Professional Documents
Culture Documents
Full Download Bozkirlarin Ilk Imparatorlugu Hunlar 2Nd Edition Ahmet Tasagil Online Full Chapter PDF
Full Download Bozkirlarin Ilk Imparatorlugu Hunlar 2Nd Edition Ahmet Tasagil Online Full Chapter PDF
https://ebookstep.com/product/tarihcinin-kayitlari-na-shi-ji-
gore-hunlar-2nd-edition-pulat-otkan/
https://ebookstep.com/product/a-mak-i-hayal-hayalin-
derinlikleri-2nd-edition-filibeli-ahmet-hilmi/
https://ebookstep.com/product/mode-ou-est-ta-victoire-guillaume-
erner/
https://ebookstep.com/product/falaka-1st-edition-ahmet-rasim/
Raconte à ta façon Roule Galette 1st Edition Adrien
Pichelin
https://ebookstep.com/product/raconte-a-ta-facon-roule-
galette-1st-edition-adrien-pichelin/
https://ebookstep.com/product/cingene-ahmet-mithat-efendi/
https://ebookstep.com/product/sahseven-turkcesi-1st-edition-
ahmet-cam/
https://ebookstep.com/product/sans-ta-permission-a-pleine-
vitesse-1-1st-edition-micha-ess/
https://ebookstep.com/product/dolaptan-temasa-ahmet-mithat-
efendi/
Bozkırların
İlk İmparatorluğu
HUNLAR
AHMET TAŞAĞIL
BOZKIRLARIN İLK İMPARATORLUĞU
HUNLAR
AHMET TAŞAĞIL
Editör
Sahure Ergüzel
©Yeditepe Yayınevi
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Sertifika No: 16427
ISBN: 978-605-7800-53-4
Yeditepe Yayınevi: 461
Araştırma-İnceleme: 349
Kapak Tasarımı
Yasin Çetin
Kapak Resmi
Kertai Zalan Festmenyei
Harita Çizim
Emre Doğandor
Sayfa Düzeni
�-C,6-ltl,
Baskı-Cilt
Şenyıldız Yay. Matbaacılık Ltd.Şti.
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi C Blok No:102 - Topkapı / İstanbul
Tel: 0212 483 47 91-92 (Sertifika No: 45097)
YEDİTEPE YAYINEVİ
Çatalçeşme Sok. No: 52/1 34410 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0212) 528 47 53 Faks: (0212) 512 33 78
www.yeditepeyayinevi.com/ bilgi@yeditepeyayinevi.com
Bozkırların
İlk İmparatorluğu
HUNLAR
AHMET TAŞAĞIL
YEDİTEPE «.
PROF. DR. AHMET TAŞAĞIL
1964 yılında Yalova'ya bağlı Çiftlikköy ilçesinin İlyas Köyü'nde doğdu. İlko
kulu İlyas Köy' de okudu. Ortaokulu Mimar Sinan Ortaokulu'nda okudu ve
lise eğitimini aynı okulun lise kısmında tamamladı. Lisans eğitimini 1985 yı
lında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte.si Umumi Türk Tarihi bölümünde
tamamladı. Yüksek Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi'nde 1988 yılında "Gök
Türk Ülkesine Gelen Çinli Elçilerin Raporlarına Göre Gök-Türk Çin İlişki
leri" isimli yüksek lisans tezi ile tamamladı. Doktora eğitimini yine İstanbul
Üniversitesinde Genel Türk Tarihi Anabilim dalında "Gök-Türkler 542-630"
isimli doktora tezi ile 1991 yılında tamamladı. 1992-1995 yılları arasında Mi
mar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde Yardımcı Doçent, 1995-2001 yıl
ları arasında ise Doçent olarak görev yaptı. Ahmet Taşağıl 2001 yılında ise
yine aynı üniversitede görev yaparken profesörlük unvanını aldı. Mimar Si
nan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde görev yaptığı yıllarda aldığı diğer ulusal
ve uluslararası görevler şu şekildedir; Tarih-Felsefe Fakültesi Dekanlığı Ulus
lararası Hoca Ahmet Yesevı Türk-Kazak Üniversitesi 2001-2002, Kırgızistan
Türkiye Manas Üniversitesi Türk Uygarlığı Merkez Müdür yardımcılığı 2004-
2005, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü 2007-2008, Mimar Sinan Gü
zel Sanatlar Üniversitesi Rektör Yardımcılığı 2008-2010, Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanlığı 2009-2015, Avrasya Kültür ve
Sanat Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü 2010-2015. Ahmet Taşa
ğıl 2015 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden emekli olarak
yine aynı yıl Yeditepe Üniversitesi'nde göreve başlamıştır. Kendisi 2015 yılın
dan beri Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölüm Baş kanlığı ve Tarih Anabilim Dalı
Başkanlığı görevlerini üstlenmektedir. Akademik hayatı boyunca çok sayıda ki
tap, makale, ansiklopedi maddesi kaleme alan, almaya da devam eden Ahmet
Taşağıl'ın akademik çalışmalardan bazıları şöyledir; Gök-Türkler I, II, III, Çin
Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları (MÖ.III-MS.X Asırlar), Kök Tengri'nin
Çocukları, Ergenekon'dan Kağanlığa: Türk Model Devleti Gök Türkler, Gök Bö
rü'nün İzind/: Kadim Türk Topraklarında, Bilge Kağanın Vtısryeti, Bozkırın Ka
ğanlık/arı: Hunlar, Tabgaçlar, Gök-Turkler, Uygurlar. Tayvan'da 1985-1986 yılları
arasında aldığı eski Çince eğitimi ile birlikte iyi derecede eski Çince, İngilizce,
Fransızca, Farsça, Rusça, Moğolca ve Türk Lehçelerinden Kazakça, Kırgızca,
Özbekçe bilmektedir. Türk lehçelerini ve Moğolca'yı iyi derecede konuşabil
mesinin nedeni yıllardır Orta Asya'da İslamiyet Öncesi Türk Tarihini aydınla
tacak çalışmalar yapma amacıyla bulunmasıdır. Ayten Taşağıl ile evlidir. Gökçe
Nur ve Göktürk adlarında iki çocuk babasıdır.
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR.......................................................................................... 5
ÖNSÖZ........................................................................................................ 11
GİRİŞ ........................................................................................................... 15
6
Açlık Tehlikesi .................................................................................... 221
105-135 Arası Olayları....................................................................... 227
Pan Yung'un Faaliyetleri ve Türkistan Şehirleri ......................... 229
7
Yün ve İpek Dokumalı Hun Kumaşları........................................ 293
Bozkır Kıyafetleri............................................................................... 293
Süs Eşyaları ......................................................................................... 295
Metalürji............................................................................................... 296
Ağaç İşleri............................................................................................ 298
Seramik ................................................................................................ 298
Oyunlar................................................................................................ 304
Müzik.................................................................................................... 305
Çizgi Resimleri ................................................................................... 306
Sosyo-Kültürel Hayat .............................. . ........................................ 307
Törenler ............................ .................................................................... 307
Takvim ................................................................................................. 308
Ekonomik Yapı ve Ticaretin İlk İzleri........................................... 308
Siyasi Yapı Vatandaşın Konumu..................................................... 310
Yasalar-İnsan Hakları....................................................................... 312
Dinleri .................................................................................................. 313
Spor .................................................................... . ................................. 315
Vergi Sistemi ....................................................................................... 316
Askeri Hayat................................... . ................................................... 317
BİBLİYOGRAFYA.................................................................................. 320
Harita......................................................................................................... 329
KISALTMALAR
9
ÖNSÖZ
13
GİRİŞ
Asya bozk ırlar ının ilk model siyasi kuruluşu olarak karşımıza çı
kan Hunların b aşlangıç tarihini tespit etmek çok wrdur. Bunun
seb ebi kaynak yetersizliğinin söz konusu olması kadar, mevcut
k aynakların yüzyıllar sonra meydana get irilmeler inden kaynak
lanan karışık ve efsanevi bilgiler i vermeleridir. Aslında bu karı
şık bilgi ve b elge durumu Çinlilerin kendi tar ihleri için de g e
çerlidir. M. Ö. 2700'lü, h atta d aha önceler ine gidilse bile, ancak
1200'lerden sonra Ç in tarihi gerçek anlamda aydınlamay a b aş
lar. Bu açıdan baktığımızda Çin ve Hun tarihlerinin kronolojik
anlamda bir p aralellik gösterdiğ ini söylememiz g erek ir.
M. Ö. 2700'lerden itib aren efsanevi b ilg iler de olsa Ç in
l iler, Kuzeyli komşularını k aydetmeye b aşlarlar. Kend i sınır
ları içlerine girenleri d ah a çok t anıdıkları için dah a f azla an
l atmaları normal b ir durumdur. Bund an dolayı Hunların ilk
yurdu Kuzey Ç in göster ilse d e kesinlikle doğru değild ir. Ama,
h er fırsatta bozk ırlılar ın Çin içler ine girdikler i, Kuzey Ç in'de
v e d aha iç bölgeler inde kendilerine y aş am alanları y arattıkları
d a doğrudur. Bu yüzden M .Ö .221'den ya d a M.Ö . 214 Ç in
ordusu nun seferind en sonr a Hunların esas yurtlarınd an çıka
rıldıkları görüşü g er çeğ i ifade etmez . Sadece S arı Irm ak'ı n gü
ney ini terk etm işlerdir. N itek im Hunlar a ait Buryatya ( Ulan
15
Ude), Moğolistan ve İç Moğolistan a rkeolojik malzemeleri ak
sine işaret etmektedir.
Bozk ır kökenli olduğu çok açık bir şekilde anlaşılan Kuzey
Çin'deki Chou hanedanı, Çin kültürünü değiştirmeyi, üstelik
kalıplaştırmayı başarmıştır. O ortamda yetişenle r daha sonra
Savaşan Devletler çağında ve İlkbahar-Sonbahar dönemlerinde
Çin kültürünün temellerini atmışlardır. Gerçek anlamda Çin
liliği temsil eden Han hanedanı M.Ö 206'dan sonra bahsetti
ğimiz temeller üzerinde yükselmiştir.
Ta rih sahnesinde T 'ou-man'ın adı bilinen ilk Hun hüküm
darı olarak gö ründüğünde yıl M.Ö. 22 l 'dir. O esnada Hun
ların idari me rkezi Çin topraklarının epey iç tarafla rında bu
lunuyo rdu. Bu durum bütün Hunların o bölgede yaşadıkları
sonucunu ifade etmez. Söz konusu devirde Moğolistan ve ku
zey bozkırlarını terk ederek Kuzey Çin'de yoğunl aşma ge rçek
leştirmişlerdir. Son raki devirlerde de ekonomik sıkıntı ile bo
ğuşmak durumunda kalan Hun kitlelerinin defalarca Çin'in
kuzeyindeki alanla ra ye rleştiğini gö rü rüz. Aslında Hunlar, söz
ettiğimiz tarihten 7 yıl sonra yenilgiye uğrayarak bozkırla ra çe
kileceklerdir. Nitekim Türk -Hun tarihinin en büyük ve muh
teşem hükümdarlarından Mo-tu (okunuşu Modu/Bagatur/Ba
hadır-Mete) bu rada tarih sahnesinde yer alacaktır.
Orta Asya bozk ırlarının zor hayat şartları her dönemde in
sanlarını Çin başta olmak üzere sıcak , verimli ve daha zengin
top raklara göç etmeye zo rlamıştır. Uzun süren kuraklıklar ya
da ağır geçen kışlar bozkır halklarını başka bölgelere gitme ça
resizliğine sürüklüyordu.
Tasarladığı ihtilali b aşa rılı bir şekilde uygulama safhasına
koyarak tahtı ele geçiren Mo-tu, 35 sene Hun İmparatorlu
ğu'nu yönetti. Çin'i baskı altına alarak tarihi korku yaşatması
ve hafızalara kazıtması çok dikkat çekicidir. Ancak , onun en
önemli b aşa rısı O rta Asya bozk ırlarındaki bütün boy ve top
lulukları bir idare bütünlüğünde toplamasıdır. Kısacası Orta
16
Asya'da yaşayan bütün bozk ır halkların ı b ir b irl ik haline ge
t irmeyi başarm ıştır.
Hunların zaman paralelinde M.Ö. 206 yılında kurulan Han
hanedanı da çok önemlidir. Gerçek anlamda Ç inliliğin temelini
atmıştır. N itek im günümüzde dahi gerçek Ç inlilere Han derler.
Mo-tu, 201-199 yılları a rasında yürüttüğü b aşa rılı polit ik
ve askeri operasyonlarla en büyük rak ibine üstünlüğünü ka
bul ett irdi. N ihayetinde onun attığı temel üzerine Hun İm
paratorluğu, M.Ö. 121 yıl ına kadar başarıl ı iç ve d ış siyaset
dönemi geçirmişt ir. Bu durum ekonomik yapıya da yansımış,
Hunla r ref ah içind e yaşamışlardır. M.Ö. 14l'd e Çin'd eki Han
hanedan ı taht ına ç ıkan İmparator Wu, uzun süren haz ırlıklar
dan sonra Hunları M. Ö.119'da mağlup etmeyi başarm ıştır. K ı
sacası onun gerçekleştird iği ask eri reformların Han hanedanı
açısından başarılı bir sonuç verdiğini söylemek mümkündür.
Ç inlilerin kazandığı bu önemli askeri başarı, Hunlara karş ı
siyasi üstünlük anlamına gelmiyordu. Çünkü, Hunlar düşman
o rdusuna karşı kend i ülkelerin i korumayı başardılar. Net icede
M.Ö. 52 tarihine kadar Hunlar Ç in' in üstünlüğünü kabul et
m ediler. Hatta, çoğu kez akınların ı düzenlediler ve karşılarına
ç ıkan Ç in ordularını mağlup ett iler. Bu a rada Ch'ang Ch'ien'in
uzun ve ç ilel i yolculuğu sonras ı Bat ı ülkeleri ile özellikle Fer
gana ile t icaret b aşlamış, tarihi İpek Yolu'nun açılması sağlan
mışt ı. Bundan son ra Doğu ve Batı Türkistan'dak i şehir dev
letçikleri üzerinde hak im iy et kurmak için Hunlarla-Ç inliler
a rasında k ıyasıya bir mücadele b aşladı.
Kısa süreli birbiri ard ına tahta çıkan Hun hükümdarlarının
devleti ayakta tutabilmek için gayret gösterdiklerini, bu uğurda
mücadele ettiklerini görüyoruz. Bu durum M .Ö. 80'li y ılların
b aşına kadar devam etti. Ancak, Hunlar için b aşka bir tehlike b aş
gösteriyordu. O da T ing-ling, Wu-sun, gibi boy ve devletçiklerin
Hunlara b aşkaldırmalarıdır. Fakat, asıl tehlike iklim değişikliğin
den dolayı k ıtlık ç ıkması idi ve bu devleti çok y ıpratt ı. Neticede
Hun iç ülkesinde siyasi ve sosyal dengeler tamamen bozuldu.
17
M .Ö . 60'tan sonra ise taht kavgaları b aşladı ve y ıllarca
sürdü . M .Ö . 56'da taht mücadelesini kazanan Hu-han-ye ,
devletin içine düştüğü bunal ımdan ç ıkarmak için Çin'e bağ
lanma yolunu tercih edince devlet meclisinde büyük tart ışma
ç ıktı. Bağ ıms ızl ık taraftarı Chih-chih , karş ı tarafa kaybedince
bat ıya doğ ru göç etti . Kazakistan ve K ırg ızistan'da kendi haki
miyetini kurdu . Fergana bölgesini kendine bağlamış , Mavera
ünnehir'e dahi üstünlüğünü hissettirmişti . K ırgızların ataları,
T ing-ling 'ler ve diğer bölge boyla rı ona itaat etmek zorunda
kaldı. Ancak , üzerine yürüyen Çin ordusuna karş ı kale savun
ması yapmak gibi büyük bir hataya düştü . Çünkü , kendi gele
neğinde kale-şehi r savunma savaşı yapmak gibi bir durum söz
konusu değildi . Dolayıs ıyla savunma savaşını bilmiyorlardı. En
sonunda yanında kalan son kişilerle birlikte çarpışa çarpışa öldü .
Hu-han-ye, Çin'den yard ım ve destek almak için M .Ö .51'de
başlamak üzere Çin başkentini bi rkaç kez ziyaret etti . İhtiyacı
olan yiyecek desteğini fazlasıyla aldı. Dolayıs ıyla Çin üstün
lüğünü tanısa da ülkesini kavuşturduğu istik ra r M.Ö. 31'de
ölümüne kadar devam etti . Milad s ıralarına doğ ru onun oğul
ları s ırayla başa geçti . Bu a rada Han hanedanı zaafiyet gös
termiş , yönetim Wang Mang adlı bir vezi rin kontrolüne gir
mişti. Önce çocuk imparatoru etki altına alan Wang Mang ,
M. S . S'de kendi hanedanını kurdu . 17 sene sonra Han hane
danı üyeleri tek rar saltanatı geri aldılar.
Hunlar ise toparlanarak M. S .46 y ılına kadar başarılı bir şe
kilde hayatlarına devam ettiler. Bu y ılda başlayan tahta otu rma
tart ışmaları devletin ikiye bölünmesine yol açt ı. Kaybedenler,
Çin'e yakl aşıp yeni bir idare kurdular ve Güney Hun Devleti
ad ıyla anıld ılar.
Anavatanlarında kalıp bozk ırın ağır şartlarının getirdiği
kade ri üstlenenler ise Kuzey Hun Devleti olarak hayatlarına
devam etti . Çin'e ve Güney Hunlarına karş ı ön ce çok başarılı
olsalar da kuraklığa ve k ıtlığa karşı dayanamayıp mağlup oldu
lar. Açlığ ın önlenememesi sebebiyle halklarının çoğunun gidip
18
Çin'e sığ ınmasına engel olamadılar. Güçlerini kayb etikleri anda
M .S.89'da Wu-huan'lardan ve Çinlilerd en ağır bir darb e aldı
lar. Bir daha da toparlanma fırsatı bulamadılar.
Güney Hunları ise Han hanedan ına yak ın bir yere yerleşe
rek, onların koru ması sayesinde Kuzey Hunlarına direnebildi
ler. Yine Çinlilerin siyasi üstünlüğünü kabul ederek uzun süre
varlıkların ı korudular. Ancak kader ağlarını sadece Hunlar için
d eğil Han hanedanı için de ördü . Onlar da M .S. 220'l erde yı
k ıldılar. Ortaya ç ıkan siyasi boşlukta birçok Hun beyliği Çin
topraklarında siyaseten k endini göst erdi . Bu b eylik ve d evlet
çiklerin 437 yılına kadar devam ettiğini söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi 1 9. yüzyılın ikinci yarısı dünyanın Orta As
ya'yı keşif çalışmalarının yoğunlaştırdığı bir dönemdir. Sömür
g eciliğin zirve yaptığ ı bu dönemd e batılı araştırmacılar, yarış
halinde Orta Asya'n ın gizemlerini çözmeye çal ışt ılar. Söz ko
nusu çalışmalar her ne kadar sömürgeciliğe hizmet etse de Türk
kültürünün esk i ve derin tarafla rını o rtaya çıkaran araştırma
sonuçlan Türk tarihi hakk ında bilinenleri fa rklı noktalara t aşı
mıştır. Dolayısıyla geliş en Türkoloji alt ın çağın ı yaşarken tarih
çalışmaları da bi rer birer meyvalann ı veriyordu . Genel olarak
Orta Asya tarihinin her dönemi ile ilgili değerli eserler yazıldı.
E.H. Parker'ın çalış ması bunlardan biridir ve J. De Gro
ot'un 1 921 yılında yaz mış olduğu eser Hunların tarihini açığa
çıkarmıştır. Mc Govern ve diğerlerinin eserleri bilgileri daha da
genişletirken, Otto Franke'nin üç ciltlik Çin Tarihi incelemesi
de Hun tarihine katkıda bulunmuştur. Zaten siyasi ve kültürel
gelişmelerinin g elişimine bak ıldığında Hunlarsız Çin tarihini
yazmanın mümkün olmadığı anl aşılır. Ülkemizde Sinoloji 'nin
öncüllerinden W Eberhard , Hunlar ve Batı Türkistan halkları
hak ında yazdığ ı makalelerde bilgi verdi. Ayrıca Çin Tarihi adlı
eserde de Hunları tanıtan malumatı değerlendirerek Türkçe'ye
kazandırdı. İsla m Öncesi Türk Tarihi 'nin en büyük alimlerinden
Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu adlı iki ciltlik geniş
bir eser yazdı. Ayşe Onat, Sema Orsoy ve Konuralp Ercilasun ,
19
Han Shu'nun Hunlarla ilgili bölüm ün ü kritik ederek T ürkçe'ye
tercüme ettiler. Onat, ayrıca Batı bölgeleri ile ilgili metinleri de
T ürkçe'ye çevirdi. Bu arada T illa Deniz Baykuzu çok değ erli b ir
monografya yayınladı. Baykuzu, ayrıca yüksek lisans ve doktora
tezlerinde Kuzey Çin'de kurulan Hun devletlerini inceledi. Gökçe
Balcı ise Tabgaçları değerlendiren bir doktora çalışması gerçek
leştirdi. Merhum Pulat Utkan'ın Shih Chi'n in Hunlar bölümü
için hazırladığ ı metinleri Giray Fidan tamamlayarak yayınladı.
Kürşat Y ıldır ım ise Ç in kaynak larına göre Doğu T ürkis tan'ın
şehirler ini araştırdı. Bu eserin yayına hazırlandığ ı günlerde Ko
nuralp Ercilasun da m üstak il bir Hun tarihi yayınladı. Gelinen
nokta da ülkemizde Hun tarihi ile ilg ili yayınların memnuni
yet verici düzeyde olduğunu söyleyebiliriz.
B iz de yaklaşık 30 yıldan b er i araştırıp okuttuğumuz Hun
tarihi ile ilg il i değerlend irmel er im izi okuyucuya sunmak ama
c ıyla yola ç ık tık. Daha önce yapılmış kaynaklara dayalı araş
tırmaların h epsin i dikkate alarak konuya başladık. H em Shih
Chi, Han Shu, Hou Han Shu gib i kaynaklardak i b elgeler i in
celed ik, h em de daha önc ek i es erlerd e pek de yer verilm eyen
T 'ung T ien , Tsu-chih T ' ung-chien ile Ts'e-fu Yuan-kuei'dek i
b elg eler i tarad ık.
Bulduğumuz b ilg iler i değerlendirerek, Shih Chi ve Han
Shu'dak ilere ilave ettik. Kronolojik b ir bilg i gövdesi oluştur
maya gayret ederek Hun tarihini yazmaya çalıştık. Kaynaklarca
ifade edilen sosyal hayat ve devlet teşkilatı ile ilgili konuları
yer i geldiğinde ele ald ık. Böylece konu bütünlüğ ü sağlanması
m ümkün oldu. Arkas ına da son y ıllarda özellikle Moğolistan,
Kuzey Ç in ve S ib irya'da yapmış olduğumuz saha araştırmalar ı
geziler inde ulaştığ ım ız b ilg ilere ve Moğol ile diğ er ülk e arke
ologlarının gerçekleştirdiği kazılar ın sonuçlar ına göre maddi
k ültür m irasların ı koyduk. Her y ıl çok sayıda arkeolojik k eşfin
meydana geldiği Hun topraklar ında gelecekte çok daha önemli
bil imsel sonuçlara ulaş ılacağ ı aç ıktır. B iz bu çalışmada, şim
dilik mevcut buluntulara göre yorumlama gayreti gösterdik.
20
HUNLARIN ATALARI VE BOZKIRLARIN
İLK İMPARATORLUĞU
21
arkeoloji ve diğer alanlarda yapılacak bilimsel çalışmalar bilgi
lerimizi farklı noktalara götürecektir.
Çin kaynaklarında kayıtlı Hsiung-nu'nun aslının Hun ol
duğunu ve bu adla tanındığını, özellikle de ülkemizde bu adla
kabul gö rdüğüne şahitlik ediyo ruz . M .S. 311 yılında Çin'in
eski b aşkentlerinden Luo -yang'a 54HJ giden Soğd ticaret he
yetinden bahsedilmesi dolayısıyla söz konusu bir Soğdça mek
tupta Hun ismi Hsiung-nu'lar karşılı ğı olarak geçmektedir.
Nanaivande adlı Soğdlu bi r tüccarın yazdığı mektupta gerçek
anlamda Hun adı Hsiung-nu {gjj�Jl. karşılığı kullanılmıştır. As
lında 313 tarihinde yazılan bu mektup 311 yılında Luo-yang
şehrinin Güney Hunlarının eline geçmesini haber veriyordu .
Bundan başka aslen Baktriyalı olup Tun-huang'da ikamet eden
Chu Fa-hu adlı rahibin oluşturduğu bir sutrada 2 80-308 yıl
ları arasında da Hun adı Hsiung-nu karşılığı kaydedilmiştir3.
Bu Hun isminin orijinalini açığa çıka ran bi r başka kayda de
ğe r bilgi olmuştur. Ayrıca Eski Türkçe'de geçen kün yani halk
kelimesinden geldiğine dair görüş de vardır4 • Fakat, buna rağ
men Hun sözünün anlamı hakkındaki tartışmaların henüz bir
sonuca ulaştığını söylemek mümkün değildi r.
22
devirlere bağlamaları onların yaptığı etkinin sonucudur. Çeşitli
zaman süreçlerinde onların Hsiung-nu değil Ch'un -wei5f�l,
Hsien-yün�Jft, Hsün-yü1llfl, Jung-ti :f¾tk gibi çeşitli isim
lerle zikredildiklerini görüyoruz 5 • Kaynaklarda kaydedilen bu
farklı adlandırmalarla Hunların yani Hsiung-nu'ların atalarının
kasdedildiği k esindir. Ancak, bu durumda Hsiung-nu adının
ortaya çıkışından önc e en az 2 bin yıllık zaman diliminin söz
konusu olması ister istemez bilgi karışıklığını akla getirmek
t edir. Neticede çeşitli yüzyıllarda farklı okunuşlarda kaydedil
meleri, arkaik Çince'nin kendi içinde ses değişmeleri de göz
önünde tutularak değ erlendirilmeler yapılmalıdır.
Hakimiyetleri uzun zaman diliminde çok g eniş alanlara
yayıldığı için Hun adı sadece Çin kaynaklarında d eğil, diğ er
komşu milletlerin kaynaklarında da yer almıştır. Batıda Roma
kaynaklarında Hunni ve Chunni, Ermeni metinlerinde Hu
nik, Yunanca'da Huo ve Xouw, Soğdç a'da Xun, Hint kaynak
larında Huna olarak geçmektedir 6• Hunlar hakk ında en çok
bilgi veren en eski Çince m etinlerde ise 33 farklı şekilde kay
dedildiğini görürüz. Aslında bu bir bakıma 2 bin yıldan fazla
bir zaman sürecind e farklı hanedanların farklı kullanımlarını
ve Çin dilinin kendi gelişim tarihinin bir sonucudur. Nitekim
Çinc e'nin k endisi de yazı dili olarak asırlar içinde gelişip farklı
seslendirme yollan takip etmiştir.
Genel olarak bak ıldığında Çince isimlendirmelerde ilk he
celerde kullanılan Kuei, Kung, Hun, K'un, Ch'üan sesleri o
kavmi belirleyen özel isimlerdir. İkinci hece için kullanılan fang,
yi, jung, yü gibi karakterlerin ise Çinlilerin kendi eklemeleridir.
5 SC 1 10, s. 2879; HS 94A, s. 3743. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Bahaeddin
Öge!, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1981, s.1-1 12; Cevat Türkeli,
Çin Kaynaklarına Göre Hunların Ataları (İstanbul Üniversitesi, Basılmamış
Doktora Tezi), İstanbul 1990; Iaroslav Lebedynski, Les Nomades, Paris 2007, s.
129; Onat, s. 1.
6 Cevat Türkeli, Hunların Ataları, s. 109; Nicola Di Cosmo, s. 165.
23
Yen-yün ve Hsün-yü'nün ise ilk heceleri oluşturan seslerin
fa rklı yazılışları olduğu k abul edilm�kted ir. Belk i t am açık ol
mamakla b irlikte yazıldığı devrin Ç inces ine gö re farklı oku
nuşlar söz konusu olab ilir. H atta, Shang (M.Ö. 1 600- 1059)
dev rinde Kue i-fang adı d a bunlara ilave edilmişt ir.
Buna gö re M.Ö. 2 700-2600 yılları aralığını yaklaşık göste
rile rek verilen efs anevi İ mparator Huang-ti'nin Çahar'da Hun
ların ilk ataları ile savaştığı h ak kınd a h aberle r vardı r. Bundan
sonra Hunl arın atalarının Hsien-yün, Hsün-yü ve Shang -jung
adlarıyla k aydedildiğ i gö rülür. Hemen doğuları nd a da ise Su
shen kab ileleri y aşıyordu 7 • Yaklaşık M .Ö.2201 -M.Ö. 1 766 yıl
ları arası nd a hüküm süren Hsia h aned anı dö nemi gerçek Çin
t arihinin b aşlangıcı k abul ed ilmekted ir. Dah a bu dö nemde
yani çok erken vak itte Hunların ataları ile bu hanedanın yö
net icileri evl ilikler dolayısıyla ak rab a olmuşlardır8 •
Hunların Yaşayışı
Hunl arın sosyal h ay atı h akk ında verilen bilgilerle b irl ikte b in
lerce yıllık bozk ır h ay atını n ilk örneklerini gö rme fırsatını bu
luruz. Bu yüzden bahsedilen b ilg iler çok önemlid ir. Daha son
raki dev irlerde kaydedilen b ilg i bu malumatı t akip etmiştir.
Çin'in kuzey topraklarında yaş ay an bu k av imler, b ir yerde
sürekli ikamet etmezlerd i. Bozkırlıların belk i de ilk defa Ç in
liler tarafından tasvir edildiğ i bu b ilgiler oldukça ilginçtir. Yani
sosyal h ayatı n b ildirilmes ine rastlanılarak Avrasya' nın derin
liklerinde yaşanan hay at t arzı ilk defa burada anlatılmaktadı r.
Buna gö re bozkırların b inle rce yıllık bilinen ömür sürme yön
temi d aha t arihin b aşlangıç ev res inde k arşı mıza çık maktadır.
H ayatları nı n temel k aynakları olan su ve otları takip ederek
7 W. Eberhard, Eski Çin Kültürü ve Türkler, DTCF Dergisi, 1/4, Ankara 1943, s.
21 vd.
8 W. Eberhard, Çin Tarihi, s. 21 -32.
24
yaşıyorlardı. Ekonomilerinin esası at, sığır ve koyundan olu
şan hayvan sürülerine bakmaktı. Eşek, katır, t'ao-t'u, t 'ien-hsi
gibi vahşi at cinsleri d e bulunmaktadır. Tarım yapmadıkları
ifade edildiği gibi herkesin kendine ait toprağ ının bulunduğu
bildirilmesi enter esan bir durumdur. Gobi Çölü gibi ya da
Moğolistan'ın çoğu arazisind e karşılaşıldığ ı gibi tarım yap
mak mümkün değildi. Ancak Altay Dağları ve diğ er yerlerd e
tarımla ilgili arkeolojik kalınt ılar ve sulama kanalları k eşf edil
mi ştir. Çinliler herhalde kendilerine yak ın bölgelerde gördük
l erini kaydetmişlerdir. Yine kaynakların ifadesine göre yazılar ı
veya çizileri bulunmadığı için söz ile anlaşma yaparlar ; erkek
çocuklar koyunlara binerek biniciliğe alışırlar ; avcıl ığı öğren
m ek içind e kuş ve farel ere ok atarlar ; biraz büyüyünc e tav şan
ve tilkilere nişan alırlardı. Kaynakların Hunların yaşayışı hak
k ında yazd ıkları bu ifadeler Orta Asyanın bozk ır kuşağı için
karakteristik bir durumdur.
Askerleri is e yay çek ebilenl er (gerebil enler) olarak nit elen
dirilmiştir. Ayrıca güçlü ve zırhlı süvariler olduklarına dikkat
ç ekilmektedir. Günd elik hayatta hay vancılık il e iştigal edip,
gerektiğinde yabani hayvanlar ı avlarlardı. Bu bir tür savaş eği
timi şeklinde d eğerlendirils e de savaş durumlar ında ayrıca as
k eri eğitim yaparlardı. Sonuçta onların hayat tarzının b u ol
duğu anlaşılıyor. Yine uzun mesafeler için yay ve ok yakın için
kama ve m ızrak kullanırlardı. Kesin kazanacaklarını anladık
larında hızla sonuna kadar ilerlerler, zor durumda is e stratejik
geri çekilme gerçekleştirirlerdi. Bu geri çekilme yüzünd en her
hangi bir utanma duygusu taşımadıkları vurgulanmıştır. Hal
buki bu onlar ın uyguladıkları bir savaş strat ejisi idi. Çinlil er
gibi protokol ve görgü kurallarına uymadıkları belir tilmiştir.
En yüks ek mevkideki hükümdar da en alt s eviyedeki nor
mal vatandaş da b eslediği hayvanın etini yer, derisinden el
bise yapar, kürkünü kullanırd ı. Güçlülerin (gençlerin) etin
25
daha çok enerji veren yağlı k ıs ımlarını yaşl ılar ise yağsız k ı
s ımları yiyerek b eslenirdi. Y aşlı ve zayıfla rın küçük gö rüldüğü,
güçlülere değ er verildiği şekli ndeki ifad e doğ ru olmamalıd ır.
Burada sadece güçlü sağlıklı olanların savaşlara gittikleri için
ayrıca bünyelerinin daha çok yiyeceğe ihtiyaçları olduğu, y aş
l ıların fazla kaloriye gerek duymadıkları için y emek tarzları
nın fa rklıl ığ ından dolayı böyle bir değerlendirme yapılmışt ır.
Yoksa daha sonraki kaynaklarda bozk ır geleneğind e y aşl ılara,
özellikle bilg e ve tec rübelilere çok değer verildiği açıkça bil
dirilmektedir. Ayrıca üvey anne ve yeng e ile evl enme adetleri
d e Çinlilere garip g elmişti r. Halbuki bu nda aile birliği nin da
ğ ılmamas ı ve kadınların açıkta çaresiz ve kimsesiz kalmama
la rının sağlanmas ı esastı. Bunun yanında herkesin kulland ığ ı
özel bir ada sahip olduğu da kayd edilmiştir9 •
Hunla rın burada belirtilen sosyal hayatı tarih öncesi çağlar
dan beri y aşanılagel en bi r sosyal sist emin ifade edilişidir. Hun
la r, Orta Asya bozk ırlarında atalarından aldık la rı gelenekleri
devam etti rmektedirler. Atı evcilleşti rdikleri ve bu geleneğe sa
hip oldukları için süvari savaş usüllerini üst düzeyde g eliştir
mişlerdi. Mesela kulland ıkları eyerler son derece hafıf, ata zara r
vermeyen bir tür idi . Ayrıca sürücü için d e gayet uygun du
rumda idi. Üzengi daha gö rünmes e de M.S. ki dö nemde kul
lanılmaya başlad ılar. Atın mükemmel değ erlendirilmesi uzak
mesafelerin yak ın olmasını sağladı. Böylece uzun seferler dü
zenleyebildiler. Yabancı kaynakların anlatılarına göre fırtına h ı
z ıyla ortaya ç ık ıp görü nmez oluyorlard ı. K emikli refleks yay
is e başka bir üstünlük kay nağ ı idi. Yüzlerce met re uzaktaki bir
hedef vuruluyordu. Ani saldırı ve ani kaçmak esas kurgu idi .
9 SC 1 10, s. 2879; HS 94A s. 3743; TT 194, s. 5303; TFYK 961, 17b, 18a, b; A.
Onat, Sema Orsoy, Konuralp Ercilasun, Han Hendanlığı Tarihi Hsiung-nu
Monografisi, s.1; Ayrıca bkz. Baykuzu, s. 24-25; Ercilasun, s.198-200.
26
Savaşın wra girdiği anlarda hızla geri çekiliyor, düşmanın dik
katini dağıtıp aniden dönüyorlar ve düşmanı dağıuyorlardı 10 •
İlk Maceraları
Aradan asırlarca zaman geçmiş, Çin'de Hsia ]! hanedanı or
taya çıkmıştı. Bu hanedanın imparatorlarının kötü yönetimle
rine karşı isyanlar patlak verince hanedanın imparatoru Chie�,
Ming-t'iao'ya gitmek zorunda kalmış ve orada ölüp, bir daha
geri dönmemişti. Onun oğlu Ch'un-wei ,ş.�t ise sürgün edil
diği yabani topraklarda yani kuzeyin bozkırlarında kalmış geri
gelmemişti. Çin kültürü karakteri taşımayan Ch'un-wei, her
ne kadar Çinli gösterilse de yaşayış bakımından Hunlar gibi
davranıyordu. Geri gelip tahta çıktıktan sonra hükümdarın ba
basının eşleriyle evlenmesi ilginç bir konudur. Burada önemli
olan, bütün bu efsanevı metinlerin içinde Hunların atalarının
zikredilmesidir. Yine Ch'un-wei'in hükümdar olduktan sonra
Hsün-yü adını alması dikkat çekici bir noktadır. Ancak, bü
tün bahsettiğimiz bilgilere rağmen herhangi kesin bir sonuca
varmanın mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
Hsia hanedanının sonlarına doğru Jung t� ve Ti Jj( gibi gibi
kavimler Çin'e saldırarak hükümdarlarını Ch'i Dağı'naU)İ LLı
kaçmak zorunda bırakmışlardı. Meşhur Chou hanedanı
(M.Ö. 1 1 22-255) gelişen söz konusu olaylar neticesinde ortaya
çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde bahsedilen 4 beyaz geyik, 4 beyaz
kurt konuları Türk mitolojisini çağrıştırmaktadır. Chou'larda
bulunan atalara, güneş, ay ve yıldızlara, dağ ve ırmak ruhla
rına saygı, tanrıların yöneticisi kabul ettikleri Shang-ti ve bü
tün kainatın düzenini temsil eden t'ien (gök) vardı.1 1
10 Istvan Vasary, Erken İç Asya'nın Tarihi (çev. İsmail Doğan), İstanbul 2007, s. 53-
54.
11 Pulat Utkan, s. 5.
27
Kemiklerin üzer inde adları Kuei-fang 5\ı 15 olarak kazınan
Hunların ataları , daha sonra maden i eserlerde de Kuei-fang ve
Kung-fang şekiller inde kayd edilmiştir. Bu b ilgil ere göre söz ko
nusu dön emd e Çin'in içl erinde Shan-hs i' nin batı taraflarında ,
yan i bug ünk ü Ç in'in ortalarında y aşıyorlardı. Bu arada aynı
d evirde adı geçen Kuei-fang'ların bazıları daha da güneye ine
rek Ç in hayat tarzını seçenler vardı. Y ine o esnada Ç in'dek i
Shang hanedanıyla (M.Ö. 1 766- 1 154) akrabalık kurmuşlardı.
Chou hanedanı zamanında Ç in üzer inde Hunların etk is i
daha fazla gör ülmeye başlandı. Bu arada L i Jffl Dağı'nda öm ür
süren Li-jung 'lar Jfflt\G da b ir Hun boyu olarak düşün ülmek
ted ir. Aslında açığa çıkan sonuç şudur : Chou hanedanıyla it
tifak yapan Li-jung 'lar, d iğer Jung (Hun)'ların Chou'lara sal
dırılarını önlemişt ir. Neticede M .Ö. 1 700-22 1 arasında Shang
(M.Ö. 1 764-M .Ö. 1027), Chou ( 1050-247) ve Ch'in* (22 1-
207) hanedanları zamanlarında çok sayıda Hun boyunun Ç in
içler ine yerleştiğ i anlaşılmaktadır 12 •
28
S on bahar dönemindeki Ti kabileleri Hsien-yü ff!$ ibl ve Wu-c
hung 'la r, sonra Ch'in beyliğinin Kızıl iffi ve Ak B Ti'lerle ya
kın oldukları Türk kabileleri ile Çinlilerin iç içe yaşadıkla rı
gö rülür. Yine aynı dönemde çok sayıda Chou beyinin Ti ka
dınları ile evlendikleri gö rülmektedi r14 •
Chou hanedanının kuruluşunda Hunların atalarının etkisi
ç ok açıktır. Ancak, Tibetlilerin ataları da adı geçen yeni hane
danın yükselişinde rol oynamıştır. Buna rağmen devletin oluş
ması sonrasında Hun- Chou çatışmaları durmamış devam et
miştir. M.Ö.1001 tarihinden sonra Hun-Chou savaşları uzun
süreli gerçekleşmiştir. Bu dev rede Hunların atalarının Chou'lara
ak geyik ve ak kurt sunması ilginçtir. Çünkü bu iki hayvan bin
yıllar içinde gelişecek Türk mitolojisinde önemli yer alacaklar
dır 1 5 . M.Ö. 82 7-782 arasında is e Hunlar güçle rini kaybetmiş
olmalılar ki, artık Sarı lrmak'ın kuzeyine çekildiklerinden bah
sedilir. Aynı devirde bi rçok Hun boyunun yine Çin'de kalarak
Çinlileştiğini gö rürüz. Chou Devleti içind e yükselen Hunla
rın, Chou imparat oru You'yu anlaşmazlık sonucu öld ürdük
leri ve neticede Chou başkentinin doğuya nakledilmesine se
bep oldukları anlaşılmaktadır.
M.Ö. 637 dolaylarında Chou hükümdarının Ti'lerden bir
kız ile evlenip onun k raliçe yapılması ilginç bi r bilgidi r. Daha
sonra ise gelişen olayla rda Jung ve T i 'ler Chou Devleti top
raklarına gi rerek işgal etmişlerdir. Ancak , burada Jung sözü ile
Çin'in batısındaki topluluklar, T i söz ü ile kuzeydeki kavimle r
kasdedilmiştir. Devam ed en süreçte Lo ve Yin ırmakları ara
sında ikamet ederek Kızıl ve Ak Ti adla rıyla kaydedilmişler
dir. Kanaatimizce burada kızıl ve ak ayrımı yaşadıkları bölgeye
gö re yapılmış olmalıdı r.
14 Utkan, s. 8; Baykuzu, s.30; Ercilasun, s. 21-30.
1 5 S C 1 10, s. 2881; H S 94, s . 3744.
29
İlkbahar ve Sonbahar (Ch'un-ch'iou/ M .Ö.722-481) ve
Savaşan Devletler Dönemleri (M .Ö.480-222)'nde Çin toprak
larınd a yüzden fazla beylik v e devlet bir birleri ile mücadele
ederken aralarında bazı Hun k ökenli boyların kurduğu siyasi
kuruluşların varlığı da söz konusudur. Olaylar anlatılırken Hun
kültürüne de açıkça temas edilir. Mesela, M.Ö.623'te S arı Ir
m ak'ın güneyindeki Jung Devleti ortadan k alkınca Hunlar ku
zeye çekildi . M .Ö.314'te Yi-ch'ü'deki Hunları m ağlup edince
yine Hunlar, aynı yöne doğru gitmek zorunda kalmıştır.
Hsia h aned anının ilk merkezinin Wei Irm ağı 'n a yakın
bir yerde bulunması muhtemeldir. B ölge en eski devirlerden
beri kuzeyli y abancıların akınlarına m aruz k aldığı için y a
bancı kül türlerden beslenmiştir. Kuzey batı y önünden yani
K ansu koridorund an Alt aylı, Moğolis tanlı ve Tibetli toplu
luklar geliyordu . Çünkü, bölgenin kuzey batısı dağlarl a çev
rili değildir. Herhangi büyük bir t abii engel bulunmuyordu .
Kuzey h attınd a Yin Dağları bulunuyordu . En kolay akın
yolu K ansu koridoru adı verilen bugünkü Lan-chou eyaleti
nin topr aklarıdır 1 6 •
Bu arad a Çin t arihinde Chou h aned anının kuruluşu
t am bir dönüm nok tası olmuş tur (M .Ö.1122). O h anedan
zam anı ve sonr asınd a oluş an kültür or tamında Kon füçyüs,
Lao Tse gi bi ünlü fılozoflar yetişmiş ; ayrıca çok sayıda klasik
eserler yazılmıştır. Dol ayısıyla Çin kültürünün kendi mecr a
sında akarken bu devirde sağlam temellere oturduğu söylene
bilir. Diğer yand an M.Ö. 2000 sonund a ort ay a çık an Y ang
Shao kültürünün Çin'e dış arıd an geldiği bilinmek tedir. S öz
konusu kültürün Chou'lar t ar afından Çin'e ge tirildiği k abul
edilmek tedir 17 •
30
Bilinen Hun Adının İlk Görünüşü
Şimdiki araştırmalarımızda gör ür üz ki; tarihi belgeler kesin ola
r ak, M.Ö. 3 1 8 yılını Hun yani Hsiung-nu adının ilk belirgin
bir şekilde ortaya çıkışı şeklinde vermek tedir. Bu yıla a tfedi
len olaylar esnasında Hunlarla, bir Çin devleti arasında i ttifak
bir anl aşma söz konusudur. Gerçekte Çinlilerin kendi arala
rındaki savaşlara Hunlar yardımcı kuvve t göndermişlerdi 18 •
Belki bunlara o devirde Çinlilerin kuzeyliler için genel kul
land ığ ı yabancı anlamına gelen Hu ismi ilave edilebilir. 1 9 Böy
lece Hunlar, Savaşan Devletler Dönemi nin (M Ö. 403-221) so
nunda Çin tarihlerinde artık kesin bir şekilde yer almışlardır.
Chao lideri Wu-ling �ti, Hunlara karşı düzenleyeceği sefere
onların giyimini takli t ederek, onların tarzında okçu savaşçı
lar hazı rlamıştır.
31
Tsao-yen ( Cahar)'den H siang-p'ing 'e ( Liao-ning) kadar uzanan
uzun bi r set duvarını sadece Hunlara k arşı değil Tung-hu'la
rın (merkezi Çin'e göre kuzey doğuda y ani M ançurya tarafla
rında yaş ayan y ab ancılar) d a saldırılarına k arşı korunmak için
inşa edilmiştir20 •
Hunlardan Kopya
Bu dönemde Hunlar ile yakın ilişki içinde bulunan Chao Dev
leti, onların saldırılarına karşı kendilerini korumak için M.Ö.307
yılında askeri reformlara gi rişmişti . Hükümdar Wu-ling 'in em
riyle y apılan reformlara gö re Hunların askeri kıyafetinin giyil
mesi k abul ediliyordu. Nihayet, Hunlar gibi Chao h alkı ata
binmeyi ok ve y ay kullanmayı öğ renecekti. Hun tarzınd a re
fo rm sonuçlarını kısa sürede vermişti r. Neticede iyi h azırlanan
Chao güçleri Hun toprakların a akın y apmayı b aşardılar. Aynı
yüzyılda bir zafer daha k az andılar. Bugünkü Shan-hsi'de T a
tung y akınlarınd a bulunan Chao'nun kuzey kısımları generali
Li Mu *tıl, 1 60 bin kişiden fazl a sayıdaki savaş arab ası , sü
v ari ve okçulard an meydan a gelen k arışık bir orduyla ani bir
hücum yaptı. 100 bin atlıdan oluşan Hun o rdusunu yendi .
Yenilen Hun hükümdarı y anındaki askerleriyle birlikte kaç tı.
Uğ radıkları bu yenilgiden son ra on yıl Chao sınırlarında gö
rünmediler. Kısa d a olsa söz konusu bilgilerden anl aşıldığına
gö re neticede Hunların bu devirde güneye doğru gelişmelerine
çok ağır bir darbe indi rilmiştir21 •
Yukarıda söylediğimiz gibi Hunlarla Yen Devleti'nin de iliş
kileri v ardı. M.Ö. 227'de Ch'in Devleti generali Fan Yü-ch 'i ,
Yen Devleti' ne iltic a için b aşvurduğunda, bu devletin veliah tı
kabul etmiş ti. Bu devletin önde gelen vezirlerinden biri adı ge
çen generalin Hunlara gönderilmesini teklif etti. Böylece iki
20 Eberhard, Çin Tarihi, s. 60.
2 1 S C 1 10, s . 2886; T T 194, s. 5302-5303.
32
avantaj sağlanacaktı. Birincisi Ch'in Devleti'nin Fan'ın kendi
lerine kaçtığının öğrenilmesi engellenecekti. İkincisi gittikçe
artan Yen düşmanlığına karşı Hunların dostluğu kazanılacak,
askeri ittifak yapılacaktı. Ancak, vezirin teklifi pek ilgi gör
medi. Bu durum olayların geçtiği yıllarda Hunların kuzey de
önemli bir güç olduğunu göstermektedir22 • Daha sonraki de
virlerde ilavelerle yaklaşık 20 bin km.'ye ulaşan Çin Seddi'nin
inşaatı ve eski yerlerinin tamiri tamamlanınca Çin-Hun savaş
larının tarihi seyri de değişecektir.
Aslında bu üç Çin devleti arasında Hunların askeri gü
cüyle baş edebilecek tek gücün Ch'in Devleti olduğu anlaş ılı
yor. Ch'in Devleti'nin M.Ö. 221 tarihinde bütün Çin'in bir
leşmesini sağlaması Hunların hakimiyet alanını kuzeye doğru
çekmesine yol açtı. Özellikle General Meng T 'ienj�'f5 'in Or
dos bölgesini Hunlardan alması bu alanda en önemli gösterge
dir. Bu olaydan hemen sonra daha önce üç ayrı devlet tarafın
dan inşa edilmiş olan duvarları birleştirdi. Hatta tamir etti ve
batı yönünde ilaveler yaparak uzattı. Böylece Kansu'daki Lin
Tao'dan bugünkü Pyong-yang'ın kuzeyindeki Chie-shih'ya ka
dar uzanan Çin Seddi birleştirilmiş oldu. Kendilerine karşı sa
vunma tedbirleri artıp muhkemleşince Hunlar Ordos'un kuze
yindeki dağlara (Yin) çekilmeye mecbur kaldılar23 •
Bahsettiğimiz olayların geçtiği zamanda ve sonrasında do
ğudan Tung-hu'lar, güney-batılarından Yüe-chih'lar,FJ [x, ve ku
zey ve batıdan T ing-ling'lerT$, Hunların rakibi olarak or
taya çıktılar. T ing-ling'ler bu esnada Güney Sibirya'da Baykal
Gölü'nden Yenisey Irmağı'nın biraz ilerisine kadar olan böl
gede yaşıyorlardı. Anlaşıldığı gibi III. yüzyılın sonunda Hun
lar her taraftan güçlü komşularla sarılmışlardı24 •
22 SC 1 10, s. 2886; TT 194, s. 5502-5303.
23 Otto Franke, Geschichte des chinesischen Reisches, I, Berlin, 1930, s. 195; W.
Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1987, s. 83 vd.
24 W. Eberhard, Orta ve Garbi Asya Halkları, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, 1942,
s.140-175.
33
T'ou-man
Hun tarihi aç ıs ından önemli bir bilgiye ulaşma imkan ı doğu
yordu. Ç ünkü, M.Ö. 22 1'de ilk defa bir Hun hük ümdarının
adı (ch'an-y ü) tarihi kaynaklara geçiyordu 25 • Bu hük ümdarın
adı T ' ou-man�'.I'. olarak kaydedilmiştir. T ürkiye'deki tarih ya
z ım ında Teoman olarak da gördüğ üm üz T 'ou-man' ın son za
manlarında Hunlar, Kuzey Çin'de bulundukları yerlerden mağ
lup edilmek suretiyle çıkarılmışlardır. Ayn ı durum Moğolistan
coğ rafyasında Hun n üfusunun yoğunl aşmas ına sebep olmuş ;
neticede kuvvetli bir Hun İmparatorluğu'nun ortaya ç ıkma
s ına katk ı sağlamıştır. Neticede T ' ou-man Çin'de sahip olduğu
toprakları koruyamamış ; Meng T 'ien'e yenilince kuzeye çekil
mişti. Ortaya ç ıkan bu yeni gelişme Orta Asyan ın doğusun
daki dengeleri gelecekte tamamen değişti recekti 26•
Aynı sıralarda Tung-hu'ların çok kuvvetli bir durumda bu
lunduklarını anlıyoruz. Y üe-chih'ların ise hen üz güçlenme aşa
masında bulundukları kaynaklar tarafından bildirilmektedir.
M .Ö.22 1'de Çin'deki Ch'in hanedanı çok sağlam temellere
otu ran bir devlet haline dön üşm üşt ü. Onunla aynı zamanda
Hunların b aşında T 'ou-man görülmektedir. Çin'de uzun du
var yani sed yükselmiş ; tarihi Çin ve Kuzeyli topluluklar a ra
s ındaki ta rihsel sın ır kesin olarak belirmiştir. Ayrıca bu devle
tin b ünyesinde T ibetliler ve Altaylılar olmak üzere çok sayıda
yabancı unsurun varlığ ın ı da belirtmek gereki r.
O devirde Hunların doğu komşusu Tung-hu'lar ve g üney
batı komşuları Y üe-chih'lar gayet g üçlü konumda bulunuyor
la rd ı. Belk i T 'ou -rnan' ın liderliğindeki Hunlar onlara g öre
daha güçs üz idiler. Altaylı toplulukların ve Orhun bölgesinden
Çin'e gelen Hunların , Wu-y üan , Yin �LlJ dağları civarlarında
25 Öge!, s. 60, 80, 88, 95.
26 sc 88, s. 2566-2567.
34
gezindikleri anlaşılmaktadı r27 • Yin Dağla rı 'na kuzeyden insan
yığılması iklim şa rtlarına gö re de değerlendi rilmelidir. Ağı r kış
koşulları Moğolistan'da y aşayan insan topluluklarını Çin sınır
larına doğ ru gitmeye zorluyordu.
Bozkı r da değişiklikler meydana gelirken Çin de boş dur
muyordu. Dağınık bölünmüş siyaset tek elde toplanıyordu.
Böylece Çin'deki devletin merkeziyetçi yapıya kavuşarak kuv
vetlenmesi doğal olarak politika değişikliği sonucunu o rtaya
çıkardı. Nitekim, artık Hunlar sınırlardan uzakl aştırılmalı ve
tehlike geçiştirilmeliydi.
Hunlara karşı düzenlenecek Çin askeri harek atı öncesinde
İmparator Shih� Huang-ti ��ıf kuzey sınırlara doğ ru seya
hate çıkmıştı. Sonra Shang bölgesini _tı�
gezip b aşkentine
geri gelmişti. Bu esnada Yen beyliğinde Lu adlı ra hip o rtaya
çıktı. Adı geçen rahip çıktığı uzak gezilerde tanrılar ve ruhlar
hakkında biigi derleyerek dönmüştü. Hazırladığı Yazılı Resim
ler adlı kitabı imparatora sundu. Söz konusu kitapta Hunların
Ch'in Devleti'ni yok edeceği bildi riliyordu. Bu bilgiyi okuyan
İmparato r, General Meng T 'ien' e üç yüz bin kişilik o rduyla
Hunlara ka rşı sefere gitmesini emretti 28 • İmparatorun söz ko
nusu raporunu okuduktan ve gezisi esnasındaki gözlemlerinden
Hunların gelecekte oluşturacakları tehlikenin fa rkına varmış
olmalıdır. Çünkü, Çinlile r Hunları mağlup etmenin yanında
savunma tedbirleri almaktadı rlar.
Neticede olay şöyle gelişti : M.Ô. 2 15 yılında Hunları Çin
sını rlarından uzakl aştırmak için büyük bi r o rdu hazı rlandı.
General Meng T 'ien'in idaresindeki söz konusu ordunun sa
yısı hakkında fa rklı rakamlar kaynaklarda verilmişti r. Bazı
ları 3 yüz bin derken bazıla rı 1 O bin olduğunu bildiri rler. Ra
kamlar Çin geleneklerine göre ve rilmişti r. Neticede bu o rdu
27 SC 1 10, s. 2887; HS 94, s. 3746; De Groot, s. 47-51.
28 Ögel, I, s. 97 vd.
35
Hun ordusuna karş ı başar ı kazand ı. Nitekim mağlubiye te uğ
rayan Hunlar, Gobi Çölü'n ün kuzeyine Moğolistan' ın derin
liklerine çekilmişlerdi.
Bu yılda harekete geçen Çin ordusu, Hunların bulunduğu Sarı
}i*
Irmak' ın güneyindek i yerleri işgal etti. Devam ında Lin-t'ao �5iE
ile Liao-t'ung arasındaki Sar ı Irmak boyunca yeni duvar
lar inşa edildi . Hunlar ı uzaklaştıran Çinliler yeni duvar lar ile
savunma duvarları a lıyorlard ı. Üstelik yeni ele geçirilen Hun
lar ın boşalttığı geniş alanda etrafı duvarlarla örülü 44 ilçe te
si s edilerek , yeni askerı garnizonlar kuruldu.
Sefer 214 y ılında da devam etmiş ; Çinli kumandan yö
nünü doğuya Yin Dağlar ına çevirmiş ti. To ile Pei-chia ara
sından yürümüş ve Kao-ch üe'yi ele geçirmiş ; orada bir duvar
yapt ır tm ıştı. Her ne kadar galip gelseler de Çinlilerin gelecek
teki Hun teh likelerini önleme ad ına savunma duvarların ın in
şasına önem verdiği görülmektedir.
Yeni kurulan ilçelerdeki arazilerde sürgün ed ilen suçlular
ikamete mecbur tutulmuş tu. Sürgüne gönderilenler arasında
haksız karar veren yarg ıçların varlığının bildirilmesi ilginç bir
bilgidir (213 y ılı). Çinliler kazandıklar ı askeri başarıları başka
alanlarda da destek leyerek sağlam adımlar atıyorlard ı. Bunun
bir belir tisi de Chiou-yüan1L�'den Yü-yang 5il�J;'a kadar
dağların kazılarak düzeltildiği bir yolun açılmasıdır 29 • Çin or
dusu karş ısında ağır bir yenilgi alan T 'ou-man , aynı zamanda
Tung-hu ve Yüe-chih'lar gibi iki güçlü komşuya sahipti. On
ların arasında kuzeye doğru çekildi.
Çinlilerin gali biyetiyle sonuçlanan savaş sonrasında Çin
ile Hun lar arasında kesin tarihi sınır belirgin hale geldi. Böy
lece or taya ç ıkan sınır aynı şekilde bozk ırlılarla Çinliler ara
sında bin lerce y ıl devam edecektir. Aslında Hunlar kendileri
29 SC 88, s. 2566-2567; SC 1 10, s. 2887; HS 94, 3747; TT 194, s. 5303.
36
için çok kıymetli Ordos otlaklarını kaybetmişlerdi. Bunun ge
tirdiği ağır ekonomik sıkıntılar olacaktı. Diğer taraftan Çin
Seddi batıya doğru uzanmıştı. Kuzey sınırlarına çok sayıda
Çinli nüfus yerleştirilmiş; yeni bölgeler yerleşime açılmıştı.
Kaynaklarda söz konusu olaylar anlatılırken ve yüksek kale an
lamına gelen Kao-ch' üe rs_ı � ise Çin açısından savunma mer
kezi gibi planlanmıştır.
Wu-yüanEi.J:m'den Moğolistan' a giden yolda bulunan T ' ou
man adlı bir kale dikkat çekmektedir. Bu kale T ' ou-man tara
fından kurulduğu ya da onun adı mı verildiği konusu akla gel
mektedir. Nitekim, Yin Dağları� LlJ o devirde T 'ou-man'ın
kontrolünde bulunuyordu. Belkide kaybettiği topraklardan do
layı ya da buralarda yaş adığı için bu adla anılmış olabilirdi30•
Aslında bu bölgeye Hunlar, M.Ö. IV yüzyılda gelmeye baş
lamışlardı. T ibetlilerin ataları sayabileceğimiz Jung'larla karşı
laştırıldığında daha dinamik ve güçlü durumda idiler. Dola
yısıyla Çin'in içlerine onlara nazaran ırmağı daha hızlı aşarak
daha kolay bir şekilde girmişlerdi.
Moğolistan'ın çok zor hayat şartları, kıtlıkların çıkması
Hunları Ordos ve Ch'ing eyaletindeki otlaklara inmeye sevk
ediyordu. Daha sonraki y üzyıllarda aynı durum yaşanacak,
bozkırlı halklar aynı bölgeye göç etmek zorunda kalacaktı.
Dolayısıyla Kuzeybatı Çin'de bir T ürk nüfusu yoğunlaşması
yaşanıyordu. Aynı durum Gök Türk ve Uygur dönemlerinde
de yaşanacaktır.
Bozkırlı kavimleri çeken Yin Dağları' nda otlak zenginliği
nin yanında bir de savunması kolay stratejik geçitler de var
dır. Ayrıca Gök Türk çağında da adı geçecek av hayvanları bol
meşhur Demir Dağı (T 'ie-shan � LlJ) adlı bir dağ da mevcut
tur. Diğer taraftan Ordos bölgesi Hunların en değerli otlak
larından biri idi. Buraların kaybedilmesi gelecekte ekonomik
30 Öge!, I, s.104-106; Lebedynski, s.131; Ercilasun, s. 35 vd.
37
açıdan Hunları z orlayacaktı. Yenilgi s onrasında Hunlar ku
zeye doğ ru yakl aşık 350 km. uzağa sürülmüşlerdi. T ' ou-man
zamanında Ch'in hanedanı ile Hunlar arasında eski sınır b e
li rgin hale g elmişti ; yani Çin Seddi iki ülke a rasında tam sı
nı r haline dön üşt ü31 •
Hunları yenme b aşa rısı göst eren Meng T 'ien daha sonra
idama mahkum edilerek öld ürüld ü. Hatta suçlandıktan sonra
zehi r içerek k endi hayatına son verdiği bildirilmektedir. S o
nuçta kazandığı parlak ask eri b aşa rıların kendisin e uğur getir
diği ya da takdir edildiğini söylem ek mümkün değildir.
Hun h ük ümdarları için kullanılan ve burada ilk defa kul
lanılan Ch'an-y ü �T (Shan-y ü)'n ün 32 sonsuz genişlik ve b ü
yüklük anlamına geldiği d üşün ülmektedir33 • Böylece T ürk tari
hinde ilk k ez bir hük ümdar unvanı gö rüyoruz . Aslında T ürkçe
bir okunuşun Çince transk ripsiyonu olan bu k elimenin anla
mının T ürk hük ümdarlarının t aşıdığı kağan veya han gibi an
lam k onteksine uyduğunu söyl ey ebili riz.
Çin'de Ch'in hanedanının g üçlü bir şekilde ortaya çıkması,
aynı zamanda "Kuzeyli kavimlerin kendi aralarında birleşmele
rine yol açmıştır" şeklinde değerlendirm eler de yapılmıştır. So
nuçta bir anlamda etki tepkiyi doğurmuştur denilebilir. Ç ünkü
Ch'in hanedanının uyguladığı saldırgan sert politika karşısında
kuzeyli yabancıla r bir araya gelerek ortak tavır göstermişlerdir.
Kısacası Hunların Çin'd e yenilgisi kısa ve orta vad ed e b ozkır
birliğine katkı sağlamıştır.
31 TT 194, s. 5303.
32 Tan-yü ve shan-yü gibi farklı okunuşları olan ch'an-yü unvanı "sonsuz genişlik"
anlamına gelmektedir. Bkz. Lu Shi-ch'eng��grfi!?JG, Tse-huei � (Çinceden
Çinceye Sözlük), Tai-pei s.135.
33 Baykuzu, s. 39.
38
BOZKIRLAR İLK BÜYÜK
İMPARATORLUĞA KAVUŞUYOR
39
nuşu Modu) gerektiği Çince sözlüklerde açıkça belirtilmekte
diı-35 . Bunun da Türkçesinin Gök Türkler zamanındaki Mou-tu,
Mou-ho-tu gibi unvan ve ad okunuşlarından hareketle karşı
lığının Bagatur (Bahadır) olduğu fikrinde bulunduğumuzu
ifade etmek istiyoruz36•
Mo-tu'nun tarih sahnesinde yer aldığı dönemde Çin'de
Han hanedanı 51 ]lfJl (M.Ö.206-M.S.220) ortaya çıkıyordu.
Yaklaşık 400 yıldan fazla süren Han hanedanı bütün eski Çin'i
kaplayan gerçek çinliliğin temelini atma başarısı göstermiştir.
Sonradan gelen hanedanların hepsi bir şekilde onların kur
duğu devlet geleneği üzerinde yükselmişlerdir. Kurumsal yö
netimin temelleri bu dönemde şekillenmiştir. Bundan dolayı
Çin tarihindeki 25 hanedanın birincisi sayılırlar ki, bu çok
doğrudur. Shih-chi, Han Shu, Hou Han Shu gibi tarihi kay
nak eserleri bu hanedan dönemine aittir. Dolayısıyla Çin ta
rihinde tarih yazımının gerçek anlamda bu devirde başladı
ğını da söyleyebiliriz.
Hem Türklerin hem de Çinlilerin tarihinde çok etkili rol
ler oynadığı için, onun tahta çıkışı kaynaklarda hikayemsi bir
biçimde biraz abartılı anlatılmıştır. Babasının en büyük oğlu
olan Mo-tu tahtın en büyük varisiydi. Ancak, babası üvey an
nesinin de tahrikiyle başka bir oğlunu tahta geçirmek için onu
Yüe-chih'lara rehin olarak yolladı37•
Halk tarafından çok sevildiği anlaşılan T ' ou-man'ın oğlu
Mo-tu' nun yükselişini üvey anne engellemek istedi. Çünkü,
o kendi küçük oğlunu tahta geçirmek istiyordu. Halbuki ilk
hatundan doğduğu için geleneklere göre tahta en uygun aday
Mo-tu idi. Üstelik halk tarafından da çok sevilmesi artı bir
35 Lu Shih-ch'eng !li§jji)rii;,Ts'e-huei �:f;, Tai-pei 1982, s.76.
36 Ayrıca bkz. E.H. Parker, A Thousand Years of Tartars, Routledge, s. 7.
37 SC 1 10, s. 2888; HS 94, s. 3749; ayrıca bkz. Onat, s. 5,6; Baykuzu, s. 39-40;
Utkan, s. 65; Ercilasun, s. 42 vd.
40
durumdu. Bilindiği gibi hükümdarlık unvanı eh' an -yü olan
Hunlarda, eşi Yen-chih (shih) imi� unvanını taşı rdı . Bu Türk
tarihinde gö rü len ilk birinci kadın unvanı olması açısından
dik kat çekici b ir özelliktir.
Mo-tu' nun rehine olara k yollanması babası açısından on
dan ku rtulmanın en kolay yolu idi . Çünkü halk tarafından
çok sevilen Mo-tu'yu sebepsiz yere o rtadan kaldı rmak babası
T 'ou-man'ı zo r durumda bırakırdı . Mo-tu' nun rehine gönde
rilmesi Çince metinlerden çok açık şekilde anlaşılmaktadır.
Hükümdar oğullarının rehine olarak gönderilmesi dünyanın
değişik yerlerinde de gö rülen bi r uygulamadır. Bilindiği gibi
daha çok birbi rine denk güce sahip ülkeler, rehine alma ya da
verme suretiyle kendi aralarında güven ortamı yaratır ve ba
rış sağlanı rdı 38 •
Amacı Mo-tu'yu Yüe-chih'lara öldürtmek olan T 'ou -man,
oğlunu gönderdikten son ra kendisi Yüe-chih'lara saldırı düzen
ledi. Böylece Mo-tu kolayca onlar tarafından o rtadan kaldırı
lacak, kendisi de Hun kamuo yuna hesap verebilecekti . Ne var
ki , Yüe-chih'la r daha onu öldüremeden, onların en iyi ve ünlü
atla rından birini çalarak kaçtı . Onun kaçışı esnasında bindiği
at kaynaklarca muhteşem olarak tanımlanmıştır. Günde bin li
(576 km) koşabildiği abartılı bi r şekilde anlatılmaktadır. Mo
tu'nun rehinliğinin ne kada r sürdüğü konusunda kaynaklarda
herhangi bi r bilgi bulunmamaktadır. Tasarladığı oğlunu o r
tadan kaldırtma girişimi başarısız olsa da T ' ou-man oğlunun
geri gelişine memnun kalmış gibi gö ründü . Son rasında onu
1 O bin kişilik bi r birliğe komutan tayin etti 39 •
Oğlunun başarılı ve inanılmaz bu ha reketinden şaşıran ba
bası 1 O bin süvarilik bir okçu birliği ona verdi. Ona verilen
onbin kişilik bi rlik devletin sahip olduğu 2 4 tümenden biri
38 TFYK 9673a, b.
39 TFYK 997, Sa; De Groot, s.51 vd.
41
idi . Mo-tu , bu birliği sıkı disiplin içerisinde eğitime t abi tuttu .
Bu a rada Mo-tu ıslık çalan bir ok (çavuş oku) yaptı 40 • Kendi
okçu atlılarına eğitim yapmalarını , ayrıca bir buyruk çıkararak
emretti . Bundan sonra özenle yetiştirdiği özel o rdusuna şöyle
dedi : Islıklı ok nereye atılırsa herkes kendi okunu aynı hedefe
atacaktır. Okunu bu hedefe atmayanların b aşları kesilecektir.
Bundan son ra Mo-tu ava gitti . Avda Mo-tu'nun ıslıklı
okunu attığı hedefe ok atmayanların başları hemen o rada ke
sildi . Bundan sonra da Mo-tu bir gün kendisi ünlü ve iyi cins
atına ıslıklı bir ok attı . Fakat , sağında ve solunda bulunan bazı
askerler Mo-tu'nun atına ok atma cesaretini gösteremediler.
Bunun üzerine Mo-tu harekete geçti ve hep birlikte aynı he
defe ok atmayanların başlarını yine hemen kestirdi . Görüldüğü
gibi bu bilgiler abartılı ve hikayemsi bir şekilde kaynaklara si
rayet etmiştir. Aslında bu rada uygulanan aşı rı yoğun sıkı bi r
eğitimin tasvir edilmesi söz konusudur41 • Yine o rada Mo-tu ,
çok sevdiği kadınlarından bi rini gözleyerek kadına ıslıklı bir
ok attı . Fakat yine çevresindekilerden bazıları korkup ü rktü
ler. Bu sebeple hatuna ok atmaya cesaret edemediler. Onların
da başları hemen Mo-tu tarafından kesildi .
Hunlarda önceden beri çocuklar koyunlara binip, kuşlara ,
gelinciklere ve fa relere ok atarlardı . Sav aşçıların güç ve yete
nekleri , yay çekmelerindeki ustalıkları ile ölçülürdü . E rkekler
savaş için eğitim yapa rlar, çok ani baskın ve taaruzla rda bulu
nurlardı . Bu onların doğuştan karakterleridir.
Bilindiği gibi bozkı rlarda askerı eğitimin temeli ok atıcılığı
idi . Mo-tu'nun babası devletin hükümdarı T'ou-man ile çıktığı
devletin resmi avına bütün askeri birlikler katılmıştı.
40 TFYK 997, 17b, 1 Saüa açıkça ıslıklı ok ve mükemmel savaşçı yetiştirilmesinden
söz edilir. Ayrıca bkz. Öge!, I, s.152.
41 TFYK 995 lb, 2a, b.
42
Öyle ki, kendisinin attığı ıslık çıkartan oku attığı her he
defe adamları da atacaklardı . Böyle yapmayanlar derhal orada
öldürülüyorlardı . Mo-tu, ö nce en sevdiği atı na, daha sonra en
sevdiği karısı na ok attığında, onun gibi yapmayanl arı n hep
sini öldürdü . Devamı nda babasını n en sevdiği a ta ok attığında
herkes atmış tı. So nuçta uygulanan sıkı eğitim hedefine ulaş
mış disipli nli bir ordu meydana gelmişti. Neticede Mo-tu her
bir bireyinin çok sıkı bir disiplinle eğitilip yetiştirilmesinin he
deflediği 1 O bin kişinin kendi istediği gibi yetiş tiğine k anaat
getirdi 42 • Artık uygulamayı planladığı hedeflere doğru ilerle
yebilirdi . Ni tekim bundan sonra tasarladığı ihtilali yaparak ba
basını öldürdü . Olay şöyle gerçekleş ti :
Mo-tu, devletin hükümdarı T'ou-man liderliğinde çıkılan bir
ava katıldı. Av esnasında ıslıklı okunu babası T'ou-man'a attı.
Mo-tu'n un sağında ve solunda bulunan bütün adamları da hep
birden onu takip ederek T'ou-man'a ok attılar. Bundan sonra üvey
annesi ile küçük kardeşini ve kendisini istemeyen bütün devlet
adamlarını öldürdü. Kendisini ch'an-yü olarak tahta çıkardı 43•
Daha ö nce kendisine komplo düzenleyen devlet adam
ları da o nun gazabından kurtulamadı . Böylece Hun İmpara
torluğu'nun başına güçlü bir şekilde oturmuş oluyordu. Ni
hayet ülkesi i çinde kontrolü sağlayan Mo-tu artık gözünü dış
politikaya çevirdi.
43
Mo-tu zamanında yürüttükleri politikadan oldukça güçlü ol
dukları a nlaşılmaktadır. Ancak, M .Ö. 206'da Tu ng-hu'ları ke
s in b ir yenil giye uğ rata n Mo-tu, onların halkı nı ve hayvan sü
rülerini ele geçirm işt i.
Bu yenilgid en sonra Hs ien-pi ve Wu -huanlar İç Moğolis
tan'ı terk ederek Mançurya' nın doğusuna gittiler. Bugünkü Şira
Müren ve Liao Irmağı'nın bulunduğu bölgeye yerleştil er. H er
ne kadar uzaklaşsalarda y ine d e Hun baskısından kurtulama
mışla rdı. H er yıl o nlara vergi olarak, sığır, at, koyun ve samur
kürkü yolluyorlardı. Eğ er v ergi vermezlerse Hunlar onlara sal
dırıp, çocuk ve kadınlarını yağmalıyorlardı. Onların üzerindek i
Hun baskısı yakl aşık m iladın ilk yıllarına kadar devam etmiştir.
Olaylar şöyle gel işt i: Hunları n doğu sını rı ndak i komşu
ları Tu ng-hu* i!ij flar o sı rada çok kuvv etl iydiler. Mo-tu'nun
b ir ihtilal yaparak babasını öldürüp tahta geçtiğ ini duyunca,
kendi güçler ini kullanıp onu baskı altına almak istediler. Çünkü
Hunları n zayıf olmalarına ve kend ilerinin güçlerine güveni
yorlardı. Bunu da üç aşamada göstermek isted il er. Önce atını,
sonra eşini, sonra da vatan toprağını talep edeceklerdi. Mo
tu'dan önce çok değ erl i bir atı nı, sonra da kadı nları ndan bi
rini istediler.
Mo-tu, devletin ileri gelenlerinin hepsini toplantıya çağırdı.
Onlar soru karşısında Mo-tu'ya şöyle dediler: Binli koşabilen at,
Hunların değerli bir atıdır, verilemez. Bunun üzerine Mo-tu,
komşu devleti bir attan nasıl üstün tutarız dedi. Sonra atı Tung
hu 'lara verdi.
Aldıkları tavizle yetinmeyen Tung-hu l' ar daha da ileri gide
cek hamle yaptılar. Tekrar elçi göndererek hatunlarından birini
kendilerine göndermesini talep ettiler.
Mo-tu, yine devletin ileri gelenlerini topladı. Devlet adamları
çok kızarak "Tung-hu larda ahlakın olmadığını, şimdi de hatun
44
Another random document with
no related content on Scribd:
little boy, before he went away.”
It was queer for her to ask that. He had expected her to inquire at
once about the three months since their parting in Baltimore. He had
determined to tell if she asked, but it was hard even to think of his
descents, with her sitting by the fire so near. Such things seemed to
have nothing to do with him now—especially when he was with her.
They were like old and vile garments cast off; and without relation to
him, unless he went back and put them on again. Little matters like
Charley and his sister had a relation, for they were without taint. His
thoughts to-day were thoughts of doing well for men, as in fine
moments with Duke Fallows—of going out with her into the world to
help—of writing and giving, of laughing and lifting.... It was surprising
how he remembered the very long ago days—the silent, solid,
steadily-resisting little chap. Many things came back, and with a
clearness that he had not known for years. The very palms of her
hands were upturned in her listening; it seemed as if the valves of
her heart must be open.
“I can see him—the dear little boy——”
He laughed at her tenderness.... They went out late to dinner;
and by the time he had walked back to the house it was necessary
for him to leave, if he caught the last car to Hackensack. Duke
Fallows would be expecting him at the cabin....
It came to him suddenly, and with a new force, on the ferry, that
he had once wished she were pretty. He suffered for it again. He
could never recall her face exactly. She came to him in countless
ways—with poise for his restlessness, with faith and stamina that
made all his former endurings common—but never in fixed feature. It
was the same with her sayings. He remembered the spirit and the
lustre of them, but never the words.... She was a saint moving
unobserved about the world, playing—adrift on the world, and so
pure.
He realized also that he had spoken of Betty Berry for the last
time to Duke Fallows. There was no doubt in his mind now that
Fallows had replaced his old weakness with what might be called, in
kindness—fanaticism.... The thought was unspeakable that Betty
Berry could spoil his work in the world—he, John Morning, a living
hatch of scars from his errors ... and so arrogant and imperious he
had been in evil-doing! This trend made him think of her first words
to-day: “You are not well.” It was true that he had been astonished
often of late by a series of physical disturbances, so much so that he
had begun to ask himself, in his detached fashion, what would come
next. He could not accept Fallows’ promise that he would get
altogether right in health again. He was certainly not so good as he
had been. These things made him ashamed.
Now that he was away from her, the sense obtained that he had
not been square in withholding the facts of the wastrel period. It
didn’t seem quite the same now, as when she was sitting opposite.
He would have to tell her some time, and of that certain mental
treachery to her, and of the wound, too.... He saw the light of the hill
cabin. A touch of the old irritation of Liaoyang had recurred of late.
Morning could master it better now. Still so many things that Fallows
had said in Asia had come true. Climbing up the hill, he laughed
uneasily at the idea of his being temperamentally a monk.... He had
not strayed much among women; he had been too busy. Now he had
met his own. He would go to her to-morrow. His love for her was the
one right thing in the world. Fallows nor the world could alter that....
The resistance which these thoughts had built in his mind was all
smoothed away by the spontaneous affection of the greeting. They
sat down together before the fire, but neither spoke of the woman
who had come between.
12
Onholdthethe
way to Betty Berry the second day, Morning could not quite
altitude of yesterday. There was much of the boy left in
the manner of his love for her. The woman that the world saw, and
which he saw with physical eyes, was only one of her mysteries. The
important thing was that he saw her really, and as she was not seen
by another.... They had been together an hour when this was said:
“There comes a time—a certain day—when a little girl realizes
what beauty is, and something of what it means in the world. That
day came to me and it was hard. I fought it out all at once. I was not
exactly sure what I wanted, but I knew that beauty could never help
me in any way. I learned to play better when I realized this fully. I
have said to myself a million times, ‘Expect nothing. No one will love
you. You must do without that,’ I believed it firmly.... So you see
when I went back to the Armory that next morning I had something to
fall back upon.... I would not have thought about it except you made
me forget—that afternoon. Why, I forget it now when you come; but
when you go, I force myself to remember——”
“Why do you do that?”
She was looking into the fire. The day was stormy, and they were
glad to be kept in.
“Why do you do that?” he repeated.
“Because I can’t feel quite at rest about our being together
always. It seems too wonderful. You must understand—it’s only
because it is so dear a thing——”
She had spoken hastily, seeing the fear and rebellion in his eyes.
“Betty Berry.... We’re not afraid of being poor. Why not go out and
get married to-day—now?”
Her hand went out to him.
“That wouldn’t be fine in us,” she said intensely. “I would feel that
we couldn’t be trusted—if we did anything like that.... Oh, that would
never keep us together—that is not the great thing. And to-day—
what a gray day and bleak. We shall know if that day comes. It will
be one such as the butterfly chooses for her emerging. It must not be
planned. Such a day comes of itself.... Why, it would be like seizing
something precious from another’s hand—before it is offered——”
“And you think you are not beautiful?” he said.
“Yes.”
He tried to tell her how she seemed to him when they were apart
—how differently and perfectly the phases of her came.
“It makes me silent,” he went on. “I try to tell just where it is. And
sometimes when I am away—I wonder what is so changed and
cleansed and buoyant in my heart—and then I know it is you—
sustaining.”
“It doesn’t seem to belong to me—what you say,” she answered.
“I don’t dare to think of it as mine.... Please don’t think of me as
above other women. I am not apart nor above. I am just Betty Berry,
who comes and goes and plays—dull in so many ways—as yet, a
little afraid to be happy. When you tempt me as now to be happy—it
seems I must go and find someone very miserable and do
something perfect for him.... But, it is true, I fear nothing so much as
that you should believe me more than I am.”
A little afterward she was saying in her queer, unjointed way, as if
she spoke only here and there a sentence from the thoughts running
swiftly through her mind:
“... And once, (it was only a few weeks after the Armory, and I
was playing eastward) I heard your name mentioned among some
musicians. They had been talking about your war, and they had seen
the great story.... I couldn’t tell them that I know you?... It was known
you were in New York, and one of the musicians spoke of an early
Broadway engagement—of starting for New York that very night. It
was the most common thing to say—but I went to my room and
cried. Going to New York—where you were. Can you understand—
that it didn’t seem right for him, just to take a train like that? And I
had to go eastward so slowly. For a while after that, traveling out
there, I couldn’t hold you so clearly; but as we neared New York—
whether I wished it or not—I began to feel you again, to expect you
at every turning. Sometimes as I played—it was uncanny, the sense
that came to me, that you were in the audience, and that we were
working together.... And then you came.”
Her picture changed now. Morning grew restless. It was almost
as if there were a suggestion from Duke Fallows in her sentences:
“I thought of you always as alone.... You have gone so many
ways alone. Perhaps the thought came from your work. I never could
read the places where you suffered so—but I mean from the tone
and theme of it. You were down among the terrors and miseries—but
always alone.... You will go back to them—alone, but carrying
calmness and cheer. You will be different.... It’s hard for me to say,
but if we should clutch at something for ourselves—greedily because
we want something now—and you should not be able to do your
work so well because of me—I think—I think I should never cease to
suffer.”
A dozen things to say had risen with hostility in his mind to check
this faltering expression, the purport of which he knew so well in its
every aspect. He hated the thought of others seeing his future and
not considering him. He hated the fear that came to him. There had
been fruits to all that Fallows had said before. He had plucked them
afterward. And now Betty Berry was one with Fallows in this hideous
and solitary conception of him. And there she sat, lovely and actual
—the very essence of all the good that he might do. He was so tired
of what she meant; and it was all so huge and unbreakable, that he
grew calm before he spoke, from the very inexorability of it.
“There is no place for me to go—that you could not go with me.
Every one seems to see great service for me, but I see it with you.
Surely we could go together to people who suffer.... I have been
much alone, but I spent most of the time serving myself. I have
slaved for myself. If Duke Fallows had left me alone, I should have
been greedy and ambitious and common. I see you now identified
with all the good of the future. You came bringing the good with you
to the Armory that day, but I was so clouded with hatred and self-
serving, that I really didn’t know it until afterward.... All the dreams of
being real and fine, of doing good in work, and with hands and
thoughts, of sometime really being a good man who knows no
happiness but service for others—that means you—you! You must
come with me. We will be good together. We will serve together.
Everybody will be better for us. We will do it because we love so
much—and can’t help it——”
“Oh, don’t say any more—please—please! It is too much for me.
Go away—won’t you?”
She had risen and clung to him, her face imploring.
“Do you really want me to go away?” he said.
“Yes—I have prayed for one to come saying such things—of two
going forth to help—prayed without faith.... I cannot bear another
word to be said to-day.... I want to sit here and live with it——”
He was bewildered. He bent to kiss her brow—but refrained....
Her face shone; her eyes were filled with tears.... He was in the
street trying to recall what he had said.
13
Hestarved
did not cross the river, but wandered about the city.... She had
her heart always, put away the idea of a lover, and
sought to carry out her dreams of service alone. Then he had come.
In the midst of mental tossing and disorder to-day, he had stumbled
upon an expression of her highest idea of earth-life: for man and
woman to serve together—God loving the world through their
everyday lives.... And she had been unable to bear him longer near
her. It was the same with her heart, as with one who has starved the
body, and must begin with morsels.
He was in the hotel writing-room—filling pages to her. He did not
mean to send the pages. It was to pass the time until evening. He
lacked even the beginnings of strength to stay away from her until to-
morrow. He would have telephoned, but she had not given him the
number, or the name of the woman who kept the house. The writing
held his thoughts from the momentarily recurring impulse to go back.
The city was just a vibration. Moments of the writing brought her
magically near. In spite of her prayer for him not to, his whole nature
idealized her now. His mind was swept again and again with gusts of
her attraction. Thoughts of hers came to him almost stinging with
reality ... and to see her again—to see her again. Once in the
intensity of his outpouring, he halted as if she had called—as if she
had called to him to come up to her out of the hollows and the
vagueness of light.
It was nightfall. He gave way suddenly—to that double-crossing
of temptation which forces upon the tempted one the conviction that
what he desires is the right thing.... He would be a fool not to go. She
would expect him.... He arose and set out for her house.
But as he neared the corner something within felt itself betrayed.
“And so I cannot be content with her happiness,” he thought. “I
cannot be content with the little mysteries that make her the one
Betty Berry. I am not brave enough to be happy alone—as she is. I
must have the woman....”
He was hot with the shame of it. He saw her bountifulness; her
capacity to wait. Clearly he saw that all these complications and
conflicts of his own mind were not indications of a large nature, but
the failures of one unfinished. She did not torture herself with
thoughts; she obeyed a heart unerringly true and real. She shone as
never before; fearless, yet with splendid zeal for giving; free to the
sky, yet eager to linger low and tenderly where her heart was in
harmony; a stranger to all, save one or two in the world, pitilessly
hungry to be known, and yet asking so little.... Compared with her,
he saw himself as a littered house, wind blowing through broken
windows.
... That night, sitting with Duke Fallows before the fire, brooding
on his own furious desires, he thought of the other John Morning
who had brooded over the story of Liaoyang in so many rooms with
the same companion. All that former brooding had only forced the
world to a show-down. He knew, forever, how pitifully little the world
can give.... A cabin on the hill and a name that meant a call in the
next war....
The face of the other cooled and stilled him. Duke was troubled;
Duke, who wasn’t afraid of kings or armies or anything that the world
might do; who didn’t seem even afraid now of the old Eve violence,
whoever she was—was afraid to speak of Betty Berry to his best
friend.... Morning wondered at this. Had Duke given up—or was he
afraid of mixing things more if he expressed himself? The fire-lit face
was tense. One after another of the man’s splendid moments and
performances ran through Morning’s mind—the enveloping
compassion—in Tokyo, Liaoyang, in the grain, in the ploughed lands
—the Lowenkampf friend, the friend of the peasant house, the friend
of men in Metal Workers’ Hall, his own friend in a score of places
and ways—the man’s consummate art in friendliness....
“Duke, there’s a lot to think about in just plain living, isn’t there?”
The other started. “Hello,” he said. “I didn’t think you were in my
world.”
14
he horse and phaeton—both very old—of the rural-carrier could be
T seen from the hill-cabin. Duke Fallows walked down to the fence
to say “Hello” to Jethro whom he admired. He returned bearing very
thoughtfully a letter addressed to John Morning. It was from across
the river; the name, street, and number of the sender were written
upon the envelope.... Fallows sat down before the fire again, staring
at the letter. He thought of the woman who had written this, (just the
few little things that Morning had said) and then he thought of the
gaunt peasant woman in Russia, the mate of the Ploughman, and of
the mother of the Ploughman. He thought of the little boy, Jan—the
one little boy of the six, that had his heart, and whom he longed for.
He thought of this little boy on one hand—and the world on the
other.
Then he thought of Morning again, and of the woman.
He loved the world; he loved the little boy. Sometimes it seemed
to him when he was very happy—that he loved the world and the
little boy with almost the same compassion—the weakness,
fineness, and innocence of the races of men seeming almost like the
child’s.
He thought of John Morning differently. He had loved him at first,
because he was down and fighting grimly. He thought of him of late
as an instrument, upon which might be played a message of mercy
and power to all who suffered—to the world and to the little boy alike.
And now Fallows was afraid for the instrument. Many things had
maimed it, but this is the way of men; and these maimings had left
their revelations from the depths. Such may measure into the
equipment of a big man, destined to meet the many face to face.
Fallows saw this instrument in danger of being taken over by a
woman—to be played upon by colorful and earthly seductions. No
man could grant more readily than he, that such interpretations are
good for most men; that the highest harmony of the average man is
the expression of love for his one woman and his children. But to
John Morning, Fallows believed such felicity would close for life the
great work which he had visioned from the beginning.
He did not want lyrical singing from John Morning, he wanted
prophetic thunderings.
He wanted this maimed young man to rise up from the dregs and
tell his story and the large meaning of it. He wanted him to burn with
a white light before the world. He wanted the Koupangtse courage to
drive into the hearts of men; a pure reformative spirit to leap forth
from the capaciousness where ambition had been; he wanted John
Morning to ignite alone. He believed the cabin in which he now sat
was built blindly from the boy’s standpoint, but intelligently from the
spirit of the boy, to become the place of ignition. He believed this of
Morning’s to be a celibate spirit that could be finally maimed only by
a woman. He believed that Morning was perfecting a marvelous
instrument, one that would alter all society for the better, if he gave
his heart to the world.
Fallows even asked himself if he did not have his own desperate
pursuits among women in too close consideration.... It would be easy
to withdraw. So often he had faltered before the harder way, and
found afterward that the easy one was evil.... He left it this way: If he
could gain audience with Betty Berry alone this evening he would
speak; if Morning were with her, he would find an excuse for joining
them and quickly depart. Last night Morning had returned to the
cabin early; the night before by the last car. It was less than an even
chance.... Fallows crossed the river, thinking, if the woman were
common it would be easy. The way it turned out left no doubt as to
what he must do. Approaching the number, on the street named on
the corner of the envelope, he passed John Morning, head down in
contemplation. He was admitted to the house. Betty Berry appeared,
led him to a small upper parlor, and excused herself for a moment.
Fallows sat back and closed his eyes. He was suffering. All his
fancied hostility was gone. He saw a woman very real, and to him
magical; he saw that this was bloody business.... She came back,
the full terror of him in her eyes. She did not need to be so sensitive
to know that he had not come as a cup-bearer.... He was saying to
himself, “I will not struggle with her....”
“Have I time to tell my story?”
“I was going out.... John Morning just went away because I was
to meet old friends. But, if this is so very important, of course——”
“It is about him.”
“I think you must tell your story.”
Fallows talked of Morning’s work, of what he had first seen from
Luzon, and of the man he found in Tokyo. He spoke of the days and
nights in Liaoyang, as he had watched Morning at his work.
“He’s at his best at the type-writer. When the work is really
coming right for him, he seems to be used by a larger, finer force
than he shows at other times.... It is good to talk to you, Miss Berry.
You are a real listener. You seem to know what I am to say next——”
“Go on,” she said.
“When a man with a developed power of expression stops writing
what the world is saying, and learns to listen to that larger, finer force
within him—indeed, when he has a natural genius for such listening,
and cultivates a better receptivity, always a finer and more sensitive
surface for its messages—such a man becomes in time the medium
between man and the energy that drives the world——”
“Yes——”
“Some call this energy that drives the world the Holy Spirit, and
some call it the Absolute. I call it love of God. A few powerful men of
every race are prepared to express it. These individuals come up like
the others through the dark, often through viler darkness. They suffer
as others cannot dream of suffering. They are put in terrible places—
each of which leaves its impress upon the instrument—the mind. You
have read part of John Morning’s story. Perhaps he has told you
other parts. His mind is furrowed and transcribed with terrible
miseries.
“Until recently his capacity was stretched by the furious passion
of ambition. It seemed in Asia as if he couldn’t die, unexpressed; as
if the world couldn’t kill him. You saw him at the Armory just after he
had passed through thirty days hard enough to slay six men.
Ambition held him up—and hate and all the powers of the ego.
“This is what I want to tell you: ‘When the love of God fills that
furious capacity which ambition has made ready; when the love of
God floods over the broadened surfaces of his mind, furrowed and
sensitized by suffering, filling the matrix which the dreadful
experiences have marked so deeply—John Morning will be a
wonderful instrument of interpretation between God and his race.’
“I can make my story very short for you, Miss Berry. Your listening
makes it clearer than ever to me. I see what men mean when they
say they can write to women. Yes, I see it.... John Morning has made
ready his cup. It will be filled with the water of life—to be carried to
men. But John Morning must feel first the torture of the thirst of men.
“Every misery he has known has brought him nearer to this
realization; days here among the dregs of the city; days of hideous
light and shadow; days on the China Sea, sitting with coolies
crowded so they could not move; days afield, and the perils; days
alone in his little cabin on the hill; sickness, failures, hatreds from
men, the answering hatred of his fleshly heart—all these have knit
him with men and brought him understanding.
“He has been down among men. Suffering has graven his mind
with the mysteries of the fallen. You must have understanding to
have compassion. In John Morning, the love of God will pass
through human deeps to men. Deep calls to deep. He will meet the
lowest face to face. He will bring to the deepest down man the only
authority such a man can recognize—that of having been there in
the body. And the thrill of rising will be told. Those who listen and
read will know that he has been there, and see that he is risen. He
will tell how the water of life came to him—and flooded over him, and
healed his miseries and his pains. The splendid shining authority of it
will rise from his face and from his book.
“And men won’t be the same after reading and listening; (nor
women who receive more quickly and passionately)—women won’t
be the same. Women will see that those who suffer most are the real
elect of this world. It’s wonderful to make women listen, Miss Berry,
for their children bring back the story.
“It isn’t that John Morning must turn to love God. I don’t mean
that. He must love men. He must receive the love of God—and give
it to men. To be able to listen and to receive with a trained instrument
of expression, and then to turn the message to the service of men—
that’s a World-Man’s work. John Morning will do it—if he loves
humanity enough. He’s the only living man I know who has a
chance. He will achieve almost perfect instrumentation. He will
express what men need most to know in terms of art and action. The
love of God must have man to manifest it, and that’s John Morning’s
work—if he loves humanity enough to make her his bride.”
Fallows was conscious now of really seeing her. She had not
risen, but seemed nearer—as if the chair, in which she slowly
rocked, had crept nearer as he talked. Her palms resting upon her
knees were turned upward toward him:
“And you think John Morning is nearly ready for that crown of
Compassion?”
“Yes——”
“You think he will receive the Compassion—and give it to men in
terms of art and action?”
“Yes——”
“You think if he loves me—if he turns his love to me, as he is
doing—he cannot receive that greater love which he must give
men?”
“Yes——”
“And you think it would be a good woman’s part to turn him from
her?”
“Yes——”
“And you came to tell me this?”
“Yes.”
“I think it is true——”
“Oh, listen—listen——” he cried, rising and bending over her—“a
good woman’s part—it would be that! It would be something more—
something greater than even he could ever do.... What a vision you
have given me!”
She stood before him, her face half-turned to the window. Yet she
seemed everywhere in the room—her presence filling it. He could
not speak again. He turned to go. Her words reached him as he
neared the door.
“Oh, if I only had my little baby—to take away!”
15
Fallows stood forward on the ferry that night and considered the
whole New York episode. He had done his work. He had told the
Ploughman story five times. It was just the sowing. He might possibly
come back for the harvest.... He had another story to tell now. Could
he ever tell it without breaking?... He had tortured his brain to make
things clear for Morning and for men. He realized that a man who
implants a complete concept in another intelligence and prevents it
from withering until roots are formed and fruitage is assured,
performs a miracle, no less; because, if the soil were ready, the
concept would come of itself. He had driven his brain by every
torment to make words perform this miracle on a large scale.
And this little listening creature he had just left—she had taken
his idea, finished it for him, and involved it in action. To her it was the
Cross. She had carried it to Golgotha, and sunk upon it with
outstretched palms.... There was an excellence about Betty Berry
that amazed him, in that it was in the world.... He had not called such
women to him, because such women were not the answer to his
desires. He realized with shame that a man only knows the women
who answer in part the desires of his life. Those who had come to
him were fitted to the plane of sensation upon which he had lived so
many years. He had condemned all women because, in the
weariness of the flesh, he had suddenly risen to perceive the falsity
of his affinities of the flesh. “What boys we are!” he whispered, “in
war and women and work—what boys!”
Betty Berry had taught him a lesson, quite as enormous to his
nature as the Ploughman’s. A man who thinks of women only in
sensuousness encounters but half-women. He had learned it late,
but well, that a man in this world may rise to heights far above his
fellows in understanding, but that groups of women are waiting on all
the higher slopes of consciousness for their sons and brothers and
lovers to come up. They pass their time weaving laurel-leaves for the
brows of delayed valiants....
Duke thought of the men he had seen afield, the gravity with
which these men did their great fighting business, the world talking
about them. Then he thought of the little visionary in her room
accepting her tragedy....
Even now, in the hush and back-swing of the pendulum, it
seemed very true what he had said. She had seen it. It is dangerous
business to venture to change the current of other lives; no one
knew it better than Fallows. But he considered Morning. Morning, as
it were, had been left on his door-step. Morning would be alone now
—alone to listen and receive his powers.... Fallows looked up from
the black water to the far-apart pickets of the wintry night. He was
going home.
The cabin was lit. Fallows climbed the hill wearily. There was a
certain sharpness as of treachery from his night’s work, but to that
larger region of mind, open to selfishness and the passion to serve
men, peace had come. He was going home, first to San Francisco—
then to the Bosks and the little boy.
Morning arose quickly at the sound of the step on the hard
ground, and opened the door wide. He had been reading her letter,
which Fallows had left upon the table. The letter had been like an
added hour with her. It was full of shy joy, full of their perfect accord,
remote from the world—its road and stone-piles and evasions....
Fallows saw that he looked white and wasted. The red of the firelight
did not mislead his eye. Its glow was not Morning’s and did not blend
with the pallor.
“I’m going on to-morrow, John,” he said.
“’Frisco?”
“Yes—and then——”
“You’ll come back here?”
“No, I’ll keep on into the west to my cabin——”
“It would be nearer this way. I planned to see you after ’Frisco.”
“I’ll come back,” Fallows’ thought repeated, “for the harvest.”
“And so you are going to make the big circle again?”
“Yes.”
“You haven’t finished this first one, until you reach Noyes and
your desk in the Western States.”
“The next journey won’t take so long.”
“You’ve been the good angel to me again, Duke. It’s quite a
wonder, how you turn up in disaster of mine.... I wonder if I shall ever
come to you—but you won’t get down. You wouldn’t even stay ill.”
“You won’t get down again, John, at least, in none of the ways
you know about——”
Both men seemed spent beyond words.... Morning saw in the
other’s departure the last bit of resistance lifted from his heart’s
quest. Betty Berry had come between them. Morning’s conviction
had never faltered on the point that Fallows was structurally weak on
this one matter.... And so he was going. All that was illustrious in
their friendship returned. They needed few words, but sat late before
turning in. The cabin cooled and freshened. Each had the thought,
before finally falling asleep, that they were at sea again.... And in the
morning the thing that lived from their parting was this, from Duke
Fallows:
“Whatever you do, John—don’t forget your own—the deepest
down man. He is yours—go after him—get him!”
... She was at the top of the stairs when he called the next
morning; and he was only half-way up when he saw that she had on
her hat and coat and gloves. The day was bitter like the others. He
had thought of her fire, and the quiet of her presence. He meant to
tell her all about Duke Fallows and the going. It was his thought—
that she might find in this (not through words, but through his sense
of release from Duke’s antagonism) a certain quickening toward their
actual life together. He wanted to talk of bringing her to the cabin—at
least, for her to come for a day.
“You will go with me to get the tickets and things. I must start
west at once.”
It was quite dark in the upper hallway. Morning reached out and
turned her by the elbow, back toward the door of her room. There in
the light, he looked into her face. She was calm, her eyes bright.
Whatever the night had brought—if weakness it was mastered, if
exaltation it was controlled. But she was holding very hard. There
was a tightness about her mouth that terrified him. It was not as it
had been with them; he was not one with her.
“You mean that you are going away—for some time?”
“Yes.... Oh, you must not mind. We are road people. We have
been wonderfully happy. You must not look so tragic——”
It wasn’t like her at all. “We are not road people,” he thought....
“You must not look so tragic,”—that was just like a thing road people
might say.
He sat down. The weakness of his limbs held his mind. It seemed
to him, if he could forget his body, words might come. At first the
thought of her going away was intolerable, but that had dwindled. It
was the change in her—the something that had happened—the
flippancy of her words.... He looked up suddenly. It seemed as if her
arms had been stretched toward him, her face ineffably tender. So
quickly it had happened that he could not be sure. He wanted this
very thing so much that his mind might have formed the illusion. He
let it pass. He did not want her to say it was not so.
Words of her letter came back to him. Neither the letter nor
yesterday had anything to do with this day.... “You are drawing closer
all the time. I have been so happy to-day that I had to write. You
must know that I sent you away because I could not bear more
happiness....”
Where was it? What had happened? He was fevered. Something
was destroying him.... Betty Berry did not suffer for herself—it was
with pity for him. The mother in her was tortured. It was her own life
—this love of his for her—the only child she would ever have. She
had loved its awakenings, its diffidences, the faltering steps of its
expression. The man was not hers, but his love for her was her very
own.... She had not thought of its death, when Fallows talked the
night before. She had thought of her giving up for his sake, but not of
the anguish and the slaying of his love for her. And this was taking
place now.
“You will let me write to you?” he said, still thinking of the letter.
“Oh, yes.”
“And you will write to me?”
She remembered now what she had written.... The fullness of her
heart had gone into that. She could not write like that again. Yet he
was asking for her letters, as a child might ask for a drink.... She
could not refuse. It wasn’t in nature to see his face, and refuse....
Surely if she remained apart it was all any one could ask.
“Yes, I will write sometimes.”
He stood in the center of the room, his head bowed slightly, his
eyes upon the wall. He was ill, bewildered, his mind turning here and
there only to find fresh distress.... Suddenly he remembered that he
had not told her of his drinking.... That must be it. Some one else
had told her, and she was hurt and broken.