Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Biny■l■n Pe■inde Devrimci

Biny■lc■lar ve Ortaça■■n Mistik


Anar■istleri 1st Edition Norman Cohn
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/binyilin-pesinde-devrimci-binyilcilar-ve-ortacagin-mistik
-anarsistleri-1st-edition-norman-cohn/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Fanatiques Apocalypse Norman Cohn

https://ebookstep.com/product/fanatiques-apocalypse-norman-cohn/

Orta Ça■ Avrupas■ Sosyal Kültürel Ve Ekonomik Hayat 1st


Edition Özlem Genç

https://ebookstep.com/product/orta-cag-avrupasi-sosyal-kulturel-
ve-ekonomik-hayat-1st-edition-ozlem-genc/

Harro ile Libertas Bir A■k ve Direni■ Hikayesi 1st


Edition Norman Ohler

https://ebookstep.com/product/harro-ile-libertas-bir-ask-ve-
direnis-hikayesi-1st-edition-norman-ohler/

■mparatorluk Oyunlar■ Avrupa ve Ortado■u yu


■ekillendiren Y■llar 1st Edition Norman Stone

https://ebookstep.com/product/imparatorluk-oyunlari-avrupa-ve-
ortadogu-yu-sekillendiren-yillar-1st-edition-norman-stone/
Bat■ da Siyasal Du s u nceler Tarihi Eski ve Orta C ag
lar 6th Edition Mete Tunçay

https://ebookstep.com/product/bati-da-siyasal-du-s-u-nceler-
tarihi-eski-ve-orta-c-ag-lar-6th-edition-mete-tuncay/

Göç Yolundan Devrimci Yol a 1st Edition ■ükrü Y■lmazer

https://ebookstep.com/product/goc-yolundan-devrimci-yol-a-1st-
edition-sukru-yilmazer/

Dervi■ler Tarihi Antropolojisi Mistik Yönü 1st Edition


Alberto Fabio Ambrosio

https://ebookstep.com/product/dervisler-tarihi-antropolojisi-
mistik-yonu-1st-edition-alberto-fabio-ambrosio/

A crise do mundo moderno 1st Edition Pe Leonel Franca

https://ebookstep.com/product/a-crise-do-mundo-moderno-1st-
edition-pe-leonel-franca/

Orta C ag Avrupa Tarihi 1st Edition O Zlem Genc

https://ebookstep.com/product/orta-c-ag-avrupa-tarihi-1st-
edition-o-zlem-genc/
Norman Cohn
Komünizm ve Nazizm gibi 20. yüzyılın totaliter ideolojilerinin ardında, ortaçağdaki apokaliptik
hareketlerle ilişkili söylencelerin yattığı savıyla pek çok tarihçi ve sosyal bilimciyi etkilemiştir.
Binyılın Peşinde adlı yapıtı, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'da derin izler bırakmış kurgu dışı eserler
arasında yer alır. Cohn bu çalışmasında, Haçlı Seferleri ile başlayıp 16. yüzyılda Anabaptistlerle
son bulan zaman dilimi içinde, yoksulların makus talihlerini kırma arzusunun, sonunda yeni bir
cennetin ortaya çıkacağı İsa ile Deccal arasındaki son kapışmaya ilişkin kehanetlerle nasıl iç içe
geçtiğini anlatır. Asıl ismi Norman Rufus Colin Cohn. 1915'te Londra'da doğdu. Oxford'da Christ
Church'ten ortaçağ ve modern diller alanında üstün dereceyle mezun oldu. 2. Dünya Savaşı'nda
istihbaratta görev aldı, savaşın hemen ardından Viyana'da SS üyelerini soruşturdu, Doğu Avrupa'ya
kaçan mültecilerle buluştu. 1941'de, bir Menşevik devrimcinin kızı olan yazar Vera Broido ile
evlendi. 1946-1951 yıllarında Glasgow Üniversitesi'nde Fransızca dersi verdi. Binyılın Peşinde' nin
on yıl sürecek yazımı burada başladı. Sonra sırasıyla İrlanda, İngiltere, Amerika ve Kanada'daki
üniversitelerde görev aldı. Holocaust'ta birçok yakınını kaybettiği için nefretin kökleri ve soykırım
üzerine tutkuyla eğildi. l 966'da, kadim mitlerin modern ideolojilerle birleşerek ırkçılığa nasıl geçit
verdiğini ortaya koyan Warrant for Genocide adlı çalışması yayımlandı. 2007'de öldü. Europe's
lnner Demons (1975), Cosmos, Chaos, and the World to Come (1993) ve Noah's Flood (1996) diğer
önemli eserleridir.

Defne Karakaya
Samsun Anadolu Lisesi'nin ardından Koç Üniversitesi Sosyoloji ve Tarih bölümlerinden mezun
oldu. Orta Avrupa Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Bölümü'nde yüksek lisans yaptı.
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde doktora derslerini tamamladı,
devam etmedi. Koç Üniversitesi Yayınları'nda editör ve yayın koordinatörü olarak çalıştı. Halen
editörlük ve çevirmenlik yapıyor.
Kırmızı Kedi Yayınevi: 1214
Kırmızı Kedi Akademi: 3

Özgün adı: The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Mi/lenarians


and Mystical Anarchists of the Middle Ages

Binyılın Peşinde: Devrimci Binyılcılar ve Ortaçağın Mistik Anarşistleri


NormanCohn
Çeviren: Defne Karakaya

© NormanCohn, 1961, 1970; revised edition: Oxford University Press, 1970


©Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018

Bu kitabın Türkçe yayın hakkı Akcalı Telif Hakları Ajansı araalığıyla alınmıştır.

Binyılın Peşinde: Devrimci Binyılcılar ve Ortaçağın Mistik Anarşistleri, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş
Baskı ilk kez İngilizce olarak 1970 yılında yayımlanmıştır. Bu çeviri Oxford University Press ile yapılan
anlaşmayla yayımlanmaktadır. Kırmızı Kedi Yayınevi, özgün eserden yapılan bu çeviriden tek başına
sorumludur ve Oxford University Press bu çevirideki herhangi bir hata, eksiklik veya yanlışlık veya
belirsizlikten ya da bunlardan kaynaklı herhangi bir anlam kaybından sorumlu tutulamaz.

The Pursuit of the Millenium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Revised
Edition was originally published in English in 1970. This translation is published by arrangement with
Oxford University Press. Kırmızı Kedi Publishers is solely responsible for this translation from the original
work and Oxford University Press shall have no liability for any errors, omissions or inaccuracies or
ambiguities in such translation or for any losses caused by reliance thereon.

Yayın Yönetıneni: Enis Batur

Editör: Volkan Atmaca


Redaksiyon: Sevda Akyüz
Kapak Tasarımı: Cüneyt Çomoğlu
Sayfa Tasarımı: M. Aslıhan Özçelik

Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın, hiçbir şekilde
kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

Birinci Basım: Mart 2020, İstanbul


ISBN: 978-605-298-628-8
Kırmızı Kedi Sertifika No: 40620

Baskı: Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık AŞ.


Dudullu Organize San. Bölgesi 1. Cad. No: 16
Ümraniye/İSTANBUL
T: 444 44 03 Sertifika No: 42716

Kırmızı Kedi Yayınevi


kirmizikedi@kirmizikedi.com / www.kirmizikedi.com
facebook.com: kirmizikediyayinevi / twitter.com: krmzkedikitap
instagram: kirmizikediyayinevi
Ömer Avni Mah. Emektar Sok. No: 18 Gümüşsuyu 34427 İSTANBUL
T: 0212 244 89 82 F: 0212 244 09 48
Norman Cohn

BİNYILIN PEŞİNDE

Devrimci Binyılcılar ve Ortaçağın Mistik Anarşistleri

Gözden geçirilmiş ve genişletilmiş baskı

Çeviren: Defne Karakaya


İçindekiler

Resimler/ 7
Teşekkür/ 9
Önsöz / 11
Giriş: Kitabın Kapsamı / 17

BİRİNCİ BÖLÜM Apokaliptik Kehanet Geleneği


Yahudi ve İlk Dönem Hıristiyan Apokaliptiği / 21
Ortaçağ Avrupa'sında Apokaliptik Gelenek / 32

İKİNCİ BÖLÜM Dini Muhalefet Geleneği


Apostolik Hayat İdeali / 41
İlk Mesihlerden Bazıları / 45

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Yolunu Kaybetmiş Yoksulların Mesihçiliği


Hızlı Toplumsal Değişimin Etkisi / 61
Birinci Haçlı Seferi'ndeki Yoksullar / 69

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Azizler Deccal'ın Ordularına Karşı


Ahir Zaman Kurtarıcıları / 81
Şeytani Ordular / 85
Fantezi, Kaygı ve Toplumsal Mit / 95

BEŞİNCİ BÖLÜM Haçlı Seferlerinin Sonraki Etkileri


Sahte Baldwin ve "Macaristan'ın Efendisi" / 101
Yoksulların Son Haçlı Seferi / 111

ALTINCI BÖLÜM Mesih Olarak İmparator Frederick


Joachim Kehaneti ve il. Frederick / 123
Frederick'in Dirilişi / 129
Gelecek Frederick İçin Manifestolar / 134

YEDİNCİ BÖLÜM Kendini Feda Eden Kurtarıcılardan Oluşan Elit Zümre


Kırbaçlama Hareketinin Doğuşu / 143
Devrimci Kırbaççılar / 152
Thüringen'in Gizli Kırbaççıları / 159
SEKİZİNCİ BÖLÜM Ahlaküstü Üstinsanlardan Oluşan Elit Zümre (i)
Özgür Ruh Heresisi / 165
Amauriler / 169
Özgür Ruh'un Sosyolojisi / 1 74

DOKUZUNCU BÖLÜM Ahlaküstü Üstinsanlardan Oluşan Elit Zümre (ii)


Hareketin Yayılışı / 181
Kendini Tanrılaştırmaya Giden Yol / 190
Mistik Anarşizm Doktrini / 195

ONUNCU BÖLÜM Eşitlikçi Doğal Durum


Antikite Düşüncesinde / 207
Patristik Düşüncede ve Ortaçağ Düşüncesinde / 212

ON BİRİNCİ BÖLÜM Eşitlikçi Binyıl (i)


İngiliz Köylü İsyanı' na Dair Dipnotlar / 221
Taborit Apokaliptiği / 228
Bohemya' da Anarko-komünizm / 238

ON İKİNCİ BÖLÜM Eşitlikçi Binyıl (ii)


Niklashausen Davulcusu / 249
Thomas Müntzer / 262

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Eşitlikçi Binyıl (iii)


Anabaptizm ve Toplumsal Huzursuzluk / 281
Münster, Yeni Kudüs / 291
Leiden'li Jan'ın Mesihçi Hükümdarlığı / 302

Sonuç/ 313
Ek: Cromwell'in İngiltere' sinde Özgür Ruh: Ranterler ve Ranter Yazını / 321

Notlar ve Kaynakça / 373


Dizin/ 479
RESIMLER

1 . Deccal'ın Hikayesi. Hartmann Schedel'in Liber cronicarum eserinden, Mic­


hel Wohlgemuth ve Wilhelm Pleydenwurff'un ağaç baskılarıyla. Nurem­
berg, 1493. (British Museum)
2. Melchior Lorch: Deccal olarak Papa, 1545. (Courtauld Institute of Art)
3. Albrecht Dürer: Gazap Günü. 1498 tarihli Apokalypse serisinden. (British
Museum)
4. Yahudilerin Hıristiyan oğlan çocuğunu öldürme töreninin bir ortaçağ ver­
siyonu. Schedel'in Liber cronicarum'undan. (British Museum)
5. Zengin Adam ve Lazar. Tarn-et-Garonne kentinin Moissac kasabasındaki
Saint-Pierre Kilisesi'nin güney sundurmasında bulunan on ikinci yüzyıla
ait heykel. (Courtauld Institute of Art,© Bayan J.P. Sumner)
6. (a) ve (b) Kırbaççıların geçit töreni ve Yahudilerin yakılışı, 1349. Gilles li
Muisis'in Brüksel' deki Bibliotheque Royale de Belgique'de bulunan Chro­
nica elyazmasından (MS 13076-77).
7. Niklashausen Davulcusu. Schedel'in Liber cronicarum 'undan. (British Mu­
seum)
8. Çağdaşlarının tahayyülünde Ranterler. The Ranters Declaration, 1650. (Bri­
tish Museum)
9. Heinrich Aldegrever: Kral olarak Leiden'li Jan, 1536. (British Museum)

7
TEŞEKKÜR

Bu kitaptaki resimler British Museum, Biblioteque Royale de Belgique, Cour­


tauld Institue of Art ve Bayan J.P. Sumner'ın izniyle kullanılmışbr. Müteveffa
Prof. G.R. Owst ve Cambridge University Press'e Literature and Pulpit in Me­
dieval England kitabından John Bromyard'ı alıntılamama izin verdikleri için
müteşekkirim.

9
ÖNSÖZ

Binyılın Peşinde'nin üçüncü baskısının yayımlanması metni etraflıca göz­


den geçirme imkanı verdi. Kitapla ilgili çalışmalara başlayalı neredeyse çey­
rek yüzyıl, kitabı bitireli ise on üç yıl oldu. Onca zamanın ardından kitapta
değiştirecek veya netleştirecek bir şey bulamamış olsam, bilimin ilerlemesine
veya benim zihinsel esnekliğime -ya da her ikisine birden- hakaret olurdu.
Gerçek şu ki değiştirecek bir sürü şey gördüm. Yeni versiyonda on iki değil,
on üç bölüm var; Giriş ve Sonuç bölümleri tamamen farklı; başka iki bölümde
kökten değişiklikler yapıldı ve kitabın tamamında çok sayıda ufak değişiklik
oldu. Tüm bunların ne anlama geldiğini bilmek isteyen okurlar olacaktır. O
halde değişiklikler şöyle özetlenebilir:
Öncelikle yeni araştırmaların sonuçları dikkate alındı. Binyılın Peşinde ha­
len alanında, yani 1 1 . ve 16. yüzyıllar arasında Batı Avrupa' da geliştiği haliy­
le devrimci binyılcılık geleneği ve mistik anarşizm konusunda yazılmış tek
kitap. Ancak, kısa makalelerden uzun kitaplara, bu hikayenin belirli boyut­
larına ve bölümlerine pek çok yeni katkı yapıldı. Özellikle gizemli bir tarikat
olan Özgür Ruh'a dair resim Romalı Profesör Romana Guarnieri'nin çabaları
sayesinde tamamlandı. Bu çabaların arasında Marguerite Porete'in yazdığı
Le Mirouer des simples iimes [Basit Ruhların Aynası] kitabının tanımlanması
ve derlenmesi de bulunuyor. Özgür Ruh'un bu temel metni, elinizdeki ça­
lışmanın Ek'inde bulunan çok sonraki Ranter metinlerini harika bir şekilde
tamamlar. Prof. Guarnieri ayrıca tarikatın İtalya'nın yanı sıra Kuzey ve Orta
Avrupa' daki tam tarihine dair bugüne kadar yapılmış en yakın yaklaşımı su­
nuyor. Benzer şekilde, Taboritler, Pikarti ve Bohemyalı Ademiler hakkındaki
bilgilerimiz Çekoslovakya kökenli Marksist çalışmaların sürekli akışının yanı
sıra Amerikalı Profesör Howard Kaminsky'nin etkileyici ve aydınlatıcı ma-

11
kaleleri sayesinde derinleşti. Bu büyük çaplı yeni bilgiler daha az önemli pek
çok bilgiyle birlikte kitabın ilgili bölümlerine eklendi.
Binyılın Peşinde hiçbir zaman ortaçağda dini muhalefet ile "heresi"nin1
(zındıklık) genel tarihini vermek gibi bir amaç gütmediğinden, bu alanda
yapılan son çalışmaların çoğu (ki bunlar bol miktarda) kitabın savına temas
etmiyor. Yine de Prof. Jeffrey Russell'ın Dissent and Reform in the Early Middle
Ages [Erken Ortaçağda Muhalefet ve Reform], Prof. Gordon Leff'in Heresy
in the Later Middle Ages [Geç Ortaçağda Heresi] ve Prof. George Williams'ın
The Radical Reformation [Radikal Reformasyon] isimli kitapları gibi kapsamlı
ve yetkin çalışmaları okumak zihin açıcı bir deneyim. Bu çalışmalar Binyılın
Peşinde'yle birkaç bölümden fazla örtüşmüyor; ancak birlikte 8. yüzyıldan
16. yüzyıla kadarki dini muhalefetin devasa bir tarihini sunuyorlar. Bu geniş
bağlamda düşünüldüğünde, elinizdeki kitapta anlatılan tarikatların ve ha­
reketlerin istisnai ve aşırı oldukları daha açık ortaya çıkıyor: Dini muhalefet
tarihindeki en mutlak anarşik kanadı oluşturuyorlar. Yeni Giriş onların hu­
susiyetlerini tanımlarken, İkinci Bölüm büyük resimdeki yerlerini gösteriyor.
Bu tarikatların ve hareketlerin toplumsal terkibi ve faaliyet gösterdikle­
ri sosyal ortam birinci baskıda yeterli bir şekilde belirtilmişti; bu durumda
değişiklik yapmaya gerek olmadı. Tekil vakaları detaylı olarak inceleyerek
iktisat tarihçileri belki bizi daha çok aydınlatabilir; fakat halihazırda Marksist
ve Marksist olmayan "heresi" tarihçileri arasında süren dogmatik genelleme­
ler alışverişinden bunu bekleyemeyeceğimiz aşikar. Mesela Batı ve Doğu Al­
manya' daki belirli tarihçiler arasında geçen, "heresi" nin imtiyazsızların pro­
testosu olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı tartışması kadar kısır bir şey
olamaz: Batı Almanya' dakiler belli ki dini bir hareketin toplumsal husumet
ifade edebileceğini, Doğu' dakilerse muhalefetin imtiyazlı kesimden gelebi­
leceğini tahayyül edemiyor. Bu tür basitleştirmelere karşı en iyi önlem din
sosyolojisiyle hasbıhal etmektir. Böyle desteklendiğinde kişinin, tüm ortaçağ­
da tek bir çeşit "heresi" olduğunu ve aynı tür memnuniyetsizliği yansıtarak
toplumun aynı kesimlerine hitap ettiğini hayal etme ihtimali ortadan kalkar.
1 "Heresi", Hıristiyan kilisesinin ortodoks/ sahih doktrininin karşısında duran düşünce veya dokt­
rin, "heretik" ise ortodoks olmayan bir görüşü benimseyen kişi olarak tanımlanır. "Seçme, seçim,
ayırma, seçilmiş kişi veya şey" gibi anlamlara gelen Yunanca hairesis sözcüğünden türemiştir. (ç.n.)

12
Buraya kadar, devrimci binyılcılık söz konusu olduğunda, sosyoloji ifade­
si de bu kitabın her bölümünde ortaya çıkıyor; ancak Sonuç bölümünde de
mümkün olduğunca özlü biçimde açıklamaya çalıştım. Sonuç gerçekten de
kitabın en çok ilgi çeken kısmı oldu; hem olumlu hem olumsuz yorumların
çoğuna, bu kitapta anlatılan hikayenin, içinde bulunduğumuz yüzyılda ger­
çekleşen devrim niteliğindeki değişikliklerle bazı bağlantıları olabileceği fikri
sebep oldu. Bu iddia sadece inceleme yazılarında ve makalelerde değil, en
faydalı şekilde ders vermek üzere davet edildiğim Britanya, Avrupa ve Ame­
rika' da kendiliğinden gelişen tartışmalarda müzakere edildi. Tüm bunlar bu
konudaki fikirlerimi netleştirmemi sağladı. Halen iddiamın geçerli olduğu­
nu düşünmekle birlikte, hem daha kısa hem de daha sarih bir şekilde ifade
edilmesi gerektiğini düşünüyorum; yeni Sonuç bölümünde bunu yapmaya
çalıştım.
Ve Kaynakça. Tamamen tarihsel olan eski Kaynakça, kitabın ilk versiyo­
nundan sonra çıkan tarihi çalışmaları da içerecek şekilde yenilendi; bunlar
yıldızla işaretlendi. Fakat Binyılın Peşinde karşılaştırmalı binyılcılık çalışmala­
rı alanına olduğu kadar ortaçağ tarihi çalışmalarına da ait ve o alanda da son
yıllarda önemli gelişmeler kaydedildi. Çoğunlukla antropoloji ve sosyoloji
üzerine yakın tarihli çalışmaların ve sempozyumların bir listesi Kaynakça'ya
ek olarak verildi; bu kaynakların pek çoğu, ilgili okurun bu zor ama hayati
derecede önemli alanı keşfetmesini sağlayacak kaynakçalar içeriyor.

N.C.
Sussex Üniversitesi
Şubat 1969

13
• •

B.INYILIN PEŞiNDE
DcHİıııei BinyılC'ılar ve Orta�·ağın Mistik \ııar�İstlcri
GİRİ�
Kitabın Kapsamı

"Binyılcılık" sözcüğünün asıl anlamı dar ve nettir. Hıristiyanlığın, ahir 11

zaman"ı, "son günler"i ya da "dünyanın nihai hali"ni ele alan bir öğreti şek­
linde her zaman bir eskatolojisi2 olmuştur; Hıristiyan binyılcılığı ise Hıristi­
yan eskatolojisinin düpedüz bir türeviydi. Bazı Hıristiyanların Vahiy Kita­
bı'nın (20:4-6) otoritesine, İsa'nın İkinci Gelişi'yle dünyada bir mesih krallığı
kurulacağına ve bu krallığı kıyamet gününe dek bin yıl boyunca yöneteceği­
ne olan inancını ifade ediyordu. Vahiy Kitabı' na göre, bu krallığın yurttaşları,
tüm ölülerin dirilmesinden bin yıl önce bu amaçla dirilecek Hıristiyan şehit­
ler olacaktır. Fakat ilk Hıristiyanlar kehanetin bu kısmını kelime anlamıyla
değil, daha serbest yorumlamıştır; şehitleri, eziyet gören inananlarla (yani
kendileriyle) bir tutmuş ve İkinci Geliş'in kendi hayatları sırasında gerçek­
leşeceğini ummuşlardır. Son yıllarda antropologlar, sosyologlar ve bir nebze
tarihçiler arasında "binyılcılık" ı daha da serbest bir anlamda kullanmak adet
oldu. Aslında sözcük bir çeşit kurtuluşçuluk için uygun bir etiket haline gel-
di. Bu kitapta da bu şekilde kullanılacak.
Binyılcı tarikatlar ve hareketler kurtuluşu her daim şöyle tahayyül etmiştir:
a) kolektif, yani inananların toplu olarak faydalanacağı;
b) dünyevi, yani dünya dışı bir cennette değil, bu dünya üzerinde gerçek­
leşecek;
c) eli kulağında, yani yakında ve ani bir şekilde gelecek;
d) topyekun, yani dünya üzerindeki yaşamı tamamen değiştirecek, yeni
dönem sadece şimdinin iyileştirilmiş hali değil, mükemmelin ta kendi­
si olacak;
2 Eskatoloji: İnsanın nihai durumu, kıyamet ve ölüm sonrası hayat tasavvurları konusunda çeşitli
dini geleneklerin yaklaşımlarını konu edinen bilim dalı. (ç.n.)

17
e) mucizevi, yani doğaüstü failler tarafından veya onların yardımıyla ba­
şarılacak.
Bu sınırlar çerçevesinde bile elbette sonsuz çeşitlilik söz konusu; Binyıl'ı
ve ona giden yolu hayal etmenin sayısız olası yolu var. Binyılcı tarikatlar ve
hareketler düşünce itibarıyla en şiddetli saldırganlıktan en yumuşak pasifiz­
me, en uhrevi maneviyattan en maddi materyalizme kadar çeşitlilik gösterir.
Aynı zamanda toplumsal terkipleri ve işlevleri itibarıyla da çok çeşitlidirler.
Ortaçağ Avrupa' sının binyılcı tarikatları ve hareketleri kesinlikle çok çe­
şitliydi. Bir uçta on üçüncü yüzyılda serpilen "Ruhani Fransiskenler" vardı.
Bu katı münzeviler çoğunlukla, İtalyan kasabalarında baskın sınıf olan asil
ve tüccar ailelerden geliyordu. Çoğu herhangi bir dilenciden daha yoksul
olabilmek için büyük bir serveti reddediyordu. Onların tahayyülünde Binyıl,
tüm insanların ibadette, mistik tefekkürde ve gönüllü yoksullukta birleşti­
ği Ruh'un Çağı olacaktı. Diğer uçtaysa kasabanın ve ülkenin yersiz yurtsuz
yoksulları arasında gelişen çeşitli binyılcı tarikatlar ve hareketler vardı. Bu
insanların yoksulluğu gönüllü değildi, onların payına aşırı ve amansız bir
güvencesizlik düşmüştü ve binyılcılıkları şiddetli, anarşik ve bazen de ger­
çekten devrimciydi.
Bu kitap, 11. ila 16. yüzyıllarda, Batı Avrupa'nın köksüz yoksulları arasın­
da serpilen binyılcılığı ve onu doğuran koşulları ele alıyor. Ancak ana tema
bu olsa da tek konu bu değil. Zira yoksullar kendi binyılcı inançlarını yarat­
mıyor, sözde peygamberler ya da sözde mesihlerden alıyorlardı. Çoğu alt se­
viye ruhban sınıfından olan bu insanlar da fikirlerini çok farklı kaynaklardan
almıştı. Bazı binyılcı fanteziler Yahudilerden ve ilk Hıristiyanlardan, bazıları
da 12. yüzyılda yaşamış Fiore'li Başrahip Joachim' den alınmıştı. Diğerleri de
yine Özgür Ruh Kardeşleri olarak bilinen heretik mistiklerden çıkarılmıştı.
Elinizdeki kitap hem bu çeşitli binyılcı inanç bütününün nasıl ortaya çıktığını
hem de yoksullara aktarım sürecinde nasıl değiştirildiğini inceliyor.
O halde, binyılcı coşkunluğunun dünyası ile toplumsal huzursuzluk dün­
yası birebir örtüşmese de çakıştıkları yerler vardı. Çoğunlukla yoksulların
belirli kesimleri, binyılcı bir peygamberin etkisi altında kalıyordu. Ardından
yoksulların, yaşadıkları hayatın maddi koşullarını iyileştirmek için duyduk-

18
lan olağan tutku, apokaliptik bir son katliam sayesinde tüm masumiyetiyle
yeniden doğan bir dünyaya dair fantezilere aktarılıyordu. Yahudiler, ruhban
sınıfı veya zenginler gibi çeşitli şekillerde tanımlanan kötüler tamamen yok
edilecek; ardından Azizler (yani söz konusu fakirler) eziyetin veya günahın
olmadığı krallıklarını kuracaktı. Bu tür fantezilerden ilham alan zavallı halk,
sınırlı ve yerel hedefleri olan çiftçilerin ve zanaatkarlarınkinden oldukça
farklı teşebbüslerde bulundu. Kitabın sonuç bölümünde ortaçağ yoksulları­
nın bu binyılcı hareketlerinin hususiyetleri tanımlanmaya çalışılacak. Ayrıca
bazı açılardan günümüzün devrimci hareketlerinin gerçek öncüleri oldukları
ileri sürülecek.
Bu ortaçağ hareketlerine dair etraflıca yapılmış başka bir çalışma mevcut
değil. Ortaçağda ortaya çıkan ve yok olan daha katı anlamdaki dindar tarikat­
lar gerçekten epey ilgi gördü; ancak kitlesel çözülme ve kaygı durumlarında,
bir altın çağ veya mesih krallığı geleceğine dair geleneksel inanışın toplumsal
özlemlere ve husumetlere nasıl tekrar tekrar aracılık ettiğinin hikayesi çok
az dikkat çekti. Tekil olayları ya da hususları ele alan harika çalışmalar olsa
da hikaye bütüncül bir şekilde anlatılmadı. Elinizdeki çalışma bu boşluğu
doldurmayı amaçlıyor.
Çoğunlukla keşfedilmemiş bu alanı açmak için Latince, Yunanca, Eski
Fransızca, 16. yüzyıl Fransızcası ve ortaçağ ve 16. yüzyıl Almancası (hem
Yüksek hem Aşağı) yüzlerce orijinal kaynağı birleştirmek gerekti. Araştır­
mak ve yazmak toplam on yıl sürdü; bu süre yeterince uzun geldiği için araş­
tırmayı (çekinerek) Kuzey ve Orta Avrupa'yla sınırlandırmaya karar verdim.
Akdeniz dünyasının benzer veya aynı derecede şaşırtıcı manzaraları olmadı­
ğından değil; fakat taramanın coğrafi olarak kapsayıcı olmasındansa ele alı­
nan kısmın mümkün olduğunca ayrıntılı ve doğru olması daha önemli geldi.
Ham malzeme çok çeşitli güncel kaynaklar tarafından sağlandı: vakayina­
meler; engizisyon sorgulama raporları; papaların, piskoposların ve konsille­
rin suçlamaları; teolojik yazılar; polemik yaratan broşürler; mektuplar; hatta
lirik şiirler. Bu malzemenin çoğu, anlattığı inançlara ve hareketlere son dere­
ce düşman din adamları tarafından yazılmıştı; dolayısıyla bilinçsiz çarpıtma
ile bilinçli yanlış temsili ne kadar hesaba katmak gerektiğini belirlemek her

19
zaman kolay olmadı. Neyse ki diğer taraf da geniş bir literatür bırakmıştı.
Bu literatürün çoğu, seküler ve dini otoritelerin zaman zaman görülen yok
etme girişimlerinden kurtulmuştu; dolayısıyla din adamlarının kaynaklarını
sadece kendi aralarında değil, binyılcı peygamberlerin yazdığı çok sayıdaki
bildiriyle de karşılaştırmak mümkün oldu. Buradaki anlatı, muazzam bir de­
lil kütlesini toplama, birleştirme, değerlendirme ve tekrar değerlendirmeyle
geçen uzun bir sürecin sonucudur. Ekseriyetle tereddütsüz bir anlatı olması­
nın nedeni, çalışma süresince ortaya çıkan tüm temel şüphe ve sorguların ki­
tabın sonuna gelmeden önce kendilerini cevaplamasıdır. Halen tereddütlerin
olduğu yerler elbette belirtildi.

20
BİRİNCİ BÖLÜM
Apokaliptik3 Kehanet Geleneği

Yahudi ve İlk Dönem Hıristiyan Apokaliptiği


Ortaçağın son dönemlerinde kademeli olarak inşa edilen devrimci eskato­
lojinin4 hammaddesi, antik dünyadan miras alınan kehanetlerin muhtelif bir
derlemesiydi. Özünde tüm bu kehanetler, önce Yahudi, ardından Hıristiyan
dini grupların bir tehdit ya da baskı gerçeğiyle karşılaştıklarında kendilerini
teselli etmek, kuvvetlendirmek ve savunmak için kullandıkları araçlardı.
Bu kehanetlerin en eskilerinin Yahudiler tarafından üretilmiş olması şaşır­
tıcı değildir. Yahudileri antik dünyanın diğer halklarından keskin bir şekilde
ayıran, tarihe ve özellikle tarih içinde kendi konumlarına karşı takındıkla­
rı tutumdur. Bir dereceye kadar Persleri ayrı tutarsak Yahudiler, tavizsiz bir
tektanrıcılığı, kendilerinin Tanrı'run Seçilmiş Halkı olduğuna dair sarsılmaz
bir inançla birleştirmek konusunda tektir. En az Mısır ' dan çıkıştan beri, Yeho­
va'nın iradesinin İsrail'e yoğunlaştığına ve İsrail'in sadece bu iradeyi gerçek­
leştirmekle yükümlü olduğuna inanıyorlardı. En az peygamberler zamanın­
dan beri, ne kadar güçlü olursa olsun Yehova'run sadece ulusal bir tanrı değil;
tüm ulusların kaderini kontrol eden, tarihin kadiri mutlak kralı, tek Tanrı
olduğuna inanmışlardı. Yahudilerin bu görüşlerden çıkardığı sonuçların çok
çeşitli olduğu doğrudur. "İkinci Yeşaya" gibi pek çoğu, ilahi seçilmişliğin
kendilerine özel bir ahlaki sorumluluk, tüm insanlarla ilişkilerinde adalet ve
merhamet gösterme zorunluluğu yüklediğini düşünüyordu. Onlara göre İs­
rail' e ilahi olarak verilen bu görev, Yahudi olmayanları (gen tile) aydınlatmak
ve böylece Tanrı'run selametini dünyanın her köşesine götürmekti. Ancak
3 Apokalips, Latince apocalypsis sözcüğünden gelir. "Açığa çıkarma, örtüsünü kaldırma, gizli olanı
ifşa etme, vahiy" anlamlarında kullanılır. (ç.n.)
4 Yunanca eskatos, yani "son" sözcüğünden gelir. Teoloji ve felsefenin Mesih çağı, ahiret veya dünya­
nın sonu gibi kavramlarla ilgilenen alandır. (ç.n.)

21
bu etik yorumun yanı sıra, antik bir milliyetçilik ateşi, üst üste yenilgilerin,
yerinden edilmelerin ve dağılmaların şoku ve gerginliğine maruz kaldıkça
çok daha cazip gelmeye başlayan başka bir yorum daha mevcuttu. Seçilmiş
Halk olduklarına dair kesin inançları nedeniyle Yahudiler tehlikeye, baskıya
ve zorluklara; zamanı gelince kadiri mutlak Yehova'nın seçilmişlerine bahşe­
deceği tam zafer ve sınırsız refah fantezileriyle karşılık veriyordu.
Bazıları M.Ö. 8. yüzyıldan kalan Peygamber Kitapları, büyük bir kozmik
felaketin ardından Filistin' in nasıl yeni bir İrem, geri kazanılan bir cennet ola­
rak yükseleceğini çoktan haber veriyordu. Yehova'nın emirlerini yerine getir­
medikleri için Seçilmiş Halkın gerçekten kıtlık, bulaşıcı hastalıklar, savaş ve
tutsaklıkla cezalandırılması ve öyle sert bir yargılamadan geçirilmesi gereki­
yordu ki geçmişin suçlarından ayrılan temiz bir sayfa açılabilsin. Güneş, ay ve
yıldızların gerçekten karardığı, gökkubbenin birbirine karıştığı ve dünyanın
sallandığı bir Yehova Günü, Gazap Günü olmalıydı. İtikatsızların -yani İsra­
il' de olup Tanrı'ya güvenmeyenlerin ve İsrail' in düşmanları olan kafir milletle­
rin- yargılandığı ve tamamen yok edilmeseler de diz çöktürüldükleri bir Kıya­
met gerçekten olmalıydı. Fakat bu bir son değildi: Bu cezalardan sağ kalan bir
grup, İsrail'in "kurtarıcı kalanlar"ı5 olacak ve bu kalanlar sayesinde ilahi niyet
gerçekleşecekti. Böylece Yahudi ulusu ıslah edildikten ve yenilendikten sonra
Yehova'nın intikamı dinecek ve Kurtarıcı olacaktı. Erdemli kalanlar -son za­
manlarda, dirilen erdemli ölüleri de içeriyordu- bir kez daha Filistin' de topla­
nacak ve Yehova hükümdar ve hakim olarak onlarla bir arada ikamet edecekti.
Hükümdarlığının merkezi, yeniden inşa edilecek Kudüs olacaktı; dünyanın
manevi başkenti olan ve tüm ulusların akın ettiği bir Siyon. Yoksulların kollan­
dığı, yabani ve tehlikeli yaratıkların evcil ve zararsız hale geldiği adil, uyumlu
ve barışçıl bir dünya olacaktı. Ay güneş gibi parlayacak ve güneşin ışınları yedi
kat artacaktı. Çöller ve atıl araziler verim kazanıp güzelleşecekti. Hayvan sü­
rüleri için su ve yem bolluğu; insanlar için mısır, şarap, balık ve meyve bolluğu
olacaktı. İnsanların ve sürülerin sayısı fazlasıyla artacaktı. Her türlü hastalık
ve üzüntüden kurtulan, artık günah işlemeyip Yehova'nın kalplerine kazılı ku­
rallarına göre yaşayan Seçilmiş Halk, neşe ve memnuniyet içinde yaşayacaktı.
5 İbranice şear, sözcük anlamı kalınh; Tanrı'nın kendine ayırdığı kişiler. (ç.n. )

22
Bir milliyetçi propaganda şeklinde Yahudi nüfusunun alt tabakasına hitap
eden apokalipslerin tonu daha kaba ve kibirlidir. En eski apokalipste bile bu
dikkat çekicidir; bu ilk apokalips, Danyal Kitabı'nın Yedinci Bölümü'nde yer
alan ve Yahudi tarihinde bilhassa önemli bir tarih olan MÖ 165'te derlenen
"görü" veya "düş"tür. Babil sürgününün ardından, üç yüzyıldan uzun bir
süre, Filistin'deki Yahudiler önce Perslerin, ardından Ptolemaios hanedanı­
nın hükmü altında makul bir barış ve güvenlik ortamında yaşadı; fakat MÖ 2.
yüzyılda Filistin, Süryani-Yunan Seleukos hanedanının eline geçince durum
değişti. Yahudiler kendi aralarında keskin bir şekilde bölünmüştü: Dünyanın
zevklerine düşkün üst sınıflar Yunan tutum ve adetlerini hevesle benimser­
ken sıradan insanlar atalarının inançlarına artan bir kararlılıkla tutundu. Yu­
nan taraftarı kesim lehine müdahalede bulunan Seleukos kralı iV. Antiokhos
Epiphanes, işi tüm Yahudi ibadetlerini yasaklamaya kadar götürmüş; sonuç
Makabi isyanı olmuştu. İsyanın doruk noktasının yaşandığı sırada yazılan
Danyal Kitabı'ndaki "düş"te geçen dört yaratık, dünya çağındaki dört gücü
temsil eder: Babiller, (tarihi olmayan) Medler, Persler ve Yunanlar. Sonuncu
"yaratık yeryüzünde ortaya çıkacak dördüncü krallıktır. Bütün öbür krallık­
lardan farklı olacak, bütün dünyayı yiyip bitirecek, çiğneyip parçalayacak"-
tır. Bu imparatorluk da devrilince, "İnsan Oğlu" olarak kişileştirilen İsrail

göğün bulutlarıyla geldi. [ ...] Eskiden beri var Olan'ın yanına doğru ilerledi. [ ..]
.

Ona egemenlik, yücelik ve krallık verildi. Bütün halklar, uluslar ve her dilden
insan ona tapındı. Egemenliği hiç bitmeyecek sonsuz bir egemenlik, krallığı hiç
yıkılmayacak bir krallıktır. [ ... ] Göklerin altındaki krallıklara özgü krallık, ege­
menlik ve büyüklük kutsallara, Yüceler Yücesi'nin halkına verilecek.

Bu cümleler tüm diğer peygamberlerinkinden çok daha öteye gider: İlk defa,
gelecekteki ihtişamlı krallığın sadece Filistin'i değil, tüm dünyayı kucaklaya­
cağı tahayyül ediliyordu.
Şimdiden devrimci eskatolojinin süregiden temel fantezisinin ne olacağı
anlaşılabilir. Dünya sınırsız bir yıkıcılığın kötü, zorba gücünün egemenliği
altındadır; sadece insani değil, şeytani de olduğu düşünülen bir gücün. Bu
gücün zorbalığı gittikçe daha zalim, kurbanlarının çektiği eziyet daha daya-

23
nılmaz olacakhr; ta ki Tanrı'nın azizlerinin ayaklanıp onu devireceği vakit
gelene dek. Ardından Azizler, o zamana kadar zalimin ayakları alhnda in­
leyen bu seçilmiş, kutsal insanlar, tüm dünya üzerinde hakimiyetlerini ilan
edecektir. Bu, tarihin sonlandığı nokta olacak; Azizler Krallığı tüm önceki
krallıkları gölgede bırakmakla kalmayacak, halefi de olmayacakhr. Yahudi
apokaliptiği, türevleri aracılığıyla, sonraki çağların memnuniyetsiz ve bıkkın
insanları arasında sahip olduğu çekiciliği bu fanteziye borçluydu; bizzat Ya­
hudiler varlığını unuttuktan sonra bile etkisi devam etti.
Militan apokaliptik, Filistin'in MÖ 63'te Pompei tarafından ilhakından
MS 66-72'deki savaşa kadar, Yahudilerin yeni efendileri Romalılara karşı mü­
cadelesine eşlik etti ve mücadeleyi tetikledi. Tam da sıradan insanlara hitap
ettiği için, bu propaganda ile eskatolojik kurtarıcı Mesih fantezisi uyumlu
gitti. Elbette bu eski bir fanteziydi: Peygamberlere göre ahir zamanda Seçil­
miş Halkı yönetecek kurtarıcı genelde bizzat Yehova olsa da, ulusun siyasi
çöküşe girmesinden itibaren, halkın inanışında müstakbel Mesih'in önemli
bir rol oynadığı görülüyor. Başta, ulusun talihini düzeltecek, Davud soyun­
dan gelen zeki, adil, güçlü bir hükümdar olarak hayal edilen Mesih, siya­
si durumun gittikçe umutsuzlaşmasıyla insanüstü bir hal aldı. "Danyal'ın
düşü"nde bulutların üstünde ortaya çıkan İnsan Oğlu'nun bir bütün olarak
İsrail'in simgesi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak burada dahi insanüstü bir
birey olarak görülmüş olabilir ve MS birinci yüzyıl tarihli Baruh ve Ezra Apo­
kalipslerinde bu insanüstü varlığın özel, mucizevi güçlere sahip bir erkek,
savaşçı bir kral olduğu tartışmasızdır.
Ezra' da Mesih, Yahuda'nın aslanı olarak gösterilir; kükremesiyle sonuncu
ve en kötü yaratık (artık Roma kartalı) ateşler içinde kalır ve yanıp kül olur;
İnsan Oğlu, nefesinden çıkan ateş ve fırtınayla kafir yığınını mağlup eder
ve sonra on kayıp kabileyi yabancı topraklardan toplayıp bir araya getirerek
Filistin' de, birleşik bir İsrail'in barış ve zafer içinde yeşerebileceği bir krallık
kurar. Baruh' a göre, büyük bir zorluk ve adaletsizlik dönemi gelecekti; bu
da sonuncu ve en kötü imparatorluğun, yani Roma İmparatorluğu'nun dö­
nemiydi. Şeytan doruk noktasına ulaştığındaysa Mesih gelecekti. Bu güçlü
savaşçı, düşmanın ordularını yerle bir edecekti; Romalıların liderini esir ala-

24
cak, zincire vurup Siyon Dağı'na getirecek ve burada öldürecekti. Dünyanın
sonuna kadar yaşayacak bir krallık kuracaktı. İsrail'e hükmeden tüm mil­
letler kılıçtan geçirilecek, geri kalan milletlerin bir kısmı da Seçilmiş Halka
tabi olacakb. Acı, hastalık, zamansız ölüm, şiddet, çalışma, istek ve açlığın
bilinmediği ve dünyanın on bin kat fazla meyve verdiği bir mutluluk çağı
başlayacaktı. Bu dünyevi cennet sonsuza dek mi sürecekti, yoksa bir sonraki
dünyevi krallık onun yerini alana kadar mı var olacaktı? Bu konu hakkında
fikirler değişiyor ama bu zaten akademik bir soru. Geçici veya ebedi, böyle
bir krallık için savaşmaya değerdi; en azından bu apokalipsler, azizleri kral­
lığa getirme sürecinde Mesih'in savaşta yenilmez olduğunu göstereceğini
tespit etmişti.
Mali görevlilerin [procurator] hükmü altında, Roma'yla çatışma gittikçe
daha kötüleşti; çoğu Yahudi için mesihçi fanteziler takıntılı bir meşguliyet ha­
line geldi. Josephus'a göre, çok yakında bir mesih kralın geleceğine inanılma­
sı, Yahudilerin MS 70'te Kudüs'ün ele geçirilmesi ve tapınağın yıkılmasıyla
sonuçlanan intihar savaşına girmelerine neden oldu. Hatta, MS 131' deki son
ulusal özgürlük mücadelesine öncülük eden Simon bar-Cochba halen Mesih
olarak görülüyordu. Fakat o ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılması ve
siyasi milliyetçiliğin mağlup edilmesi hem apokaliptik inanca hem de Yahudi
militanlığına son verdi. Daha sonraki yüzyıllarda, dağınık topluluklar ara­
sında mesih olduğunu iddia edenler çıksa da, sundukları şey eskatolojik bir
dünya imparatorluğu değil, ulusal vatanın yeniden teşkil edilmesiydi. Daha­
sı, çok nadiren silahlı ayaklanmalara sebep oldular; Avrupalı Yahudiler ara­
sında ise neredeyse hiç olmadılar. "Danyal'ın düşü" geleneğinde kehanetleri
değerli bulan, detaylandıran ve onlardan ilham almaya devam eden artık
Yahudiler değil Hıristiyanlardı.
Eziyet çekerek ölen bir mesih ve tamamen manevi bir krallık, sonradan
Hıristiyan öğretisinin çekirdeği olarak görülse de, ilk dönem Hıristiyanlarının
tümü tarafından kabul edilen görüşler değildi. Yaklaşık altmış yıl önce Johan­
nes Weiss ve Albert Schweitzer sorunu açık ve net olarak gösterdiğinden beri
uzmanlar, İsa'nın öğretisinin ne kadarının Yahudi apokaliptiğinden etkilendi­
ğini tartışıyor. Bu soru elinizdeki çalışmanın kapsamının çok dışında kalsa da,

25
İncil'in İsa'ya atfettiği bazı ifadeler çalışmamıza dahildir. Matta'nın kaydettiği
meşhur kehanet elbette çok önemli ve İsa bunları gerçekten dile getirmiş olsa
ya da sadece öyle olduğuna inanılsa da önemini koruyor: "İnsanoğlu, Baba'sı­
nın görkemi içinde melekleriyle gelecek ve herkese, yaptığının karşılığını ve­
recektir. Size doğrusunu söyleyeyim, burada bulunanlar arasında, İnsanoğ­
lu'nun kendi egemenliği içinde gelişini görmeden ölümü tatmayacak olanlar
var." İlk dönem Hıristiyanlarının çoğunun bunları halihazırda aşina oldukları
apokaliptik eskatoloji açısından yorumlaması şaşırtıcı değildir. Kendilerinden
önceki pek çok Hıristiyan nesli gibi tarihi ikiye bölünmüş olarak görüyorlardı:
biri Mesih'in muzaffer gelişinden önceki, diğeri onu izleyen. İkinci çağa ço­
ğunlukla "Ahir Zaman" ya da "gelecek dünya" demeleri, her şeyin sonunun
hızlı ve dehşetli olacağını bekledikleri anlamına gelmiyor. Aksine, uzun bir
süre boyunca çok sayıda Hıristiyan, İsa'nın yakın zamanda iktidar ve görkem
içinde döneceğine ve bu dönüşün dünya üzerinde bir mesih krallığı kurmak
için olacağına inanmıştı. Ve ister bin yıl ister belirsiz bir süre için olsun, bu
krallığın süregideceğinden eminlerdi.
Yahudiler gibi Hıristiyanlar da baskı gördü ve buna cevaben, hatalarının
düzeltilip düşmanlarının devrileceği Mesih çağının yakında geleceğine dair
inançlarını hem kendilerine hem dünyaya her zamankinden daha güçlü bir
şekilde beyan ettiler. Beklenebileceği gibi, tahayyül ettikleri büyük dönüşü­
mün de Yahudi apokalipsleriyle çok ortak noktası vardı, hatta Hıristiyanlar­
da Yahudilerde olduğundan daha geniş kabul gören yönleri vardı. Vahiy Ki­
tabı olarak bilinen apokalipste, Yahudi ve Hıristiyan unsurlar şairane büyük
gücün eskatolojik kehanetinde birbirine geçer. Burada da, Danyal Kitabı'nda
olduğu gibi, on boynuzlu korkunç bir yaratık sonuncu dünya gücünü, yani
artık eziyet eden Roma devletini; ikinci bir yaratık da imparatora tapılmasını
emreden taşralı ruhbanı temsil ediyordu:

Sonra on boynuzlu [ ...] bir canavarın denizden çıktığını gördüm. [ . . . ] Kutsallarla


savaşıp onları yenmesine izin verildi. Canavar her oymak, her halk, her dil, her
ulus üzerinde yetkili kılındı. Yeryüzünde yaşayan [ ...] yaşam kitabına adı yazıl­
mamış olan herkes ona tapacak. [ ... ] Bundan sonra başka bir canavar gördüm.

26
Yerden çıkan bu canavar [...] büyük alametler gerçekleştiriyordu. İlk canavarın
adına gerçekleştirmesine izin verilen alametler sayesinde, yeryüzünde yaşayan­
ları saphrdı.[...]
Bundan sonra göğün açılmış olduğunu, beyaz bir ahn orada durduğunu gör­
düm. Binicisinin adı Sadık ve Gerçek'tir. Adaletle yargılar, savaşır. [...] Beyaz,
temiz, ince ketene bürünmüş olan gökteki ordular, beyaz atlara binmiş O'nu izli­
yorlardı. Ağzından ulusları vuracak keskin bir kılıç uzanıyor. [ ...] Sonra canavarı,
dünya krallarını ve onların ordularını, ata binmiş Olan'la O'nun ordusuna karşı
savaşmak üzere toplanmış gördüm. Canavarla onun önünde doğaüstü belirtiler
gerçekleştiren sahte peygamber yakalandı. Sahte peygamber, canavarın emaresi­
ni alıp heykeline tapanları bu alametlerle saphrmıştı. Her ikisi de kükürtle yanan
ateş gölüne diri diri atıldı. Geriye kalanlar, ata binmiş Olan'ın ağzından uzanan
kılıçla öldürüldü. Bütün kuşlar bunların etiyle doydu.
İsa'ya tanıklık ve Tann'nın sözü uğruna başı kesilenlerin canlarını da gördüm.
Bunlar, canavara[...] tapmarnış [... ] olanlardı. Hepsi dirilip Mesih'le birlikte bin
yıl egemenlik sürdüler.

Bu dönemin -kelimenin tam anlamıyla Binyıl'ın- sonunda, tüm ölülerin diri­


lişi ile yaşam kitabına adı yazılmamış olanların ateş gölüne atılacağı ve son­
suza dek azizlerin ikametgahı olacak Yeni Kudüs'ün cennetten indirileceği
Kıyamet Günü geliyordu:

Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü önceki gökle yer­
yüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık. Kutsal kentin, yeni Yeruşalim'in
[Kudüs] gökten, Tanrı'nın yanından indiğini gördüm. Güveyi için hazırlanmış
süslü bir gelin gibiydi. Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: "İşte,
Tann'nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar
O'nun halkı olacaklar, Tanrı'nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların
gözlerinden bütün yaşlan silecek. Arhk ölüm olmayacak. Arhk ne yas, ne ağ­
layış, ne de ıshrap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı." Tahtta oturan,
"İşte her şeyi yeniliyorum" dedi.[...] Sonra melek beni Ruh'un yönetiminde bü­
yük, yüksek bir dağa götürdü. Oradan bana gökten, Tann'nın yanından inen ve
O'nun görkemiyle ışıldayan kutsal kenti, Yeruşalim'i gösterdi. Kentin ışıltısı çok
değerli bir taşın, billur gibi parıldayan yeşim taşının ışıltısına benziyordu. [ ...]

27
İnsanların bu kehaneti ne kadar kelimesi kelimesine kabul ettiğini ve ger­
çekleşmesini nasıl ateşli bir heyecanla beklediklerini Montanizm olarak bili­
nen hareket göstermiştir. MS 156'da Frigya'da Montanus isimli biri kendini
Kutsal Ruh'un tecessüm bulmuş hali, Dördüncü İncil'e göre gelecek şeyleri
gösteren "Hakikatin Ruhu" ilan etti. Çok geçmeden, ilahi kökenli olduğun­
dan emin oldukları hayali deneyimlere kendini adayarak vecde gelmiş birta­
kım kişiler Montanus'un çevresinde toplandı; hatta bu deneyimlere "Üçüncü
Ahit" adını vermişlerdi. Aydınlanmalarının konusu, Krallık'ın tez zamanda
gelişiydi: Yeni Kudüs gökyüzünden Frigya topraklarına inmek üzereydi ve
burada Azizlerin meskeni haline gelecekti. Montanistler bu doğrultuda tüm
Hıristiyanları, oruç tutup dua ve tövbe ederek İsa'nın İkinci Gelişi'ni bekle­
mek üzere Frigya'ya çağırdı.
Acı çekmeye ve hatta şehadete susamış, sert, çileci bir hareketti; ne de olsa
şehitler Binyıl'ın vatandaşları olmak için yeniden diriliyordu. Montanizmin
yayılması için zulümden daha elverişli bir şey yoktu; 177 yılından itibaren
Hıristiyanlar imparatorluğun birçok yerinde tekrar zulüm görmeye başla­
dığında, Montanizm aniden yerel bir hareket olmaktan çıkarak çok geniş bir
coğrafyaya yayıldı; sadece Küçük Asya'nın (Anadolu) orasına burasına de­
ğil, Afrika' ya, Roma'ya ve hatta Galya'ya kadar ulaştı. Montanistler artık Fri­
gya'ya bel bağlamıyorsa da Yeni Kudüs'ün yakın zamanda ortaya çıkacağına
olan inançları sarsılmamıştı; o dönemde Batı'nın en ünlü teoloğu olan ve ha­
rekete katılan Tertullian için de geçerliydi bu. Üçüncü yüzyılın ilk yıllarında,
Tertullian'ın yazılarında fevkalade bir alamet görülmektedir: Yahudiye'de
kırk gün boyunca sabahın erken saatlerinde gökyüzünde müstahkem bir şe­
hir beliriyor, gün ilerledikçe kayboluyordu; Semavi Kudüs'ün inmek üzere
olduğunun kesin kanıtıydı bu. Dokuz yüzyıl sonraki Halkın Haçlı Seferleri
sırasında kitleleri Kudüs'e doğru yönelmeye cezbeden (göreceğimiz üzere)
yine aynı hayaldi.
Günden güne, haftadan haftaya İsa'nın İkinci Gelişi'ni bekleyen Monta­
nistler birçok erken dönem Hıristiyanının, belki de çoğunun ayak izlerini
takip ediyordu; Vahiy Kitabı'nın bile "kısa zamanda" gerçekleşmesini bekli­
yordu. Ne var ki ikinci yüzyılın ortalarında bu tavır biraz alışılmadık olma-

28
ya başlamıştı. MS lSO'de yazılan Petrus'un İkinci Mektubu'nun tonu çekim­
serdi: İsa, merhametinden dolayı, "herkes tövbe edene kadar" gecikebilirdi.
Aynı zamanda, daha önceden kanonik bir otoritesi olan Hıristiyan apokalips­
lerinin artık bundan mahrum olduğu bir süreç başladı; ta ki sadece Vahiy Ki­
tabı kalana kadar, ki onun kalmasının tek nedeni de yanlışlıkla Aziz Yuhan­
na'ya atfedilmesidir. Hıristiyanların sayısı gittikçe artan bir kesimi Binyıl'ı
eli kulağında değil uzak bir hadise olarak görse de, çoğunluğu halen zamanı
geldiğinde gerçekleşeceğine kaniydi. Bir Montanist olmadığı kesin olan Şehit
Iustinus Yahudi Trypho ile Diyalog adlı eserinde bu noktayı açıkça belirtiyor.
Burada Yahudi muhatabına şu soruyu sorduruyordu: "Siz Hıristiyanlar ger­
çekten bu yerin, Kudüs'ün, yeniden inşa edileceğini savunuyor musunuz ve
halkınızın burada, İsa'nın emrinde, patrikler ve peygamberlerle birlikte neşe
içinde toplanacağına gerçekten inanıyor musunuz?" Iustinus buna, tüm Hı­
ristiyanlar aynı kanaatte olmasa da kendisinin ve pek çoklarının, Azizlerin
yeniden inşa edilmiş, bezenmiş ve genişletilmiş bir Kudüs'te bin yıl boyunca
yaşayacağı inancında birleştiğini söyleyerek cevap verir.
İster uzak ister yakın zamanda gerçekleşeceğine inanılsın, Azizler Krallı­
ğı şüphesiz, en maddiyatçısından en ruhanisine, çok farklı şekillerde hayal
edilebilirdi; fakat en iyi eğitimli Hıristiyanların tahayyülü dahi kesinlikle ye­
terince maddeciydi. Bu fantezilerin ilk örneği "Apostolik Baba"6 Papias ta­
rafından sağlandı; Papias muhtemelen MS 60 civarında doğmuştu ve Aziz
Yuhanna'nın yanında bulunmuş olabilirdi. Bu Frigyalı, kendisini İsa'nın
öğretisinin ilk elden anlatılarını korumaya adamış bir ilim adamıydı. İsa'ya
atfettiği binyıl kehaneti sahte de olsa -Baruh gibi çeşitli Yahudi apokalips­
lerinde karşıtları bulunur- hiç olmazsa, havarilerden sonraki dönemin bazı
eğitimli ve samimi Hıristiyanlarının ne beklediğini ve dahası, İsa'nın ne bek­
lemiş olabileceğine inandıklarını göstermesi bakımından ilginçtir:

Her biri on bin sürgün veren, ve her bir sürgünde on bin dal bulunan, her daldan
on bin gövde çıkan, her gövdede on bin salkım ve her salkımda on bin üzüm olan
6 Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, birinci ve ikinci yüzyıllarda yaşayan ve çalışmaları kısmen ya da
tamamen günümüze kadar ulaşan Hıristiyan yazarlar. (ç.n.)

29
ve her üzümün beş yüz yirmi metrete7 şarap vereceği asmaların ortaya çıkacağı
günler gelecek. Ne zaman elçilerden biri bir salkım alacak olsa, başka bir salkım
"Ben daha iyi bir salkımım, beni al, benim aracılığımla Tanrı'ya şükret" diye hay­
kıracak. Benzer şekilde, [Tanrı] bir buğday tanesinden on bin başak ve her başak­
tan on bin tane ve her taneden en kaliteli, temiz ve saf undan beş kilo çıkacağını;
elmaların ve tohumların ve çimenlerin benzer oranlarda çoğalacağını; ve sadece
topraktan aldıklarıyla beslenen hayvanların tümünün birbirine karşı barışçıl ve
dost canlısı olacağını ve tamamen insana tabi olmalarını buyurdu. İnananlar için
tüm bunlar muteberdir. İnançsız bir hain olan Yahuda sordu: "Tanrı böyle bir bü­
yümeyi nasıl husule getirecek?" Fakat Tanrı cevap verdi: "O zamanlara kalanlar
görecek."

Bir başka Küçük Asyalı, Irenaeus, ikinci yüzyılın sonuna doğru Galya'ya yer­
leşmeye geldiğinde bu kehanetleri de beraberinde getirmişti. Lyons piskopo­
su ve saygın bir teolog (ilahiyatçı) olarak, binyılcı görüşünü Batı'ya tanıtmak
için muhtemelen herkesten fazla çalıştı. Heresilere Karşı isimli hacimli tezinin
sonuç bölümleri Eski ve Yeni Ahit'ten seçilen (ve Papias'tan alıntının dahil
olduğu) mesihçi ve binyılcı kehanetlerin kapsamlı bir antolojisini oluşturur.
Irenaeus' a göre, hem yeniden dirilecek olan erdemli ölülerin hem de yaşayan
erdemlilerin hayrına dünyada bunların meydana geleceğine inanmak, gele­
neksel inancın [ortodoksi] ayrılmaz bir parçasıydı. Ve bu kanaati için verdiği
nedenler, dengeleyici fantezilerin payının "Danyal'ın düşü" dönemindekin­
den daha az olmadığını gösterir:

Emek sarf ettikleri ve sıkıntı çektikleri ve acıyla her yoldan sınandıkları o yaratılış­
ta, çektikleri acının ödülünü almaları; ve Tanrı aşkına öldürüldükleri o yaratılışta
yeniden diriltilmeleri; ve köleliğe dayandıkları o yaratılışta, hüküm de sürmeleri
adildir. Zira Tanrı ganidir ve her şey onundur. O halde, kadim koşullarına geri ge­
tirilen yaratılışın kendisi, sorgusuz sualsiz erdemlilerin idaresinde olmalıdır. [ ... ]

Dördüncü yüzyılda da bu örüntü mevcuttu. Belagatli Lactantius, Hıristiyan­


lığa dönme [mühtedi] kazandırmaya giriştiği zaman, erdemsizlerden kanlı
bir şekilde öç alan Binyıl'ın cazibesini kullanmaktan çekinmedi:
7 Antik Yunan' da bir sıvı ölçü birimi; bir metrete yaklaşık kırk litreye eşittir. (ç.n.)

30
Fakat, yahşmak bilmez öfkesiyle köpüren o deli adam (Deccal), bir ordu yönete­
cek ve erdemlilerin sığındığı bir dağı kuşatacak. Kuşahldıklarını gördüklerinde,
yüksek sesle Tann'ya yakaracaklar ve Tann onları duyacak ve onlara bir kur­
tarıcı gönderecek. Sonra, bir fırtınayla cennetin kapıları açılacak ve İsa büyük
bir güçle inecek; ondan önce ateş gibi bir ışık gelecek ve sayısız melek orduları
.
ve tüm o zındıklar yok olacak ve kan selleri akacak. [. . ] Barış getirildiğinde ve
tüm kötüler bastırıldığında, o erdemli ve muzaffer kral, yaşayanların ve ölülerin
dünyasına büyük bir yargı getirecek ve tüm imansız halkları yaşayan erdem­
lilerin emrine verecek ve (erdemli) ölüleri sonsuz yaşam için ayağa kaldıracak
ve kendisi onlarla birlikte dünyada hüküm sürecek ve Kutsal Şehri bulacak ve
erdemlilerin bu krallığı bin yıl yaşayacak. Bu süre boyunca yıldızlar daha parlak
olacak ve güneşin parlaklığı artacak ve ay hiç küçülmeyecek. Sonra sabah ve
akşam Tanrı'dan nimet inecek ve yeryüzü insan emeği olmadan meyve verecek.
Bolluktan kayalardan bal akacak, ortaya birden süt ve şarap çeşmeleri çıkacak.
Ormanın canavarları vahşiliklerini kaybedecek ve evcil olacak[... ] bundan sonra
hiçbir hayvan kan dökülmesiyle yaşamayacak. Zira Tanrı herkese bol ve masum
yiyecek verecek.

Muhtemelen beşinci yüzyılda yaşamış, çok alt tabakadan Latin bir şair olan
Commodianus'un sahrlarında, bildik öç ve zafer fantezileri birden silahlanma
ve savaşma isteğine dönüşerek somutlaşır; ortaçağda Avrupa'da patlayacak
olan binyılcı Haçlı Seferleri'nin ilk işaretleridir bu. Zira Commodianus' a göre,
İsa döndüğünde bir melek ordusunun başında değil, dünyanın geri kalanına
duyurmadan gizli yerlerde hayatta kalan İsrail'in on kayıp kabilesinin soyun­
dan gelenlerin başında olacakh. Bu "gizli, son, kutsal insanlar" kin, aldatma
veya şehvet gütmeyen; kan akıhlmasından duyulan hoşnutsuzluğun vejetar­
yenlik noktasına kadar taşındığı, dürüst tek bir topluluk olarak gösterilmek­
tedir. Ayrıca kutsal olarak kayınları bir topluluk çünkü yorgunluk, hastalık
ve erken ölümden muaflar. Şimdi bu ordu Kudüs'ü, "tutsak ana"yı özgür­
leştirmek istiyor. "Göklerdeki Kral'la geliyorlar. [ . . . ] Tüm yaratılanlar semavi
insanları göreceği için bayram ediyor." Dağlar önlerinde düzleşiyor, çeşmeler
onların yolu boyunca akıyor, bulutlar onları güneşten korumak için boyun
eğiyor. Ama bu elçiler korkusuz, karşı konulmaz savaşçılar. Aslan gibi sal­
dırarak geçtikleri toprakları mahvediyor, ulusları çökertiyor ve şehirleri yok

31
ediyorlar. "Tanrı'nın izniyle" alhn ve gümüş yağmalıyor, böylece kendilerine
verilen lütuflar için ilahiler söylüyorlar. Deccal dehşet içinde kuzey kesimle­
re kaçıyor ve Büyük İskender'in en kuzeyde tutsak ettiği söylenen, topluca
Gog ve Magog [Yecüc ile Mecüc] adıyla bilinen muhteşem ve korkusuz insan­
lar olduğu anlaşılan takipçi ordusunun başında geri dönüyor. Ancak Deccal,
Tanrı'nın melekleri tarafından yeniliyor ve cehenneme ahlıyor; komutanları
Kutsal Halk'a köle yapılıyor ve bu nedenle, daha sonra, Kıyamet Günü'nde
hayatta kalan az sayıda insan arasında yer alıyorlar. Kutsal Halk'a gelince, on­
lar sonsuza dek Kutsal Kudüs'te yaşıyor - ölümsüz ve yaşlanmadan, evlenip
çocuk yaparak, yağmurdan veya soğuktan etkilenmeden, etraflarında daima
yenilenerek meyvelerini döken bir yeryüzü varken.

Ortaçağ Avrupa'sında Apokaliptik Gelenek


Binyılcılığın itibarını sarsmaya yönelik ilk girişim, antik dönemde Kili­
se'nin belki de en etkili teologlarından olan Origenes'in, Krallık'ı zaman ve
mekanda değil, inananların ruhlarında gerçekleşecek bir olay olarak sunma­
ya başlamasıyla üçüncü yüzyılda gerçekleşti. Origenes kolektif, binyılcı bir
eskatolojinin yerine bireysel ruh eskatolojisini koyuyordu. Onun Helenik ta­
hayyülünü hareketlendiren, ruhani sürecin bu dünyada başlayıp öbür dün­
yada devam etme olasılığıydı; bundan itibaren teologlar da bu temaya artan
bir ilgi gösterecekti. Böyle bir görüş değişikliği, neredeyse kesintisiz bir barış
süren ve dünyadaki konumu kabul gören, artık örgütlü haldeki bir Kilise için
gerçekten pekala uygundu. Dördüncü yüzyılda Hıristiyanlık Akdeniz dün­
yasında üstün bir konum kazandığı ve imparatorluğun resmi dini olduğu
sırada, Kilise'nin binyılcılığı onaylamayışı göze çarpan bir hal aldı. Katolik
Kilisesi artık yerleşik bir düzene göre işleyen, güçlü ve müreffeh bir kurum­
du ve onu yönetmekten sorumlu olan adamlar Hıristiyanların dünya üzerin­
deki yeni bir cennete dair modası geçmiş ve yakışıksız hayallere tutunduğu­
nu görmek istemiyordu. Beşinci yüzyılın başlarında Aziz Augustinus yeni
koşulların gerektirdiği öğretiyi ortaya koydu. Tanrı Devleti'ne (City of God)
göre, Vahiy Kitabı ruhani bir alegori olarak anlaşılmalıydı; Binyıl'a gelince,
o, Hıristiyanlığın doğuşuyla başlamış ve Kilise'de nihayete erdirilmişti. Bu

32
derhal ortodoks öğreti halini aldı. Şimdi, pek saygıdeğer Irenaeus'un böyle
bir düşünceyi ortodoksinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüş olması kabul
edilemez görünüyordu. Irenaeus'un Heresilere Karşı isimli tezindeki binyılcı
bölümleri örtbas etmek için kararlı bir çaba gösterildi; bunu öyle başarılı bir
şekilde yaptılar ki ancak 1575'te, sansürcülerin gözden kaçırdığı bir yazmada
yeniden keşfedildi.
Yine de apokaliptik geleneğin önemi hafife alınmamalıdır; resmi öğreti­
de artık yeri olmasa da halk dininin yeraltı dünyasında hala varlığını sür­
dürüyordu. Bunun nedeni büyük ölçüde, Y üce Azizler düşüncesi geleneği­
nin bazı Hıristiyan çevrelerde, Yahudiler arasında olduğu kadar etkili hale
gelmesiydi; zira Hıristiyanlık evrensel bir din olduğunu iddia ettiğinden,
artık ulusal anlamda yorumlanmıyordu. Hıristiyan apokaliptiğinde eski
ilahi seçim fantezisi korunmuş ve yeniden canlandırılmıştı; Hıristiyanları
kendilerini Tanrı'nın Seçilmiş Halkı -hem Binyıl'ın yolunu açmak hem de
Binyıl'ı miras edinmek için seçilmiş- olarak görmeye iten Vahiy Kitabı ile
başlayan bir literatür bütünüydü bu. Bu fikrin o kadar büyük bir çekiciliği
vardı ki hiçbir resmi kınama ayrıcalıksız, baskı altında, yolunu kaybetmişti
ve dengesiz olanların zihninde tekrar tekrar ortaya çıkmasını önleyemiyor­
du. Kurumsallaşan Kilise, müminlerin duygusal enerjisini kontrol ve ka­
nalize etmede gerçekten çok iyi bir beceri gösterdi; özellikle de umutla­
rını ve korkularını bu hayattan diğerine doğru yönlendirmekte. Çabaları
normalde başarılıydı ama her zaman da değil. Bilhassa genel bir belirsizlik
veya heyecan dönemlerinde insanlar daima Vahiy Kitabı'na ve onun sayı­
sız tefsirine dönmeye meylediyordu; bunların yanı sıra, ortaçağda Sibylla
Kehanetleri olarak bilinen, aynı derecede etkili başka apokaliptik yazılar da
yavaş yavaş ortaya çıktı.
Helenistik Yahudiliğin apokaliptiğine, Roma' da saklanan meşhur Sibylla
Kitapları gibi, kadın peygamberlerin sözlerini kaydettiğini iddia eden bazı
kitaplar da dahildi. Gerçekte, Yunanca altı ayaklı dizeler [hexameter] olarak
yazılan bu "kehanetler", paganları Yahudiliğe döndürmeyi amaçlayan edebi
ürünlerdi ve gerçekten de paganlar arasında epey rağbet görmüşlerdi. Hı­
ristiyanlığa dönenler de Sibylla Kehanetleri üretmeye başladığında, ağırlıklı

33
olarak Yahudi Sibyllalarından yararlanmıştı. Bu yeni peygamber literatürü
bir eskatolojik kurtarıcıyı kabul ediyordu: Vahiy Kitabı'nda ortaya çıktı­
ğı haliyle savaşçı İsa. Fakat Büyük İskender'den beri Greko-Roma dünyası
hükümdarlarını tanrılaştırmaya alışkındı. "Kurtarıcı" unvanını taşıyan He­
lenistik krallar ve yaşadıkları sürece ilahi onurlar ihsan edilen Roma İmpara­
torları olmuştu. Dolayısıyla, Hıristiyanlık imparatorlukla güçlerini birleştirir
birleştirmez Hıristiyan Sibyllalarının İmparator Konstantinus'u mesih kral
ilan etmesi şaşırtıcı değildi. Konstantinus'un ölümünden sonra da Sibylla,
Roma imparatoruna eskatolojik bir önem atfetmeyi sürdürdü. Onların saye­
sinde, Hıristiyanların tahayyülündeki savaşçı İsa figürü bir diğeriyle, Ahir
Zaman İmparatoru'yla ikiye katlandı.
Ortaçağ Avrupa'sında bilinen en eski Sibylla, Hıristiyanlık geçmişi dör­
düncü yüzyılın ortalarına dayanan Tiburtina idi. 340 ile 350 arasında impara­
torluk Konstantinus'un yaşayan iki oğlu arasında bölündü: Batı'yı yöneten
1. Konstans ve Doğu'yu yöneten il . Konstantinus. Aryan ihtilafı zirvesindey­
di ve Konstans, Nicene'nin kaderini koruyan sağlam bir destekken Kons­
tantinus, Aryan partisini (teolojikten ziyade siyasi zeminde) kayırmaya
eğilimliydi. Katı bir yönetici olduğunu kanıtlayan Konstans 350 senesinde
askerleri tarafından öldürüldü ve Konstantinus imparatorluğun tek yöne­
ticisi oldu. Sibylla Tiburtina, Katoliklerin bu terslik karşısındaki tepkilerini
yansıtır. Roma'nın ele geçirileceği ve tiranların fakirleri ezip suçluları koru­
yacağı "keder çağı"nı anlatır. Fakat sonra Konstans adında bir Yunan impa­
ratoru gelir ve imparatorluğun doğu ile batı kesimlerini kendi hakimiyeti
altında birleştirir.
Hükmedici bir duruşu; uzun, orantılı bir vücudu; yakışıklı ve göz alıcı bir
yüzü olan Konstans 112 (veya 120) yıl hüküm sürer. Bir bolluk çağı yaşanır:
Yağ, şarap ve mısır bol ve ucuzdur. Ayrıca Hıristiyanlığın son zaferinin gö­
rüldüğü çağdır. İmparator imansızların şehirlerini harabeye çevirir ve sahte
tanrıların tapınaklarını yıkar. Onları Hıristiyan vaftizine çağırır; din değiştir­
meyi reddeden imansızlar kılıçtan geçirilecektir. Uzun hükümdarlığının so­
nunda Yahudiler de din değiştirir ve bu olduğunda Kutsal Kabir8 nur içinde
8 Kudüs'tedir, İsa'nın çarmıha gerildiği ve mezarının bulunduğu yer olarak tanımlanır. (ç.n.)

34
aydınlanır. Gog ve Magog'dan yirmi iki kişi kaçar, denizdeki kumlar kadar
çok; ancak imparator ordularını toplar ve onları yok eder. Görevini tamam­
layan imparator Kudüs'e doğru yola çıkar; burada imparatorluk tacını ve
kaftanını Golgota'ya9 bırakacak ve böylece Hıristiyanlığı Tanrı'nın himaye­
sine vermiş olacaktır. Altın Çağ ve onunla birlikte Roma İmparatorluğu'nun
sonu gelmişti ama her şeyin sonu gelmeden önce kısa bir felaket dönemi hala
vardır. Zira şimdi Deccal ortaya çıkacak, Kudüs'teki tapınakta hüküm sürüp
mucizeleriyle çoğu kişiyi kandıracak ve kandıramadıklarına da zulmedecek­
tir. Tanrı, Seçilmişlerin hatırına bu günleri kısaltır ve Deccal'ı yok etmesi için
Başmelek Mikail'i gönderir. Artık nihayet İsa'nın İkinci Gelişi'nin gerçekleş­
mesi için tüm yollar açıktır.
İlk defa Tiburtina tarafından öne sürülen Ahir Zaman İmparatoru figü­
rü, Sahte Methodius'un Vahiy Kitabı olarak bilinen Sibylla'da hala büyük
yer tutar. Dördüncü yüzyılda yaşamış şehit piskopos Pataralı Methodius'un
eseri olarak gizlenen bu kehanet aslında yedinci yüzyılın sonlarına doğru
yazılmıştır. Asıl amacı, halen Müslüman egemenliği altında bir azınlık olarak
gurur kırıcı ve belirsiz bir konumda yaşayan Suriyeli Hıristiyanları teselli
etmektir. İrem Bahçesi'nden İskender 'e kadar bir dünya tarihi taramasıyla
başlar ve bir çırpıda yazarın kendi dönemine gelir. Gelmesi beklenen şeylere
dair bir kehanet kisvesi altında, bir zamanlar Gideon'un yendiği ve çöle sür­
düğü İsmaililerin nasıl geri dönüp Mısır'dan Etiyopya'ya ve Fırat'tan Hin­
distan'a kadar olan toprakları yağmaladıklarını anlatır. Hıristiyanlar bu yağ­
macılara -ki bunlar elbette fetihçi İslam ordularını temsil eder- tabi kılınarak
günahları için cezalandırılır. İsmaililer Hıristiyan papazları öldürür ve kutsal
yerleri kirletirler; zorla veya hileyle birçok Hıristiyanı baştan çıkararak doğru
yoldan saptırır, birbiri ardına Hıristiyanların topraklarını alır, onları sonsuza
dek ele geçirmekle övünürler.
Ancak durumun her zamankinden kötü olduğu bir anda -bu noktada
kehanet ilk defa gerçekten geleceğe yüzünü döner- insanların çoktan öl­
düğünü düşündüğü güçlü bir imparator uykusundan uyanır ve öfkeyle
9 İncil' deki anlatımlarına göre Kudüs surlarının hemen dışında kalan, İsa'nın çarmıha gerildiği tepe.
(ç.n.)

35
ayağa kalkar. İsmailileri yener, ateşle ve kılıçla topraklarını yakıp yıkar, Hı­
ristiyanlara vurduklarından yüz kat daha baskıcı bir boyunduruğu onların
boynuna vurur, Tanrı'sını reddeden Hıristiyanlara da öfke saçar. Ardından,
bu hükümdar altında birleşen imparatorluk barış ve neşe içinde, daha önce
hiç olmadığı kadar gelişir. Ancak daha sonra Gog ve Magog'un orduları
ortaya çıkıp genel bir terör ve yıkım getirir, ta ki Tanrı göklerdeki ordunun
bir komutanını gönderip onları hızla yok edene dek. İmparator Kudüs'e
giderek Deccal'ın ortaya çıkışını bekler. Bu korkunç olay gerçekleştiğinde
imparator tacını Golgota haçının üstüne koyar ve haç hızla semaya yükse­
lir. İmparator ölür ve Deccal hükmetmeye başlar. Ama çok geçmeden sema­
da haç tekrar görünürken İnsan Oğlu ve İsa'nın kendisi güç ve nur içinde,
ağzından çıkan nefesle Deccal'ı öldürmek ve Kıyamet Günü'nü yerine ge­
tirmek için bulutların üstünde gelir.
Bu kehanetlere yol açan özel siyasi durumlar geçmiş ve anıları kaybol­
muş ama kehanetlerin kendileri cazibelerini korumuştu. Ortaçağ boyun­
ca Sibylla eskatolojisi, Vahiy Kitabı'ndan çıkarılan eskatolojilerle birlikte
devam etti; bir yandan onları değiştirirken onlar tarafından da değişti­
rildi ama genelde popülerlikte onlara üstün geldi. Kanonun ve gelene­
ğin dışında olsalar da Sibyllalar çok büyük bir etkiye sahipti; hatta İncil
ve Babaların eserleri dışında muhtemelen ortaçağ Avrupa'sının en etkili
yazılarıydılar. Çoğunlukla Kilise'nin baskın figürlerinin bildirilerini dikte
ediyorlardı; bu figürler papaların ve imparatorların bile tavsiyelerini ilahi
bulduğu Aziz Bernardino ve Azize Hildegard gibi keşişler ve rahibelerdi.
Dahası, son derece uyarlanabilirlerdi: Zamanın koşullarına ve meşguliyet­
lerine uyacak şekilde sürekli düzeltiliyor ve yeniden yorumlanıyorlardı;
kaygılı ölümlülerin geleceğe dair şüphe bırakmayan bir tahmin arzusunu
her daim karşılıyorlardı. Batı'da bilinen tek versiyonlarının Latince oldu­
ğu, dolayısıyla sadece ruhbanın erişebildiği zamanlarda bile, içeriklerine
dair bir miktar bilgi halkın en düşük tabakasına dahi sızmıştı. On dördün­
cü yüzyıldan itibaren çeşitli Avrupa dillerinde çeviriler ortaya çıkmaya
başladı; matbaanın icadıyla ise Sibyllalar ilk basılan kitaplar arasındaydı.
Ortaçağın sonlarında, Sibylla Kehanetleri'ni ilk defa şekillendiren korku-

36
lar ve umutlar bin yıldan uzun bir geçmişte kalmışken, bu kitaplar her
yerde okunuyor ve çalışılıyordu.
Yuhanna geleneği10 Ahir Zamanda ortaya çıkacak tek bir savaşçı-kurtarıcı­
dan bahseder, Sibylla geleneğiyse iki; fakat iki gelenek de o zamanlarda Tan­
rı'nın bir başdüşmanı, büyük bir Deccal figürü olacağında hemfikirdir. Çok
farklı geleneklerin katkıda bulunduğu, kuvvetli olduğu kadar karmaşık da
bir figürdür bu. Burada yine "Danyal'ın düşü" belirleyiciydi. Bu kehanette
"kendini bütün tanrılardan daha büyük, daha yüce gösterecek" ve "Yüceler
Yücesi'ni kötüleyen sözler söyleyecek" bir kraldan bahsederken, şifreli bir
şekilde, zalim hükümdar ve aslında bir megaloman olan Antiokhos Epip­
hanes'i ima ediyordu. Fakat Danyal Kitabı gelecekten haber veren kutsal bir
metin olarak görülmeye devam edilse de kehanetin kökeni çabuk unutuldu.
Ahir Zamanın Tanrı'dan nefret eden tiran figürü, tarihsel bağlamından ko­
parılıp Yahudi ve ardından Hıristiyan apokaliptik bilgisinin hissesine yazıl­
dı. Aziz Pavlus'un Selaniklileri ikazında ve Vahiy Kitabı'nda bu figür, "tan­
rı diye anılan ya da tapılan her şeye karşı gelerek kendini hepsinden yüce
gösterecek, hatta kendini Tanrı ilan ederek Tanrı'nın Tapınağı'nda oturacak"
sahte mesih olarak tekrar ortaya çıkar. Şeytanın gücünün aracılığıyla çalı­
şan sahte peygamber "mucize, yanıltıcı alametlerle" dünyayı kandıracaktı.
Görünürde faziletli ve himmetli olacaktı. Mutlak olan kötülüğü en kurnaz
şekilde maskelenecek ve bu da çok güçlü bir tiranlık kurmasını sağlayacaktı:
"Kutsallarla savaşıp onları yenmesine izin verildi. Canavar her oymak, her
halk, her dil, her ulus üzerinde yetkili kılındı."
Dolayısıyla, artık Deccal adını almış olan bu figür bir insan olarak görü­
lebilirdi, baştan çıkaran ve zalim bir despot ve böylece Şeytan'ın hizmetkarı
ve aracı. Ama Deccal ne kadar kötü olsa da hiçbir zaman sadece insan olarak
görülmedi. Perslerin (Mazdacı) zamanın sonu geldiğinde başşeytan Ahri­
man'ın tahttan indirileceğine dair beklentisi; Babillerin, yüce Tanrı ile Kaos
Ejderi arasındaki savaş efsanesiyle iç içe geçerek Yahudi eskatolojisine sız­
mış ve büyük ölçüde Ahir Zaman tiranı fantezisini etkilemiştir. Halihazırda
"Danyal" in kehanetinde Antiokhos sadece öfkeli görünüşlü bir kral değil,
10 Kaynağını Aziz Yuhanna'ya atfedilen Vahiy Kitabı'ndan alan gelenek.

37
aynı zamanda şunları yapan boynuzlu yaratık olarak ortaya çıkıyor: "Gök­
lerin ordusuna erişinceye dek büyüdü. Gökteki ordudan ve yıldızlardan ba­
zılarını yeryüzüne düşürdü, ayakları altına alıp çiğnedi." Vahiy Kitabı'nda
geleneksel Deccal rolü, birinci canavar -gökyüzünde beliren veya denizden
çıkan kırmızı ejderha- ile ikinci canavar -"ejderha gibi konuşan" ve dünya­
nın içindeki dipsiz kuyudan çıkan boynuzlu canavar- arasında bölünür.
Buradaki Deccal figürü, dünyanın derinliklerinde ikamet eden diğer
boynuzlu canavarla, "ejderha, o eski yılan"la, Şeytan'ın kendisiyle birleşir;
Deccal insanların tahayyülünü meşgul ettiği ve cezbettiği tüm yüzyıllar
boyunca bu şeytani niteliği kazandı. Ortaçağ boyunca sadece tahttaki bir
tiran olarak değil, ayrıca bir iblis veya kendinden daha az iblis olanlarla
çevrili olarak ya da Tanrı olduğunu kanıtlamak için yükseklere uçan ve
Tanrı tarafından ölüme fırlatılan bir iblis şeklinde resmediliyordu (Resim
1). On ikinci yüzyılın ortasında Bingenli Azize Hildegard bir görüsünde
(hayalinde) onu kocaman kömür karası kafası, ateş fışkıran gözleri, eşek
kulakları ve demir dişli açık ağzıyla görmüştür. Gerçekten Deccal de Şey­
tan gibi anarşik, yıkıcı gücün dev bir tecessümüdür. Bu gücün ne kadar
sınırsız, insanüstü ve korkutucu hissedildiğini anlamak için Melchior Lor­
ch'un Şeytan-Deccal (burada Papa'yı simgeleyen) çizimine bakmak yeter­
lidir (Resim 2). Bu resim on altıncı yüzyılın ortalarında yapılmıştı ama ak­
tardığı korku, nefret ve tiksintiyle karışık duygu yüzyıllardır Avrupalıları
tedirgin ediyordu.
Sibylla ve Yuhanna kehanetleri siyasi tavrı derinden etkiledi. Ortaçağ in­
sanları için dehşet verici Ahir Zaman dramı, sadece uzak ve belirsiz bir ge­
lecek hakkında bir fantezi değildi; yanlışlanamaz (çürütülemez) ve her an
gerçekleşme noktasında hissedilen bir kehanetti. Ortaçağda yazılan vakayi­
nameler, siyasi yargıların bu beklentiler tarafından nasıl şekillendirildiğini
yeterince net bir şekilde gösteriyor. En ihtimal dışı saltanatlarda bile tarih­
çiler, yeni altın çağın başlangıcı sayılan Hıristiyanlar arasındaki o uyumu,
inanmayanlara karşı kazanılan o zaferi, o benzersiz bolluk ve refah dönemi­
ni kestirmeye çalışıyordu. Her yeni hükümdarın tebaası yeni altın çağı yö­
netecek Son İmparatorun özelliklerini hükümdarlarında görmeye çalışıyor,

38
tarihçilerse ona rex justus11 veya belki Davud gibi geleneksel mesih sıfatları
veriyordu. Deneyimin kaçınılmaz gerçekleri gösterdiği her seferinde ise in­
sanlar bir sonraki hükümdara ertelenen görkemli tekmili hayal ediyor ve ya­
pabilirlerse mevcut hükümdarı Son İmparatorun yolunu açma misyonu olan
"haberci" olarak görüyorlardı. Ve bu ısrarlı umutları, değişen derecelerdeki
samimiyet veya alaycılıkla kendine çekecek hükümdarlar hiç bitmiyordu.
Batı'da hem Fransız hem Alman hanedanlıkları Sibylla Kehanetleri'ni kendi
üstünlük iddialarını desteklemek için kullandı, tıpkı Doğu'da kendilerinden
önce gelen Bizans imparatorları gibi.
Deccal'ın gelişiyse daha büyük bir gerginlikle bekleniyordu. Nesiller
boyunca, her şeyi yok edecek iblisin her an gelmesini bekleyerek yaşamış­
lardı; onun hükmü hukukun olmadığı bir kaos dönemi, hırsızlık, tecavüz,
işkence ve katliam içinde bir çağdı ama aynı zamanda hasret duyulan tek­
milin, İsa'nın İkinci Gelişi'nin ve Azizler Krallığı'nın peşreviydi. İnsanlar
sürekli, kehanet geleneğine göre son "eziyet dönemi"ni hem haber verip
hem de o zamana eşlik edecek olan "alametler"i takip ediyordu; bu "ala­
metler" arasında kötü yöneticiler, yurttaşlarla ihtilaf, savaş, kuraklık, kıtlık,
veba, kuyrukluyıldızlar, önde gelen kişilerin ani ölümleri ve günahkarlık­
taki genel artış olduğundan, alamet bulmak hiç zor olmuyordu. Hunlar,
Macarlar, Moğollar, Sarazenler (müslüman Araplar) veya T ürklerin istilası
veya istila tehdidi Deccal'ın yağmacıları, Gog ve Magog halkın anılarını
canlandırıyordu. Hepsinin ötesinde, tiran olarak görülebilecek her hüküm­
dar Deccal özelliği taşıma eğilimindeydi; bu durumda hasmane tarihçiler
ona geleneksel rex iniquus1 2 unvanını verirdi. Böyle bir hükümdar ölürken
ardında gerçekleşmemiş kehanetler bırakırsa, rex justus'ta da yapıldığı gibi,
"haberci" statüsüne indirgenirdi ve bekleyiş devam ederdi. Burada da si­
yasi sömürüye elverişli olan bir fikir vardır. Bir papanın, hasmını -kavgacı
bir imparatoru veya belki bir papa karşıtını- resmi olarak Deccal'ın kendisi
ilan etmesi ve bunun üzerine aynı lakapların bu hasma atfedilmesi sıkça
görülen bir durumdu.
11 Lat. Tanrı'nın emirlerine uyan, adil kral. (ç.n.)
1 2 Lat. Adil olmayan (hakkaniyetsiz) kral. (ç.n. )

39
Fakat Ahir Zaman hakkındaki fanteziler siyasi olayların ve karakterlerin
değerlendirilme şeklini ve siyasi mücadelelerin sürdürüldüğü dili sürekli
olarak etkilediyse de, sadece belirli toplumsal durumlarda dinamik toplum­
sal bir mit (söylence) işlevi görmüşlerdi. Vakti geldiğinde bu durumların ne­
ler olduğunu da inceleyeceğiz. Ama önce, ortaçağ Avrupa'sında her zaman
var olan ve zaman zaman mesih veya sahte-mesih rollerine talipler çıkaran
dini muhalefet geleneğine bakmamız gerekiyor.

40
İKİNCİ BÖLÜM
Dini Muhalefet Geleneği

Apostolik13 Hayat İdeali


Apokaliptik kehanet geleneği, bu kitabın ilgilendiği hareketlerin bazı ko­
şullarından sadece bir tanesidir. Bir diğeri, ortaçağ boyunca süregiden dini
muhalefet geleneğidir. Bu hareketler, tipik dini muhalefet ifadeleri değillerdi.
Tam tersi, pek çok açıdan -atmosferleri, amaçları, davranışları ve (göreceği­
miz gibi) toplumsal mahiyetleri gibi- tamamen alışılagelmişin dışındalardı.
Buna rağmen, bu çalkantılar ancak yaygın dini memnuniyetsizlik bağlamın­
da anlaşılabilir.
Ortaçağ medeniyetlerini oluşturmada ve sürdürmede elbette Kilise önem­
li bir rol oynadı; etkisi her türden ve koşuldan erkeğin ve kadının düşün­
celerine ve hislerine nüfuz etti; yine de, besleyip büyüttüğü dini özlemleri
tamamen yerine getirmede her zaman zorluk çekti. Ömrünü -en azından
teoride, çoğunlukla uygulamada da- tamamen Tanrı'nın hizmetine adayan
dini elitleri, keşişleri ve rahibeleri vardı. Keşişler ve rahibeler dualarıyla tüm
topluma hizmet ediyordu, ayrıca çoğunlukla hasta ve düşkünlere bakıyor­
lardı, ama genelde halkın ruhani ihtiyaçlarına vaizlik etmek onların görevi
değildi. Bu seküler ruhbanın14 sorumluluğuydu ve çoğunlukla yerine getir­
mekte yetersiz kaldıkları bir sorumluluktu. Keşişler ve rahibeler dünyadan
fazla uzak olma eğilimindeyken, piskoposlardan mahalle papazlarına dek
seküler ruhban da dünyayla fazla ilgiliydi. Üst düzey ruhban arasındaki ser­
vet hırsı ve siyasi hırs ile alt düzey ruhban arasındaki nikahsız birliktelik ve
cinsel serbestlik sıradan insanların şikayet ettiği şeylerdi. Ayrıca evanjelizme
dair bir açlık söz konusuydu; insanlar İncil'in basitçe ve doğrudan vaaz edil-
13 Apostolik, havarilere (apostles) ait olan iman, öğreti ve pratikler için kullanılan bir sıfattır. (ç.n.)
14 Manastır tarikatlarından olmayan ve dini kuruluşlarla bağı bulunmayan din adamı ve diyakozlar.
(ç.n.)

41
diğini duymak istiyordu, böylece duyduklarıyla kendi deneyimleri arasında
ilişki kurabileceklerdi.
Kilise'nin yargılandığı standartlar, kendisinin Avrupa halklarının önü­
ne bir ideal olarak koyduğu standartlardı; zira bunlar İncil'de ve Havarilerin
İşleri'nde anlatıldığı şekliyle ilk Hıristiyanlığın standartlarıydı. Bu standart­
lar bir ölçüde havarilerin yaşamına göre biçimlendirilen manastır yaşamıyla
kutsallaştırılmıştı. "Ancak," diyordu Aziz Benedictus Kuralı, "babalarımız ve
havarilerimiz gibi ellerinin emeğiyle yaşadıklarında gerçekten keşiş olurlar."
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda Cluny ve Hirsau manastırları büyük reform
hareketini başlattığında amaç, manastır yaşamını Havarilerin İşleri'nde anlatıl­
dığı haliyle ilk Hıristiyan toplulukların yaşamlarıyla daha yakından uyumlu
hale getirmekti: "İmanlıların tümü bir arada bulunuyor, her şeyi ortaklaşa kul­
lanıyorlardı. [... ] Hiç kimse sahip olduğu herhangi bir şey için 'Bu benimdir'
demiyordu." Ama tüm bunlar manastır duvarları arasında kalıyordu ve hal­
kın pek ilgisini çekmiyordu. İlk Hıristiyanların yoksulluğu ve basitliği ile ken­
di çağlarının, dönemlerinin hiyerarşik olarak örgütlenmiş kilisesi arasındaki
uçurumu hoşnutsuzlukla belirten sıradan birileri her zaman oluyordu. Bu
insanlar, aralarında kutsallıklarına güvenebilecekleri, havariler gibi yaşayan
ve vaaz veren adamlar görmek istiyordu. Kiliseye karşı çıkmak anlamına gel­
se de bu rolü doldurmaya hazırlıklı adamlar vardı. Kilisenin gözünde ancak
unvanı usulünce verilmiş papazlar vaaz verebilirdi; vaaz vermeye kalkan sı­
radan insanlar kilise tarafından yasaklanıyordu. Ne var ki ortaçağ Avrupa'sın­
da, meslekten olmayan vaizlerin havarileri taklit ederek ortalıkta gezinmediği
bir zaman dilimi neredeyse yoktur. Altıncı yüzyılda Galya'da bu tür insanların
olduğu biliniyordu ve llOO'lere kadar zaman zaman ortaya çıkmaya devam
ettiler, bu tarihten sonra ise birden hem sayıları hem de önemleri arttı.
Değişim, ortaçağ Hıristiyanlığının tarihini ara ara kesintiye uğratan Ki­
lise'yi içerden yenileme çabalarından birinin yan ürünü olarak görülebilir;
bu vakada reformun arkasındaki dinamizm papalığın kendisinden gelmiş­
ti. Ortaçağda manastırlar da dahil Kilise, tüm düzeylerdeki dini atamaları
kontrol eden seküler hükümdarlara ve soylulara bağlı hale gelmişti. Ama on
birinci yüzyıl boyunca birbirini izleyen gayretli papalar Kilise'nin özerkliğini

42
kurmaya kalktı; bu da ruhbanın ruhani seçkinler olarak sıradan insanlardan
ayrı ve onların üstündeki özel konumunun ve saygınlığının vurgulanması­
nı getirdi. Korkulan bir papa olan V II. Gregorius, özellikle dini görevlerin
parayla satın alınmasını kaldırmak ve (rahiplerin çoğunun evli olduğu veya
nikahsız birlikte yaşadığı bir dönemde) ruhbanın bekar kalmasını sağlamak
için yoğun bir çaba harcadı.
Bu papalık politikasını uygulamaya çalışan reform savunucuları, itaat et­
meyen ruhbana karşı sıradan halkın hislerini kışkırtmaktan çekinmedi. Ki­
mileri, görevlerini parayla satın alan piskoposların Şeytan'a hizmet ettiğini
ve onların yaptığı papaz atamalarının geçersiz olduğunu ortaya atacak ka­
dar ileri gitti. Piskoposluk konseyleri evli veya metresi olan papazların ayin
düzenlemesini tekrar tekrar yasakladı; V II. Gregorius da aynı şekilde. Orto­
doks reformcular, elbette, hak etmeyen papazların yürüttüğü dini ayinlerin
geçersiz olduğunu iddia etmiyordu; ama bu tür düşüncelerin halk arasında
yayılmaya başlamış olması şaşırtıcı değildir. Büyük reform hareketi sıradan
erkeklerin ve kadınların dini heveslerini yoğunlaştırmıştı; apostolik hayatın
kutsal adamlarına duyulan hasret her zamankinden fazlaydı. On birinci yüz­
yılın sonunda, yeni uyanan dini enerji Kilise'nin kontrolünden çıkmaya ve
Kilise'ye karşı gelmeye başlıyordu. Artık gerçek bir papaz için sınavın pa­
pazlığa atanması değil, apostolik hayat şekline olan sadakati olduğu yaygın
olarak kabul ediliyordu. Bundan böyle, yetkilendirilmemiş gezgin vaizler,
arkalarında daha önce hiç görmedikleri bir kalabalık bulmayı bekleyebilirdi.
On ikinci yüzyılın başlarında Fransa'da parlayan tipik bir bağımsız vaize
göz atmak kayda değerdir. Bu kişi Henry adında eski bir keşişti, manastırı­
nı terk edip yollara düşmüştü. 1116'nın Kül Çarşambası'nda15 dikkat çeker
bir halde Le Mans'a varmıştı: Önünden giden iki müridi, Kudüs'e yaklaşan
İsa'yı anımsatıyordu; müritler, efendileri piskoposmuşçasına, ellerinde bir
haç taşıyordu. Asıl piskopos, Lavardin'li Hildebert, tüm bunları iyi karşıla­
dı; hatta Henry'nin kasabadaki Büyük Perhiz ayinlerinde vaaz vermesine
karışmadı ve ihtiyatsız davranarak Roma'ya uzun bir yolculuğa çıktı. Pis­
ıs Kül Çarşambası, Hıristiyanlıkta Paskalya'ya kadar kırk gün süren Büyük Perhiz'in ilk günüdür.
(ç.n. )

43
kopos arkasını döner dönmez -sadece bir kıl gömlek16 giyen, güçlü bir ses
bahşedilmiş, sakallı genç bir adam olan- Henry yerel ruhbanın aleyhine vaaz
vermeye başladı. Kendisine hevesli dinleyiciler buldu. Le Mans halkı ruh­
banına karşı gelmeye çoktan hazırdı, zira ruhban rüşvet yiyor ve ahlaksızca
yaşıyordu. Dahası Le Mans piskoposları uzun zamandan beri yerel siyasette
etkindi ama pek sevilmiyorlardı, çünkü kasaba sakinlerinin derebeyliklerin­
den kurtulmaya çalıştığı kontlara destek veriyorlardı. T üm bunlar hesaba
katıldığında, Henry'nin vaazlarından kısa süre sonra insanların sokaklarda
papazları dövmesi, çamurda yuvarlaması şaşırtıcı değildi.
Ruhban tarihçilerin Henry'ye yönelttiği cinsel serbesti ve sapkınlık suçlama­
larına inanmaya gerek yok, zira bunlar dini muhalefete düzenli olarak getirilen
beylik suçlamalardı. Aksine, Henry cinsel kanaatkarlık vaaz ediyordu; kadınları
zengin kıyafetlerini ve süslemelerini sırf bu amaç için yakılan şenlik ateşlerine
atmaya ikna ediyor, fahişeleri kendi müritleriyle evlendirerek ıslah ediyordu.
Ama ruhban karşıtı gayretleri şüphe götürmezdir. İtalya'da ve Provence'da aktif
olduğu sonraki yıllarda Kilise'nin otoritesini tamamen reddetti; Kilise'nin ata­
dığı papazların ekmek ve şarap kutsama, günah çıkarttırma ya da nikah kıyma
yetkisinin olmadığını söylüyordu. Vaftizin inancın sadece harici bir işareti olarak
yapılması gerektiğini öğretiyordu. Kilise binaları ve resmi dinin tüm debdebesi
gereksizdi. İnsan herhangi bir yerde de bir kilisede olduğu gibi dua edebilirdi.
Gerçek Kilise yoksulluk ve basitlik içinde apostolik hayatı sürdürenlerden olu­
şuyordu; komşuyu sevmek gerçek dinin özüydü. Henry bu mesajı vermek için
doğrudan Tanrı tarafından görevlendirildiğini düşünüyordu.
Henry' nin birçok halefi olacaktı. Orta çağ boyunca dini reform talebi sür­
dü; zamana ve mekana göre detayları değişse de bu talebin arkasındaki ideal
özünde aynı kaldı. Dört yüzyıl boyunca, Waldoculardan Ruhani Fransisken­
lere ve Anabaptistlere, havariler gibi yoksul ve basit bir yaşam sürerek ge­
zinen ve ruhani rehberlik almak için istekli sıradan halka İncil'i vaaz eden
adamlar bulabilirdiniz.
Elbette bu ideal sadece muhalifler veya (o dönemde isimlendirildikle­
ri gibi) heretiklerle sınırlı değildi. Henry'nin döneminde dahi Arbrissel'li
16 Tövbekarlar ve münzevilerin giydiği, cildi rahatsız edecek şekilde kıldan yapılmış gömlek. (ç.n.)

44
Robert ve Xantenli Aziz Norbert gibi başka keşişler vardı ve bunlar papanın
tam izniyle gezgin vaizler olarak dünyaya açılıyordu; on üçüncü yüzyılda
Fransisken ve Dominiken tarikatları kurulduğunda özellikle apostolik hayata
göre şekillendirilmişlerdi. Aslında kurumsallaşmış Kilise çerçevesi içinde ilk
Hıristiyanlık idealini gerçekleştirmeye yönelik çeşitli çabalar olmasaydı, mu­
halefet hareketi olduğundan çok daha büyük olurdu. Yine de bu girişimlerin
hiçbiri tamamen başarılı olmadı. Vaaz veren keşişler ve frerler17 her seferinde
manastır duvarlarının arkasına çekildi ya da siyasal nüfuz uğruna kutsiyetin
peşinde gitmeyi bıraktılar. Başlangıçta apostolik yoksulluğa kendini adayan
yenilikçi tarikatlar her seferinde büyük servetler elde ederek son buldu. Ve
ne zaman bu olsa sıradan halkın bir kesimi manevi bir boşluk hissediyor ve
birtakım heretik vaizler bu boşluğu doldurmak için öne çıkıyordu.
Normalde bu vaizler ruhani rehberler olarak kendilerini öne sürüyordu.
Ama bazen çok daha fazlası olduklarını iddia ediyorlardı: ilahi kelam fısıl­
danmış peygamberler, mesihler, hatta vücut bulmuş tanrılar. Bu fenomen
elinizdeki çalışmanın kalbini oluşturuyor ve şimdi bunun ilk örneklerinden
bazılarını incelemenin zamanıdır.

İlk Mesihlerden Bazıları


Frenklerin altıncı yüzyılda yaşamış tarihçisi Tours Piskoposu Aziz Gre­
gorius, döneminin olaylarıyla ilgili titizlikle bilgi toplamasıyla bilinir; Fran­
sa'nın güneyi ile kuzeyi arasındaki anayolda bulunan Tours kasabasında
harika bir istihbarat kaynağına sahipti. Historia Francorum'un (Frenklerin
Tarihi) günlük şeklinde yazılan ve her olayı olduğu gibi kaydeden son altı
kitabının tarihi değeri büyüktür. 591 yılında Gregorius kendisini mesih ilan
eden bağımsız bir vaizden bahseder.
Ormana giden Bourges'lu bir adam kendini aniden bir sinek sürüsüyle
çevrilmiş bulur ve bunun sonucunda iki yıl boyunca aklını kaybeder. Daha
sonra yolu Aries şehrine düşer, burada münzevi olur ve hayvan derilerine
bürünerek kendini dua etmeye adar. Bu münzevi eğitimden çıktıktan son-
1 7 Yoksulluğu ve Hıristiyanlığın yayılmasını temel ilke edinen, Mendicant tarikatından Hıristiyan
keşişler. (ç.n.)

45
Another random document with
no related content on Scribd:
Señora Vallejo’s hand went out, but there flashed from the eyes of
Anita Fernandez a warning, and the hand was withdrawn. The
caballero arose and tendered the handkerchief again, to have
Señora Vallejo turn her back and face the girl.
“Perhaps, Anita dear, we should return now,” she said. “Evening
approaches, and there will be a fog rolling up the valley.”
“As you please, Señora Vallejo.”
The girl turned from the creek and started walking up the slope. The
caballero stood in the path before her, determined. Anita Fernandez
stopped, and seemed to look through him and at the mission
beyond. From the adobe wall hurried Pedro, the giant neophyte, who
had been watching and feared an affront to the women.
“You are being annoyed, señorita?” he asked.
“How could that be?” she demanded, laughing lightly. “There is none
here to annoy me, unless it be Señora Vallejo.”
“I beg your pardon, señorita. I thought I heard someone speak.”
“’Twas but the distant barking of a coyote, Pedro. You may follow us
to the guest house, if you wish. I will give you something for your
little girl.”
They started toward the caballero again and for a moment it seemed
that they must recognise his presence. But Anita Fernandez had a
subterfuge to prevent that. Just before reaching him, she turned
aside, and the others followed.
“I must speak to the padre about the neophytes allowing rubbish to
collect so near the mission,” she said. “It always should be burned.
Look at the stuff here!”
She pointed to the caballero’s cloak, and with one tiny foot she
kicked scornfully at the guitar. Then she swerved back toward the
path again, and the others followed her toward the plaza. The
caballero picked up the guitar and pressed his lips to the place
where her foot had struck, knowing well that Señora Vallejo was
watching him, though she pretended not to be.
He looked after them until the girl and woman had passed around
the end of the adobe wall and Pedro had gone to his own hut.
Darkness was gathering rapidly now; lights appeared in the
buildings; before the door of the storehouse sat a circle of men,
talking and laughing, sipping bowls of wine. Sitting on the ground, his
back against a rock, the caballero watched the scene.
“A beautiful woman,” he mused. “Proud, spirited, kind though she
does not suspect it, naturally intelligent, very much to be desired.”
One by one the lights in the buildings disappeared. The men before
the storehouse crept away to rest. A fray called to a neophyte
standing guard. And then there was no noise save for the singing of
the breeze through the orchard, and the distant howling of a coyote.
Presently the caballero arose and picked up his guitar, and crept up
the slope until he reached the adobe wall. He followed it to the end
of the plaza; made his way slowly through the darkness to the guest
house. There he stationed himself below an open window and began
playing softly. Several minutes he played, knowing a neophyte stood
a score of feet away, watching; and then he began to sing a love
song of Old Spain, a song of strong men and fair women. Between
two verses he heard the voice of Señora Vallejo.
“Anita, child, do you hear?”
“Yes, Señora Vallejo,” the girl replied, clearly. “The coyotes are
growing bold again. One is howling now beneath my window.”
CHAPTER V

TWO GOOD SAMARITANS

It is a matter of history—that big rain of a certain year. The torrents


poured from the sky at an unexpected time until the country was
drenched and tiny streams swollen, and watercourses that had been
dry were turned into turbulent yellow floods that carried on the
surface brush and grass and logs from the hills, menacing many a
rancho, undermining huts and adobe houses, ruining wells.
Returning from his ineffectual serenade, the caballero observed that
the stars were disappearing, but believed it was because of a fog
that came from the sea. As he reached the place where he had
picketed his horse and built his fire, a drop of water splashed on his
cheek. At the most, he anticipated nothing worse than half an hour’s
shower, and so he merely built up his fire and put some dry moss
and grass to one side under his cloak, and prepared to sleep on the
ground.
He slept soundly after his long journey and the unexpected events of
the past two days. He awoke to find the fire out and a chill in his
body, to find that water was flowing down the slope about him, and
the ground but a sea of mud, with the torrent continuing to pour from
the sky.
It was not more than midnight and the storm gave no indication of
ceasing. The caballero stood up and threw aside his sodden cloak,
picked up guitar and sword and pistol, and left the camp to hurry in
the direction of the mission orchard.
It was so dark he could see nothing, and he could not locate a path.
Roots half washed from the ground tripped him, water flowed down
the back of his neck. On and on he stumbled, until he ran against the
orchard wall. He managed to get over it, carrying his property, and
searched for a place where the trees would shield him partially from
the storm.
He came to a giant palm and crept close to the bole where the wind
drove the rain against him, but where it was not quite so bad as in
the open. And there the caballero stood, hour after hour, gradually
getting colder and more miserable, hugging his guitar under one arm
and his sword under the other.
Dawn came, a grey dawn that made the world look dismal. He left
the semi-protection of the palm, went over the wall, and hurried back
to his camp. His horse was standing with back to the tempest, his
head hanging low, his tail tucked between his legs. Water was
pouring down the slope; the dry grass he had gathered was
drenched; the little creek was a roaring torrent rushing down the
valley toward the sea.
The caballero was cold, hungry, miserable. Across the plaza he
could see smoke pouring from the chimneys, and to his nostrils
came the odour of food being prepared. The mission bells rang.
Neophytes left their huts to hurry toward the chapel. Señor Lopez
came from the storehouse and went to the guest house, carrying a
huge umbrella made from skins, and there Anita Fernandez and
Señora Vallejo joined him and walked across the plaza to the church
beneath the protecting parasol. A fray was placing stepping stones in
the mud before the chapel door.
“I must have a fire!” the caballero remarked, to nobody in particular.
He walked some distance up the swollen creek, until he came to a
ledge of rock, and there he found some dry grass; but there was no
possibility, of course, of using the glass-button again, since the sun
was not shining. He collected a quantity of the grass and fired into it
with his pistol, but no spark caught. Again and again he fired, without
success, finally ceasing in disgust.
He went back and stood near the horse, looking up at the heavens.
The clouds were black, ominous; there was no decrease in the
volume of water that poured from the sky. There was no place near
where he could make a dry camp. And it was fire he needed—fire at
which to warm himself and dry his clothing and cook another rabbit,
if he could kill it.
For the remainder of his life he remembered that day and the two
following. Such misery he never had known before, nor knew
afterward. Now he crept into the wet orchard; now he braved the
open on the slope. At times he ran back and forth beside the raging
creek, trying to warm his blood by the exertion. Men and women of
San Diego de Alcalá went about their business, but none gave him
attention.
Each hour seemed a day and each day a lifetime. His clothing was
soaked, his boots covered with muddy clay. He stood beside the
horse and looked at the mission buildings and at the smoke pouring
from the chimneys until he could bear to look no longer. Once he
heard a child laugh, and the laugh plunged him into the depths of
despair.
He rattled the coins in his purse. Worthless they were here in San
Diego de Alcalá; and he would have traded them all for five minutes
of bright sunshine.
He began to grow desperate. Playing the game as the men and
women of the mission played it, they could not recognise his
presence; so he decided to walk boldly into the storehouse, to warm
and dry himself there, ignoring them as they ignored him. He would
take what food he desired, and throw money in payment for it down
on the counter, and walk out. They would have to recognise him to
prevent it.
The caballero laughed wildly as he reached this decision and started
up the slope toward the plaza. He reached the door of the
storehouse and tried the latch, but the door was locked, for Señor
Lopez had seen his approach. He tried a window, and found that
locked also. He went to the guest house, to find the door fastened
there.
For a moment he considered raiding one of the Indian huts, sword in
hand, but his pride came to him then; and he walked back down the
slope, his face flushed with shame because of what he already had
done. He would last it out, he determined! If he died of the cold and
misery, then he would die, but he would fight the battle alone without
any help from those of the mission.
And then he remembered the presidio.
Fool, not to have thought of it before! He laughed again, this time in
relief, as he put saddle and bridle on his horse, and then, waving his
hand in derision at the group of mission buildings, he galloped
toward the bay. There was the presidio only six miles away, where a
caballero could get food and wine and have companionship while he
dried his clothes before the roaring fire!
He rode like the wind along the highway, facing the storm as it blew
in from the sea, his horse running gladly, plunging down wet
embankments, splashing through the mud, wading streams where
there had been no water twenty-four hours before. Up the road
toward the structure on the crest of the knoll, the caballero forced his
steed. Before the gate stood a sentry with a musket on his arm. The
sound of laughter came from the barracks-room, and it carried cheer
to the caballero’s heart. Smoke poured from the chimney, the odour
of cooking meat was in the damp air.
The sentry’s musket came up and his challenge rang out. Through
the gate the caballero could see an officer standing in the door of the
nearest building.
“Your business?” the sentry demanded.
“Take me to your commanding officer! Call an Indian to care for my
horse!”
The sentry’s cry was answered. A corporal came running across the
enclosure, an Indian at his heels. They stopped short when they saw
the caballero; the Indian looked frightened, the corporal grinned.
“Well?” he demanded.
“I want to see your commanding officer,” the caballero said. “I have
had enough rain without waiting here for you to make up your mind.”
“Dismount and follow me,” the corporal said.
The Indian went forward and took the horse by the bit. A muddy and
bedraggled caballero got stiffly out of the wet saddle and paced
through the sticky clay to the door of the barracks-room. The officer
was still standing there; he had scarcely moved.
“I want food, wine, a chance to dry my clothing and get warm,” the
caballero said. “There seems to be a superabundance of rain just
now at San Diego de Alcalá.”
“Did you ask hospitality at the mission?” the lieutenant wanted to
know.
The caballero’s face flushed as he met the other’s eyes.
“Your manner,” he replied, “tells me you know of my reception at the
mission. I did not look for the same sort of reception here. I have a
pass from his excellency that should command respect.”
The caballero handed over the pass, which was wet, and the officer
glanced over it.
“The pass is regular, caballero,” he said, “except that it does not
name you. It cannot, therefore, have weight with me.”
“Do you mean to say you will not extend the ordinary hospitality of
the road?”
“In a few words I can tell you where this presidio stands regarding
yourself,” the lieutenant answered. “Your recent boast concerning an
estimable young lady is well known, Captain Fly-by-Night. Also is
your general reputation. Soldiers, ordinarily, welcome a man of your
ilk, if he is merry and given to gambling, even if he cheats with the
cards. But Señorita Anita Fernandez stands in the relation of
daughter of our company, señor. Not a man of the post who would
not die for her. And when the priests and people of the mission
decide you are beneath their notice, we of the presidio stand with
them, even though in other matters the mission and the presidio are
as far apart as north and south.”
“Indeed?”
“Indeed, caballero. In regard to the pass—so far as I know, it may
have been stolen. I’ll stand any consequences that may come from
refusing to honour it.”
They faced each other while a man could have counted ten, the eyes
of neither flinching, hands clenched, breath coming in quick gasps,
each waiting for the other to make the first move. Like lightning the
caballero’s mind acted then.
He looked into the future and into the past, considering things of
which the lieutenant did not know. And in that instant of time he
decided that it would be the honourable thing to accept a slight now
for the good that might come from it later.
“You refuse me hospitality?” he asked again.
“I do, señor.”
“There may come a time when I shall call you to account for it,
officer.”
“You cannot taunt me into a quarrel, caballero. It was expected that
such would be your method when you found yourself ostracized, and
it was agreed that none would accommodate you. An officer of
standing, moreover, does not fight with an adventurer who lives by
his wits and his ability to insult women and swindle men.”
The caballero choked in sudden rage and his hand went toward the
hilt of his sword. But thoughts of the future came to him again, and
he took a step backward and swept off his sombrero in a stately bow.
“For the time being, it shall be as you say, officer,” he said. “But do
not doubt that there will be a reckoning, and when it comes I shall
take the matter into my own hands, not hand you over to court-
martial for ignoring his excellency’s pass.”
He turned his back and started toward the gate.
“A moment, caballero,” the lieutenant called. “While we have decided
not to hold intercourse with you in a social way, it does not follow that
you are entirely ignored. There are alert eyes about you, señor. And
treason has a merited reward!”
“May I ask your meaning?”
“Leave a picketed horse long enough, señor, and he’ll throw himself
with his own rope. I trust my meaning is clear?”
“As clear as the sky at present, señor,” the caballero replied. “I shall
recommend to his excellency, when next I greet him, that he place
an officer with brains at San Diego de Alcalá!”
He sprang to the saddle and spurred the horse cruelly. Back along
the road toward the mission he urged the animal at utmost speed,
careless of the treacherous ground and of what a stumble might
mean. Once more he reached the slope before the mission, and
picketed the horse. He stacked the saddle and bridle together, got
his guitar from a corner by the orchard wall and put it with them, and
covered all with his cloak. Then he started up the slope, walking
swiftly.
He had but a remnant of his pride left and did not think it necessary
under the circumstances to conserve that. He went around the end
of the wall and splashed across the plaza, scarcely looking at the
neophytes and frailes. Straight to the church he went, opened the
door, and entered. He made his way to the chapel. There was
sanctuary; there none could molest him without special order; and
here he stubbornly decided to remain.
But there was no warmth, no food, no drink. A couple of candles
glowed. A padre knelt. Two neophytes were at work patching a hole
in the wall. The caballero paced back and forth in the narrow aisle,
listening to the beating of the storm outside, wondering whether a
fray would speak to him and offer relief.
The neophytes went out, and in time the padre followed. The
caballero did not speak as he passed, for he felt that the other would
not answer. He wondered whether the entire world had turned
against him. He contrasted his present condition with the hospitality
he had received at Santa Barbara and San Fernando, and in the
adobe house of Gonzales at Reina de Los Angeles. He longed for
the companionship of the aged Indian at San Luis Rey de Francia,
for his poor hut and coarse food and hard bunk.
And then his pride returned to him in a surge. He would seek
sanctuary in no chapel where his presence was not welcomed by all!
Out into the rain he went again, across the plaza, down the slope to
where he had picketed his horse. Back and forth he ran to warm his
blood. The sky darkened, the night came. He saw the lights in the
buildings again, and the odours of cooking food almost drove him
frantic. In the guest house, someone was singing. He guessed that it
was Señorita Anita Fernandez.
He spent that night in the orchard under the big palm, shivering
because of the cold and his wet clothes, miserable because of his
hunger, and when the dawn came, and the storm had not abated, he
went back to the horse with an armful of dry grass he had found in
the corner by the orchard wall.
Bravado came to him now. He took the guitar from beneath his
cloak, and, standing out on the slope where all could see, he played
and sang at the top of his voice.
Still it rained, and the creek grew broader, flooding the highway and
threatening the plaza wall. The caballero sat on the muddy ground,
his cloak over his head, huddled forward, grim, awaiting the end of
the rain.
“The poor man!” observed Señora Vallejo, watching from a window
of the guest house.
“He has brought it upon himself,” Señor Lopez reminded her. “Had
he returned when I warned him he would have been in comfort
somewhere along the highway long since.”
“If the rain could but wash his soul as it does his body!” sighed Anita,
standing closer to the big fireplace.
“The man will die,” Señora Vallejo said. “His clothing is soaked, and
he cannot build a fire and cook food.”
“Perhaps it will teach him a lesson,” Lopez snarled. “We must watch;
he may try to break into the storehouse to-night.”
“Listen! He is singing again,” Anita called.
“Oh, the man has courage enough!” Lopez said. “They tell a
thousand stories of his daring. The men at one of the missions were
going to whip him down the highway once, and he sang them out of
it. Moreover, he got them to play at cards, and finally went down the
highway with a drove of mules loaded with goods he had won.”
“You are certain all the stories are true?” the girl asked.
“More stories are true than you may be told, señorita. It is best not to
ask too much,” Señora Vallejo put in; and she frowned a warning at
the storekeeper.
They sat down to the evening meal, to a table loaded with food as if
for a feast. The man down on the slope was still singing.
“Perhaps he will go away after the storm,” Anita suggested. “He will
be too miserable to remain.”
“And when the story gets up and down El Camino Real, he will be
forced to leave the country,” Lopez added. “He is the sort of man
who cannot stand ridicule.”
Darkness descended swiftly that night, and down beside the swollen
creek the caballero, now downhearted, tried to think of some
expedient that would make his lot better. When the lights were
burning brightly in the guest house, he took his guitar and slipped
across the plaza, to stand beneath Anita’s window again and play
and sing. The howling of the wind almost drowned his voice, and he
doubted whether those inside could hear. Once the giant Pedro
walked within a dozen feet of him, but did not speak, and the
caballero knew that he was being watched.
He crept into the orchard again, and for a time slept on the wet
ground because of his exhaustion, and as he slept the rain pelted
him and water dripped upon him from the fronds. Awaking to face
another dawn, the third day of the downpour, his face and hands
were tender from the continual washing of the water, and his hunger
had become a pain.
The rain ceased about midday, but the sun did not come from behind
the clouds. Behind a jumble of rocks half a mile up the valley, the
caballero removed some of his clothes and wrung the water from
them as well as he could before he put them on again. He scraped
the clay from his boots; and searched beneath the rocks until he
found a small quantity of dry grass and sticks, getting them ready for
his fire when the sun should shine.
But the drizzle continued, and the sun did not show its face. The
caballero stood beside the creek and watched the rushing stream,
one arm around the neck of his horse. Less than a hundred feet
away neophytes were toiling to strengthen the adobe wall where the
water had undermined it, a couple of frailes giving them orders; but
none spoke to the caballero or looked his way.
Again night came. He sat on a rock at the edge of the creek,
thoroughly miserable, hoping that the sun would shine on the
morrow, that he’d be able to kill a rabbit for food. He thought he
heard someone splashing through the mud, and looking around, saw
a dark shape approach.
Something struck the ground at his feet, and he saw the dark shape
retreat again. The caballero took a few steps and picked up a
package; he tore away the wrapper—and found flint and steel!
The caballero chuckled now and hurried to the pile of dry grass and
twigs he had collected. Soon the welcome blaze sprang up. He
threw on more fuel, stretched his hands to the fire, spread his cloak
to dry. He was too busy now to speculate as to the identity of his
benefactress; for he had guessed that it was a woman who had
befriended him, else a gowned fray, and he doubted the latter.
The fire roared, and the caballero stood near it, first facing the blaze
and then letting it warm his back, while the steam poured from his
wet clothes. The fire was good, but he needed food also—he would
have to wait for morning for that, he supposed.
Another sound of someone slipping on the wet ground, and the
caballero whirled around and looked up the slope. But there was
silence, and he did not hear the sound again. Once more he faced
the fire, and presently the sound of footsteps came to him, and this
time he did not turn.
The steps stopped, retreated, and he felt sure that he heard a bit of
laughter carried to him on the rushing wind. He waited an instant,
then walked slowly up the slope toward his horse. He came upon
another package. Hurrying back to the fire, he opened it. There was
a roast leg of mutton, a bottle of wine, cold cakes of wheat-paste, a
tiny package of salt, a jar of honey!
With the roast leg of mutton in his hands he did not stop to wonder
as to the good samaritan who had left the package there. He ate
until the last of the roast had been devoured; drank deeply of the
invigorating wine; stored honey and cakes and salt away in his cloak,
and then he sat before the fire thinking the world considerably better
than it had been an hour before. Now and then he chuckled, and his
eyes were sparkling.
For, when he had gone to pick up the second package, he had
carried a brand from the fire to light his way, and he had seen
footprints in the soft clay.
They had not been made by Señora Vallejo, for he had noticed three
evenings before down by the creek that the feet of Señora Vallejo
were not of the daintiest. Neither had they been made by some
Indian woman from one of the huts, since those women always wore
moccasins.
They had been made by two tiny shoes with fashionable heels, such
as might have been imported from Mexico for the daughter of a
wealthy rancho owner!
CHAPTER VI

VISITORS

The fire died down for lack of fuel, until only a small bed of coals
remained to glow like a great red eye in the black night. There was
no moon. The caballero, warm and dry, had spread his cloak on the
ground and was stretched upon it, half asleep, listening to the
rushing of the creek and the screeching of the wind that swept up the
valley from the sea.
He sensed the presence of human beings near him, and without
changing his position on the cloak he let his right hand slip slowly
along his side until it gripped the butt of his pistol. And there he
remained, trying to pierce the black night with his eyes, ears strained
to catch the slightest sound.
His horse snorted in sudden fear; the caballero gripped the pistol
tighter, half minded to spring to his feet, yet declining to do so for
fear it might be some prowling neophyte attempting to frighten him
and carry a tale back to the huts in the plaza of how the caballero
had been stricken with fear in the night.
“Señor!” The warning hiss seemed to come from a great distance,
borne on the raging wind. He knew it was an Indian who spoke; and
the inflection of the single word expressed that the speaker was
merely trying to attract his attention, not threatening, not warning of
some imminent peril.
The caballero rolled over slowly and sat up, yawning behind his
hand, like a man displeased at an interruption. Though every sense
was alert, there was nothing in his manner to indicate to a watcher
that he had been startled or that the unknown voice out of the night
had carried fright to him.
He looked across the bed of coals, and saw nothing. He glanced at
either side, but no leering face came from the blackness, no dark
form slipped toward him, knife in hand to attack, or finger on lips to
caution silence. The horse snorted again.
“Señor!” Once more the hiss, and it seemed nearer.
“Well?” the caballero demanded, half angrily and in a questioning
tone.
“It is a friend who would aid you.”
A handful of dry grass and leaves remained near the fire; now the
caballero arose slowly, picked up the fuel and took a quick step
toward the glowing coals.
“Not that, señor!” came the sudden warning. “Guards about the
mission will see!”
The caballero hesitated, not knowing whether to treat the man in the
darkness as friend or foe. Then he laughed lightly and dropped the
grass and leaves.
“Approach, then, so I may see you!” he commanded.
He heard someone slipping through the mud. Gazing across the bed
of coals he saw an Indian face come from the darkness, just the bare
outline of a face half seen in the night—thick black hair bound back
from the forehead, two piercing eyes, an aggressive chin. The Indian
stooped so that the reflection from the dying fire illuminated his
features for an instant.
At the point of speaking, the caballero felt his tongue seem to grow
paralyzed. Beside the face of the Indian another had appeared—and
another—another, until six faces peered at him from the darkness
and six Indians squatted in the mud on the other side of the bed of
coals.
“We have come, señor,” the spokesman said.
“That is plainly to be seen.”
“At first we were not sure, and then word came to-day by a runner
from an old man at San Luis Rey de Francia, who said he had given
you lodging for a night, and, also, we saw how you were treated by
the people of the mission and the presidio. So we came.”
“And now—?” the caballero asked.
“What is your wish, señor? In a cañon five miles away there is a
comfortable camp, and if you desire we’ll guide you to it.”
“I am of the opinion I’d much rather remain where am.”
“We do not understand your ways, señor, yet we trust you. If it is
your desire to remain here beneath the mission walls, undoubtedly
you have some good reason. But you must have a camp, señor—
shelter and food and drink—and those of the mission will give you
none.”
“You speak truth there,” the caballero admitted.
“Thinking, perhaps, you may decide to remain near the mission, we
carried with us material for your camp. We can pitch it for you beside
the creek in a very short time, señor. When the dawn comes, those
of the mission will find Captain Fly-by-Night in a comfortable teepee,
with skins for his bed, an abundance of food and wine, cooking
vessels, a heap of fuel. Every night one of us will fetch fresh meat
and other food, and hear what you may have to say in the way of
orders.”
“This kindness will be the death of me,” said the caballero.
“We cannot do too much for Captain Fly-by-Night. We may build your
camp?”
“I always accept what Heaven provides. On the level spot half a
hundred feet from the creek would be an acceptable place.”
The six Indians bowed before him and merged into the darkness.
Chuckling to himself, the caballero sank back on his cloak and
listened, but he did not release his grip on the butt of his pistol.
Sounds came to him through the night from a short distance away—
muttering voices, flapping skins, the squashing of wet moccasins in
the mud. Half an hour passed, and then he heard the voice of the
spokesman again:
“Señor.”
“Well?”
“The camp is prepared; everything is ready. It is best that we slip
away before being heard or seen. At midnight each night some one
of us will visit you, señor, and bring provisions. And now—is there
anything you would command this night?”
“Nothing. You have done well, it seems.”
“You will be guarded, señor. There are friends of Captain Fly-by-
Night inside the mission walls, but they must move carefully.”
“I should think so.”
“Everything is in the teepee, even to food for your horse. The fire is
laid before it, and you have but to strike flint and steel. Adios, señor.”
“Adios!”
The Indian’s face disappeared again, the caballero heard the
slipping steps retreating, another fragment of language, and then
silence except for the rushing wind and the roaring creek.
For half an hour he waited, smiling, fumbling at his pistol, listening,
and then he got up and stepped away from the bed of coals to be
swallowed up in the darkness. He was taking no chances with the
unknown, however. Step by step, and silently, he made a wide circle
and approached the teepee. Standing beside it he listened intently,
but heard nothing.
Before the crude habitation was a heap of dry grass and wood, as
the Indian had said. He sent sparks flying among the fuel, fanned
them to a blaze, and waited back in the darkness a few minutes
longer. Then he hurried forward and threw back the skins from the
door of the teepee.
The work had been well done. Boughs were on the ground, skins
spread upon them. In a corner was a jug of wine, another of water, a
quarter of mutton, a quantity of wheat-paste. Two rabbits, skinned
and cleaned and spread on forked sticks, were beside the mutton. A
dirty, ragged blanket, folded, was against the wall.
There was no fear of treachery in the heart of the caballero now. As
quickly as possible he got his cloak, sword and guitar, and carried
them into the teepee; he found grain and hay where the Indians had
left them—near the fire—and carried a generous amount to his
horse. Then he returned to the teepee, threw himself upon the
blanket facing the fire, and slept.
Slept—and awoke to find the bright sun beating down upon his face,
that the creek had fallen until it was scarcely more than its normal
size, that neophytes and frailes were at work again repairing the
base of the abode wall, and that now and then one of them looked
with wonder at the teepee that had been pitched during the night.
“Curiosity will do them good,” the caballero mused.
It was a royal meal he prepared that bright morning. Steaks of
mutton, one of the rabbits he broiled over a bed of coals, cakes of
wheat-paste were made, and, sitting out where all could see, the
caballero ate his fill and washed down the food with wine so rich and
rare that he knew no Indian had taken it from his own store. It was
good mission wine such as no Indian possessed unless he had
purloined it in a raid.
He stretched a skin and poured half the water on it for the horse, for
that in the creek was not yet fit for drinking. He gave the animal
another measure of grain and wiped his coat smooth with a skin, and
polished the silver on saddle and bridle, singing as he worked so that
his voice carried to the plaza.
At an early hour he observed a neophyte ride away in the direction of
the presidio, to return within a short time with the comandante. In the
plaza the officer held a consultation with a fray, looking often at the
teepee down by the creek, and then the man in uniform stalked
down the slope, swaggering and twirling his moustache. The
caballero arose as the other approached.
“It appears that you have a habitation, Captain Fly-by-Night,” the
lieutenant said.
“As a temporary refuge, it will do.”
“The manner of your getting it is mysterious, to say the least.
Teepees do not sprout overnight from the mud.”
“Yet it came during the night, señor.”
“From whom?”
“That is a question concerning myself, officer.”
“Perhaps it concerns others at San Diego de Alcalá. The frailes at
the mission seem to know naught of it.”
“There are many things the frailes of the mission do not know,” the
caballero replied. “There are things, also, unknown to the soldiers of
the presidio.”
“You are over bold to say it, señor. Is your hand so strong that you
can throw secrecy and pretence aside?”
“When you speak of secrecy and pretence, officer, I do not know
your meaning. It is my own business how I acquired a habitation and
food. I am a man of resource, señor. And are you not afraid that
you’ll be ostracized if you are observed speaking to me?”
“It is a part of my business to investigate suspicious characters,” the
lieutenant said.
“Have a care, officer! The score I hold against you already is a heavy
one!”
“Your presence here, and your manifest determination to remain, are
annoying, señor.”
“Were you at your post at the presidio, it would not annoy you, allow
me to say.”
“Those of the mission——”
“I have been given to understand, señor,” the caballero interrupted,
“that I do not exist for those at the mission. As for yourself, if you
seek hospitality I have none to offer you. Suppose you give me the
pleasure of your absence.”
“Señor!”
“Señor!” the caballero mocked, sweeping sombrero from his head
and bowing low.
The comandante snarled in sudden rage and his blade leaped half
from its scabbard. Taking a step backward, the caballero put hand to
hilt again, and waited. Thus they faced each other beside the creek,
while frailes and neophytes watched from the wall, expecting the two
men to clash. But the rage died from the officer’s face, and he
snapped his sword back in place again.
“You are a clever rogue, Captain Fly-by-Night,” he said. “Almost you
taunted me to combat. An officer of his excellency’s forces cannot
stoop to fight with such as you.”
“You fear such a thing, perhaps?”
“Señor!” the officer cried.
He looked for a moment at the smiling face of the caballero, ground
his teeth in his rage, whirled upon his heel, and strode away up the
slope, anger in the very swing of his body. Before the teepee the
caballero picked up guitar and began to play and sing.
Mud flew from beneath the hoofs of the comandante’s horse as he
galloped back toward the presidio. Frailes and neophytes resumed
their work. Two hours passed—and then there appeared two
soldiers, mounted, who stopped at the plaza, spoke to the frailes,
handed their horses over to Indians, and strolled down toward the
creek.
They did not approach near the teepee, nor did they seemingly give
the caballero more than a passing glance. Yet he knew that he was
to be under surveillance, that he would be watched by these men
night and day, others from the presidio relieving them from time to
time. And he expected guests at midnight!

You might also like