Full Download Bilgi Sorunlari Ve Dil Managua Dersleri 2Nd Edition Noam Chomsky Online Full Chapter PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Bilgi Sorunlar■ ve Dil Managua Dersleri

2nd Edition Noam Chomsky


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/bilgi-sorunlari-ve-dil-managua-dersleri-2nd-edition-noa
m-chomsky/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Dil ve Zihin ■ncelemelerinde Yeni Ufuklar 1st Edition


Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/dil-ve-zihin-incelemelerinde-yeni-
ufuklar-1st-edition-noam-chomsky/

Internacionalismo ou Extinção 1st Edition Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/internacionalismo-ou-extincao-1st-
edition-noam-chomsky/

Türk Dünyas■nda Ortak Dil Türkçe Bilgi ■öleni 2nd


Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turk-dunyasinda-ortak-dil-turkce-
bilgi-soleni-2nd-edition-kolektif/

I segreti delle parole Noam Chomsky Andrea Moro

https://ebookstep.com/product/i-segreti-delle-parole-noam-
chomsky-andrea-moro/
Türkçenin Yabanc■ Dil Olarak Ö■retimi Bilgi Teknoloji
Tabanl■ Ö■retim 2nd Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turkcenin-yabanci-dil-olarak-
ogretimi-bilgi-teknoloji-tabanli-ogretim-2nd-edition-kolektif/

Tre lezioni sull uomo Linguaggio conoscenza bene comune


Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/tre-lezioni-sull-uomo-linguaggio-
conoscenza-bene-comune-noam-chomsky/

Pozitif Felsefe Dersleri ve Pozitif Anlay■■ Üzerine


Konu■ma 2nd Edition Auguste Comte

https://ebookstep.com/product/pozitif-felsefe-dersleri-ve-
pozitif-anlayis-uzerine-konusma-2nd-edition-auguste-comte/

Türk Dilinin ve Edebiyat■n■n Yay■lma Alanlar■ Bilgi


■öleni Bildirileri 2nd Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turk-dilinin-ve-edebiyatinin-
yayilma-alanlari-bilgi-soleni-bildirileri-2nd-edition-kolektif/

Türk Dil Bilgisi Toplant■lar■ 1 Birle■ik Fiil


Bildiriler ve Tart■■malar 2nd Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turk-dil-bilgisi-
toplantilari-1-birlesik-fiil-bildiriler-ve-tartismalar-2nd-
edition-kolektif/
BİLGİ SORUNLARI VE DİL

MANAGUA DERSLERİ

Noam Chomsky

bgst Yayınları
bgst Yayınları-31
Düşünce D izisi- ı ı
Bilgi Sorunları ve D i l : Managua Dersleri
Noam Chomsky
" Language and Problems of Knowledge
The Managua Lectures"
The M iT Press, Cambridge, Massachusetts (1988)
Türkçesi : Veysel Kılıç

ı. Basım: Nisan 2009, İstanbul


2. Basım: Eylül 2019, İstanbul
© bgst Yayınları

Yayına Hazırlayan: Nuri Ersoy


Redaksiyon: Aslı Göksel
Türkçe Düzelti: Sibel Neslişah Hazar
Kapak ve Kitap Tasarımı: Rauf Kösemen
Mizanpaj: Savaş Yıldırım

Baskı: WPC Matbaacı lık Sanayi ve Ticaret A. Ş.


Osmangazi Mah . Mehmet Kopuz Sk.
No: ı7 Kıraç - Esenyurt /İSTAN BUL
Tel : 0212- 886 83 30
Faks: 0212- 886 83 60 Sert. No: 35428

ISBN: 975-6 1 65-3 1-7


Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu
Tomtom Mah. Kaymakam Reşat Bey Sok. 9/3
Beyoğlu/İstanbul Sert. No: 45153
0212 251 19 2 1
www. bgst. org
bgstyayinlari@bgst. org
BİLGİ SORUNLARI VE DİL

MANAGUA DERSLERİ

Noam Chomsky

Türkçesi: Veysel Kılıç

bgst Yayınları
Noam Choınsky: Çağımızın en önemli muhalif entelektüellerin­
den birisi olan Noam Chomsky, ı928'de Amerika'da doğdu. Dilbilim,
matematik ve felsefe eğitimi gördü. ı955'te Pennsylvania Üniversi­
tesi'nden doktorasını aldı ve Massachussets Teknoloji Enstitüsü'n­
de (MiT) ders vermeye başladı. Halen MiT Dilbilim ve Felsefe bölü­
münde Emeritüs Enstitü Profesörüdür. 1955'te hazırladığı doktora te­
zinin bulgularından hareketle 1957'de yayımladığı Syntactic Struc­
turn�'ın [Sözdizimsel Yapılar], dilbilim alanında bir devrim yarattığı
kabul edilmektedir.

Chomsky, insan yaşamının her alanındaki özgürleşme sorunları hak­


kında ve özellikle ABD'nin dış politikası üzerine çok sayıda etkili po­
litik çalışmaya imza atmıştır. Türkiye'de yayımlanan eserlerinden
bazıları şunlardır: Kader Üçgeni (Çev: Tanı! Bora, İletişim Yayınları,
1993), Dünya Düzeni: E6ki6 i Yeni6 i (Çev: Tuncay Birkan ve Ali Ça­
kıroğlu, Metis Yayınları, 2000), Dil ve Zihin (Çeviri: Ahmet Kocaman,
Ayraç Yayınevi, 2ooı), Amerikan Müdahaleciliği (Çev: Taylan Do­
ğan ve Barış Zeren, Aram Yayıncılık, 2ooı), Medya Gerçeği (Çev: Os­
man Akınhay ve Abdullah Yılmaz, Everest Yayınları, 2002), ı ı Eylül
ve Sonra<1ı: Dünya Nereye Gidiyor? (Çev: Nuri Ersoy, vd. , Aram Ya­
yıncılık, 2002), İmparatorluğa Kar�ı Durmak (Çev: Nuri Ersoy, Aram
Yayıncılık, 2003), inwn Doğa<1ı: İktidara Kar� ı Adalet (Çev: Tuncay
Birkan, Bgst Yayınları, 2005), Entelektüellerin Sorumluluğu (Çev:
Nuri Ersoy, Bgst Yayınları, 2005), Rızanın imalatı (Çev: Ender Aba­
doğlu, Aram Yayıncılık, 2006), Demokra<1i ve Eğitim (Ed: C. P. Otero,
Çev: Ender Abadoğlu, vd. , Bgst Yayınları, 2007), PoMmodemizm ve
Sol (Albert ve Herman ile birl ikte, Çev: Ender Abadoğlu ve Sevinç Al­
tınçekiç, Bgst Yayınları, 2007), Tehlikeli Güç (Çev: Yavuz Alogan, it­
haki Yayınları, 2007), Müdahaleler (Çev: Taylan Doğan, Nuri Ersoy,
Bgst Yayınları, 2008), Bilim ve Po6tmodemizm Tartı�maları: Po6t­
modemizm ve Ra<1yonalite (Raskin v.d. ile birlikte, Çev: Sevinç Al­
tınçekiç, Taylan Doğan, Bgst Yayınları, 2008).
İÇİNDEKİLER

6 (.'evirmenin Ön&özü

9 Ön&ÖZ

12 Tart�manın (.'erçeve&i

49 (.'asda� Dilbilimin Ara�tırma Programı

83 Dil Yapı.sının İlkeleri I

ııı Dil yapı.sının İlkeleri II

1 58 Gelecese Bakı�: Zihnin İncelenme.sindeki Beklentiler

196 Tartı�malar

222 Dizin ve Sözlük


ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

Türkiye'de son yıllarda çok tanınan ve ilgiyle okunan ünlü dilbi­


l imci Noam Chomsky, aynı zamanda Amerika dış politikasının ünlü
karşıtlarındandır. ı957 yıl ında yazmış olduğu Syntactic Structures,
daha sonra 1965 yılında bunu kuramsallaştırdığı Aspects of the The­
ory of Syntax adlı kitaplarıyla dilbilim alanında devrim yaratmıştı.

Chomsky'nin Managua'da (Nikaragua) yapmış olduğu sabah otu­


rumu konuşmaları Bilgi Sorunları ve Dil , Managua Dersleri başlığı
altında kitaplaştırıldı. Öğleden sonraki oturumlar da politik ko­
nular üzerine olmuştur. Chomsky'nin bu kitabının, gerek bugüne
kadar uyguladığı dilbilim yöntem ini tanıtmak, gerekse daha son­
ra geliştirmiş olduğu düşüncelerin temelinin ön habercisi olduğu
için, mutlaka Türkçe'ye kazandırılması gerektiğine inandım.

Özellikle üniversitelerde, dil ve sosyal bilimler alanında gerek dil­


bilimle ilgi l i gerekse dünyada düşünsel olarak süregelen gelişme­
leri izlemek isteyen aydınların, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin
bu kitabın hedef kitlesi olabil eceğine inandığımdan çeviri stratej i ­
lerimi bu amaca yönelik olarak kurdum. Bu yüzden, Chomsky'nin
sözlü bir metin olarak kurduğu ancak belli bir zihinsel yoğunluğa
ulaşan bu metinleri yalınlaştırmayı ya da açımlamayı düşünmedim.

Kitabı çevirmeye karar verdiğimde hem heyecanlandım hem de


büyük bir sorumluluk altına gireceğimin bil incine vardım. Çevi­
ri hiç de kolay olmadı. Bu tür yapıtlar çevirilirken anlamın, erek
B GST 1 Dü�ünce Dizi6i 1

dilin olanaklarından yararlanılarak fire vermeden aktarılması il­


kesi, benim de bu çeviride benimsediğim i l kelerden birisi oldu.
O nedenle çeviri sürecinde zaman zaman bunaldığım, çeviriye
uzun süre ara verdiğim oldu. Ne var ki, iki binli yılların başında
Chomsky ile Bilgi Üniversitesi'nde yapmış olduğu bir konuşmadan
sonra, tanışma ve ona kimi sorular sorma olanağı buldum. Kimi
sorularım da bu çeviriye i l işkindi. Bu buluşma, çeviriyi bitirme ko­
nusunda beni yüreklendirdi.

Managua Denl eri, Üretici Dönüşümse! Dilbilgisi kuramı içinde


dilin ayrıntılı incelemesini dilbil imci olmayan, ama dil konularıy­
la ilgi lenen kişilerin anlayabileceği biçimde sunduğu tek kitap­
tır. Burada okuru çevirinin teknik yönleriye ilgili bir iki noktada
aydınlatmak istiyorum. Chomsky, metinde örnek olarak verdiği
yaklaşık 150 yapıda, konuşmayı yaptığı coğrafyaya uygun olarak
ve metnini zenginleştirmek üzere İngil izce örneklerine İspanyolca
örnekler de eklemiş. Bu örnekler ve bunların ham çeviri olarak
açıklamaları hedef okur kitlesinin bu örneklerin tüm katmanları­
nı görüp yararlanabilmesi için olduğu gibi korunmuştur. Böylece
okur, örneklerin tüm katmanlarını görecek: (a) İspanyolca tümce,
(b) İngilizce'ye sözcük sözcük aktarımı, (c) Türkçe'ye sözcük söz­
cük aktarımı (bunların çevirileri Asl ı Göksel ' e aittir.) (d) İngilizce
dil sistemi içinde anlamlı çevirisi ve (d) Türkçe'ye aktarımı.

örnek (ı. bölüm):

(3)
j uan hizo [arreglar el carrol.
juan made [fix the car].
(Juan neden.oldu [tamir.et araba] .)
"juan had someone fix the car. "
(J uan arabayı tamir ettirdi.)
1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua DeralerI
_
�I _No_a_ m_C_h om 6 ky
_ _� -- -
- -
- �

Anlatılmakta olan konu için önemi olan, ancak Türkçe'de sözcük


karşılığı olmayan birimleri aktarırken karşılıklarını kavram olarak
verdik (ör. aşağıda "i6 "in karşılığı olarak ko(>aç, "in"in karş ı lığı ola­
rak ilgeç):

Örnek (2. bölüm):

(2)
a. El hombre esta en la casa.
The man is in the house.
(Adam ko(>aç ilgeç ev)
'The man is at home."
(Adam evde.)

Doç. Dr. Veysel Kılıç


Beykent Üniversitesi
İstanbul 30 Ocak 2009
ÖNSÖZ

1986 Martının ilk haftasında rektör Cesar j erez'in (S. j.)° ve Galio
Gurdian yönetimindeki araştırma merkezi C I D CA'nın çağrılısı ola­
rak Managua'yı ziyaret etme ve Universidad Centroamericana'da
(UCA) bir dizi konuşma yapma olanağı buldum. Bu derslerin sabah
oturumları dil ve bilgi sorunlarına, öğleden sonraki oturumları ise
çağdaş politika sorunlarına ayrı lmıştı. Katıl ımcılar arasında aka­
demisyenlerle Nikaragua'dan gelen bir çok dinleyicinin yanı sıra
Kosta Rika üniversitelerinde çalışanlar, ayrıca Nikaragua'da ça­
lışan yabancılar ya da bu ülkeyi ziyaret edenler de yer alıyordu.
Benim İ ngilizce sunduğum bildiriler usta çevirmenler Danilo Sala­
manca ve tartışma bölümünde de çevirmenlik yapan Maria-Esther
Zamora tarafından dinleyiciler için İ spanyolca 'ya çevrildi. Bunlar
radyodan yayımlandı, (sonradan öğrendiğime göre Amerika Birle­
şik Devletleri'nde kısa dalga radyoda da yayımlanmış) ve basıldı,
ayrıca sunum sonrasındaki tartışmalar da yayımlandı. Özlü ve bil­
gilendirici tartışmalar yapı lmış olmasına karşın, kayıt aygıtı bun­
ları iyi kaydedemediğinden maalesef çoğu burada yer almıyor.

Kitap, dil ve bilgi konusundaki sabah oturumlarının genişletilmiş,


yapılan tartışmaların da gözden geçirilerek yazıya dökülmüş bi­
çimlerini içermektedir. Çağdaş politika konusuna i lişkin öğleden
sonra yapılan oturumların bildirileri, Power and ldeology: The
M anagua Lecture6 [Güç ve İdeoloji: Managua Dersleri] başlığı al-
• "Society oUeöuitö"e (Cizvit Cemaati) aidiyetin sembolü b i r kısaltma. -y. h.n.
ıo 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Deraleri 1 Noam Chom6ky

tında Boston'daki South End Press tarafından ayrı bir kitap olarak
yayımlanacaktır. Dilin ilkelerini göz önüne sermek ve tartışmayı
daha i lgi çekici kılmak için, kullanılan örnekler İspanyolca. Bu­
rada, İ ngilizce çevirisinin daha kolay anlaşılabi lmesi için bir kaç
açıklama ekledim ve değişiklik yaptım. Tartışmayı notlardan ye­
niden yapılandırırken bazı yerlere kasete alınmamış birkaç nok­
tayı da ekledim. Bazı durumlarda da tartışmayı daha iyi uyduğu­
n u düşündüğüm yerlere taşıdım. Ayrıca, birçok yerde dinleyicile­
rin sorularına vermiş olduğum yanıtları bildiri metinlerinin içine
kattığım için bir kısım tartışmayı kitap dışı bıraktım. Buna, iki d i l l i
geniş bir dinleyici kitlesinin katıl ımlarını teybe almakta yaşanan
teknik güçlükler de eklenince, dinleyicilerin katılımları metinden
ayrı parçalarmış gibi kaldı. . Yine de bütün bu güçlüklerin katılım­
cıların ve çevirmenlerin çabasıyla hal ledilmesi sayesinde ders ve
tartışmalar oldukça kolay i lerled i . Anlattığım nedenlerden ötürü,
ders ve son derece canlı geçen tartışmalar süresince dile getirilen
özlü soru ve görüşlerin, ancak bir kısmı var bu kitapta.

Oldukça zor ve yorucu bir iş olan hem İ ngilizce hem İspanyolca


çeviriyi başarılı bir şeki lde yaptıkları, ayrıca bildiri lerimi sunuş
için hazırlarken bana çok yardımcı oldukları için Danilo Salaman­
ca ile Marfa-Esther Zamora'ya özel teşekkürlerimi sunmak istiyo­
rum. Bu yapıttaki İspanyolca örnekler için Esther Torrego'ya son­
suz teşekkür borçluyum. Claribel Alegrfa'nın hem sunduğum met­
ni hem de tartışma metinlerini Nikaragua baskısı için İspanyol­
ca'ya çevirmesine özellikle sevindim. Ayrıca, eşim Carol'la birlikte
gezimizi, hep anımsanacak bir güzell iğe dönüştüren Cesar jerez,
Galio Gurdian, Danilo Salamanca, Marfa-Esther Zamora, Claribel
Alegrfa ve daha birçoklarına teşekkürlerimizi sunmak istiyorum.
Yaşamın değişik kesimlerinden tanıştığımız arkadaşların bize gös­
terdikleri yakın i lgi, duyarlılık ve konukseverlikten ve yapıcı tar-
B GST 1 Dü�ünce Diziöi 1 ıı

tışmalardan çok mutlu olduk. Dahası çok yoğun olan bir progra­
mın aralarına sıkıştırabildiğimiz ev ziyaretleri ve gezilerden çok
zevk aldık. Ayrıca birçoğunun adını bile bilmediğim ya da anımsa­
yamad ığım insanlara da teşekkür etmek istiyorum: Bizi Leon yöre­
sinde yoksul köylülerin oluşturdukları tarım kooperatifine buyur
eden Asunci6n birliğinin rahibelerine, halka açık toplantılara ve
tartışmalara katılanlara, ve daha birçok insana. Özell ikle Amerika
Birleşik Devletleri 'nin kurduğu dehşet çemberinden kaçmış, dev­
let teröründen uzak, saygın ve umut dolu bir yaşam sürdürebile­
cekleri bir yere sürgüne gelmiş kişilerin oluşturduğu muhteşem
topluluğun üyeleriyle tanışmaktan çok mutluluk duyduğumu vur­
gulamak istiyorum. Gerçi Yarıkürenin Efendisi, bu yaşamın oluş­
turduğu ciddi "düzen" ve "istikrar" tehdidini önlemek için elinden
geleni yapıyor.

Gerçek Nikaragua'nın, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki basın or­


ganlarında çizilen resimden çok değişik olacağını tahmin etmiş­
tim; ancak farkın tahminimin ötesinde olduğunu görmek beni
mutlu etti . Ülkenin değişik yörelerinde uzun yıllar yaşamış birçok
ziyaretçi de görüşlerimi paylaşıyor. Siman Bolivar'ın ısa küsur yıl
önce söylediği "Amerika Birleşik Devletleri, özgürlük adına, kıtayı
sürekli kargaşa ortamına sokmayı ve eziyet etmeyi iş edinmiş gö­
züküyor. " sözünün anlam ve gerçekliğini ABD'l ilerin anlamalarını
sağlamak konusunda başarısız kaldık. Ülkemizin, birçok başka ül­
kenin yanısıra Nikaragua'ya da, bir yüzyıldan daha uzun bir süre­
dir tarihsel bir uğraş olarak ve günümüzde yenilenmiş bir inançla
işkence etmesini durdurmak konusunda da başarısız kaldık. Ame­
rika Birleşik Devletleri 'nden gelmiş dürüst bir kimsenin bu başa­
rısızlıklarımızdan dolayı, derin bir üzüntü ve utanç duymadan ko­
nuşması hemen hemen olanaksızdır.
1. TARTIŞMANIN ÇERÇEVESİ

Dil ve bilgi sorunları üzerine vereceğim beş derste değineceğim ko­


nular karmaşık ve iç içedir, kapsam açısından da geniş bir yelpaze­
dedir. Bu konuların bir kısmı üstüne düşündüklerimi özel bir bilgi
gerektirmeyecek bir anlatımla sunacağım. Aynı zamanda araştır­
maların ön sınırında yer alan gelişmeleri anlamaya yardımcı ola­
cak kadar teknik sorunlardan bazıları ve bu sorunlara verilen ola­
sı yanıtlar hakkında da en azından fikir vermek istiyorum. Bu tek­
nik konuların, genel ve kökü eskilere dayanan sorunlara neden ışık
tuttuğu konusundaki düşüncelerimi de belirtmek istiyorum.

Günümüzde dil konusunda bildiklerimiz üzerine açıklama yapma­


ya çalışmayacağım. Bana ayrılan süre içinde bu konunun hakkını
vermek oldukça zor. Ben daha çok bu çalışmayı -ya da en azından
onun içindeki temel görüşü- i lgilendiren sorulara değineceğim ,
onları açıklamaya ve daha genel b i r bağlama yerleştirmeye çalı­
şacağım. Bu bağlamın i ki boyutu vardır: birisi insanın temel doğa­
sını anlamaya çalışan Batı felsefesi ve ruhbi lim geleneği, öteki ise
beyin ve organizma konusunda bugün bildiklerimiz ve öğrenmeyi
umdukl arımız ışığında, çağdaş bilimler çerçevesinde klasik sorula­
rı yeniden ele alma çabası.

Asl ında dil incelemesi, her iki tür araştırmanın merkezini oluştu­
rur: Batı düşünce tarihinin önem l i bir bölümünü oluşturan gele­
neksel felsefe ve ruhbilim ile, insanın doğasına yönelik bilimsel
çağdaş araştırma. Dilin insan doğasını incelemekte niçin özel bir
BGST [ Dü�ünce Diziöi [ 13

yerinin olduğuna ve olmayı sürdüreceğine dair birçok neden var.


Bunlardan birisi, dilin gerçek anlamda insan türüne özgü bir olgu
olmasıdır. Dil, özünde yalnızca insanlara ait, ciddi patolojik du­
rumlar dışında tüm insanlar arasında neredeyse hiç farklılık gös­
termeyen ve doğuştan varolan biyolojik ortaklığımızın genel bir
parçasıdır. Dahası d i l , düşüncenin, eylemin ve toplumsal i lişkile­
rin içine önemli bir biçimde girer. Son olarak da dil, incelemeye
oldukça açık bir alandır. Bu bakımdan, sorun çözme, sanatsal ya­
ratıcılık, insan yaşamının ve etkinliklerinin öteki görünümleri gibi
incelemeyi isteyebileceğimiz diğer konulardan çok değişiktir.

Çağdaş araştırmaların doğal mekanı olduğuna inandığım entelek­


tüel geleneği tartışırken, felsefe ile bilim arasında kesin bir ayrım
yapmıyorum. Bu ayrım, doğru ya da yanlış, oldukça yeni bir olgu.
Burada bizi ilgilendiren, bu konuları irdelerken gelenekçi düşü­
nürlerin kendilerini "bilim insanlarından" farklı görmedikleridir.
Örneğin Descartes, kendi çağının önde gelen bilim insanlarından­
dı. Onun "felsefe alanındaki çalışması", "bilim alanındaki çalışma­
sından" ayrı deği ldi; dahası onun felsefe alanındaki çalışması, bi­
limsel çalışmasının, bilimin kavramsal temel lerinin ve de (onun
gözünde) bil imsel kurguların en uç noktalarının ve çıkarsamala­
rın bir bi leşenini oluşturuyordu. David Hume, insan düşüncesi ko­
nusundaki araştırmasında kendi projesinin Newton'unkiyle ben­
zerlik gösterdiğini düşünüyordu: O, insan doğasının öğelerini ve
bizim zihinsel yaşamımıza giren ve onu yönlendiren ilkeleri bul­
gulamayı amaçladı. "Felsefe" terimi, bilim olarak adlandırdığımız
şeyleri kapsıyordu, böylece fizik, doğa felsefesi olarak adlandırıldı
ve "felsefi dilbi lgisi" terimi bil imsel dilbi lgisi anlamında kul lanıldı.
Dil ve düşünce alanında araştırma yapanların önde gelenleri, fel ­
sefi dilbi lgisinin (genel dilbi lgisi y a da evrensel dilbilgisi) "yazılı
ve sözlü dilin değişmez ve genel ilkeleriyle" tüm insanların doğa-
14 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam Chom&ky

sının ortak özell iğinin bir bölümünü oluşturan i lkeler ve "insanın


aklını kullanmasını kendi entelektüel işlemlerinde yönlendiren il­
kelere" (Beauzee) il işkin tümdengelimli bir bilim olması gerektiği­
ni düşündüler. Çoğunlukla dil ve düşünce alanındaki çalışmalar,
tek bir konu ya da en azından birbiriyle ilgili araştırmalar olarak
benimsendi . Çeşitli yaklaşımlar, başka konularda çatışsalar da bu
konuda benzer noktada durmaktadırlar. Bu anlayış, bana birçok
nedenden kuşkulu gözüküyor. Bunları beşinci bölümde tartışaca­
ğım; ancak araştırmanın esasının kavramsallaştırılma biçimi sağ­
lam görünüyor, o nedenle bu doğrultuda i lerleyeceğim .

Bir d i l i konuşan birey, b i r biçimde zihinde, nihayetinde beyinde


fiziksel olarak yer alan bel l i bir bilgi sistemi oluşturmuştur. Bu ko­
nularda bir araştırma yapacak olursanız bir dizi soruyla karşılaşır­
sınız, bazı ları şunlardır:

ı. Bilgi sistemi nedir? İngilizce, İ spanyolca ya da Japonca


konuşan kişinin zihninde/beyninde ne vardır?
2. Bu bilgi sistemi zihinde/beyinde nasıl ortaya çıkar?
3- Bu bilgi, konuşmada (ya da ikincil bir sistemde, örneğin
yazıda) nasıl devreye girer?
4. Bu bilgi sisteminin maddi temeli ve bu bilginin kullanımında
işlevi olan fiziksel düzenekler nelerdir?

Bunlar klasik sorular. Ne var ki, benim burada benimsediğim i fa­


delerle sorulmamışlardır. Birinci soru, ı7. ve ı 8 . yy'da yapılan fel­
sefi dilbilgisi araştırmalarının temel konusuydu. İkinci soru, Pla­
ton'un sorunu diye tanımlayabi leceğimiz sorunun özel ve önem li
bir biçimidir. Bertrand Russell, son çal ışmalarında bu sorunu yeni
bir biçimde dile getirmiştir; sorunun temeli şudur: "Dünya ile i l iş­
kisi kısa, sınırlı ve kişisel olan insan, nasıl oluyor da bildiği kada­
rını bilebil iyor?" Platon, bu sorunu kayıtlardaki ilk ruhbilim dene-
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 ıs

yiyle sergiledi (en azından, ilk "düşünce deneyi"). Sokrat ise Meno
adlı yapıtında, eğitilmemiş köle bir çocuğu bir dizi soruyla yön­
lendirerek, çocuğun geometrinin teoremlerini keşfetme sürecin i
sergiler. Bu sorun, şimdiki durumda b i z i de i lgilendiren b i r başka
sorunu ortaya çıkarır: Köle çocuk, kendisine bilgi verilmeden ya
da eğitilmeden geometriye i l işkin gerçekleri nasıl bulabil miştir?

Platon, bu soruna bir çözüm önerdi tabii ki: Bilgi, köle çocuğun zih­
ninde/beyninde daha önce var olan biçiminden anımsandı. Sok­
rat'ın ona yönelttiği sorular aracılığı ile yeniden uyandırıldı. Yüzyıl­
lar sonra Leibniz, Platon'un yanıtının temelde doğru olduğunu söy­
ler; ancak bu yanıt "'daha önce de vardı' yanlışından arındırılmalı­
dır. " der. Bu öneriyi çağdaş kavramlarla nasıl değerlendirebiliriz?
Çağdaş hali şöyle olabi lir: Bi lgimizin ve kavrayışımızın bir bölümü
doğuştan vardır, biyolojik özelliğimizin bir bölümüdür, genetik ola­
rak belirlenmiştir, tıpkı kanatlı olmak yerine, kol ve bacakl ı olma­
mıza neden olan ortak özelliğimizin unsurları gibi. Klasik öğretinin
bu yorumu bence temelde doğrudur. "Doğanın özgün elinden türe­
miş" ve "türlere özgü olan" bilgiden söz eden Hume gibi, önde ge­
len deneye( düşünürlerin kavramlarına tümüyle aykırı olmamasına
karşın bu yorum, son bir kaç yüzyı ldır Batı düşüncesine egemen ol­
muş deneyci ekolün varsayımlarından oldukça uzaktır.

Platon'un sorunu, dil incelemelerinde çarpıcı bir biçimde ortaya çı­


kar. Bu konuda biraz önce önerilen yanıt doğru çizgide gözükmek­
tedir. Bu konuya, konuşmanın ilerleyen bölümlerinde değineceğim.

Sıradaki üçüncü soru iki bölümde ele alınabil ir: algılama sorunu
ve üretim sorunu. Algılama sorunu, duyduğumuzu nasıl anlamlan­
dırdığımızla ilgilidir (ya da okuduğumuzu; ama hiç kuşkusuz ikin­
cil olan bu sorunu bir kenara bırakıyorum) . Çok daha belirsiz olan

• l ng. empiriciöt
16 1 Bilgi Sonınları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam Chomöky

üretim sorunu ise ne söylediğimiz ve niçin söylediğimizle ilgili­


dir. Buna " Descartes'ın sorunu" diyebiliriz. Sorunun temelinde "dil
kul l anımının yaratıcı gücü" biçiminde nitelenebilecek sorunun ya­
nıtını aramak yatar. Descartes ve yandaşları, dilin normal kulla­
nımını, sürekli yen i l i kçi, sınır tanımayan, dış uyarıcılardan ve iç
durumların egemenliğinden bağımsız, kullanıldığı ortamlar için
uygun ve tutarlı , dinleyicide de aynı durumlarda benzer i fadeleri
kul l anabilecekleri duygusu uyandıran bir şey olarak görmüşlerdir.
Böylece normal bir konuşma ortamında kişi yalnızca daha önce
duyduklarını yinelemez, yeni dilsel biçimler de üretir -çoğunluk­
l a kend i yaşamındaki yeni deneyimler, hatta dilin tarihinde daha
önce hiç kullanı lmamış dilsel biçimler. Ve bu tür yenil ikler için
bir sınır yoktur. Dahası, bu türden bir söylem, rasgel e söylenmiş
sözceler dizisi değildir, onu dile getiren duruma uygundur; ancak
onun nedeni değildir. Bu öneml i , ama anlaşılması zor olabilecek
bir ayrımdır. Bu durumda dilin kullanımı bağımsızdır ve kesinleş­
tirilmemiştir, yine de kullanıldığı durumlara uygundur; ve söylem
ortamındaki öteki katıl ımcılarca bu kullanımın uygun olduğu ka­
bul görür. Öteki katıl ımcılar da aynı biçimde tepki verebil irler­
di. Onların düşünceleri, ilk konuşmacı gibi aynı biçimde söyleme
uyum sağlar. Kartezyenlere göre, dil kul l anımının yaratıcı gücü,
bize görünüş olarak benzeyen başka bir organizmanın da bizimki­
ne benzer bir zihni olduğuna i l işkin en iyi kanıttır.

Dil kullanımının yaratıcı boyutu, "insanlar fiziksel dünyadaki her


şeyden özde farklıdırlar." diyen Kartezyenler tarafından temel bir
sav olarak kul lanıldı. Diğer organizmalar, makinedır. Onların par­
çaları belli bir biçimde düzenlendiğinde ve dışsal bir çevreye yer­
leştirildiklerinde artık yapacakları şey tümüyle belirlenmiştir (ya da
belki rasgele). Ne var ki, insanlar belli koşullarda belli bir biçimde
davranmaya "güdümlü" deği ldir; ancak Kartezyen düşüncenin önde
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 11

gelen savunucularından birisinin açıkladığı gibi, yalnızca bell i şey­


leri yapmaya "'eğilimli ve isteklidirler." Davranışları belki önceden
kestirilebi lir, bu davranışlar içinde yapmaya eğilimli ve istekli ol­
dukları şeyleri yapmaya yöneleceklerdir, yine de bunları yapıp yap­
mamakta özgürdürler, yapmaya eğilimli oldukları veya zorlandıkla­
rı şeyleri yapmak zorunda değildirler. Örneğin, elime makineli bir
tüfek alıp size tehdit edici bir biçimde doğrultarak "Heil Hitler" diye
bağırmanızı emretsem, benim adam öldürme eğilimli bir deli oldu­
ğuma inanırsanız dediğimi yaparsınız; ancak yine de bir seçeneğiniz
vardır, kullanmasanız bile. Bunu gerçek dünyada gördük: Nazi işga­
li altındaki bazı ülkelerde, örneğin insanların büyük çoğunluğu et­
kin ya da edilgen işbirlikçiler oldu; ama kimileri de bu işgale karşı
direndi. Oysa böylesi durumlarda bir makine, insanların yaptığının
tam tersine, hiçbir seçeneği olmaksızın, kendi iç yapısı ve dış çev­
resine göre davranır. Dil kullanımının yaratıcı boyutu, insan doğa­
sının bu temel yanının en çarpıcı örneği olarak sunuldu genellikle.

Dördüncü soru görece yeni bir soru, aslında hala ufukta olan bir
soru. İlk üç soru dilbilim ile ruhbi limin inceleme alanına girer.
Ben, bu iki disiplin arasında bir ayrım yapmamayı yeğlerim. Dil­
bilimi (daha doğrusu, burada ilgilendiğim dilbilim alanlarını), ilk
üç soruda özetlenen ruhbi lim konularının bir parçası olarak görü­
rüm. Şunu da vurgulamak isterim, aynı başlık altına felsefenin de
büyük bir bölümünü yerleştirmek isterim, bunu gelenekseli izle­
yerek yaparım, çağdaş uygulamayı deği l . Dilbil imci, birinci, ikinci
ve üçüncü sorulara olası yanıt aradığı ölçüde, beyin konusunda
araştırma yapan bilim insanı da, dilbilimin soyut kuramında açığa
çıkan özell ikleri sergi leyen fiziksel düzenekleri keşfetmeye başla­
yabilir. Bu sorulara yanıt verilememesi durumunda, beyin konu­
sunda araştırma yapan bilim insanları ne aradıklarını bilmezler;
onların araştırmaları, bu noktaya i lişkin olarak kördür.
ıs 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Deralerl 1 Noam Chomöl.:y

Bu, fiziksel bilimlerde bilinen bir öyküdür. 19.yy kimya bilimi, kim­
yasal öğelerin öze l l i klerine i l işkindi ve bileşikler için modeller
sundu (örneğin, benzen halkası); değerlik' , molekül ve element­
lerin periyodik tablosu gibi kavramlar geliştirdi. Bu gel işmelerin
tümü oldukça soyut bir düzeyde sürdü. Bunların, daha temel fizik­
sel düzeneklerle nasıl bir bağlantısının olduğu bilinmiyordu. As­
l ında bu kavramların "fiziksel gerçekliği"nin olup olmadığı ya da
sadece deneyimi düzenlemeye yarayacak rivayetler olup olmadık­
ları çok tartışıldı. Soyut araştırmalar, fizikçilerin önüne bir takım
yeni sorunlar koydu: bu tür özellikler sergil eyen fiziksel düzenek­
leri keşfetmek gibi. 20.yy fiziğinde katedilen inanılmaz adımlar­
la, bu tür sorunlara çok yetkin ve i lgi çekici çözümler üretilmiş­
tir, öyle ki kimileri bu çözümleri bir tür "en son ve eksiksiz yanıt"a
yaklaşma olarak görüyor olabil irler.

Günümüzün zihin/beyin incelemeleri de aşağı yukarı aynı şeki l­


de görülebilir. Zihin hakkında konuştuğumuzda, bir bakıma soyut
bir düzeyde beynin fiziksel düzeneğinin henüz bilinmeyen özel­
l iklerini konuşuyoruz demektir. Oksijenin değerlik ya da benzen
halkası konusunda konuşanların, o güne kadar bilinmeyen fizik­
sel düzenek konusunda soyut bir düzeyde konuştukları gibi. Tıpkı
kimyacıların keşfettikleri şeyin, temelde yatan düzeneklerin daha
i leri düzeyde araştırılmasının yolunu açması gibi, günümüzde dil­
bilimci-ruhbi l imcilerin araştırmaları da, beyin düzenekleri incele­
melerinin ilerlemesinin koşul l arını hazırlamıştır. Bu araştırma lar
el yordamıyla, ne aradığını bilmeden, kavramadan yoksun ve so­
yut bir düzeyde ilerlemek zorundadır.

Dilbilimcinin yapılarının doğru olup olmadığını, ya da bu yapıların


değiştirilmeleri gerekip gerekmediğini veya yerine yeni lerinin ko-

' lng. valence. Bir atom ya da atom kümesinin, hidrojen atomu ya da eşdeğeriyle birle­
şebilmesine göre ölçülen kimyasal bağ yapabilme sığası. -y. h . n.
BGST 1 Dü�ünce Dizi6i 1 19

nup konmamasını sorgulayabiliriz. Ne var ki, bu yapıların "gerçek­


liği" konusunda çok az anlamlı soru bulunmaktadır -daha doğrusu,
onların "ruhsal gerçeklikleri" konusunda (bu terim yaygın, ancak
bir o kadar da yanıltıcıdır). Kimyacının yapılarının "fiziksel ger­
çekliği" konusundaki sorulabilecek birtakım anlamlı soruların az­
l ığı gibi (bu soruların yeteri kadar ayrıntılı olup olmadıklarını sor­
gulayabildiğimiz halde). Araştırmanın her aşamasında dünyanın
niteliğini daha iyi kavramamız için kuramlar oluştururuz. Bunu,
kuramsal çabaları aydınlatabilecek kanıt sunan dünyadaki bu gö­
rüngülere d ikkatlerimizi odaklayarak yaparız. Dil araştırmaların-·
da soyut bir biçimde ilerleriz, zihinsel düzeyde, biriml erin bu so­
yut düzeyde nasıl yapı l andıklarını, özelliklerinin ve onları yönlen­
diren i l kelerin beynin özellikleri açısından nasıl açıklanabilece­
ğini inceleriz. Beyin bilimleri, beynin bu özell iklerini keşfetmeyi
başarırsa, biz o zaman d i l i sözcük, tümce, ad, eylem ve benzeri so­
yut dilbilimsel kavramlar açısından tartışmaya son vermeyeceğiz,
nasıl ki günümüzde kimyacıların değerlik, element, benzen halka ­
sı v e benzeri kavramları kullanmaktan kaçınmadıkları gibi. Temel
fiziksel varlıklarla i lişkileri konusundaki bi lgimiz sayesinde artık
güç kazanan bu kavramlar, açıklama yapmamız ve tahminde bu­
lunmamız için uygun ve elverişli olmaya devam edebilirler. Ya da
bunlara i lişkin daha i leri düzey araştırmalar, daha iyi açıklamalar
bulmak için onların yerini başka soyut kavramlara bırakması ge­
rektiğini de gösterebil irler.

Dikkat ederseniz, zihnin incelenmesi konusunda gizemli bir şey


yoktur, eğer bunu beyin düzeneklerinin soyut özelliklerinin ince­
lenişi olarak değerlendirirsek. Aslında bu haliyle çağdaş zihinci­
lik0, ruhbilim i l e dilbilimin fiziksel bilimler içinde eritilmesi için
atılmış bir adımdır. Çoğunlukla sosyal bilimlerde ve felsefede,

• lng. mentaliöm.
20 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam ChomMcy

Marksist gelenek de dahil olmak üzere, yanlış anlaşıldığını düşün­


düğüm bu konuya daha sonra dönmek istiyorum.

Bu dört soruyu, daha i leri düzeyde araştırma yapman ın temel çer­


çevesi olarak görüyorum. Dördüncü soru konusunda söyleyecek
bir şeyim yok; çünkü o konuda çok az şey biliniyor. Üçüncü soruy­
la da yalnızca kısmen ilgiliyim, üretimsel boyutuyla. Bu soru, do­
ğası itibariyle farkl ıdır, buna daha sonra döneceğim, ne var ki kay­
da değer bir şey öneremeyeceğim. Ama birinci ve ikinci soruyla,
üçüncü sorunun a lgılama boyutu konusunda söylenecek çok şey
var. Bu konuda önemli gel işmeler oldu.

Birinci ve üçüncü soru, dile il işkin bilginin ne olduğu ve nasıl kul­


lanıldığına dair sorulardır; çoğunlukla da birbirlerine uydurulur­
lar. Bu nedenle sık sık şu görüş dile getirilir: Bir dili konuşmak ve
konuşulanları anlamak, pratik bir yeteneğe sahip olmak demektir,
bisiklete binmek ya da satranç oynamak gibi. Daha genel bir söy­
leyişle, bu yaklaşıma göre dil, bazı yetenek ve beceri lere sahip ol­
mak demektir. Beceri ve yeteneğin, al ışkanlık ve eğilime indirgen­
diği i leri sürülür sıklıkla, böylece dil bir al ışkanl ıklar sistemi olur,
ya da bel l i koşullarda bel l i davranışlar sistemi. Böylece dil kulla­
nımının yaratıcı boyutu "örnekseme"ye indirgenir (sorunun ayır­
·

dına varı lıp varı lamadığını bir tarafa bırakıyorum, bu son zaman­
lara değin çok az yapı ldı, yaklaşık yüzyı llık bir gecikmeyle): Dili
konuşanlar, yeni dilsel biçimleri, duyup anladıkları biçimlerden
"örneksemeyle üretir" ve benzer yöntemlerle anlarlar bu anlayışa
göre. Bu şekilde, karanlıklardaki esrarengiz.. bir şeyden, zihinci­
lik endişesinden kurtulmuş oluyoruz, şeytan çıkarır gibi Kartezyen
"makinedeki hayaleti" kovuyoruz. İşte böyle deniyor.

İ ng. analogy.

•• l ng. occu lt.


BGST 1 Dü�ünce Dizi6i 1 21

Daha önce de değindiğim gibi, bu endişeler yersizdir ve kanımca


geleneksel zihinciliği ciddi bir biçimde yanlış yorumlamaktan kay­
naklanmaktadır. Bu soruna, son kısımda tekrar değineceğim. An­
cak bilginin bir yetenek olduğu görüşünün de i ler tutar bir yanı
yoktur. Basit bir irdeleme bu düşünüşün doğru olmadığını gösterir.

İspanyolca'yı tam aynı düzeyde bilen iki kişiyi düşünelim: İkisinin


de telaffuzları, sözcüklerin anlamları konusundaki bilgileri, tümce
yapısını kavrayışları vd. tümüyle aynı . Yine de bu iki insan, dil kul­
lanımı yetenekleri açısından birbirlerinden çok farklı olabilirler,
farklıdırlar da. Bunlardan biri dili şiirsel kullanırken, öbürü klişe­
lerle konuşan sıradan bir dil kul lanıcısı olabilir. Aynı bilgiyi payla­
şan iki kişi, özell ikle farklı konuşma ortamlarında oldukça değişik
şeyler söyleyebil irler. Bu nedenle bilgiyi yetenekle bir tutmak zor­
dur, hele hele davranışla edinilen eği limlerle.

Dahası, yetenek, bi lgide bir değişiklik olmadan da gelişebilir. Birisi


topluluk karşısında etkil i konuşma ya da yazma kursuna katı larak
bu konularda dil kullanma yetenekl erini geliştirebil ir; ancak dile
i l işkin yeni bilgiler edinmez. Sözcükler, yapılar, kurallar vd. konu­
sunda aynı bilgiye sahiptir. Dil kullanma yeteneği gel işmiş, ancak
dil konusunda yeni bilgiler edinmemiştir. Yetenek, benzer biçim­
de, bilgi kaybına yol açmaksızın bozulabi lir ya da yok olabilir. Ör­
neğin, ispanyolca'yı anadili olarak konuşan juan'm başından ya­
ralanması sonucu sözyitimine ' uğradığını, konuşma ve konuşulan­
ları anlama yeteneğini yitirdiğini varsayalım. Bu durumda juan,
İspanyolca bilgisini de mi yitirmiş oluyor? Pek sayılmaz, hasarın
etkisi azalıp juan'ın konuşma ve anlama yeteneğini yeniden ka­
zanması durumunda bunu kendimiz keşfedebil iriz. El bette ki, juan
Japonca değil , hp a nyolca konuşma ve anlama yeteneğini yeni-

• l ng. aphaöia.
22 1 Bilgi Soranları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam Chomt.ky

den kazanır ve bunu eğitim veya deneyim ile yapmaz. Juan 'ın ana­
d i l i , eğer Japonca olsaydı, İspanyolca yerine Jap onca konuşma
ve anlama yeteneğini yeniden kazanırdı, yine eğitimi ve deneyimi
olmaksızın. İspanyolca anlama ve konuşma yeteneğini yitirdiğin­
de, İ spanyolca 'ya i lişkin bilgisini de yitirmiş olsaydı, bu yeteneği­
ni yeniden kazanması bir mucize olurdu. juan, bu durumda neden
J aponca deği l de İspanyolca konuşabil iyor? Juan, İ spanyolca 'ya
i lişkin eğitim ve deneyimi olmaksızın, acaba bu yeteneği nasıl ge­
l iştirdi? Bu hiçbir çocuğun yapabileceği bir şey deği ldir. Şu kesin:
Anlama ve konuşma yeteneği yitirildiğinde kimi şeyler korunmuş
olmalı. Korunan şey yeteneği olmasa gerek, bu alanda yitime uğ­
radığına göre. Korunan şey bilgi sistemidir, zihnin/beynin bili�<1el
bir <1 i<1tem ( Bu bilgiye sahip olmakla, konuşma ve anlama yete­
neği ya da birtakım eğil imler, al ışkanl ıklar ve beceriler sistemi bir
olamaz, bu ortada. "Maki nedeki hayaleti" bilgiyi, yetenek, davra­
nış ve eği limlere indirgeyerek kovamayız.

Bu şekilde düşünürsek bisiklete binmek, satranç oynamak vb. tür


şeylerin yetenek ve eğilimler sistemine indirgenemeyeceğini gö­
rebiliriz. Varsayalım ki J uan, bisiklete binmeyi biliyordu; ama son­
ra bir beyin rahatsızlığından dolayı bu yeteneğini tümüyle yitirdi,
ama d iğer fiziksel yetkinliklerine birşey olmadı ve beyindeki hasar
azaldıkça J uan yitirdiği yeteneklerini yeniden kazandı. Geçici ye­
tenek kaybına rağmen, yaralanmadan etkilenmemiş olarak kalan
bir şey vardır. Dokunulmamış ya da bozulmamış olarak kalan şey,
bisiklete nasıl binileceğini içeren bilişsel sistemdir; yani burada
yetenek, eğilim, a l ışkanlık ya da beceri söz konusu deği ldir.

Bu tür sonuçlardan kaçınmak için bilgi ile yeteneği özdeşleştiren


düşünürler, beyin travmasından sonra İ spanyolca konuşma ve an-

• l ng. a cognitive t.yötem


BGST 1 Dü�ünce DiZi6i 1 23

lama yeteneğini yitiren juan'ın, bu yeteneğe aslında hala sahip ol­


masına karşın uygulamayı unutmuş olduğu sonucuna varmak zo­
runda kalmışlardır. 1 Bu durumda yeteneğe i lişkin iki kavramımız
oluyor: birisi korunan, ötekisi ise yitirilen yetenek. Ama bu iki kav­
ram birbirinden çok farklıdır. Normal kul lanımda yeteneğe denk
olan bunlardan ikincisidir; birincisiyse yeni üretilmiş bir kavramdır
ve bilginin tüm özelliklerini içerecek biçimde tasarlanmıştır. Bu ta­
nımla bi lginin yetenek olduğu söylenebilir tabii; ama bu yeni üre­
tilmiş "yetenek" kavramı, normal anlamıyla oldukça ilgisizdir. Bu
tür söz manevralarıyla hiçbir şeyin elde edilemeyeceği ortadadır.
Aksine şu sonucu çıkarabiliriz: Bi lgiyi yetenek (eğilim, beceri, vd.)
açısından açıklamaya çalışmak, bu yaklaşımın baştan yanlış oldu­
ğunu gösterir. Bilginin günümüz felsefesindeki kavramsallaştırılma
biçiminin isabetsiz yanlarından sadece bir tanesi bu bence.

Başka bazı konular da bizi aynı sonuca götürür. juan, el libro sözünün,
örneğin masaya değil, kitaba gönderme yaptığını bilir. Bu Juan açısın­
dan yeteneğinin iflası değildir. Çünkü el libro, güçsüz ya da kimi be­
cerilerden yoksun diye juan için masa kavramına gönderme yapıyor
değildir. Bu juan'ın sahip olduğu belli bir bilgi sisteminin özelliğidir.
İspanyolca konuşmak ve anlamak bu bilgiye sahip olmak demektir.

Şimdi aynı noktaları öne çıkaran ve bizim Platon'un sorununu ve


bu sorunun sorgulattığı şeyleri daha net anlamamızı sağlayacak,
daha ilginç ve zor örneklere dönel im. Aşağıdaki tümcelere baka­
lım:2

( ı)
j uan arregla el carro.
"J uan fixes the car."
(J uan arabayı onarır.)
(2)
juan afeita a Pedro.
24 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noanı C ho _m_ö ky
_ �
_______

j uan shaves to Pedro.


(Juan tıraş.eder i lgeç Pedro.)
"Juan shaves Pedro . "
(J uan Pedro'yu tıraş eder.)

Bu tümceler, İspanyolca'nın kendisine özgü ve örneğin benzer bir


dil olan İ talyanca'da olmayan bazı özel liklerini sergiler. Eylemin
nesnesi (z)'de olduğu gibi canl ı olduğunda, nesne (burada "Ped­
ro"), İspanyolca'da a i lgecinden sonra gelmeli, oysa İtalyanca'da
durum böyle deği ldir.

Şimdi de içinde arreglar (tamir etmek, onarmak) ve aueitar (tıraş


etmek) eylemlerinin bulunduğu başka bir İspanyolca yapıya baka­
lım, ettirgen yapılara:

(3)
juan hizo [arreglar el carro].
juan made [fix the cari.
(Juan neden.oldu [tamir.et araba]°.)
"juan had someone fix the car. "
(Juan arabayı tamir ettirdi. )
(4)
juan hizo [afeitar a Pedrol.
j uan made [shave to Pedro].
(Juan neden. oldu [tıraş. et ilgeç Pedro]. )
"Juan h a d someone shave Pedro."
(Juan Pedro'yu tıraş ettirdi. )

İspanyolca ve İ ngil izce satırlardaki ayraçlar, ha cer (yapmak, ne­


den olmak) eyleminin tümleci olan tümceciksel öğeyi gösterir:

• İngilizce'de kullanılan beli rtme sıfatı the sözcüğü, Türkçe'ye yapılan sözcük sözcük çe­
virilerde cümlenin anlaşılmasına katkısı ve Türkçe karşılığı olmadığı için kullanı lmamıştır.
-y. h.n.
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 ıs

Bunun anlamı, ayraç içindeki önermelerle söylenen bel l i bir ola­


ya juan'ın neden olduğudur, yani birisinin arabayı onardığı (3) ya
da Pedro'yu traş ettiği (4). (4)'te canlı nesne Pedro, bir kez daha a
ilgecini gerekli kılar.

Bu örneklerde tümleç tümceciğinin öznesi i fade edilmemiştir, bu


nedenle belirsiz birisi olarak anlamlandırı lır. Ne var ki, özne açık­
ça belirtilebi lir de:

(s)
juan hizo [arreglar el carro a Marfal.
juan made [fix the car to Marial.
(J uan neden.oldu [tamir. et araba i lgeç Maria].)
"j uan had Maria fix the car."
(Juan Maria 'ya arabayı tamir ettirdi.)

Burada İ ngilizce ile İ spanyolca arasındaki bir ayrımı görürüz. İs­


panyolca' da tümleç yantümceciğinin öznesi ilgeç öbeği olarak
eklenmiştir (a Mar{a). Oysa aynı tümcenin İngil izce'sinde özne,
normal bir tümcede olduğu gibi eylemden önce gelir; "Maria fixed
the car" da olduğu gibi. Bu yapıda İspanyolca, kendisine çok yakın
olan İtalyanca'daki gibi bir durum sergi ler.

Şimdi arregler e l carro yerine auei tar a Pedro sözünü kullanarak


(s) benzeri bir yapı oluşturmaya çal ıştığımızı varsayalım. Bu du­
rumda şöyle bir örneğimiz olur:

(6)
j uan hizo [afeitar a Pedro a Marfal.
juan made [shave to Pedro to Marial.
(J uan neden.oldu [tıraş.et ilgeç Pedro ilgeç Maria].)
"juan had Maria shave Pedro."
(J uan Pedro'yu Maria'ya tıraş ettirdi.)
26 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam Chomöky

(6)'nın İtalyanca eşdeğer tümcesi iyi bir tümce olmasına karşın,


İ spanyolcası düzgün bir tümce değildir. Nedeni şu: İspanyolca ve
benzeri dillerde iki a-öbeği'nin yinelenmesine izin verilmez.3 İtal­
yanca'da "tıraş etmek" eyleminin nesnesi a i lgeci gerektirmediği
için (6)'daki örnek düzgün kabul edilebi lir bir tümcedir.

Bu örneklerde, değişik düzeydeki genel lemeleri sergileyen dil ku­


ralları ile karşılaşırız. En genel düzeyde, İngil izce, İtalyanca ve İs­
panyolca'da bir tümceciği içe yerleştirerek ettirgen eylemin tüm­
leci yapmak olasıdır. Bu aslında dilin genel bir özelliğidir; ama bu
soyut yapıların dillerde nasıl gerçekleştiği farklılık gösterir. Daha
alt düzeydeki genellemelerde İ ngilizce, İtalyanca ve İspanyol ­
ca'dan ayrı lır. İngil izce'de yantümceciğin öznesi normal özne ko­
numundadır, İ talyanca ve İspanyolca'da ise a-(i lgeç)öbeğine dö­
nüşür, ya da söylenmez. Bu ayrım, daha ileride göreceğimiz gibi,
İ ngil izce-İspanyolca ile İ talyanca arasındaki derin ayrımlardan
kaynaklanmaktadır. Şimdilik bu ayrımlara "yantümcecik özel l iği"
diyelim, i leride tekrar döneceğiz. İngil izce, yantümcecik özelliğini
İspanyolca ve İtalyanca'dan farklı yorumlar. Bu ayrım, biraz önce
sergilenen ettirgen yapıda da gösterildiği gibi değişik sonuçlara
gider. Daha ayrıntı lı bakarsak İspanyolca, İtalyanca'dan şu ba­
kımdan ayrı lır: Canlı bir nesneden önce a i lgeci gelmel idir. Ama
artlarda sıralanmış a-öbeklerini engelleyen ilkeyi bu iki dil pay­
laşırlar. Bu i l keler (6)'nın İspanyolca'da yapı lamamasına yolaçan
ilkelerdir.

Özetleyecek olursak, bazı genel ilkeler var, ettirgen ve benzeri


yantümcecik yapı larını oluşturan ilkeler gibi, ya da a-öbeklerinin
artlarda sıralanmalarını engelleyen ilkeler gibi. Bu ilkeler, anlam­
landırmada kimi farklıl ıklara izin verir: yantümcecik özell iğinde
olduğu gibi, dil leri birbirinden ayıran alt düzey kurallar gibi, ör­
neğin İ spanyolca'da canlı bir nesneden önce a ilgecini eklemeyi
BGST f Dü�ünce Diziöi f 27

gerektiren kura l . Kuşkusuz bu düzeylerden başkaları da olabilir.


Ama bu tür kural ların ve ilkelerin etkileşimi, d ilbilgisel i fadenin
biçim ve anlamlandırılmasını belirler.

Şimdi bu olguların tümünü, bir çocuğun İspanyolca öğrenmesi açı­


sından yeniden değerlendirelim. Dikkat edilirse, verilen her örne­
ğin Platon'un sorununa bir örnek olduğu görülür. Yapacağımız şey,
bir çocuğun olgunlaşmış bir dil sisteminin kural ve ilkelerine nasıl
hakim olduğunu belirlemeye çalışmaktır. Sorun deneyci bir sorun­
dur. İ l ke olarak bu tür bilginin kaynağı, çocuğun çevresinde ya da
zihninde/beyninde biyolojik olarak belirlenmiş bir bölümde ola­
bilir, hatta dil yetisi diyebileceğimiz bölümde. Bu etmenlerin et­
kileşimi, konuşma ve anlama sürecinde uygulamaya konulan bilgi
sistemini sağlar. Bilginin çevresel etmenlere bağlı olduğu durum­
larda, zihin/beyin, kısmen biyolojik olarak belirlenmiş kaynakların
parçası olan düzenekler aracılığıyla, i lgili bilgiyi belirleme ve ayırt
etmenin yöntemini sağlıyor olsa gerek. Bu düzenekler dil yetisi­
ne özgü olabilirler ya da daha genel "öğrenme düzenekleri" olabi­
lirler. Bu durumda göz önünde bulundurmamız gereken üç etmen
bulunmaktadır: genetik olarak belirlenmiş dil yetisi ilkeleri, gene­
tik olarak belirlenmiş genel öğrenme düzeneği, ve konuşmanın bu­
lunduğu bir toplulukta büyüyen çocuğun dilsel deneyimi. Sorun,
bu etmenleri belirleme ve ayırt etmektedir. Bu etmenler arasın­
da üçüncüsünün varlığından oldukça emin sayılırız (değişik dillerin
varolmasından dolayı), birinci etmen konusunda da oldukça güçlü
kanıtlarımız bulunmaktadır (dil yetisinin ilkeleri). Genel öğrenme
düzeneğinin konumu ise sanıldığının aksine hiç de açık deği ldir.

Biraz önce tartıştığımız örneklerle bağlantı lı olarak birtakım spe­


külasyonlar yapabiliriz. Canlı nesneden önce a-ilgeci koyma ku­
ralı gibi alt düzey bir kural, İspanyolca'ya özgüdür. Bu kural İs­
panyolca öğrenen bir çocuğun edinmesi gereken bir kuraldır. Bu
za 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der6leri 1 Noam Ch om.ıky

durumda dilsel çevrenin de bir rolü olmalı; ya dil yetisi ilkeleriyle


ya da genel öğrenme düzeneğiyle etkileşimde bulunarak yapma­
lıdır bunu (bu tür genel düzenekler mevcutsa). Ancak İspanyolca
konuşan çocuk (6)'daki tümcenin olamayacağını öğrenmek zorun­
da değildir. Bu olgu artlarda a-öbeğini engelleyen genel ilkelerden
kaynaklanır. Bu ilke ise dil yetisinin bir öğesi olabilir, o zaman de­
neyimden bağımsız olarak vardır, ya da deneyim, doğuştan gelen
dil yetisi ve genel öğrenme düzeneklerinin etkileşimiyle ortaya çı­
kabilir. Yantümcecik özel l iğine gelince, en azından bazı yönlerinin
dilsel çevrece belirlenmiş olması lazım; çünkü daha önce gördü­
ğümüz gibi diller bu açıdan farkl ılık gösterir. Bunu ileride de kulla­
nacağım bir terimle i fade etmekte fayda var: Yantümcecik özelli­
ği parametriktir. İ lkenin genel biçimi sabittir; ama parametrenin
farklı değerler almasına da açıktır. Parametrenin değeri deneyim­
le belirlenir. Değer, bir kez öğreni ldiğinde genel dil ilkelerinden
bir dizi olgu ortaya çıkar; yukarıda sergilenen görüngüler gibi.

Daha genel ilkelerden söz edecek olursak, yantümceciksel tümleçle


karmaşık bir yapı oluşturabilmenin öğrenmekten kaynaklanmadığı­
na dair spekülasyon yapabiliriz. Bu tür soyut yapılar, dillere özgü,
sözlüksel ve daha başka özelliklere bağl ı olarak yüzeysel farkl ılıklar
göstermelerine karşın, dil yetisinin bir ilkesi olarak vardırlar.

Bu görüşler ışığında Platon'un sorununa dönecek olursak sorun,


zihnin/beynin bel l i özellikleri ve dilsel çevrenin bazı nitel iklerine
dayanarak çözülür. Zihnin/beynin özellikleri, dil yetisinin birçok
ilkesini içerir: yantümceciksel tümleçleri olan karmaşık yapıların
kurulabilmesi, yantümcecik parametresi ve bu parametrenin açık
olması, hatta belki de a-öbeklerinin artlarda gelmesinin engel len­
mesi gibi. Dilsel çevre, yantümcecik öze lliği parametresinin de­
ğerini belirleyecek kadar zengin olmalıdır (ve İspanyolca'da can­
lılara işaret eden nesnelerin a-öbeği gerektirdiğini belirleyecek
BGST j D ü�ünce Diziöi j 29

kadar). Bu süreçlerde genel öğrenme düzenekleri işin içine girebi ­


lir d e , girmeyebilir de. Bu etmen lerin etkileşimi, zihinde/beyinde
dilin olgunlaşmış durumu olarak ifade bulan bilgi sistemini üretir.
Bu bilgi sistemi, dilsel i fadelerin anlamlandırılabilmesini sağlar.
Bunların arasında çocuğun dil öğrenirken daha önce hiç duymadı­
ğı şeyler de yer alır. Burada söylediklerim, genel sorunun özel bir­
takım öğelerine şöyle bir değiniyor kuşkusuz. Platon' un sorununu
çözmek istiyorsak izlememiz gereken yol budur.

Şimdi işi biraz daha karmaşıklaştıran durumlara bakalım. (2)'de a


Pedro yerine, juan'a gönderme yapan dönüşlü bir öğe de kullan­
mış olabilirdik. İspanyolca, dönüşlülerde iki olasıl ığa izin verir: öe
ya da 61 miömo. Bunlardan yalnızca birincisine bakalım. Pedro ye­
rine 6e koyarsak şu yapıyı elde ederiz:

(7)
juan afeita a se.
juan shaves to himself.
(juan tıraş. et i lgeç kend i.)

Ne var ki (7) düzgün bir tümce değildir. Buradaki öe öğesi kendi


başına duramayan, ancak bir eyleme eklenerek tümcede yer ala­
bilen bir parçacıktır (teknik deyimiyle takıöal öğe). İspanyolca'da
bir kural var, bu kural öe'yi aueitar'ın belirtili nesnesinin olağan
yerinden alıp eyleme ekleyerek şimdiki konumunun gelecek bi­
çimde kaydırır. 4

(8)
juan se afeita.
juan self-shaves.
(juan kendi-tıraş. eder.")

lspanyolca'da kullanılan dönüşlü fiillerdeki öe kavramının Türkçe'deki karşılıklarından


biri "kendi" sözcüğüdür; ancak bunun diğer kullanımlarla (ör. 'Bu benim kendi düşüncem'
ya da 'Evi ken di yaptı'daki gibi) karıştırılmaması gerekir. -y.h.n.
30 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der61eri 1 Noam Chomöky

"juan shaves himself. "


(J uan kendini tıraş eder.)

Öyleyse (2)'ye denk düşen dönüşlü biçim (8)'dir. Benzer olgular,


dönüşlü adıllar dahil olmak üzere adıl parçacıkları olan İtalyanca
ve diğer dil ler için de geçerl idir.

Şimdi ettirgen ve dönüşlü yapıları birleştirelim, örneğin (4)'teki


Pedro yerine öe parçacığını koyalım:
(9)
juan hizo [afeitar a se)].
juan made [shave to setn.
(Juan neden.oldu [tıraş.et ilgeç kendi].)
Se parçacık olduğu için tek başına bir işlevi olamaz, yerinden ka­
yarak bir eyleme eklenmelidir. Burada kuramsal olarak iki olasılık
var: parçacık, ateitar eylemine eklenerek (ı oa) 'yı, ya da hizo ey­
lemine eklenerek (ıob)'yi verebilir. Son durumda parçacık (8)'deki
gibi eylemden önce gelir:

(ıo)
a. juan hizo [ a feitarse).
j uan made [shave-selfl.
(Juan neden. oldu [tıraş. et-kendi].)
b. juan se hizo [afeitarl.
juan self-made [shavel.
(Juan kendi-neden.oldu [tıraş. et].)
"juan had someone shave him (J uan)."
(Juan kendini tıraş ettirdi.)

İ spanyolca'nın tüm lehçelerinde bu tümcelerden ikincisi (ıob)


normal kul lanımdır (akraba olduğu İtalyanca gibi dillerde de oldu­
ğu gibi). Birincinin, (ıoa)'nın, durumu ise karışıktır. Bu yapı, Latin
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 31

Amerika İspanyolcası'nda ve İber yarımadasındaki çoğu İspanyol­


ca konuşurla'. ı için kabul edilemez görünüyor. Mamafih, yarıma­
da İspanyolcası'nın bazı biçimlerinde kabul edilebil iyor. Yani dilin
genel olmayan bir özelliği daha var karşımızda, bel l i dillere özgü
bir nitelik ve bu nedenle öğreni lmesi geren bir özellik. Bir parçacı­
ğı bir eyleme ekleyen kuralın iki değere izin veren bir parametre­
si vardır ve bu değer farkı (ı oa) ile (ıob)'yi birbirinden ayırt eder,
ya da daha büyük bir olasılıkla bu ayrım, sözü geçen dillerin kıs­
men öğrenilebi lir olan diğer özelliklerinden kaynaklanır. (ıob)'de
6e'nin juan'a gönderme yaptığı açıktır. (ıoa)'da ise durum biraz
daha karışık. Bu durumu şimdilik bir kenara bırakarak (ıob)'de yo­
ğunlaşmak istiyorum.

(ıob)'de ettirgen eylemin yantümceciksel tümleci, (3) ve (4)'te ol­


duğu gibi öznesizdir. Ama, daha önce de gördüğümüz gibi, tümle­
cin öznesi a-öbeği olarak ortaya çıkabilir. Eğer tümlecin öznesi,
örneğin lo6 muchacho6 ((erkek) çocuklar) ise, bu durumda (ı ı)'i
bekleriz:

(ıı)
juan se hizo [afeitar a los muchachos].
juan self-made [shave to the boys].
(J uan kendi-neden .oldu [tıraş.et ilgeç çocuklar].)
"J uan had the boys shave him (J uan)."
(Juan kendini çocuklara tıraş ettirdi.)

Bu durumda bir sorun çıkıyor karşımıza. (ıob) iyi yapılandırılmış


bir tümce olmasına rağmen, ona a lo6 muchacho6'un eklenmesi
anlamlandırılması mümkün olmayan bir tümce çıkarmıştır ortaya:
juan'ın kendisini kimliği bilinmeyen birisine tıraş ettirdiği anlamı­
na gelen (ıob)'den yola çıkarak (ı ı)'in, juan'ın kendisini çocuklara
tıraş ettirdiği anlamına gelen normal bir tümce olması gerekirdi.
ıı ! Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Deraleri ! Noam Chomöky

Her nedense burada örnekseme işlemiyor. Bu durumda (ı ı)'in ne­


den düzgün kabul edilebi l i r bir tümce olmadığını açıklarken art
arda a-öbeği olmaması ilkesine başvuramayız; çünkü yinelenmiş
a-öbeği yok ortada. Başka bir ilke var işin içinde. Aslında İtalyan­
ca' da da (ı ı)'in dengi tümceler kabul edilmemektedir, yine bu ilke­
nin bir sonucu olarak.

O halde, ettirgen ve dönüşlü yapıya a lo6 muchacho6 öbeği ek­


lendiğinde, yapının kabullenilebilirl iğinin önemli ölçüde değişti­
ğini görürüz ve örnekseme yöntemi çalışmaz olur. Bu yapının baş­
l angıcına a quien öbeğini eklediğimizde de aynı sonuçla karşıla­
şırız. Bu öbek (ıob) 'ye eklendiğinde (ı2) elde edilir (soru öbeği a
quien nedeniyle sözdiziminde değişiklikler olur).
(ı2)
A quien se hizo juan [afeitarl?
To whom self-made juan [shavel?
(ilgeç kim kendi-neden. oldu juan [tıraş. et]?)

Bu tümce, tıpkı (ıı) gibi, kabul edilir bir İspanyolca ya da İtalyanca


değildir. Benzerlerinden bekleyeceğimiz "Kime juan [kend ini (Ju­
an'ı) tıraş et]tirdi" anlamına gelmez. A qui en öbeği yapıyı değişti­
rir ve örnekseme işe yaramaz olur.

Bu örnekler, Platon'un sorununun daha da belirginleşmiş ve


önemli hale gelmiş bir biçimine işaret etmektedir: İspanyolca
veya İtalyanca öğrenen bir çocuk bu olguları nereden bilebil ir?
Bu örnekler, bir kez daha, bilgiyi yetenekle açıklama girişiminin
ya da dil kullanımının örneksemelerle açıklanmasının ne kadar
umutsuz çaba lar olduğunu gösterir.

Yukarıda gözden geçirdiğimiz olgular, İspanyolca konuşanların


bilgilerinin bir bölümünü oluşturur. Bu durumda şu soru günde-
BGST j Dü�ünce Dizi6i j 33

me geliyor: İspanyolca konuşanlar bu olguları nereden biliyor­


lar? Kuşkusuz, bu bilgi bel l i bir eğitim ya da öğretilme sonucunda
kazanılmamıştır; normal dil edinimi sürecinde böyle şeyler yer
almaz. Ne de çocuk yanlışlıkla (ıı) ve (12)'yi (ı ob) ve (5) 'ten "ör­
nekseyerek" söylemekte veya anlamlandırmaktadır (o zaman an­
ne-baba veya öğretmenlerce düzeltilecek yanlışlar olurlardı bun­
lar). İnsanların bu deneyim sürecinden geçtiği kuşku götürür, ay­
rıca bu olguları bilen herkesin bunu yapmadığı da (yani böyle bir
süreçten geçmediği) açıktır. Dahası, elde edilen bilgi ne olursa
olsun kesinlikle bir tür yetenek ya da beceri olarak görülemez.
Nasıl ki İ spanyolca konuşanların el li b ro nun masaya gönderme
'

yaptığını düşünerek yanı lmaları eğitim ve pratik yaparak üstesin­


den gelebilecekleri kimi yetenek ve beceri eksikliğinden kaynak­
lanmıyorsa, aynı şeki lde (a-öbeği öznesi olan bir yantümceciğin
bulunduğu) juan 6e hizo aueitar a lo6 muchacho6 tümcesini
ya da A quien 6e hizo juan aueitar tümcesini "örneksemeyle"
juan 6e hizo aueitar tümcesine dayanarak anlamlandırma ko­
nusundaki yanılgıları yetenek ve beceri eksikl iğinden kaynakla­
nıyor olamaz. Bunun yerine, İspanyolca konuşanların zihinlerin­
de/beyinlerinde oluşmuş bilgi sistemi bu tümceleri anlamlandı­
ramamaktadır.

Belki zorla, düzgün kabul edilmeyen kimi tümceleri anlamlandır­


ması istenen İspanyolca konuşan birisi , bunu büyük bir olasıl ıkla
juan 6e hizo aueitar tümcesiyle özdeşlik kurarak yapabilir. Bu,
gerçek bir örnekseme kullanımı olabilir; yine de normal dil kulla­
nımı böyle bir şey deği ldir.

Şimdi de (ıoa)'nın, 6e parçacığının aueitar eylemine i liştirildiği bi­


çimine tekrar dönelim:
34 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noa m Chomöky

(ıoa)
j uan hizo [afeitarse] .
juan made [shave-selfl.
(Juan neden.oldu [tıraş.et-kendi].)

Bu yapının kabul edilebildiği İspanyolca lehçelerinde 6 e, biraz


da zorlamayla aueitar'ın söylenmemiş öznesine gönderme yapı­
yormuşçasına, belirlenmemiş x kişisi olarak anlaşılabilir, böylece
tümce ]uan x 'e kendini (yani x 'i) tıra� ettirdi olarak anlaşılabi­
lir. Şimdi (ıoa)'ya por el barbero öbeğini ekleyelim:

(ı3)
juan hizo [afeitarse por el barbero] .
juan made [shave-self by the barberl.
(J uan neden.oldu [tıraş. et-kendi ilgeç berber] .)
"juan had the barber shave him (Juan) . "
(Juan kendisini berbere tıraş ettirdi.)

Buradaki 6e juan'a gönderme yapar. Bu durumda tümce, juan ber­


berin onu (Juan'ı) tıraş etmesine neden oldu, anlamını kazanır.
(ı3) ve onun seçeneği (ı4) arasında bir seçim yapmak durumunda,
(ı4)'ün genelgeçer kullanım olduğu görülür:

(ı4)
juan se hizo [afeitar por el barbero].
juan self-made [shave by the barberl.
(Juan kendi-neden. oldu [tıraş. et ilgeç berber] .)
"juan had the barber shave him (Juan) . "
(J uan kendini berbere tıraş ettirdi.)

Özetleyecek olursak, gözönünde bulundurduğumuz tüm lehçeler­


de, dönüşlü yapının ettirgenlik durumlarında, öe'nin ]uan'a gön­
derme yaptığı (1 5a)-(ı 5c) örneklerini ve kimliği bell i olmayan biri-
B GST 1 Dü�ünce Diziöi 1 ıs

sine gönderme yaptığı (1 5d) örneğini görürüz ((1 5c) ve (ı5d)'de leh­
çelere göre değişebiliyor):

(15)
a. juan se hizo [afeitar por el barbero].
j uan self-made [shave by the barberl.
(Juan kendi-neden . oldu [tıraş.et ilgeç berber].)
"juan had the barber shave h i m . "
(J u a n kendini berbere tıraş ettirdi.)
b. juan se hizo [afeitar].
juan self-made [shavel.
(J uan kendi-neden . oldu [tıraş. et).)
"juan had someone shave him. "
(J uan kendini birisine tıraş ettirdi.)
c. juan hizo [afeitarse por el barbero].
juan made [shave-self by the barberl.
(Juan neden. oldu [tıraş. et-kendi ilgeç berber].)
"juan had the barber shave him (J uan) . "
(J u a n kendini berbere tıraş ettirdi.)
d. J uan hizo [afeitarsel.
juan made [shave-selfl.
(Juan neden.oldu [tıraş. et-kendi].)
"juan had someone shave (that is, shave himself. not juan) . "
(Juan birisine kendi kendisini tıraş ettirdi (yani juan'ı değil).)

Varsayalım (ıoa)'ya a loö muchachoö'u ekledik. Bu durumda da


şöyle bir tümce elde etmiş oluruz:

(16)
juan hizo [afetarse a los muchachos].
juan made [shave-self to the boys).
(J uan neden. oldu [tıraş. et-kendi ilgeç çocuklar]. )
36 ! Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Deraleri 1 Noam Chomt>ky

"juan had the boys shave (themselves). "


(J uan çocuklara kendilerini tıraş ettirdi.)

Bu yapıyı düzgün kabul edenler için (ı 6)'nın anlamı açıktır. juan,


her bir gencin kendi kendisini tıraş etmesini sağlamıştır, juan'ı de­
ğil. Yani (ı6)'da <1 e j uan'a değil çocuklara gönderme yapar, bu ör­
nek (13)'e benzetilerek anlamlandırı lsaydı ııe'nin j uan'a gönderme
yapması gerekirdi:

(13)
j uan hizo [afeitarse por el barbero).

Şimdi (ı oa)'ya a qu ien'i eklediğimizi düşünelim. Bu durumda şu


tümceyi elde ederiz:

(17)
A quien hizo juan [afeitarsel?
To whom made juan [shave-self)?
(İlgeç kim neden. oldu j uan [tıraş. et-kendi]?)
"Who did j uan have shave (himself, not juan)?"
(Juan kimin kendini tıraş etmesine neden oldu (kendi
kendisini, juan'ı değil)?)

Bu örnekte de, (ı6)'da olduğu gibi ııe, (13)'ten örneksemeyle juan'a


gönderme yapmaz: (17) juan'ın, juan'ı tıraş etmesini sağlayan kişi
kimdir sorusunu sormaz, juan'ın kendi (kendisi)ni tıraş etmesini
sağladığı kişinin kim olduğunu sorar. Yanıt a Pedro olabilir, o za­
man juan Pedro 'nun Pedro 'yu tıraş etmesini sağlamıştır. juan 'ı
deği l.

İspanyolca'nın bu lehçelerini (ki bunlar farkl ı, ama yine de çok


benzeşen diller) konuşan kişiler bu olguları hiçbir yönlendirme ya
da deneyim sahibi olmadan da biliyorlar. Lehçelerin farklı olabil­
diği oranda, doğuştan gelen sabit biyolojik özell iklerde deneyimle
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 37

çözülen bir serbestiye izin var demek ki. Aynı şey dillerin çeşitlili­
ği konusunda da geçerli olmalıdır. Ama özel liklerin çoğu deneyim­
den bağımsız olarak sabitlenmiştir. Yani örnekseme, gereksiz bir
kavram gibi görünüyor. Bu kavramın, işlemsel i l ke ve süreçlerin
ne olduğuna ilişkin bilgisizliğin ifadesi olarak ortaya çıktığı söy­
lenebilir. i leride karmaşık işlemsel ilkelere yeniden döneceğim.
Şimdil ik, böyle durumlarda ciddi ve oldukça gizemli sorunlarla
karşılaşılabileceğinin ayırdında olmak yeterli kanımca. İspanyol­
ca konuşan insanlar zengin bir bilgi sistemine sahiptirler, karma­
şık ve merak uyandırıcı sonuçları olan bir bilgi sistemine. Bu, eği­
tim ve deneyimin çok ötesinde bir sistemdir.

Bir kez daha şimdiye dek söylediklerimizi toparlayacak olursak,


burada oldukça basit ve kısa tümcelerle örneklediğimiz gibi, zihin­
de/beyinde bir bilgi sistemi gelişir ve Platon 'un sorununu günde­
me getirir. Sorun, bu durumuyla yeteri kadar zordur, daha karma­
şık örnekleri düşündüğümüzde çok daha zorlaşacaktır. Ayrıca bil­
ginin beceri, birikim ya da al ışkanlıklarla açıklanamaz bir yeti ol­
duğunu gördük. Dilin kullanımına il işkin Descartes'ın sorununun
ve benzerlerinin, belirsiz bir kavram olan "örneksemeyle" açıkla­
namayacağını da görüyoruz.

Bir kez daha vurgularsam, İspanyolca konuşanlar burada sözü edi­


len olguları herhangi bir eğitimden geçmeden bil irler. Çocuklara
bu konuya il işkin eğitim verilmez. Çocuklar bu konuya il işkin de­
neyim kazanmazlar, bu durumlarda yaptıkları yanlışlar da düzel­
tilmez. Örneğin, ]uan 6e hizo aueitar a lo6 muchacho6 ya da A
quien 6e hizo ]uan auei tar? tümcelerini, }uan 6e hizo aueitar
tümcesinin örneksemesi olarak anlamland ırmaya kalkıp, sonra­
dan bu tümceye a lo6 muchacho6 ya da a quien eklendiğinde
elde edilen tümcenin iyi kurulmuş bir tümce olmadığını büyükle­
rinden ya da öğretmenlerinden öğrenmezler. Bu tür örnekler, ne
ıs 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noam Chomöky

dilbilgisi kitaplarında ne de yabancılar için yazılmış İspanyolca ki­


taplarında tartışı l ır. A loö muchachoö ya da a quien deyişlerini
içeren tümceleri, daha önce duymadıkları için bunların çocuklar
tarafından kabul edilmediklerini varsayamayız. Normal bir söy­
lem, sürekl i yeni sözcelerden oluşur, aslında insanların bel li bir
tümceyi daha önce duyup duymadıkları konusunda en ufak bir fi­
kirleri yoktur. Eminim çok az okur, şu anda okudukları tümceyle
daha önce karşılaşmıştır. Bir tümce daha önce rastlantısal olarak
görülmüş ya da duyulmuş olsa bile bu anımsanamaz. Bu durumda,
İspanyolca öğrenen bir çocuğun a loö muchachoö ya da a qu­
ien 'li tümceleri d a h a basit o l a n tümcelerden örneksemeyle an­
lamlandırması için bir neden yoktur.

Burada sözü edilen olgular, İspanyolca'yla karşı karşıya gelen ço­


cuğun zihninde/beyninde gelişen bilginin bir parçasıdır. Bunlar
bilinir; çünkü insan zihni böyle çalışıyor. Bu di lsel i fadelerin özel ­
l ikleri, insanın dil yetisini oluşturan zihinsel işlemlerin ilkelerini
yansıtır. Olguların böyle olmaları için başka bir neden yoktur.

Platon'un sorununun göstergesi olan bu örnekler basittir; ancak


dil yapısının en karmaşık ve zengin alanından çıkarılmışlardır:
tümcenin biçiminin ve anlamlandırılmasının bel irlenmesinde rol
alan yapılar ve i l keler. Ancak başka yerlerde de sorunlar çıkar, bu
sorunlar da daha az ciddi değildir.

Ses yapısını ele alalım. Burada da dile il işkin bilgiyi edinmiş bir bi­
reyin, deneyiminin ötesindeki olgular konusunda oldukça özel bir
bilgisi vardır. Örneğin, söz dağarcığında var olmayan biçimlerden
hangilerinin olası bir sözcük olup olmad ığı konusunda bi lgi sahibi­
dir. Strid ve bnid örneklerine bakalım. İ ngilizce konuşanlar bu bi­
çimlerin hiçbirini duymamışlardır; ancak ötrid 'in İngilizce'de olası
bir sözcük olduğunu bilirler, belki de onların hiç görmedikleri eg-
BGST 1 Dü�ünce Diziöi J 39

zotik bir meyve adıdır; ancak b n i d sesletilebil mesine karşın İngi­


lizce'de olası bir sözcük değildir. Buna karşılık Arapça konuşanlar
bnid'in olası bir sözcük olduğunu, ancak Mrid'in olmadığını bilir­
ler. İspanyolca konuşanlar da ne bnid'in ne de Mrid'in kendi dil­
lerinde olası bir sözcük olmadığını b i lirler. Bu olgu, dil öğrenen
bireyin dil edinimi sürecinde oluşturacağı ses yapısının kuralla­
rıyla açıklanabilir.

Ses yapısının kurallarının edinilmesi de insan dilinde olası ses sis­


temlerini yönlendiren değişmez i l kelere bağlıdır. Ses sistemleri­
ni oluşturan etmenlerin bileşenleri, birleşme yöntemleri ve bell i
bağlamlarda gösterebilecekleri değişiklikler gibi. B u i l keler İ ngiliz­
ce, Arapça, İspanyolca ve diğer insan dillerinin ortak özel l ikleri­
dir. D i l l erden herhangi birisini konuşan kişi tarafından, bilinçli bir
çaba gerektirmeden dil edinimi sırasında kullanıl ır. Bu ilkeler, zih­
nin/beynin bir bileşeni olan doğuştan gelen dil yetisinin bir par­
çasıdır. Bu dil yetisinin ilkeleri mantıksal açıdan gerekl i deği ldir.
Bunlara uymayacak sistemleri kolaylıkla oluşturabiliriz, ne var ki
oluşturacağımız şey insan dili olmaz. Bu tür şeyler, belki de öğre­
nilebilir; ama zihnin dil yetisinin dışındaki diğer bölümleri tara­
fından. Bunları öğrenmek için zorlu bir kurs ya da eğitim gerekl i
olabilir, ya da bizim kimya veya fizik kurallarını keşfettiğimiz gibi
keşfedi l melidirler veya bilinçiçi bi lgiyi oluşturma ve olguları anla­
ma girişimlerinde bulunan bilimciler gibi soruna yaklaştığımızda
insan dilini etki leyen ilkeleri keşfettiğimiz gibi. Ama bunun yorda­
mı, dil öğrenme sürecinde olduğu gibi değildir, bunu zihnimizde/
beynimizde yeralan ilkeler sayesinde bilinçsizce ve iç gözleme da­
yanmaksızın yapamayız.

Olası sözcük bilgisinin "örneksemeyle" elde edildiğinin savunul­


duğunu varsayalım. Bu kavram açıklanmadan bu sav anlamsızdır.
Eğer bu olguları açıklayacak kavramı "örnekseme" yönünde geliş-
40 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&leri 1 Noa m Chom.ıky

tirmeye kalkışırsak, bu kavramın içine ses yapısının kural ve i l ke­


lerini koyduğumuzu fark ederiz. Bu ve buna benzer durumlara uy­
gulanacak genel bir "örnekseme" kavramı yoktur. Terim, oldukça
yanlış anlaşılabilecek şekilde kul lanılarak, bilginin belirli alt sis­
temlerinin özelliklerine, hem de her durumda başka bir özell iğe
gönderme yapılmaktadır.

Platon'un sorunu, dil yetisinin değişmez i l kelerini, insanların do­


ğuştan gelen biyoloj i k özelliklerinin bir parçası olarak insan orga­
nizmasına dayandırarak çözülmelidir. Bu i l keler, dil yetisi içinde
zihnin çalışma biçimini yansıtır.

Küçük çocukların dil edinimlerindeki çarpıcı gerçeklerden biri de


çocuğun, önündeki örneklerin (aile bireyleri, diğer çocuklar vd.)
konuşmalarını ne kadar iyi takl it ettiğidir. Sessel ayrıntılara karşı
hassasiyet, özel bir eğitimden geçmemiş yetişkinlerin algılayabil­
melerinin çok ötesindedir. Bu durumda herhangi bir eğitimin so­
nucu olamazlar (bunun dışında dil edinimi, genell ikle (bazı sıradışı
istisnalar hariç) kend i halinde ilerler, örnekler ve öykünülen kişi­
lerden bağımsız olarak). Çocuk kuşkusuz bil inçli olmaksızın ince
ses ayrımlarını işitmekte ve ayırt etmektedir; ancak yetişkinlik ça­
ğında bu küçük ayrımları duyamayabilir.

Aynı sorunlar, sözcük ediniminde de önümüze çıkar, bunların çö­


zümü de aynı doğrultuda olmalıdır: doğuştan gelen biyoloj i k ya­
pıda yeralan d i l yetisinde. Sözcük dağarcığı gelişiminin zirvesinde
çocuk, sözcükleri şaşırtıcı bir hızla öğrenir, günde belki bir düzi­
neden fazla. Bir sözcüğü tam anlamıyla tanımlamaya çalışırsanız,
bunun iç içe girmiş ve karmaşık özellikler içeren çok zor bir sorun
olduğunu görürsünüz. Tek ya da çiftdilli sözlüklerde verilen sıra­
dan tanımlar, bir sözcüğün anlamını belirlemeye yaklaşamaz bile,
ne de öyle yapmaları gerekir; çünkü sözlük yazarı şunu varsayabi-
BGST 1 Dü�ünce Dizi6i 1 41

l i r : Sözlük kullanıcısı, zihin/beyindeki dil yetisinin içine yerleşmiş


dilsel yeterl iğe zaten sahiptir. Sözcük edinimindeki hız ve kesin­
lik şu çıkarımı kaçınılmaz kıl ıyor: Çocuk dil ile olan deneyiminden
önce bir şeki lde bu kavramlara sahiptir, ve temelde öğrendiği şey,
kendi kavramsal düzeneğinin zaten parçası olan kavramlara iliş­
kin etiketlerdir. işte bu nedenledir ki, çok net olmamalarına rağ­
men sözlüklerdeki tanımlar yeterli olabilir. Kaba hatlarıyla çizilen
tanım yeterlidir; çünkü sözcük anlamının temel ilkeleri (her ney­
se) herhangi bir eğitim ya da deneyimden bağımsız olarak bil inir,
hem dil öğrenenler tarafından, hem de sözlük kul lananlar tara­
fından.

Sözcük anlamının bu ilkeleri oldukça örtülü ve şaşırtıcıdır. Libro


gibi basit bir sözcüğü ele alalım. Eğitim ya da bu konuya i lişkin de­
neyim olmaksızın her İspanyolca konuşan kişi bu sözcüğün bir so­
yut bir de somut anlamı olduğunu bilir. Örneğin, (ı8)'de bu sözcük
bel l i fiziksel bir nesneye gönderme yapan somut anlamında yo­
rumlanır, (19)'da ise soyut anlamında yorumlanır. Çok daha geniş
fiziksel gerçekleştirimi olabilecek (ama sonsuz değildir bu) soyut
bir varlığa gönderme yapar.

(18)
El libro pesa dos kilos.
'The book weighs two kilos . "
(Kitap i k i k i l o ağırlığı ndadır.)
(19)
juan escribi6 un libro.
"juan wrote a book. "
(Juan bir kitap yazdı.)

Dahası aynı sözcük (zo)'de olduğu gibi aynı anda her iki anlamıyla
da kul l anılabilir:
42 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Deraleri 1 Noam Chomöky

(20)
juan escribi6 un libro de politica, que pesa dos kilos.
"juan wrote a book about politics that weighs two kilos . "
(J uan politika konusunda i k i k i l o ağırlığında b i r kitap yazdı.)

Burada libro de pofftica öbeği, soyut anlamda temel tümcedeki


eöcribir (yazmak) eyleminin nesnesi olarak kullanılmış; ama or­
taç yantümceciğindeki pewr (ağırl ığında olmak) eyleminin öznesi
olarak somut anlamda kullanılmış. (2ı)'in anlamı aşağı yukarı iki
tümcenin birleşmesinden çıkar.

(2 ı)
juan escribi6 un libro de politica; el libro pesa dos kilos.
juan wrote a book about politics; the book weighs two kilos.
(J uan politika konusunda bir kitap yazdı; kitabın ağırlığı iki
kilodur.)

Temel tümcedeki un l ibro de polftica 'nın soyut anlamı (22) gibi


tümcelerde çok daha net bir biçimde ortaya çıkar.

(22)
juan escribi6 un l ibro de politica, que pesa dos kilos en tela y
un kilo en rustica.
"juan wrote a book about politics, which weighs two kilos in
hardcover and one kilo in paperback. "
(Juan politika konusunda ciltlisi iki kilo, ciltsizi bir kilo
ağırlığında bir kitap yazdı.)

Burada un libro de pol{tica. değişik fiziksel karşıl ıkları olabilecek


soyut bir birime gönderme yapar.

Bir sözcüğün iki anlamının olduğu yerlerde durum doğal olarak


çok farklıdır. Örneğin gündelik İ spanyolca'daki gata sözcüğünü
alınız; bu sözcük dişi kedi ya da kriko anlamına gelir (bazı lehçe-
BGST 1 Dü�ünce Diziöi 1 43

terde gato). Ancak (z3) 'ün anlamı (zı)'e benzeyen (z4)'teki gibi de­
ğildir.

(23)
Juan tiene una gata que puede levantar el carro.
"Juan has a cat/jack that can lift the car. "
(Juan'ın arabayı kaldırabilecek bir kedisi/krikosu var.)
(z4)
juan tiene una gata; la gata puede levantar el carro.
"juan has a cat/j ack; the cat/jack can l i ft the car. "
(Juan'ın bir kedisi/krikosu var; kedi/kriko arabayı kaldırabilir.)

(z3)'te temel tümcedeki sözcük ile onun ortaç yantümceciğinin


içinde söylenmemiş kopyası arasındaki i l işki, (z4)'ün anlamını ver­
mez, aynı ilişkinin (zo) ve (z2) için yeterli olmasına karşın.

Aynı konuda İngilizce'ye de bakalım. Örneğin, book (kitap) söz­


cüğü (18-2o)'de belirtilen özellikleri taşır; ama trunk sözcüğü (fil
hortumu, ya da sandık) bu özellikleri taşımaz. (z5a), (z5b)'nin an­
lamını taşımaz ve biz (z6) 'daki elephant'tı trunk sözünden file ait
olan sandığa gönderme yapıldığını anlarız.

(z5)
a. The elephant has a trunk, which is packed ful l of clothes.
(Fi lin giysilerle dolu olan bir sandığı var.)
b. The elephant has a trunk Oong snout); the trunk (luggage
container) is packed ful l of clothes.
(Fi lin hortumu var; sandık giysilerle dolu.)
(z6)
1 gazed at the elephant's trunk, which was packed full of
clothes.
(Fi lin giysilerle dolu sandığına uzun uzun baktım.)
44 1 Bilgi Sorunları ve Dil: Managua Der&Leri 1 Noam Chom61cy

Bu görüngüler bu dili konuşan herkes için aşikardır. Herhangi bir


deneyim olmadan bilinirler ve Bunların İngilizce ya da İ spanyol­
ca'yı ikinci dil olarak öğrenen kişilere öğretilmesi gerekmez. Ne­
yin söz konusu olduğunu ve ilgili ilkelerin nasıl uygulandığını en
ince ayrıntısına kadar anlatmak kolay bir iş değildir, aslında bir­
kaç özensiz ve gelişigüzel çaba dışında da böyle bir şeye girişilme­
miştir. Belli ki olgular deneyimden önce, doğuştan gelen biyolo­
jik yetiler temelinde biliniyor ve bu bilgiler sözcüklerin anlamını
incelikle belirlemekte kullanılıyor. Ama mantıksal olarak i l l e de
gerekli deği l bu süreç. Olası bir dil değişik bir biçimde işleyebilir;
ama bu bir insan dili olmaz, insanlar tarafından zorlukla öğrenile­
bilir, o da eğer öğrenilebil irse.

Aynı şey, en basit kavramlar için de geçerl idir; örneğin adlandı­


rılabi lir şeyler için. Bu aslında oldukça karmaşık olan hatta ya­
kından incelendiğinde insan erk( gibi zorlu ve incelikli bir kavra­
ma giden bir konudur. Aynı biçimde birey kavramı da (ki çocukla­
rın ulaşabileceği ilk kavramlardan biridir) son derece karmaşıktır
ve yüzyıl larca derine inen felsefi araştırmaların konusu olmuştur.
Kuşkusuz bunların hiçbiri deneyim aracıl ığı ile öğreni lmemiştir.
Düşünmeden ve ayırdında olmadan sahip olduğumuz ve kullandı­
ğımız kavramların sınırlarını keşfetmek için örnekler uydurmamız
gerekiyor aslında, bu hiç de basit bir iş deği l .

İnsan dil indeki sözcüklerle i l işkilendirilebilecek y a d a etiketlene­


cek ve deneyimden bağımsız varolan kavramlar sıradan bir l iste­
den ibaret değildir. Dilin ses sistemi gibi, tekrar tekrar kullanılan
belirli temel kavramlar ve birleşme ilkeleriyle sistemsel yapı l arın
içinde yer al ırlar. örneğin eylem, eyleyen, amaç, niyet ve d iğerle­
ri, dil ve düşünce kavramlarına karmaşık bir biçimde girer. Segu-

• l ng. h uman agency.


Another random document with
no related content on Scribd:
to tattoo their faces only, though some of the old men have patterns
on the arms and legs and chest. The women are tattooed more or
less all over. True tattooing, which consists in pricking pigment into
the skin, does not show on very dark skins; indeed, the skin of most
of the Eastern Papuans is often so dark that the tattooing does not
readily show on it. Like the African negroes and the Australians,
some of the Western Papuans ornament their body by means of
severe scars. This practice of scarification has now ceased in Torres
Straits and is diminishing on the mainland of New Guinea, where the
influence of the white man extends; but we have seen many men
amongst the Torres Straits islanders and Western Papuans who
tattoo themselves slightly, in imitation of Polynesian or Eastern
Papuans. It appeared to me that these people are less excitable than
the Torres Straits islanders. We did not stay long on shore that
evening, as we could do nothing in the dark.
We went ashore about eight o’clock the following morning and
stayed till about four in the afternoon. We measured half a dozen
men, and made records of their hair, eyes, skin, ears, etc. Seligmann
tested the tactile sensibility of one or two natives, and got some
interesting results. Ray gave a tune on the phonograph, and got
some young people to sing a hymn on a blank cylinder. Wilkin took
some photographs.
We saw the whole process of making pots except the baking in a
wood fire. None of us had seen the manufacture of handmade
pottery before, and we were consequently much interested in it.
Delena and Yule Island are the most northerly, or westerly, points at
which pottery is made along this coast of British New Guinea. The
pots are made of three shapes. The whole is done with clay, sand,
water, a board on which the clay is mixed, a wooden beater, a stone,
and a shell; no wheel is employed, but the pot is supported in an old
broken pot and can thus be easily turned round. The women are
very dexterous in using their hands and fingers, and they can make
several pots in a day. The people have not much to trade with, and
we did not see any decorated bamboo tobacco pipes.
What interested me most was a child’s toy throwing-spear. It
consists of a short, thin reed, in one end of which is inserted the mid-
rib of a palm leaflet, to represent the blade or point; but the real
interest consists in the fact that it is thrown by means of a short piece
of string, one end of which is knotted and then passed twice round
its shaft; the other end is passed twice round the index finger. The
reed is held between the thumb and other fingers, with the index
finger extended; when the spear is cast the string remains in the
hand.
The use of a cord to increase the distance to which a throwing-
spear or javelin can be hurled is an ancient, though not a common
contrivance. The Greek and Roman soldiers employed a strap
(ἀγκύλη or amentum), which was secured to about the middle of a
javelin to aid them in giving it force or aim. In this case the strap left
the hand of the thrower.
The only examples of this device I can find among recent peoples
are in the Southern New Hebrides, New Caledonia, and Loyalty
Islands. Captain Cook was the first to describe the practice, but it
has been several times recorded since the great navigator’s day.
The short cord employed by these Melanesians is knotted at one
end and has a loop at the other for the insertion of the tip of the
forefinger of the right hand. The Maori, however, used a long-
handled whip, kotaha, for hurling javelins.
Rigid wooden spear-throwers, or, as they are generally termed,
throwing-sticks, are more widely distributed. They occur all over
Australia, and the Cape York variety was borrowed by the Western
Islanders of Torres Straits. Strangely enough, in German New
Guinea a distinct type of throwing-stick occurs sporadically. Another
form of throwing-stick occurs in America among the Eskimo and
among the Conibos and Purus of the Upper Amazon, and formerly
among the ancient Mexicans.
This child’s toy may yet prove to be a link in the chain of evidence
of race migration.
These people also make very complicated string puzzles (cat’s
cradle); indeed, this amusement is widely spread in this part of the
world.
There was great excitement in the afternoon over the catching of
five goats, one of whom was a full-grown “billy.” These belonged to
Mr. Dauncey, and we had to take them to another mission station.
What with the goats, ourselves, other passengers, our gear,
bananas, and other food, we had a pretty good boatload on our
return to the schooner.
Soon after our arrival at Thursday Island we met Mr. Dauncey,
who was there on his way home on furlough; the only other time I
had seen him was also at Thursday Island, ten years previously,
when he had just arrived to commence his career as a missionary.
Mr. Dauncey kindly said that when I went to Delena I could take
some “curios” that were lying on his verandah. I did not forget his
offer, and brought away with me three shields, a number of small
masks from the Papuan Gulf, and, best of all, a sorcerer’s kit, which
consisted of a strongly-made round cane basket, about a foot in
diameter and ten inches in height, which was lined with the cloth-like
spathe of the coconut-palm leaf. It contained a cooking-pot, uro or
keke, that from its appearance evidently came from Boera, inside
which were the following objects:—
A small, pointed coconut receptacle (biobio), three inches in
length, decorated with strings of grey seeds; the medicine inside was
kept in place by a plug of bark cloth. When wishing to harm a person
the coconut is pointed to the place where the patient sits. The patient
may ultimately recover. Attached to this were the lower jaw of a baby
crocodile (auki), this makes dogs kill pigs, and a small bamboo tube
(baubau), containing a black powder which is used for decoration in
a dance.
A spine of a sting-ray (daiadai), which is employed thus: When a
man is enamoured of a girl from another village, who will have
nothing to say to him, he takes the spine of the sting-ray and he
sticks it in the ground where the girl has been, then he puts it in the
sun for a day or two, and finally makes it very hot over a fire. In a
couple of days the girl dies. Before dying she tells her father about
the young man, and the bereaved parents instruct a sorcery man to
kill the young man by magic.
A smooth ovoid stone, three inches in length, closely surrounded
with netted string, has had pink earth rubbed over it, and was
enveloped in a piece of black cloth which was part of a man’s belt.
This is taken into the garden at planting season and held over a
yam, then water is poured over the stone so that it falls on to the
yam. The stone is left on the ground in the garden till all the yams
are planted; the stone is then returned to its bag.
Several pieces of resin were tied together with netted string in
three little parcels, one having leaves wrapped round the resin. They
were inside a small netted bag (keape). The bag with its contents is
put on the top of a net that is to be used for catching a turtle in the
night-time. This must be done by one man only, and no one else
must see him do it. The charm must be put away before going out to
fish the next morning. Another version was that the resin (tomena) is
put in a fire so that the smoke of the ignited resin rises up into the
net which is used to catch turtle or dugong. In either case it is a turtle
or dugong fishing charm.
In the pot was also a broken skull of a small turtle; three
cassowary toe-nails, one of which was hollow, being used as a
protecting sheath for a spear when hunting pigs or kangaroos, so
that the point of the spear should not break when thrown on the
ground; various fragments of a friable, whitish, shelly earth
(ăniăninadina), which comes from Toaripi, Lealea, and other places,
and is eaten in the bush when no food is available.
Besides these there were also rounded pebbles of various sizes
(nadi); two elongated ones, much larger than the others, were said to
be yam stones, and the smaller ones may also be similar charms;
some of the latter were in a bamboo tube (baubau), which had a
protecting handle. In an old calico bag were nodules of iron pyrites
and various stones, rounded pebbles, friable gritty rock, and a small
piece of white coral (ladi), etc.
I should add that on subsequent occasions I showed one or two
natives the contents of the sorcerer’s basket, and the information I
have given as to the nature of some of the objects was gathered
from them. If we could get several sorcerers to tell the truth about
their own practices much remarkable information would be obtained.
The Rev. James Chalmers gives a vivid sketch of the manner in
which he obtained the death-dealing crystal and other magic stones
of a renowned “Maiva” (Waima) sorcerer in his Pioneering in New
Guinea.
We returned tired, hungry, and very happy.
Whilst we were at tea the Government schooner Lokoko came into
Hall Sound and anchored close to Yule Island. As soon as we could,
the skipper, Ray, and I paid her a visit, but found that Dr. Blainey and
Mr. Monkton had gone ashore to visit the Sacred Heart Mission. So
we went also. Archbishop Navarre was very courteous and friendly.
He quite remembered about me, as his former colleague, Bishop
Verjus, an old friend of mine, had often spoken to him of me. We
learnt no European news, as Dr. Blainey had heard nothing later
than we had, which was the attack on Manila by the Americans, and
I think the Spaniards had capitulated. We heard of Sir William
Macgregor’s movements; he was then conducting the Governor of
Queensland, Lord Lamington, and his party about the Possession.
The captain tried to sail next morning, but there was no wind.
About midday he managed to crawl away, and we got a little wind
outside; there was also a good roll, the remains of the late heavy
wind. We sailed all night close hauled, but found next morning we
had not at all advanced our course.
The next day a heavy sea was still running, and there was a fair
amount of wind, but we only managed to cross the mouth of Redscar
Bay, and get to anchor, just before sunset, in the lee of Redscar
Head. The Vanapa and Laroki, two of the longest rivers in the central
district of British New Guinea, flow into this deep bay, and the fertile
alluvial plains of this region are dominated by the powerful Kabadi
tribe.
We anchored the following afternoon off Borepada, in the lee of
Haidana Island, and a long way from the shore. Here we landed a
Samoan teacher, his wife, and their small boy, who had been paying
a visit to her brother, “Jimmy Samoa,” in Nagir. They were bound for
Manumanu River, but they could not be landed in Redscar Bay
owing to the swell. Just after we anchored, Seligmann shot a frigate
bird. I particularly wanted one, as this is the sacred bird of the West
Pacific, and enters so largely into the decorative art of the
archipelagoes off the south-east end of New Guinea. The bird has a
lordly flight, and it is a fine sight to see several of them sailing high in
the air; it seemed cruel, however, to kill the poor thing. Unfortunately,
the rats on board the schooner destroyed the skin.
As we could not land the previous night the captain gave us a
chance next morning (May 31st); so we were called before 5 a.m.,
had cocoa and biscuits, and started before sunrise with the rest of
the teacher’s goods. The houses are of the ordinary Motu type, only
slightly different from the Delena houses, and at high tide (as it was
when we landed) some of the houses stand in the water with a long
narrow gangway stretching to the beach above high water. We did a
small trade in decorated lime gourds, bamboo pipes, and other
objects. I found that the people made very little themselves, some of
the specimens we bought came from Toaripi, over a hundred miles
to the north-west, and others from Bulaa, seventy miles to the south-
east! They apparently do not decorate the articles they make, and
yet the women are very richly tattooed with various designs, but the
men are only slightly so, and that chiefly a few broken lines on the
face. I made a careful copy of the tattooing on the body and arm of
one young woman; she posed excellently, and evidently felt very
proud of her patterns being recorded, especially as a noisy crowd
collected around us, and when I sketched a tattoo mark, the
onlookers told her or touched the actual patterns as I drew them.
We also bought some flutes with two holes only, and one or two
rounded stones which are used as charms to make the yams grow.
We had great value for the hour and a quarter we were on shore; at
leaving we saw several natives hacking away at a live turtle which
was lying on its back, and happy children were collecting the blood in
vessels. It was not an edifying spectacle. We parted in a very friendly
spirit with the natives, and as the boat was leaving the shore I gave a
scramble for bits of tobacco.
We entered the harbour of Port Moresby at one o’clock, and soon
came to an anchorage off the Government offices. The Mission
Station and village must be nearly two miles from the incipient
township, and the Governor’s Residency is between the two, but
nearer the Mission premises.
As soon as the Hon. D. Ballantine, the Treasurer and Collector of
Customs, had boarded us, we landed in his boat and called on the
Hon. A. Musgrave, the Government Secretary. He received us very
kindly, and promised to do all he could to forward my plans. He
informed me that they were getting up a grand dance at Hula
(Bulaa), and that as the harvest had been exceptionally good there
was plenty of food, and the people had spare time. He expected
inland tribes would come down, and that there would be a great
crowd, perhaps a couple of thousand natives; but this proved to be
one of those reports that arise one knows not where, and which
disappear on inquiry like a morning mist. I gathered that the dance
was got up for Sir William Macgregor and Lord Lamington. Naturally
I was very keen to go, but as the Olive Branch would be delayed by
having to be run up on the slip to be scraped and repaired, she
would not be able to get down in time, so Mr. Musgrave very kindly
offered me a Government schooner, which he immediately got ready,
so that we might start as soon as possible.
I called on Mr. Gors, the manager of Burns, Philp, and Co., the
great Queensland and New Guinea trading firm. He is a very
pleasant fellow and a good man of business, who did what he could
to help us. I noticed hanging up behind a door of the store a number
of strings of worked shell, such as the natives wear round their necks
all along the coast. As I was asking about them, two or three all but
nude Papuan boys came into the store and bought a couple for one
shilling each. It seemed so strange to see natives buying a native
ornament, which is used as shell-money, in a large store with coin of
the realm.
Had a busy time the following day arranging about our trip to the
east and buying “trade” and “tucker.” Everyone was very kind and
helpful. Mr. Musgrave gave us dinner in the hotel, then we had
afternoon tea in his house. I dined there in the evening, and later
went on to Ballantine, who had an informal lantern show of local
slides which were very interesting. A crew had been got together for
us, so that we might start at daybreak the next day.
We got off early in the morning of June 2nd in the Peuleule, and
arrived about four o’clock off Gaile, or Kaile (but the real name is
Tava Tava), a marine pile village which is built perhaps a quarter of a
mile from the shore on the fringing reef; but some houses are now
built on the shore. Sir William Macgregor, the then Lieutenant-
Governor, encouraged this innovation; but Mr. A. C. English, the very
efficient Government agent for this district, states it is regrettable
from a sanitary point of view, as the natives are far cleaner and
healthier in their villages built over the salt water.
We were met by the teacher, a Port Moresby native, who
accompanied us all the time and acted as interpreter. We
photographed the village from the shore, with a group of natives on
the sand beach. All the women were richly and thoroughly tattooed.
We got off in a canoe paddled by girls, and clambered up the
horizontal poles that serve as a ladder to one of the houses, and
wandered from one end of the village to the other along the
platforms. The planks of which the platforms are made are irregularly
placed, often with spaces between them; and one has to cross from
the platform of one house to another on poles which may be
fastened or may merely be lying loose. The natives run along these
easily with their bare feet, but we, with our boots on, found it a very
different matter.
PLATE XIII

THE MARINE VILLAGE OF GAILE

BULAA
Crouching behind and beside the entrance of one house was a
widow in mourning for her recently deceased husband; her head was
shaved, her body smeared all over with charcoal, her chest was
covered with netting, she wore a long petticoat, elongated tassels of
grey seeds (Coix lachrymæ) hung from her ears, and on each arm
she had four widely separated armlets of coix seeds, and round her
neck were numerous necklaces and ornaments. She would not
come on to the platform to be photographed, the reason assigned
being that she would get a bad name for disrespect to the memory of
her husband if she showed herself in public. She had no objection to
being photographed in the house; but that was impossible as it was
so dark.
Although all the people fish, one man had a great display of nets,
and he was pointed out as the chief fisherman of the village;
probably he was more expert than the others, and so had become
more wealthy. We bought a few ethnographical specimens, and we
were surprised to find that they wanted money for everything, and
prices as a rule ran very high. We stayed so late that the sun had set
before we got away.
We started fairly early on June 3rd, but as the wind was against us
we had to make any number of tacks and our progress was
exceedingly slow, and it was very wet sailing. The weather was,
however, favourable enough, and we had a fine panorama of the
coast and of the tier upon tier of hilly land behind that became lost to
view in the misty distance. The hills appeared to be but thinly
covered with trees, and presented a great contrast to the dense
umbrageous foliage that overwhelms the mountainous Philippine
Islands.
Taking the south-east peninsula of New Guinea as a whole, it is
composed of a central range of lofty mountains, consisting largely of
gneiss, slates, and crystalline schists of uncertain age, which, so far
as is known, have an east-north-east strike. The less lofty lateral
mountains, which form occasional massives, are composed of acidic
and basic volcanic rocks, of which the former appear to predominate.
To the east these mountains are bounded by contorted Tertiary beds
that form a tumultuous hilly country, which extends to the coast-line.
Most of the mountains and hills appear to be built up of contorted or
much-tilted beds, and may be described as well-dissected folded
mountain ranges.
But few extensive alluvial plains occur in the peninsula. The lower
reaches of the Laroki and Vanapa rivers and the basin of the Aroa
constitute a very fertile plain, inhabited by the well-to-do,
independent Kabadi tribe, who exchange all kinds of native food for
the earthenware vessels of the Motu potters. The largest of these
plains is found in the Mekeo district, and here the natives seem to
have advanced further from savagery in several respects than
elsewhere on the mainland.
We arrived at Siruwai, or Kăpăkăpă as it is generally called, about
12.30; after lunch we went ashore in a whale boat brought to us by
the L.M.S. teacher, a native of Niue, an island in the South Pacific.
Kăpăkăpă is essentially a marine village, but there are a few
houses on the land, also several elaborately carved wooden
platforms, or dubus. The dubus which are found in this region of New
Guinea are taboo platforms, or stagings, on which the men sit and
feast; here also they discuss private and public affairs. A dubu is, in
fact, a sort of skeletonised club-house, which may not be
approached by the women. (Plate XVII., A, p. 232.)
Close by, jutting above the level of the water, are a number of
charred stumps which mark the site of the village of East Kăpăkăpă,
which was destroyed by a band of Bulaa men. All, or nearly all, the
inhabitants were killed, and the village destroyed by fire, a repetition
of the history of the Swiss pile dwellings. Wilkin photographed the
burnt piles, and also some houses in process of manufacture. He
and Seligmann stayed here while Ray and I walked a mile and a
quarter to Vatorata (Vatororuata) to see Dr. Lawes, the revered
L.M.S. missionary and well-known Papuan scholar.
There is a fair road along an alluvial valley-plain, through which a
small river runs. Most of the plain is covered with a tall, coarse,
broad-leafed grass, with clumps of trees. Dr. Lawes’ house is
situated on the spur of a moderately high steep hill. The Mission
premises consist of 150 acres, all fenced in. The steep road
immediately up to the house is lined by twenty students’ houses,
each of which is named by or after the donor. These comfortable
little houses cost but £5 apiece to build. Beyond these is a well-built
handsome church and schoolhouse. The Mission residency is a
large, comfortable, airy house, commanding a lovely view of
mountains and lowland scenery.
Dr. Lawes, like most of the other white missionaries of the London
Missionary Society, no longer does what may be termed ordinary
evangelistic work in the midst of a village, this is performed by South
Sea teachers, but he is practically solely occupied with the more
important work of translating the Bible into Motu and in training
native teachers, who here are all married men. The students, who
come from various districts, can all read fluently, and are proficient in
arithmetic up to fractions. They are well acquainted with the
geography of Australasia, and are familiar with the position of Her
Majesty the Queen with regard to the world and British New Guinea.
Naturally they have mastered the main facts and principles of the
Gospels. Their writing, as is generally the case in these native
classes, is very good.
Mrs. Lawes superintends the domestic education of the teachers’
wives. Each wife cuts out and sews the clothes of the family, plaits
mats, does the washing, makes the starch and dresses her
husband’s shirts, prepares the food, and keeps the house clean and
orderly. The husbands also work in their food-gardens, build the
houses, and make the furniture. The advanced students conduct
classes of younger ones.
I have gleaned most of the foregoing description from Sir William
Macgregor’s final report, and I cannot do better than quote his
summing up. “As far as an experience of ten years can enable one
to judge, the system of education and training initiated and now in
force at Vatorata is so suitable to the circumstances of the country
and to the character and condition of the natives, that it would be
difficult to suggest any change that would be an improvement” (p.
50). No one has had a better opportunity of judging the value of the
work done by Dr. and Mrs. Lawes than has the late Lieutenant-
Governor of British New Guinea, and it would be unseemly for me to
do more than add my testimony to the wisdom of their methods of
training teachers.
In dealing with primitive peoples the problem is constantly arising
how far it is wise that their mode of living should be altered seriously.
I imagine that nobody objects to the humanising of natives, a term
which I prefer to the somewhat ambiguous one of civilising. At the
same time I cannot refrain from pointing out that, according to some
whose opinion carries weight, the less primitive peoples are
Europeanised the better it is for them.
Dr. and Mrs. Lawes gave us a very cordial reception—the former
is a veritable patriarch, the latter is very bright, and from all we have
heard and seen has proved herself to be a splendid missionary’s
wife. We had a most welcome shower-bath after the nearly as
welcome afternoon tea. Dr. Lawes sent a note to Mr. A. C. English,
the Government Agent for the Rigo District, who lives a mile and a
half inland, to come across to see us. A pencilled reply came that he
was lying on the floor shivering with a temperature of 104°, and all
his blankets atop of him. Scarcely had we finished dinner than in he
walked, having adopted his usual plan of taking exercise to shake off
an attack of fever. We had a very pleasant chat about British New
Guinea, and I made some rubbings of two pipes from an inland tribe,
the type of decoration of which was new to me.
We walked back to the village of Kăpăkăpă, and happened on a
dance. In most of the figures of the dance two parallel rows of
dancers faced one another; the majority of the lads had drums,
which they held in their left hand and beat with the extended fingers
of the right. A number of lassies joined in the dance, and this was the
first time in New Guinea I had seen both sexes dancing together.
There was usually a girl between each lad, the girl on the boy’s right
hand put her left arm round his right arm.
CHAPTER XV
THE HOOD PENINSULA

We started next day, and arrived at Hood Point at 4 p.m., but


owing to the water being very shallow we anchored a long way from
the shore. As we had no boat on board we were obliged to wait till
someone took compassion on us, and it was not till after sunset that
we were able to get away in a canoe with some of our gear. After a
long paddle we passed between the land and the four hamlets of
marine dwellings that constitute the village of Bulaa, or Hula, as it is
generally called. These looked very picturesque. Dark stilted
masses, upstanding from the silver-streaked calm sea, with its
changing lights as the swell silently glided shorewards, the broken
outlines of these strange homes were silhouetted by the bright
moonlight, their blackness being occasionally relieved by the light of
a fire.
On arriving at the beach near the London Missionary Society’s
Station we were met and most heartily greeted by the teachers, who
proved themselves most cordial and hospitable. As one always finds
in these Mission Stations, everything was tidy, in readiness, and
beautifully clean; the table was covered with a cloth, and was
decorated with flowers in vases, the four bedrooms fitted with
mosquito nets and every requisite. These good people had not
received any notice of our intended visit, but it is the common
experience of travellers that the native teachers, like the
missionaries themselves, are always ready for a casual traveller, and
as invariably give him a warm welcome. It was very refreshing to
have food served in a civilised manner after the rough
accommodation of the boat. We were here much more comfortable
and better fed, and vastly more nicely served, than in Murray Island.
Seligmann visited and treated the chief’s sick boy soon after we
arrived, and the chief promised to send a canoe to fetch off Ontong,
but his power was not strong enough to induce the men to go.
Sunday, June 5th.—We got up at 6.30, and found the teacher had
made tea for us; the good man had also sent off a couple of boys in
a canoe at 4 a.m. to bring Ontong and the rest of our goods. They
arrived about seven o’clock. About 7.30, after a breakfast of hot soup
and biscuits, we took a canoe to visit “German Harry,” who was in
charge of Mr. R. E. Guise’s plantations while that gentleman made a
trip to England. He took us in a two-horse buggy down the Hood
peninsula, through the villages of Aruauna, Babaka, Kamali, to the
very large and important village of Kalo.
The Hood peninsula has evidently been formed mainly by the
Vanigela River. It is a low, level spit of sea sand and of alluvium
brought down by the river, deposited in the salt water, and then
heaped to leeward by the indirect action of the prevailing south-east
wind. This combination makes a light, fertile soil. A considerable part
of the peninsula consists of grass land, with scattered screw pines
(Pandanus) and small trees, and here and there a few cycads.
Occasionally there are patches of bush or jungle, and groves of
coconut palms. There are also numerous gardens, which the natives
keep in beautiful order.
The peninsula is divided into six lands, belonging to the Kalo,
Kamali, Babaka, Makirupu, Oloko, and Diriga people. The last three
villages were so decimated by sickness some three generations ago
that there were few survivors, and the smaller numbers that still
remain have been driven recently to Babaka by the Bulaa. The Bulaa
people have planted many coconuts on the land, but the greater part
belong to the three tribes mentioned. The Bulaa people now claim
the land, and naturally this has been a cause of friction, as the
Babaka and Kamali people resent the encroachment. The
Government has taken the common-sense view, and recognised that
it was necessary for Bulaa to have garden land; and as the Diriga
land, which lies at the end of the peninsula, is practically unowned,
the Government has had it surveyed and given Bulaa legal
possession. The Kamali state they have been in occupation for ten
generations, and that the land was unoccupied at the time of their
first settlement on it.
The town of Kalo—for this is not too grand a term to employ in this
instance—is situated at the base of the Hood peninsula close to the
right bank of the Vanigela (Kemp Welch River) at its mouth. There
are some magnificent houses here—all on piles, some of which are
thirty feet in height and eighteen inches in diameter. It is very
impressive to see great houses perched on such high and massive
props. At the front of each house is a series of large platforms like
gigantic steps. Some of the posts are partially carved, and
occasionally the under surfaces of the house planks are also carved.
I saw two representations of crocodiles and one of a man under a
large steepled house. The planks employed for the flooring of the
houses and platforms are often immense, and must represent a
tremendous amount of labour, especially in the old days of stone
implements; many of them are cut out of the slab-like buttresses of
great forest trees that grow inland. The wood employed for the great
flooring planks is so hard that the boards are handed down from
father to son as heirlooms, and the house piles last for generations.
Sir William Macgregor regards Kalo as the wealthiest village in
British New Guinea. The people own rich alluvial gardens, and have
a superabundance of coconuts, bananas, yams, sweet potatoes, and
taro. They also grow numerous areca palms; the nuts of these palms
are usually called betel nuts, and are in great demand for chewing
with quicklime, and so constitute a source of wealth. The Kalo
people also absorb the trade of the interior, as they command the
mouth of the Vanigela. Feathers and feather ornaments, grass
armlets, boars’ tusks, bamboos, trees for canoes, wood for houses,
and other jungle produce are retailed to the coast tribes, and fish,
shell-fish, shell ornaments, and the like are traded in exchange.
It is interesting to note how the material prosperity of Kalo has
made the people very conceited and not amenable to outside
influence. Like Jeshurun of old, they have waxed fat and kicked, and
they have readily listened on various occasions in the past to the
counsels of their lusty neighbours of Keapara to oppose the
Government. The story of the massacre of the Mission teachers in
1881 at the instigation of the chief is told by the Rev. James
Chalmers in Work and Adventure in New Guinea; and in Pioneering
in New Guinea he gives an account of how the massacre was
punished by Commodore Wilson of the Wolverene, on which
occasion the chief lost his life. The marks of the bullets of the
bluejackets in the palm-stems were pointed out to us.
So independent are the Kalo folk that they will not meet the
Keapara people half-way for trade; so the women of the latter village
have to trudge all round Hood Bay with their fish or other marine
produce to barter for garden produce, and any day one may see
Keapara women sitting in the village square of Kalo.
Hearing that there was to be a dance at Babaka, we walked there
early in the afternoon of Monday, June 6th, accompanied by several
boys and a couple of girls who carried our bags and cameras, and
we were further escorted by four native police and a corporal. It was
a hot walk down the peninsula for four and a half miles, across
grassy plains, through the gardens and plantations of the natives.
The bananas here are planted in regular rows, more evenly, we were
informed, than anywhere else in the possession. We greatly
appreciated the cool shade when the path meandered through the
luxuriant bush.
On arriving at Babaka we climbed on the platform of a house, and
rested in the shade and drank the cool, refreshing coconut water. A
very disreputable-looking, dirty, aged ruffian came up and shook
hands with Mr. English; his face was misshapen through disease,
and one eye was bunged up. As is the custom here, his clothing
consisted simply of a string. He has the reputation of being a
successful dugong fisher and a great blackguard; the tattooing on his
back shows that he has also taken human life. By the time I had
copied his tattooing the dancing had commenced.
The men, carrying their drums, approached the dancing-ground
with a prancing gait. Most of the men had a more or less yellow
string as a garment; some had a nose skewer as well. In the crown
of their black halo of frizzly hair was inserted a bunch of feathers, the
most effective being a bunch of white cockatoo feathers, above
which were reddish-brown and green, narrow feathers; from the
midst of these arose a vertical stick covered with scarlet feathers.
From the hair, and fastened to their armlets and leglets, streamed
long ribands of crimped strips of pale yellow palm leaves. The
cylindrical drums were also decorated with the same streamers and
with seed rattles. They formed a brave show.
In the first figure the men stood in three rows, the outer rows
facing inwards; the third and middle row faced one of the other rows,
and stood nearer to it than to the other. The men danced by slightly
bending the knee and raising the heel, the toe not being taken off the
ground, and as they bent their bodies their head-dresses nodded. A
couple of girls danced at the end of two columns, facing the men.
These girls were clothed with numerous petticoats of sago palm leaf
dyed red, with flounces of white pandanus leaf; numerous shell
necklaces with boars’-tusk pendants hung down their backs, and
shell ornaments adorned their heads. They placed their hands on
their abdomen just above their petticoats, and swayed the latter from
side to side without shifting their ground. I cannot describe the
singing. The music consisted of paired drum-beats.
In the second figure, the central row of men all
faced one way down the column except one end
man, who faced them. The movements were the
same as before; four girls now danced.
Next, the central men all faced the same way.
In the fourth figure the central men shifted their
ground from side to side. The four girls at the one
end grouped themselves into two couples, each pair
took hold of hands, and all swayed their petticoats
rhythmically from side to side. One or two girls had
by this time joined the opposite end. Some girls
swayed their petticoats more than others, and as the
petticoats are fastened on the right side, the
movement displays more or less of the thighs. A
flighty girl often takes care that the two ends of the petticoat do not
quite meet where they are tied, so as to increase the effectiveness of
this swaying movement. Some girls kept their feet
entirely on the ground, heels together, and toes
separated; others moved the feet a little. They
swung their arms backwards and forwards.
The fifth dance was a repetition of the first, and
was repeated more than once, as were also some of
the others.
Later, the men fell into seven rows of from four to
six in each. All except those at one end faced one
way, and these faced them.
There were now eight girls at one end, who stood
in a row and faced inwards, like the odd row of men.
Two or three girls were at the other end dancing in
the same way as girls, but one sidled up to a man and placed her
arm round his, and danced demurely. I saw this done at Kăpăkăpă,
and later on I saw it at Bulaa and Port Moresby. It is evidently the
usual practice in ordinary dances, but I imagine the girl was not in
order in introducing this style into this particular dance. All the men
and the girls advanced and retreated slowly, moving their feet about
three inches at a time; they covered only about a couple of feet of
ground. In this figure the girls swung their petticoats forwards and
backwards; the music consisted of a uniform series of beats.
In the next figure one end row of men defiled to the right of the
others, and either danced up and down the column once and back to
their places, or (as in B) they zigzagged up and down. The drums
during most of this dance were held high up by the five or six men
who were actively dancing.
The girls had rearranged themselves as in the diagram, and
swayed their petticoats from side to side.
In the last figure the two end rows left their places and faced one
another as in the diagram, and after a little dancing all dispersed.
At the end of every figure the drums were beaten about a dozen
times with relative rapidity, this being the signal that it was over. The
same occurs in Torres Straits. The women’s dancing appears to be
subsidi
ary. I
do not
think
that
their
exact
position
matters
much.
The
variable
number
was, perhaps, due to their not being
ready before.
This dance was one of a series
which had been held in this village
and in Kamali and Kalo. The last of
the series was held the following
morning.
After the dance a pig was caught by
causing it to run its snout into a
coarse net, and then it was thrown
down, several men sitting on it while
others held its legs, which were next tied. The screaming and
squealing of the pig and the shouts and laughing of the men were
terrific; eventually the pig was fastened to a pole and left to await
developments.
The fantastically dressed-up men who had been dancing collected
on a sacred platform, or dubu, in the centre of the village; each
carried a bunch of areca (betel) nuts. They then chanted a few
sentences and finished off with a yell; and this was repeated two or
three times, and an areca nut was thrown on the ground. This was a
challenge to the other division of the village to make a similar dance
next year.

You might also like