/product/goc-yolundan-devrimci-yol-a-1st-
edition-sukru-yilmazer/
https://ebookstep.com/product/dervisler-tarihi-antropolojisi-
mistik-yonu-1st-edition-alberto-fabio-ambrosio/
https://ebookstep.com/product/a-crise-do-mundo-moderno-1st-
edition-pe-leonel-franca/
https://ebookstep.com/product/orta-c-ag-avrupa-tarihi-1st-
edition-o-zlem-genc/
Norman Cohn
Komünizm ve Nazizm gibi 20. yüzyılın totaliter ideolojilerinin ardında, ortaçağdaki apokaliptik
hareketlerle ilişkili söylencelerin yattığı savıyla pek çok tarihçi ve sosyal bilimciyi etkilemiştir.
Binyılın Peşinde adlı yapıtı, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'da derin izler bırakmış kurgu dışı eserler
arasında yer alır. Cohn bu çalışmasında, Haçlı Seferleri ile başlayıp 16. yüzyılda Anabaptistlerle
son bulan zaman dilimi içinde, yoksulların makus talihlerini kırma arzusunun, sonunda yeni bir
cennetin ortaya çıkacağı İsa ile Deccal arasındaki son kapışmaya ilişkin kehanetlerle nasıl iç içe
geçtiğini anlatır. Asıl ismi Norman Rufus Colin Cohn. 1915'te Londra'da doğdu. Oxford'da Christ
Church'ten ortaçağ ve modern diller alanında üstün dereceyle mezun oldu. 2. Dünya Savaşı'nda
istihbaratta görev aldı, savaşın hemen ardından Viyana'da SS üyelerini soruşturdu, Doğu Avrupa'ya
kaçan mültecilerle buluştu. 1941'de, bir Menşevik devrimcinin kızı olan yazar Vera Broido ile
evlendi. 1946-1951 yıllarında Glasgow Üniversitesi'nde Fransızca dersi verdi. Binyılın Peşinde' nin
on yıl sürecek yazımı burada başladı. Sonra sırasıyla İrlanda, İngiltere, Amerika ve Kanada'daki
üniversitelerde görev aldı. Holocaust'ta birçok yakınını kaybettiği için nefretin kökleri ve soykırım
üzerine tutkuyla eğildi. l 966'da, kadim mitlerin modern ideolojilerle birleşerek ırkçılığa nasıl geçit
verdiğini ortaya koyan Warrant for Genocide adlı çalışması yayımlandı. 2007'de öldü. Europe's
lnner Demons (1975), Cosmos, Chaos, and the World to Come (1993) ve Noah's Flood (1996) diğer
önemli eserleridir.
Defne Karakaya
Samsun Anadolu Lisesi'nin ardından Koç Üniversitesi Sosyoloji ve Tarih bölümlerinden mezun
oldu. Orta Avrupa Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Bölümü'nde yüksek lisans yaptı.
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde doktora derslerini tamamladı,
devam etmedi. Koç Üniversitesi Yayınları'nda editör ve yayın koordinatörü olarak çalıştı. Halen
editörlük ve çevirmenlik yapıyor.
Kırmızı Kedi Yayınevi: 1214
Kırmızı Kedi Akademi: 3
Bu kitabın Türkçe yayın hakkı Akcalı Telif Hakları Ajansı araalığıyla alınmıştır.
Binyılın Peşinde: Devrimci Binyılcılar ve Ortaçağın Mistik Anarşistleri, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş
Baskı ilk kez İngilizce olarak 1970 yılında yayımlanmıştır. Bu çeviri Oxford University Press ile yapılan
anlaşmayla yayımlanmaktadır. Kırmızı Kedi Yayınevi, özgün eserden yapılan bu çeviriden tek başına
sorumludur ve Oxford University Press bu çevirideki herhangi bir hata, eksiklik veya yanlışlık veya
belirsizlikten ya da bunlardan kaynaklı herhangi bir anlam kaybından sorumlu tutulamaz.
The Pursuit of the Millenium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Revised
Edition was originally published in English in 1970. This translation is published by arrangement with
Oxford University Press. Kırmızı Kedi Publishers is solely responsible for this translation from the original
work and Oxford University Press shall have no liability for any errors, omissions or inaccuracies or
ambiguities in such translation or for any losses caused by reliance thereon.
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın, hiçbir şekilde
kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
BİNYILIN PEŞİNDE
Resimler/ 7
Teşekkür/ 9
Önsöz / 11
Giriş: Kitabın Kapsamı / 17
Sonuç/ 313
Ek: Cromwell'in İngiltere' sinde Özgür Ruh: Ranterler ve Ranter Yazını / 321
7
TEŞEKKÜR
9
ÖNSÖZ
11
kaleleri sayesinde derinleşti. Bu büyük çaplı yeni bilgiler daha az önemli pek
çok bilgiyle birlikte kitabın ilgili bölümlerine eklendi.
Binyılın Peşinde hiçbir zaman ortaçağda dini muhalefet ile "heresi"nin1
(zındıklık) genel tarihini vermek gibi bir amaç gütmediğinden, bu alanda
yapılan son çalışmaların çoğu (ki bunlar bol miktarda) kitabın savına temas
etmiyor. Yine de Prof. Jeffrey Russell'ın Dissent and Reform in the Early Middle
Ages [Erken Ortaçağda Muhalefet ve Reform], Prof. Gordon Leff'in Heresy
in the Later Middle Ages [Geç Ortaçağda Heresi] ve Prof. George Williams'ın
The Radical Reformation [Radikal Reformasyon] isimli kitapları gibi kapsamlı
ve yetkin çalışmaları okumak zihin açıcı bir deneyim. Bu çalışmalar Binyılın
Peşinde'yle birkaç bölümden fazla örtüşmüyor; ancak birlikte 8. yüzyıldan
16. yüzyıla kadarki dini muhalefetin devasa bir tarihini sunuyorlar. Bu geniş
bağlamda düşünüldüğünde, elinizdeki kitapta anlatılan tarikatların ve ha
reketlerin istisnai ve aşırı oldukları daha açık ortaya çıkıyor: Dini muhalefet
tarihindeki en mutlak anarşik kanadı oluşturuyorlar. Yeni Giriş onların hu
susiyetlerini tanımlarken, İkinci Bölüm büyük resimdeki yerlerini gösteriyor.
Bu tarikatların ve hareketlerin toplumsal terkibi ve faaliyet gösterdikle
ri sosyal ortam birinci baskıda yeterli bir şekilde belirtilmişti; bu durumda
değişiklik yapmaya gerek olmadı. Tekil vakaları detaylı olarak inceleyerek
iktisat tarihçileri belki bizi daha çok aydınlatabilir; fakat halihazırda Marksist
ve Marksist olmayan "heresi" tarihçileri arasında süren dogmatik genelleme
ler alışverişinden bunu bekleyemeyeceğimiz aşikar. Mesela Batı ve Doğu Al
manya' daki belirli tarihçiler arasında geçen, "heresi" nin imtiyazsızların pro
testosu olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı tartışması kadar kısır bir şey
olamaz: Batı Almanya' dakiler belli ki dini bir hareketin toplumsal husumet
ifade edebileceğini, Doğu' dakilerse muhalefetin imtiyazlı kesimden gelebi
leceğini tahayyül edemiyor. Bu tür basitleştirmelere karşı en iyi önlem din
sosyolojisiyle hasbıhal etmektir. Böyle desteklendiğinde kişinin, tüm ortaçağ
da tek bir çeşit "heresi" olduğunu ve aynı tür memnuniyetsizliği yansıtarak
toplumun aynı kesimlerine hitap ettiğini hayal etme ihtimali ortadan kalkar.
1 "Heresi", Hıristiyan kilisesinin ortodoks/ sahih doktrininin karşısında duran düşünce veya dokt
rin, "heretik" ise ortodoks olmayan bir görüşü benimseyen kişi olarak tanımlanır. "Seçme, seçim,
ayırma, seçilmiş kişi veya şey" gibi anlamlara gelen Yunanca hairesis sözcüğünden türemiştir. (ç.n.)
12
Buraya kadar, devrimci binyılcılık söz konusu olduğunda, sosyoloji ifade
si de bu kitabın her bölümünde ortaya çıkıyor; ancak Sonuç bölümünde de
mümkün olduğunca özlü biçimde açıklamaya çalıştım. Sonuç gerçekten de
kitabın en çok ilgi çeken kısmı oldu; hem olumlu hem olumsuz yorumların
çoğuna, bu kitapta anlatılan hikayenin, içinde bulunduğumuz yüzyılda ger
çekleşen devrim niteliğindeki değişikliklerle bazı bağlantıları olabileceği fikri
sebep oldu. Bu iddia sadece inceleme yazılarında ve makalelerde değil, en
faydalı şekilde ders vermek üzere davet edildiğim Britanya, Avrupa ve Ame
rika' da kendiliğinden gelişen tartışmalarda müzakere edildi. Tüm bunlar bu
konudaki fikirlerimi netleştirmemi sağladı. Halen iddiamın geçerli olduğu
nu düşünmekle birlikte, hem daha kısa hem de daha sarih bir şekilde ifade
edilmesi gerektiğini düşünüyorum; yeni Sonuç bölümünde bunu yapmaya
çalıştım.
Ve Kaynakça. Tamamen tarihsel olan eski Kaynakça, kitabın ilk versiyo
nundan sonra çıkan tarihi çalışmaları da içerecek şekilde yenilendi; bunlar
yıldızla işaretlendi. Fakat Binyılın Peşinde karşılaştırmalı binyılcılık çalışmala
rı alanına olduğu kadar ortaçağ tarihi çalışmalarına da ait ve o alanda da son
yıllarda önemli gelişmeler kaydedildi. Çoğunlukla antropoloji ve sosyoloji
üzerine yakın tarihli çalışmaların ve sempozyumların bir listesi Kaynakça'ya
ek olarak verildi; bu kaynakların pek çoğu, ilgili okurun bu zor ama hayati
derecede önemli alanı keşfetmesini sağlayacak kaynakçalar içeriyor.
N.C.
Sussex Üniversitesi
Şubat 1969
13
• •
B.INYILIN PEŞiNDE
DcHİıııei BinyılC'ılar ve Orta�·ağın Mistik \ııar�İstlcri
GİRİ�
Kitabın Kapsamı
zaman"ı, "son günler"i ya da "dünyanın nihai hali"ni ele alan bir öğreti şek
linde her zaman bir eskatolojisi2 olmuştur; Hıristiyan binyılcılığı ise Hıristi
yan eskatolojisinin düpedüz bir türeviydi. Bazı Hıristiyanların Vahiy Kita
bı'nın (20:4-6) otoritesine, İsa'nın İkinci Gelişi'yle dünyada bir mesih krallığı
kurulacağına ve bu krallığı kıyamet gününe dek bin yıl boyunca yöneteceği
ne olan inancını ifade ediyordu. Vahiy Kitabı' na göre, bu krallığın yurttaşları,
tüm ölülerin dirilmesinden bin yıl önce bu amaçla dirilecek Hıristiyan şehit
ler olacaktır. Fakat ilk Hıristiyanlar kehanetin bu kısmını kelime anlamıyla
değil, daha serbest yorumlamıştır; şehitleri, eziyet gören inananlarla (yani
kendileriyle) bir tutmuş ve İkinci Geliş'in kendi hayatları sırasında gerçek
leşeceğini ummuşlardır. Son yıllarda antropologlar, sosyologlar ve bir nebze
tarihçiler arasında "binyılcılık" ı daha da serbest bir anlamda kullanmak adet
oldu. Aslında sözcük bir çeşit kurtuluşçuluk için uygun bir etiket haline gel-
di. Bu kitapta da bu şekilde kullanılacak.
Binyılcı tarikatlar ve hareketler kurtuluşu her daim şöyle tahayyül etmiştir:
a) kolektif, yani inananların toplu olarak faydalanacağı;
b) dünyevi, yani dünya dışı bir cennette değil, bu dünya üzerinde gerçek
leşecek;
c) eli kulağında, yani yakında ve ani bir şekilde gelecek;
d) topyekun, yani dünya üzerindeki yaşamı tamamen değiştirecek, yeni
dönem sadece şimdinin iyileştirilmiş hali değil, mükemmelin ta kendi
si olacak;
2 Eskatoloji: İnsanın nihai durumu, kıyamet ve ölüm sonrası hayat tasavvurları konusunda çeşitli
dini geleneklerin yaklaşımlarını konu edinen bilim dalı. (ç.n.)
17
e) mucizevi, yani doğaüstü failler tarafından veya onların yardımıyla ba
şarılacak.
Bu sınırlar çerçevesinde bile elbette sonsuz çeşitlilik söz konusu; Binyıl'ı
ve ona giden yolu hayal etmenin sayısız olası yolu var. Binyılcı tarikatlar ve
hareketler düşünce itibarıyla en şiddetli saldırganlıktan en yumuşak pasifiz
me, en uhrevi maneviyattan en maddi materyalizme kadar çeşitlilik gösterir.
Aynı zamanda toplumsal terkipleri ve işlevleri itibarıyla da çok çeşitlidirler.
Ortaçağ Avrupa' sının binyılcı tarikatları ve hareketleri kesinlikle çok çe
şitliydi. Bir uçta on üçüncü yüzyılda serpilen "Ruhani Fransiskenler" vardı.
Bu katı münzeviler çoğunlukla, İtalyan kasabalarında baskın sınıf olan asil
ve tüccar ailelerden geliyordu. Çoğu herhangi bir dilenciden daha yoksul
olabilmek için büyük bir serveti reddediyordu. Onların tahayyülünde Binyıl,
tüm insanların ibadette, mistik tefekkürde ve gönüllü yoksullukta birleşti
ği Ruh'un Çağı olacaktı. Diğer uçtaysa kasabanın ve ülkenin yersiz yurtsuz
yoksulları arasında gelişen çeşitli binyılcı tarikatlar ve hareketler vardı. Bu
insanların yoksulluğu gönüllü değildi, onların payına aşırı ve amansız bir
güvencesizlik düşmüştü ve binyılcılıkları şiddetli, anarşik ve bazen de ger
çekten devrimciydi.
Bu kitap, 11. ila 16. yüzyıllarda, Batı Avrupa'nın köksüz yoksulları arasın
da serpilen binyılcılığı ve onu doğuran koşulları ele alıyor. Ancak ana tema
bu olsa da tek konu bu değil. Zira yoksullar kendi binyılcı inançlarını yarat
mıyor, sözde peygamberler ya da sözde mesihlerden alıyorlardı. Çoğu alt se
viye ruhban sınıfından olan bu insanlar da fikirlerini çok farklı kaynaklardan
almıştı. Bazı binyılcı fanteziler Yahudilerden ve ilk Hıristiyanlardan, bazıları
da 12. yüzyılda yaşamış Fiore'li Başrahip Joachim' den alınmıştı. Diğerleri de
yine Özgür Ruh Kardeşleri olarak bilinen heretik mistiklerden çıkarılmıştı.
Elinizdeki kitap hem bu çeşitli binyılcı inanç bütününün nasıl ortaya çıktığını
hem de yoksullara aktarım sürecinde nasıl değiştirildiğini inceliyor.
O halde, binyılcı coşkunluğunun dünyası ile toplumsal huzursuzluk dün
yası birebir örtüşmese de çakıştıkları yerler vardı. Çoğunlukla yoksulların
belirli kesimleri, binyılcı bir peygamberin etkisi altında kalıyordu. Ardından
yoksulların, yaşadıkları hayatın maddi koşullarını iyileştirmek için duyduk-
18
lan olağan tutku, apokaliptik bir son katliam sayesinde tüm masumiyetiyle
yeniden doğan bir dünyaya dair fantezilere aktarılıyordu. Yahudiler, ruhban
sınıfı veya zenginler gibi çeşitli şekillerde tanımlanan kötüler tamamen yok
edilecek; ardından Azizler (yani söz konusu fakirler) eziyetin veya günahın
olmadığı krallıklarını kuracaktı. Bu tür fantezilerden ilham alan zavallı halk,
sınırlı ve yerel hedefleri olan çiftçilerin ve zanaatkarlarınkinden oldukça
farklı teşebbüslerde bulundu. Kitabın sonuç bölümünde ortaçağ yoksulları
nın bu binyılcı hareketlerinin hususiyetleri tanımlanmaya çalışılacak. Ayrıca
bazı açılardan günümüzün devrimci hareketlerinin gerçek öncüleri oldukları
ileri sürülecek.
Bu ortaçağ hareketlerine dair etraflıca yapılmış başka bir çalışma mevcut
değil. Ortaçağda ortaya çıkan ve yok olan daha katı anlamdaki dindar tarikat
lar gerçekten epey ilgi gördü; ancak kitlesel çözülme ve kaygı durumlarında,
bir altın çağ veya mesih krallığı geleceğine dair geleneksel inanışın toplumsal
özlemlere ve husumetlere nasıl tekrar tekrar aracılık ettiğinin hikayesi çok
az dikkat çekti. Tekil olayları ya da hususları ele alan harika çalışmalar olsa
da hikaye bütüncül bir şekilde anlatılmadı. Elinizdeki çalışma bu boşluğu
doldurmayı amaçlıyor.
Çoğunlukla keşfedilmemiş bu alanı açmak için Latince, Yunanca, Eski
Fransızca, 16. yüzyıl Fransızcası ve ortaçağ ve 16. yüzyıl Almancası (hem
Yüksek hem Aşağı) yüzlerce orijinal kaynağı birleştirmek gerekti. Araştır
mak ve yazmak toplam on yıl sürdü; bu süre yeterince uzun geldiği için araş
tırmayı (çekinerek) Kuzey ve Orta Avrupa'yla sınırlandırmaya karar verdim.
Akdeniz dünyasının benzer veya aynı derecede şaşırtıcı manzaraları olmadı
ğından değil; fakat taramanın coğrafi olarak kapsayıcı olmasındansa ele alı
nan kısmın mümkün olduğunca ayrıntılı ve doğru olması daha önemli geldi.
Ham malzeme çok çeşitli güncel kaynaklar tarafından sağlandı: vakayina
meler; engizisyon sorgulama raporları; papaların, piskoposların ve konsille
rin suçlamaları; teolojik yazılar; polemik yaratan broşürler; mektuplar; hatta
lirik şiirler. Bu malzemenin çoğu, anlattığı inançlara ve hareketlere son dere
ce düşman din adamları tarafından yazılmıştı; dolayısıyla bilinçsiz çarpıtma
ile bilinçli yanlış temsili ne kadar hesaba katmak gerektiğini belirlemek her
19
zaman kolay olmadı. Neyse ki diğer taraf da geniş bir literatür bırakmıştı.
Bu literatürün çoğu, seküler ve dini otoritelerin zaman zaman görülen yok
etme girişimlerinden kurtulmuştu; dolayısıyla din adamlarının kaynaklarını
sadece kendi aralarında değil, binyılcı peygamberlerin yazdığı çok sayıdaki
bildiriyle de karşılaştırmak mümkün oldu. Buradaki anlatı, muazzam bir de
lil kütlesini toplama, birleştirme, değerlendirme ve tekrar değerlendirmeyle
geçen uzun bir sürecin sonucudur. Ekseriyetle tereddütsüz bir anlatı olması
nın nedeni, çalışma süresince ortaya çıkan tüm temel şüphe ve sorguların ki
tabın sonuna gelmeden önce kendilerini cevaplamasıdır. Halen tereddütlerin
olduğu yerler elbette belirtildi.
20
BİRİNCİ BÖLÜM
Apokaliptik3 Kehanet Geleneği
21
bu etik yorumun yanı sıra, antik bir milliyetçilik ateşi, üst üste yenilgilerin,
yerinden edilmelerin ve dağılmaların şoku ve gerginliğine maruz kaldıkça
çok daha cazip gelmeye başlayan başka bir yorum daha mevcuttu. Seçilmiş
Halk olduklarına dair kesin inançları nedeniyle Yahudiler tehlikeye, baskıya
ve zorluklara; zamanı gelince kadiri mutlak Yehova'nın seçilmişlerine bahşe
deceği tam zafer ve sınırsız refah fantezileriyle karşılık veriyordu.
Bazıları M.Ö. 8. yüzyıldan kalan Peygamber Kitapları, büyük bir kozmik
felaketin ardından Filistin' in nasıl yeni bir İrem, geri kazanılan bir cennet ola
rak yükseleceğini çoktan haber veriyordu. Yehova'nın emirlerini yerine getir
medikleri için Seçilmiş Halkın gerçekten kıtlık, bulaşıcı hastalıklar, savaş ve
tutsaklıkla cezalandırılması ve öyle sert bir yargılamadan geçirilmesi gereki
yordu ki geçmişin suçlarından ayrılan temiz bir sayfa açılabilsin. Güneş, ay ve
yıldızların gerçekten karardığı, gökkubbenin birbirine karıştığı ve dünyanın
sallandığı bir Yehova Günü, Gazap Günü olmalıydı. İtikatsızların -yani İsra
il' de olup Tanrı'ya güvenmeyenlerin ve İsrail' in düşmanları olan kafir milletle
rin- yargılandığı ve tamamen yok edilmeseler de diz çöktürüldükleri bir Kıya
met gerçekten olmalıydı. Fakat bu bir son değildi: Bu cezalardan sağ kalan bir
grup, İsrail'in "kurtarıcı kalanlar"ı5 olacak ve bu kalanlar sayesinde ilahi niyet
gerçekleşecekti. Böylece Yahudi ulusu ıslah edildikten ve yenilendikten sonra
Yehova'nın intikamı dinecek ve Kurtarıcı olacaktı. Erdemli kalanlar -son za
manlarda, dirilen erdemli ölüleri de içeriyordu- bir kez daha Filistin' de topla
nacak ve Yehova hükümdar ve hakim olarak onlarla bir arada ikamet edecekti.
Hükümdarlığının merkezi, yeniden inşa edilecek Kudüs olacaktı; dünyanın
manevi başkenti olan ve tüm ulusların akın ettiği bir Siyon. Yoksulların kollan
dığı, yabani ve tehlikeli yaratıkların evcil ve zararsız hale geldiği adil, uyumlu
ve barışçıl bir dünya olacaktı. Ay güneş gibi parlayacak ve güneşin ışınları yedi
kat artacaktı. Çöller ve atıl araziler verim kazanıp güzelleşecekti. Hayvan sü
rüleri için su ve yem bolluğu; insanlar için mısır, şarap, balık ve meyve bolluğu
olacaktı. İnsanların ve sürülerin sayısı fazlasıyla artacaktı. Her türlü hastalık
ve üzüntüden kurtulan, artık günah işlemeyip Yehova'nın kalplerine kazılı ku
rallarına göre yaşayan Seçilmiş Halk, neşe ve memnuniyet içinde yaşayacaktı.
5 İbranice şear, sözcük anlamı kalınh; Tanrı'nın kendine ayırdığı kişiler. (ç.n. )
22
Bir milliyetçi propaganda şeklinde Yahudi nüfusunun alt tabakasına hitap
eden apokalipslerin tonu daha kaba ve kibirlidir. En eski apokalipste bile bu
dikkat çekicidir; bu ilk apokalips, Danyal Kitabı'nın Yedinci Bölümü'nde yer
alan ve Yahudi tarihinde bilhassa önemli bir tarih olan MÖ 165'te derlenen
"görü" veya "düş"tür. Babil sürgününün ardından, üç yüzyıldan uzun bir
süre, Filistin'deki Yahudiler önce Perslerin, ardından Ptolemaios hanedanı
nın hükmü altında makul bir barış ve güvenlik ortamında yaşadı; fakat MÖ 2.
yüzyılda Filistin, Süryani-Yunan Seleukos hanedanının eline geçince durum
değişti. Yahudiler kendi aralarında keskin bir şekilde bölünmüştü: Dünyanın
zevklerine düşkün üst sınıflar Yunan tutum ve adetlerini hevesle benimser
ken sıradan insanlar atalarının inançlarına artan bir kararlılıkla tutundu. Yu
nan taraftarı kesim lehine müdahalede bulunan Seleukos kralı iV. Antiokhos
Epiphanes, işi tüm Yahudi ibadetlerini yasaklamaya kadar götürmüş; sonuç
Makabi isyanı olmuştu. İsyanın doruk noktasının yaşandığı sırada yazılan
Danyal Kitabı'ndaki "düş"te geçen dört yaratık, dünya çağındaki dört gücü
temsil eder: Babiller, (tarihi olmayan) Medler, Persler ve Yunanlar. Sonuncu
"yaratık yeryüzünde ortaya çıkacak dördüncü krallıktır. Bütün öbür krallık
lardan farklı olacak, bütün dünyayı yiyip bitirecek, çiğneyip parçalayacak"-
tır. Bu imparatorluk da devrilince, "İnsan Oğlu" olarak kişileştirilen İsrail
göğün bulutlarıyla geldi. [ ...] Eskiden beri var Olan'ın yanına doğru ilerledi. [ ..]
.
Ona egemenlik, yücelik ve krallık verildi. Bütün halklar, uluslar ve her dilden
insan ona tapındı. Egemenliği hiç bitmeyecek sonsuz bir egemenlik, krallığı hiç
yıkılmayacak bir krallıktır. [ ... ] Göklerin altındaki krallıklara özgü krallık, ege
menlik ve büyüklük kutsallara, Yüceler Yücesi'nin halkına verilecek.
Bu cümleler tüm diğer peygamberlerinkinden çok daha öteye gider: İlk defa,
gelecekteki ihtişamlı krallığın sadece Filistin'i değil, tüm dünyayı kucaklaya
cağı tahayyül ediliyordu.
Şimdiden devrimci eskatolojinin süregiden temel fantezisinin ne olacağı
anlaşılabilir. Dünya sınırsız bir yıkıcılığın kötü, zorba gücünün egemenliği
altındadır; sadece insani değil, şeytani de olduğu düşünülen bir gücün. Bu
gücün zorbalığı gittikçe daha zalim, kurbanlarının çektiği eziyet daha daya-
23
nılmaz olacakhr; ta ki Tanrı'nın azizlerinin ayaklanıp onu devireceği vakit
gelene dek. Ardından Azizler, o zamana kadar zalimin ayakları alhnda in
leyen bu seçilmiş, kutsal insanlar, tüm dünya üzerinde hakimiyetlerini ilan
edecektir. Bu, tarihin sonlandığı nokta olacak; Azizler Krallığı tüm önceki
krallıkları gölgede bırakmakla kalmayacak, halefi de olmayacakhr. Yahudi
apokaliptiği, türevleri aracılığıyla, sonraki çağların memnuniyetsiz ve bıkkın
insanları arasında sahip olduğu çekiciliği bu fanteziye borçluydu; bizzat Ya
hudiler varlığını unuttuktan sonra bile etkisi devam etti.
Militan apokaliptik, Filistin'in MÖ 63'te Pompei tarafından ilhakından
MS 66-72'deki savaşa kadar, Yahudilerin yeni efendileri Romalılara karşı mü
cadelesine eşlik etti ve mücadeleyi tetikledi. Tam da sıradan insanlara hitap
ettiği için, bu propaganda ile eskatolojik kurtarıcı Mesih fantezisi uyumlu
gitti. Elbette bu eski bir fanteziydi: Peygamberlere göre ahir zamanda Seçil
miş Halkı yönetecek kurtarıcı genelde bizzat Yehova olsa da, ulusun siyasi
çöküşe girmesinden itibaren, halkın inanışında müstakbel Mesih'in önemli
bir rol oynadığı görülüyor. Başta, ulusun talihini düzeltecek, Davud soyun
dan gelen zeki, adil, güçlü bir hükümdar olarak hayal edilen Mesih, siya
si durumun gittikçe umutsuzlaşmasıyla insanüstü bir hal aldı. "Danyal'ın
düşü"nde bulutların üstünde ortaya çıkan İnsan Oğlu'nun bir bütün olarak
İsrail'in simgesi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak burada dahi insanüstü bir
birey olarak görülmüş olabilir ve MS birinci yüzyıl tarihli Baruh ve Ezra Apo
kalipslerinde bu insanüstü varlığın özel, mucizevi güçlere sahip bir erkek,
savaşçı bir kral olduğu tartışmasızdır.
Ezra' da Mesih, Yahuda'nın aslanı olarak gösterilir; kükremesiyle sonuncu
ve en kötü yaratık (artık Roma kartalı) ateşler içinde kalır ve yanıp kül olur;
İnsan Oğlu, nefesinden çıkan ateş ve fırtınayla kafir yığınını mağlup eder
ve sonra on kayıp kabileyi yabancı topraklardan toplayıp bir araya getirerek
Filistin' de, birleşik bir İsrail'in barış ve zafer içinde yeşerebileceği bir krallık
kurar. Baruh' a göre, büyük bir zorluk ve adaletsizlik dönemi gelecekti; bu
da sonuncu ve en kötü imparatorluğun, yani Roma İmparatorluğu'nun dö
nemiydi. Şeytan doruk noktasına ulaştığındaysa Mesih gelecekti. Bu güçlü
savaşçı, düşmanın ordularını yerle bir edecekti; Romalıların liderini esir ala-
24
cak, zincire vurup Siyon Dağı'na getirecek ve burada öldürecekti. Dünyanın
sonuna kadar yaşayacak bir krallık kuracaktı. İsrail'e hükmeden tüm mil
letler kılıçtan geçirilecek, geri kalan milletlerin bir kısmı da Seçilmiş Halka
tabi olacakb. Acı, hastalık, zamansız ölüm, şiddet, çalışma, istek ve açlığın
bilinmediği ve dünyanın on bin kat fazla meyve verdiği bir mutluluk çağı
başlayacaktı. Bu dünyevi cennet sonsuza dek mi sürecekti, yoksa bir sonraki
dünyevi krallık onun yerini alana kadar mı var olacaktı? Bu konu hakkında
fikirler değişiyor ama bu zaten akademik bir soru. Geçici veya ebedi, böyle
bir krallık için savaşmaya değerdi; en azından bu apokalipsler, azizleri kral
lığa getirme sürecinde Mesih'in savaşta yenilmez olduğunu göstereceğini
tespit etmişti.
Mali görevlilerin [procurator] hükmü altında, Roma'yla çatışma gittikçe
daha kötüleşti; çoğu Yahudi için mesihçi fanteziler takıntılı bir meşguliyet ha
line geldi. Josephus'a göre, çok yakında bir mesih kralın geleceğine inanılma
sı, Yahudilerin MS 70'te Kudüs'ün ele geçirilmesi ve tapınağın yıkılmasıyla
sonuçlanan intihar savaşına girmelerine neden oldu. Hatta, MS 131' deki son
ulusal özgürlük mücadelesine öncülük eden Simon bar-Cochba halen Mesih
olarak görülüyordu. Fakat o ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılması ve
siyasi milliyetçiliğin mağlup edilmesi hem apokaliptik inanca hem de Yahudi
militanlığına son verdi. Daha sonraki yüzyıllarda, dağınık topluluklar ara
sında mesih olduğunu iddia edenler çıksa da, sundukları şey eskatolojik bir
dünya imparatorluğu değil, ulusal vatanın yeniden teşkil edilmesiydi. Daha
sı, çok nadiren silahlı ayaklanmalara sebep oldular; Avrupalı Yahudiler ara
sında ise neredeyse hiç olmadılar. "Danyal'ın düşü" geleneğinde kehanetleri
değerli bulan, detaylandıran ve onlardan ilham almaya devam eden artık
Yahudiler değil Hıristiyanlardı.
Eziyet çekerek ölen bir mesih ve tamamen manevi bir krallık, sonradan
Hıristiyan öğretisinin çekirdeği olarak görülse de, ilk dönem Hıristiyanlarının
tümü tarafından kabul edilen görüşler değildi. Yaklaşık altmış yıl önce Johan
nes Weiss ve Albert Schweitzer sorunu açık ve net olarak gösterdiğinden beri
uzmanlar, İsa'nın öğretisinin ne kadarının Yahudi apokaliptiğinden etkilendi
ğini tartışıyor. Bu soru elinizdeki çalışmanın kapsamının çok dışında kalsa da,
25
İncil'in İsa'ya atfettiği bazı ifadeler çalışmamıza dahildir. Matta'nın kaydettiği
meşhur kehanet elbette çok önemli ve İsa bunları gerçekten dile getirmiş olsa
ya da sadece öyle olduğuna inanılsa da önemini koruyor: "İnsanoğlu, Baba'sı
nın görkemi içinde melekleriyle gelecek ve herkese, yaptığının karşılığını ve
recektir. Size doğrusunu söyleyeyim, burada bulunanlar arasında, İnsanoğ
lu'nun kendi egemenliği içinde gelişini görmeden ölümü tatmayacak olanlar
var." İlk dönem Hıristiyanlarının çoğunun bunları halihazırda aşina oldukları
apokaliptik eskatoloji açısından yorumlaması şaşırtıcı değildir. Kendilerinden
önceki pek çok Hıristiyan nesli gibi tarihi ikiye bölünmüş olarak görüyorlardı:
biri Mesih'in muzaffer gelişinden önceki, diğeri onu izleyen. İkinci çağa ço
ğunlukla "Ahir Zaman" ya da "gelecek dünya" demeleri, her şeyin sonunun
hızlı ve dehşetli olacağını bekledikleri anlamına gelmiyor. Aksine, uzun bir
süre boyunca çok sayıda Hıristiyan, İsa'nın yakın zamanda iktidar ve görkem
içinde döneceğine ve bu dönüşün dünya üzerinde bir mesih krallığı kurmak
için olacağına inanmıştı. Ve ister bin yıl ister belirsiz bir süre için olsun, bu
krallığın süregideceğinden eminlerdi.
Yahudiler gibi Hıristiyanlar da baskı gördü ve buna cevaben, hatalarının
düzeltilip düşmanlarının devrileceği Mesih çağının yakında geleceğine dair
inançlarını hem kendilerine hem dünyaya her zamankinden daha güçlü bir
şekilde beyan ettiler. Beklenebileceği gibi, tahayyül ettikleri büyük dönüşü
mün de Yahudi apokalipsleriyle çok ortak noktası vardı, hatta Hıristiyanlar
da Yahudilerde olduğundan daha geniş kabul gören yönleri vardı. Vahiy Ki
tabı olarak bilinen apokalipste, Yahudi ve Hıristiyan unsurlar şairane büyük
gücün eskatolojik kehanetinde birbirine geçer. Burada da, Danyal Kitabı'nda
olduğu gibi, on boynuzlu korkunç bir yaratık sonuncu dünya gücünü, yani
artık eziyet eden Roma devletini; ikinci bir yaratık da imparatora tapılmasını
emreden taşralı ruhbanı temsil ediyordu:
26
Yerden çıkan bu canavar [...] büyük alametler gerçekleştiriyordu. İlk canavarın
adına gerçekleştirmesine izin verilen alametler sayesinde, yeryüzünde yaşayan
ları saphrdı.[...]
Bundan sonra göğün açılmış olduğunu, beyaz bir ahn orada durduğunu gör
düm. Binicisinin adı Sadık ve Gerçek'tir. Adaletle yargılar, savaşır. [...] Beyaz,
temiz, ince ketene bürünmüş olan gökteki ordular, beyaz atlara binmiş O'nu izli
yorlardı. Ağzından ulusları vuracak keskin bir kılıç uzanıyor. [ ...] Sonra canavarı,
dünya krallarını ve onların ordularını, ata binmiş Olan'la O'nun ordusuna karşı
savaşmak üzere toplanmış gördüm. Canavarla onun önünde doğaüstü belirtiler
gerçekleştiren sahte peygamber yakalandı. Sahte peygamber, canavarın emaresi
ni alıp heykeline tapanları bu alametlerle saphrmıştı. Her ikisi de kükürtle yanan
ateş gölüne diri diri atıldı. Geriye kalanlar, ata binmiş Olan'ın ağzından uzanan
kılıçla öldürüldü. Bütün kuşlar bunların etiyle doydu.
İsa'ya tanıklık ve Tann'nın sözü uğruna başı kesilenlerin canlarını da gördüm.
Bunlar, canavara[...] tapmarnış [... ] olanlardı. Hepsi dirilip Mesih'le birlikte bin
yıl egemenlik sürdüler.
Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü önceki gökle yer
yüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık. Kutsal kentin, yeni Yeruşalim'in
[Kudüs] gökten, Tanrı'nın yanından indiğini gördüm. Güveyi için hazırlanmış
süslü bir gelin gibiydi. Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: "İşte,
Tann'nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar
O'nun halkı olacaklar, Tanrı'nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların
gözlerinden bütün yaşlan silecek. Arhk ölüm olmayacak. Arhk ne yas, ne ağ
layış, ne de ıshrap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı." Tahtta oturan,
"İşte her şeyi yeniliyorum" dedi.[...] Sonra melek beni Ruh'un yönetiminde bü
yük, yüksek bir dağa götürdü. Oradan bana gökten, Tann'nın yanından inen ve
O'nun görkemiyle ışıldayan kutsal kenti, Yeruşalim'i gösterdi. Kentin ışıltısı çok
değerli bir taşın, billur gibi parıldayan yeşim taşının ışıltısına benziyordu. [ ...]
27
İnsanların bu kehaneti ne kadar kelimesi kelimesine kabul ettiğini ve ger
çekleşmesini nasıl ateşli bir heyecanla beklediklerini Montanizm olarak bili
nen hareket göstermiştir. MS 156'da Frigya'da Montanus isimli biri kendini
Kutsal Ruh'un tecessüm bulmuş hali, Dördüncü İncil'e göre gelecek şeyleri
gösteren "Hakikatin Ruhu" ilan etti. Çok geçmeden, ilahi kökenli olduğun
dan emin oldukları hayali deneyimlere kendini adayarak vecde gelmiş birta
kım kişiler Montanus'un çevresinde toplandı; hatta bu deneyimlere "Üçüncü
Ahit" adını vermişlerdi. Aydınlanmalarının konusu, Krallık'ın tez zamanda
gelişiydi: Yeni Kudüs gökyüzünden Frigya topraklarına inmek üzereydi ve
burada Azizlerin meskeni haline gelecekti. Montanistler bu doğrultuda tüm
Hıristiyanları, oruç tutup dua ve tövbe ederek İsa'nın İkinci Gelişi'ni bekle
mek üzere Frigya'ya çağırdı.
Acı çekmeye ve hatta şehadete susamış, sert, çileci bir hareketti; ne de olsa
şehitler Binyıl'ın vatandaşları olmak için yeniden diriliyordu. Montanizmin
yayılması için zulümden daha elverişli bir şey yoktu; 177 yılından itibaren
Hıristiyanlar imparatorluğun birçok yerinde tekrar zulüm görmeye başla
dığında, Montanizm aniden yerel bir hareket olmaktan çıkarak çok geniş bir
coğrafyaya yayıldı; sadece Küçük Asya'nın (Anadolu) orasına burasına de
ğil, Afrika' ya, Roma'ya ve hatta Galya'ya kadar ulaştı. Montanistler artık Fri
gya'ya bel bağlamıyorsa da Yeni Kudüs'ün yakın zamanda ortaya çıkacağına
olan inançları sarsılmamıştı; o dönemde Batı'nın en ünlü teoloğu olan ve ha
rekete katılan Tertullian için de geçerliydi bu. Üçüncü yüzyılın ilk yıllarında,
Tertullian'ın yazılarında fevkalade bir alamet görülmektedir: Yahudiye'de
kırk gün boyunca sabahın erken saatlerinde gökyüzünde müstahkem bir şe
hir beliriyor, gün ilerledikçe kayboluyordu; Semavi Kudüs'ün inmek üzere
olduğunun kesin kanıtıydı bu. Dokuz yüzyıl sonraki Halkın Haçlı Seferleri
sırasında kitleleri Kudüs'e doğru yönelmeye cezbeden (göreceğimiz üzere)
yine aynı hayaldi.
Günden güne, haftadan haftaya İsa'nın İkinci Gelişi'ni bekleyen Monta
nistler birçok erken dönem Hıristiyanının, belki de çoğunun ayak izlerini
takip ediyordu; Vahiy Kitabı'nın bile "kısa zamanda" gerçekleşmesini bekli
yordu. Ne var ki ikinci yüzyılın ortalarında bu tavır biraz alışılmadık olma-
28
ya başlamıştı. MS lSO'de yazılan Petrus'un İkinci Mektubu'nun tonu çekim
serdi: İsa, merhametinden dolayı, "herkes tövbe edene kadar" gecikebilirdi.
Aynı zamanda, daha önceden kanonik bir otoritesi olan Hıristiyan apokalips
lerinin artık bundan mahrum olduğu bir süreç başladı; ta ki sadece Vahiy Ki
tabı kalana kadar, ki onun kalmasının tek nedeni de yanlışlıkla Aziz Yuhan
na'ya atfedilmesidir. Hıristiyanların sayısı gittikçe artan bir kesimi Binyıl'ı
eli kulağında değil uzak bir hadise olarak görse de, çoğunluğu halen zamanı
geldiğinde gerçekleşeceğine kaniydi. Bir Montanist olmadığı kesin olan Şehit
Iustinus Yahudi Trypho ile Diyalog adlı eserinde bu noktayı açıkça belirtiyor.
Burada Yahudi muhatabına şu soruyu sorduruyordu: "Siz Hıristiyanlar ger
çekten bu yerin, Kudüs'ün, yeniden inşa edileceğini savunuyor musunuz ve
halkınızın burada, İsa'nın emrinde, patrikler ve peygamberlerle birlikte neşe
içinde toplanacağına gerçekten inanıyor musunuz?" Iustinus buna, tüm Hı
ristiyanlar aynı kanaatte olmasa da kendisinin ve pek çoklarının, Azizlerin
yeniden inşa edilmiş, bezenmiş ve genişletilmiş bir Kudüs'te bin yıl boyunca
yaşayacağı inancında birleştiğini söyleyerek cevap verir.
İster uzak ister yakın zamanda gerçekleşeceğine inanılsın, Azizler Krallı
ğı şüphesiz, en maddiyatçısından en ruhanisine, çok farklı şekillerde hayal
edilebilirdi; fakat en iyi eğitimli Hıristiyanların tahayyülü dahi kesinlikle ye
terince maddeciydi. Bu fantezilerin ilk örneği "Apostolik Baba"6 Papias ta
rafından sağlandı; Papias muhtemelen MS 60 civarında doğmuştu ve Aziz
Yuhanna'nın yanında bulunmuş olabilirdi. Bu Frigyalı, kendisini İsa'nın
öğretisinin ilk elden anlatılarını korumaya adamış bir ilim adamıydı. İsa'ya
atfettiği binyıl kehaneti sahte de olsa -Baruh gibi çeşitli Yahudi apokalips
lerinde karşıtları bulunur- hiç olmazsa, havarilerden sonraki dönemin bazı
eğitimli ve samimi Hıristiyanlarının ne beklediğini ve dahası, İsa'nın ne bek
lemiş olabileceğine inandıklarını göstermesi bakımından ilginçtir:
Her biri on bin sürgün veren, ve her bir sürgünde on bin dal bulunan, her daldan
on bin gövde çıkan, her gövdede on bin salkım ve her salkımda on bin üzüm olan
6 Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, birinci ve ikinci yüzyıllarda yaşayan ve çalışmaları kısmen ya da
tamamen günümüze kadar ulaşan Hıristiyan yazarlar. (ç.n.)
29
ve her üzümün beş yüz yirmi metrete7 şarap vereceği asmaların ortaya çıkacağı
günler gelecek. Ne zaman elçilerden biri bir salkım alacak olsa, başka bir salkım
"Ben daha iyi bir salkımım, beni al, benim aracılığımla Tanrı'ya şükret" diye hay
kıracak. Benzer şekilde, [Tanrı] bir buğday tanesinden on bin başak ve her başak
tan on bin tane ve her taneden en kaliteli, temiz ve saf undan beş kilo çıkacağını;
elmaların ve tohumların ve çimenlerin benzer oranlarda çoğalacağını; ve sadece
topraktan aldıklarıyla beslenen hayvanların tümünün birbirine karşı barışçıl ve
dost canlısı olacağını ve tamamen insana tabi olmalarını buyurdu. İnananlar için
tüm bunlar muteberdir. İnançsız bir hain olan Yahuda sordu: "Tanrı böyle bir bü
yümeyi nasıl husule getirecek?" Fakat Tanrı cevap verdi: "O zamanlara kalanlar
görecek."
Bir başka Küçük Asyalı, Irenaeus, ikinci yüzyılın sonuna doğru Galya'ya yer
leşmeye geldiğinde bu kehanetleri de beraberinde getirmişti. Lyons piskopo
su ve saygın bir teolog (ilahiyatçı) olarak, binyılcı görüşünü Batı'ya tanıtmak
için muhtemelen herkesten fazla çalıştı. Heresilere Karşı isimli hacimli tezinin
sonuç bölümleri Eski ve Yeni Ahit'ten seçilen (ve Papias'tan alıntının dahil
olduğu) mesihçi ve binyılcı kehanetlerin kapsamlı bir antolojisini oluşturur.
Irenaeus' a göre, hem yeniden dirilecek olan erdemli ölülerin hem de yaşayan
erdemlilerin hayrına dünyada bunların meydana geleceğine inanmak, gele
neksel inancın [ortodoksi] ayrılmaz bir parçasıydı. Ve bu kanaati için verdiği
nedenler, dengeleyici fantezilerin payının "Danyal'ın düşü" dönemindekin
den daha az olmadığını gösterir:
Emek sarf ettikleri ve sıkıntı çektikleri ve acıyla her yoldan sınandıkları o yaratılış
ta, çektikleri acının ödülünü almaları; ve Tanrı aşkına öldürüldükleri o yaratılışta
yeniden diriltilmeleri; ve köleliğe dayandıkları o yaratılışta, hüküm de sürmeleri
adildir. Zira Tanrı ganidir ve her şey onundur. O halde, kadim koşullarına geri ge
tirilen yaratılışın kendisi, sorgusuz sualsiz erdemlilerin idaresinde olmalıdır. [ ... ]
30
Fakat, yahşmak bilmez öfkesiyle köpüren o deli adam (Deccal), bir ordu yönete
cek ve erdemlilerin sığındığı bir dağı kuşatacak. Kuşahldıklarını gördüklerinde,
yüksek sesle Tann'ya yakaracaklar ve Tann onları duyacak ve onlara bir kur
tarıcı gönderecek. Sonra, bir fırtınayla cennetin kapıları açılacak ve İsa büyük
bir güçle inecek; ondan önce ateş gibi bir ışık gelecek ve sayısız melek orduları
.
ve tüm o zındıklar yok olacak ve kan selleri akacak. [. . ] Barış getirildiğinde ve
tüm kötüler bastırıldığında, o erdemli ve muzaffer kral, yaşayanların ve ölülerin
dünyasına büyük bir yargı getirecek ve tüm imansız halkları yaşayan erdem
lilerin emrine verecek ve (erdemli) ölüleri sonsuz yaşam için ayağa kaldıracak
ve kendisi onlarla birlikte dünyada hüküm sürecek ve Kutsal Şehri bulacak ve
erdemlilerin bu krallığı bin yıl yaşayacak. Bu süre boyunca yıldızlar daha parlak
olacak ve güneşin parlaklığı artacak ve ay hiç küçülmeyecek. Sonra sabah ve
akşam Tanrı'dan nimet inecek ve yeryüzü insan emeği olmadan meyve verecek.
Bolluktan kayalardan bal akacak, ortaya birden süt ve şarap çeşmeleri çıkacak.
Ormanın canavarları vahşiliklerini kaybedecek ve evcil olacak[... ] bundan sonra
hiçbir hayvan kan dökülmesiyle yaşamayacak. Zira Tanrı herkese bol ve masum
yiyecek verecek.
Muhtemelen beşinci yüzyılda yaşamış, çok alt tabakadan Latin bir şair olan
Commodianus'un sahrlarında, bildik öç ve zafer fantezileri birden silahlanma
ve savaşma isteğine dönüşerek somutlaşır; ortaçağda Avrupa'da patlayacak
olan binyılcı Haçlı Seferleri'nin ilk işaretleridir bu. Zira Commodianus' a göre,
İsa döndüğünde bir melek ordusunun başında değil, dünyanın geri kalanına
duyurmadan gizli yerlerde hayatta kalan İsrail'in on kayıp kabilesinin soyun
dan gelenlerin başında olacakh. Bu "gizli, son, kutsal insanlar" kin, aldatma
veya şehvet gütmeyen; kan akıhlmasından duyulan hoşnutsuzluğun vejetar
yenlik noktasına kadar taşındığı, dürüst tek bir topluluk olarak gösterilmek
tedir. Ayrıca kutsal olarak kayınları bir topluluk çünkü yorgunluk, hastalık
ve erken ölümden muaflar. Şimdi bu ordu Kudüs'ü, "tutsak ana"yı özgür
leştirmek istiyor. "Göklerdeki Kral'la geliyorlar. [ . . . ] Tüm yaratılanlar semavi
insanları göreceği için bayram ediyor." Dağlar önlerinde düzleşiyor, çeşmeler
onların yolu boyunca akıyor, bulutlar onları güneşten korumak için boyun
eğiyor. Ama bu elçiler korkusuz, karşı konulmaz savaşçılar. Aslan gibi sal
dırarak geçtikleri toprakları mahvediyor, ulusları çökertiyor ve şehirleri yok
31
ediyorlar. "Tanrı'nın izniyle" alhn ve gümüş yağmalıyor, böylece kendilerine
verilen lütuflar için ilahiler söylüyorlar. Deccal dehşet içinde kuzey kesimle
re kaçıyor ve Büyük İskender'in en kuzeyde tutsak ettiği söylenen, topluca
Gog ve Magog [Yecüc ile Mecüc] adıyla bilinen muhteşem ve korkusuz insan
lar olduğu anlaşılan takipçi ordusunun başında geri dönüyor. Ancak Deccal,
Tanrı'nın melekleri tarafından yeniliyor ve cehenneme ahlıyor; komutanları
Kutsal Halk'a köle yapılıyor ve bu nedenle, daha sonra, Kıyamet Günü'nde
hayatta kalan az sayıda insan arasında yer alıyorlar. Kutsal Halk'a gelince, on
lar sonsuza dek Kutsal Kudüs'te yaşıyor - ölümsüz ve yaşlanmadan, evlenip
çocuk yaparak, yağmurdan veya soğuktan etkilenmeden, etraflarında daima
yenilenerek meyvelerini döken bir yeryüzü varken.
32
derhal ortodoks öğreti halini aldı. Şimdi, pek saygıdeğer Irenaeus'un böyle
bir düşünceyi ortodoksinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüş olması kabul
edilemez görünüyordu. Irenaeus'un Heresilere Karşı isimli tezindeki binyılcı
bölümleri örtbas etmek için kararlı bir çaba gösterildi; bunu öyle başarılı bir
şekilde yaptılar ki ancak 1575'te, sansürcülerin gözden kaçırdığı bir yazmada
yeniden keşfedildi.
Yine de apokaliptik geleneğin önemi hafife alınmamalıdır; resmi öğreti
de artık yeri olmasa da halk dininin yeraltı dünyasında hala varlığını sür
dürüyordu. Bunun nedeni büyük ölçüde, Y üce Azizler düşüncesi geleneği
nin bazı Hıristiyan çevrelerde, Yahudiler arasında olduğu kadar etkili hale
gelmesiydi; zira Hıristiyanlık evrensel bir din olduğunu iddia ettiğinden,
artık ulusal anlamda yorumlanmıyordu. Hıristiyan apokaliptiğinde eski
ilahi seçim fantezisi korunmuş ve yeniden canlandırılmıştı; Hıristiyanları
kendilerini Tanrı'nın Seçilmiş Halkı -hem Binyıl'ın yolunu açmak hem de
Binyıl'ı miras edinmek için seçilmiş- olarak görmeye iten Vahiy Kitabı ile
başlayan bir literatür bütünüydü bu. Bu fikrin o kadar büyük bir çekiciliği
vardı ki hiçbir resmi kınama ayrıcalıksız, baskı altında, yolunu kaybetmişti
ve dengesiz olanların zihninde tekrar tekrar ortaya çıkmasını önleyemiyor
du. Kurumsallaşan Kilise, müminlerin duygusal enerjisini kontrol ve ka
nalize etmede gerçekten çok iyi bir beceri gösterdi; özellikle de umutla
rını ve korkularını bu hayattan diğerine doğru yönlendirmekte. Çabaları
normalde başarılıydı ama her zaman da değil. Bilhassa genel bir belirsizlik
veya heyecan dönemlerinde insanlar daima Vahiy Kitabı'na ve onun sayı
sız tefsirine dönmeye meylediyordu; bunların yanı sıra, ortaçağda Sibylla
Kehanetleri olarak bilinen, aynı derecede etkili başka apokaliptik yazılar da
yavaş yavaş ortaya çıktı.
Helenistik Yahudiliğin apokaliptiğine, Roma' da saklanan meşhur Sibylla
Kitapları gibi, kadın peygamberlerin sözlerini kaydettiğini iddia eden bazı
kitaplar da dahildi. Gerçekte, Yunanca altı ayaklı dizeler [hexameter] olarak
yazılan bu "kehanetler", paganları Yahudiliğe döndürmeyi amaçlayan edebi
ürünlerdi ve gerçekten de paganlar arasında epey rağbet görmüşlerdi. Hı
ristiyanlığa dönenler de Sibylla Kehanetleri üretmeye başladığında, ağırlıklı
33
olarak Yahudi Sibyllalarından yararlanmıştı. Bu yeni peygamber literatürü
bir eskatolojik kurtarıcıyı kabul ediyordu: Vahiy Kitabı'nda ortaya çıktı
ğı haliyle savaşçı İsa. Fakat Büyük İskender'den beri Greko-Roma dünyası
hükümdarlarını tanrılaştırmaya alışkındı. "Kurtarıcı" unvanını taşıyan He
lenistik krallar ve yaşadıkları sürece ilahi onurlar ihsan edilen Roma İmpara
torları olmuştu. Dolayısıyla, Hıristiyanlık imparatorlukla güçlerini birleştirir
birleştirmez Hıristiyan Sibyllalarının İmparator Konstantinus'u mesih kral
ilan etmesi şaşırtıcı değildi. Konstantinus'un ölümünden sonra da Sibylla,
Roma imparatoruna eskatolojik bir önem atfetmeyi sürdürdü. Onların saye
sinde, Hıristiyanların tahayyülündeki savaşçı İsa figürü bir diğeriyle, Ahir
Zaman İmparatoru'yla ikiye katlandı.
Ortaçağ Avrupa'sında bilinen en eski Sibylla, Hıristiyanlık geçmişi dör
düncü yüzyılın ortalarına dayanan Tiburtina idi. 340 ile 350 arasında impara
torluk Konstantinus'un yaşayan iki oğlu arasında bölündü: Batı'yı yöneten
1. Konstans ve Doğu'yu yöneten il . Konstantinus. Aryan ihtilafı zirvesindey
di ve Konstans, Nicene'nin kaderini koruyan sağlam bir destekken Kons
tantinus, Aryan partisini (teolojikten ziyade siyasi zeminde) kayırmaya
eğilimliydi. Katı bir yönetici olduğunu kanıtlayan Konstans 350 senesinde
askerleri tarafından öldürüldü ve Konstantinus imparatorluğun tek yöne
ticisi oldu. Sibylla Tiburtina, Katoliklerin bu terslik karşısındaki tepkilerini
yansıtır. Roma'nın ele geçirileceği ve tiranların fakirleri ezip suçluları koru
yacağı "keder çağı"nı anlatır. Fakat sonra Konstans adında bir Yunan impa
ratoru gelir ve imparatorluğun doğu ile batı kesimlerini kendi hakimiyeti
altında birleştirir.
Hükmedici bir duruşu; uzun, orantılı bir vücudu; yakışıklı ve göz alıcı bir
yüzü olan Konstans 112 (veya 120) yıl hüküm sürer. Bir bolluk çağı yaşanır:
Yağ, şarap ve mısır bol ve ucuzdur. Ayrıca Hıristiyanlığın son zaferinin gö
rüldüğü çağdır. İmparator imansızların şehirlerini harabeye çevirir ve sahte
tanrıların tapınaklarını yıkar. Onları Hıristiyan vaftizine çağırır; din değiştir
meyi reddeden imansızlar kılıçtan geçirilecektir. Uzun hükümdarlığının so
nunda Yahudiler de din değiştirir ve bu olduğunda Kutsal Kabir8 nur içinde
8 Kudüs'tedir, İsa'nın çarmıha gerildiği ve mezarının bulunduğu yer olarak tanımlanır. (ç.n.)
34
aydınlanır. Gog ve Magog'dan yirmi iki kişi kaçar, denizdeki kumlar kadar
çok; ancak imparator ordularını toplar ve onları yok eder. Görevini tamam
layan imparator Kudüs'e doğru yola çıkar; burada imparatorluk tacını ve
kaftanını Golgota'ya9 bırakacak ve böylece Hıristiyanlığı Tanrı'nın himaye
sine vermiş olacaktır. Altın Çağ ve onunla birlikte Roma İmparatorluğu'nun
sonu gelmişti ama her şeyin sonu gelmeden önce kısa bir felaket dönemi hala
vardır. Zira şimdi Deccal ortaya çıkacak, Kudüs'teki tapınakta hüküm sürüp
mucizeleriyle çoğu kişiyi kandıracak ve kandıramadıklarına da zulmedecek
tir. Tanrı, Seçilmişlerin hatırına bu günleri kısaltır ve Deccal'ı yok etmesi için
Başmelek Mikail'i gönderir. Artık nihayet İsa'nın İkinci Gelişi'nin gerçekleş
mesi için tüm yollar açıktır.
İlk defa Tiburtina tarafından öne sürülen Ahir Zaman İmparatoru figü
rü, Sahte Methodius'un Vahiy Kitabı olarak bilinen Sibylla'da hala büyük
yer tutar. Dördüncü yüzyılda yaşamış şehit piskopos Pataralı Methodius'un
eseri olarak gizlenen bu kehanet aslında yedinci yüzyılın sonlarına doğru
yazılmıştır. Asıl amacı, halen Müslüman egemenliği altında bir azınlık olarak
gurur kırıcı ve belirsiz bir konumda yaşayan Suriyeli Hıristiyanları teselli
etmektir. İrem Bahçesi'nden İskender 'e kadar bir dünya tarihi taramasıyla
başlar ve bir çırpıda yazarın kendi dönemine gelir. Gelmesi beklenen şeylere
dair bir kehanet kisvesi altında, bir zamanlar Gideon'un yendiği ve çöle sür
düğü İsmaililerin nasıl geri dönüp Mısır'dan Etiyopya'ya ve Fırat'tan Hin
distan'a kadar olan toprakları yağmaladıklarını anlatır. Hıristiyanlar bu yağ
macılara -ki bunlar elbette fetihçi İslam ordularını temsil eder- tabi kılınarak
günahları için cezalandırılır. İsmaililer Hıristiyan papazları öldürür ve kutsal
yerleri kirletirler; zorla veya hileyle birçok Hıristiyanı baştan çıkararak doğru
yoldan saptırır, birbiri ardına Hıristiyanların topraklarını alır, onları sonsuza
dek ele geçirmekle övünürler.
Ancak durumun her zamankinden kötü olduğu bir anda -bu noktada
kehanet ilk defa gerçekten geleceğe yüzünü döner- insanların çoktan öl
düğünü düşündüğü güçlü bir imparator uykusundan uyanır ve öfkeyle
9 İncil' deki anlatımlarına göre Kudüs surlarının hemen dışında kalan, İsa'nın çarmıha gerildiği tepe.
(ç.n.)
35
ayağa kalkar. İsmailileri yener, ateşle ve kılıçla topraklarını yakıp yıkar, Hı
ristiyanlara vurduklarından yüz kat daha baskıcı bir boyunduruğu onların
boynuna vurur, Tanrı'sını reddeden Hıristiyanlara da öfke saçar. Ardından,
bu hükümdar altında birleşen imparatorluk barış ve neşe içinde, daha önce
hiç olmadığı kadar gelişir. Ancak daha sonra Gog ve Magog'un orduları
ortaya çıkıp genel bir terör ve yıkım getirir, ta ki Tanrı göklerdeki ordunun
bir komutanını gönderip onları hızla yok edene dek. İmparator Kudüs'e
giderek Deccal'ın ortaya çıkışını bekler. Bu korkunç olay gerçekleştiğinde
imparator tacını Golgota haçının üstüne koyar ve haç hızla semaya yükse
lir. İmparator ölür ve Deccal hükmetmeye başlar. Ama çok geçmeden sema
da haç tekrar görünürken İnsan Oğlu ve İsa'nın kendisi güç ve nur içinde,
ağzından çıkan nefesle Deccal'ı öldürmek ve Kıyamet Günü'nü yerine ge
tirmek için bulutların üstünde gelir.
Bu kehanetlere yol açan özel siyasi durumlar geçmiş ve anıları kaybol
muş ama kehanetlerin kendileri cazibelerini korumuştu. Ortaçağ boyun
ca Sibylla eskatolojisi, Vahiy Kitabı'ndan çıkarılan eskatolojilerle birlikte
devam etti; bir yandan onları değiştirirken onlar tarafından da değişti
rildi ama genelde popülerlikte onlara üstün geldi. Kanonun ve gelene
ğin dışında olsalar da Sibyllalar çok büyük bir etkiye sahipti; hatta İncil
ve Babaların eserleri dışında muhtemelen ortaçağ Avrupa'sının en etkili
yazılarıydılar. Çoğunlukla Kilise'nin baskın figürlerinin bildirilerini dikte
ediyorlardı; bu figürler papaların ve imparatorların bile tavsiyelerini ilahi
bulduğu Aziz Bernardino ve Azize Hildegard gibi keşişler ve rahibelerdi.
Dahası, son derece uyarlanabilirlerdi: Zamanın koşullarına ve meşguliyet
lerine uyacak şekilde sürekli düzeltiliyor ve yeniden yorumlanıyorlardı;
kaygılı ölümlülerin geleceğe dair şüphe bırakmayan bir tahmin arzusunu
her daim karşılıyorlardı. Batı'da bilinen tek versiyonlarının Latince oldu
ğu, dolayısıyla sadece ruhbanın erişebildiği zamanlarda bile, içeriklerine
dair bir miktar bilgi halkın en düşük tabakasına dahi sızmıştı. On dördün
cü yüzyıldan itibaren çeşitli Avrupa dillerinde çeviriler ortaya çıkmaya
başladı; matbaanın icadıyla ise Sibyllalar ilk basılan kitaplar arasındaydı.
Ortaçağın sonlarında, Sibylla Kehanetleri'ni ilk defa şekillendiren korku-
36
lar ve umutlar bin yıldan uzun bir geçmişte kalmışken, bu kitaplar her
yerde okunuyor ve çalışılıyordu.
Yuhanna geleneği10 Ahir Zamanda ortaya çıkacak tek bir savaşçı-kurtarıcı
dan bahseder, Sibylla geleneğiyse iki; fakat iki gelenek de o zamanlarda Tan
rı'nın bir başdüşmanı, büyük bir Deccal figürü olacağında hemfikirdir. Çok
farklı geleneklerin katkıda bulunduğu, kuvvetli olduğu kadar karmaşık da
bir figürdür bu. Burada yine "Danyal'ın düşü" belirleyiciydi. Bu kehanette
"kendini bütün tanrılardan daha büyük, daha yüce gösterecek" ve "Yüceler
Yücesi'ni kötüleyen sözler söyleyecek" bir kraldan bahsederken, şifreli bir
şekilde, zalim hükümdar ve aslında bir megaloman olan Antiokhos Epip
hanes'i ima ediyordu. Fakat Danyal Kitabı gelecekten haber veren kutsal bir
metin olarak görülmeye devam edilse de kehanetin kökeni çabuk unutuldu.
Ahir Zamanın Tanrı'dan nefret eden tiran figürü, tarihsel bağlamından ko
parılıp Yahudi ve ardından Hıristiyan apokaliptik bilgisinin hissesine yazıl
dı. Aziz Pavlus'un Selaniklileri ikazında ve Vahiy Kitabı'nda bu figür, "tan
rı diye anılan ya da tapılan her şeye karşı gelerek kendini hepsinden yüce
gösterecek, hatta kendini Tanrı ilan ederek Tanrı'nın Tapınağı'nda oturacak"
sahte mesih olarak tekrar ortaya çıkar. Şeytanın gücünün aracılığıyla çalı
şan sahte peygamber "mucize, yanıltıcı alametlerle" dünyayı kandıracaktı.
Görünürde faziletli ve himmetli olacaktı. Mutlak olan kötülüğü en kurnaz
şekilde maskelenecek ve bu da çok güçlü bir tiranlık kurmasını sağlayacaktı:
"Kutsallarla savaşıp onları yenmesine izin verildi. Canavar her oymak, her
halk, her dil, her ulus üzerinde yetkili kılındı."
Dolayısıyla, artık Deccal adını almış olan bu figür bir insan olarak görü
lebilirdi, baştan çıkaran ve zalim bir despot ve böylece Şeytan'ın hizmetkarı
ve aracı. Ama Deccal ne kadar kötü olsa da hiçbir zaman sadece insan olarak
görülmedi. Perslerin (Mazdacı) zamanın sonu geldiğinde başşeytan Ahri
man'ın tahttan indirileceğine dair beklentisi; Babillerin, yüce Tanrı ile Kaos
Ejderi arasındaki savaş efsanesiyle iç içe geçerek Yahudi eskatolojisine sız
mış ve büyük ölçüde Ahir Zaman tiranı fantezisini etkilemiştir. Halihazırda
"Danyal" in kehanetinde Antiokhos sadece öfkeli görünüşlü bir kral değil,
10 Kaynağını Aziz Yuhanna'ya atfedilen Vahiy Kitabı'ndan alan gelenek.
37
aynı zamanda şunları yapan boynuzlu yaratık olarak ortaya çıkıyor: "Gök
lerin ordusuna erişinceye dek büyüdü. Gökteki ordudan ve yıldızlardan ba
zılarını yeryüzüne düşürdü, ayakları altına alıp çiğnedi." Vahiy Kitabı'nda
geleneksel Deccal rolü, birinci canavar -gökyüzünde beliren veya denizden
çıkan kırmızı ejderha- ile ikinci canavar -"ejderha gibi konuşan" ve dünya
nın içindeki dipsiz kuyudan çıkan boynuzlu canavar- arasında bölünür.
Buradaki Deccal figürü, dünyanın derinliklerinde ikamet eden diğer
boynuzlu canavarla, "ejderha, o eski yılan"la, Şeytan'ın kendisiyle birleşir;
Deccal insanların tahayyülünü meşgul ettiği ve cezbettiği tüm yüzyıllar
boyunca bu şeytani niteliği kazandı. Ortaçağ boyunca sadece tahttaki bir
tiran olarak değil, ayrıca bir iblis veya kendinden daha az iblis olanlarla
çevrili olarak ya da Tanrı olduğunu kanıtlamak için yükseklere uçan ve
Tanrı tarafından ölüme fırlatılan bir iblis şeklinde resmediliyordu (Resim
1). On ikinci yüzyılın ortasında Bingenli Azize Hildegard bir görüsünde
(hayalinde) onu kocaman kömür karası kafası, ateş fışkıran gözleri, eşek
kulakları ve demir dişli açık ağzıyla görmüştür. Gerçekten Deccal de Şey
tan gibi anarşik, yıkıcı gücün dev bir tecessümüdür. Bu gücün ne kadar
sınırsız, insanüstü ve korkutucu hissedildiğini anlamak için Melchior Lor
ch'un Şeytan-Deccal (burada Papa'yı simgeleyen) çizimine bakmak yeter
lidir (Resim 2). Bu resim on altıncı yüzyılın ortalarında yapılmıştı ama ak
tardığı korku, nefret ve tiksintiyle karışık duygu yüzyıllardır Avrupalıları
tedirgin ediyordu.
Sibylla ve Yuhanna kehanetleri siyasi tavrı derinden etkiledi. Ortaçağ in
sanları için dehşet verici Ahir Zaman dramı, sadece uzak ve belirsiz bir ge
lecek hakkında bir fantezi değildi; yanlışlanamaz (çürütülemez) ve her an
gerçekleşme noktasında hissedilen bir kehanetti. Ortaçağda yazılan vakayi
nameler, siyasi yargıların bu beklentiler tarafından nasıl şekillendirildiğini
yeterince net bir şekilde gösteriyor. En ihtimal dışı saltanatlarda bile tarih
çiler, yeni altın çağın başlangıcı sayılan Hıristiyanlar arasındaki o uyumu,
inanmayanlara karşı kazanılan o zaferi, o benzersiz bolluk ve refah dönemi
ni kestirmeye çalışıyordu. Her yeni hükümdarın tebaası yeni altın çağı yö
netecek Son İmparatorun özelliklerini hükümdarlarında görmeye çalışıyor,
38
tarihçilerse ona rex justus11 veya belki Davud gibi geleneksel mesih sıfatları
veriyordu. Deneyimin kaçınılmaz gerçekleri gösterdiği her seferinde ise in
sanlar bir sonraki hükümdara ertelenen görkemli tekmili hayal ediyor ve ya
pabilirlerse mevcut hükümdarı Son İmparatorun yolunu açma misyonu olan
"haberci" olarak görüyorlardı. Ve bu ısrarlı umutları, değişen derecelerdeki
samimiyet veya alaycılıkla kendine çekecek hükümdarlar hiç bitmiyordu.
Batı'da hem Fransız hem Alman hanedanlıkları Sibylla Kehanetleri'ni kendi
üstünlük iddialarını desteklemek için kullandı, tıpkı Doğu'da kendilerinden
önce gelen Bizans imparatorları gibi.
Deccal'ın gelişiyse daha büyük bir gerginlikle bekleniyordu. Nesiller
boyunca, her şeyi yok edecek iblisin her an gelmesini bekleyerek yaşamış
lardı; onun hükmü hukukun olmadığı bir kaos dönemi, hırsızlık, tecavüz,
işkence ve katliam içinde bir çağdı ama aynı zamanda hasret duyulan tek
milin, İsa'nın İkinci Gelişi'nin ve Azizler Krallığı'nın peşreviydi. İnsanlar
sürekli, kehanet geleneğine göre son "eziyet dönemi"ni hem haber verip
hem de o zamana eşlik edecek olan "alametler"i takip ediyordu; bu "ala
metler" arasında kötü yöneticiler, yurttaşlarla ihtilaf, savaş, kuraklık, kıtlık,
veba, kuyrukluyıldızlar, önde gelen kişilerin ani ölümleri ve günahkarlık
taki genel artış olduğundan, alamet bulmak hiç zor olmuyordu. Hunlar,
Macarlar, Moğollar, Sarazenler (müslüman Araplar) veya T ürklerin istilası
veya istila tehdidi Deccal'ın yağmacıları, Gog ve Magog halkın anılarını
canlandırıyordu. Hepsinin ötesinde, tiran olarak görülebilecek her hüküm
dar Deccal özelliği taşıma eğilimindeydi; bu durumda hasmane tarihçiler
ona geleneksel rex iniquus1 2 unvanını verirdi. Böyle bir hükümdar ölürken
ardında gerçekleşmemiş kehanetler bırakırsa, rex justus'ta da yapıldığı gibi,
"haberci" statüsüne indirgenirdi ve bekleyiş devam ederdi. Burada da si
yasi sömürüye elverişli olan bir fikir vardır. Bir papanın, hasmını -kavgacı
bir imparatoru veya belki bir papa karşıtını- resmi olarak Deccal'ın kendisi
ilan etmesi ve bunun üzerine aynı lakapların bu hasma atfedilmesi sıkça
görülen bir durumdu.
11 Lat. Tanrı'nın emirlerine uyan, adil kral. (ç.n.)
1 2 Lat. Adil olmayan (hakkaniyetsiz) kral. (ç.n. )
39
Fakat Ahir Zaman hakkındaki fanteziler siyasi olayların ve karakterlerin
değerlendirilme şeklini ve siyasi mücadelelerin sürdürüldüğü dili sürekli
olarak etkilediyse de, sadece belirli toplumsal durumlarda dinamik toplum
sal bir mit (söylence) işlevi görmüşlerdi. Vakti geldiğinde bu durumların ne
ler olduğunu da inceleyeceğiz. Ama önce, ortaçağ Avrupa'sında her zaman
var olan ve zaman zaman mesih veya sahte-mesih rollerine talipler çıkaran
dini muhalefet geleneğine bakmamız gerekiyor.
40
İKİNCİ BÖLÜM
Dini Muhalefet Geleneği
41
diğini duymak istiyordu, böylece duyduklarıyla kendi deneyimleri arasında
ilişki kurabileceklerdi.
Kilise'nin yargılandığı standartlar, kendisinin Avrupa halklarının önü
ne bir ideal olarak koyduğu standartlardı; zira bunlar İncil'de ve Havarilerin
İşleri'nde anlatıldığı şekliyle ilk Hıristiyanlığın standartlarıydı. Bu standart
lar bir ölçüde havarilerin yaşamına göre biçimlendirilen manastır yaşamıyla
kutsallaştırılmıştı. "Ancak," diyordu Aziz Benedictus Kuralı, "babalarımız ve
havarilerimiz gibi ellerinin emeğiyle yaşadıklarında gerçekten keşiş olurlar."
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda Cluny ve Hirsau manastırları büyük reform
hareketini başlattığında amaç, manastır yaşamını Havarilerin İşleri'nde anlatıl
dığı haliyle ilk Hıristiyan toplulukların yaşamlarıyla daha yakından uyumlu
hale getirmekti: "İmanlıların tümü bir arada bulunuyor, her şeyi ortaklaşa kul
lanıyorlardı. [... ] Hiç kimse sahip olduğu herhangi bir şey için 'Bu benimdir'
demiyordu." Ama tüm bunlar manastır duvarları arasında kalıyordu ve hal
kın pek ilgisini çekmiyordu. İlk Hıristiyanların yoksulluğu ve basitliği ile ken
di çağlarının, dönemlerinin hiyerarşik olarak örgütlenmiş kilisesi arasındaki
uçurumu hoşnutsuzlukla belirten sıradan birileri her zaman oluyordu. Bu
insanlar, aralarında kutsallıklarına güvenebilecekleri, havariler gibi yaşayan
ve vaaz veren adamlar görmek istiyordu. Kiliseye karşı çıkmak anlamına gel
se de bu rolü doldurmaya hazırlıklı adamlar vardı. Kilisenin gözünde ancak
unvanı usulünce verilmiş papazlar vaaz verebilirdi; vaaz vermeye kalkan sı
radan insanlar kilise tarafından yasaklanıyordu. Ne var ki ortaçağ Avrupa'sın
da, meslekten olmayan vaizlerin havarileri taklit ederek ortalıkta gezinmediği
bir zaman dilimi neredeyse yoktur. Altıncı yüzyılda Galya'da bu tür insanların
olduğu biliniyordu ve llOO'lere kadar zaman zaman ortaya çıkmaya devam
ettiler, bu tarihten sonra ise birden hem sayıları hem de önemleri arttı.
Değişim, ortaçağ Hıristiyanlığının tarihini ara ara kesintiye uğratan Ki
lise'yi içerden yenileme çabalarından birinin yan ürünü olarak görülebilir;
bu vakada reformun arkasındaki dinamizm papalığın kendisinden gelmiş
ti. Ortaçağda manastırlar da dahil Kilise, tüm düzeylerdeki dini atamaları
kontrol eden seküler hükümdarlara ve soylulara bağlı hale gelmişti. Ama on
birinci yüzyıl boyunca birbirini izleyen gayretli papalar Kilise'nin özerkliğini
42
kurmaya kalktı; bu da ruhbanın ruhani seçkinler olarak sıradan insanlardan
ayrı ve onların üstündeki özel konumunun ve saygınlığının vurgulanması
nı getirdi. Korkulan bir papa olan V II. Gregorius, özellikle dini görevlerin
parayla satın alınmasını kaldırmak ve (rahiplerin çoğunun evli olduğu veya
nikahsız birlikte yaşadığı bir dönemde) ruhbanın bekar kalmasını sağlamak
için yoğun bir çaba harcadı.
Bu papalık politikasını uygulamaya çalışan reform savunucuları, itaat et
meyen ruhbana karşı sıradan halkın hislerini kışkırtmaktan çekinmedi. Ki
mileri, görevlerini parayla satın alan piskoposların Şeytan'a hizmet ettiğini
ve onların yaptığı papaz atamalarının geçersiz olduğunu ortaya atacak ka
dar ileri gitti. Piskoposluk konseyleri evli veya metresi olan papazların ayin
düzenlemesini tekrar tekrar yasakladı; V II. Gregorius da aynı şekilde. Orto
doks reformcular, elbette, hak etmeyen papazların yürüttüğü dini ayinlerin
geçersiz olduğunu iddia etmiyordu; ama bu tür düşüncelerin halk arasında
yayılmaya başlamış olması şaşırtıcı değildir. Büyük reform hareketi sıradan
erkeklerin ve kadınların dini heveslerini yoğunlaştırmıştı; apostolik hayatın
kutsal adamlarına duyulan hasret her zamankinden fazlaydı. On birinci yüz
yılın sonunda, yeni uyanan dini enerji Kilise'nin kontrolünden çıkmaya ve
Kilise'ye karşı gelmeye başlıyordu. Artık gerçek bir papaz için sınavın pa
pazlığa atanması değil, apostolik hayat şekline olan sadakati olduğu yaygın
olarak kabul ediliyordu. Bundan böyle, yetkilendirilmemiş gezgin vaizler,
arkalarında daha önce hiç görmedikleri bir kalabalık bulmayı bekleyebilirdi.
On ikinci yüzyılın başlarında Fransa'da parlayan tipik bir bağımsız vaize
göz atmak kayda değerdir. Bu kişi Henry adında eski bir keşişti, manastırı
nı terk edip yollara düşmüştü. 1116'nın Kül Çarşambası'nda15 dikkat çeker
bir halde Le Mans'a varmıştı: Önünden giden iki müridi, Kudüs'e yaklaşan
İsa'yı anımsatıyordu; müritler, efendileri piskoposmuşçasına, ellerinde bir
haç taşıyordu. Asıl piskopos, Lavardin'li Hildebert, tüm bunları iyi karşıla
dı; hatta Henry'nin kasabadaki Büyük Perhiz ayinlerinde vaaz vermesine
karışmadı ve ihtiyatsız davranarak Roma'ya uzun bir yolculuğa çıktı. Pis
ıs Kül Çarşambası, Hıristiyanlıkta Paskalya'ya kadar kırk gün süren Büyük Perhiz'in ilk günüdür.
(ç.n. )
43
kopos arkasını döner dönmez -sadece bir kıl gömlek16 giyen, güçlü bir ses
bahşedilmiş, sakallı genç bir adam olan- Henry yerel ruhbanın aleyhine vaaz
vermeye başladı. Kendisine hevesli dinleyiciler buldu. Le Mans halkı ruh
banına karşı gelmeye çoktan hazırdı, zira ruhban rüşvet yiyor ve ahlaksızca
yaşıyordu. Dahası Le Mans piskoposları uzun zamandan beri yerel siyasette
etkindi ama pek sevilmiyorlardı, çünkü kasaba sakinlerinin derebeyliklerin
den kurtulmaya çalıştığı kontlara destek veriyorlardı. T üm bunlar hesaba
katıldığında, Henry'nin vaazlarından kısa süre sonra insanların sokaklarda
papazları dövmesi, çamurda yuvarlaması şaşırtıcı değildi.
Ruhban tarihçilerin Henry'ye yönelttiği cinsel serbesti ve sapkınlık suçlama
larına inanmaya gerek yok, zira bunlar dini muhalefete düzenli olarak getirilen
beylik suçlamalardı. Aksine, Henry cinsel kanaatkarlık vaaz ediyordu; kadınları
zengin kıyafetlerini ve süslemelerini sırf bu amaç için yakılan şenlik ateşlerine
atmaya ikna ediyor, fahişeleri kendi müritleriyle evlendirerek ıslah ediyordu.
Ama ruhban karşıtı gayretleri şüphe götürmezdir. İtalya'da ve Provence'da aktif
olduğu sonraki yıllarda Kilise'nin otoritesini tamamen reddetti; Kilise'nin ata
dığı papazların ekmek ve şarap kutsama, günah çıkarttırma ya da nikah kıyma
yetkisinin olmadığını söylüyordu. Vaftizin inancın sadece harici bir işareti olarak
yapılması gerektiğini öğretiyordu. Kilise binaları ve resmi dinin tüm debdebesi
gereksizdi. İnsan herhangi bir yerde de bir kilisede olduğu gibi dua edebilirdi.
Gerçek Kilise yoksulluk ve basitlik içinde apostolik hayatı sürdürenlerden olu
şuyordu; komşuyu sevmek gerçek dinin özüydü. Henry bu mesajı vermek için
doğrudan Tanrı tarafından görevlendirildiğini düşünüyordu.
Henry' nin birçok halefi olacaktı. Orta çağ boyunca dini reform talebi sür
dü; zamana ve mekana göre detayları değişse de bu talebin arkasındaki ideal
özünde aynı kaldı. Dört yüzyıl boyunca, Waldoculardan Ruhani Fransisken
lere ve Anabaptistlere, havariler gibi yoksul ve basit bir yaşam sürerek ge
zinen ve ruhani rehberlik almak için istekli sıradan halka İncil'i vaaz eden
adamlar bulabilirdiniz.
Elbette bu ideal sadece muhalifler veya (o dönemde isimlendirildikle
ri gibi) heretiklerle sınırlı değildi. Henry'nin döneminde dahi Arbrissel'li
16 Tövbekarlar ve münzevilerin giydiği, cildi rahatsız edecek şekilde kıldan yapılmış gömlek. (ç.n.)
44
Robert ve Xantenli Aziz Norbert gibi başka keşişler vardı ve bunlar papanın
tam izniyle gezgin vaizler olarak dünyaya açılıyordu; on üçüncü yüzyılda
Fransisken ve Dominiken tarikatları kurulduğunda özellikle apostolik hayata
göre şekillendirilmişlerdi. Aslında kurumsallaşmış Kilise çerçevesi içinde ilk
Hıristiyanlık idealini gerçekleştirmeye yönelik çeşitli çabalar olmasaydı, mu
halefet hareketi olduğundan çok daha büyük olurdu. Yine de bu girişimlerin
hiçbiri tamamen başarılı olmadı. Vaaz veren keşişler ve frerler17 her seferinde
manastır duvarlarının arkasına çekildi ya da siyasal nüfuz uğruna kutsiyetin
peşinde gitmeyi bıraktılar. Başlangıçta apostolik yoksulluğa kendini adayan
yenilikçi tarikatlar her seferinde büyük servetler elde ederek son buldu. Ve
ne zaman bu olsa sıradan halkın bir kesimi manevi bir boşluk hissediyor ve
birtakım heretik vaizler bu boşluğu doldurmak için öne çıkıyordu.
Normalde bu vaizler ruhani rehberler olarak kendilerini öne sürüyordu.
Ama bazen çok daha fazlası olduklarını iddia ediyorlardı: ilahi kelam fısıl
danmış peygamberler, mesihler, hatta vücut bulmuş tanrılar. Bu fenomen
elinizdeki çalışmanın kalbini oluşturuyor ve şimdi bunun ilk örneklerinden
bazılarını incelemenin zamanıdır.
45
Another random document with
no related content on Scribd:
Señora Vallejo’s hand went out, but there flashed from the eyes of
Anita Fernandez a warning, and the hand was withdrawn. The
caballero arose and tendered the handkerchief again, to have
Señora Vallejo turn her back and face the girl.
“Perhaps, Anita dear, we should return now,” she said. “Evening
approaches, and there will be a fog rolling up the valley.”
“As you please, Señora Vallejo.”
The girl turned from the creek and started walking up the slope. The
caballero stood in the path before her, determined. Anita Fernandez
stopped, and seemed to look through him and at the mission
beyond. From the adobe wall hurried Pedro, the giant neophyte, who
had been watching and feared an affront to the women.
“You are being annoyed, señorita?” he asked.
“How could that be?” she demanded, laughing lightly. “There is none
here to annoy me, unless it be Señora Vallejo.”
“I beg your pardon, señorita. I thought I heard someone speak.”
“’Twas but the distant barking of a coyote, Pedro. You may follow us
to the guest house, if you wish. I will give you something for your
little girl.”
They started toward the caballero again and for a moment it seemed
that they must recognise his presence. But Anita Fernandez had a
subterfuge to prevent that. Just before reaching him, she turned
aside, and the others followed.
“I must speak to the padre about the neophytes allowing rubbish to
collect so near the mission,” she said. “It always should be burned.
Look at the stuff here!”
She pointed to the caballero’s cloak, and with one tiny foot she
kicked scornfully at the guitar. Then she swerved back toward the
path again, and the others followed her toward the plaza. The
caballero picked up the guitar and pressed his lips to the place
where her foot had struck, knowing well that Señora Vallejo was
watching him, though she pretended not to be.
He looked after them until the girl and woman had passed around
the end of the adobe wall and Pedro had gone to his own hut.
Darkness was gathering rapidly now; lights appeared in the
buildings; before the door of the storehouse sat a circle of men,
talking and laughing, sipping bowls of wine. Sitting on the ground, his
back against a rock, the caballero watched the scene.
“A beautiful woman,” he mused. “Proud, spirited, kind though she
does not suspect it, naturally intelligent, very much to be desired.”
One by one the lights in the buildings disappeared. The men before
the storehouse crept away to rest. A fray called to a neophyte
standing guard. And then there was no noise save for the singing of
the breeze through the orchard, and the distant howling of a coyote.
Presently the caballero arose and picked up his guitar, and crept up
the slope until he reached the adobe wall. He followed it to the end
of the plaza; made his way slowly through the darkness to the guest
house. There he stationed himself below an open window and began
playing softly. Several minutes he played, knowing a neophyte stood
a score of feet away, watching; and then he began to sing a love
song of Old Spain, a song of strong men and fair women. Between
two verses he heard the voice of Señora Vallejo.
“Anita, child, do you hear?”
“Yes, Señora Vallejo,” the girl replied, clearly. “The coyotes are
growing bold again. One is howling now beneath my window.”
CHAPTER V
VISITORS
The fire died down for lack of fuel, until only a small bed of coals
remained to glow like a great red eye in the black night. There was
no moon. The caballero, warm and dry, had spread his cloak on the
ground and was stretched upon it, half asleep, listening to the
rushing of the creek and the screeching of the wind that swept up the
valley from the sea.
He sensed the presence of human beings near him, and without
changing his position on the cloak he let his right hand slip slowly
along his side until it gripped the butt of his pistol. And there he
remained, trying to pierce the black night with his eyes, ears strained
to catch the slightest sound.
His horse snorted in sudden fear; the caballero gripped the pistol
tighter, half minded to spring to his feet, yet declining to do so for
fear it might be some prowling neophyte attempting to frighten him
and carry a tale back to the huts in the plaza of how the caballero
had been stricken with fear in the night.
“Señor!” The warning hiss seemed to come from a great distance,
borne on the raging wind. He knew it was an Indian who spoke; and
the inflection of the single word expressed that the speaker was
merely trying to attract his attention, not threatening, not warning of
some imminent peril.
The caballero rolled over slowly and sat up, yawning behind his
hand, like a man displeased at an interruption. Though every sense
was alert, there was nothing in his manner to indicate to a watcher
that he had been startled or that the unknown voice out of the night
had carried fright to him.
He looked across the bed of coals, and saw nothing. He glanced at
either side, but no leering face came from the blackness, no dark
form slipped toward him, knife in hand to attack, or finger on lips to
caution silence. The horse snorted again.
“Señor!” Once more the hiss, and it seemed nearer.
“Well?” the caballero demanded, half angrily and in a questioning
tone.
“It is a friend who would aid you.”
A handful of dry grass and leaves remained near the fire; now the
caballero arose slowly, picked up the fuel and took a quick step
toward the glowing coals.
“Not that, señor!” came the sudden warning. “Guards about the
mission will see!”
The caballero hesitated, not knowing whether to treat the man in the
darkness as friend or foe. Then he laughed lightly and dropped the
grass and leaves.
“Approach, then, so I may see you!” he commanded.
He heard someone slipping through the mud. Gazing across the bed
of coals he saw an Indian face come from the darkness, just the bare
outline of a face half seen in the night—thick black hair bound back
from the forehead, two piercing eyes, an aggressive chin. The Indian
stooped so that the reflection from the dying fire illuminated his
features for an instant.
At the point of speaking, the caballero felt his tongue seem to grow
paralyzed. Beside the face of the Indian another had appeared—and
another—another, until six faces peered at him from the darkness
and six Indians squatted in the mud on the other side of the bed of
coals.
“We have come, señor,” the spokesman said.
“That is plainly to be seen.”
“At first we were not sure, and then word came to-day by a runner
from an old man at San Luis Rey de Francia, who said he had given
you lodging for a night, and, also, we saw how you were treated by
the people of the mission and the presidio. So we came.”
“And now—?” the caballero asked.
“What is your wish, señor? In a cañon five miles away there is a
comfortable camp, and if you desire we’ll guide you to it.”
“I am of the opinion I’d much rather remain where am.”
“We do not understand your ways, señor, yet we trust you. If it is
your desire to remain here beneath the mission walls, undoubtedly
you have some good reason. But you must have a camp, señor—
shelter and food and drink—and those of the mission will give you
none.”
“You speak truth there,” the caballero admitted.
“Thinking, perhaps, you may decide to remain near the mission, we
carried with us material for your camp. We can pitch it for you beside
the creek in a very short time, señor. When the dawn comes, those
of the mission will find Captain Fly-by-Night in a comfortable teepee,
with skins for his bed, an abundance of food and wine, cooking
vessels, a heap of fuel. Every night one of us will fetch fresh meat
and other food, and hear what you may have to say in the way of
orders.”
“This kindness will be the death of me,” said the caballero.
“We cannot do too much for Captain Fly-by-Night. We may build your
camp?”
“I always accept what Heaven provides. On the level spot half a
hundred feet from the creek would be an acceptable place.”
The six Indians bowed before him and merged into the darkness.
Chuckling to himself, the caballero sank back on his cloak and
listened, but he did not release his grip on the butt of his pistol.
Sounds came to him through the night from a short distance away—
muttering voices, flapping skins, the squashing of wet moccasins in
the mud. Half an hour passed, and then he heard the voice of the
spokesman again:
“Señor.”
“Well?”
“The camp is prepared; everything is ready. It is best that we slip
away before being heard or seen. At midnight each night some one
of us will visit you, señor, and bring provisions. And now—is there
anything you would command this night?”
“Nothing. You have done well, it seems.”
“You will be guarded, señor. There are friends of Captain Fly-by-
Night inside the mission walls, but they must move carefully.”
“I should think so.”
“Everything is in the teepee, even to food for your horse. The fire is
laid before it, and you have but to strike flint and steel. Adios, señor.”
“Adios!”
The Indian’s face disappeared again, the caballero heard the
slipping steps retreating, another fragment of language, and then
silence except for the rushing wind and the roaring creek.
For half an hour he waited, smiling, fumbling at his pistol, listening,
and then he got up and stepped away from the bed of coals to be
swallowed up in the darkness. He was taking no chances with the
unknown, however. Step by step, and silently, he made a wide circle
and approached the teepee. Standing beside it he listened intently,
but heard nothing.
Before the crude habitation was a heap of dry grass and wood, as
the Indian had said. He sent sparks flying among the fuel, fanned
them to a blaze, and waited back in the darkness a few minutes
longer. Then he hurried forward and threw back the skins from the
door of the teepee.
The work had been well done. Boughs were on the ground, skins
spread upon them. In a corner was a jug of wine, another of water, a
quarter of mutton, a quantity of wheat-paste. Two rabbits, skinned
and cleaned and spread on forked sticks, were beside the mutton. A
dirty, ragged blanket, folded, was against the wall.
There was no fear of treachery in the heart of the caballero now. As
quickly as possible he got his cloak, sword and guitar, and carried
them into the teepee; he found grain and hay where the Indians had
left them—near the fire—and carried a generous amount to his
horse. Then he returned to the teepee, threw himself upon the
blanket facing the fire, and slept.
Slept—and awoke to find the bright sun beating down upon his face,
that the creek had fallen until it was scarcely more than its normal
size, that neophytes and frailes were at work again repairing the
base of the abode wall, and that now and then one of them looked
with wonder at the teepee that had been pitched during the night.
“Curiosity will do them good,” the caballero mused.
It was a royal meal he prepared that bright morning. Steaks of
mutton, one of the rabbits he broiled over a bed of coals, cakes of
wheat-paste were made, and, sitting out where all could see, the
caballero ate his fill and washed down the food with wine so rich and
rare that he knew no Indian had taken it from his own store. It was
good mission wine such as no Indian possessed unless he had
purloined it in a raid.
He stretched a skin and poured half the water on it for the horse, for
that in the creek was not yet fit for drinking. He gave the animal
another measure of grain and wiped his coat smooth with a skin, and
polished the silver on saddle and bridle, singing as he worked so that
his voice carried to the plaza.
At an early hour he observed a neophyte ride away in the direction of
the presidio, to return within a short time with the comandante. In the
plaza the officer held a consultation with a fray, looking often at the
teepee down by the creek, and then the man in uniform stalked
down the slope, swaggering and twirling his moustache. The
caballero arose as the other approached.
“It appears that you have a habitation, Captain Fly-by-Night,” the
lieutenant said.
“As a temporary refuge, it will do.”
“The manner of your getting it is mysterious, to say the least.
Teepees do not sprout overnight from the mud.”
“Yet it came during the night, señor.”
“From whom?”
“That is a question concerning myself, officer.”
“Perhaps it concerns others at San Diego de Alcalá. The frailes at
the mission seem to know naught of it.”
“There are many things the frailes of the mission do not know,” the
caballero replied. “There are things, also, unknown to the soldiers of
the presidio.”
“You are over bold to say it, señor. Is your hand so strong that you
can throw secrecy and pretence aside?”
“When you speak of secrecy and pretence, officer, I do not know
your meaning. It is my own business how I acquired a habitation and
food. I am a man of resource, señor. And are you not afraid that
you’ll be ostracized if you are observed speaking to me?”
“It is a part of my business to investigate suspicious characters,” the
lieutenant said.
“Have a care, officer! The score I hold against you already is a heavy
one!”
“Your presence here, and your manifest determination to remain, are
annoying, señor.”
“Were you at your post at the presidio, it would not annoy you, allow
me to say.”
“Those of the mission——”
“I have been given to understand, señor,” the caballero interrupted,
“that I do not exist for those at the mission. As for yourself, if you
seek hospitality I have none to offer you. Suppose you give me the
pleasure of your absence.”
“Señor!”
“Señor!” the caballero mocked, sweeping sombrero from his head
and bowing low.
The comandante snarled in sudden rage and his blade leaped half
from its scabbard. Taking a step backward, the caballero put hand to
hilt again, and waited. Thus they faced each other beside the creek,
while frailes and neophytes watched from the wall, expecting the two
men to clash. But the rage died from the officer’s face, and he
snapped his sword back in place again.
“You are a clever rogue, Captain Fly-by-Night,” he said. “Almost you
taunted me to combat. An officer of his excellency’s forces cannot
stoop to fight with such as you.”
“You fear such a thing, perhaps?”
“Señor!” the officer cried.
He looked for a moment at the smiling face of the caballero, ground
his teeth in his rage, whirled upon his heel, and strode away up the
slope, anger in the very swing of his body. Before the teepee the
caballero picked up guitar and began to play and sing.
Mud flew from beneath the hoofs of the comandante’s horse as he
galloped back toward the presidio. Frailes and neophytes resumed
their work. Two hours passed—and then there appeared two
soldiers, mounted, who stopped at the plaza, spoke to the frailes,
handed their horses over to Indians, and strolled down toward the
creek.
They did not approach near the teepee, nor did they seemingly give
the caballero more than a passing glance. Yet he knew that he was
to be under surveillance, that he would be watched by these men
night and day, others from the presidio relieving them from time to
time. And he expected guests at midnight!