Full Download Birinci Dunya Savasi Tarihi 1St Edition Andrew Wiest Online Full Chapter PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Birinci Dünya Sava■■ Tarihi 1st Edition

Andrew Wiest
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/birinci-dunya-savasi-tarihi-1st-edition-andrew-wiest/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

S ehirlerin Tarihi Andrew Lees

https://ebookstep.com/product/s-ehirlerin-tarihi-andrew-lees/

Denemeler Birinci Seri 1st Edition Ralph Waldo Emerson

https://ebookstep.com/product/denemeler-birinci-seri-1st-edition-
ralph-waldo-emerson/

Jeu d échecs à Perros Guirec Les enquêtes de Bernie


Andrew 6 1st Edition Bernard Enjolras

https://ebookstep.com/product/jeu-d-echecs-a-perros-guirec-les-
enquetes-de-bernie-andrew-6-1st-edition-bernard-enjolras/

Tarihi Yapanlar Tarihi Yazanlar 1st Edition J H Elliott

https://ebookstep.com/product/tarihi-yapanlar-tarihi-
yazanlar-1st-edition-j-h-elliott/
3 petits singes en Côte d Armor Les enquêtes de Bernie
Andrew 2 1st Edition Bernard Enjolras

https://ebookstep.com/product/3-petits-singes-en-cote-d-armor-
les-enquetes-de-bernie-andrew-2-1st-edition-bernard-enjolras/

Churchill 1st Edition Andrew Roberts

https://ebookstep.com/product/churchill-1st-edition-andrew-
roberts/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

Dark Deleuze 1st Edition Andrew Culp

https://ebookstep.com/product/dark-deleuze-1st-edition-andrew-
culp/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI TARİHİ
•Fotoğraflar Haritalar Çizimler
• •

ANDREW WIEST

KRONİK KİTAP: 335 KRONİK KİTAP


Dünya Tarihi Dizisi: 24 Şakayıklı Sk. N°8, Levent
İstanbul - 34330 - Türkiye
YAYIN YÖNETMENİ Telefon: (0212) 243 13 23
Adem Koça! Faks: (0212) 243 13 28

ÇEVİRİ
kronik@kronikkitap.com

Kültür Bakanlığı Yayıncılık


Sertifika No: 49639
Selçuk Uygur

EDİTÖR
Can Uyar www.kronikkitap.com
Ali Kaan Cerit O O • kronik.kitap
KAPAK TASARIMI B ASKI VE CİLT
Kutan Ural Optimum Basım
Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 51/1
MİZANPAJ 34295 K. Çekmece/ İstanbul

Matbaa Sertifika No: 41707


Hüseyin Özkan Telefon: (0212) 463 71 25

!. Baskı, Ekim 2022, İstanbul


YAYIN HAKL A R I
ISBN Andrew Wiest, 2014, "The Illustrated History of
978-625-8431-92-6 World War !" özgün adıyla Amber Books tarafından
yayınlanan bu kitabın Türkiye'deki tüm yayın hakları
Kronik Yayıncılık A.Ş.'ye aittir. Hiçbir şekilde yazılar ve
görseller kopya edilemez, taklit edilemez, çoğaltılamaz,
yayınlanamaz.
AN O R E W W 1 ES T �mı11 uvm

fOTOGHAf lAR HAHITAlAH CIZIMUH


• •

·�·ı
Kronıi
ANDREW WIEST

Güney Mississippi Üniversitesi'nde profesör olan Andrew


Wiest, aynı üniversitedeki Savaş ve Toplum Çalışmaları Mer­
kezi'nin kurucu başkanıdır. Birinci Dünya Savaşı ve Vietnam
Savaşı üzerine uzmanlaşan West'in Askeri Tarih Topluluğu
Seçkin Kitap Ödülü'nü kazanan Vietnam's Forgotten Army ve

Emmy Ödülleri'ne aday gösterilen Brothers in liv.ır belgeseli­


nin kaynak çalışması T he Boys of '67 gibi pek çok çalışması
mevcuttur.

SELÇUK UYGUR

1989 yılında İstanbul'da doğdu. 2010 yılında Yeditepe Üni­

versitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.


Yıldız Teknik Üniversitesi - Sosyal Bilimler Enstitüsü ve
Universita degli Studi di Firenze - Scuola di Scienze Poli­
tiche'de yüksek lisans eğitimi gördü. Sabitfikir ve Kitap-lık
gibi dergilerde edebiyat eleştirileri ve makaleler yazdı. Bir
süre boyunca çeşitli yayınevlerinde editörlük yapmasının
ardından 20. yüzyıl siyasi ve askeri tarihi alanında çeviri ve
çalışmalara yoğunlaştı. Türkçeye kazandırdığı diğer eserler:
Savaş Günlükleri, Galeazzo Ciano (Kronik, 2017); Kuşçubaşı

Eşref, Benjamin C. Fortna (Timaş, 2017); Vııtan ve Führer İçin,

Erwin Bartmann (Kronik, 2018); Kardeşler Takımı, Stephen


E. Ambrose (Kronik, 2018), Hitler'in Generalleri Konuşuyor,
B. H. Liddell Hart (Kronik, 2019), Çöküş, lan Kershaw,

(Kronik, 2021 ), Erich von Manstein, Robert Forczyk, (Kro­


nik, 2022), Dünyanın En Mutlu Adamı, Eddie Jaku, (Kronik,
2022). Telif eserleri: Operasyon: Mussolini (Kronik, 2020).
İÇİNDEKİLER

BİR
07
Savaşa Giden Yol

29 İKİ
Almanya'nın Batıya Taarruzu

53 ÜÇ
Doğu Cephesi

DÖRT
79
Siperlerdeki Açmaz

BEŞ
107
Savaş Yayılıyor

ALTI
139
Batıda Kıyım

YEDİ
173
Denizlerde Hakimiyet Mücadelesi

SEKİZ
197 Bozgun, Çaresizlik ve İsyan

DOKUZ
233
Gökyüzündeki Savaş

ON
255 Son Muharebeler

ON BİR
291
Tazminat

EKLER
314

DİZİN
324
BISMARCK V E FRANSA

irinci Dünya Savaşı'na bazı yönler­


B den 1 8 70- 7 1 Fransa-Prusya Sava­
şı'nın devamı olarak bakılabilir. Şansölye
Otta von Bismarck, Almanya'yı birleştir­
mek için 1 860'lı yıllarda askeri yolu kul­
lanmış, bu uğurda Fransa'yla yapılan son
savaşın da Alman zaferiyle sonuçlanması,
bir başka Fransız Devrimi'ne ve Frank­
furt Antlaşması'na yol açmıştı. Bismarck,
zaferlerini suistimal etmemeye her zaman
özen göstermiş, yalnızca kendi ulusunu
birleştirmeyi amaçlamıştı. Ancak Frank­
furt Antlaşması'nda kritik hatalar yaptı.
Almanya, tartışmalı sınır bölgeleri Alsas
ve Loren'i ilhak ediyor ve antlaşma, Fransa
savaş tazminatını tümüyle ödeyene kadar

1
Almanya'nın bu ülkeyi işgalini öngörüyor­
du. Son olarak, Alman İmparatorluğu'nun
ALMAN BİRLİGİNİN BANİSİ
OTTO VON BISMARCK, kuruluşu, Fransız gücünün sembolü olan
İSTİKBALDEKİ SAVAŞI Versay Sarayı'ndaki Aynalar Salonu'nda
ÖNLEMEYE ÇALIŞTI.
yapılan gösterişli bir törenle ilan edildi.
Fransa böylelikle yalnızca mağlup olmak­
la kalmamış, bir de aşağılanmıştı. İntikam
Fransa yalnızca mağlup olmakla
kalmamış, bir de aşağılanmıştı.
hırsı ve Alsas-Loren'in geri alınması, son­
İntikam hırsı ve Alsas-Loren'in raki yıllarda Fransız dış politikasının te­
geri alınması, sonraki yıllarda
melini oluşturacaktı. Almanya kendisine
Fransız dış politikasının temelini
oluşturacaktı. Almanya kendisine öfkeli bir düşman yaratmıştı.
öfke dolu bir düşman yaratmıştı.
Gerçekçi bir adam olan Bismarck, ha­
tasını mümkün olduğunca telafi etmeye
koyuldu. Şansölyenin amacı Fransızları
diplomatik olarak yalnızlaştırmak ve olası
bir intikam savaşı için besledikleri umutla­
rın önünü kesmekti ki, bunu da birtakım
kurnaz diplomatik manevralarla gerçek­
leştirdi. Söz konusu Avrupa siyaseti oldu­
ğunda, geleneksel izolasyonist tutumunu

8 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVAŞI T A R İ H İ
A"
�-:ı G E N EL BAKIŞ
'
l 870'teki Fransa-Prusya Savaşı , Kıta Avrupası'nın birbirine rakip karmaşı k bir ittifaklar
sistemine sürüklenmes i n e neden o ldu. Hemen hemen birbirine denk olan bu ittifakla­
rın baş ı n ı Fransa ve A l manya çekiyordu. Britanya daima askeri ittifaklardan uzak d u rmuş
fakat yen i lgiden kıl payı ku rtulduğu Boer Savaşı, Birleşik Krallık'ı izolasyo n ist tutumunu
gözden geçirmeye i kna etmişti. Fransa'yla arasındaki düşmanlıklar partner seçiminde
Almanya'yı İngiltere için makul kıl ıyordu. Fakat Kayzer il. Wilh e l m ' i n beceriksiz diploma­
sisi Britanya'yı Fransa'yla bir Antant'a zorlayarak Avrupa'daki hassas kuwet dengesinin
değişmesine yol açtı .

Ansızı n vuku bu lan b i r trajediyle, söz konusu ittifaklar kavgaya tutuştu . Avustu rya tahtı­
n ı n varisi Arşidük Franz Ferd i nand'a düzenlenen dramatik s u i kast, 20. yüzyı l ı n en önem­
l i savaşının başlamasına sebep olan bir dizi olayın teti kleyicisi o l d u .

sürdüren Britanya'dan yana endişelenecek pek bir şey yoktu ve İtalya sıkı
bir dost olarak kalmayı sürdürüyordu. Balkanlar'daki çekişmeler sebebiy­
le daima birbirlerinin boğazına sarılan Avusturya ve Rusya'yla olan ilişki­
ler ise daha çetrefılliydi. Avusturya bölgede yayılmayı umuyor, Rusya ise
kendini Balkanlar'daki Slavların hamisi olarak görüyor ve Osmanlı İmpa­
ratorluğu'nun elindeki Çanakkale Boğazı'na erişmek için alenen ellerini
ovuşturuyordu. Bu koşullarda her iki ülkeyle de ittifak yapmanın imkansız
olduğunu bilen Bismarck elindeki en iyi kartı oynadı: Avusturya'yla askeri
bir ittifaka imza atan Almanya, ardından Rusya'yla gizli 188 7 Rus-Alman
Antlaşması'nı yaptı. 188 8 'e gelindiğinde Bismarck'ın diplomatik dünyasın­
da her şey yolundaydı. Fransa tecrit edildiği gibi kıtadaki yegane ittifaka
da Almanya liderlik ediyordu. Lakin aynı yıl Kayzer il. Wilhelm'in tahta
çıkmasıyla Bismarck'ın titiz çabaları büyük bir tehlikeye girdi.

KAYZER VE DIŞ POLİTİKA

eni Kayzer, dedesinin aksine milletinin dış politikasına kişiliğiyle


Y damgasını vuracaktı. il. Wilhelm karmaşık, kimi zaman da gülünç bir
adamdı. Dolabında bir yılin günlerinden daha fazla askeri üniforma bulun­
duran gösteriş düşkünü ve kibirli hükümdar, milletini o dönemde Britan­
ya'nın işgal ettiği bir konum olan dünyanın hakim gücü pozisyonuna getir­
menin özlemi içindeydi.

Kraliçe Victoria'nın torunu olan Wilhelm bir yandan Britanya'yı seviyor


diğer yandan ise bu ada ulusuna fena halde haset ediyordu. Bismarck'ın sahip

S AVAŞA G İ D E N Y O L
KAYZER
Kayzer il. Wilhelm 1 888 yılında A l manya'da tahta çı ktı .
��J
Babası 1 1 1 . Friedrich, annesi ise Kral içe Victoria' n ı n en
büyük kızıyd ı . Kibirl i ve kendinden emin bir adam olan .
Kayzer; nüfuzundan duyduğu rahatsızl ı k sebebiyle Al-
man Birliği ' n i n banisi Otto von Bismarck'ı 1 890 yı l ı nda
görevden ald ı . Akabinde Alman dış politikas ı n ı büyük
ölçüde kontrolü altı na alarak Avru pa'yı savaşa sürü kle-
di. Wilhelm'in hedefleri tari hçiler arasında hala tartış-
ma konusudur. Avrupa'yı hükmü altına mı almak iste-
m iş, yoksa yal n ızca dizgi nlemekte başarısız olduğu bir
dizi yıkıcı olayı mı tetiklemişti? Kayzer ve kiş i liği, Birinci
Dünya Savaşı'na giden süreci n merkezi nde yer alır.

Wilhelm, Almanya'nın dünyan ı n haki m gücü olan Büyük


Britanya' nın yerine geçebileceği n i ummuştu . Bu uğu rda
ordu ve donanman ın büyümes i n i destekleyip, Alman-
ya'yı potansiyel müttefiki Büyük Britanya'dan uzaklaştı-
racak büyük bir si lahlanma yarı ş ı n ı n fiti l i n i yaktı.

Kayzer; i htilaf l ı meselelerde gen e l l ikle örtü l ü savaş


tehd itleri savurduğu kavgacı b i r d ı ş politika izl iyord u .
Bu tutu m n i hayetinde ters tep i p, Rusya v e Britanya'yı
Fransa'yla antlaşmalar yapmaya teşvik etti . Harbin başlamasıyla aske ri lider rol ü n e soyu n­
maya kal kan Alman i mparatoru, ken d i n i çok geçmeden kendi savaş maki nes i n i n kontrolü
altında buldu ve Almanya' n ı n yen i l i p i htilale sürüklenmesiyle 9 Kas ı m l 9 l 8'd e tahtı n ı bıra­
karak Hollanda'ya sürgüne gitti . İmparator şayet Avrupa'da hegemonya kurmak için savaşı
gerçekten istemişse de, modern savaşı n riskleri ve doğasını anlamakta başarısız olmuştu.

olduğu nüfuz ve benimsediği pasif dış politikadan rahatsızlık duyan Kayzer,


1 890 yılında şansölyeyi görevden aldı ki, şansölyeyi o tarihe kadar görevde
bırakması da yalnızca nezaket icabıydı. Alman tarihinin en büyük diplomatik
dehası ve imparatorluğun hanisi böylelikle sahneden ayrılmış, Alman devleti­
nin dümeni büyük emelleri olan tecrübesiz bir asabinin eline kalmıştı.

Kayzer'in ilk diplomatik hamlelerinden biri kelimenin tam anlamıyla fa­


ciayla sonuçlandı : Alman İmparatoru, 1 890 yılında zaman aşımına uğrayan
1 887 tarihli Rus-Alman Antlaşması'nı yenilemedi. Bu, Rusları Avrupa'da
dostsuz ve son derece riskli bir durumda bırakıyordu . Fakat Rusya için bu
çıkmazın çözümü ziyadesiyle açıktı : Yüzünü Fransa'ya dönecekti. Almanya
Kıta Avrupası'ndaki meselelere hükmeder görünürken, söz konusu iki mil­
let de birer seyirci konumuna düşmüştü. Rusya ve Fransa, dostluktan ziya­
de savunmaya dayalı nedenlerden ötürü 1 894 yılında İkili İttifak'ı imzaladı.

1Q B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVAŞI T A R İ H İ
Kayzer, Bismarck'ın dikkatle tertiplediği 1 YENİ ALMAN MUHAREBE
GEMİLERİNDEN BİRİ TOPLARINI
planları yalnızca dört yıl gibi kısa bir za­
ATEŞLERKEN.
manda darmadağın etmişti. Fransa artık bir
KAYZER'İN DONANMA BAŞMÜŞAVİRİ
müttefike sahipken, Almanya ise kendini is­ VE ALMAN AÇIK DENİZ FİLOSU'NUN
tenmeyen bir pozisyonda, iki olası düşman BANİSİ AMİRAL ALFRED VON
gücün arasında bulmuştu . Buna karşılık TIRPITZ. TIRPITZ'IN GEMİ İNŞA
PROGRAMI, BÜYÜK BRİTANYA'YLA
Kayzer, İtalya'yı Avusturya'yla olan paktı­ DENİZLERDE AMANSIZ BİR
na dahil edip Üçlü İttifak'ı oluşturarak ka­ SİLAHLANMA YARIŞININ
TETİKLEYİCİLERİNDEN BİRİ OLDU.
yıplarının bir kısmını telafi etti. Ancak güç
dengesi Frankfurt Antlaşması'ndan bu yana
Almanya'ya karşı intikam duyguları besle­
yen Fransa'nın lehine dönüyordu.

Kayzer, Almanya'nın mevcut diplomatik


sorunları yetmezmiş gibi bir de denizdeki
meselelere el atmaya başladı. Alfred Thayer
Mahan' ın fikirlerini benimseyerek, Alman­
ya' nın gerçek bir dünya gücü olmak uğruna
büyük bir donanmaya sahip olması gerekti­
ğine inandı. Neticede Almanya, 1 898 yılın­
da Açık Deniz Filosu'nun teşkiliyle sonuç­
lanacak deniz yasasını onayladı. Bu gelişme,
varlığının teminatı bütünüyle denizlerdeki
hakimiyetine dayanan Büyük Britanya'nın

S AVAŞA G İ D E N Y O L 11
gözünden kaçmayacak olsa da, yeniyetme Alman donanması 1 898 yılında he­
nüz bir tehlike teşkil etmekten uzaktı. Pek çok İngilizin gözünde asıl tehdi­
din kaynağı hala eski düşman Fransa'ydı. Fakat Kayzer, Britanya'yı Fransa'nın
kollarına itecek meseleye dokunmuştu. Wilhelm için donanma aslen diploma­
tik bir vasıtayken, Britanya için ise bir ölüm-kalım meselesiydi.

BRİTANYA VE ANTANT

apolyon döneminde müdahil olduğu Avrupa'daki kıta harbinden beri


N dikkatini bir dünya imparatorluğu kurmaya yöneltmiş olan Birle­
şik Krallık, Avrupa meselelerinden kısmen uzak durmaktan genel olarak

�ı HMS DREADNOUGHT

Amiral Fisher tarafından geliştiril i p l 906'da h izmete giren HMS Dreodnought, tasarımı ve
silahlarıyla denizlerde devrim yarattı. Dretnot suda alçaktan seyrine imkan sağlayan yen i
b i r türbin motoruyla çalışıyor, böylece düşman i ç i n vurulması daha zor v e küçük b i r hedef
haline geliyordu. Buna ilaveten, son model motoru geminin saatte 39 deniz miline (21
knot) ulaşmasına imkan veriyor ve onu denizlerdeki en hızlı ana muharebe gemisi yapı­
yordu. Son olarak, dretnot tümüyle ağır toplarla teçhiz i l k zırhlıydı. Bundan önceki zırhl ılar
pek çok görev için tasarlanmış çeşitli silah lar bulundururken, dretnotun silah ları birl ikte
ateşlenmek için tasarlanmış, her biri 1 6 kilometrelik ( 1 O mil) bir mesafeye 453 kilodan ağır
mermiler yollayabilen 1 O adet 1 2 pusluk toplardan oluşuyordu. Dretnot, karşısına çıkabi­
lecek bütün ana muharebe gemilerine hız, manevra ve muharebe üstünlüğü sağlayabilirdi.
Geminin sahip olduğu hız ve ateş gücüyle dünyadaki donanmalar ı n pek çoğuyla tek başına
çarpışabileceği tahmi n edi l iyordu. Sonuç olarak, dretnotun hizmete girişi dünyadaki bütün
ana muharebe gemi leri n i çağdışı bıraktı. Yerkürenin dört bir yan ındaki milletlerin kendi
"tümüyle ağır toplu" gemilerin i geliştirmek ve inşa etmek adına yarışa tutuşması, adını
HMS Dreodnought'tan alan "dretnot" isiml i yen i bir zırhlı sınıfının doğuşuna neden oldu.
Hızlı bir dretnot üretimine başlayan Almanlar, Britanya'yla amansız bir donanma yarışına
tutuşup bu ülkeyi Fransa'yla ittifak yapmaya her zamankinden daha çok yaklaştırdı. Lakin
Birinci Dünya Savaşı başladığında, vaktiyle denizlerde deprem yaratan dretnotun zamanı
da birazcık geçmişti. Savaşta İngi liz Büyük Filosu'yla (Grand Fleet) hizmet veren HMS Dre­
odnought, 1 9 1 S'te batırdığı bir U-Boot dışında ciddi bir muharebe görmedi.

1 DENİ� KUVVETLERİN:p�
DEVRIM YARATAN GEMI:
..

HMS DREADNOUGHT

...
hoşnuttu . Lakin imparatorluktaki birta­ DONANMA KURAMCILARININ
PEK ÇOGU DENİZLERDEKİ
kım gelişmeler Britanya'yı bu izolasyo­ MÜCADELENİN ANA MUHAREBE
nist tutumunu gözden geçirmeye zorladı. GEMİLERİ ARASINDA GEÇECEGİNE
Güney Afrika'nın önde gelen emperya­ İNANMIŞ OLSA DA, BRİTANYA'NIN
DENİZLERDEKİ HAKİMİYETİNE
listi Cecil Rhodes, Britanya İmparatorlu­ MEYDAN OKUYAN DENİZALTILAR
ğu'nun elmas zengini Boer cumhuriyet­ OLACAKTI. BU FOTOGRAFTA,
ALMAN U-BOOT'U U-15,
lerini de kapsayacak şekilde kuzeye yayıl­ SAVAŞIN İLK GÜNLERİNDE KİEL
masını istiyordu . Küçük Boer nüfusunun KANALINDA SEYREDERKEN
ciddi bir direniş gösteremeyeceğini uman GÖRÜLÜYOR.
Rhodes, baskı uygulayarak Boerlerin ka­
rarlılığını sınamaya başladı. Lakin Boer­ Almanlar, Britanya'nın gelecekte
lerin tavizsiz duruşuyla iki taraf da savaş kendi lehlerine bir anlaşma
teklifinde bulunmasını sağlamak
durumuna geçti ve Boerler ani bir önleme
için askeri ve uluslararası güçlerini
taarruzu* icra ettikleri sürpriz bir hamley­ sergilemeyi tercih etti. Almanya'daki
le 1 899 yılında Güney Afrika'yı işgal etti. pek az kişi Britanya'nın kadim
düşmanı Fransa'yla bir anlaşmaya
200.000 Boer çiftçisinin dünyanın en varabileceğine inandığından
böyle bir risk alınmaya değer
güçlü imparatorluğuyla karşı karşıya gel­
görünüyordu.
diği savaş destansı bir dengesizlik içinde
geçmeliydi. Ancak başlangıçta zafer üs­
tüne zafer kazanan Boerler, birkaç önem­
li Güney Afrika şehrini kuşatmaya aldı.
İmparatorluk güçleri ancak dev bir insan
ve materyal yığınağından sonra inisiyatifi

Hücuma geçmesi beklenen düşman karşısında


stratejik avantaj elde etmek için ondan önce
davranarak icra edilen sürpriz taarruz. (ç.n.)

S AVAŞA G İ D E N Y O L 13
- "A"
C U RRAG H AYAKLAN MASI
Britanya'daki Li beral Parti , Kato l i k D u b l i n merkezli
�"�
Özerk İrlanda Hareketi'ne n i cedi r olumlu yaklaşıyor-
d u . Lakin muhafazakar Lordlar Kamarası , İ rlanda' n ı n
özerkliğine yönelik çabaları n ö n ü n e dai ma taş koymuş-
tu.
Kısmen de pahalı dretnot yapımı i çin yen i vergilerin
öngörülmesiyle i l i ntili 1909 tarih li anayasal kriz, Lord­
lar Kamaras ı ' n ı veto yetkisinden mahrum bıraktı. Ni­
hayetinde Avam Kamarası, 19 l 2'de Özerkl ik Yasası'nı
onayladı. Lakin 1 9 l 4'te yürürlüğe girmesi planlanan
yasa, Kuzey İrlanda'daki Protestanlar arasında büyük öfke yaratıp, top l u l uğun yasaya d i ren­
mek için si lah lanmasına neden oldu. Dahas ı , İ rlandalı Protestanların Britanya'daki destekçileri
olan Birl i kçiler (Unionists), h ü ku m etten Kuzey İ rlandalı ları özerk yönet i m i n d ış ı nda tutmas ı n ı
talep etti. Katol i k İrlanda m i l l iyetçi leri n i n hayalleriyle örtüşmeyen bu d u ru m , s ö z konusu
top l u l uğun da özerkliği savu n mak için si lah lanmasına neden olacaktı.
Britanya zor bir durumla karşı karşıyayd ı : Özerkl i k Yasası'nın yürürl üğe girmesi yaklaşırken,
İ rlanda'da iç savaşı n eşiği ne gel i n m işti. Avru pa'daki gel işmelerin 1 9 l 4'ün başlarında adı m
ad ı m savaşa doğru evrildiği sırada Britanya h ükumeti Cu rragh, Güney İ rlanda'daki üslerinde
konuşlu süvari birliklerin i olası bir kargaşayı bastırmak amacıyla kuzeye sevk etti. Fakat süvari
subaylar ı n ı n Birleşik Kral l ı k'a sadı k tebaaya karşı güç kul lanmak yerine barışçı l bir şekilde top­
lu halde istifa etmeleriyle İ ng i l i z ordusundaki pek çok subayın da Birlikçi görüşleri paylaştığı
ortaya çıktı.
1 9 1 4 yı l ı n ı n Haziran ve Temmuz aylarında doruk noktasına ulaşan İ rlanda'daki olaylar; İngi l iz
h ü kumetin i n Avrupa'da kapıya dayanan savaşı fark etmesine engel o l d u . N i h ayeti nde ortak
d üşman olan Almanya'yla olan savaş, İ rlanda'daki hesaplaşman ı n l 9 l 6'ya kadar ertelen me­
siyle sonuçlandı.

ele geçirebildi. Buna rağmen Boerler ge­


Bir yıldan biraz daha uzun süren
Rus-Japon Savaşı, Rusya'nın
rilla taktikleri kullanarak inatla mücadele
yenilgisiyle sonuçlandı. Yenilginin etti. Neticede İngiliz güçleri, Boerleri pes
arkaik Ru� düzeninde yarattığı
etmeye zorlamak için bir toplama kampı
gerilim, toplumsal kırılmaya ve
ılımlı reformlar talep eden bir
sistemi kurdu ve savaş 1 902'ye değin de­
ihtilalin patlamasına neden oldu. vam etti. Boer Savaşı'ndaki sefil durum,
İngiliz liderleri politikalarının birçoğunu
gözden geçirmek durumunda bıraktı. Bri­
tanya Boerlerle değil de Avrupa'daki bir
düşmanla karşılaşmış olsaydı savaşın sonu­
cu ne olurdu? Nihayetinde orduda reform
için düğmeye basan İngilizler, bundan da
önemli bir hamle yaparak müttefik arayı­
şına girdi.

14 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVAŞI TA R İ H İ
Britanya olası bir partnerlik için önce­ 1 BOER SAVAŞI'NDA MUHAREBE
HALİNDEKİ BRİTANYA ASKERLERİ.
likle - genellikle geçmiş savaşlarda müt­
tefik olan - Almanya' nın nabzını yokladı. BOER SAVAŞI'NDA BRİTANYA'YA
KARŞI MÜCADELE EDEN GENERAL
Lakin Kayzer, Britanya'nın bu girişimleri­ JAN CHRISTIAN SMUTS (ORTADA).
nin sonuçsuz kalmasında etkili oldu. Olası BUNA KARŞIN, SMUTS VE DİGER
ILIMLI BOERLER BİRİNCİ DÜNYA
bir Anglo-Alman ittifakı neredeyse dur­ SAVAŞI'NDA BRİTANYA İÇİN SAVAŞTI.
durulamaz olacağından, Wilhelm'in bu gi­
rişimleri hangi mantıkla reddettiği tarihçi­
ler arasında hala tartışma konusudur. Gö­
rünüşe bakılırsa, Kayzer Britanya'yla olası
bir ittifakı kendi boyunduruğu altında
bulundurmak gibi beyhude bir niyet bes­
liyordu. Britanya'yla ittifakı istemiş fakat
İngilizlerin bu ittifaktaki rollerinin ikinci
derecede olacağından emin olmalarını arzu
etmişti. İmparatora göre, bunu elde etmek
ve Britanya'nın gelecekte Almanya'nın le­
hine bir antlaşma teklifı�d� bulunmasını
sağlamak için Almanya, uluslararası gücü­
nü ve donanması da dahil askeri kudretini
sergilemeliydi. Almanya'daki pek az kişi
Britanya'nın kadim düşmanı Fransa'yla bir

S AVAŞA G İ D E N Y O L 15
anlaşmaya varabileceğine inandığından böyle bir risk alınmaya değer görü­
nüyordu. Dolayısıyla Kayzer Anglo-Alman ittifakını kendi tahayyülündeki
haliyle hayata geçirmek için bolca zamanı olduğunu düşündü. Yanılıyordu.

Yerel ve küresel birkaç gelişme Britanya ile Fransa arasındaki düşman­


lığı azaltarak eski hasımları bir araya getirdi. Britanya Kralı VII. Edward
1 903 'te Fransa' ya resmi bir ziyarette bulundu. Fransızların önemli bir bölü­
münün Britanya'ya hala düşman gözüyle baktığına inanan pek çok kişi bu
ziyareti akılsızca buluyor, Fransız halkının Britanya kralının varlığına gös­
terebileceği ters bir tepkinin iki ülke arasındaki ilişkilere onulmaz bir hasar
verebileceğine inanılıyordu . Fakat VII. Edward Fransa'da son derece hoş
karşılandığı gibi, kendisi de duyarlı ve nazik bir ziyaretçiydi. Bir başlangıç­
tan ibaret olmakla birlikte, ziyaretin Manş'ın her iki yakasındaki.korkuların
yatıştırılmasında mühim bir tesiri oldu .

Uzak Doğu'daysa Çin' in yaklaşan çöküşü, enkazdan arta kalacaklar için


mücadeleye en meyilli iki devlet olan Japonya ve Rusya arasındaki gerilimi
tırmandırıyordu. Kendine az çok Britanya'yı model almış bir ada ulusu olan
Japonlar, Pasifik' in yükselen deniz gücüydü. Bölgedeki hakimiyetini pekiş­
tirmek isteyen bu ulus, Uzak Doğu'da mühim bir deniz varlığı bulunan ye­
gane Avrupa devleti konumundaki Britanya'yla ittifak arayışına girdi. 1 902
yılında imzalanan Britanya-Japonya ittifakıyla Japonya, Çin'deki hakimiyet
mücadelesinde güçlerini Rusya üzerinde yoğunlaştırmakta serbest kaldı.
Pasifik'te elde ettiği bu güvenli konumdan yararlanan Japonya'nın, 1 904'te
Port Arthur'daki Rus Pasifik Filosu'na sürpriz bir taarruz icra etmesiyle
Rus-Japon Savaşı başladı.

Rus-Japon Savaşı bir yıldan biraz daha uzun sürecek ve Rusların mağlu­
biyetiyle sonuçlanacaktı. Yenilginin arkaik Rus düzeninde yarattığı gerilim,
toplumsal kırılmaya ve ılımlı reformlar talep eden bir ihtilalin patlamasına
neden oldu. Savaş Japonya'nın önemli bir güç olarak ortaya çıkışına işaret
ettiği gibi Rusya'nın azalan gücü üzerine mülahazalara yol açtı. Müttefik­
lerinin kötü durumundan büyük bir kaygıya kapılan Fransızlar, Rus yardı­
mının gelecekteki bir savaşta yeterli olmayabileceğini kavramıştı. Böylece
Britanya'yla filizlenmekte olan yeni dostluk, Fransız dış politikasında daha
önemli bir hal aldı.

Denizlerdeki meseleler, Britanya ile Fransa arasındaki yakın bağların


oluşmasında başrol oynadı. Alman Açık Deniz Filosu'nun (Hochseeflot­
te) büyümesi 1 903 yılında artık Britanya'daki askeri ve siyasi liderleri en­
dişelendiriyordu. Bu liderler, Alman tersanelerinin asla Britanya'nınkine
denk bir donanma inşa edemeyeceğinden emindi. Buna karşılık, Britanya

16 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVAŞI T A R İ H İ
,

Donanması imparatorluğun çıkarlarının NATAL'IN BOERLER TARAFINDAN


KISA SÜREN İŞGALİ SIRASINDA
peşinde dünyanın en ücra köşelerine ka­ FOTOGRAF İÇİN POZ VEREN
dar dağılmışken, Alman Donanması Kuzey BİR BOER KOMANDO BİRLİGİ
(GAYRİNİZAMİ BİRLİK).
Denizi'nde toplanmıştı. Kayzer'in donan­ BOERLERİN GAYRİNİZAMİ HARP
�a müşaviri Amiral Alfred von Tirpitz TAKTİKLERİ, BRİTANYALILARIN
ZAFERİ GARANTİYE ALMAK
bu durumu bir fırsat olarak değerlendirdi. İÇİN TOPLAMA KAMPLARI
KURMASINA NEDEN OLDU.
Amirale göre Almanya'nın mevcut koşul-
larda Britanya donanmasının yarısından
az bir deniz gücü bulundurması yeterli olacak, Britanya tüm filosunu geri
çağıramayacağı için sayıca daha az fakat toplu haldeki Alman donanması
Britanya için ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Kuzey Denizi'ndeki kuvvet
dengesi, İngilizleri Alman kontrolündeki bir ittifaka zorlamak için bir koz
olarak kullanılabilirdi. Kayzer itaatkar bir Britanya'yla arzu ettiği işbirliğini
gerçekleştirebil�ek ümidiyle Tirpitz'in planını kabul etti. Fakat Almanlar
yanılıyordu . Kendisine denizden yönelen tehditleri bir kez daha ölüm ka­
lım meselesi addeden Britanya, neticede umulmadık olanı yaptı : Kolonile­
riyle ilgili meseleleri çözüme kavuşturdu ve donanmasını Alman tehdidini
karşılamak üzere Kuzey Denizi'nde yoğunlaşması için serbest bıraktı.

S AVA Ş A GİDEN Y O L 17
Britanya 1 904 yılında nihayet Fransa'yla anlaşma sağlayıp Antant'ı imza­
ladı. Bu dostça anlaşma, ayak bağı olan Afrika'daki sömürgeler başta olmak
üzere iki hasım millet arasındaki başlıca kolonyal anlaşmazlıkların tamamı­
nı sonuca bağladı. Britanya 1 907 yılında bu kez Rusya'yla, ağırlıklı olarak
Asya'daki toprak anlaşmazlıklarını sona erdiren bir diğer Antant'a imza attı.
Britanya her ne kadar Fransa ve Rusya'yla ittifak yapmış olmasa da Üçlü İti­
laf, diplomatik ilişkilerde köklü bir devrim niteliğindedir. Kayzer'in agresif
politikası, Yüz Yıl Savaşları'ndan beri düşman olan Fransa ve Britanya'yı bir
araya getirmişti. Oldukça kötü bir şekilde tökezleyen Kayzer, şimdi oluşu­
muna yardımcı olduğu antantı parçalamaya çalışacaktı.

GERİLİM ARTIYOR

nglo-Fransız Antlaşması, İngilizlerin kendi bölgelerini Fransız kont­


A rolüne bırakmasıyla Fas'taki ihtilafları çözüme kavuşturdu. Fransızlar
yeni mandalarının yönetimini devralmak için harekete geçerken, Kayzer de
meseleyi Antant üzerinde baskı kurup onu dağıtmak için kullanmaya karar
verdi. Büyük bir hamle yapan Alman İmparatoru, Fas'ın Tanca Limanı'na
giderek Fas'ın bağımsızlığını desteklediğini ilan etti. İlaveten, Fas meselesi­
nin çözümü için uluslararası bir konferansın toplanmasını talep edip, buna

NORVEÇ itilaf Devletleri


İSVEÇ
ittifak Devletleri

Tarafsız Ülkeler

Kuzey
Denizi DANİMARKA

BRITANYA
.

;r
(
•oestek•
RUSYA
ALMANYA ' \ POLO
HOLLAriDA iması
NYA

Atlan tik
Okyanusu
B � KA�
\. "l,.,., -
,.A..
LÜKSEMBURG... .,..,.
' AVUSTl!RYA- .
MACARiSTAN \
( "Tam destek"

. ')
beklentisi

Karadeniz

İTALYA
• ROMANYA
. _,

Saravbo111a � .
BULGARiSTAN
.
SJRBISTAtı
(<drlyatllc (
Denizi
"

ARNAVUTLUK
POflTEKiZ İSPANYA OSMANLI İMP.
YUNANİSTAN

Akdeniz

1914'TEKİ DURUM

18 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
yegane alternatifin savaş olacağına ilişkin BOER SAVAŞI'YLA AÇIGA ÇIKAN
SORUNLARIN ARDINDAN. BRİTANYA
örtülü tehditler savurdu. Birinci Fas Krizi
DAHA PROFESYONEL BİR KUVVET
başlamıştı. OLUŞTURMAK İÇİN ASKERİ
TALİM PROGRAMINDA BİRTAKIM
Avrupa'nın önde gelen devletleri, Fas'ın YENİLİKLERE GİTTİ. BU ASKERLERİN
geleceğini ve dolayısıyla Avrupa'daki kuv­ EGİTİMİ ONLARA MONS'TA BÜYÜK
FAYDA SAGLAYACAKTI.
vet dengesini görüşmek üzere 1 906 yı­
lında Algeciras Konferansı'nda bir araya
geldi. Konferans, Antant'ı yok etmek için
güç kullanma çabaları boşa çıkan Almanya için bir felaket oldu. İngilizler
Fransızlara tam destek verip, Almanya'nın savaş tehditleri karşısında geri
adım atmadı. Buna ilaveten, Avrupa'daki güçlerin çoğunun Fas meselesinde
Fransa'yı desteklediğini gören Kayzer afallamıştı. Almanya'nın müttefiki
İtalya'nın bile Fransa'yla saf tutması, geride Alman davasına sadık bir tek
Avusturya'yı bırakıyordu.

Konferansın sonuçları Kayzer' in tahmin edebileceğinden de kötüydü.


Artık Britanya'daki pek çok kişi için Kıta Avrupası'nın güvenliğini tehdit
edenin Almanya olduğu açıktı. Fransa ve Britanya'nın askeri erkanı, Britan­
ya'nın yaklaşan savaşa en iyi nasıl müdahil olabileceğiyle ilgili gizli görüş­
melere başladı. Bir Alman istilası durumunda Britanya'nın mevcut ordusu­
nun çoğunu Fransa' ya göndermesine karar verilmişti. İngiliz Sefer Kuvveti
(British Expeditionary Force - BEF), 1 00.000 kişilik oldukça küçük bir
kuvvet olmasına karşın, birbfrine hayli denk durumdaki Alman ve Fransız
kuvvetleri arasındaki savaşta kritik bir rol oynayabilirdi.

Antant'ı diplomatik yollarla parçalamakta başarısız olan Kayzer, Britan­


ya ve Fransa'yı birbirinden ayırmak için farklı güç kullanma yöntemlerine
başvurdu. Britanya, 1 906 yılında HMS Dreadnought'u suya indirerek deniz

S AVA Ş A G İ D E N Y O L 19
ARŞİDÜK FRANZ FERDINAND VE harbinde devrim yapmıştı. Günümüz uz­
EŞİ, SUİKASTA UGRAYACAKLARI O
MUKADDER GÜNDE ARABALARINA manlarına göre gemi öylesine kuvvetliydi
DOGRU İLERLERKEN. ki, diğer bütün savaş gemilerini önemsiz
GAVRILO PRINCIP VE ÖTEKİ kılmıştı. Dretnot, Britanya'nın denizler­
KOMPLOCULAR ARŞİDÜK'E deki hakimiyetini pekiştirdiği gibi, onu
SUİKASTTAN YARGILANIRKEN.
PRINCIP'İN ATTIGI KURŞUNLAR riskli bir durumla da karşı karşıya bıraktı.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN ÇIKIŞ Britanya, 1 905 yılında Alman donanması­
NEDENLERİNDEN BİRİ OLACAKTI.
na kıyasla o kadar çok savaş gemisi bulun­
duruyordu ki, Alman donanması ona karşı
ciddi bir tehdit teşkil etmekten uzaktı. Fa­
kat dretnotun ortaya çıkışıyla gemi tasa­
rımında zuhur eden sıçrama eski Britanya
gemilerinin pek çoğunu işe yaramaz kıldı.
Britanya donanmasının Alman donanma­
sına üstünlüğü tek bir gemiye indirgen­
mişti : Bundan böyle yalnızca dretnot sını­
fındaki gemiler önemli olacaktı.

Kayzer coşkuyla bu fırsatın üzeri­


ne atıldı. Almanya kendi dretnotlarını

20 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
geliştirecekti ; maksat bunu akıl almaz bir YAS İÇİNDEKİ HALK. ARŞİDÜK
FRANZ FERDINAND'IN CENAZE
hızla yaparak Britanya'nın denizlerdeki ALAYINI İZLİYOR. ARŞİDÜK'ÜN
hakimiyetine meydan okumaktı. Fakat SUİKASTA UGRAMASINI DEHŞETLE
kendisi için donanmanın ölüm-kalım me­ KARŞILAYAN BİRÇOK AVUSTURYALI
İNTİKAM İSTİYORDU.
selesi teşkil ettiği Britanya buna izin ve­
remezdi. Sonuçta İngilizler, Almanya'nın
üreteceği her bir dretnota karşılık iki dret­ Birçokları, kapıya dayanan
çatışmanın atlatıldığını düşünüyordu.
not üretme kararı aldı. Denizdeki pahalı Lakin ittifak sistemleri, çıkacak
ve amansız silahlanma yarışı başlamıştı. küçük bir kıvılcımı bir savaş
yangınına körüklemek üzere
Kısa zaman öncesine kadar Fransa'ya kar­
pusudaydı. Söz konusu kıvılcımın
şı Britanya'nın tarihi dostu olan Almanya, kaynağı Balkanlar olacaktı.

artık onun ulusal düşmanıydı.

Fas 1 9 1 1 'de yine bir Avrupa krizinin


merkezi oldu. Yabancılara k,arşı patlayan
bir isyanın ardından Kayzer, görünürde
bölgedeki Alman çıkarlarını korumak, fa­
kat aslında Britanya'ya Fransızların zayıf­
lığını göstermek maksadıyla Alman gam­
botu Panther'in Fas'ın Agadir limanına

S AVA Ş A Gİ D E N YOL 21
demirlemesini emretti. Böylece Kayzer, İngilizlerin gecikmeli de olsa güçlü
bir Almanya'nın güçsüz bir Fransa'dan daha iyi bir müttefik olacağı kanaatine
varacaklarını düşünüyordu. Kayzer yanılmıştı; Antant'ı çökertmeye yönelik
diplomatik çaba bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandığı gibi, Almanya için
öngörülemeyen ilave sonuçlara gebe kaldı. Britanya, İkinci Fas Krizi'nin ari­
fesinde Fransa'yla o zamana değin görülmemiş bir deniz antlaşmasına imza
atıp, Akdeniz'i Fransızların himayesine bırakmak için donanmasını çekti.
Karşılığındaysa Fransa'ya herhangi bir Alman saldırısı halinde Britanya Manş
Denizi'ni koruyacaktı. Antant artık adı konulmamış gerçek bir askeri ittifaktı.

BALKAN KRİZİ VE YAKLAŞAN SAVAŞ

ayzer'in 1 9 1 1 'deki diplomatik başarısızlığının akabinde saldırgan ey­


K lemlerine ölçü vermesi Avrupa'nın hakim güçleri arasındaki ilişkileri
yatıştırdı. Birçokları, kapıya dayanan çatışmanın atlatıldığını düşünüyordu.
Lakin ittifak sistemleri, çıkacak küçük bir kıvılcımı savaş alevlerine körük­
lemek üzere pusudaydı. Söz konusu kıvılcımın kaynağı Balkanlar olacaktı.
En önemlisi Sırbistan olan küçük Balkan ulusları, sendelemekte olan Os­
manlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlıklarını henüz kazanmışlardı. Türk­
lerin geri çekilmesinin ardından, farklı etnik ve dini gruplar Balkanlar'da
egemenlik için bir dizi savaşa tutuştu.

Bunlar yetmezmiş gibi, b u kargaşaya


bir de Avusturyalıların Balkanlar'a yayılma
tutkuları ile egemenliklerini Bosna'dakileri
kapsayacak şekilde Balkan Slavlarına doğru
genişletmeleri eklendi. Dahası, Rusya Bo­
ğazlar'ın kontrolü için planlar yapıyor ve
Balkan uluslarına karşı Slav olmalarından
kaynaklı etnik bir hısımlık hissediyordu.
Doğrusu istenirse, Ruslar ve Sırplar he­
definde Avusturya'nın bulunduğu bir as­
keri ittifak içine girmişti. Çıkarları çatışan
AVUSTURYA KARTALINI Avusturya ve Rusya, Balkanlar'daki son
YAVRU SIRP HOROZUNA derece istikrarsız siyasi durumun ortasında
SALDIRIRKEN TASVİR EDEN
PUNCH DERGİSİ KARİKATÜRÜ. diplomatik bir mücadeleye tutuşmuştu.
ANCAK ARKADA GİZLENEN
RUS AYISI, SIRBİSTAN'IN 28 Haziran 1 9 1 4'te bir suikastçının
YARDIMINA GELMEYE HAZIR. silahından çıkan kurşunlar, Avrupa'daki

22 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I TA R İ H İ
o hassas sükuneti çınlayarak parampar­ AVUSTURYA, SIRBİSTAN'A KARŞI
SAVAŞI MEMNUNİYETLE KARŞILADI.
ça etti. Avusturya tahtının varisi Arşidük FOTOGRAFTA, CEPHEYE GİTMEDEN
Franz Ferdinand, Saraybosna'ya sözüm ÖNCE BİR KARDİNAL TARAFINDAN
TAKDİS EDİLEN HARP OKULU
ona bir iyi niyet turu düzenlemişti. Ancak
SUBAYLARI GÖRÜLÜYOR.
Arşidük'ün ziyaret sebebinin kısmen Sır­
bistan'daki Avusturya hakimiyetini sergi-
lemek olduğuna şüphe yoktu. Birçok Sırp, Avusturya İmparatorluğu'nun
çizmesini Üzerlerinde hissederek yaşamıştı ve Arşidük'ün varlığı, Balkan­
lar'daki Slav halklarını Avusturya'nın nüfuzundan kurtarıp kendi kontro­
lüne almayı arzulayan milliyetçi Sırp hükümeti başta olmak üzere Sırpların
tamamına karşı bir provokasyondu. Aşırı milliyetçi Sırp "Kara El" örgütü
üyesi Gavrilo Princip (Sırp hükumetinin üstü kapalı desteğini almış olma
ihtimali de bulunarak), Avusturya yönetiminden intikam almak üzere bir­
kaç suikastçıyla birlikte Saraybosna'ya geldi. Ancak Arşidük'ü öldürmek
için girişilen ilk çabalar başarısız olmuş, Princip kendini bir kahvede ba­
şarısızlığına hayıflanırken bulmuştu . Fakat o esnada Arşidük'ün üstü açık
arabası kahvenin dışında durdu . Silahını kapan Princip, arabaya doğru atılıp
iki el ateş ederek Arşidük ve e�ini öldürdü. Birinci Dünya Savaşı'yla sonuç­
lanacak olaylar zinciri tetiklenmişti.

Saraybosna'daki hadiseyle sarsılan dünya Arşidük için yas tutuyordu.


Avusturya İmparatoru Franz Joseph'in, varisinin ölümündeki rolünden
ötürü Sırbistan'dan hesap sormak için içi içini yiyordu . Fakat Sırbistan'ın

S AVA Ş A G İ D E N YOL 23
AVRUPA'DAKİ ASKERLERİN Rusya'yla sağlam bir dostluğu olduğunu
PEK AZI ÖNLERİNDEKİ
fark eden imparator, Almanya'nın desteği
DÖRT YIL BOYUNCA
KARŞILAŞACAKLARI olmadan Sırbistan'a karşı harekete geçme­
DEHŞETLERİN FARKINDAYDI. yecekti. Kayzer'in Sırbistan'a karşı herhan­
NEŞE İÇİNDE CEPHEYE GİDEN
BU İHTİYAT ERLERİNİN KİM gi bir Avusturya hamlesini desteklemeyi
BİLİR KAÇI AVUSTURYA'NIN kabul etmesi, bu ihtiyacı 5 Temmuz'da
1918'DEKİ YENİLGİSİNE
ŞAHİTLİK EDEBİLECEK karşılamış oldu. Avusturya'yı provokatif
KADAR HAYATTA KALDI. eylemleri için cesaretlendiren şey işte bu
diplomatik "açık çek"ti. Söz konusu "açık
çek"i verirken Almanların neyi amaçladığı
Savaş ilk bakışta Sırbistan ve
günümüz tarihçileri arasında tartışma ko­
Avusturya arasındaki küçük
bir çatışma gibi görünse de nusudur. Bazıları bunun Avrupa kıtasının
Avrupa'daki ittifaklar ağı onu hakimiyetiyle sonuçlanacak bir savaşı te­
kısa zamanda bir dünya savaşına
tiklemek için Almanya'nın bilinçli çabası­
çevirecekti.
nın bir parçası olduğunu savunurken, öte­
kiler ise Almanya'nın bu kararından doğa­
bilecek tehlikelerin farkına varamayıp, tek
müttefiki olan Avusturya'yı kızdırmaktan
sakındığını öne sürer. Maksat her ne olursa
olsun, Avusturyalılar, Almanya'nın "açık
çek"iyle artık Sırp meselesini topyekun
çözecek desteğe sahiptiler.

Avusturya-Macaristan İmparatorlu-
ğu, 23 Temmuz 1 9 1 4 'te Sırbistan'a bir
ültimatom verdi. Ültimatom, Sırbistan' ın

24 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I TA R İ H İ
egemenlik haklarının bir kısmından feragat etmesini isteyen 1 O maddeden
oluşuyordu. Maddelerin kabul edilemeyecek kadar sert olması, Avustur­
ya'nın mazur görülemeyecek bir suçun hesabını soran, haksızlığa uğramış
taraf gibi görüneceği bir savaşa imkan sağlayacaktı. Fakat Sırplar sürpriz bir
hamleyle isteklerin çoğunu kabul edip, ötekilerin de uluslararası bir komis­
yonda görüşülmesi talebinde bulundu. Sırbistan'ın bu hareketi rüzgarın yö­
nünü Avusturya'ya doğru çevirmişti. Britanya'nın sorunun çözülmesi için
önerdiği Avrupa Konferansı hem Avusturya hem de Almanya tarafından
reddedildi ve Avusturya 28 Temmuz 1 9 1 4'te Sırbistan'a savaş ilan etti.

SAVAŞ YAYILIYOR

avaş, ilk bakışta Sırbistan ve Avusturya arasındaki küçük bir çatışma gibi
S görünse de, Avrupa'daki ittifaklar ağı kısa zamanda onu bir dünya har­
bine çevirecekti. Rus Çarı il. Nikola bir ikilemle karşı karşıyaydı. Askeri
ittifakları sebebiyle Sırbistan'ı savunması şeref meselesiydi ancak böyle bir
hamlenin Avrupa'yı alevler içinde bırakabileceğinin de farkındaydı. Fakat
her şeyi bir yana bırakıp şeref yolunu tercih eden Çar, 30 Temmuz'da Rus
ordusuna seferberlik emri verdi. Dünya savaşına giden yoldaki bu ikinci
adım Almanya'nın tepkisine neden olacaktı.

Fransa ve Rusya arasındaki ittifak, Almanya'yı iki cepheli yıkıcı bir sa­
vaşla tehdit ediyordu. Lakin 1 9 1 3 'te ölen Alman Genelkurmay Başkanı
Kont Alfred von Schlieffen, böyle bir olasılık karşısında zekice bir plan
yapmıştı. Fransa, ordusunu göz açıp kapayıncaya kadar seferber edebilecek
modern ve küçük bir ülkeydi. Devasa bir ülke olan Rusya'nın ulaşım ağı ise
zayıftı. Schlieffen Planı, Rusya'nın seferberliğini tamamlayıp savaşa hazır
hale gelmesinin altı hafta alacağını öngörüyordu. Dolayısıyla Almanya'nın
Fransa'yla tek başına yüzleşmek için altı haftası olacaktı. Plana göre, Rusya
seferberliğe başladığında Almanya Fransa'ya savaş ilan ederek onu altı hafta­
da mağlup etmeliydi. Bu başarıldıktan sonra Alman ordusu Rus tehdidiyle
rahatça başa çıkabilirdi. Rus seferberlik emrinin 30 Temmuz'da verilmesiy­
le, Almanya için altı haftalık süre başlamış oldu.

Avrupa'daki gelişmelerin sürati, boyu/:ıu aşan bir durumla karşı karşıya ka­
lan Kayzer'i yaya bıraktı. Schlieffen Planı'nın mantığını sorgulayan impara­
tor, mevcut Genelkurmay Başkanı Helmut von Moltke'ye yalnızca Rusya'ya
karşı savaşmanın mümkün olup olmadığını sordu. Ancak görünüşe bakılırsa
plan değiştirilemezdi. Kayzer'in felaketten kaçınmak konusunda samimi mi

S AVA Ş A Gİ D E N YOL 25
olduğu, yoksa tasarladığı savaşta olası bir
Alman yenilgisinden mi korktuğu tarihçi­
ler arasındaki bir başka tartışma konusudur.
İmparator ve müşavirleri çıkar yol bulama­
dı. Bu kafa karışıklığına ilaveten Fransa da
kendi seferberliğini başlatmıştı. Britanya'nın
bir Avrupa savaşı karşısındaki tutumunun
ne olacağından emin olamayan Almanlar,
ada ulusunun tarafsız kalacağını umuyordu.

Almanya 1 Ağustos'ta seferberliğini


tamamladı. Ertesi gün ise Lüksemburg'a
girip, Fransa'ya taarruz etmek)çin tarafsız
Belçika'dan geçiş hakkı istedi. Belçikalı­
ların bu talebi reddetmesiyle Almanlar 3
Ağustos'ta bu küçük ülkeyi istilaya başladı.

Fırtınaya müdahil olmayan büyük güç­


ler artık sadece İtalya ve Britanya'ydı. İtal­
yanlar, saldırgan taraf nazarıyla baktıkları
müttefiklerinden ayrılarak tarafsızlığı seçti.
AVRUPA'NIN DÖRT BİR
YANINDAKİ ERKEKLER Kağıt üzerinde tarafsız kalma seçeneği olan
CEPHEYE GİTMEK İÇİN Britanya ise aslında geri dönülmez biçimde
AİLELERİNİ GERİDE
BIRAKTI. FOTOGRAFTAKİ
Fransa'ya bağlanmıştı. Bazı tarihçiler, Bri­
ALMAN ASKERİ, SİVİL tanya'nın Fransa'nın yanında savaşa girme
KIYAFETLERİNİ KIŞLANIN
hususundaki niyetini önceden açık etmiş
KAPISINDAN ANNESİNE
UZATIYOR. olması durumunda Almanya'nın bu den­
li saldırgan davranamayacağını söyleyerek
savaşın sorumluluğunu kısmen Britanya'ya
yükler. Fakat Britanya'nın ilgilenmesi gereken kendi sorunları vardı. 1 9 14,
nicedir beklenen İrlanda Özerk Yönetim Yasası'nın uygulamaya gireceği yıl­
dı. Ayrıca, İrlanda'nın kuzeyindeki Protestanlar ile güneyindeki Katolikler
iç savaşa hazırlanıyordu. Dikkatini kan gölüne dönmenin eşiğindeki İrlan­
da'ya yönelten Britanya, başını bu meseleden kaldırdığı vakit doludizgin sa­
vaşa ilerleyen Avrupa'da artık herhangi bir değişikliğe yol açamayacağı kadar
geç olmuştu. Başbakan Herbert Asquith ve Dışişleri Bakanı Edward Grey'in
başlarını çektiği hükumet Fransa'yı destekliyordu. Ancak halkın savaşa destek
vermesine neden olan şey Belçika'nın istilasıydı. Grey, savunmasız ve cesur
Belçika'ya yardım için savaşa girilmesi gerektiğine dair 3 Ağustos'ta parlamen­
toda tutkulu bir söylev verdi. Britanya'nın 1 830'larda Belçika'nın tarafsızlığı­
nı müdafaa etmek için imzaladığı antlaşmayı hatırlatarak, Britanya halkından

26 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVAŞI T A R İ H İ
bunu şereflendirmesini istedi. Dışişleri ba­ 1914, WHITEHALL, LONDRA.
ORDUYA YAZILMAK İSTEYENLER
kanının duygulu konuşması başarılı olmuş,
SIRA BEKLİYOR. SAVAŞIN,
geride savaşa muhalif yalnızca İşçi Partililer­ KENDİLERİ DAHA MUHAREBE
den oluşan küçük bir grup bırakmıştı. GÖREMEDEN BİTEBİLECEGİNDEN
KORKAN BİRÇOK KİŞİ ME VCUTTU.
Britanya, Alman hükumetine askerleri­
ni Belçika ve Fransa'dan çekmemesi duru-
munda Almanya' ya savaş ilan edeceğini bildiren 24 saatlik bir ültimatom
verdi. Haberleri alan Alman Şansölyesi Bethmann-Hollweg'in kan beynine
sıçradı. Britanya'nın harbe gireceğini ummamıştı. Hele de bunu "bir kağıt
parçası" olarak nitelendirdiği eski bir antlaşma için yapacağına inanmakta
güçlük çekiyordu. Britanya'nın ültimatomu fazla etki yaratmadı, zira Al­
manya'nın seçtiği yolda ilerlemekten başka şansı yoktu.

Britanya'nın verdiği ültimatomun süresi 4 Ağustos gece yarısı sona ere­


cekti. Edward Grey o akşam İrlanda'nın güneyindeki milliyetçilerin lideri
John Redmond'la görüşüyordu. İkili, yaklaşmakta olan Özerk Yönetim
Yasası ile bölgede devam eden huzursuzluğa ilişkin ekseriyetle ihtilafa düş­
müştü . Lakin o gece, dakikalar yavaşça ilerleyip Britanya'yı savaşa sürük­
lerken, her iki adam da gündemdeki olayların önemini fark etti. İki lider
sessizce oturup kafa yorarken, dışarıdaki bir adam caddedeki gaz lambaları­
nı söndürüyordu. Vakit gece yarısıydı ve Britanya'nın verdiği ültimatomun
süresi doluyordu. Grey, İrlandalı misafirine bir kehanette bulundu : "Avru­
pa'daki bütün ışıklar sönüyor ve korkarım ki yaşamımız boyunca bir daha
yandıklarını görmeyeceğiz. " Öngörüsü fazlasıyla isabetliydi.

S AVA Ş A G İ D E N YOL 27
HASIM PLANLAR

lmanlar Fransa'yı istila etmiş ve Fran­


Avrupa'nın savaş makineleri
bir "Taarruz Kültü"nün tesiri
A sa'yı altı haftada dize getirebilmek
altındaydı. Aslında yeni silahlar uğruna Belçika' nın tarafsızlığını ihlal
ve endüstriyel güç , hücumu ederek Britanya'nın gazabını göze almış­
taraflar için maliyetli ve beyhude
tı. Görünüşe bakılırsa Kayzer' in süratli
kılacak fakat askeri planlamacılar
taarruz temelli görüşlerini bir zafer beklemesinde şaşılacak bir şey
sonuna değin koruyacaktı. yoktu : Nihayetinde Almanya Fransa'yı
1 870'te benzer bir zaman diliminde yen­
mişti. Çeşitli ülkelerdeki askeri düşünürle­
rin tamamı savaşın hızlı ve belirleyici olacağına inanıyordu. Sanayi devrimi,
savaşan taraflar için bunu mümkün kılan modern bir cephanelik sağlamıştı.


MOLTKE
Fransa-Prusya Savaşı'nda Fransa'yı dize getire n meşh u r
:�
feldmareşal i n yeğeni olan General Helmut v o n Moltke,
1 90 6 yıl ında genelku rmay başkanı o larak Schlieffen'in
yerini aldı. Genç Moltke, Schl ieffen Plan ı 'nda birkaç
değişikl i k yapmayı uygun gördü. Fransızlara karşı fazla
toprak kaybedilebi leceği nden korkarak, Alman taarru-
z u n u n sıklet merkezi olan sağ kanattan kuwet kaydırıp
Alsas- Loren'deki savunma hatları n ı kuwetlendirdi. Bi-
raz ürkek ve gergin bir karakter olan Moltke'nin sava-
ş ı n başlamasıyla cephe hattı n ı n gerisinde kal ı p i lerleyen
kuwetleriyle temasını yiti rmesi, Alman ları n batıda
kazandığı başarıları gözünde fazla büyütmesi ne neden
oldu. Karşılaştığı zorlu klara bir de Doğu Cephesi' nde-
ki Rus istilası ve İ ngil izlerin Anvers'e çıkması eklendi.
Sch l i effen Planı Alman güçlerin i n b u tarz gel işmelerle
dikkat dağıtmayıp hızlı bir şeki lde Fransa'yı yenmeye
odaklanmasını buyu ruyordu. Fakat Moltke'n i n güven i
kırılmıştı. Doğabi l ecek sonuçlardan korkarak, öteki
tehditleri karşılamak üzere ilerleyen Alman güçlerinin
sağ kanadı ndan asker kaydırdı. Sch l i effen Plan ı ' n ı n has-
sas dengesi bozu lmuştu. Dahas ı , M oltke'n i n hataları
kritik Marne Muharebesi'ne zem i n hazı rlad ı . Bu be l i rleyici anda ilerleyen kuwetleriyle tema-
s ı n ı yeniden yitiren general, stratej i k durumla i lgilen mesi için sadece bir albay olan Richard
r Hentsch'i cepheye yolladı. Kontrolünü yitiren ve sinirleri bozu lan Moltke taarruzu durdurdu.
1 Schl i effen Plan ı 'yla sürekl i oynanması i l e sevk ve idaredeki ürkekl ik, Alman kuwetleri n i n stra-
ı'
1 teji k mağlubiyetiyle sonuçlanacak, bu da Birinci Dünya Savaşı'nın dev b i r çıkmaza gi rmesine
!1

neden olacaktı. Kayzer, 1 9 1 4 Eylül'ünde Moltke'yi görevden aldı.

30 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I TA R İ H İ
Şüphesiz, Avrupa'nın savaş makineleri bir SAHRA TOPLARINI HIZLA
NEHİRDEN G EÇİRMEYE ÇALIŞAN
"Taarruz Kültü"nün etkisi altındaydı. As­
FOTOGRAFTAKİ ALMAN
lına bakılırsa, savaşan ulusların yeni silah­ ASKERLERİNİN TEZAHÜRÜ
ları ve büyük endüstriyel güçleri taarruzu OLDUG U ÜZERE BİRİNCİ DÜNYA
SAVAŞI, BİRÇOK ASKERİ UZMANIN
maliyetli ve beyhude kılacak ancak askeri BEKLEDİGİ GİBİ BİR MANEVRA
planlamacılar, taarruz odaklı inançların­ SAVAŞI OLARAK BAŞLADI.

dan inatla ödün vermeyecekti.

General Joseph Joffre emrinde iki milyon kadar asker bulunduran Fran­
sız ordusu, Napolyonvari bir zafer için gözü pek bir taarruz fikrini iyice
benimsemişti. Plan 1 7 adı verilen Fransız taarruz harekat planı, Alman
kontrolündeki Alsas-Loren'e büyük bir istila öngörüyordu. Joffre ve gene­
ralleri, Fransız mücadele ruhunun yahut namı diğer elan'ın (azim, gayret)
Plan 1 7'nin teferruattaki eksiklerini kapatacağı düşüncesindeydi. Fakat pla­
nın, Kuzey Fransa'nın büyük bölümünün güçsüz bir savunmayla bırakıl­
ması gibi bariz birkaç zayıflığı mevcuttu. Lakin bu detaylar Fransızlar için
önemsizdi : Zira Almanya'ya öyle müthiş bir hızla taarruz edeceklerdi ki
Almanlar herhangi bir karşı taarruza geçene kadar iş işten geçmiş olacak,
Almanya kaçınılmaz yenilgisinden yakayı kurtaramayacaktı.

Sör John French komutasındaki 1 50.000 mevcutlu İngiliz Sefer Kuvveti


(BEF), Fransız planlarına adeta önemsiz bir ilave mahiyetinde dahil edildi.
Fransızlar öyle hızlı bir zafer bekliyordu ki hesaplarına göre BEF'in savaş
bitmeden Fransız topraklarına ulaşmak için güçbela zamanı olacaktı. Sonuç
olarak Joffre, İngilizleri Alsas;-Loren'den epey öteye, hattın kuzey ucuna,
yani sorundan en uzak görünen bölgeye gönderdi. Almanlar da planlarında
BEF'e pek az alaka göstermişler, hatta Kayzer bu kuvveti savaşın sonucuna
sınırlı etkisi olacak "küçük sefil ordu" diye nitelendirmişti. Bu aşağılayıcı
nitelendirmeyi o geleneksel özgüvenleriyle iltifat addeden BEF personeli, o
vakitten itibaren kendilerini "Yaşlı Sefiller" olarak adlandırdı.

A L M A N YA ' N I N B A T I YA T A A R RU Z U 31
'

�:J GENEL BAKIŞ


Almanya, Schlieffen Planı çerçevesinde l 9 l 4'te Fransa'ya taarruz etti. Almanlar altı haf­
ta içinde zafer kazanmayı umuyordu. Alman orduları, Fransızları bir çevirme harekatıyla
ezmek için tasarlanmış büyük bir çark manevrasıyla tarafsız Belçika'yı çiğneyerek ha­
rekete geçti. Alsas-Loren'e taarruz eden Fransızlar ilk başta Almanlar ı n ekmeği ne yağ
sürdü. Bu durum, Almanlar ı n n-eredeyse karşı l ı k görmeksizin kuzeye i lerlemelerine ola­
nak sağlad ı. Bu sırada, İngiliz Sefer Kuweti ( BEF) Fransa'ya çıkmış, cephe hattı n ı n sakin
bir kısm ı nda kalacakları n ı düşünerek M ons'a i l erlemişti. Bilakis, İngil izler i lerleyen Alman
güçler i n i n dosdoğru önüne çıktı lar. BEF. cesur bir müdafaanı n ardı ndan Paris'e doğru
geri çeki l d i . Tam da her şey kaybedi l m i ş gibi görü nüyordu ki Fransızlar felaket karşısı nda
hızlı davranı p, askerler i n i Paris kapı ları ndaki Marne Nehri'nde gerçekleşecek başar ı l ı bir
muharebe için bir araya topladı. Geri püskürtü len Almanlar, savaşı altı haftada kazan­
mak için oynad ı kları bahsi kaybetmişlerd i . Birinci Dü nya Savaşı böyle l ikle Fransayı boyl u

boyunca saracak ve bir siper harbine dönüşecekti.

Alman harekat planını tertipleyen isim Alfred von Schlieffen'di. Fran­


sızların kaybettikleri Alsas-Loren bölgesini ele geçirmeye teşebbüs edebile­
ceklerini kavrayan Schlieffen, böylesine öngörülebilir bir planı kendi lehine
çevirmeyi amaçladı. Schlieffen Planı, Alsas-Loren'in müdafaası için bölgede
küçük bir kuvvet bırakılmasını öngörüyordu. Bu güçsüz savunma, Fransız­
ları tuzağa çekmek için tasarlanmıştı. Fransızlar Alsas-Loren'e ilerlerken beş
Alman ordusu Belçika üzerinden zayıfça savunulan kuzey Fransa' ya ilerleye­
cek, akabinde bir döner kapı misali Alsas-Loren'e çark edecekti. Alman ordu­
ları Paris'i zapt edecek, sonrasında ise Fransızları arkadan vurmak üzere Al­
sas-Loren bölgesine yönelecekti. Böylelikle Fransızlar Alsas-Loren'de kapıyı
bir tarafından iterken, kapının diğer tarafı sırtlarına inecekti. Bu, Hannibal'in
Cannae'de icra ettiği türden klasik bir çevirme hareketiydi ve Fransız ordusu­
nun bir Kesselschlacht'la (çevirme harekatı) topyekun imhasını öngörüyordu .

Schlieffen, planında birtakım zaaflar bulunduğunun farkındaydı. Alman


hattının sağ kanadındaki ordu, Paris'i ele geçirip güneydeki Fransız kuvvetle­
rini çembere almak için muazzam bir mesafe kat etmeliydi. Bu husus, planın
başarısı için öylesine can alıcıydı ki Schlieffen'in ölmeden önceki son sözleri,
" Sağ kanadı zayıflatmayın, " idi. Ayrıca general, bu denli büyük bir harekatı
mümkün kılmak için lojistik mucizelerin gerekeceğini anlamıştı. Bu sebep­
ten, ilerleyen Alman kuvvetlerinin ikmaline ilişkin meseleleri titizlikle plan­
ladı. Yine de Schlieffen'in planı öylesine hassas bir dengeye dayalıydı ki, asker
ve ikmal düzenindeki en ufak bir oynama her şeyi riske atabilirdi.

Üç milyon üzerinde bir mevcuda sahip Alman Silahlı Kuvvetleri'ne


komuta eden General Helmut von Moltke, Schlieffen Planı'nı 1 9 1 4'te

32 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
'?:'
;�-ı KRAL ALBERT
Kral Albert, Alman l arı n Belçika'ya girmeleri n i n ar­
d ı ndan ülkesinin küçük fakat azim l i ordusunun başı­
na geçti. Kral ve kumandanları tah kim ed i l m i ş Liege
şehrinde gözü pek b i r savunma yapmayı planl ıyordu.
Fakat Alman i lerleyi ş i n i n h ızı ve Alman ateş gücünün
ağı rlığı, Belçikal ıları b irkaç gün içinde geri çeki lerek
Anvers l i man ı n daki mevzi lere sığı n mak d u rumu nda
bı raktı. Üstün oldukları Belçikal ı l ara " Den ize Hücum"
sırasında bir darbe daha vu ran Al manlar, Anvers'i de
alarak on ları sah i l boyunca daha da geriye attı. Belçi­
ka' n ı n neredeyse tamamı düştükten son ra, Albert'i n
güçleri 1 9 1 4 Ekim'[ sonlarındaki Yser Muharebesi'n­
de nihayet çetin bir d i re n i ş sergi ledi. Taşra bölgeleri ni
sular altında bırakan Belçikal ı lar. Alman kuwetleri n i n
i lerleyişini durd u rmaya kısmen m uvaffak oldu. Kralla­
rın ı n önderliğindeki Bel ç i ka güçleri, savaşı n geri kala­
n ı n ı topraklarının küçük bir kıs m ı n a inatla tutunarak
geçi rd i . Albert, İ ngi liz ve Fransızlara bağı m l ı olsa da,
eski müttefikler arasındaki i l işki ler gene l l i kle gergi ndi.
Kral Albert, Müttefi klerin savaştaki hedefleri n i n pek
çoğuyla arasına mesafe koyup kendisi ve kuwetleri­
nin yal nızca Belçika' n ı n özgürlük ve bağımsızl ığı için
savaştığı hususunda ısrarcı oldu. Şüphesiz, Kral Albert
ekseriyetle Almanlarla b i r barış yapma eği l i m indeyd i
ve kuwetleri batıdaki b i rçok ö n e m l i Müttefi k taarru­
zunda yer almad ı . Buna karş ı n , 1 9 1 S'd e tavrı nı değiş­
tiren Albert, savaşı n kazanı l ması n ı sağlayan son büyük
Müttefik taarruzunda ordusuna bizzat öncülük etti .

uygulamaya koydu. Moltke daha savaş


Tasarısının başarısı Schlieffen için
başlamadan önce dahi planın temeliyle öylesine önemliydi ki ölmeden
oynamış, üzerinde birtakım değişiklikler önceki son sözleri, "Sağ kanadı
zayıflatmayın," olmuştu. Schlieffen'in
yapmıştı. Planın Moltke'nin revize etti­ planı öylesine hassas bir dengeye
ği hali Alsas-Loren'in müdafaasına vurgu dayalıydı ki birlik ve ikmal düzeninde
en ufak bir değişiklik tüm planı
yapıyor, böylece cephenin hayati önemi
_ mahvetme tehlikesi doğuracaktı.
haiz sağ kanadını zayıflatıyordu. Muha­
rebe başladığında Moltke'nin biraz ürkek
bir komutan olduğu ve planı başarısızlığa
mahkum edecek feci hatalar yaptığı ortaya
çıktı.

A L M A N YA ' N I N B A T I YA TA A R R U Z U 33
Köln
0

, ,
)_ '
·' �
/,A.LTINCI
'<-

......
. ORDU

Par(s'Ö. \ .....
iNGILiz '�
SEFER KlJvVETi
� KUZUNCUoô R DQNCÜ
ORDU ORDU

17
ŞEŞINCI
\
ORDU

F R
- Alman Mevzileri · Ağustos

A · � S A'\
\
- 23 A{ıustos'ta ulaşıldı

- 1 Eylül'de ulaşıldı
o

- Müttefik mevzileri • 5 Eytül Langres

1914 A�USTOS'UNDAKİ ALMAN TAARRUZU

ALMAN İLERLEYİŞİ

chlieffen'in, planında sağ kanada verdiği başrolü oynama görevi Ge­


S neral Kluck emrindeki Alman Birinci Ordusu'na düştü. Birinci Or­
du'nun hemen güneyinde ise kağıt üzerinde Kluck'un üstü olan Bulow
komutasındaki Alman İkinci Ordusu mevcuttu. Bu iki kuvvet, Schlieffen
Planı'nı başarıya ulaştırmak için hem taarruz hem de ilerlemede kusursuz
bir eşgüdüm sergilemeliydi. Belçikalıların direnmeyi seçmelerine pek de

M-GERAT ("BÜYÜK BERTHK1 Kalibre: 420mm

ALMANYA Namlu uzunluğu: 6.72m


Ağırlık: 42.600kg
Azami menzil: 9300m
Mermi ağırlığı: 810kg

34 B İ R İ N C İ D Ü N YA S A VA Ş I T A R İ H İ
şaşırmayan Almanlar, evvela Liege Müs­ 1 � �
LE HAVR 'A ULA AN İNGİLİZ SEFER
KUVVET! - 16 AGUSTOS 1914.
tahkem Mevkii'ni aşmalıydı. Belçikalı ve
Fransız kurmaylar, Liege'i ve Belçika'daki BRÜKSEL'DEKİ ALMAN
KARARGAHININ DIŞI - 1914.
benzer müstahkem mevkileri bir çeşit koz
ALMANLARIN SAVAŞ SIRASINDA
olarak görüyordu. Dünyanın en kuvvetli BELÇİKA'DA YAPTIKLARI, ABD
tahkimatlarından biri olan Liege'in, Al­ DE DAHİL TARAFSIZ ÜLKELERİN
ALMANYA'DAN UZAKLAŞMASINDA
man ilerleyişini uzun bir süre durduracağı ETKİLİ OLDU.

A L M A N YA ' N I N B AT I YA TA A R RU Z U 35
NORTHUMBERLAND HAFİF
SÜVARİLERİ NEWCAS LE'DAN �
1 hesaplanmıştı. Lakin Almanların 8 1 0 ki­
. loluk mermiler ateşleyebilen 420 mm'lik
AYRILIRKEN - EYLUL 1914.
dev obüslerini getirerek taarruza geçmesi
Belçikalıların moral ve müdafaalarını yer­
le bir etti. Kudretli Liege yalnızca bir gün
dayanabildi. Almanlar 1 3 Ağustos'ta Belçikalıların tüm engel ve müdafaa­
larını aşmış ve savunmasız araziye ulaşmıştı. Orantısız bir güce karşı cesurca
çarpışan Belçikalıların kuzeydeki Anvers'e doğru çekilmeleriyle Alman as­
kerleri şimdi kitleler halinde Fransa' ya akıyordu.

Almanların kuzeyden bir taarruz icra edebileceğini nazara alan Fransız­


lar, bunu karşılamak için Metz'e kuvvetli savunma güçleri yerleştirmişti.
Ancak Almanların onların beklediğinden çok daha kuzeyden ilerlemeleri,
Fransız planlarını berbat etti. İlerleyen Almanların önünde yalnızca Gene­
ral Lanzerac komutasındaki Fransız On Beşinci Ordusu mevcuttu. Lanzerac
daha 14 Ağustos'ta Joffre'ye Almanların onun cephesinden ilerleyeceklerini
söylemiş lakin Joffre Fransız taarruz harekat planı "Plan 1 7"den başını kal­
dırıp ona kulak vermemişti.

Almanların Belçika'dan ilerledikleri sırada, General Sir John Fren­


ch komutasındaki BEF, Fransa'da karaya çıktı. Müttefikler BEF'i nasıl

36 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
görevlendirebileceklerine ilişkin pek çok 1 � ONS'T� BEF'LE ÇARPIŞMAK
UZERE BIR TARLADAN GEÇEN
olasılığı tartışmışlarsa da, sonunda teşkilin ALMAN ASKERLERİ.
Fransız hattının en kuzeyine, yani Belçi­
ka'nın Mons kenti yakınlarına konuşlandı-
rılması kararlaştırılmıştı. Hesaplara göre Fransız ordusu güneyde zafere ko­
şarken, buraya konuşlandırılan BEF önemli bir durumla karşılaşmayacaktı.
İngilizler, cephenin sakin bir kısmına mevzilenecekleri beklentisiyle tayin
edildikleri bölgeye yaklaşırken, Alman generaller can alıcı bir karar aldı.
Kuvvetleri arasındaki açıklığı daraltmak için Bulow, Kluck'a güneye dön­
mesini emretti. Bu, güçlü Alman Birinci Ordusu'nun Mons istikametinde
ilerleyerek BEF ile burun buruna geleceği anlamına geliyordu. Güneydeki
Lanrezac komutasındaki Fransız güçlerinin Alman ilerleyişi karşısında geri
çekilmesi de BEF'i çevrilerek imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırak­
mış, bu da İngilizler için işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmuştu.

1 70.000 kişilik Alman Birinci Ordusu, 23 Ağustos'ta 70.000 mevcutlu


BEF'le karşı karşıya geldi. Küçük Britanya kuvveti, bu destansı mücadelede
taarruz üstüne taarruz püskürterek sayıca üstün olan Almanları durdurma­
yı başardı. Britanya askerlerinden bazıları, onları burunlarının ucundaki fe­
laketten kurtaranın koruyucu "Mons Melekleri"yle sembolize ettikleri bir
,
ilahi müdahale olduğunu öne sürdü. Lakin günü kurtaran Britanya askeri­
nin nişancılığı ve disipliniydi. BEF, sayıca az olmasına rağmen eğitim hu­
susunda dünyanın en seçkin orduları arasındaydı. Mons'ta bu tarz bir mu­
harebeye tutuşmayı beklemeyen Almanların 23 Ağustos'taki taarruzları da
bu yüzden nispeten zayıf koordine edilmişti. Yine de BEF kendini müthiş

A L M A N YA ' N I N B AT I YA T A A R RU Z U 37
ALMAN ASKERLERİNİ 1914'TEKİ bir tehlike içinde buldu. Bir İngiliz asker,
İLERLEMELERİ SIRASINDA
TAARRUZ HALİNDE GÖSTEREN
savaşın o dehşetengiz şerbetinden ilk tadı­
KURGU FOTOGRAF. ARKADAKİ mını şöyle aktarıyor :
TROMPETÇİ, BİRLİGİN GERİ
KALANINA İŞARET VERMEK Gözlerim öylesine yorgundu ki
HAZIR BEKLİYOR. bir anlığına gördüklerime inana­
madım. Büyük, gri bir insan kit­
1
Güçlü Alman Birinci Ordusu'nun
lesi, üzerimize atılmak için 45
taarruz güzergahı onu metre öteden koşabildiğince hızlı
Bef 'le karşı karşıya getirdi. hücum ediyordu . Silahımı ateş­
Güneydeki Fransız güçlerinin
alman ilerleyişi karşısında geri
lememle her şey bir anda oldu .
çekilmesi bef 'i çevrilerek imha Alman yığınının titreştiğ ini gör­
edilme tehlikesiyle karşı karşıya dük. Bazıları düşmüş, bazıları
bırakmış, bu da Britanyalılar için
işleri daha da içinden çıkılmaz bir
da düşenlerin üzerine düşmüştü;
hale sokmuştu. ama gelmeye devam ettiler. . . Ar­
dından, yeniden cümbür cemaat
hücuma kalktılar. Hayatımın
en kritik anıydı . 18 metre sonra
binlercesi üzerimize çullana­
caktı fakat açtığ ımız ateş dehşet

lı 38 B İ R İ N C İ D Ü N YA S A VA Ş I T A R İ H İ
vericiydi. O mesafeden hedefi. kaçırma şansımız yoktu ve bir yahut iki
dakikalık bir süre içinde Almanların üzerine kutul�rca cephane bo­
şalttık. Çatışmanın sonuna geldiğimizde tüfeğim hararet yapmıştı .
BEF cesurca çarpışmıştı. Fakat General French, iki kanadı da savunmasız
bir halde fazla dayanamayacağını, aksi takdirde Britanya kuvvetinin etra­
fı çevrilerek topyekun felakete sürükleneceğini biliyordu. Neticede, Klu­
ck'un 24 Ağustos'ta Mons'u çembere almak için harekete geçtiği sırada BEF
ricata başladı. Kuzeydeki "Hudut Muharebeleri" böylelikle ses getiren bir
Alman zaferiyle sona eriyordu. Bölgedeki İngiliz ve Fransız kuvvetleri top­
yekun geri çekiliyor ve Schlieffen Planı, takvimin ilerisinde sayılabilecek
bir hızla amansızca işlemeye devam ediyordu .

PLAN 17 VE FRANSIZ İLERLEYİŞİ

ephe hattının güneyinde, General Joseph Joffre, Fransa-Prusya Sava­


C şı'nda kaybedilen Alsas-Loren'i geri almak için tertiplenmiş ve nicedir
beklenen Fransız taarruzunu icraya başladı. 14 Ağustos'ta, yani Almanlar
kuzeyde Lanrezac'la temas sağlamışken, Fransız Birinci ve İkinci orduları
Plan 1 7'nin ana kısmını uygulamaya koydu. Fransız ilerleyişi, nispeten de
ürkek bir komutan olan Moltke'nin bölgedeki Alman ordularını kuvvetlen­
dirmiş olması ve 75 rnm'lik standart Fransız toplarına karşı menzil üstün­
lüğü bulunan Alman ağır toplarının Fransız birliklerine ölüm yağdırmaları
nedeniyle zorlu geçiyordu . Altıncı Ordu Komutanı Prens Rupprecht'in
başını çektiği Alman komutanların, savunma yapılması yerine taarruza
geçilmesi için Moltke'ye baskı yapmaları da Fransızlar için işleri kötüleş­
tiriyordu. Böyle soylu bir talebi geri çeviremeyen Moltke, Alsas-Loren'de
icra edilecek bir Alman taarruzuna izin verdi. Bu karar Schlieffen Planı'nı
temelden sarsacak, Fransız kuvvetleri bu sayede felakete çekilmeyecekti.
Alsas-Loren'deki Alman kuvvetleri 20 Ağustos'ta karşı taarruza geçti. 22
Ağustos'a gelindiğinde Almanlar, Fransızların Plan 1 7 doğrultusunda ele
geçirdikleri tüm toprakları geri almıştı. Rupprecht'in taarruzu taktik bir
zafer fakat stratejik bir yenilgiyle sonuçlandı. Kuzeydeki gelişmelerin tabia­
tını fark eden Fransızlar, o vakit taarruz çıkış hatlarına çekilmiş oldukların­
dan ötürü hızla harekete geçmeyi başardı. Gerekli sevkiyat imkanlarından
yoksun olan büyük Fransız güçleri şayet Alsas-Loren içlerine sürüklenmiş
olsaydı, Schlieffen Planı'nın neticesi farklı olabilirdi.

A L M A N YA ' N I N B AT I YA T A A R RU Z U 39
Joffre 23 Ağustos'ta sevgili Plan 1 7'sinin darmadağın olduğunun ve
kuzeydeki Alman ilerleyişinin Fransa'nın varlığına büyük bir tehdit teşkil
ettiğinin nihayet kavradı. Elde zafer umudu kalmadığında dahi taarruzu
sürdürmek ve kuzeydeki tehlike emarelerini göz ardı etmekle suçlanabile­
cek olsa bile Joffre şimdi ortaya Fransa'nın kurtarıcısı olarak çıkıyordu. Sa­
vunma hattındaki generallerin tamamı, Alman taarruzunu durdurmaktan
umutlarını kesmişti. Her şey adeta Fransa-Prusya Savaşı'nın bir tekrarı gibi
görünüyordu. Lakin Joffre nihai zafere olan inancını korudu. Müttefikler
için günü kurtaran şey onun felaket karşısında gösterdiği soğukkanlılık
• oldu. Joffre, Alman taarruzunu karşılamak ve Paris'i savunmak için Fransız
kuvvetlerini kuzeye sevk etmek gibi müthiş bir işe girişti. Ayrıca halihazır­
da bölgede bulunan Fransız ve İngiliz kuvvetlerinin ricatlarını durdurabil­
mek için de büyük çaba sarf etti.

Joffre başlangıçta yaptığı hataları telafi etmek için uğraşırken Moltke'yi


ise gitgide korku sarıyordu . Moltke, Almanların Batıda hızlı bir zafer ka­
zanabilme olasılığını ortadan kaldırabilecek hatalar yapmıştı. İngilizler,
Belçikalı müttefiklerini güçlendirmek amacıyla Anvers'e küçük bir kuvvet
çıkarmıştı. Bu kuvvet ciddi bir tehdit unsuru olmasa da Moltke, ilerleyen
Alman güçlerinin sağ kanadından kuvvet kaydırarak bunları Belçika Müs-
tahkem Mevkii'ne yolladı. D aha da kötüsü
Moltke'nin Doğu Cephesi'ndeki gelişmele­
MONS MUHAREBESİ'NİN
AKABİNDEKİ UZUN RİCAT
re aşırı tepki vermesiydi. Schlieffen Planı,
SIRASINDA FOTOGRAFLANAN seferberliğini tamamlayana kadar Rus or­
İNGİLİZ PİYADESİ. ARTÇI
dusunun eylemlerinin göz ardı edilmesini
BİRLİKLERİN VERDİGİ ÇETİN
MÜCADELE, ALMANLARI belirtmişti. Ancak Doğu Prusya'ya yönelik
GERİ ÇEKİLEN İNGİLİZ olası bir Rus işgali Moltke'nin uykularını
GÜÇLERİNDEN UZAKTA
TUTTU. kaçırıyordu. Ruslara toprak kaybetmenin

I
, 1 '

., .
. ' . .
.
' · . ... r
,
\ , ...
, ..

olası etkilerinden endişe duyan general,


batıda ilerlemekte olan kuvvetlerin sağ
1 TOPÇU ATEŞİ ALTINDA
BİSİKLET TAMİRİ YAPAN
İNGİLİZ ASKERLERİ - AİSNE
kanadından iki kolorduyu çekerek, bun­ MINTIKASI, 1914.
la.rı doğuda çarpışan birliklerin yardımına
gönderdi. Böylece Batı Cephesi'nin kritik
noktasındaki Alman kuvvetlerinin sayı­
sı azalıyor, Müttefıklerinki ise artıyordu.
Moltke Schlieffen Planı'nın hassas dengesini yok etmişti ve
inisiyatif Fransızlara kayıyordu. İroniktir ki Moltke'nin
Ruslarla çarpışmak üzere sevk ettiği iki kolordunun Al­
manya'dan geçtiği sırada Almanya doğudaki muharebe­
leri kazanmış, batıdakileri ise kaybetmişti.

DENGELER DEGİŞİYOR

uzeydeki Alman harekatı gelişerek BEF'i im­


K hanın eşiğine getirdi. Joffre ricat sırasında bü­
yük bir ormandan geçmemek için kuvvetlerini
bölmek durumunda kaldı. Bunun sonucun-
da, General Smith-Dorrien komutasındaki
Britanya II'nci Kolordusu kuzeydeki Le Ca­
teau'ya çark ederek bir kez daha Almanların yoluna çıktı.
Kluck emrindeki birliklerin II'nci Kolordu'yu 26 Ağus­
tos'ta Le Cateau'da vurmasıyla işler İngilizler için çok
geçmeden vahim bir hal aldı. II'nci Kolordu'yu imha
olmaktan cesur bir müdafaa ile çetin bir direniş ser­
gileyen artçı güçlerin himayesindeki süratli bir ricat
kurtardı. BEF'in yok edilmesi ve durmak bilmeden
ilerleyen Almanların Paris'e ulaşması artık
yalnızca bir zaman meselesi gibi görünüyor,

1914 FRANSASl'NDAKİ ÜNİFORMA


Müttefikler için her şey ters gidiyordu.
VE TEÇHİZATIYLA İNGİLİZ
Almanların Le Cateau'ya doğru ilerle­
KRALİYET KOŞULU TOPÇ U
BİRLİGİ'NDEKİ (ROYAL HORSE mesiyle Joffre gelen tehdidi karşılamak üze­
ARTİLLERY) BİR ASTSUBAYIN re birliklerini kuzeye sevk etti. Bu gelişme,
TASVİRİ. BİRLİGİN "L" BATARYASI,
1 EYLÜL 1914'TE NERY'DE 3 ADET Fransızların kuzeyde General Maunoury ko­
VİKTORYA NİŞANI KAZANDI. mutasındaki Altıncı Ordu ile General Foch
komutasındaki Dokuzuncu Ordu'dan mü­
teşekkil iki yeni ordu kurmalarını sağladı. Buna ilaveten, Fransızlar Paris'te
Gallieni komutasında yeni bir kuvvet oluşturmakla meşguldü. Joffre'nin seri
kararları ve azmi ile Moltke'nin hatalı yönetimiyle birleşince, Kuzey Fran­
sa'daki güç dengesi Fransızların lehine dönmeye başlamıştı. Eylül ayına gelin­
diğinde, toplamda 41 tümeni olan MÜttefiklerin karşısında sadece 25 tümen­
lik bir Alman gücü bulunuyordu. İnisiyatif artık Müttefiklere geçmiş, Paris'in
kapılarına ve olası bir zafere yaklaşan kudretli Alman ilerleyişini zayıflatmak
için karşılarına bir fırsat çıkmıştı.

42 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
BİRİNCİ MARNE MUHAREBESİ SCHLIEFFEN PLANI"NIN LOJİSTİK
İŞLEYİŞİNİ SÜRDÜREBİLMEK İÇİN
AISNE NEHRİ'Nİ GEÇEREK CEPHEYE
İKMAL MALZEMESI TAŞIYAN
lmanlar 3 1 Ağustos'ta Birinci Dün­ ALMAN ASKERLERİ.

A ya Savaşı'nın seyrini değiştirecek can


alıcı bir karar aldı. Kluck ve Bulow, ye­
Almanlar 3 1 Ağustos'ta Birinci Dünya
nildikleri varsayılan Müttefik kuvvetleri Savaşı'nın seyrini değiştirecek can
alıcı bir karar aldı. Kluck ve Bulow,
daha yakından takip etmek ve kendi yor­
yenildikleri varsayılan Müttefik
gun ve ikmali yetersiz orduları arasındaki kuwetleri daha yakından takip etmek

mesafeyi daraltmak için Alman güçlerinin ve kendi yorgun ve ikmali yetersiz


orduları arasındaki mesafeyi daraltmak
Paris'i kuşatarak ele geçirmek yerine çark için Alman güçlerinin Paris'i kuşatarak
ederek başkentin içlerine doğru ilerleme­ ele geçirmelerindense çark ederek
başkentin içlerine doğru ilerlemelerine
lerine hüküm verdi. Fakat Paris'in içlerine hüküm verdi.
çark etmek Müttefikler karşısında Alman­
ların kanadını açıkta bırakacak ve Joffre'ye
pekişen güçleriyle bir karşı taarruz imka­
nı sunacaktı. Fransız eylem planı yalın ve

A L M A N YA ' N I N B AT I YA T A A R RU Z U 43
FRANSIZ BİRLİKLERİNİ TEFTİŞ tahripkardı. Maunoury ve yeni kurulmuş
EDERKEN GÖRÜLEN GENERAL
ordusu, Kluck'a kanattan taarruz edecekti.
JOFFRE. JOFFRE, PLAN 17'YE UZUN
SÜRE KÖRÜ KÖRÜNE BAGLI KALARAK Joffre, açıktaki kanadının tehdit altında ol­
VAHİM BİR HATA YAPTI. LAKİN
duğunu görünce Kluck'un ordusunu Ma­

ı· İNANÇ VE SOGUKKANLILIGI DURUMU


KURTARARAK MARNE MUHAREBESİ'Nİ unoury'nin taarruzunu karşılamak üzere

1 KAZANMASINA İMKAN VERDİ. kaydıracağını umuyordu . Böyle bir eylem


Kluck ve von Bulow'un orduları arasında

1
kayda değer bir boşluk yaratacaktı. BEF de bu boşluğa doğru ilerleyecek ve
Kluck'u çevirme ve imhayla tehdit edecekti.

İngilizler böyle gözü pek ve ris kli bir taarruz planını kabul etme husu­

1 sunda başlangıçta isteksiz davransalar da Müttefik karşı taarruzu 6 Eylül'de,


Birinci Marne Muharebesi'nin başlangıcı olacak şekilde hayata geçirildi.
Beklendiği gibi, Kluck'un Maunoury'nin şiddetli taarruzuyla oluşan tehli­
keye sol kanadından kuvvet kaydırarak yanıt vermesi Alman hatları arasın­
da hassas bir boşluk yarattı. Başlangıçta bir nebze tereddütle ilerleyen BEF,
ı Almanların durumunu tümüyle tehdit edecek şekilde Kluck ve Bulow'un
1
I:
ı1
arasındaki boşluğa yerleşti. Lakin Müttefik taarruzunda çok geçmeden bir
sorun baş gösterdi. Kluck'un kuvvetleri Fransızları Paris'e geri sürecek bir

ı\
ıi 44 B İ R İ N C İ D Ü N YA S AVA Ş I T A R İ H İ
amansızlıkla çarpışıyordu ki, bunun olma­ FRANSIZ ASKERLERİNİ
FRANSA'YI YENİLGİDEN
sı durumunda BEF iki üstün düşman kuv­
KURTARACAK MUHAREBEYE
veti arasında imhayla karşı karşıya kalacak­ TAŞIYAN MEŞHUR "MARNE
tı. Birinci Marne Muharebesi'nin neticesi TAKSİLERİ."

7 ve 8 Ağustos'ta muallaktaydı. Gallieni İNGİLİZ KRALİYET KOŞULU


TOPÇU BİRLİGİ, MARNE
bu noktada duruma müdahale etme kararı
M U HAREBESİ'NDE KLUCK
aldı. Tayin edici anın gelip çattığını kavra­ VE BULOW' UN ORDULARI
yarak, 6 .000 kişilik bir takviyeyi zor du­ ARASINDAKİ BO ŞLUGA
İLERLERKEN.
rumdaki Maunoury'ye desteğe gönderdi.
Söz konusu zinde kuvvetler, "Marne Tak­
sileri" adıyla meşhur olacak bu hadisede

A L M A N YA ' N I N B A T I YA T A A R RU Z U 45
Another random document with
no related content on Scribd:
pane; un’altra ove ponevasi a fermentare su tavole disposte l’una
sull’altra lungo il muro, e quindi una terza ove riponevasi già cotto.
Presso era la stalla degli asini che giravano le mole, secondo il
metodo più usitato. In questo pistrino si trovarono quattro macine un
po’ più basse delle consuete d’altrove, formate da un cono concavo
che si volge su di un altro convesso, anfore di grano e farina, e sul
muro del Pistrino, vedesi un dipinto che esprimeva un sagrificio alla
Dea Fornace e diversi uccelli. È forse la panatteria migliore che si
scoperse finora.
Un altro forno publico è nel lato sinistro della casa di Fortunata
presso quella di Pansa, con tre mulini, sull’un dei quali leggesi Sex.
Sulla bocca del forno vi era un phallus colorito in rosso ed al di sopra
scritta la leggenda hic habitat felicitas, novella prova che
l’emblema non fosse unicamente a segno di mal costume, ma
piuttosto a felice augurio ed a scongiuro di disgrazia, come già ebbi il
destro di sostenere. Nella bottega attigua di panatteria esisteva una
pittura rappresentante un serpente, simbolo di una divinità custode,
e rimpetto una croce latina in basso rilievo. Sarebbe questo segno
un indizio del sospetto da me già espresso che la religione di Cristo
fosse già penetrata in Pompei? Faccio voti che i futuri scavi abbiano
ad offerire maggiori dati, che il sospetto e l’induzione abbiano a
mutare in certezza assoluta.
Sull’angolo della via del Panatico, un’altra panatteria ha un gran
forno con quattro mulini. Su due d’essi leggonsi le parole sex e
sohal in caratteri rossi e sopra il forno vedevasi una figura
rappresentante evidentemente un magistrato che distribuiva pane al
popolo.
Nella viottola della Fontana del Bue, si è pure trovato un pistrino con
tre macine, un gran forno a corrente d’aria e delle madie foderate di
piombo.
D’un’ultima panatteria terrò conto, scoperta nel 1868 ed
appartenente a Paquio Proculo, al quale apparteneva pure la casa.
Essa è nella Via Stabiana (Regione VII, Isola II). Il chiarissimo
Minervini lesse dipinta sulla parete sinistra della casa la seguente
epigrafe, che oggi è frammentata per la caduta dell’intonaco:
PROCVLE . FRONTONI
TVO . OFFICIVM . COMMODA

Questa raccomandazione, scrive il dotto signor G. De Petra,


illustrando nel Giornale degli Scavi la casa e il pistrino di P. Paquio
Proculo [284], così per la sua forma, come pel luogo dov’è scritta, mi
pare indubitato che Frontone la rivolgesse al padrone della casa, il
quale perciò doveva chiamarsi Proculo. Con tal cognome occorrono
più di frequente nei programmi pompejani due persone, P. Paquio
Proculo e Q. Postumio Proculo; ma considerando che in una
colonna dell’atrio è graffito il nome di Pacuia, la figlia di Paquio,
rimane provato che col nome di questo debba intitolarsi la casa.
Donde si fa ancora probabile che l’altra raccomandazione elettorale
publicata dal ch. Fiorelli (Giornale degli Scavi, 1862, p. 47, n. 4):
Sabinum aed (ilem) Procule fac, et ille te facient, fosse indirizzata
allo stesso P. Paquio, che pare sia stato un uomo assai influente e
popolare. Diffatti il ch. Garrucci (Bull. arch. Nap., n. 5, tom. II, p. 52)
fece nota questa epigrafe che sinora non trova riscontro di sorta fra
le reminiscenze elettorali: P. Paquium Proculum ii. Vir. i. d. d. r. p.
universi Pompejani fecerunt; nondimeno chi era questo Proculo, che
i Pompeiani unanimi sollevarono alla somma dignità di duumviro
giusdicente? Niente altro, come si vedrà, che un panattiere! Il qual
fatto ci autorizza a conchiudere, che in Pompei le magistrature
municipali non eran monopolio dei soli ricchi, e che questi
conoscevano di buona voglia (universi fecerunt) la convenienza di
farvi partecipare anche i più autorevoli e migliori cittadini di
condizione plebea. — Lezione buona pei nostri tempi, in cui le
elezioni amministrative e politiche sembrano infeudate
all’aristocrazia del sangue e del denaro: colpa precipua del popolo
stesso che si ostina, a parole, a gridar contro i ricchi e gli uomini di
grande autorità, ma in fatto è poi sempre lo stesso peccatore, che
religiosamente serba il suo stolido feticismo per chi tiene di classe a
sè superiore; salvo a ricominciare di poi le sue maledizioni contro gli
eletti proprj, che ignari de’ suoi bisogni, fanno leggi a sproposito e a
detrimento.
Anche all’ingresso della viottola della Fontana del Bue, sulla
muraglia a sinistra, una bella e ben conservata pittura di simboliche
serpi è sormontata, oltre che da un piccolo larario, anche da varie
iscrizioni, parte in oggi cancellate dalla rovina, fra le quali leggesi la
seguente, che ognor più avvalora e l’influenza e la ricchezza di
questo importantissimo panattiere in Pompei:
P. PAQVIVM PROCVLVM
II VIR . I . D . THALAMVS CLIENS [285].

Io non mi divagherò a descrivere la casa di questo P. Paquio


Proculo, che qui l’argomento ne sarebbe spostato: verrò invece
difilato al pistrino che vi è in essa, e che è nel lato destro. Vi si
riconosce la camera del panificium, e ciò si argomenta, scrive il De
Petra, dai cinque podii di fabbrica per sostegno di tre tavoloni di
legno su cui rimaneggiavasi la pasta, da varii recipienti per
conservar l’acqua, quali sono una vaschetta quadra fabbricata, un
gran dolio sepolto a metà nel suolo e un’anfora murata in uno de’
poggiuoli, infine dalle traccie degli assi di legno che sostenevano le
tavole su cui disponevansi i pani. Una porta priva di soglia dava il
passaggio da questo luogo a quello dov’è il forno; ma tra l’una e
l’altra stanza, per uno scopo limitato, cioè per la sola cottura del
pane, v’era una comunicazione anche più diretta e sollecita. Si
notarono tre molæ per isfarinare il grano, avendo una di esse la
base ricoperta da una lamina di piombo, la meta di una quarta mola
senza il catillus e la base circolare per una quinta; due serbatoj
d’acqua fabbricati, un pozzo con coperchio, un piccolo dolio
contenente calce e tre poggiuoli.
Il dipinto larario solito a incontrarsi nei pistrini, non è mancato in
questo, ma sventuratamente tornò a luce poco conservato. Sotto un
verdeggiante festone è la Dea Vesta ammantata con lo scettro nella
sinistra e il dritto braccio proteso sopra un focus. Dietro a Vesta è
l’asino, l’animale, come dissi, usato più spesso a girar le macine;
rimpetto alla Dea v’è un giovane in piedi che nella sinistra ha la
cornucopia, e stende la diritta sull’ara.
A sinistra del forno v’è un ampio locale in cui probabilmente si
conservavano saccula di grano o di farina.
Di questo P. Paquio Proculo e di sua moglie, nel tablinum della loro
casa, si rinvenne il ritratto dipinto sulle pareti gialle. Cedo la penna
all’egregio De Petra. «Questo dipinto, offre la volgare fisonomia di
Paquio, che ammantato dalla bianca toga magistrale, stringe nella
destra un volume col rispettivo titolo di colore rosso. Gli è a fianco la
sua donna, cui pendono sulla fronte i ricciolini sfuggiti alla fascetta
che le stringe i capelli; ha pendenti di perle alle orecchie, e rossa la
veste; avvicina alle labbre la punta dello stilo che tiene nella dritta ed
ha i pugillari aperti nella sinistra [286]. Donde si può inferire, che
l’anzidetta positura sia stata convenzionale nei ritratti, poichè
l’atteggiarsi dell’uomo e della donna trovasi ripetuto esattamente in
due scudetti publicati nelle Pitture d’Ercolano (tom. III, tav. 45) e in
quegli altri due che ornano il tablino d’una casa nella Regione
Settima, isola 10, propriamente quella che vien dopo la casa del
Balcone Pensile. Oltrecchè l’atteggiamento della donna si confronta
con la scrittrice dipinta nell’atrio della casa di Popidio Prisco (Reg.
VII, Is. 11, n. 20) e con un’altra delle Pitture d’Erc. (t. III, tav. 46) [287].
Quale simbolo dell’amor conjugale di P. Paquio e sua moglie,
vedevasi al di sopra dei loro ritratti un grazioso ed importante
quadretto, ora nel Museo, rappresentante Amore e Psiche
teneramente abbracciati. Il bacio e l’amplesso di essi, ovvio in tanti
altri monumenti, è ritratto in questa pittura pompejana in una
movenza nuova, sebbene non molto diversa delle altre conosciute.»
Nella Via degli Augustali, come dipendenza della Casa detta dei
Capitelli figurati, aprivasi poi una taberna da pasticciere, pistor
dulciarius, il quale, come ne fa sapere Apulejo, panes et mellita
concinnabat eduleia. Vi si videro parecchi mulinetti, pistrillæ, che un
sol uomo bastava a girare; ma destò la speciale attenzione il forno,
dalla forma del quale direbbesi a riverbero, costituendosi di due
cavità sovrapposte, accendendosi il fuoco nella cavità inferiore da
cui il calore ascendeva per un’apertura, nella cavità superiore, ove si
deponevano a cuocer le pasticcerie. Due pasticcetti si trovarono
negli scavi e si conservano nel Museo di Napoli.
Toccato de’ pistrini, vediamo ora le altre botteghe e spacci
pompejani di merci attinenti i cibi e gli alimenti.
Una taberna o venditorio d’olio si scoprì nel 1852 nella via di Stabia,
quasi all’angolo della viottola della Fontana del Bue. Il podio o banco
della bottega era di marmo cipollino e grigio antico, con in mezzo
dello specchio davanti un medaglione di porfido verde e due bei
rosoni. Su di esso vi erano incastrate otto belle ed ampie scodelle in
terra cotta. Nell’interno si ritrovò un pozzo, un fornello e l’ingresso
del ripostiglio dell’olio. La quantità degli ulivi che si coltivavano
nell’agro campano doveva necessariamente far luogo ad una
produzione assai abbondante di olio. Anche gli scavi hanno offerte
conserve nell’olio di grosse ulive, che dovevano probabilmente
aversi dalle famiglie pompejane fra le consuete ghiottornie.
Presso la casa di Cornelio Rufo e quella di Messinio nella Via di
Stabia evvi una casetta, che l’illustre Fioretti, seguendo le indicazioni
di Pompeo Festo e di Varrone, qualifica per un Ganeum, o Ganea,
specialmente per avervi vedute pitture ed iscrizioni licenziose [288].
Era la Ganea o il Ganeum, come meglio piaccia al lettore di
appellarlo, secondo essi, un ritrovo nascosto di meretrici, le camere
da letto delle quali erano a pian terreno, come i cenacoli nella parte
superiore delle case, ed io ne toccherò poi nel capitolo del Lupanare;
ma Bréton, nella sua Pompeja, avendo constatato nell’area del
peristilio sette grandi coppe, o giare, misure di capacità pei liquidi, e
sette dolii coi loro coperchi, senza manichi, fu indotto a credere che
questa casa potesse essere al contrario un magazzeno d’olio. Si
sono poi trovati negli scavi dei particolari mulini che si sono creduti
atti alla macinazione dei grani oleosi: l’uno fu rinvenuto nelle
vicinanze del Foro Triangolare o Nundinario.
Prima di entrare nel Foro Civile, sulla diritta, stava la taberna di un
venditore di latte. L’insegna di essa è in terra cotta e rappresenta
una capra. Sotto di essa vi si lesse questa iscrizione in caratteri
rossi, all’epoca del suo sterramento, ma che ora non si distinguono
più.
M. CASELLIVM AED. DIF. FAC.
FIDELIS...

Nel podio di materia di fabbrica, come d’uso nelle taberne di liquidi,


v’erano incassati dei vasi.
Nell’isola intorno al Tempio d’Augusto si constatarono diverse
botteghe di commestibili. Una di venditori di pesci salati, forse ciò
argomentandosi dai pesci che si videro dipinti sulle pareti, della
natura di quelli che si vendono nella salamoja, e già sappiamo che
Pompei era nota e famosa pel suo garo che sapeva preparare e del
quale ho già intrattenuto il lettore sulla fine del Capitolo Quinto.
Un’altra di fruttivendolo, nè in questa si errò di certo, poichè vi si
accogliessero fichi secchi in abbondanza, uva passa, susine, frutta
in vasi di vetro, lenti, semi di canape; oltre una ciambella, vari
frammenti di pasta e di pane, molto denaro, una staderina e varie
bilancie. I fruttivendoli in Pompei dovevano essere di molti, così
essendo lecito di pensare dalla iscrizione che fu letta sul pilastro che
separa la Fullonica, di cui dirò qui appresso, dalla Casa della gran
Fontana, scritta, come il più spesso, in caratteri rossi e che sembra
riferirsi al magistrato, del quale abbiam veduto come la statua
decorasse il teatro:
M. HOLCONIVM PRISCVM II VIR. I. D.
POMARI VNIVERSI CVM HELVIO
VESTALE ROGANT [289]

I fruttivendoli pompejani si raccomandano ancora in altre due


iscrizioni, che si lessero nella strada ove è l’arco di trionfo. L’una è
così concepita:
IVLIVM SABINVM AEDILEM
POMARII ROGANT

e l’altra così:
MARCVM CERRINIVM AEDILEM
POMARII ROGANT

Ciò che vuol essere osservato si è che in queste botteghe, che sono
circostanti al Tempio di Augusto, si sono rinvenuti molti oggetti
preziosi e d’arte, fra quali una statuetta di bronzo rappresentante
una Vittoria con armille d’oro alle braccia; un’altra in marmo; Venere
che si asciuga i capelli, come sorgesse allora dalle spume dell’Ionio
mare, colla parte inferiore velata da un drappo dipinto in rosso; una
bella tazza d’alabastro, anelli d’oro, gemme, sistri isiaci, un vaso di
vaghissimo lavoro, amuleti, strigili e diverse monete.
Sarà negli ulteriori scavi che verrà dato indubbiamente di scoprire
taberne d’altre cose mangerecce, e soprattutto lanienae, o botteghe
da beccai e macelli, la principale opera e materia prima dei quali
veniva somministrata dai templi, per le continue vittime che vi si
immolavano, per lo più in buoi, giovenche e pecore; e se agli Dei si
bruciavano ciocche di lana e qualche inutile interiora, tutt’al più
spruzzate da vino e mescolate di fiori, il meglio veniva accortamente
goduto dai sacerdoti pel loro uso, e venduto nuovamente ai gonzi, di
cui si costituisce la maggior parte del pubblico, che a ragion di
divozione avevano fatto prima l’offerta. I macellai dell’antichità erano
adunque principalmente i sacerdoti.
Della bottega del Chirurgo e del Seplasarius o farmacista e di quella
di prodotti chimici, ho già detto nel Capitolo delle Scuole; di quella
dello scultore mi occuperò nel venturo delle Belle Arti, come anche
del mercante de’ colori; perocchè meglio vi si trovino in essi collocati,
come materia che a que’ capitoli ha tutto il suo riferimento.
Nella stradicciuola di Mercurio, gli scavi trovarono nel 1853 un
Myropolium, o bottega da profumiere, detta anche, come la vediam
nominata in Varrone e Svetonio, unguentaria taberna [290]. Già
superiormente ho toccato dello spreco di profumi, aromi ed unguenti
che si faceva a quei tempi di grande effeminatezza in Roma e in
tutto l’orbe a lei soggetto. Non era soltanto, cioè, del mondo
muliebre; ma pur degli uomini. All’uscire del letto, prima d’entrare nel
bagno, nel bagno e dopo, era costume di ugnersi e di profumarsi;
altrettanto facevasi nelle case prima del pasto e avanti comparire in
pubblico e prima di coricarsi; ogni occasione era buona per
ispargersi il corpo e le vestimenta di odorose essenze, per ungere i
capelli e perfino per profumare camere ed appartamenti. Già abbiam
veduto nel capitolo dell’Anfiteatro come si facesse eziandio all’aperto
assai gitto di croco: si può pertanto argomentare cosa dovesse
essere negli appartamenti chiusi: a suo luogo vedremo,
specialmente nel triclinio e ne’ funerali.
Ma più che tutto, era nell’amore che di profumi si abusava, come
eccitanti e preparatori allo stesso. È noto, scrive Dufour [291], che il
muschio, il zibetto, l’ambra grigia e gli altri odori animali portati nelle
vesti, nei capelli, in tutte le parti del corpo esercitano un’azione
attivissima sul sistema nervoso e sugli organi della generazione. Nè
solo adoperavano esternamente detti profumi, ma non temevano di
far entrare aromi e spezie in quantità nel giornaliero loro alimento;
onde a ciò si voglia ascrivere quell’appetito e prurito continuo che
tormentava la romana società e che la spingeva in tutti gli eccessi
dell’amor fisico.
La lussuria asiatica portò seco tali profumi e d’allora in poi, così
prodigioso fu il consumo delle sostanze aromatiche, che parve non
bastare quanto inviava la Persia, l’Arabia e tutto l’Oriente insieme.
S’era insomma venuto a tal punto, da aver ragione Plauto, quando
nella Mostellaria usciva in questi accenti:

Quia ecastor mulier recte olet, ubi nihil olet.


Nam istæc veteres, quæ se unguentis unctitant, inter poles,
Vetulæ, edentulæ, quæ vilia corporis fuco occulunt,
Ubi sese sudor cum unguentis consociavit, illico
Itidem olent, quasi cum una multa jura confudit cocus.
Quid oleant nescias, nisi id unum, ut male olere intelligas [292].

Profumi e cosmetici assumevano il nome dal paese onde venivano:


così furono celebrati l’unguento di Cipri, il balsamo di Mende, il
nardo d’Achemenis, il malobutrum di Sidone, distillato in olio pei
capelli, l’olio d’Arabia, quello della Siria, il mirobolano di Arabia;
l’opobalsamum della Giudea, il cinnamomo dell’India, la maggiorana
di Cipri, la mirra dell’Oronte e l’iride di Illiria, che Ovidio raccomanda
nel suo Poemetto De Faciei medicamine, e del quale facciamo uso
noi pure rinchiudendolo in seriche borse o sacchetti, che poniamo,
per profumarla, per mezzo la biancheria.
Altri profumi e unguenti pigliavano il nome dal loro inventore; come
la Niceroziana ricordata da Marziale, odore inventato da Nicerote, e
il Foliatum, manipolato da Folia, amica di Gratidia, che Orazio
stigmatizzò nelle sue Odi, coprendola delle più infami accuse e
vituperi, col nome di Canidia.
V’era poi l’unguento dipelatorio, detto dropax unguentum,
l’odontatrimna per i denti, le pastiglie dette diapasmata contro l’alito
cattivo, e vie via molti altri unguenti che sarebbe troppo lungo
l’enumerare.
Malgrado questo bisogno che si provava dell’arte e dei prodotti del
profumiere e del cosmeta, questi bottegai erano nel comune
disprezzo, forse perchè a questo piccolo commercio s’applicassero
cortigiane e cinedi, lenoni e mezzane, quando l’età toglieva loro ogni
attrattiva e possibilità di continuare nel loro infame mestiere, o
mancava la clientela, e così a donna ingenua ossia nata libera, il
nome solo di profumatrice e cosmeta sarebbe giustamente suonato
come la più fiera ingiuria.
Nelle case de’ ricchi eravi sovente il laboratorio dell’unguentarius, a
cui s’applicavano schiavi o liberti, e le cosmete e gli unguentarii
valevano eziandio per le molteplici operazioni, che già conosciamo,
de’ privati balinei.
La gente onesta e della buona società teneva a disonore il mostrarsi
publicamente nei myropolii o taberne unguentarie, e però quando vi
accedevano o sceglievano le ore prime del mattino o quelle della
sera, e tiravano il lembo della toga sul volto: non così gli sfaccendati
che traevano a questi luoghi, non che alle tonstrinæ o botteghe da
barbiere, od a quelle de’ medici e de’ banchieri, per raccogliervi
novelle e chiacchierare, come Plauto ne fa sapere quando
nell’Epidico fa che Apecide dica aver cercato ovunque di Perifane:

Dii immortales, utinam conveniam domi


Periphanem! per omnem urbem quem sum defessus quærere:
Per medicinas, per tonstrinas, in gymnasia atque in foro,
Per myropolia, et lanienas, circumque argentarias
Rogitando sum raucus factus [293].

Spettava a’ profumieri l’imbalsamazion de’ cadaveri e la vendita


degli aromi pei sagrifici, e nel myropolium di Pompei diffatti le
insegne o pitture che vi stavano nell’ingresso ed ora scomparse, e le
quali condussero a constatare od almeno a far credere essere quella
una taberna unguentaria, rappresentavano l’una un sagrificatore che
conduceva all’altare un toro; l’altra quattro uomini che portavano una
enorme cassa, intorno alla quale stavano sospesi alcuni vasi.
Superiormente poi vedevansi dipinte alcune persone intente a
profumare un cadavere, prima d’essere portato al rogo.
Dal profumiere, passiamo a vedere la taberna del barbiere nella Via
di Mercurio. È picciolissima: a destra vi è un podio, sopra di esso
due nicchie simili a quelle che altrove servirono a larario, ma che qui
più probabilmente avranno giovato per collocarvi cosmetici, vasi di
profumi, pettini e novaculæ o lame di metallo molto affilate colle quali
radevano i capelli della testa o i peli della barba, come i nostri rasoi.
In mezzo alla bottega v’è un sedile in materia da fabbrica, dove
l’avventore si sarà seduto, e in un dietro bottega sta il fornello, che
avrà servito per riscaldare l’acqua. Non saprei spiegare come e
perchè si trovassero in questa seconda camera gli avanzi di un
mulino.
Circa questo mestiere del barbiere, tonsor, poco è a dirsi. Lo si
faceva consistere nel tagliare i capelli, nel radere la barba, nel
pareggiare le ugne e nello svellere i peli parassiti colle pinzette,
volsellæ. I ricchi usavano a tutto ciò nella propria casa di uno
schiavo o di liberto; il popolo veniva alla bottega. A radersi
frequentemente la barba, si cominciò tardi in Roma, nell’anno cioè
454, della sua fondazione, alla venuta dalla Sicilia del primo
barbiere: avanti di costui la si lasciava crescere generalmente. Nelle
tonstrinæ, — così chiamate le botteghe di barbieri, e noi diremmo
barbierie, — era assai frequente che vi esercitassero tal mestiere le
donne, dette però Tonstrices; e Plauto, fedel pittore di que’ vecchi
costumi, nel Truculentus, accenna appunto alla Sura barbiera:

. . . tonstricem Suram
Novisti nostram, quæ modo erga ædes habet [294].

e Marziale acerbamente morde la moglie d’un barbiere che stava


presso alla Suburra, e la quale co’ suoi artificii carpiva denaro alla
gente:

Sed ista tonstrix, Ammiane, non tondet;


Non tondet, inquis? ergo quid facit? radit [295].

Non di meglio del resto aveva trattato lo stesso poeta, Marziale, il


barbiere Eutrapelo nel seguente epigramma:

Eutrapelus tonsor dum circuit ora Luperci


Expungitque genas; altera barba subit [296].

Lo che dimostra che di buoni e grami barbieri ve ne erano allora


come ve ne hanno di presente. L’epigramma adunque avrà sempre
la propria attualità.
Di sarti finora gli scavi non rivelarono botteghe; di calzolajo se ne
sospettò alcuna giusta quel che ne dirò tra breve, e così di tal’altre
industrie e mestieri attinenti il vestire, e quel che si sterrerà per lo
avanti, riguardando la parte più abitata dalla gente operaja, verrà
forse facendo al proposito interessanti rivelazioni. Certo che nè le
vestimenta, nè i calceamenti erano a que’ dì complicati come di
presente, da richiedere specialità di artieri. L’importante quanto ai
primi era la finezza della stofa onde si facevano tonache e mantelli,
pepli e toghe e studio nel portarle onde si acquistasse grazia ed
eleganza. Gli schiavi, le donne bastavano all’uopo e forse ognuno,
anche del popolo, in sua casa poteva dalle proprie donne farsi
preparare tutto quello che appunto riguardasse il vestimento. Circa
alle vestimenta poi della gente rustica, ne abbiamo in Marco Porcio
Catone, De Re Rustica, ricordati i nomi: Tunicæ, saga, centones,
centiculi, manicæ de pellibus; e cuculli o cuculliones, pilei e galeri a
berrette o cappelli che si portavano in testa, ed erano in tutti di pelli
lanute. In quanto ai secondi, cioè a’ calzolai, si può dirne qualche
parola, perchè in taluna pittura pompejana si vide riprodotta la forma
di qualche calzare, ma sarà tra breve, come dissi, quando visiteremo
la bottega del cuojajo o conciatore di pelli.
Presso le Prigioni, che abbiamo nell’undecimo Capitolo di
quest’opera trovate nel Foro Civile Pompejano, vedesi un locale che
fu designato siccome un ampio magazzeno in cui si vendevano tele
e stofe ad uso proprio del vestire. Così fu interpretato l’uso di questo
locale, fidandosi alla quantità dei buchi che vi si videro, che
dovevano aver servito a sostenere gli armadj che contenevano
quelle merci. Una pittura scoperta in Pompei, scrive Bonucci, fa per
avventura allusione a questo Foro ed a questo magazzeno.
Rappresenta un uomo in piedi, che tiene nelle mani un pezzo di
stofa ch’egli offre ad una donna seduta. Questa mostra il desiderio di
comperarla, ma fa osservare al mercante un difetto che si trova nel
mezzo della merce, e il mercante cerca dissuaderla con ragioni che
accompagna con gesti. Le due giovanette sedute, la servente che è
dietro di esse, il gruppo di due altre donne che parlano con un uomo,
e da ultimo i panneggiamenti che si scoprono nel fondo del quadro,
possono indicare il luogo di che facciamo parola.
Tele e lane servivano alla confezione degli abiti: solo negli ultimi
tempi, cioè a quelli dell’Impero, le matrone, comperandola a
carissimo prezzo, usavano della seta che derivavano dall’Asia; ma
questa consideravasi come merce di smoderatissimo lusso,
perocchè costasse come l’oro. Ho già notato le maraviglie che si
fecero quando nel circo vennero distesi velarii di seta: erano esse in
ragione della preziosità e rarità della stofa.
Nel Vicolo del Panatico, al lato destro, vi è un piccolo stabilimento di
lavanderia: per tale venne riconosciuto, abbenchè tutto vi fosse
rovinato e nulla di particolare offra ad essere riferito. Due altre
lavanderie pure non di grande importanza, stanno nel Vicolo della
Maschera: più vasta è quella in Via del Lupanare e detta di Narciso,
scoperta nel 1862 e così denominata da una superba statuetta di
bronzo che si conserva al Museo, rappresentante infatti questo
personaggio mitologico nell’atto che ascolta la voce lontana della
Ninfa Eco, che vien considerata come una delle migliori rarità trovate
negli scavi, sì che Dognée giungesse a dire: Les fouilles n’eussent-
elles déterré que ce seul bronze, l’importation des principes
immortelles de l’art grec dans le vieux monde romain eût été
démontrée par une trace glorieuse dont la splendeur indique
incontestablement l’illustre origine [297]. È una bottega, in cui si
veggono vasche diverse di pietra, in due delle quali era l’acqua
condotta da un tubo di piombo con un robinetto. Sotto di queste due
vasche è un fornello; ma giustamente osserva Bréton, siccome il
piombo non può sopportare un fuoco di troppo ardente, si deve
supporre, che in questi due fornelli non si ponesse che della brace
destinata solo a tener caldo il liquido, nel quale si lavavano le stofe
di lana o di lino. Al disopra del lavatojo, nella muraglia, vi sono dei
buchi, ne’ quali erano infissi dei chiodi per la biancheria. Il suolo
della bottega ha un certo pendìo verso un lato, per ivi condurre le
acque che vi scorrevano per uscire sulla via. A destra della bottega,
è una cameretta, in mezzo alla quale è una tavola di marmo
rettangolare d’un solo piede ornato d’un corno d’abbondanza e d’una
pàtera con tracce di pitture. In fondo della stessa, scendendo quattro
gradini, si entra in una vasta corte in cui si vedono le traccie dei
chiodi cui si saran dovute accomandare le corde onde distendervi le
biancherie ad asciugare.
Nella bottega sull’angolo della Via degli Augustali e del Lupanare,
designata per quella del Conciapelli, coriarius o, come potrebbe
essere, d’un calzolajo, giusta l’opinione di Fiorelli e di Overbeck,
appartenente a Nonio Campano soldato della IX Coorte pretoriana,
come era scritto in grandi caratteri rossi sulla bianca parete di essa,
se non abbiamo speciali oggetti a rimarcare, tranne alcuni utensili
propri a questo mestiere, l’argomento però ci obbliga a ricordare
l’uso precipuo de’ suoi prodotti, cioè quello de’ calzari e scarpe.
Sutor chiamavasi l’artefice che cuciva in cuojo, adoperando la lesina,
subula, e introducendo la setola, seta; onde sutrina la bottega di lui.
Dalla diversa qualità del lavoro, dicevasi sutor crepidarius, o sutor
caligarius, o anche calcearius; onde la parola nostra calzolajo.
Facevansi pure da’ calzolai romani i coturni, ed erano essi stivali di
greco modello, di cuoio, usualmente portato da’ cacciatori e copriva
l’intero piede e la gamba sino al polpaccio, allacciandosi sul davanti
ed arrovesciato in cima con una ritoccatura, ed una suola diritta atta
ad uno o all’altro piede, utroque actus pedi, come scrive Servio
scoliaste di Virgilio [298]. Uno stivale dello stesso genere, dice Rich,
ma ornato con più cura, è assegnato talora dagli artisti greci a talune
delle loro divinità, in ispecie a Diana, Bacco e Mercurio e dai Romani
nello stesso modo alla Dea Roma ed ai loro imperatori, come un
segno di divinità. Così furono adottati da Marco Antonio, quando si
attribuì il carattere e gli attributi di Bacco [299]; ma però non eran
portati dai Romani come parte del loro vestiario consueto. Cicerone
biasima l’insolenza d’un Tuditano, che si mostra in pubblico cum
palla et cothurnis [300]. Il coturno portato dagli attori tragici sulla
scena, abbiam già visto avesse la suola di sughero. — I cacciatori,
oltre il coturno, portavano anche l’ocrea, specie di moderne uose.
Ocrea era anche la gambiera che copriva lo stinco dal malleolo sino
a poco sopra il ginocchio: per lo più era di metallo e se ne scoprirono
degli esemplari in Pompei.
Crepida, era un calzare che si componeva d’una suola alta, ornata di
una bassa striscia di cuojo che copriva solo il fianco del piede, ma
aveva un certo numero d’occhielli, ansæ, sul suo orlo superiore,
attraverso i quali passava una correggia piatta, amentum, per
allacciarla sul piede. Propriamente era peculiare del vestiario
nazionale greco ed usato dai due sessi e si considerava come la
calzatura conveniente a portarsi col pallium e colla chlamys. Le
crepidæ carbatinæ erano poi le più ordinarie di tutte le calzature in
uso fra gli antichi e particolari ai contadini delle regioni meridionali.
Consistevano in un pezzo quadrato di cuojo per suola, poi rivoltato
all’insù a’ canti e sopra le dita, legato sul collo del piede attorno la
parte più bassa della gamba con coreggiuoli passati attraverso dei
buchi sugli orli.
Calceus era una piccola scarpa o calzaretto, per lo più portato dalle
donne. Ne’ dipinti Pompejani si videro tre distinti modelli di essi: tutti
per altro giungono a’ malleoli, con suola e tacco basso e così senza,
come con laccetti. Calceus invece era uno stivaletto fatto sopra
forma così per il piè destro, come per il sinistro, in maniera da
coprire interamente il piede, a differenza dei sandali e delle pianelle
che non ne coprivano se non solo una porzione. Come poi vediamo
pur oggidì usarsi dalle nostre signore, aggiungere tacco a tacco per
render alta la persona; così per le Romane, ad esempio delle
Greche, invece d’una, usavano di due e tre suole, onde la solea
pigliava allora il nome di fulmenia, sincope di fulcimenia. Di queste
duplici e triplici suole giovavansi inoltre, come faremmo noi adesso,
per difenderci dalla umidità. V’era il calceus patricius che portavano i
senatori, di qualità diversa da quella degli altri cittadini; di dove la
frase di Cicerone calceos mutare [301], per significare che alcuno
diventava senatore, e s’allacciavano con istringhe che s’incrociavano
sul collo del piede e poi s’avvolgevano attorno alla gamba sino al
principio del polpaccio; il calceus repandus, scarpa con una larga
punta ricurva in su o indietro. — Calceamentum e calceamen erano
poi termini generici per esprimere ogni maniera di copertura del
piede.
Da obstragulum, che era quella striscia di cuojo o correggia con cui
la crepida si allacciava attorno al piede e che passava tra il pollice e
il dito vicino e che da persone affettate si portava talora tempestata
di perle, come lasciò Plinio ricordato [302], derivò obstrigillum, ch’era
una particolare sorta di scarpa, che aveva i quartieri, per i laccetti,
cuciti alla suola da ciascun lato. Di queste scarpe se n’ha esempio in
una pittura pompejana.
Sandalum era una pantufola squisitamente ornata, che portata dalle
donne greche, venne poi introdotta dalle signore di Roma. Pare che
fosse d’una forma intermedia tra il calceolus e la solea, avendo un
suolo ed un tomajo sopra le dita e la parte davanti del piede, ma
lasciando scoverte le calcagna e la parte di dietro, come una
pantufola nostra.
Finalmente v’era la solea, della forma più semplice del sandalum,
consisteva in una semplice suola sotto la pianta del piede, legata
con un correggiuolo attraverso il collo del piede stesso, come a un
dipresso sono i sandali degli odierni cappuccini e si portava da ambo
i sessi. V’era poi la solea spartea, o stivale fatto di ginestra
spagnuola, ma non era ad uso degli uomini, ma delle bestie da
soma, a proteggere i loro piedi quando malati.
La solea tuttavia non si portava fuori di casa: altrimenti sarebbe stata
sconveniente o indizio di affettazione o di moda straniera, come
avvertì Seneca ed anche Cicerone [303].
Perones, Sculponeæ e Soleæ ligneæ, erano nomi con cui si
designavano i sandali e scarpe da famigli. I primi due indicavano
calzari fatti di cuojo; le soleæ ligneæ erano, come esprime il loro
aggettivo, di legno.
E qui s’arresta la mia erudizione in fatto di calzoleria romana e
pompejana.
Non però di quanto riguarda l’arte del coriarius, o cuojajo, perocchè
ad essa spettassero quelle altre opere che or si direbbero da sellajo.
Mi sbrigherò a dirne, sommariamente, ricordandone le sole
denominazioni de’ relativi arnesi.
Lorea si chiamavano le briglie, o corregge; le redini più propriamente
dicevansi habenæ; capistrum la cavezza, ma più precisamente
quella dell’asino; helcia, i tiragli, co’ quali cavalli o asini si
attaccavano al timone; erano essi o lorata, o spartea, o cannabina;
stragula, la fornitura, ephippia, la sella; clitellæ, il basto; soleæ, le
staffe.
E poichè avviene di ricordare tanti oggetti di selleria, porgo qui le
denominazioni di juga lignea, o gioghi per appajare i buoi; oreæ, il
morso; frenum, il freno; murices, lupi, lupata si chiamavano altri freni
di ferro asprissimi, atti a diverse nature di giumenti.
Or passiamo alla ricerca delle altre taberne che coi loro prodotti
contribuivano al vestimento, o piuttosto alla varietà e mantenimento
di esso.
Presso la casa di Olconio eravi una bottega da tintore, che i latini
chiamavano taberna offectoris, perchè, secondo spiega Pompeo
Festo, colorum infectoris. Distinguevansi, secondo lo stesso
scrittore, gli offectores dagli infectores: questi erano qui alienum
colorem in lanam conjiciunt: offectores qui proprio colori novum
officiunt [304]. Nulla in questa bottega si rinvenne di particolare: nel
fondo di essa eravi il laboratorio, con un fornello e vasche rivestite di
cemento assai duro, ma pur guasto evidentemente dagli acidi che
venivano usati nel tingere.
Nè io di più mi vi soffermerò, da che egual materia mi chiami a più
largamente trattare della Fullonica.
L’arte dei fulloni, che Plinio vuole sia stata trovata da Nicia
megarese, consisteva nel purgare, lavare ed anche tingere i panni.
Trattando dell’edificio di Eumachia nel Capitolo XI di quest’opera, ho
già fatto un rapido cenno dell’importanza di quest’arte in Pompei,
che vi aveva anzi una speciale corporazione. Che una congenere vi
fosse anche in Roma lo si raccoglie dalle Inscriptiones publicate dal
Fabbretti, ricordando come quel collegio litigasse assai lungamente
a proposito delle fontane [305]. Infatti non poteva a meno che essere
numerosa la classe de’ folloni, per la necessità che dell’arte loro
sentivasi per la politura delle vestimenta. Riccio ne dà informazioni
dei folloni, da cui rivelasi come di essi si giovasse allora come
adesso noi de’ nostri lavandaj e cavamacchie per rinettare ed
imbiancare gli abiti, dopo averli portati, effetto che ottenevano col
pestare co’ piedi i panni in larghe tinozze di acqua mischiata con
orina e terra di Sardegna. I nostri cavamacchia di presente vi
sostituiscono l’ammoniaca. Allora, onde procacciarsi tanta materia
quanta ne bastasse all’uopo, ponevansi vasi agli angoli delle Vie,
come già notai nel Capitolo appunto che tratta delle Vie; onde aveva
ragione Marziale di mordere la puzzolente Taide, dicendola più fetida
del vaso d’un follone:

Tam male Thais olet, quam non fullonis avari


Testa vetus, media sed modo fracta via [306].

Il panno così lavato e netto distendevasi sulla cavea viminea, o


graticcio semicircolare, con sottoposta fumigazione di zolfo, come si
deduce da un passo di Apulejo [307]; dopo di che passava al
cardatore, che col cardo fullonicus, vi risollevava il pelo, d’onde poi
mettevasi allo strettojo per quella che or direbbesi cilindratura. Fin
dall’anno 354 di Roma, la legge fatta dal Censore Flaminio, riferita
da Plinio, aveva prescritta una maniera in parte diversa dall’or detta,
con cui i folloni dovevano condursi per ben eseguire il loro lavoro.
Così si esprimeva: «Si lavin dapprima le stofe di lana colla terra di
Sardegna disciolta; si faccia quindi una fumigazione di zolfo, poi si
purghi con terra di Cimolo, di buon colore, riconoscendosi la falsa in
ciò che lo zolfo si rode e s’annerisce. La vera terra di Cimolo ravviva
i colori impalliditi dal zolfo. La terra chiamata saxum è la più
conveniente alle stofe bianche quand’esse sono state solforate: esso
è però nocevole alle stofe colorate. In Grecia in luogo della terra di
Cimolo, si serviva del gesso tinfaico di Etolia.»
L’antica Fullonica di Pompei era sulla Via di Mercurio e riusciva su
quella a cui essa medesima diè il nome: la sua pianta chiarisce
l’importanza di questo stabilimento scoperto e sterrato negli anni
1835 e 1836.
È una grand’area, chiusa da tre lati da largo portico fiancheggiato da
pilastri con archi. In fondo della corte si trovano quattro bacini alti,
ma alquanto inclinati per lo scolo delle acque e dinnanzi ad essi un
lungo banco di pietra, all’estremità del quale disposti due altri piccoli
bacini e muricciuoli sono per collocarvi le vaschette. Era qui che si
imbiancavano le stofe. All’ingiro de’ portici eran le camere dei folloni:
il proprietario doveva alloggiare nell’appartamento più distinto. Vi si
rinvenne un forno co’ suoi accessorj. Il piano superiore doveva avere
delle gallerie coperte; le colonne di esse caddero indubbiamente
nell’occasione dei cataclisma.
Una fontana elegantissima di marmo, dei pozzi con condotti esterni
dovevano somministrare ai bacini e vasche dei lavoratori acqua in
abbondanza. Presso alla fontana vi son pitture su d’un pilastro che
or sta al Museo, rappresentante le operazioni diverse de’ folloni. In
colori ancor vivi veggonsi quattro giovani operai che colle gambe
nude pestano in altrettante conche i panni, cui per tal modo tolgono il
sucidiume. Più su si vede uno schiavo che reca un utensile per
disseccare i drappi: un altro è occupato a passare il cardo fullonicus
di ferro su di un drappo sospeso. Sull’altro lato del pilastro è figurato
uno strettojo ornato di ghirlande; poi una bella dama che sembra dar
degli ordini ad una donna e ad uno schiavo e presso a loro sono
distese delle stofe a disseccare. Sul pilastro vicino è dipinto un
altare, fiancheggiato da due serpenti, un Bacco ed un Apollo.
Si ritrovò nello stabilimento di questa Fullonica molto sapone, lutus
fullonicus, parecchi vasi pieni di calce, delle caldaje e delle mestole
per rivolgere il sapone e lavorarlo. In un ripostiglio si rinvennero
cinque vasi di vetro, l’uno contenente un liquore che si disperse per
inavvertenza, un altro contenente un succo vegetale con olio e un
terzo contenente delle olive, galleggianti nell’olio, d’una
conservazione prodigiosa. Taluna di queste olive serbavano ancora il
picciuolo ed apparivan sì recenti, che sembravan raccolte di fresco.
Per Nuova Fullonica si designa un vasto edificio sull’angolo del
Vicolo della Maschera e si trovarono infatti molti fornelli ricoperti di
piombo e vasche rivestite di cemento; ma Bréton si domanda: se
non sia piuttosto una lavanderia più importante di quelle che per tali
vennero denominate, e si dichiara disposto ad accogliere questa
seconda supposizione.
Dopo le Fulloniche, occupiamoci delle due fabbriche di sapone che
si trovarono finora: l’una nel 1788 presso al mercante di pesci salati,
e nella bottega si vide molto sapone per terra ed anche molta calce
di buona qualità, ma impietrita. In un’altra camera attigua vi erano
sette vasche a livello del suolo per la fabbricazione; l’altra nella Via
degli Augustali, sull’angolo della viottola, che nulla offrì di
rimarchevole, all’infuori d’un gran forno diroccato.
Una importante corporazione erano in Pompei gli orefici, aurifices:
essi abbiamo già veduto nel Capitolo Quarto come in una iscrizione
pregassero ad essi propizio l’edile Cajo Cuspio Pansa, e pur senza
di questa particolarità, le mille preziosità d’oro raccolte negli scavi e
l’eleganza dei lavori, imporrebbero di aggiungere loro la massima
riputazione. Collane, monili baccati o di pallottole vermiglie,
braccialetti, orecchini, sigilli, falere, anelli e cento altre bazzicature
muliebri, sono tutte eseguite col gusto più squisito e l’arte moderna
ha ritratto da quegli oggetti molti esemplari alle proprie produzioni. Vi
si facevano anche dagli orefici oggetti da toletta, istromenti pei
sagrifici, statuette di numi e massime di lari, pàtere, coppe, utensili
ed altre moltissime cose, delle quali il Museo Nazionale di Napoli
ribocca e va fra i Musei del mondo ammiratissimo.
E sì leggiadre cose eseguivansi dalla oreficeria di allora, che a rigore
avrebbesi da me dovuto riserbarne la parola al capitolo vegnente,
che s’intratterrà dell’Arti. E lodatissimi artisti si ricordarono dalle
storie, di origine greca, o non mai usciti di Grecia, le opere de’ quali
erano ricercatissime in Italia. Così ci giunse la fama di un Pasitele,
che non metteva mano a nessun lavoro d’importanza senza prima
averne abozzato il modello in argilla od in cera, conformemente al
metodo raccomandato da Lisippo. Di lui si vantò assaissimo la
perfezione di un piccolo gruppo d’argento da lui condotto, il quale
rappresentava Roscio bambino lattante e la sua nutrice, che fremeva
nello scorgerlo avvolto fra le spire di un serpente nella sua culla.
Zopiro, altro orefice di non minore celebrità, non uscì mai di Grecia:
ma di lui Plinio ci lasciò descritte due tazze d’argento, nelle quali
aveva dimostrata la sua rara valentía: su l’una veggonsi Oreste
uccisore della madre, ed accusato di tale delitto da Erigone innanzi
all’Areopago, su l’altra lo stesso Oreste assolto da quell’augusto
tribunale, per l’intervento di Minerva, che opponendosi alla fatale
sentenza, gli accordava il proprio suffragio.

You might also like