Professional Documents
Culture Documents
Full Download Biricik Ve Mulkiyeti 1St Edition Max Stirner Online Full Chapter PDF
Full Download Biricik Ve Mulkiyeti 1St Edition Max Stirner Online Full Chapter PDF
Stirner
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/biricik-ve-mulkiyeti-1st-edition-max-stirner/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...
https://ebookstep.com/product/max-stirner-wokol-indywiduum-1st-
edition-max-stirner-karolina-fec-red/
https://ebookstep.com/product/shy-1st-edition-max-porter/
https://ebookstep.com/product/empirisme-pluralisme-politik-
deleuze-dan-stirner-saul-newman/
https://ebookstep.com/product/a-maquina-do-caos-1st-edition-max-
fisher/
Max Weber Bir K■lavuz 1st Edition Randall Collins
https://ebookstep.com/product/max-weber-bir-kilavuz-1st-edition-
randall-collins/
https://ebookstep.com/product/a-maquina-do-caos-1st-edition-max-
fisher-2/
https://ebookstep.com/product/beyin-ve-zihin-noroplastite-ve-
zihinsel-gucun-onemi-2nd-edition-jeffrey-m-schwartz-sharon-
begley/
https://ebookstep.com/product/la-vita-segreta-di-max-1st-edition-
brenna-yovanoff/
https://ebookstep.com/product/luto-sem-medo-max-porter/
Max Stimer (Johann Caspar Schmidt)
Almanca'dan Çeviren:
Selma Türkis Noyan
Redaksiyon:
Fikret Doğan
Kaos Yayınları: 34
1 . Baskı: Eylül 2013, İstanbul
Kapak Tasarım-Uygulama:
Metin Tekeroğlu
Kaos Yayınları
Sertifika No: 21440
Feridiye Cd. No. 21/1 Fidan Apt.
Taksim-İstanbul Tel: (212) 297 38 75
www .kaosyayinlari.com
kaosyayinlari@yahoo.com
ISBN 978-975-7005-35-3
ffiaf $tirner
�iı�icik
ue
ffiii(kiyeti
Almanca'dan Çeviren:
Yayıncının Notu -6
Çevirenin Notu --8
Ben Meselemi Hiçe Bıraktım-15
2. Bölüm: Yeniler-39
1.Tin -42
2. Fanatikler -49
Hayalet-55
Kaçıklık-59
3. Hiyerarşi --88
1. Politik Liberalizm-125
2. Toplumsal Liberalizm-147
3. İnsancıl Liberalizm -156
Ek-180
il. Malik-214
Goethe
Sevgilim
Marie Döhnhardt'a
Ben Meselemi Hiçe Bıraktım*
Neymiş benim üstlenmem gereken o bir sürü mesele? Önce
likle iyi meseleleri benimsemeliymişim, sonra Tann meselesini, in
sanlık, hakikat, özgürlük, insaniyet, adalet meselelerini; dahası
halkımın, hükümdanmın, vatanımın meselelerini, aynca tin .. me
selesini ve daha binlerce başka meseleyi... Bir tek Benim kendi
meselem hiçbir zaman Benim meselem olmamalıymış! "Tuh o
egoiste! Yazıklar olsun, yalnızca kendini düşünene!"
Peki, kendi davalan için Bizden emek harcamamızı, bu davala
ra kendimizi adamamızı ve bunlardan coşku duymamızı bekleyen
ler, bizzat kendi meselelerini nasıl ele alıyorlar, görelim bakalım!
Sizler Tann hakkında oldukça esaslı bilgilerin tellallığını yap
mayı biliyorsunuz, binlerce yıl boyunca "Tanrı'nın derinliklerini
araştırdınız" ve onun yüreğini okudunuz, öyleyse o Tanrı'nın Bi
zim hizmet etmekle yükümlü tutulduğumuz "Tanrı'nın davası"nı
nasıl yürüttüğünü de pekala anlatabilirsiniz. Zaten Tanrı'nın yapıp
ettiklerini de örtbas ettiğiniz yok. Peki nedir onun davası? Bakalım
o da, Bize reva görüldüğü gibi, kendi dışındaki bir meseleyi, örne
ğin hakikat ve sevgi meselesini benimsemiş midir? Siz bu yanlış
anlama karşısında öfkeleniyor ve hakikatin de sevginin de elbette
Tann'nın meselesi olduğunu, dolayısıyla sevginin de hakikatin de
Tann'ya yabancı bir mesele sayılamayacağını, esasen Tann'nın
hakikat ve sevginin ta kendisi olduğunu vaaz ediyorsunuz Bize.
Tanrı'nın kendi dışındaki bir meseleyi destekleyip ileriye taşıyarak
Biz zavallı solucanlara benzeyebileceği varsayımı sizi öfkelendiri
yor. "Tann hakikatin ta kendisi değil mi ki, hakikat meselesinin
* [J.W. Goethe'nin, Johan Leo'nun 1589 tarihinde yazdığı leh hab' mein Sach
15
Ben Meselemi Hiçe Bıraktım
16
Ben Meselemi Hiçe Bıraktım
minnettarlığını dile getiren birkaç söz söyler -ve parsayı toplar. İşte
Ben karlı egoizm diye buna derim.
Bir de "kendi tebaasına, kullarına" şefkatle kol kanat geren şu
sultanı gözlemleyin bakalım. İşte o, özgeciliğin• ta kendisi değil mi,
kendini her an tebaası için feda etmiyor mu? Tabii ya, "tebaası"
için. Hele sen onun kulu olmadığını, kendi kendinin kulu olduğu
nu göstermeyi bir dene de neler olacağını gör bakalım; onun ego
izminin elinden kendini kurtardığın için zindana atılırsın. O halde
sultan da davasını kendinden başka hiçbir şey üzerine kurmaz. O,
kendisi için her şeyin içinde her şeydir, kendisi için biriciktir ve
"onun tebaası, kulu" olmadığını söyleme cüretini gösteren hiçbir
kişiye tahammül etmez.
İşte bu çarpıcı örneklerden, en iyi durumdaki kişilerin egoistler
olduğu sonucunu çıkarmıyor musunuz? Ben kendi adıma bunlar
dan bir ders çıkarıyorum ve bundan böyle kendi çıkarımı gözet
meden o büyük egoistlere hizmet etmektense, bizzat bir egoist
olmayı istiyorum.
Tanrı ve İnsanlık, davasını hiçbir şey üzerine kurmaz; yani ken
dinden başka hiçbir şey üzerine. Keza ben de, tıpkı Tanrı gibi,
kendi davamı Kendim üzerine kuruyorum, çünkü Ben diğer her
kes için bir hiçim, çünkü Ben kendim için her şeyim, çünkü Ben
kendim için biriciğim.
Eğer Tanrı ve İnsanlık, sizin ısrarla ileri sürdüğünüz gibi, kendi
leri için her şeyin içinde her şey olmaya yetecek bir içeriğe sahip
se, Ben de bundan daha az bir içeriğe sahip olmadığımı, kendi
"boşluğumdan" yakınmayacağımı duyumsuyorum. Ben boşluk
anlamında bir Hiç değilim, Ben yaratıcı bir Hiçim ve bir yaratıcı
olarak bu Hiçten, her şeyi kendim yaratıyorum.
17
Ben Meselemi Hiçe Bıraktım
18
Birinci Kısım
iNSAN
İnsan için en yüce uarlık gene insandır, der Feuerbach.
İnsan daha yeni keşfedildi, der Bruno Bauer.
21
İnsan Bir İnsan Y�amı
-
22
İnsan Bir İnsan Yaşamı
-
23
İnsan Bir İnsan Yaşamı
-
24
İnsan - Bir İnsan YO§amı
25
İnsan Bir İnsan YO§amı
-
26
İnsan Bir İnsan Yaşamı
-
• Alm, Eigentum: Mal, mülk, mülkiyet; herhangi bir maddi veya manevi şeyin,
kişinin kendisine ait olma durumu.
27
il
Eski Çağ' ın ve
Yeni Çağ'ın İnsanları
Her birimiz nasıl geliştiğimizi, nelere gayret ettiğimizi, neleri
elde ettiğimizi ya da edemediğimizi, bir zamanlar hangi amaçların
peşinden koştuğumuzu, şu anda kalbimizin derinliklerinde neler
dileyip tasarladığımızı, görüşlerimizin hangi değişiklikler, ilkeleri
mizin ne gibi sarsıntılar geçirdiğini, kısacası bugün nasıl olup da
dün ya da yıllar önce olduğumuz gibi olmadığımızı, bütün bunla
rı çok kolay olmasa da belleğimizin derinliklerinden çekip çıkarırız
ve işte o zaman, yaşadıklarımız sanki bir başkasının yaşamı gibi,
gözlerimizin önünden bir film şeridi misali aktığında geçirdiğimiz
değişimleri çok daha net görürüz.
O halde, atalarımızın yaşarken neler yapıp ettiğini gözden geçi
relim.
l.Bölüm
Eskiler
Hıristiyanlık öncesindeki atalarımızın "Eskiler" adıyla anılması
adet olmuş bir kez, aslında bizim gibi görmüş geçirmiş, deneyimli
insanların aksine, onlara çocuk denilmesi gerekirdi, ama bunu
onların yüzüne vuracak değiliz, Biz gene en iyisi onlara şu bizim
Eskiler diye hürmet etmeyi sürdürelim. Peki nasıl olup da eskidi
ler, peki kim kendisinin yeni olduğunu ileri sürerek onların ayağı
nı kaydırıp yerine geçti?
Biz bu devrimci yenilikçinin ve saygısız mirasçının kim olduğu
nu çok iyi biliyoruz; o sırf kendi Pazar gününü mukaddes kılmak
için atalarının Şabat'ını kutsal bir gün olmaktan çıkardı, tarihi
28
Eskiler
29
İnsan - Eski Çağ'ın ue Yeni Çağ'ın İnsan/an
Her iki tarafın da birbirinin zıddı olgulan, bir tarafın doğal olanı
diğerininse zihinsel olanı, bir tarafın dünyevi, diğerininse semavi
şeyleri ve ilişkileri (semavi vatan, "yukarıdaki Yeruşalayim"" vb.)
hakikat saydığını artık açıkça görüyor olsak da, Yeni Çağ'ın ve bu
inkar edilemez dönüşümün Eski Çağ'dan nasıl doğabildiğini ince
lemenin sırası gelmiştir. Eskiler, kendi inandık.lan hakikati yalana
dönüştürmek için ellerinden gelen gayreti sarf etmekten geri kal
mamışlar.
Önce Eskilerin en parlak dönemi olan Perikles çağını gözden
geçirelim! O zamanlar Sofistlerin düşünce yapısı [Bilgicilik akımı]
giderek yayılmaktaydı ve Yunanlar o güne kadar muazzam bir cid
diyet atfettikleri konuyu artık eğlence haline getirmişlerdi.
Ataları o kadar uzun süre sarsılmaz bir düzenin boyunduruğu
altında yaşamıştı ki, yeni kuşaklar onların acı deneyimlerinden
ders alarak kendilerini duyumsamayı öğrendiler. Bu nedenle So
fistler [bilgiciler] yürekli bir küstahlıkla şu cesaret verici sözü, "Sizi
şaşkına çevirmelerine izin vermeyin!" sözünü söyleyip şu aydınla
tıcı öğretiyi yaydılar: "Her şeye karşı anlama yetini, zekanı, tinini
kullan; insan iyi ve eğitimli bir anlama yetisi sayesinde dünyada
kolayca ilerler, kendine gelecek için en iyi koşullan ve en keyifli
yaşam ortamını sağlar." Demek ki onlar, insanın dünyaya karşı
giriştiği savaşta tinin en iyi silah olduğu görüşündeydiler. Diya
lektik becerisine, konuşma yetisine, tartışma sanatına vb. çok
önem vermelerinin nedeni de budur. T inin her şeye karşı kullanı
labileceği görüşünü yaydılar ama henüz tinin kutsallığından çok
uzaktılar; çünkü onlara göre tin sadece bir araç, bir silahtı, tıpkı
çocukların istediklerini elde etmek için kullandık.lan hile ve inat
gibi. Sofistlerin tini, rüşvet kabul etmeyen anlama yetisidir.
Günümüzde bu, anlama yetisinin tek yönlü geliştirilmesi ola
rak değerlendirilir ve buna şu uyan eklenirdi: Sadece anlama yeti-
30
Eskiler
31
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsanları
32
Eskiler
33
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsanları
34
Eskiler
• [Adelbert von Chamisso'nun bir masalı. Gölgesini bir çuval albn karşılığında
şeytana satan bir adamın bahtsız hayabnı anlabr. -r.n.)
35
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsanları
36
Eskiler
37
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsanları
ğim sıfatlardır. Timon der ki, "Aslında her şey ne iyidir ne de kötü,
sadece insanlar öyle ya da böyle olduğunu dii§ünürler" . Dünya
nın karşısında ataraksiya (umursamazlık) ve afazi (söz yitimi -ya
da başka bir deyişle, yalıtılmış bir içe dönüklük) tutumunu takın
maktan başka bir yol yoktur. Dünyada artık "hakikati teşhis etmek
mümkün değildir", her şey birbirinin tersini gösterir, düşünceler
arasında fark yoktur (iyi ve kötü birbirinin aynıdır; örneğin birinin
iyi dediğini öteki kötü bulur); bu durumda "hakikati" bulmak ola
naksızdır. Geriye sadece hiçbir şeyi tanımayan bilgisiz insan, dün
yada itibar edecek, kabul edecek bir şey bulamayan insan kalır ve
bu insan da, içinde hakikat bulunmayan bu dünyayı bir yana
bırakır ve artık onu umursamaz.
İşte Eski Çağ, şeyler dünyası ve dünya düzeniyle, yani dünya
nın bütünüyle ilişkisini böyle bitirmiştir. Ama dünya düzeni ya da
dünyaya ait olgular sadece doğadan ibaret değildir, insanın doğa
nedeniyle kurmaya zorlandığı bütün ilişkiler bu düzenin bir par
çasıdır: Örneğin aile, devlet, kısacası bütün "doğal bağlar" . . . Hıris
tiyanlık, tinsel dünyayla birlikte başlar. -Hıristiyan olmadığı için
Yahudi'nin de dahil olduğu- putperest, dünyaya karşı hala silahlı
olan eski insandır. Sadece "yüreğinin arzusu"*, duygu ve yaşantı
paylaşımı, tini tarafından yönetilen insan ise Yeni insandır -yani
Hıristiyan' dır.
Eskiler, dünyanın üstesinden gelme ve insanları ötekilerle bağlı
olmanın ağır yükünden kurtarma çabası içinde, sonunda devleti
de ortadan kaldırma ve özel, şahsi olan her şeyi tercih etme yolu
nu seçtiler. Toplum düzeni, aile ve benzerlerinin doğal ilişkiler ola:
rak, tinsel özgürlüğümü kısıtlayan can sıkıcı engeller olduğu görü
şüne vardılar.
38
2. Bölüm
Yeniler
"Bir kimse Mesih'te [Hıristiyan olmuş] ise, yeni yaratıktır; eski
şeyler geçmiş, her şey yeni olmuştur." •
Yukarıda "Eskiler için dünya bir hakikatti" dediğimiz gibi, şim
di de "Yeniler için tin bir hakikatti" dememiz gerekir, ama burada da
şunu eklemeyi ihmal etmemeliyiz: "Onlar bu hakikatin arkasında
ki hakikatsizliği keşfetmeye çalışmış ve nihayetinde bulmuşlardır. "
Eski Çağ'ın izlediği yola benzer bir yolu Hıristiyanlığın da izle
diği saptanabilir; nitekim, Reformasyon'u hazırlayan döneme ka
dar akıl Hıristiyanlık dogmalarının egemenliği altında esir tutul
muştur, Reformasyon öncesine denk gelen yüzyılda ise akıl sofist
bir zihniyetle baş kaldırmış ve inançla ilgili bütün önermeleri sap
kın bir tavırla gülünç duruma düşürmüştür. Özellikle İtalya'da ve
Roma'daki kral sarayında şu düstur geçerliydi: Y üreğin Hıristi
yanlığa bağlı kalması yeterlidir; akıl ise keyif ve hazza yönelebilir.
Daha Reforrnasyon öncesinde bile çekişmeli "atışmalara" o
kadar alışılmıştı ki, gerek Papa gerekse halkın çoğunluğu, Lut
her'in çıkışını başlangıçta basit bir "keşişler arası atışma" sandı.
Hümanizm sofizme tekabül eder ve Yunan halkı sofistler zama
nında nasıl en parlak çağına (Perikles dönemi) ulaştıysa, hüma
nizm ya da başka bir deyişle Makyavelcilik zamanında da en
önemli olaylar yaşandı: (Matbaacılık, Yeni Dünya'nın keşfi, vb.)
Bu dönemde yürek, içinde taşıdığı Hıristiyanlıktan kurtulmayı iste
mekten henüz çok uzaktı. Fakat Reformasyon, tıpkı Sokrates gibi,
sonunda yüreği ciddiyetle ele aldı ve o günden itibaren yürekler
Hıristiyanlıktan hızla uzaklaştı. Luther'le birlikte mesele yürekten
ciddiye alınmaya başlandı, böylece Reformasyonun bu adımı
39
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsanları
40
Yeni/er
41
İnsan - Eski Çağ'ın ve Yeni Çağ'ın İnsan/an
1 . Tin
42
Yeniler - Tin
43
Another random document with
no related content on Scribd:
sacraments and scriptures of the Persian, Jewish, Christian, “post-
Classical” and Manichæan religions.
“Space”—speaking now in the Faustian idiom—is a spiritual
something, rigidly distinct from the momentary sense-present, which
could not be represented in an Apollinian language, whether Greek
or Latin. But the created expression-space of the Apollinian arts is
equally alien to ours. The tiny cella of the early-Classical temple was
a dumb dark nothingness, a structure (originally) of perishable
material, an envelope of the moment in contrast to the eternal vaults
of Magian cupolas and Gothic naves, and the closed ranks of
columns were expressly meant to convey that for the eye at any rate
this body possessed no Inward. In no other Culture is the firm
footing, the socket, so emphasized. The Doric column bores into the
ground, the vessels are always thought of from below upward
(whereas those of the Renaissance float above their footing), and
the sculpture-schools feel the stabilizing of their figures as their main
problem. Hence in archaic works the legs are disproportionately
emphasized, the foot is planted on the full sole, and if the drapery
falls straight down, a part of the hem is removed to show that the
foot is standing. The Classical relief is strictly stereometrically set on
a plane, and there is an interspace between the figures but no depth.
A landscape of Claude Lorrain, on the contrary, is nothing but space,
every detail being made to subserve its illustration. All bodies in it
possess an atmospheric and perspective meaning purely as carriers
of light and shade. The extreme of this disembodiment of the world
in the service of space is Impressionism. Given this world-feeling,
the Faustian soul in the springtime necessarily arrived at an
architectural problem which had its centre of gravity in the spatial
vaulting-over of vast, and from porch to choir dynamically deep,
cathedrals. This last expressed its depth-experience. But with it was
associated, in opposition to the cavernous Magian expression-
space,[190] the element of a soaring into the broad universe. Magian
roofing, whether it be cupola or barrel-vault or even the horizontal
baulk of a basilica, covers in. Strzygowski[191] has very aptly
described the architectural idea of Hagia Sophia as an introverted
Gothic striving under a closed outer casing. On the other hand, in the
cathedral of Florence the cupola crowns the long Gothic body of
1367, and the same tendency rose in Bramante’s scheme for St.
Peter’s to a veritable towering-up, a magnificent “Excelsior,” that
Michelangelo carried to completion with the dome that floats high
and bright over the vast vaulting. To this sense of space the
Classical opposes the symbol of the Doric peripteros, wholly
corporeal and comprehensible in one glance.
The Classical Culture begins, then, with a great renunciation. A
rich, pictorial, almost over-ripe art lay ready to its hand. But this
could not become the expression of the young soul, and so from
about 1100 B.C. the harsh, narrow, and to our eyes scanty and
barbaric, early-Doric geometrical style appears in opposition to the
Minoan.[192] For the three centuries which correspond to the flowering
of our Gothic, there is no hint of an architecture, and it is only at
about 650 B.C., “contemporarily” with Michelangelo’s transition into
the Baroque, that the Doric and Etruscan temple-type arises. All
“Early” art is religious, and this symbolic Negation is not less so than
the Egyptian and the Gothic Affirmation. The idea of burning the
dead accords with the cult-site but not with the cult-building; and the
Early Classical religion which conceals itself from us behind the
solemn names of Calchas, Tiresias, Orpheus and (probably)
Numa[193] possessed for its rites simply that which is left of an
architectural idea when one has subtracted the architecture, viz., the
sacred precinct. The original cult-plan is thus the Etruscan templum,
a sacred area merely staked off on the ground by the augurs with an
impassable boundary and a propitious entrance on the East side.[194]
A “templum” was created where a rite was to be performed or where
the representative of the state authority, senate or army, happened
to be. It existed only for the duration of its use, and the spell was
then removed. It was probably only about 700 B.C. that the Classical
soul so far mastered itself as to represent this architectural Nothing
in the sensible form of a built body. In the long run the Euclidean
feeling proved stronger than the mere antipathy to duration.
Faustian architecture, on the contrary, begins on the grand scale
simultaneously with the first stirrings of a new piety (the Cluniac
reform, c. 1000) and a new thought (the Eucharistic controversy
between Berengar of Tours and Lanfranc 1050),[195] and proceeds at
once to plans of gigantic intention; often enough, as in the case of
Speyer, the whole community did not suffice to fill the cathedral,[196]
and often again it proved impossible to complete the projected
scheme. The passionate language of this architecture is that of the
poems too.[197] Far apart as may seem the Christian hymnology of
the south and the Eddas of the still heathen north, they are alike in
the implicit space-endlessness of prosody, rhythmic syntax and
imagery. Read the Dies Iræ together with the Völuspá,[198] which is
little earlier; there is the same adamantine will to overcome and
break all resistances of the visible. No rhythm ever imagined radiates
immensities of space and distance as the old Northern does:
The accents of the Homeric hexameter are the soft rustle of a leaf
in the midday sun, the rhythm of matter; but the “Stabreim” likes
“potential energy” in the world-pictures of modern physics, creates a
tense restraint in the void without limits, distant night-storms above
the highest peaks. In its swaying indefiniteness all words and things
dissolve themselves—it is the dynamics, not the statics, of language.
The same applies to the grave rhythm of Media vita in morte sumus.
Here is heralded the colour of Rembrandt and the instrumentation of
Beethoven—here infinite solitude is felt as the home of the Faustian
soul. What is Valhalla? Unknown to the Germans of the Migrations
and even to the Merovingian Age, it was conceived by the nascent
Faustian soul. It was conceived, no doubt, under Classic-pagan and
Arabian-Christian impressions, for the antique and the sacred
writings, the ruins and mosaics and miniatures, the cults and rites
and dogmas of these past Cultures reached into the new life at all
points. And yet, this Valhalla is something beyond all sensible
actualities floating in remote, dim, Faustian regions. Olympus rests
on the homely Greek soil, the Paradise of the Fathers is a magic
garden somewhere in the Universe, but Valhalla is nowhere. Lost in
the limitless, it appears with its inharmonious gods and heroes the
supreme symbol of solitude. Siegfried, Parzeval, Tristan, Hamlet,
Faust are the loneliest heroes in all the Cultures. Read the wondrous
awakening of the inner life in Wolfram’s Parzeval. The longing for the
woods, the mysterious compassion, the ineffable sense of
forsakenness—it is all Faustian and only Faustian. Every one of us
knows it. The motive returns with all its profundity in the Easter
scene of Faust I.