Cinsel Normalli in Kurulu U Osmanl Dan Cumhuriyet e Heteronormatiflik Ve Stikrars ZL Klar 1st Edition Ezgi Sar Ta

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 70

Cinsel Normalli■in Kurulu■u Osmanl■

dan Cumhuriyet e Heteronormatiflik ve


■stikrars■zl■klar■ 1st Edition Ezgi
Sar■ta■
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/cinsel-normalligin-kurulusu-osmanli-dan-cumhuriyet-e-
heteronormatiflik-ve-istikrarsizliklari-1st-edition-ezgi-saritas/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Osmanl■ dan Cumhuriyet e Kripto Yahudiler ve


Pakraduniler 1st Edition Ahmet Akgül

https://ebookstep.com/product/osmanli-dan-cumhuriyet-e-kripto-
yahudiler-ve-pakraduniler-1st-edition-ahmet-akgul/

Diplomasi ve Tarih Osmanl■ dan Cumhuriyet e Türk


Diplomasi Tarihi Ara■t■rmalar■ 1st Edition Ali Engin
Oba

https://ebookstep.com/product/diplomasi-ve-tarih-osmanli-dan-
cumhuriyet-e-turk-diplomasi-tarihi-arastirmalari-1st-edition-ali-
engin-oba/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

Amore e ginnastica B1 Imparare Leggendo 1st Edition


Edmondo De Amicis Daniela Difrancesco

https://ebookstep.com/product/amore-e-ginnastica-b1-imparare-
leggendo-1st-edition-edmondo-de-amicis-daniela-difrancesco/
A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/

Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st


Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/
Ezgi Sarıtaş
Cinsel Normalliğin
Kuruluşu
Osmanlı'dan Cumhurlyet'e
Heteronormatlfllk ve lstlkrarsızlıklan
Ezgi Sarılaş, 1983 yılında Ankara'da doğdu. 2004 yılında
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yö­
netimi Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini
Orta Doğu Teknik ve Brüksel Vrije üniversitelerinde tamam­
ladı. 2015-16 yılları arasında Michigan Üniversitesi lngiliz
Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde misafir araştırmacı olarak bu­
lundu. 2018 yılında Ankara Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet
ve Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nda doktora tezini ta­
mamladı. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakülte­
si, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü altındaki Top­
lumsal Cinsiyet Anabilim Dalı'nda doktor araştırma görevlisi
olarak çalışmaya devam etmektedir.
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 43544

Cinsel Normalliğin Kuruluşu


Osmanlı'dan Cumhuriyet'e
Heteronormatiftik ve istikrarsızlıkları
Ezgi Santaş

© Ezgi Sarıtaş, 2020


©Metis Yayınları, 2020

ilk Basım: Ekim 2020

Yayıma Hazırlayanlar:
Savaş Kılıç, Müge Gürsoy Sökmen

Kapak Resmi:
George Barbier, Le Feu/Ateş, 1925.
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 44865

ISBN-13: 978-605-316-204-9

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak internette ya da herhangi bir veri saklama ci­
hazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hüküm­
lerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi anla­
mına geldiği için suç oluşturmaktadır.
Ezgi Santaş

Cinsel Normalliğin
Kuruluşu
OSMANLl'DAN CUMHURiYETE
HETERONORMATIFLIK
VE ISTIKRARSIZLIKLARI

�metis
Anneme
İçindekiler

Sunuş ve Teşekkür...................................................................... 1 1

GİRİŞ ......................................................................................... 1 5

1. Kitabın Yapısı........................................................................ 35
il. Metodolojik Yaklaşım . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39

Birinci Bölüm
ERKEK HOMOEROTİZMİNİN
MARJİNALLEŞME SÜRECİ....................................................... 45

1. Erkek Homoerotizminden Utanma ve Tarihsel Dönüşüm..... 50


il. Tasavvufi Aşk ve Homoerotizm........................................... 57
111. Homoerotizmle Süreklilik İçindeki Erkek
Homososyalliğinin Dönüşümü............................................. 65
1 . Erkekler Arası Hiyerarşinin Erotizasyonu ........................ 70
Usta-Çırak İlişkisi........................................................ 76
2. Kentli Homoerotik Alt-Kültür.......................................... 84
Erkek Homoerotizminin Kurucu Öğesi Olarak
Homososyalleşme Mekanları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 88
Meyhane............................. ...................................
. 92
Kahvehane . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 96
Hamam .................................................................. 104
Homososyal Mekanlar ve Seks Ticareti................... 111

iV. Edebiyat Alanındaki Dönüşümler......................................... 118


1 . On Dokuz ve Y irminci Y üzyıllarda Klasik
Osmanlı Edebiyatı Tartışmaları............ ........................... 1 28 .
İkinci Bölüm
GEÇ OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMLERİNDE
ERKEK HOMOEROTİZMİNE DAİR
ÜÇ ÖZ-ANLATI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 41

1. Aşçı İbrahim Dede'nin Hatıraları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 152


il. Dr. Rıza Nur'un Anılan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 76
111. Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 213

Üçüncü Bölüm
HETEROEROTİZM VE ARZU NESNESİ KADININ
UYANDIRDIGI KAYGILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 234

1. Heteroerotizm ve Arkadaşlığa Dayalı Evlilik Düşüncesi . . . . . . 239


il. Arzu Nesnesi Kadının Yarattığı Toplumsal Cinsiyet
Kaygılan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 260
1. Kadınsılaşma Kaygısı Figürü: Züppe . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 263
Erkeğin Narsisist Arzusu ve Zelil Züppe . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 273
2. Kaygıyı Dindiren Erkeksi Aşk Nesnesi:
Erkek Kıyafetinde Kadın . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 285
111. Kaygıların Kesişiminde Kadın Homoerotizmi Anlatılan . . . . . . 314

SONUÇ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 337

KAYNAKÇA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 345
Sunuş ve Teşekkür

BU KİTAPTA Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye'nin modem toplum­


sal cinsiyet ve cinsellik rejimlerini anlama çabasına, heteronorma­
tifliğin on dokuzuncu yüzyılın son ve yirminci yüzyılın ilk yansında
kazandığı özgül biçimi sorgulayarak katkıda bulunmayı amaçlıyo­
rum. Cinsel modernleşme adı altında incelediğim bu sürecin karma­
şıklığını farklı tarihsel uğraklara, çatışmalı söylemlere ve karmaşık
öznelliklere odaklanarak çözümlemeyi amaçlıyorum. Bunu yapar­
ken normalliğin kalbinde yatan istikrarsızlıkların içerdiği potansi­
yellere işaret etmeye çalışıyorum.
Elinizdeki kitap, Mart 2018'de tamamladığım doktora tezimden
yola çıkılarak hazırlandı. Pek çok benzeri gibi, bu kitabın da yayım­
lanması uzun bir sürece yayıldı ve bu dönemde kitabın ana metnine
katamadığını fakat benimle benzer kaynaklardan beslenen yeni ça­
lışmalar yapıldı, yayımlandı. Hepsinin adını anamayacağını bu ça­
lışmalar arasında en çok Kıvanç Tannyar'ın Aykırı Cinsellikler (Ay­
rıntı, 2018) kitabını dahil edemediğim için hayıflanıyorum. Hayıf­
lanmamın tek nedeni beslendiğimiz kuramsal kaynakların ve ince­
lediğimiz eserlerin önemli ölçüde örtüşmesi değil, aynı zamanda
yaklaşımımızdaki belirgin farklar. Derinlemesine ele alamayacak ol­
sam da farklara en azından işaret etmek istedim çünkü bu farklar,
Osmanlı ve Türkiye cinsellik çalışmalarının yeni ve yaratıcı arşiv­
lerle olduğu kadar onlara dair çeşitli okumalarla da zenginleşmeyi
bekleyen taze ve heyecan verici bir çalışma alanı olduğunu gösteri­
yorlar. Bu heyecan verici çalışma alanı hem akademinin hem de top­
lumsal cinsiyete dayalı mücadelelerin ağır bir saldın karşısında kal­
dığı bir dönemde gelişmeye çalışıyor. Üniversite çatısı altında top­
lumsal cinsiyete dair sorular sormak, feminist ve queer bir perspek-
12 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

tifle eleştirel düşünceyi geliştirmek neredeyse imkansız hale gelir­


ken; birlikte sorgulayacağımız, düşüneceğimiz ve birbirimizi güç­
lendireceğimiz yeni alanlar açmanın önemi çok daha görünür olu­
yor. Bu kitabın böyle bir birlikte düşünme sürecinin bir parçası ol­
masını umuyorum.
Kitabın önsözünü yazmaya oturduğum son aşaması, Covid-19'un
yayılmasını engellemek için çoğumuzun dostlarıyla, aileleriyle, sev­
dikleriyle mekansal olarak ayn düştüğü zamanlara denk geldi. Bu
ayn düşüş, hayatlarımızın birbirine nasıl bağlı olduğunu ve her şeye
rağmen bir arada kalmanın gücünü bir kere daha hatırlatmış oldu.
Bir kere daha, çünkü kitaba dönüşen tezimin yazım sürecinde ayn
düşüp de bir arada kalma deneyimini birkaç kere daha yaşadım. Ki­
tabın yazıldığı dönemde barış imzacısı olan meslektaşlarımın önem­
li bir kısmı üniversitelerinden ihraç edildi; her gün gitmeye devam
ettiğim Cebeci Kampüsü'ne girmeleri yasaklandı, birçoğu yurtdışı­
na çıkmak zorunda kaldı. Pek çoğu ile ayn düştük ama bir arada
durmayı başarabildiğimiz anlar hep daha güçlü hissettirdi; başara­
madıklarımız ise gücün ancak birbirimizden alacağımız bir şey ol­
duğunu gösterdi. Kitabın yazılma sürecinde birlikte büyüdüğüm ca­
nım dostum Nurcan Z. Çarıkçı Engizek'i ve sevgili teyzem Bilgi
Aygün'ü kaybettim. Son beş yılda yaşanan sayısız kayıp, hayatları­
mızın kırılganlığını olduğu kadar onu birbirimize borçlu olduğumu­
zu da hatırlatmaya devam etti. Bu kitap da varlığını isimlerini zikre­
deceklerim başta olmak üzere pek çok kişinin; ailemin, dostlarımın,
meslektaşlarımın ve kaybedilemeyecek kadar değerli olanların var­
lığına borçlu.
Yapmaya çalıştığım şeye hep inanan ve ben güvenemediğimde
bile güvenen, her zaman ufuk açıcı yönlendirmelerde bulunan ho­
cam Alev Özkazanç'a, barış imzacısı olan Alev Hoca istifa etmek
zorunda kaldığında hiç düşünmeden danışmanlığımı kabul eden, ya­
ratıcılığıyla her zaman ilham veren Elif Ekin Akşit'e, sorulan ve
yönlendirmeleriyle yol gösterici olan Valerie Traub'a, hem tez jü­
rimde hem de komitemde yer almayı kabul ederek katkısını esirge­
meyen Serpil Sancar'a, neşesi ve heyecanıyla güç veren Neslihan
Demirkol'a, tez jürimde yer alarak eleştiri ve katkılarını paylaşan Es­
ra Sarıoğlu'na ve Mehmet Kalpaklı'ya; arşiv belgelerimi özenle oku-
SUNUŞ VE TEŞEKKÜR 13

yan Erman Hanın Karaduman'a; Metis Yayınları'nda çalışmam üze­


rinde inanılmaz bir titizlikle emek harcayan editörlerim Savaş Kılıç
ve Müge Gürsoy Sökmen'e teşekkürü borç bilirim. Aynca "Yurt Dı­
şı Doktora Sırası Araştırma Burs Programı" kapsamında verdiği
destek ile bir sene boyunca Michigan Üniversitesi'nde araştırma
yapmamı sağlayan TÜBİTAK'a teşekkür ederim.
Kitaba son okumasından, kaynakların derlenmesine sayamaya­
cağım kadar çok katkısı bulunan, dostluğa, paylaşmaya ve zor za­
manlarda birlikte durmaya dair çok şey öğreten Aysel Ergün'e; yine
yazım sürecinin her aşamasında emeği olan, yıllarca kafa karışıklık­
larımı sabırla dinlemekle kalmayıp son ana kadar neşeyle benimle
dipnot düzelten Selbin Yılmaz'a; kitabı okuyup ince ince düzelten,
yorumlarıyla zenginleştiren ve bana her zaman cesaret veren Deniz
Dölek Sever'e, Özkan Agtaş'a ve Burçin Kalkın Kızıldaş'a; her ha­
tırladığımda tebessüm ettiğim pek çok anı biriktirdiğim, birlikte gül­
meye doyamadığım dostlarım Hüseyin Alptekin Top'a, Pınar Yük­
sel'e ve Eda Acara'ya; Cebeci Kampüsü'nde her şeye rağmen soluk
almayı mümkün kılan Duygu Türk'e, Erkan Müniroğlu'na, Ferda
Dönmez'e, Meltem Kayıran'a, Özge Özkoç'a ve Uğur Yağan'a; sıkış­
tığım her an yardımıma güler yüzle koşan Fidan Sabaz'a; üniversite
içinde ve dışında toplumsal cinsiyet çalışmaya devam etme gücü ve­
ren Ceren Salmanoğlu'na, Emel Memiş'e, Funda Şenol Cantek'e,
Gülay Toksöz'e, Pınar Yıldız'a, Selma Koçak'a, Tuba Taş'a ve Yelda
Şahin Akıllı'ya; hep teşvik edici olan Aylime Aslı'ya, Umut Güner'e
ve Yıldız Tar'a; darda kalıp yanıma yöreme baktığımda orada olduk­
larını görmekten mutluluk duyduğum Aslı Cihan'a, Canberk Gü­
rer'e, Dinçer Demirkent'e, Elçin Aktoprak'a, Helin Küçük'e, Ulaş
Kızıldaş'a, elini attığı her hikayeye olduğu gibi buna da beklenmedik
bir son katan Saygın Sarbay'a; mücadeleleri ile ilham veren Nurcan
Z. Çarıkçı Engizek ve Bilgi Aygün'e; her zaman yanımda olan, bana
destek ve güç veren aileme; babam Ahmet Sarıtaş'a ve annem Ülkü
Sarıtaş'a sonsuz teşekkürler.
Giriş

Cinsel Normalliğin Kuruluşu, geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönem­


lerinde cinsel modernliği heteronormatiflik kavramı ekseninde so­
runsallaştırmayı amaçlıyor. Aşk ve erotizmin homoseksüellik ile he­
teroseksüellik arasındaki modem karşıtlığa ve iki cinsiyetli modele
yaslanan heteronormatif söylemler çerçevesinde düzenlenmesi ol­
dukça uzun, gerilimli ve istikrarsızlıklarla dolu bir süreç olmuştur.
Çalışmanın amacı bu sürecin içerdiği gerilimlerin ve istikrarsızlık­
ların izini sürerek geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin' söy­
lemsel koşullarının "bugünkü epistemolojik ve varoluşsal çıkmazla­
rımıza nasıl katkıda bulunduğu"nu2 anlama çabasına katkıda bulun­
maktır.
Çalışma iki temel argüman etrafında şekilleniyor. Bunlardan ilki
cinsel modernlik dönemi olarak ele aldığım on dokuzuncu ve yir­
minci yüzyıllarda yaşanan heteronormalleşme sürecinin ancak erken
modem dönemde yaşanan toplumsal, kültürel, politik ve erotik dö­
nüşümler dikkate alındığında anlaşılabileceği. İkincisi heteronorma­
tifliğin kendi ihlallerini üreterek işleyen yapısı nedeniyle, heteronor­
malleşmenin, nihai ve mutlak bir sonuca varmış bir süreç olarak in­
celenemeyeceği. Bu kitapta erken modem dönemden devralınan,
erotik deneyimleri ve özdeşleşme kategorilerini idrak edilebilir kılan
söylemlerin, yeni ve rakip söylemlerle nasıl bir arada işlediğini ve

1. Çalışmam 1839 sonrası ile 1920'lerin sonu arasındaki yaklaşık yüz yıllık dö­
neme odaklansa da tarihsel dönüşüm ve bu dönüşümü hatırlama biçimlerine ilişkin
çözümlemelerim on yedinci yüzyıldan yinninci yüzyılın ikinci yansına kadar uza­
nıyor. Bu nedenle "erken Cumhuriyet dönemi" yerine "Cumhuriyet dönemi" de­
meyi tercih ettim.
2. Valerie Traub, Renaissance of lesbianism in Early Modern England, Cam­
bridge University Press, 2002, s. 353.
16 CİN SEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

tutarsız ve istikrarsız öznellikler ürettiğini inceliyorum. Bu doğrul­


tuda "kromozomal cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasın­
daki sözde değişmez ilişkilerin tutarsızlıklarını dramatize"3 eden
queer ve feminist bir çözümleme yapmayı amaçlıyorum.
Ana temamı oluşturan cinsel modernlik ve heteronormatiflik ko­
nusunu çalışmaya nasıl karar verdiğimi ele almak, meseleyi nasıl so­
ninsallaştırdığımı anlatabilmenin en uygun yolu gibi görünüyor. Ça­
lışmama yirminci yüzyıl ortasında gerek popüler gerekse yarı-bilim­
sel cinsellik literatüründe kayda değer bir artış yaşandığına ilişki.o
tespitim yol açtı. Özellikle cinsel patolojilere yoğunlaşan metinlerin
sayısındaki artışı açıklayabilmek için önceki dönemlere, bilhassa on
dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başına dönmek istedim.
Yaptığım araştırma bana on dokuzuncu yüzyılda önemli bir dönüşü­
mün yaşandığını gösterdi. Yüzyıl başında genç erkeklere yönelen er­
kek arzusu hala oldukça açık biçimlerde ifade edilirken, yüzyıl so­
nunda bu ifadeler marjinalleşmekle kalmamış, erkeklerin erotik ar­
zularını açıkça dile getirdikleri neredeyse tek nesne kadınlar olmuş­
tu. Yüzyıl süresince yaşanan bu dönüşümü ele almadan yirminci
yüzyıl ortasında cinselliğin nasıl önemli bir mesele haline geldiğini
anlayamayacağımı düşünerek, dikkatimi on dokuzuncu yüzyıl sonu
ve yirminci yüzyıl başına yöneltmeye karar verdim. Fakat disiplin
bakımından sınırlılıklanm ve konunun tartışmalı doğası nedeniyle,
oldukça çetrefilli bir yola girdiğimin farkına vardım.
Osmanlı-Türk4 cinselliğinin hem modem Türkiye'de hem de Batı
dünyasında ilgi çeken bir konu olması, bu alanda çalışmanın temel
zorluklarından birini teşkil ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, yüz­
yıllarca Batılı başkalıkçı söylemlerce5 cinselleştirilmekle kalmamış,
Türkçe popüler anlatılarda da harem, hamam, hadım ağalan, çokeş-

3. Ana Maria Jagose, Queer Theory: An lntroduction, Melboume University


Press, 1996, s. l .
4. Ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu'nu oluşturan tüm dinsel ve etnik toplu­
lukları kapsayan bir çözümleme yapamayacağım. Zaman zaman Musevi ve Hıris­
tiyan cemaatlerden söz edecek olsam da, "Osmanlı" sözcüğüyle dönemin Müslü­
man-Türk unsurunu kastediyorum.
5. lrvin Cemil Schick, Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve
Mekansallık, çev. Savaş Kılıç ve Gamze San, Tarih Vakfı Yurt, 2000 .
GİRİŞ 17

lilik gibi temalar tarihsellikleri dikkate alınmadan oldukça geniş bir


zaman dilimi ve coğrafyada geçerli kabul edilerek muhayyel bir Os­
manlı cinselliği şemsiyesi altında bir araya getirilmiştir. Dahası, Os­
manlı cinselliği üzerine tartışmalar sektiler kesimlerin Osmanlıların
cinsel sapkınlığını ispat çabaları ve homofobik neo-Osmanlıcılığın
giderek güçlenen sansürcü çabalarıyla fazlasıyla işgal edilmiş du­
rumda.6 Akademik çalışmaların ise daha çok erken modem7 cinsel­
liklere8 yoğunlaştığını ve cinsel modernliğin nadiren ilgi ve araştır­
ma konusu olduğunu söyleyebilirim.9 Benzer bir iddia Ortadoğu10

6. Her ilcisi de homofobik bu görüşlerin yanı sıra, Osmanlı'yı cinsel çeşitliliğin


bugüne nazaran daha fazla kabul gördüğü bir hoşgörü toplumu olarak tasvir eden
görüş ile, şeriat yasalarının uygulamadan kalkmasıyla birlikte cinsel kimliklerin
de daha özgürce ifade edilmeye başlandığını iddia eden homofıl argümanların var­
lığını da not etmekte fayda var.
7. Osmanlı İmparatorluğu tarihine ilişkin klasik, gerileme, modernleşme kur­
gusuna ilişkin bir sorgulama ve erken modernlik tartışması için bkz. Virginia H.
Aksan ve Daniel Goffman (haz.), The Early Modern Ottomans: Remapping the
Empire, Cambridge University Press, 2007. Aksan ve Goffman 1453 ile 1839 ara­
sını erken modem dönem olarak adlandırıyor (a.g.y., s. 2).
8. "Cinsellikler" terimiyle, Michel Foucault'nun "bir kişinin öznelliğinin ve
kimliğinin hakikati" anlamındaki cinsellik tanımına atıfta bulunmuyorum; eylem­
ler, arzular ve özdeşleşmelerin çokluğu, çeşitli duygulanımlar ve toplumsallıklar
bütünü olarak cinsellikleri kastediyorum.
9. Her ne kadar öncesinde Murat Bardakçı ve Konur Ertop gibi isimler, bazı
elyazması metinleri içeren popüler kitaplar kaleme almış olsalar da Osmanlı cin­
sellikleri ancak 2000 sonrasında sistematik biçimde akademik çalışmaların konusu
haline gelmiştir. Latin alfabesinin kabul edilmesi, erken modem erotik metinleri
modem okur için büyük ölçüde erişilmez kılmıştır. Yukarıdaki isimlerle birlikte
Andrews, Kalpaklı, Kuru ve Ze'evi'nin erken modem metinler, Schick ve Toprak'
ın modem metinler üzerine yaptıkları çalışmalar, uzmanlık alanı tarih veya edebi­
yat olmayan benim gibi sosyal bilimcilere bu metinleri erişilebilir kılarak Osmanlı
cinsellik çalışmaları yazınına büyük katkıda bulunmuştur.
10. Ortadoğu kavramım tüm sınırlılıklarının farkında olarak kullanıyorum.
Kathryn Babayan ve Afsaneh Najmabadi Avrupalı kartografların icat ettiği bu te­
rim yerine islamicate terimini kullanmayı yeğlediklerini söylüyor ("Preface", Is­
lamicate Sexualities: Translations Across Temporal Geographies of Desire, haz.
Kathryn Babayan ve Afsaneh Najmabadi, Harvard University Press, 2008, s. ix).
Leslie Peirce da terimin aralarında yoğun kültürel alışveriş olan Kuzey Afrika, Ka­
radeniz, Balkanlar, Kafkaslar gibi bölgeleri dışarıda bıraktığı için, bilhassa erken
modem cinsellik çalışmaları açısından yetersiz kaldığını vurguluyor ("Writing
Histories of Sexuality in the Middle East", The American Historical Review l 14,
no. 5, Aralık 2009, s. 1325).
18 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

toplumlarına ilişkin çalışmalara genellenebilir. Ortadoğu cinsel mo­


demliklerinin erken modem cinselliklere kıyasla daha az çalışma
konusu edilmesi, modem öncesi Ortadoğu karşısında modem Batı
karşıtlığını -isteyerek veya istemeden- yeniden üretir. Bu karşıtlık
Ortadoğu ile Batı arasındaki -ve ötesindeki- karmaşık ve dinamik
ilişkileri ve bu ilişkilerin Ortadoğu cinselliklerini nasıl şekillendir­
diğini görmezden gelmektedir.11
Modem/modem öncesi, Batı/Doğu karşıtlıkları diğer karşıtlık­
larla birleşerek uzun bir dönem boyunca cinsellik tartışmalarına yön
vermiştir. Bunlardan belki de en belirleyici olanı modern cinsel kim­
likler ile modern öncesi erotik eylemler arasındaki karşıtlık olmuş­
tur. Bu karşıtlık büyük ölçüde Michel Foucault'nun Cinselliğin Ta­
rihi kitabının birinci cildindeki şu sözlerinin etkisi altında şekillen­
miştir:
Ruhbilirnsel, psikiyatrik ve tıbbi açıdan eşcinsellik kategorisinin, eşcin­
selliğin bir cinsel ilişki türü olarak değil de belli bir cinsel duyarlılık özel­
liği, kişinin kendisinde var olan dişi ve erkeğe belli bir biçimde yer değiş­
tirtmesi olarak tanımlandığı andan itibaren oluştuğu -Westphal'in "ters cin­
sel duyarlılıklar" üzerine 1870'de yazdığı ünlü makale bu tutumun doğum
tarihi olarak kabul edilebilir- unutulmamalıdır. ... Livata alışkanlığı olan,
doğru yolu bulmuşken sapan bir dönek olarak görülmekteydi, oysa eşcinsel
bundan sonra bir "tür" olmuştur.12

Alan Bray, Jeffrey Weeks, David Halperin ve George Chauncey


gibi isimler Foucault'nun bu çözümlemesi ışığında, cinsellik kavra­
mının ve modem cinsel kimlik kategorilerinin modem öncesine uy­
gulanmasının anakronizme yol açacağını söyleyerek, cinsel kimlik
kategorilerinin --özellikle de eşcinselliğin- toplumsal bir inşa olarak
ortaya çıkış süreçlerini incelemişlerdir. Eve Kosofsky Sedgwick, söz
konusu toplumsal inşacı tarih çalışmalarının ezberlerimizi bozarken,
bugün bildiğimiz haliyle eşcinselliğin bilindikliğini tahkim ettikle-

11. Hanadi Al-Samman ve Tarek El-Ariss, "Queer Affects: Introduction", ln­


ternational Journal of Middle Eastern Studies 45, no. 2 (Mayıs 2013), s. 205.
12. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Aynntı,
2010, s. 39.
13. Eve Kosofsky Sedgwick, Epistemology of the Closet, University of Cali­
fomia Press, 1990, s. 45.
GİRİŞ 19

rin i savunrnuş13 ve erotik ilişkileri düzenleyen modellerin ancak geç­


miştekilerin yerini alarak işlediklerini ima eden azletme anlatılarını
eleştirmiştir.14 Sedgwick, geçmiş modellerin güya yabancı başkalık­
larını değil tortulaşmış güçlerini; çoklu, değişken ve ihtilaflı işleyiş­
lerini; farklı modellerin rasyonalize edilmemiş bir arada oluşlarının
modem homo/hetero ikiliğini nasıl yapılandırdığını çözümlemek is­
ter.15 Sedgwick'in eleştirisi Madhavi Menon, Carla Freccero, Ca­
rolyn Dinshaw gibi isimlerce benimsenmiştir. İnşacı araştırmalar, ta­
rihsel süreçleri teleolojik bir anlatı içerisinde ele aldıkları ve belirli
bir tarihsel anda belirli kategorilerin kendi iç tutarsızlıklarına ilgi
göstermedikleri için eleştirilmiştir.
Tarihsel başkalıkçılık eleştirileri, coğrafi başkalıkçılık eleştirile­
riyle örtüşür. Başkalıkçı tarih anlatıları, Modem Batı'nın ötekisi ola­
rak yalnızca modem öncesini değil "Batı-dışı"nı da inşa ederler;
"mekansal ve zamansal başkalık üst üste" biner.16 Dipesh Chakra­
barty, "önce Avrupa'da, daha sonra başka yerlerde" düşüncesinin Ba­
tı ile Batı-dışı arasında gelişimsel bir zaman farkı varsaydığını ve bu
farkın da kültürel mesafenin ölçütü haline getirildiğini söyler.17 Bu
düşünce dünyanın farklı bölgeleri arasındaki ilişkilerin, zamansal
ilişkiler olarak temsil edilmesini sağlar. Eylemler ve kimlikler ara­
sındaki tutarsız aynm da ütopik veya ilkel bir geçmişin karşısına
yerleştirilen modernliğin modernliğini ve modem öncesinin yansı-

14. Sedgwick' in eleştirisi, özellikle David Halperin'i ve Foucault'yu hedef alır.


Oysa Foucault'nun soybilimsel çabası sürekliliklerin izini sürmeye değil yanlış sü­
rekliliklere karşı çıkar. Bkz. Ann Laura Stoler, Race and the Education of Desire:
Foucault's History ofSexuality and the Colonial Order ofThings, Duke University
Press, 1995, s. 39. Foucault, pek çok "şimdi"nin aynı anda mevcut olduğu bir mo­
del önermektedir. Bkz. Dina Al-Kassim, "Epilogue: Sexual Epistemologies, East
in West" , lslamicate Sexualities: Translations Across Temporal Geographies of
Desire, s. 308. Foucault'ya göre tarih ancak varlığımızın içine süreksiz olanı dahil
ettiği; duygularımızı böldüğü, içgüdülerimizi dramatikleştirdiği, bedenlerimizi
çoğaltıp kendisine karşıt kıldığı sürece "gerçek" olabilir. Bkz. Michel Foucault,
"Nietzsche, Soybilim, Tarih", Seçme Yazılar 5: Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden,
Ayrıntı, 2004, s. 243.
15. Sedgwick, Epistemology of the Closet, s. 47-48.
16. Schick, Batının Cinsel Kıyısı, s. 12.
17. Dipesh Chakrabarty, Avrupa'yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve
Tarihsel Farklılık, çev. İlker Cörüt, Boğaziçi Üniversitesi, 2007, s. 42.
20 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

tıldığı Doğu'nun Batı'dan başkalığını güvence altına alır.18 Anakro­


nizm veya kültürel evrenselcilikten kaçma amacıyla cinsel başkalık,
modern öncesine ve Batı-dışına atfedilirken, Batı ve modern doku­
nulmamış kategoriler olarak bütünlüklerini korurlar.
Dünyanın farklı yerlerinde Batılı cinsel bilgi ve kategorilerin et­
kisi altında şekillenen cinsel modernliklere dair çalışmalar,ı9 Batı­
dışı toplumlara yansıtılan tarihsizlik varsayımını eleştirmişlerdir. Bu
çalışmalar, Batılı cinsellik biliminin farklı toplumlarda tercüme ve
müzakere süreçlerine olduğu kadar, sömürgeleştirilen beden ve cin­
selliklerin cinsellik biliminin ortaya çıkışındaki rolüne de odaklan­
mışlardır. 20 Modernleşme, Batılılaşma ve sömürgeleşme süreçlerinin
karmaşıklığına dikkat çeken cinsel modernliklere dair çalışmalar,
Foucault'nun Çin, Japonya, Hindistan, Müslüman-Arap ve antik Ro­
ma'yla özdeşleştirdiği "hakikati hazdan çıkaran" erotizm sanatı (ars
erotica) ile Batılı bir bilgi iktidar biçimi olan cinsellik bilimi (scien-

18. Al-Kassim, "Epilogue: Sexual Epistemologies, East in West", s. 300.


19. Modernleşme kuramı ile uyumlu başka bir tartışma hattına daha dikkat
çekmek gerekiyor. Buna göre Batılı ideallerin kabul edilmesiyle birlikte, eşcinsel­
liğe yönelik "hoşgörü" artmıştır. Bu argüman genellikle Napolyon Kanunları'nın
benimsenmesiyle livatanın suç kategorisinden çıkarılmış olmasına dayandırılır.
örneğin 1858 tarihli Ceza Kanunu ile Osmanlı İmparatorluğu'nda eşcinselliğin suç
olmaktan çıktığı iddia edilir. Bkz. Kees Waaldijk, "Small Change: How the Road
to Same-Sex Marriage Got Paved in the Netherlands", Legal Recognition of Sa­
me-Sex Partnerships: A Study of Nationa/, European and lnternationa/ Law, haz.
Mads Andenaes ve Robert W intemut, Hart, 2001, s. 636-51. 1810 Fransız Ceza
Kanunu'ndan uyarlanan 1858 tarihli kanunun livataya ilişkin yargılamaları nasıl
dönüştürdüğü önemli bir araştırma sorusudur. "Fiil-i şeni" ve zina ile birlikte li­
vatanın da İstanbul suç cetvellerinde bir kategori olarak yer alması bu düzenleme­
nin uygulamaya ne derece geçirildiğini sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.· Bkz.
Deniz Dölek Sever, lstanbu/'s Great War: Public Order, Crime and Punishment in
the Ottoman Capita/, 1914-1918, Libra, 2018, s. 377-78, 384. Arjantin'de Napol­
yon Kanunları'nın benimsenmesiyle birlikte erkek homoerotizminin geçirdiği dö­
nüşüme ilişkin bir hukuk tarihi çalışması için bkz. Pablo Ben, Male Sexuality, The
Popular C/asses and the State: Buenos Aires, 1880-1955, Doktora Tezi, Chicago
University, 2009. Ben, devlet arşivlerini kullandığı çalışmasında, erkek homoero­
tizminin yalnızca tıbbi, psikiyatrik, krimonolojik ve hukuki temsilleri üzerinden
yapılan çözümlemelerin, cinsellik alanına yapılan devlet müdahalelerinin asıl ni­
teliğini çözümlemek için yetersiz kaldığını söyler. Temsili/gerçek ayrımını benim­
semiyor olsam da, devlet arşivleri üzerinden yapılacak bir çalışmanın Osmanlı cin­
sellik çalışmalarına büyük katkıda bulunacağına inanıyorum. Yaptığım arşiv tara-
GİRİŞ 21

tia sexualis) arasında yaptığı ayrımı sorgulamışlarclır.21 Gregory M.


Pflugfelder, tıbbi-bilimsel modelin Japonya'da Batı Avrupa ve Ku­
zey Amerika ile neredeyse aynı dönemde yerleşik bir bilme biçimi
haline geldiğine dikkat çeker. Dahası, bilginin akışı tek yönlü olmaz
ve Japon cinsellik bilimcileri Avrupa ve Amerikalı meslektaşlarıyla
aktif bir diyalog içindedirler.22 Sabine Frühstück, on dokuz ve yir­
minci yüzyıllarda Batılı bilimsel bilginin Japon cinsellik bilimcile­
rinin uzmanlık alanlarını kurmalarını ve korumalarını nasıl sağladığı
üzerinde durur.23 Chou Wah-Shan, Çin toplumları örneğinde modem
cinsellik ve ulusun, Batı emperyalizmi karşısında hissedilen derin
kültürel ve siyasal aşağılanma bağlamında inşa edildiğini savunur.24
Fakat Batılılaşma süreci kültürel nakil ve sömürgeleşmeden ibaret
değildir ve Çin toplumlarında da Batı cinsellik bilimi yeniden temel­
lük edilip bağlamsallaştınlır.25 Afsaneh Najmabadi, Kaçar İmpara­
torluğu dönemi İran'ına ilişkin ilham verici çalışmasında, Avrupalı

masında, erkek erkeğe cinsel eylemlere, özellikle de genç erkeklere tecavüze iliş­
kin pek çok arşiv belgesine rastladım. Burada verebileceğim sınırlı sayıda örnek
şunlardır: BOA, Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi, 86/27, 20.Ra. 13l1; BOA, Da­
hiliye Nezareti Mektubi Kalemi, 981/33, 24.R.1323; BOA, Emniyet-i Umumiye
Müdüriyeti Belgeleri 5. Ş b, 52/6, 18.Ra. 1336; BOA, İrade Harbiye, 173/1333,
06.L.1333; BOA Meclis-i Vfila Evrakı, 686/16, 25.Ca.1281; BOA, Meclis-i vata
Evrakı, 1080/54, 14.C.1284; BOA, Rumeli Müfettişliği Kosova Evrakı, 101/10090,
04.B. 1323; BOA, Rumeli Müfettişliği Selanik Evrakı, 108/10726, 08.R.1324;
BOA, Rumeli Müfettişliği Manastır Evrakı, 151/15060, 24.Za.1325; BOA, Sada­
ret-Mektubi Kalemi Umum Vilayat Evrakı, 348/22, 07.N.1275. Kullandığım arşiv
belgeleri, aksi belirtilmediği sürece Erman Harun Karaduman tarafından okun­
muştur.
20. Ann L. Stoler'ın Foucault ile diyalog içerisindeki Race and Education of
Desire (Duke University Press, 1995) çalışması bu konuda öncüdür.
21. Foucault'nun şarkiyatçılığı ve Müslüman cinselliklerine dair görüşleriyle
ilgili bir tartışma için bkz. Janet Afary ve Kevin B. Anderson, Foucault ve İran
Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığın Ayartmaları, çev. Mehmet Doğan,
Boğaziçi Üniversitesi, 2015, 5. Bölüm.
22. Gregory M. Pflugfelder, Cartographies ofDesire: Male-Male Sexuality in
Japanese Discourse 1600-1950, University of Califomia Press, 1999, s. 13.
23. Sabine Frühstück, Colonizing Sex: Sexology and Social Control in Modern
lapan, University of Califomia Press, 2003, s. 11.
24. Wah-shan Chou, Tongzhi: Politics of Same-Sex Eroticism in Chinese So­
cieties, Haworth Press, 2000 , s. 44.
25. Chou, Tongzhi, s. 48.
22 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

gözün İran aşk ve erotizm kurgularının biçimlenmesindeki rolünü


ortaya koyar. İranlıların on dokuzuncu yüzyılda Avrupa ile etkile­
şimlerinin yoğunlaşması sonucunda homoerotizm, heteroerotizm
olarak maskelenmiştir.26 Tek taraflı bir etkilenme modelini reddeden
Najmabadi, modem heteronormalleşme süreçlerinin İran kültüründe
Batı'dakinden çok farklı bir rota izlediğine dikkat çeker.27 Joseph
Massad, şarkiyatçı Arap temsilleriyle yüz yüze kalan Arap entelek­
tüellerinin, medeniyeti cinsellik vektörü üzerinden ölçen Avrupa
epistemolojisini içselleştirdiklerini savunur. Arap modernleşmecile­
ri, Arap cinselliğinin Avrupa cinselliğinden çok da farklı olmadığını
iddia eden bir asimilasyonizmi benimsemişlerdir.2e El-Rouayheb
Arap modernleşmesi bağlamında, Viktoryen ahlakın etkisinde oğ­
lanlara yönelik arzu ifadelerinin "cinsel sapma" olarak nitelendiril­
diğini söyler.29
Dünyanın farklı yerlerine dair araştırmalar modernliğin hetero­
normalleşme -veya bazı bölgelerde heteronormalleşmenin hızlan­
ma- dönemi olduğunu gösterir. Heteronormatifliğe ilişkin karşılaş­
tırmalı bir kavrayışın geliştirilmesi, farklı söylemlerin farklı bağlam­
larda nasıl dolandığını, temellük edildiğini ve bozulduğunu; hetero­
normatifliğin farklı coğrafi ve kültürel bağlamlarda nasıl işlediğini
anlamamıza yardımcı olacaktır.3° Cinsellik söylemlerinin kültürle­
rarasılığına yapılan vurgu, yalnızca "Doğu"nun değil, "Batı"nın da
farklı kültürlerden cinsel anlatıları benimsediğine, tercüme ve mü-

26. Afsaneh Najmabadi, Women With Mustaches and Men Without Beards:
Gender and Sexual Anxieties oflranian Modernity, University of Califomia Press,
2005, s. 5.
27. Najmabadi, Women with Mustaches, s. 5-8; Najmabadi, "Types, Acts, or
What? Regulation of Sexuality in Nineteenth-century Iran", /slamicate Sexualiti­
es: Translations Across Temporal Geographies ofDesire, 2008, s. 287.
28 Joseph A. Massad, Desiring Arabs, University of Chicago Press, 2007, s.
6-15.
29. Khaled El-Rouayheb, Before Homosexuality in the Arab-lslamic World,
1500- 1800, University of Chicago Press, 2005, s. 153-61.
30. Susan S. Lanser, "Of Closed Doors and Open Hatches: Heteronormative
Plots in Eighteenth Century (Women's) Studies", Heteronormativity in Eighteenth­
Century Literature and Culture, haz. Abby Coykendall ve Ana de Freitas Boe,
Ashgate, 2014, s. 23-39.
GİRİŞ 23

zakere ettiğine dikkat çeker.3ı Bu süreçler, keskin bir Doğu/Batı32


ayrımının mümkün olmadığını, bununla örtüşen erotik sanat/cinsel­
lik bilimi ayrımının her iki tarafının da karmaşık kültürlerarası etki­
leşim ağlarınca biçimlendirildiğini gösterir. Kültürlerarası etkileşi­
min baskı, sömürü ve emperyalizm bağlamında gerçekleştiğini göz
ardı eden bir kültürel alışveriş yaklaşımını savunmadığımı belirtmek
isterim. Edward Said ve sonrasında diğer pek çok isim, şarkiyatçı
cinsellik tasvirlerinin şedit sonuçlarına dikkat çekmiştir.
Araştırmam sırasında Osmanlı-Türk cinsel modernliği üzerine
kapsamlı bir çalışma yapılmadığını ve heteronormatifliğin bu bağ­
lamda ne anlama geldiğinin büyük ölçüde verili kabul edildiğini
gördüm. Osmanlı cinsel modernliğini ele alan az sayıda akademik
çalışmanın çoğu, Dror Ze'evi'nin-aslında büyük ölçüde erken mo­
dem döneme yoğunlaşan- öncü araştırmasının etkisinde şekillen­
miştir. Ze'evi, on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı cinsellik söylemle­
rinin-veya William Simon ve John H. Gagnon'a atıfla adlandırdığı
üzere cinsel senaryoların- Avrupalıların Osmanlı'yı sefıh ve sapkın
gösteren tasvirleri karşısında suskunlaştığını iddia eder.33 Foucault'
nun baskı varsayımı hipotezine atıfla Ze'evi şöyle der:

Batı (veya daha kesin konuşmak gerekirse, İngiliz ve Fransız) toplum­


larında erken on dokuzuncu yüzyılda cinsel baskı perdesi zengin bir cinsel
söylem patlamasını gizlediyse de Müslüman Ortadoğu ve Kuzey Afrikası'

31. Abdülhamit Arvas, Travelling Sexualities, Circulating Bodies, and Early


Modern Anglo-Ottoman Encounters, Doktora Tezi, Michigan State University,
2016; Joseph Ailen Boone, The Homoerotics of Orientalism, Columbia University
Press, 2015; Sahar Amer, "Lesbian Sex and the Military: From the Medieval Ara­
bic Tradition to French Literature", Same Sex Love and Desire Among Women in
the Middle Ages, haz. Francesca Canade Sautman ve Pamela Sheingom, Palgrave,
2001; Walter G. Andrews ve Mehmet Kalpaklı, The Age ofBeloveds: Love and the
Beloved in Early-Modern Ottoman and European Culture and Society, Duke Uni­
versity Press, 2005; Türkçesi: Sevgililer Çağı: Erken Modern Osmanlı-Avrupa
Kültürü ve Toplumunda Aşk ve Sevgili, çev. Zeynep Yelçe, YKY, 2018.
32. Bu kavramları karmaşık kültürel etkileşimler sonucu ortaya çıkan inşalar
olduklarının farkında olarak kullanıyorum.
33. Dror Ze'evi, "Hiding Sexuality: The Disappearance Of Sexual Discourse
in The Late Ottoman Middle East'', Social Analysis 49, no. 2 (Yaz 2005), s. 34-
53; Ze'evi, Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk 1500-1900, çev. Fethi
Aytuna, Kitap, 2008.
24 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

nda değişimin yönü neredeyse tam tersine olmuştur. Osmanlı döneminde


uzun ve sürekli bir biçimde baskı altında bulunan cinsel söylem, sömürge­
cilik nedeniyle karanlık ve dipsiz bir suskunluğa gömülrnüştür.34

Ze'evi'nin iddiası Foucault'nun Cinselliğin Tarihi eserinin ilk cil­


dinde eleştirdiği baskı hipotezi'nin35 Batı toplumları için geçerli ol­
masa da Müslüman Ortadoğu için geçerli olduğu yönündedir. Buna
göre, İmparatorluk'ta matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuryazar
Osmanlı Türkleri, giderek güçlenen heteronormallik söylemlerinin
etkisiyle biçimlenmiş Avrupalı seyahat yazınındaki Osmanlı cinsel­
liği tasvirlerinin farkına varırlar. Osmanlılar, bu tasvirler karşısında
utanç duyar ve cinsellik söylemlerini suskunlaştırma yoluna gider­
ler. Avrupa'da heteronormal cinsellik söylemleri patlak verirken, Os­
manlı dünyası yeni bir ulus-devlet kültürü ortaya çıkana dek alter­
natif söylemler üretmez.36
Avrupa anlatılarının Osmanlı aydınlan üzerindeki etkisi açıktır.37
İleride, birinci bölümde ele alacağım üzere, on dokuzuncu yüzyılın
ikinci yansından itibaren özellikle genç erkeklere duyulan homo­
erotik arzunun açık ifadeleri konusunda ketum davranıldığına dair

34. Ze'evi, "Hiding Sexuality", s. 36.


35. Baskı hipotezi kabaca, on dokuzuncu yüzyılla birlikte cinsel eylem ve söy­
lemlerdeki zenginlik ve çeşitliliğin bastırıldığı iddiası olarak özetlenebilir. Bu id­
dia iktidarı baskı ile özdeşleştiren bir iktidar kavrayışının uzantısıdır. Foucault
Cinselliğin Tarihi 'nde iktidarın baskıcı değil üretici olduğu düşüncesinden hare­
ketle on dokuzuncu yüzyıl cinsellik söylemlerinin eşcinsellik gibi yeni cinsel kim­
lik kategorilerini ürettiğini söyler.
36. Ze'evi, "Hiding Sexuality", s. 44; Ze'evi, Müslüman Osmanlı Toplumunda
Arzu ve Aşk, s. l 71.
37. Burada sözü geçen aydınların, erkek aydınlar olduğunu not etmekte fayda
var. Zira birinci tekil şahıs diliyle olsun veya olmasın, erotik arzunun dile getiril­
mesi kadın yazar ve şairler açısından son derece riskli olmuştur ve bu nedenle çok
fazla örneğine rastlanmaz. Kadınların eril edebiyat sahnesine girmesi, iffetlerinin
sorgulanması yoluyla engellenir ve kadınlar bu sorgulamaları savuşturmak için
çok daha ihtiyatlı bir edebi dil kullanmak zorunda kalırlar. Elbette Osmanlı ede­
biyatında erotik arzuyu dile getirme konusunda cüretkar davranan kadın yazar ve
şairler olmuştur. Bu kitapta daha çok erkeklere ait erotik anlatılara yer vermek du­
rumunda kalmamın sebebi bunu yapan kadınların sayısının oldukça düşük olması.
Ele aldığım konu olan normalliği tanımlayabilecek söylemler üretebilmenin eril
ayncalıklardan bağımsız olmaması, bu sınırlı sayıda kadının da seslerine son de­
rece sınırlı biçimlerde yer verebilmeme neden oldu.
GİRİŞ 25

yeterince kanıtımız var. Her ne kadar şarkiyatçı cinsellik tasvirleri­


nin bu dönemin aşk ve erotizm söylemleri üzerindeki etkisi azım­
sanmayacak gibi olsa da bu etkiyi Osmanlı cinsel modernliğinin tek
ve başat belirleyeni olarak ele almanın yeterli olmayacağına inanı­
yorum. Dönüşümün, araştırmamın erken aşamalarında peşinde ol­
duğum tek bir kırılma anmda yaşanmadığını, çok daha uzun süreli,
parçalı ve dağınık biçimde gerçekleştiğini iddia ediyorum. Dahası,
ortaya çıkan suskunluğun söylemsel bir boşluğa neden olmadığını
savunuyorum. Amacım Osmanlı cinsellik literatürüne önemli bir
katkıda bulunmuş olan Ze'evi'nin çalışmasını değersizleştirmek de­
ğil. Aksine, onun çözümlemesi pek çok çalışma tarafından kabul
edildiği ve Ortadoğu modernleşmesine ilişkin benzer iddialar genel
kabul gördüğü için,38 suskunluk hipotezinin derinleştirilmesinin ge­
rekli olduğunu düşünüyorum. Osmanlı modernleşmesine ilişkin da­
ha incelikli bir tartışma yürütmek ve sözde tutarlı modem söylemleri
olduğu kadar sessizlikleri de dramatize edebilmek, ancak baskı ve
onun uzantısı olan suskunluk hipotezlerinin varsayımlarını daha dik­
katli biçimde ele almakla mümkün olabilir. Foucault, Cinselliğin Ta­
rihi'nde suskunluğun, söylemin mutlak sınırını teşkil etmediğine
dikkat çeker:

Söylenenle söylenmeyen arasında ikili bir ayrım yapmak gereksizdir;


asıl gereken, onları söylememenin farklı yöntemlerini, onların sözünü ede­
bilecek ve edemeyecek kişilerin dağılımının nasıl olduğunu ya da onlar ve­
ya bunlar için ne tür bir ölçülülük gerektiğini belirtmeye çalışmaktır. Sus­
kunluk değil suskunluklar vardır ve bunlar, söylemlere temel oluşturan ya
da söylemlerin içinden geçen stratejilerin bütünleyici parçalarıdır. 39

Modernleşme sürecinde Osmanlıların cinsellik ve erotizm konu­


sundaki varsayılan suskunlukları, hangi söylemlerin yetkilendirilip

38. Abdülhamit Arvas, "From the Pervert, Back to the Beloved: Homosexua­
lity and Ottoman Literary History 1453-1923", The Cambridge History ofGay and
Lesbian Literature, haz. E. L. McCallum, Mikko Tuhkanen, Cambridge University
Press, 2014, s. 145-63; Mustafa Avcı, Köçek: A Genea/ogy o/ Cross-dressed Male
Belly Dancers (Dancing Boys) from Ottoman Empire to Contemporary Turkey,
Doktora Tezi, New York University, 2015; İrem Özgören Kınlı, "Reconfiguring
Ottoman Gender Boundaries and Sexual Categories by the Mid-19ıh Century , Po­
"

litica y Sociedad 50, no. 2 (2013), s. 381-95.


39. Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 28. (Çeviride küçük bir değişiklikle. )
26 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

hangilerinin geçersiz kılındığı, neler hakkında konuşmaktan sakını­


lıp nelerin söyleme kışkırtıldığı dikkate alınarak incelenmelidir.
Ze'evi cinsel konular üzerine tıbbi metinlerin üretildiğini kabul etse
de, kullandıkları erotizmden arınmış klinik dil nedeniyle bunların
yeni bir söylemin oluşmasına katkıda bulunmadıklarını iddia eder.40
Oysa, yeni tıbbi bilgi ve pratikler aşk ve cinsellik üzerine bilgi ve
pratiklerin yeniden biçimlenmesine yol açmıştır. On dokuzuncu yüz­
yılda, tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi, çeşitli tercüme ve mü­
zakere süreçleri sonunda bazı yeni ve yabancı söylemler, önceki dö­
nemin söylemleriyle birlikte cinsel modernliği şekillendirmiştir. Ön­
ceki dönemin söylemlerinin bazıları reddedilmiş; çeşitli tema ve fi­
gürler suskunluğa itilirken, diğerleri dönüşmüş, yeni biçimlerde kar­
şımıza çıkrnıştır.4ı
Avrupa'dan "ithal edilen" söylemlerin, önceki dönemin söylem­
lerini suskunlaştırdığı ve cinsel modernliğin suskunlukla karakterize
edildiği iddiası, keskin Doğu/Batı ayrımını yeniden üretmektedir.42
Zira bu iddia modernliği esasen Batılı bir olgu olarak ele alırken,
Batı-dışının rolünü modernleşmeye suskunlaşarak, kabul veya red­
dederek tepki vermeye indirger. Oysa şarkiyatçı Osmanlı tasvirleriy-

40. Ze'evi, "Hiding Sexuality", s. 39. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci


yüzyıl başında cinsel eylemlerin çok daha kapalı bir dille anlatılmaya başlandığını
kabul ediyorum. Her ne kadar bu dönemde pek çok müstehcen eser yayımlanmış
olsa da, bunlarda cinsel eylemler nadiren açık bir dille anlatılır. David Selim Sa­
yers de Tıfli hikayelerinin dönüşümünü incelediği çalışmasında, açık cinsel betim­
lemelerin giderek kaybolduğunu tespit eder (Tıjlt Hikayeleri, Bilgi Üniversitesi,
2013, s. 57-59).
41. Ze'evi'ye yönelik başka bir eleştiri on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl
başında üretilen, özellikle 1908 sonrasında dikkate değer oranda zenginleşen müs­
tehcen edebiyattan söz etmemesidir. Bkz. Tülay Artan ve Irvin Cemil Schick, "Ot­
tomanizing Pomotopia: Changing Visual Codes in Eighteenth-Century Ottoman
Erotic Miniatures", Eros arıd Sexuality in /slamic Art, haz. Francesca Leoni ve Mi­
ka Natif, Ashgate, 2013, s. 188. Dönemin müstehcen edebiyatına ilişkin bkz. Bur­
cu Karahan Richardson, Male Narcissism in Early Turkish Novels, Doktora Tezi,
Indiana Univ. , 2012; Irvin Cemil Schick, Bedeni, Toplumu, Kainatı Yazmak: İslam,
Cinsiyet ve Kültür Üzerine, çev. Pelin Tünaydın, İletişim, 2011; Zafer Toprak, Tür­
kiye'de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm ( 1908-1935), Tarih Vakfı Yurt, 2015.
42. Selim Sım Kuru, "Review of Producing Desire: Changing Sexual Dis­
courses in the Ottoman Middle East 1500-1900 by Dror Ze'evi", Journal of the
Economic arıd Social History of the Orient 51, no. 4, 2008, s. 679.
GİRİŞ 27

le karşılaşan Osmanlı entelektüellerinin tek tepkisi suskunluk olma­


mıştır ve Osmanlı'nın cinsel başkalığının tanımlayıcı öğelerine farklı
biçimlerde yanıt vermişlerdir. Örneğin Osmanlı kölelik sisteminin
dünyanın diğer yerlerindeki kölelik biçimlerinden farkını vurgular­
ken,43 Avrupalı erkek homoerotizmi anlatıları karşısında bir yandan
bu anlatıları suskunlaştırma, öte yandan homoerotizme yönelik eleş­
tirel sesi üstlenme yoluna gitmişlerdir. Erkek homoerotizmi karşısın­
da duyulan utanma, milliyetçi söylemlerle eklemlenerek ulus kim­
liğinin inşasında rol oynamıştır. Bununla birlikte sefahat ve şehva­
nilik Batı'ya ve özellikle de aşın Batılılaşmış figürlere yansıtılarak,
Osmanlı entelektüelleri kendi cinsel başkalık söylemlerini ve Be­
yoğlu örneğinde olduğu gibi cinsel yozluk mekanlarını kurgulamış­
tır. Jale Parla'nın da söylediği üzere "menfaat-i şehvaniye, Tanzimat
romancıları için Batı kültürünün bir öğesi", "Batı'dan gelecek en bü­
yük tehlikelerden biri" olmuştur.44
Avrupa menşeli cinsellik söylemleri, Osmanlı entelektüellerinin
şarkiyatçı anlatılara tepkileriyle ve önceki dönemden devralınan
erotik söylemlerle etkileşim içerisinde Osmanlı cinsel modernliğini
şekillendirmişlerdir. Cinsel modernleşme toplumsal, kültürel ve ero­
tik olanın kesişiminde; öznellikleri, kurum ve pratikleri birbirlerine
bağlayan bir süreç olmuştur. Elbette bu kitap çerçevesinde Osmanlı
cinsel modernliğinin kapsayıcı bir çözümlemesini yapmam müm­
kün değil. Bu nedenle araştırmama yön veren dönüşümü, yani er­
keklerin arzu nesnelerinin münhasıran kadınlar haline gelmesi süre­
cini, en iyi açıkladığını düşündüğüm heteronormalleşme kavramı
ekseninde ele alıyorum.
İlk kez "Queer Gezegen Korkusu" makalesinde Michael Wamer
tarafından kullanılan heteronormatiflik kavramı,45 Wamer ve Ber­
lant tarafından şöyle tanımlanır:

43. Elif Akşit'in de vurguladığı üzere, dışarıda savunulan kölelik içeride, ca­
riyelerin trajik hikayeleri yoluyla eleştirilebilmiştir ("Being a Gir! in Ottoman No­
vels", Childhood in the Late Ottoman Empire and After, haz. Benjamin C. Fortna,
Brill, 2016, s. 104).
44. Jale Parla, Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temel­
leri, İletişim, 2014, s. 75.
45. Heteroseksüelliğe tanınan toplumsal ve kültürel ayrıcalığı farklı yazarlar
farklı kavramlar ekseninde ele almıştır. Jeffrey Weeks "heteroseksüel varsayım",
28 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞ U

Heterononnatiflik ile heteroselcsüelliğin yalnızca tutarlı -yani bir cin­


sellik olarak örgütlenmiş- değil aynı zamanda ayncalıklı görünmesini sağ­
layan kurumlan, pratik yönelimleri, anlamlandırma yapılarını kastediyoruz.
Tutarlılığı her zaman koşulludur ve ayrıcalığı ise birden çok (ve bazen çe­
lişkili) biçim alır: Söz konusu ayrıcalık kişisel ve toplumsal olanın esas dili
olarak dikkatten kaçmış veya doğal bir durum olarak dikkate alınmış ya da
bir ideal veya ahlaki başarı olarak tasavvur edilmiştir. Bir doktrin olarak
özetlenebilecek nonnlar bütününden çok, bazen bilinçdışı, pratik veya ku­
rumlara içkin olan, çelişkili tezahürler yoluyla üretilmiş bir haklılık hissin­
den müteşekkildir.46

Heteronormatifliğin gücü yalnızca heteroseksüelliğe değil ken­


disine de bir tarihsizlik halesi kazandırmasından gelir. Osmanlı cin­
selliğine ilişkin çalışmalar, on dokuz ve yirminci yüzyıllarda hete­
ronormatifliğin ne anlama geldiğini, nasıl işlediğini, aşk ve erotiz­
min hangi konfigürasyonlarını içerdiğini verili kabul ederler.47 Yal­
nızca Osmanlı çalışmalarında değil, genel olarak cinsellik tarihi ala­
nında heteronormatiflik eşcinsel, lezbiyen ve gey gibi kimlik kate­
gorileri ile karşılaştırıldığında tarihselliği daha az tartışılmış bir kav­
ramdır. Karma Lochrie, heteronormatifliğin tarihötesi kullanımları­
nın, normatif olanın tarihselliğini göz ardı ettiğini söyleyerek, ista­
tistik biliminin ve ortalama insan düşüncesinin egemen olmadığı yer
ve dönemlere "normal" kavramının atfedilmesinin tehlikelerine dik­
kat çeker.48 Lochrie'nin eleştirisi doğrultusunda normali ve özellikle
de normalin cinsellikle ilişkisini kısaca tartışmaya gerek görüyorum.

Judith Butler "heteroseksüel matris'', Adrienne Rich ise "zorunlu heteroseksüel­


lik" kavramlarını kullanmıştır. Bkz. Jeffrey Weeks, Bir Kavramın Anatomisi: Cin­
sellik, çev. İlknur Güzel, Everest, 2016, s. 111.
46. L auren Berlant ve Michael Wamer, "Sex in Public", Critical lnquiry 24,
no. 2 (Kış 1998), s. 548.
47. Arvas, "From the Pervert"; Avcı, Köçek; Rüstem Ertuğ Altınay, "The Queer
Archivist as Political Dissident: Rereading the Ottoman Empire in the Works of
Reşad Ekrem Koçu", Radical History Review 122 (Mayıs 2015), s. 89- 102; Serkan
Delice, "'Zen-dostlar Çoğalıp MahbQblar Azaldı': Osmanlı'da Toplumsal Cinsiyet,
Cinsellik ve Tarihyazımı", Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür ve Mu­
halefet, haz. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice, Metis, 2012, s. 329-63; Ze'evi, "Hi­
ding Sexuality"; Ze' evi, Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk.
48. Karma Lochrie, Heterosyncracies: Female Sexuality When Normal Wasn't,
University of Minnesota Press, 2005, s. 2, 12.
GİRİ Ş 29

Normalin tarihselliğinden söz ettiğimizde akla gelen ilk isim


olan Georges Canguilhem, normal tanımına içkin, ortalama olan ya­
ni toplumsal gerçeklik ile toplumsal ideal arasındaki bir belirsizliğe
dikkat çeker. Normal yoluyla toplumdan elde edilen gerçek, ideal
haline gelir.49 Bu da normali doğal, sağlıklı, ahlaki, uygun, yasal,
yaygın ve ortalama olanla ilişkilendiren ve fakat aynı zamanda on­
lardan ayıran şeydir. Normun ayrıksı konumu modernleşmeyle ve
modem toplumun belirleyici özelliği olan normatif düzenle yakın­
dan ilişkilidir.5° Foucault, Hapishanenin Doğuşu kitabında normu
karşılaştırma, farklılaştırma, hiyerarşik düzene sokma, homojenleş­
tirme ve dışlama işlemlerini devreye sokan disipliner iktidar ile ilişki
içerisinde tanımlar. Ona göre norm, modem iktidar tekniklerinin kö­
keninde yatan şeydir.51 Foucault'nun terime yüklediği anlam sabit
kalmamış ve iktidar kavramsallaştırması dönüştükçe, norm ve nor­
malleşmenin de anlamlan değişmiştir.52 Özellikle de bedenler üze­
rindeki disiplinci iktidarı, nüfus üzerindeki biyoiktidarla birlikte dü­
şünmeye başlaması bu değişimde etkili olmuştur. 1976 derslerinden
birinde, bu ilişkiyi şöyle tanımlar:

... disiplinci olandan düzenleştirici olana yayılacak, aynı biçimde bede­


ne ve nüfusa uygulanacak olan, hem bedenin disiplinci düzeninin hem de
biyolojik bir çokluğun rastlantısal olaylarının denetlenmesini sağlayan öğe­
nin "norm" olduğunu söyleyebiliriz. Norm, düzenli kılınmak istenen bir nü­
fus kadar, disipline sokulmaya çalışılan bir bedene de pekfila uygulanabilir
olandır. Normalleştirme toplumu, dik bir eklemlenmeye göre, disiplinin
normuyla düzenlemenin normunun kesiştiği bir toplumdur.53

Cinsellik, bedenin disipline sokulması ile nüfusun düzenlenme­


sinin kesişiminde yer alır. Birey ve arzulan, eylem ve hazları izlenir,

49. François Ewald, normalliği ayırt etmemizi sağlayan şeyin herhangi dışsal
bir atıf noktasına gereksinim duymayan öz-aktarmacılığı olduğunu söyler (Ewald,
"Norrn s, Discipline and the Law", Representations 30, Bahar 1990, s. 154).
50. Ewald, "Norrns, Discipline and the Law", s. 153.
51. Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of Prison, Vintage
Books, 1995, s. 182-83.
52. Dianna Taylor, "Norrnativity and Norrnalization", Foucault Studies 7 (Ey­
lül 2009), s. 48-53.
53. Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir: Col/ege de France'da Ve­
rilen Dersler (1975-1976), çev. Ş ehsuvar Aktaş, YKY, 2015, s. 258.
30 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞ U

kataloglanır, hiyerarşik bir düzene sokulur. Yalnızca birey değil nü­


fus da düzenlemeye tabidir ve nüfusun sağlıklı biçimde çoğalması
devletin sorumluluk alanına girer. Bu ikisinin kesişiminde yer alan
cinsellik, normallik talebine göre düzenlenir ve cinsel güdüler ano­
malilerin sebebi olarak işaretlenir.54 Anomaliler bireysel düzlemde
sapkınlık., toplumsal düzeyde ise dejenerasyon olarak tanımlanır.55
Foucault için norm ve normatifliğin modem iktidarın tanımlanma­
sında temel bir rolü olduğu tartışmasızdır ve normatifliğe, daha özel­
de de cinsel normatifliğe ilişkin sorular, kaçınılmaz biçimde modem
iktidara ilişkin sorularla iç içe geçmiştir.
Normatiflik kavramının Ortadoğu modernlikleri, özelde de Os­
manlı modernleşmesi bağlamında tarihselleşmesi için çok daha faz­
la araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum. İmparatorluğun
disiplinci ve düzenleyici politikaları eğitim, militarizasyon, güven­
lik, hapishaneler, sağlık gibi alanlarda modem disiplinci kurum ve
söylemlerin ortaya çıkışı ile beden üzerindeki disiplinci iktidar ve
nüfusa ilişkin düzenleyici pratikler bağlamında tartışmaya açılmış­
tır. Kürtaj, seks ticareti, frengi ve üremenin düzenlenmesine ilişkin
çalışmalar, bu tartışmaları toplumsal cinsiyet ve cinsellik alanıyla
bağlantılı biçimde ele almıştır.56 Normatif değerin tanımı koşullara
bağlıdır ve belirli koşullarda normal kabul edilen bir şey, koşullar
değiştiğinde normatif gücünü kaybedebilir.57 Osmanlı veya daha ge­
nel olarak modem kurum ve söylemlerin uyarlandığı, tercüme ve
müzakere edildiği Batı-dışı toplumlarda, bu kurum ve söylemlerin
hangi koşul ve biçimlerde normatif güçlerini kazandıkları sorusu,
aynı zamanda modernlik ve modernleşmeyi yeniden düşünmek an­
lamına gelir. Amacım bu geniş soru çerçevesinde şekillenen tartış­
malara heteronormatifliğe odaklanarak katkıda bulunmak.

54. Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 89.


55. A.g.y., s. 90. Bireysel sapkınlık ve dejenerasyon düşüncelerinin Osmanlı­
Türk modernleşmesi bağlamında kazandığı biçimi ilerleyen bölümlerde ele alaca­
ğım.
56. Bu ve önceki cüml ede geçen konulara ilişkin çalışmaların bir kısmı, kay­
nakçada "Disiplinci ve Düzenleyici Politikal ar" başlığı altında sıralanmıştır.
57. Georges Canguilhem, On the Normal and the Pathologica/, çev. C arolyn
R. Fawcett ve Robert S. C ohen, D. Reidel Publishing, 1978, s. 82.
GİRİŞ 31

Belirli bir tarihsel an v e coğrafyada heteronormatifliği sorgula­


manın koşullarından biri, normatifliğin tarihselliğini dikkate almak
ise, diğeri de heteroseksüelliğin tarihselliğini dikkate almaktır. He­
teronormatifliğin tarihötesi bir kavram muamelesi görmesinin belki
de en önemli sebebi heteroseksüelliğin tarihselleştirilmesine yönelik
çok fazla çaba harcanmamış olmasıdır. Heteroseksüellik ile kastım
şu: Heteroseksüellik, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve erotik arzunun
kurgusal birliğini gerektirmektedir. Bu birlik, biyolojik tanımlar
üzerinden atanan ikili cinsiyeti, öteki cinsiyete atfedilen özellikleri
dışlayan toplumsal cinsiyet özdeşleşmesini ve iki cinsin ontolojik
karşıtlığından doğan ve bunların iç tutarlılığını güvence altına alan
erotik arzuyu zorunlu kılar.58 Aslında çalışmamda heteroseksüellik
yerine heteroerotizm kavramından daha çok faydalanıyorum. Hete­
roseksüellik terimini kullanmaktan imtina etmem, yalnızca terimin
söz konusu dönemde geçerli olmamasından kaynaklanmıyor. Batılı
cinsellik biliminin ve cinsel sapma kategorilerinin Osmanlı toplu­
munda benimsenmesi sürecinde, homo/hetero karşıtlığına dayalı bir
cinsel yönelim düşüncesi ancak yirminci yüzyılın ortalarına doğru
kabul görmüştür. Bu durum cinsel eylemlerin, erotik arzunun, biyo­
lojik işlevlerin olduğu kadar kimliklerin ve toplumsal yapıların da
özgül birliği olarak cinselliğin ortaya çıkışı ile bağlantılıdır. Burada
terminolojik bir dönüşümden çok daha fazlası söz konusudur, zira
mesele var olan bir birliğin isimlendirilmesi değil, böyle bir tarihsel
birliğin ortaya çıkışıdır. On dokuzuncu yüzyıl ortasında, bu kurgusal

58. Juclith Butler'ın da söylediği üzere, toplumsal cinsiyetin tutarlılığı, "hem


istikrarlı hem de karşıtlığa dayalı bir heteroseksüelliği gere ktirir. Kurumsal hete­
roseksüe llik karşıtlığa dayalı, ikili bir toplumsal cinsiyet sistemi içinde toplumsal
cinsiyet irnkaruarının sınırını teşkil eden iki terimin de tekanlamlı olmasını gerek­
tirir ve sağlar. Bu toplumsal cinsiyet kavrayışı cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzu
arasında nedensel bir ilişki varsaymakla kalmayıp arzunun toplumsal cinsiyeti,
toplumsal cinsiyetin de arzuyu yansıttığını ya da ifade ettiğini ileri sürer" (Cinsiyet
Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, Metis, 2008, s. 73-
74) . Tüm istikrarlılık ve tutarlılık iddialanna rağmen hem tarihsel olarak hem de
günümüzde heteroseksüe lli.k ile neyin kastedildiği hiç de açık değildir. Hanne
Blank' in söylediği gibi, "[h]eteroseksüelliğin sınırlannın nereye yerleştirileceği ya
da en iyi nasıl denetleneceği hakkında bile bir fıkir birliğine ulaşacak gibi görün­
müyoruz" (Düzcinsel: Heteroseksüelliğin Şaşırtıcı Derecede Kısa Tarihi, çev.
Tuğçe E. Köse, İletişim, 2019, s. 22).
32 CİNSEL NORMALLİGİN KURULU ŞU

birliğe denk düşecek bir sözcüğün olmadığını görüyoruz. Arapça


cins sözcüğüyle kurulan "alaka-i cinsiye" veya "münasebet-i cinsi­
ye" gibi tamlamaların ortaya çıkışı 1920'leri bulmuştur. On doku­
zuncu yüzyılda anlam bakımından cinsellik'e en yakın sözcük,
Arapça nesl'den türeyen tenasül sözcüğüdür ve "üreme, soy, nesil"
anlamı cinsellik'e nazaran daha güçlüdür.59 örneğin üreme ve hete­
roseksüel cinsel birliktelikten bağımsız olamayacağı için, homo- ve­
ya hetero- tenasülden söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Bu
nedenle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyıl
başında heteroseksüellik yalnızca terminolojik olarak yok değildir;
aynı zamanda işaret ettiği kurgusal birliğin de var olduğunu söyle­
yemeyiz.
Fakat heteronormatiflik heteroseksüellikten fazlasıdır ve yalnız­
ca heteroseksüelliğe değil, heteroerotizme tanınan normatif ayrıca­
lığa da işaret eder. Az evvel söylediğim gibi heteroseksüellik kav­
ramını, kadın ile erkek arasındaki her türlü arzu biçimini ve erotik
eylemi tanımlamak için kullanmadım. Kadın ile erkek arasındaki
erotik arzunun ayrıcalıklı hale gelmesi sürecini ele aldığım son bö­
lümde tartışmamı, heteroerotizm kavramı ekseninde yürüttüm. Sha­
ron Marcus'un da söylediği üzere, cinsel ve erotik birbirleriyle yer
değiştirebilecek terimler değildir; bunlar birbirleriyle kesişseler de
birbirlerinden farklıdırlar. Cinsellik genital eylemleri veya bunları
gerçekleştirmeye yönelik arzuyu imlerken, erotik olanın cinsel ey­
lemlerle zorunlu bir bağı yoktur. Erotizm de yüksek derecede du­
yumsallık ve haz içerir fakat bunlar her zaman cinsel eylemlere dö­
nüşmez.60 Dahası heteroerotizm ve homoerotizm tutarlı bir toplum­
sal cinsiyet özdeşleşmesi ve cinsel kimliğe işaret etmez. Bu nedenle
de homoerotizm ve heteroerotizm'in araştırmam açısından çok daha
uygun terimler olduğunu düşünüyorum.

59. Arapçada da cins ve cinsi sözcüklerinin cinsiyeti imleyecek biçimde kul­


lanılmaya başlaması yirminci yüzyıla denk düşer. Khaled El- Rouayheb bu termi­
nolojik dönüşümün Avrupalı cinsellik kavrayışının etkisinde gerçekleştiğini söyler
(Before Homosexuality, s. 159). Cinsiyet in Arapça karşılığı olan cinsiyye'ye iliş­
'

kin daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Massad, Desiring Arabs, 3. Bölüm.
60. Sharon Marcus, Between Women: Friendship, Desire and Marriage in Vic­
torian England, Princeton University Press, 2007, s. 113.
GİRİŞ 33

Heteronormatiflik, kadın ile erkek arasındaki erotik bağlılığı gü­


venceye alacak ikili toplumsal cinsiyet sistemini gerektirir. Thomas
Walter Laqueur'ün Making Sex (Sevişmek/Cinsiyeti Kurmak) kita­
bı, erkek ile -erkeğin kusurlu bir versiyonu olarak görülen- kadının
dikey düzlemde, hiyerarşik olarak sıralandıkları tek cinsiyetli mode­
lin on sekizinci yüzyılla birlikte Avrupa'da egemen model olmaktan
çıkarak, kadın ile erkeğin karşıtlık ilişkisi içerisinde yatay bir düz­
lemde ilişkilendikleri iki cinsiyetli modelin egemen hale gelişi sü­
recini anlatır.61 İki cinsiyetli model, önce cinsiyetlerin karşıtlığını,
sonra da bu karşıtlıktan doğan birlikteliklerini şart koşar.62 Tek cin­
siyetli modelde de kadın ile erkek arasındaki erotik eylemlere ayrı­
calık tanınabilir; fakat aralarında ontolojik zıtlıklarından kaynakla­
nan zorunlu bir çekim olduğu düşünülmez. Bu nedenle Laqueur, iki
cinsiyetli modelden önce heteroseksüelliğin veya eşcinselliğin müm­
kün olmadığını ve her türlü erotik eylemin homoerotik sayılabilece­
ğini söyler.63
Erken modem dönem tıbbına ilişkin incelemesinde Dror Ze'evi,
Laqueur'ün açtığı tartışma hattını takip eder.64 Ona göre on doku­
zuncu yüzyılla birlikte Avrupa dillerinden -daha çok da Fransızca­
dan- tıp metinlerinin çevrilmesi üzerine tıbbi söylem ile tek cinsi­
yetli modele bağlılığını sürdüren toplumsal ve siyasal alan arasında
bir uyuşmazlık ortaya çıkmıştır.65 Söz etmiş olduğum üzere bu uyuş­
mazlık, cinsellik konusunda bir suskunlaşmaya neden olmuştur.
Ze'evi'nin iddialan birbirleriyle uyumsuz görünen modellerin veya
anlamlandırma çerçevelerinin,66 bir arada var olmalarının suskunlaş-

61. Thomas Walter Laqueur, Making Sex: Body and Gender From the Greeks
to Freud, Harvard University Press, 1990.
62. Abby Coykenclall ve Ana de Freitas Boe, "Introduction", Heteronormati­
vity in Eighteenth-Century Literature and Culture, haz. Abby Coykendall ve Ana
de Freitas Boe, Ashgate, 2014, s. 11.
63. Laq ueur, a.g.y., s. 118-19'den alet. Traub, Renaissance of lesbianism, s.
192-93.
64. Ze'evi her ne kadar Laqueur 'ün tartışmasını talcip etse de tek cinsiyetli
model yerine "kusurlu erkek modeli" kavramını kullanır (Müslüman Osmanlı Top­
lumunda Arzu ve Aşk, s. 34).
65. A.g.y., s. 61.
66. Butler 'ın kavram setinden fayclalanaralc, bazı kim likleri ve bu kimliklerden
34 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

ma ve söylem yokluğuna yol açtığı varsayımına dayanıyor gibi gö­


rünmektedir. Oysa Osmanlı modernleşmesinin tanımlayıcı özelliği,
birbirleriyle uyumsuz görünen söylemlerin, anlamlandırma çerçeve­
lerinin, kurum ve pratiklerin bir arada varlıklarını sürdürmesidir.
Uyumsuzluğun doğrudan ve mutlak biçimde suskunlaşmaya yol
açacağını varsaymak yerine, ortaya çıkan çelişkili ve istikrarsız söy­
lemleri incelemek dönem hakkında daha derinlikli çözümlemelere
ulaşmamızı sağlayabilir. Özellikle üçüncü bölümde yaptığım çö­
zümleme ile on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci
yüzyıl başında, tek cinsiyetli modelin varsayımlarının heteronorma­
tif söylemleri nasıl istikrarsızlaştırdığını inceliyorum. Çözümle­
mem, tek cinsiyetli modelin varsayımları ortadan kalktıktan sonra -
eğer böyle bir şey mümkünse- tam ve istikrarlı bir heteronormatif­
liğe ulaşılacağını ima eden teleolojik ve gelişimsel bir modele yas­
lanmıyor. Keza on sekizinci yüzyıl Avrupası'ndan söz ederken Coy­
kendall ve de Frietas Boe, heteronormatifliğin pekiştikçe daha ihti­
laflı hale geldiğine işaret ederler.67 Sedgwick, ayrıcalıklı terimin (he­
teroseksüellik) anlamının, ikincil terimin (homoseksüellik) eşza­
manlı olarak içerilmesine ve dışlanmasına tabi olması nedeniyle, he­
teroseksüel/homoseksüel karşıtlığının her zaman istikrarsızlıkla
malul olduğunu vurgular.68 Karşıtlığın iki terimi de tutarsız ve istik­
rarsızdır; eşcinsel kimliği ve arzularının istikrarsızlıkları, heterosek­
süel kimlik ve arzunun istikrarsızlıklarını yansıtır ve onlara yanıt ve-

kaynaklandığı varsayılan arzuları kültür içerisinde idrak edilebilir kılan düzenle­


yici çerçevelere "anlamlandınna çerçeveleri" diyorum. Butler toplumsal cinsiyet,
cinsiyet, arzu ve cinsel pratikler arasında bir tutarlılık arz eden toplumsal cinsiyet­
lerin idrak edilebilir olduğunu söyler (Cinsiyet Belası, s. 66). Heteronormatif an­
lamlandınna çerçevesinde idrak edilebilirliğin sınırları bu olsa da farklı tarihsel
dönemlerde farklı anlamlandınna çerçevelerinin böyle bir örtüşmeyi zorunlu kıl­
madığını görüyoruz. Rakip anlamlandınna çerçeveleri birbirlerini istikrarsızlaştı­
rır, farklı arzu ve öznellik biçimleri üretirler.

67. Coykendall ve de Freitas Boe, "lntroduction", s. 8-9.


68. Sedgwick, Epistemology ofthe Closet, s. 9-10. Harold Beaver, heterosek­
süelliğin doğal, eşcinselliğin ise türev olduğu karşıtlığı tersine çevirmenin ancak
heteroseksüelliğin bağımlı terim olduğunun gösterilmesi ile mümkün olduğunu
söyler ("Homosexual Signs (in Memory of Roland Barthes)", Critical /nquiry 8,
no. 1, Sonbahar 1981, s. l l 5).
GİRİŞ 35

rir.69 Birbirlerinin dışlayıcı karşıtı olarak kurulan terimler, tam da bu


karşıtlık iddiasının kökten bağlayıcılığı nedeniyle birbirlerini müte­
madiyen istikrarsızlaştınrlar. Bu nedenle en mutlak ve tamamlarunış
görünen normatif düzenlemelerde bile tutarsızlık ve istikrarsızlık
kaçınılmazdır.

1. KİTABIN YAPISI

Araştırmamın erken aşamalarında Osmanlı-Türk cinsel modernliği­


ni, özellikle de aşk ve erotizmin heteronormalleşmesi sürecini açık­
lamamı sağlayacak kurucu bir an arayışı içine girdim. Bu arayışım
biraz da Foucault'nun yukarıda alıntıladığım tespitinin ve bu tespitin
izinden giden toplumsal inşacı tarih çalışmalarının etkisi altında şe­
killenmişti. Çalışma ilerledikçe dönüşümün tek bir kırılma anı so­
nucunda yaşanmadığını ve çok daha uzun bir döneme yayıldığını
gördüm. Bu doğrultuda dikkatimi erken modem dönemde yaşanan
siyasal, kültürel ve toplumsal dönüşümlere yönelttim.
Dönüşümün izlerini daha erken dönemlerde sürmeye yönelmemi
sağlayan şeylerden biri de Osmanlı tarihini yükselme-duraklama-ge­
rileme paradigması çerçevesinde ele alan tarihyazımına yöneltilen
eleştiriler oldu. Zira söz konusu paradigma, yalnızca Osmanlı tari­
hinin karmaşık dinamiklerini son derece basit bir şemaya indirge­
mez, aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılda yaşanan modernleşme
sürecini İmparatorluk'un kendi dinamiklerinden kopuk, tamamen
dışsal öğelerin kabul edilmesi / dayatılması olarak okur. Gerileme
paradigmasının giderek daha fazla sorgulanmasıyla birlikte erken
modem dönemde, yani on altı ila on sekizinci yüzyıllarda yaşanan
dönüşümler İmparatorluk'un kendi dinamikleri dikkate alınarak in­
celenmeye başlamıştır.70 Gerileme kuramını eleştiren tarihçiler İm­
paratorluk'un çağdaşı bölgeler ile karşılaştınlabilirliği üzerinde dur­
muşlar; erken modem Osmanlı kültürel dünyasının Rönesans Avru-

69. Sedgwick, Epistemology of the Closet, s. 82.


70. Gerileme paradigmasını eleştiren on sekizinci yüzyıl tarihyazımının bir
değerlendirmesi için bkz. Dana Sajdi, "Decline, lts Discontents and Ottoman Cul­
tural History", Ottoman Tulips, Ottoman Coffee: Leisure and Lifestyles in the
Eighteenth Century, haz. Dana Sajdi, Tauris Academic, 2007.
36 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞ U

pası'nınkinden sanıldığı kadar kopuk olmadığına dikkat çekmişler­


dir. Bu tartışmalar yalnızca karşılaştırmalı tarih araştırmaları için
faydalı olmamış, hem "gerileme dönemi" denen on sekizinci yüz­
yıldaki dönüşümleri hem de bunların on dokuzuncu yüzyıl ile sürek­
lilik ve kopuşlarını inceleyebilecek tarihsel bir çerçeve geliştirmeye
yaramıştır. Bu çalışmalar sayesinde özellikle Osmanlı kültürel dün­
yasının on dokuzuncu yüzyıla kadar değişmez kaldığı varsayımı sor­
gulanmıştır.
Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl dramatik dönüşümlerin, ko­
puşların yüzyılı olsa da, bu dönemi önceki yüzyıllarla tarihsel iliş­
kilerini kurarak ele almak hem önceki dönemlere tarihsel değişmez­
lik atfetmemi hem de cinsel modernleşme sürecini Batılılaşma etki­
sine indirgememi engelledi. Farklı çalışmalar bana, Osmanlı okur­
yazar sınıflarının ve kentli alt sınıfların erotik yaşantılarının on ye­
dinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar geçirdiği dönüşümleri
izleyebileceğim bir çerçeve sundu. Bu çerçevede yaptığım okuma
ile, Osmanlı cinsellikleri tarihinin kopuşların, suskunlaşmaların ol­
duğu kadar sürekliliklerin ve farklı söylemsel eklemlenmelerin de
tarihi olduğunu gördüm.
Birinci bölümde söz konusu dönüşümleri üç ana başlık altında
inceliyorum: tasavvufi mistik aşk kavrayışının dönüşümü, erkek ho­
mososyalliğinin yapısındaki dönüşümler ve edebiyat alanındaki dö­
nüşümler. Bölümün ilk kısmında kentli esnaf ve ulema tarafından
desteklenen püriten (tasfiyeci, sofu) Kadızadeli hareketinin on ye­
dinci yüzyılda tasavvufi aşk kavrayışına ve heterodoks mutasav vıf­
ların homoerotik pratiklerine meydan okuyuşunu ele alıyorum. Ta­
savvufi aşk kavrayışının on yedinci yüzyılla birlikte başlayan dönü­
şümü, homoerotizmle süreklilik içindeki homososyalliğin yapısın­
daki dönüşümlerin önemli bir belirleyeni olmuştur. Bölümün ikinci
kısmında eroto-politik hiyerarşinin yapılandırdığı erkek homosos­
yalliğinin dinamiklerini ve on sekizinci yüzyıldaki dönüşümlerini
inceliyorum. On sekizinci yüzyılda, kentli alt sınıfların toplumsal
bağlarını sultanın otoritesine giderek daha fazla meydan okuyacak
biçimde kurmaları ve bunun sonucunda denetim ve baskıya maruz
kalmaları, eroto-politik hiyerarşiden görece yalıtılmış homoerotik
bir altkültürün oluşmasına yol açmıştır. Kentli altkültürün yaşandığı
GİRİŞ 37

mekanlar homoerotik ilişkilerin örgütlenmesinde ve dönüşümünde


kurucu bir role sahip olmuştur. Bu bağlamda ele alacağım üç mekan
olan kahvehane, meyhane ve hamam, erken modem dönem boyunca
hem asayiş hem de erotizme ilişkin kaygılarla gözetim altında tutu­
lup düzenlenmiştir. Söz konusu gözetim ve düzenleme pratikleri de
homoerotik ilişkilerin düzenlenişini şekillendirmiştir. Bu süreç, on
sekizinci yüzyılda seçkinlerin saraydan görece özerk bir kültürel
alan tanımlamaları ile kesişmiştir. On yedinci yüzyılın püritenleş­
me /tasfiye dalgası ile sessizleşen erotik anlatılar, on sekizinci yüz­
yılda bu sefer özel hamilerin koruması altında daha dünyevi biçim­
lerde tekrar ortaya çıkmıştır. Bu dönemin erotik anlatıları, homosos­
yal süreklilikten (continuum) giderek daha fazla yalıtılmış, özerk,
mahrem ve dünyevi bir erotizmin tanımlanması sürecini yansıtırlar.
Söz konusu dönüşümü incelemek, hem on dokuzuncu yüzyıl he­
teronormalleşme sürecinin tarihsel arka planını çizmemi hem de he­
teronormafiliği geç Osmanlı dönemindeki tarihsel özgüllüğü içinde
ele alabilmemi sağlayacak. Erken modem dönemden devralınan
söylemler, cinsel patoloji söylemleri ve milliyetçilik ile şekillenen
özgül biçim, tutarsız öznellikler üretmiştir. İkinci bölümde bu öznel­
likleri üç öz-anlatısal (self-narrative) metin üzerinden inceliyorum.
Bu metinler on dokuzuncu yüzyıl mutasavvıfı Aşçı Dede'nin ve
Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı figürlerinden Rıza Nur'un hatıra­
ları ile Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansik/opedisi'dir. Bu üÇ
metni seçmemin ilk sebebi, cinsel modernleşme döneminde erkek
homoerotik arzusunun birinci tekil şahısla dile getirildiği istisnai
metinler olmalarıdır. Fakat daha önemlisi, ·metinlerin geç Osmanlı
ve Cumhuriyet dönemlerinde heteronormatif söylemlerin işleyişini
izleyebileceğim bir alan açmalarıdır. Söz konusu öz-anlatıları, ya­
zarlarının homoerotik arzularını anlamlandırmalarını sağlayan ve
bazen birbirleriyle çelişen farklı söylemlerin kesiştiği metinler ola­
rak inceliyorum. Birbirleriyle çelişen farklı söylemlerin; yaşamına,
arzularına ve kimliğine hakim özne tahayyüllerini bozguna uğratan
bir çokseslilik yarattığını savunuyorum.
Her ne kadar peşine düştüğüm mesele heteronormatiflik olsa da
üçüncü bölüme kadar normatif olmayan erotik deneyimlere ve öz­
nelliklere yoğunlaşıyor olmamın sorgulanabilir bir tercih olduğunun
38 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

farkındayım. Zira, altüst edici pratikler ve öznellikleri inceleme ko­


nusu yapmak, norm olanın eleştirel çözümlemeden muaf kalan ay­
rıcalıklı konumunu güçlendirir. Sadece kimlikçi LGB Tİ çalışmaları
ve hareketi değil, queer çalışmalar da dikkatini sınır aşıcı (transgres­
sive) cinselliklere yönelterek dikkatleri heteronormatiflikten uzak­
laştınr.71 Fakat normatif olan ile olmayan arasındaki karşılıklılık, bi­
rini incelemeden ötekini incelemeyi imkansız kılar. Vurguladığım
gibi "homo-", heteronormatifliğin asli ve kurucu bir parçasıdır; "he­
tero-" her zaman "homo-" tarafından koşullanır, desteklenir ve istik­
rarsızlaştınlır.72 Dahası, heteroseksüelliğin karşıtı bir homoseksüel­
lik olsa da, heteronormatifliğin karşıtı bir homo-normatiflik yoktur.73
Heteronormatif söylemler, hemcinslerarası erotik ilişkilerin idrak
edilebilirliğini sağlayan çerçeveleri düzenledikleri için, bu idrak edi­
lebilirlik çerçevelerini ve tarihsel dönüşümlerini incelemek hetero­
normatifliğin çözümlenmesi için gereklidir. Susan Lanser'ın söyle­
diği üzere, normatif olmayanın, uyumsuz ve altüst edici pratiklerin
tarihyazımına dahil edilmesi yalnızca tarihi queer'leştirmek için de­
ğil, heteronormatifliğin sınırlarını ve normatif olmayanın her zaman
normatifın merkezinde yer aldığını anlayabilmek için de gereklidir.74
Üçüncü ve son bölümde heteronormatifliğin en bariz bileşenini,

yani heteroerotik aşk ve cinsellik söylemlerini inceliyorum. Daha

71. Coykendall ve de Freitas Boe, "Introduction", s. 8-9.


72. Sedgwick, Epistemology of the Closet, s. 9-10, 82.
73. Berlant ve Wamer "Eşcinsellik, heteroseksüelliğin sahip olduğu görün­
mez, örtük ve toplumu inşa eden haklılığa hiçbir zaman sahip olamayacağı için,
aynı anlamda bir 'homonomıatiflik'ten söz etmek mümkün olmayacaktır," der
("Sex in Public", s. 548). Her ne kadar ayru anlamda olmasa da, neoliberalizmle
uyumlu beyaz, orta sınıf eşcinselliğini tanımlamak için kullanılan bir "homonor­
matiflik" terimi vardır: "Örgütsüzleşmiş bir gey zümresi ve özelleşmiş, siyasetten
arınmış, ev içine ve tüketime rapt edilmiş bir gey kültürü vaat ederken, baskın he­
teronomıatif varsayım ve kurumlara karşı koymayıp onları onaylayan ve koruyan
bir siyaset." Lisa Duggan'dan akt. Judith Halberstam, /n A Queer Time and Place:
Transgender Bodies, Subcultural Lives, New York University Press, 2005, s. 19.
Susan Stryker homonomıatifliğin, 1990'1ı yıllarda trans aktivistlerce ikili cinsiyet
kimliğini sorgulamayan cinsel yönelim kategorilerinin, normatif olmayan toplum­
sal cinsiyet kimliklerini marjinalleştirmesine yönelik eleştirel bir terim olarak kul­
lanıldığına dikkat çeker ("Trans Tarihi, Homonormativite ve Disiplinerlik", Queer
Temaşa, çev. Ö�lem Çolak, haz. Leman S. Dancıoğlu, Sel, 2016, s. 199-200).
74. Lanser, "Of Closed Doors and Open Hatches", s. 39.
GİRİŞ 39

önce de söylemiş olduğum üzere, heteroerotik arzunun tarihsel ve


coğrafi özgüllüğü ne Osmanlı cinsellik araştırmalarında ne de genel
olarak cinsellik tarihi alanında pek fazla tartışmaya açılmaz. Bunun
sebebi biraz da homoerotizmin marjinalleşmesiyle, heteroseksüelli­
ğin kendiliğinden onun yerini alacağı varsayımıdır. Oysa heteroero­
tik arzu, tıpkı homoerotik olan gibi, belirli tarihsel koşullarda belirli
biçimler kazanır. Osmanlı-Türk cinsel modernliği bağlamında hete­
roerotik arzunun kazandığı özgül biçimin, doğurdukları istikrarsız­
laştırıcı etkileri de dikkate alarak, dört bileşen üzerinden incelene­
bileceğini düşünüyorum: Evliliğin cinsiyetler arasındaki duygusal
ve erotik bağlan yoğunlaştırıcı bir işlev kazanması, kadın ile erkeğin
karşıt terimler olarak tanımlandığı iki cinsiyetli modelin yaygınlaş­
ması, cinsiyet özdeşleşmesinin erotik arzu nesnesinden ayrışması ve
heterososyalleşmenin heteroerotik arzuyu güvence altına alması. Bu
dört bileşen üzerinden, kadının erkeğin yegane arzu nesnesi haline
gelmesinin yol açtığı eril kaygıların heteronormalliği nasıl biçimlen­
dirdiğini tartışmaya açacağım.

il. METODOLOJİK YAKLAŞIM

Kitabın kurgulanışı, çalışmamın en sonunda heteroerotizmin muzaf­


fer olduğu bir teleolojiye dayandığını düşündürebilir. Böyle bir yo­
rum tamamen hatalı olmayacaktır. Cinsel modernliğin oluşumunu
uzun dönemli bir tarihsel dönüşüm çerçevesinde incelediğim için,
teleolojinin bir düzeyde kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Fakat
amacım gelişimsel bir tarih anlatısı kurmak değil. Bunun yerine,
hem tarihsel dönüşüme odaklanan diyakronik hem de belirli bir an­
daki tutarsızlıkları irdeleyen senkronik yaklaşımlardan faydalanma­
yı amaçlıyorum.
Queer tarihyazımı, özellikle cinsel modernliklerin ortaya çıkışı­
na ilişkin çalışmalar, senkronik ve diyakronik çözümlemeler arasın­
daki gerilimlerle şekillenmiştir. Daha önce de söylediğim gibi, Fou­
cault'nun Cinselliğin Tarihi nden ilhamla yapılan toplumsal inşacı
'

çalışmalar, toplumsal cinsiyet ve cinsellik kategorilerinin doğal, de­


ğişmez ve öncelikli konumlarının tarihselliklerini vurgulayarak di-
40 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

yakronik çözümleme biçimlerini benimsemiştir. Sedgwick'in eleşti­


rileri queer tarih çalışmalarının üzerinde etkili olmuş ve toplumsal
cinsiyet ve cinsellik kategorilerinin belirli bir tarihsel andaki tutar­
sızlıklarının çözümlenmesine yönelik senkronik yaklaşımlar pek
çok araştırmacı tarafından benimsenmiştir. Bugün, kabaca tarihsel­
cilik olarak adlandırabileceğimiz diyakronik yaklaşım ile Jonathan
Goldberg ve Madhavi Menon'un adlandırdığı biçimiyle tarih bozucu
senkronik yaklaşım arasındaki yöntemsel kutuplaşmanın geçerlili­
ğini kaybettiğini söyleyebiliriz.75 Hiçbir queer yaklaşım bir model­
den ötekine pürüzsüz bir geçiş olduğunu ima eden azletme modelini
benimsemediği ve tutarsız cinsellik söylemlerine kayıtsız kalamaya­
cağı için eylemler/kimlikler, başkalık/süreklilik ve fark/ aynılık kar­
şıtlıkları üzerinden yürütülen tartışmalar yerlerini senkronik ve di­
yakronik sorulan aynı anda soran, daha incelikli model ve yöntem­
lere bırakmıştır.76
Kitabın birinci bölümünde diyakronik bir çözümleme ile, aşk ve
erotizmin heteronorrnatif düzenlenişine yol açan tarihsel süreci in­
celiyorum. Traub'un önerdiği üzere diyakronik dönüşümleri; beden­
lere, toplumsal cinsiyete ve arzulara ilişkin uzun dönemli senkronik
gerilimlerin tezahürleri olarak düşünmeye çalışıyorum. İkinci bö­
lümdeki erkek homoerotizmine ilişkin öz-anlatılarda ve üçüncü bö­
lümdeki heteroerotik anlatılarda, modem heteronorrnatif söylemleri
istikrarsızlaştıran uzun dönemli gerilim ve tutarsızlıkların izini sür­
meye çalışıyorum.
Belirli bir tarihsel andaki tutarsızlık ve istikrarsızlıkların çözüm­
lenmesinde psikanalitik yaklaşımın araçlarına başvuruyorum. Psika­
nalitik çözümleme yöntemlerinin queer çalışmalar açısından ağırlı­
ğının tartışılmaz olduğunu söyleyebiliriz.77 Yukarıda sözünü ettiğim

75. Jonathan Goldberg ve Madhavi Menon, "Queering History", PMLA 1 20,


no. 5 (Ekim 2005), s. 1608- 17.
76. Valerie Traub, Thinking Sex with the Early Moderns, University of Penn­
sylvania Press, 2015, s. 82-83.
77. 20 l5-16 arasında Michigan Üniversitesi'nde misafir araştırmacı olarak bu­
lundum. Bu dönemde David Halperin, "Psikanaliz Olmaksızın Queer" başlıklı bir
ders açtı. Halperin, queer çalışmalar ile psikanalizin neredeyse eşanlamlı olmaya
başlamasının, alternatif yaklaşımları fazlaca gölgede bıraktığını düşündüğü için
bu başlıkta bir ders açma ihtiyacı hissettiğini söylüyordu.
GİRİŞ 41

yöntemsel kutuplaşma, queer çözümlemede psikanalizin oynadığı


role ilişkin tartışmalarla örtüşür. Diane Fuss, 1989 gibi erken bir ta­
rihte, kimliklerin birer inşa olduğunu söylerken haklı olduklarını tes­
lim ettiği inşacı çalışmaları, kimliğin ruhsal süreçlerini göz ardı et­
tikleri için eleştiriyordu.78 Toplumsal inşacılar ruhsal olana, buradan
kaynaklanan çelişki ve ikircikliliklere duyarsız kalmakla eleştirilir­
ken, psikanalizi çalışmalarında yoğun biçimde kullanan yazarlar, ta­
rihsel dönüşüm süreçlerini göz ardı etmekle ve toplumsallığı birey­
sel psikolojiye indirgemekle eleştirilirler. Traub, senkronik çözüm­
lemede psikanalitik, diyakronik çözümlemede ise tarihsel kültürel
araçlara başvurmanın ötesine geçen queer metodolojilerin önemin­
den bahseder.79 Bu doğrultuda yakın okuma yaptığım metinleri pa­
ranoya, narsisizm gibi psikanalitik kavramlara başvurarak çözüm­
lerken, bu kavramların anlam kazandıkları tarihsel bağlamı dikkate
almayı önemsiyorum.
Heteronormatif söylemlerin her zaman tutarsız olmaları, doğru­
dan radikal sonuçlara yol açacakları anlamına gelmez. Sedgwick'in
söylediği üzere, "çözülemez istikrarsızlıklar" hem eşcinsel hem de
eşcinsel karşıtı kültürlere güç sağlar.80 Bu nedenle söylemlerin istik­
rarsızlıklarını ifşa etmek yeterli olmayacaktır. Sedgwick, kendi oku­
maları da dahil olmak üzere, "ifşa etmeye, gizemliliği bozmaya ve
doğallığını bozmaya" yönelen queer yöntemlerin paranoyak bir epis­
temolojiye meylettiğini savunur. Melanie .Klein'dan ilhamla, para­
noyak epistemolojilerin alternatif bilme, okuma ve çerçevelendirme
biçimlerini engelleyerek dünyayı bilme biçimleri üzerinde kurduğu
tekele işaret eder. 81 Sedgwick, queer pratiklerin merkezinde yer alan
fakat yalnızca keyifli ve iyileştirici bulundukları için daha az görü­
nür olan, daha az kullanılan ve daha az saygı gören onarıcı yöntem
ve entelektüel pratiklerin peşindedir. Sedgwick'in önerdiği onarıcı

78. Diana Fuss, Essentially Speaking: Feminism, Nature and Difference, Rout-
ledge, 1989, s. 109.
79. Traub, Thinking Sex, s. 80.
80. Sedgwick, Epistemology of the Closet, s. 10.
8 1 . Eve Kosofsky Sedgwick, "Paranoid Reading and Reparative Reading; or
You're So Paranoid, You Probably Think This lntroduction is About You", Novel
Gazing: Queer Readings in Fiction, haz. Eve Kosofsky Sedgwick, Duke Univer­
sity Press, 1997, s. 22.
42 CİNSEL NORMALLİÖİN KURULUŞU

stratejilerin neye benzediği , eleştirel pratiklere içkin paranoyak me­


kanizmalara ilişkin eleştirisi kadar net olmasa da, bu stratejileri be­
nimsemeyi önemsiyorum. Ama çalışmamın tamamında paranoyak
epistemolojiden kaçındığımı ve onarıcı bir metodolojiyi benimsedi­
ğimi de söyleyemem. Örneğin Rıza Nur'un hatıratını incelerken,
metnin de çağırdığı, paranoyak bir epistemolojiye meylediyorum.
İstanbul Ansiklopedisi'ni incelerken ise, hiçbir boşluk veya hataya
yer bırakmayan eksiksiz bir okuma sunmak yerine, yine metnin ça­
ğırdığı üzere, queer bir alan açabilecek yaratıcı okumanın imkanla­
rını araştırıyorum. Kadınsı erkek züppe ve erkek kıyafetinde kadın
figürlerini incelerken gizli kalan arzu ve pratikleri ifşa etmek yerine,
halihazırda görünür olan arzu ve pratiklerde ortaya çıkan farklı an­
lamlandırma çerçevelerine işaret etmeyi amaçlıyorum.82 Anlamlan­
dırma çerçeveleri ontolojik gerçekliklerin temsillerini düzenlemez,
"özgül ontolojiler oluştururlar."83 Onarıcı yöntemler yoluyla, hete­
ronormatif kültürün öğelerini açığa çıkarmak , ifşa etmek ve gizem­
liliğini bozmanın yanı sıra, deneyim ve öznelliklerin olumsallık, is­
tikrarsızlık ve tutarsızlıklarını kabul eden yeni ve queer ontolojiler
için bir saha yaratabilmeyi amaçlıyorum.
Kitabın konusu Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki cinsel dav­
ranışlardan ziyade, söz konusu dönemde duygusal, erotik ve cinsel
arzuları, eylemleri ve kimlikleri idrak edilebilir kılan çerçevelerdir.
Her ne kadar zaman zaman arşiv belgelerine başvursam da arşive
dayalı bir tarihsel çözümleme yapmıyorum. Esas malzememi edebi­
yat metinleri, öz-anlatılar, tarih anlatıları, nasihat kitapları ile popü­
ler tıp metinleri oluşturuyor. Çalışmam boyunca farklı bilme ve ifa­
de türlerini, bu türlerin yaslandıkları farklı konvansiyonları göz ardı
etmeden, birbirleriyle iletişim içerisinde ele alıyorum. Dikkatimi
pek çok türün ortaklaştığı, farklı anlatılarda dolaşımda olan tema ve
figürlere yöneltiyorum. Yalnızca bir tarihsel dönemi şekillendiren
anlamlandırma çerçevelerini daha açık biçimde görünür kılmaya de­
ğil, bu temaların ve gerilimlerin uzun dönemli etkilerinin izlerini de
sürmeye çalışıyorum. Bunu yaparken zaman zaman yakın okuma,

82. Sedgwick, "Paranoid Reading and Reparative Reading'', s. 18.


83. Judith Butler, Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur, çev. Şeyda
Öztürk, YKY, 2015, s. 1 1 .
GİRİŞ 43

zaman zaman da kültürel tarihsel çözümleme yöntemlerinden fay­


dalanıyorum. Ele aldığını her metni, metinlerarası ilişkilerini dikka­
te alarak çözümlüyorum.
Sharon Marcus, kuramsal yöntemin çeşitli varsayınıların eleştirel
bir yeniden değerlendirmesi, tarihsel yöntemin mümkün olan en çok
sayıda belgenin incelenerek genellemelere varılması, metinsel ve
görsel çözümlemenin ise yakın okumaya dayalı yorumlama pratiği
anlamına geldiğini söyler.84 Çalışmamı yalnızca metinsel veya tarih­
sel çözümleme ile sınırlayabilirdim; ki bu kullandığım yöntemlerin
disipliner savunusunu kolaylaştırırdı. Ne bir edebiyat ne de bir tarih
araştırması olarak kabul edilebilecek olan bu çalışma, Judith Hal­
berstam'ın söylediği gibi, tarihçilerden münasip bir tarih anlatısı
sunmadığı, edebiyatçılardan da edebi metinleri doğru çözümleme
yöntemleri uyarınca ele almadığı eleştirisiyle karşılaşabilir.85 Bu fa­
razi eleştiriler, aslında feminist ve queer çalışmaların temel sorula­
rından birine; yani geleneksel disiplin sınırlarına meydan okuyan bir
metodolojinin nasıl geliştirileceği sorusuna işaret eder. Halberstam,
böyle bir metodolojinin "insan davranışına ilişkin geleneksel çalış­
ma alanlarından bilerek veya kazara dışlanmış özneler üzerine bilgi
biriktirmek ve üretmek için farklı yöntemler kullanan bir toplayıcı
metodolojisi"86 olduğunu söyler. Ben de farklı disiplinlerin yöntem­
lerini toplayarak, böyle bir bilgi biriktirme ve üretme faaliyetine kat­
kıda bulunmuş olmayı arzuluyorum.
Her ne kadar tıp kitapları, nasihat literatürü ve arşiv belgelerin­
den faydalanmış olsam da edebi metinler kitapta en çok faydalandı­
ğım malzemeyi oluşturuyor. Edebi metinler cinsellik ile ilgili mese­
leleri daha büyük açıklıkla ele aldığı için, cinsellik çalışmaları ala­
nında edebiyat incelemelerinin sayısı saf tarihsel çalışmalara kıyasla
daha fazladır.87 Barbara Johnson'ın söylediği üzere "biz konuşan
hayvanlar için cinselliği sorunlu kılan şeyin kalbinde edebiyat yatar.
Edebiyat yalnızca ket vurulmuş bir soruşturmacı değil aynı zamanda
cinsellik sorununun iflah olmaz failidir".88 Bu nedenle edebi metin-

84. Marcus, Between Women, s. 7.


85. Judith Halberstam, Female Masculinity, Duke University Press, 1998, s. 10.
86. A.g.y., s. 13. 87. Peirce, "Writing Histories of Sexuality'', s. 1325-39.
88. Johnson, 1980'den akt. Laqueur, Making Sex, s. 17.
44 CİNSEL NORMALLİGİN KURULUŞU

lere romantik ve erotik deneyimlerin veya bunlara ilişkin tutumların


bir temsili olarak değil, bu deneyimlerin üreticisi olarak yaklaşıyo­
rum. Edebiyat, romantik ve erotik deneyimleri idrak edilebilir kılan
söylemsel çerçevelerden en önemlilerinden biri olmakla kalmaz; bu
deneyimlere ilişkin en alışılmış ve yaygın temaların, mecazların ve
figürlerin üretildiği alandır.
Edebiyatı, özellikle de romanları, geç Osmanlı ve erken Cumhu­
riyet heteronormatif söylemlerini çözümlemek için uygun bir zemin
haline getiren bir sebep daha var. On dokuzuncu yüzyılla birlikte,
mensur anlatılar manzum anlatıların yerini alarak asıl edebi anlatı
biçimi haline gelmiştir. Özellikle de roman arzu ve duygulanımı,
toplumsal cinsiyet ve aile ile ilgili fikirleri biçimlendiren en önemli
kültürel araçlardan biri olmuştur. 89 Bu dönüşümün etkileri edebi
alanla sınırlı değildir. Selim Sırrı Kuru'nun söylediği üzere, türlerin
tarihsel dönüşümü erotik deneyimlere ilişkin kurguların şekillenme­
sinde başat rol oynamış ve bazı deneyimler kendilerine bir türde yer
bulabilirken diğerleri dışlanmıştır:

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında yazın alanında, basın ve gazetecilik


alanındaki patlamaya eşdüzey olarak yaşanan önemli türsel dönüşüm sonu­
cunda hangi türde neyin dile getirileceği konusunda da bir değişim yaşan­
mıştı. . . . Türsel dönüşümün en önemli göstergelerinden birisi ise, yeni bi­
çimlerle dile getirilen kurgusal anlatılarda erkeklerin aşk nesnelerinin artık
yalnızca "dişil"90 olarak tanımlanmasıydı.91

Kuru'nun türsel dönüşüme yaptığı vurgu; edebi, toplumsal ve si­


yasal olan ile erotik olanın nasıl iç içe geçtiğine işaret ediyor. İler­
leyen bölümlerde yukarıda ele aldığım metodolojik yaklaşım çerçe­
vesinde, söz konusu türsel dönüşümü de kapsayan, uzun, gerilimli
ve istikrarsızlıklarla dolu dönüşüm sürecini ele alacağım.

89. Marcus, Between Women, s. 8.


90. Son bölümde tartışacağım üzere arzu nesnesinin dişilleşmesi tespitine da­
ha dikkatli yaklaşmamız gerekiyor. Evet, kadınlar erkeklere ait mensur anlatılar­
daki esas arzu nesnesiydiler, ama arzu nesnesinin kadınsılığı erkekler açısından
son derece kaygı vericiydi. Farklı erkeklik ve kadınlıkların, nasıl farklı kadınsılık
ve erkeksilik tanımları uyarınca tanımlandığına son bölümde bakacağım.
91. Selim Sım Kuru, "Yaşanan, Söylenen ve Yazılan: Erkekler Arasında Tut­
kusal İlişkiler", Cogito 65-66 (Bahar 201 1 ), s. 264.
BİRİNCİ BÖLÜM

Erkek Homoerotizminin
Marjinalleşme Süreci

Hind'den İran'dan mı Yunan'a gitmiş, Yunan'dan nu file­


me yayılmış? Ne olmuşsa olmuş işte. Yalnız bu gayri ta­
bii aşk, şairlerimizin birinde, üçünde, beşinde değil, hep­
sinde vardır. Çiir-ebrfi güzel, yalın yüzlü mahbOb, tıflı­
naz, taze-nihfil civan ve hattı sebz/yeşil yazı, yani sevgi­
linin yanaklarında yeni terleyen sakal, Divan Edebiyatı'
nın başlangıcından ta Hubdnname ve Defter-i Aşk'a ka­
dar bütün şairlerin ağzında çengel sakızıdır. Kızdan ba­
his, bu edebiyatta pek ayıptır ve bu edebiyatta yok dene­
cek kadar azdır.1

ABDÜLBAKİ Gölpınarlı'nın Osmanlı şiirinde erkek homoerotizmine


ilişkin yukarıdaki yorumu istisnai değildir. Klasik Osmanlı edebiya­
tında maşukun, yani sevilenin cinsiyeti, on dokuzuncu yüzyıl sonra­
sı edebiyat yorumcuları için içinden çıkılmaz bir mesele haline gel­
miştir.2 Klasik Osmanlı edebiyatında arzu nesnesinin sıklıkla oğlan­
lar olması,3 kurgusal bir kategori olarak "Osmanlılar"ın4 cinsel ah-

1 . Abdülbaki Gölpınarlı, Divan Edebiyatı Beyanındadır, Marmara Kitabevi,


1945, s. 30. (Alıntıların imlasında tutarlılık sağlamak için gerektiğinde değişiklik
yapılmıştır. -y.n.)
2. Selim Sun Kuru, "Naming Beloved in Ottoman-Turkish Gazel: The Case
of İshak Çelebi (D. 1537/8)", Ghaza/ as World Literature il, From a Literary Gen­
re to a Great Tradition: The Ottoman Gazel in Context, haz. Angelika Neuwirth,
Michael Hess, Judith Pfeiffer ve Börte Sagaster, Ergon Verlag Würzburg in Ko­
mission, 2006, s. 1 63.
3. Osmanlı Türkçesi cinsiyetsiz bir dil olsa da erkek aşk nesnesine yönelik
güçlü eğilim göz ardı edilemez. Bkz. Andrews ve Kalpaklı, The Age ofBeloveds,
s. 37. Arapçadan alınan sözcüklerin cinsiyetlerinin korunması aşk nesnesinin cin-
Another random document with
no related content on Scribd:
our entrance, it was anticipated by liberals, would be the shortening
of the war. Our entrance has rather tended to prolong it. Liberals
were mistaken about the immediate collapse of the British
Commonwealth. It continued to endure the submarine challenge
without our material aid. We find ourselves, therefore, saddled with a
war-technique which has compromised rather than furthered our
strategy.
This war-technique compromises the outlines of American strategy
because instead of making for a negotiated peace it has had the
entirely unexpected result of encouraging those forces in the Allied
countries who desire la victoire intégrale, the “knockout blow.” In the
President’s war-message the country was assured that the principles
of the negotiated peace remained quite unimpaired. The strategy
that underlay this, it will be remembered, was to appeal to the
Teutonic peoples over the heads of their rulers with terms so liberal
that the peoples would force their governments to make peace. The
strategy of the American government was, while prosecuting the war,
to announce its war-aims and to persuade the Allies to announce
their war-aims in such terms as would split the peoples of the Central
Powers from their governments, thus bringing more democratic
régimes that would provide a fruitful basis for a covenant of nations.
We entered the war with no grievances of our own. It was our
peculiar rôle to continue the initiative for peace, both by
unmistakably showing our own purpose for a just peace based on
some kind of international organization and by wielding a steady
pressure on the Entente governments to ratify our programme. If we
lost this initiative for peace, or if we were unable or unwilling to press
the Entente toward an unmistakable liberalism, our strategy broke
down and our justification for entering the war became seriously
impaired. For we could then be charged with merely aiding the
Entente’s ambiguous scheme of European reorganization.
The success of this strategy of peace depended on a stern
disavowal of the illiberal programmes of groups within the Allied
countries and a sympathetic attitude toward the most democratic
programmes of groups within the enemy Powers. Anything which
weakened either this disavowal or this sympathy would imperil our
American case. As potential allies in this strategy the American
government had within the enemies’ gates the followers of
Scheidemann who said at the last sitting of the Reichstag: “If the
Entente Powers should renounce all claims for annexation and
indemnity and if the Central Powers should insist on continuing the
war, a revolution will certainly result in Germany.” It is not
inconceivable that the American government and the German
socialists had at the back of their minds the same kind of a just
peace. The fact that the German socialists were not opposing the
German government did not mean that any peace move in which the
former were interested was necessarily a sinister Hohenzollern
intrigue. The bitterest enemies of Hollweg were not the radicals but
the Pan-Germans themselves. It is they who were said to be
circulating manifestoes through the army threatening revolution
unless their programme of wholesale annexations is carried out.
Whatever liberal reservoir of power there is in Germany, therefore,
remains in the socialist ranks. If there is any chance of liberal
headway against the sinister Pan-German campaign it is through this
nucleus of liberal power. American strategy, if it has to find a liberal
leverage in Germany, will have to choose the socialist group as
against the Pan-Germans. It is not absolutely necessary to assume
that the support of the Chancellor by the socialist majority is
permanent. It is unplausible that the Scheidemann group coöperates
with the Government for peace merely to consolidate the Junker and
military class in power after the war. It is quite conceivable that the
socialist majority desires peace in order to have a safe basis for a
liberal overturn. Revolution, impossible while the Fatherland is in
danger, becomes a practicable issue as soon as war is ended. A
policy of aiding the Government in its pressure toward peace, in
order to be in a tactical position to control the Government when the
war-peril was ended, would be an extremely astute piece of
statesmanship. There is no evidence that the German socialists are
incapable of such far-sighted strategy. Certainly the “German peace”
of a Scheidemann is bound to be entirely different from the “German
peace” of a Hindenburg. This difference is one of the decisive factors
of the American strategy. To ignore it is to run the risk of postponing
and perhaps obstructing the settlement of the war.
It is these considerations that make the refusal of passports to the
American socialists seem a serious weakening of the American
strategy. A conference of responsible socialists from the different
countries might have clarified the question how far a Russian peace
or a Scheidemann peace differed from the structure of a Wilson
peace. By denying American participation in the conference, the
Administration apparently renounced the opportunity to make contact
with liberal leverage in Germany. It refused to take that aggressive
step in cleaving German opinion which was demanded by its own
strategy. It tended to discourage liberal opinion in Germany and
particularly it discouraged the Russian democracy which was
enthusiastic for a socialist conference.
This incident was symptomatic of the lessened adjustment which the
Administration has shown toward the changing situation. It was the
hope of the American liberals who advocated American entrance into
the war that this country would not lose thereby its initiative for
peace. They believed that our entrance would make our mediating
power actually stronger. That hope has been disappointed through
the unexpected radicalism of the new Russian government. The
initiative for peace was bound to lie with the people that most wanted
peace and was willing to make the most peremptory demands upon
the Allied governments that they state the war-aims that would bring
it. This tactic was an integral part of the original American strategy.
The American liberals trusted the President to use American
participation as an instrument in liberalizing the war-aims of all the
Allied governments. In the event, however, it has not been America
that has wanted peace sufficiently to be peremptory about it. It has
been Russia. The initiative for peace has passed from President
Wilson into the hands of the Council of Workmen’s and Soldiers’
Deputies. It is the latter who have brought the pressure to declare
democratic war-aims. It is their dissatisfaction with the original Allied
statement that has brought these new, if scarcely more satisfactory,
declarations. In this discussion between the Governments regarding
the restatement of war-aims, it was not upon Russia’s side that this
country found itself. The President’s note to Russia had all the tone
of a rebuke. It sounded like the reaction of a Government which—
supposedly itself the leader in the campaign for a just peace—found
itself uncomfortably challenged to state its own sincerity. The key to
our American strategy has been surrendered to Russia. The plain
fact is that the President has lost that position of leader which a
Russian candor would have retained for him.
What is more serious is that the note to Russia implied not only his
loss of the initiative for a negotiated peace but even the desire for it.
“The day has come when we must conquer or submit.” This has a
very strange ring coming from a President who in his very war-
message still insisted that he had not altered in any way the
principles of his “peace without victory” note. The note to Russia did
not attempt to explain how “peace without victory” was to be
reconciled with “conquer or submit,” nor has any such explanation
been forthcoming. The implication is that the entire strategy of the
negotiated peace has passed out of American hands into those of
Russia, and that this country is committed to the new strategy of the
“knockout blow.” If this is true, then we have the virtual collapse of
the strategy, and with it the justification, of our entrance into the war.
Whether American strategy has changed or not, the effect upon
opinion in the Allied countries seems to be as if it had. Each
pronouncement of America’s war-aims is received with disconcerting
unanimity in England, France and Italy as ratifying their own
aspirations and policies. Any hint that Allied policies disagree with
ours is received with marked disfavor by our own loyal press. When
we entered the war, the Allied aims stood as stated in their reply to
the President’s December note. This reply was then interpreted by
American liberals as a diplomatic programme of maximum demands.
They have therefore called repeatedly upon the President to secure
from the Allied governments a resolution of the ambiguities and a
revision of the more extreme terms, in order that we might make
common cause with them toward a just peace. In this campaign the
American liberals have put themselves squarely on the side of the
new Russia, which has also clamored for a clear and liberal
statement of what the war is being fought for. Unfortunately the
Administration has been unable or unwilling to secure from the Allies
any such resolution or revision. The Russian pressure has elicited
certain statements, which, however, proved little more satisfactory to
the Russian radicals than the original statement. Our own war-aims
have been stated in terms as ambiguous and unsatisfactory as those
of the Allies. Illiberal opinion in the other countries has not been slow
in seizing upon President Wilson’s pronouncements as confirming all
that their hearts could wish. Most significant has been the
satisfaction of Italian imperialistic opinion, the most predatory and
illiberal force in any Allied country. The President has done nothing
to disabuse Italian minds of their belief. He has made no disavowal
of the Allied reactionary ratification. The sharp divergence of
interpretation between the Allied governments and the Russian
radicals persists. In lieu of any clear statement to the contrary,
opinion in the Allied countries has good ground for believing that the
American government will back up whatever of their original
programme can be carried through. Particularly is this true after the
President’s chiding of Russia. The animus behind the enthusiasm for
Pershing in France is the conviction that American force will be the
decisive factor in the winning back of Alsace-Lorraine. It is no mere
sentimental pleasure at American alliance. It is an immense
stiffening of the determination to hold out to the uttermost, to the
“peace with victory” of which Ribot speaks. Deluded France carries
on the war to complete exhaustion on the strength of the American
millions who are supposedly rushing to save her. The immediate
effect of American participation in England and Italy as well has been
an intense will to hold out not for the “peace without victory” but pour
la victoire intégrale, for the conquest so crushing that Germany will
never be feared again.
Now the crux of American strategy was the liberalization of Allied
policy in order that that peace might be obtained which was a
hopeful basis for a League of Nations. American participation has
evidently not gone one inch toward liberalizing the Allies. We are
further from the negotiated peace than we were in December, though
the only change in the military and political situation is the Russian
revolution which immensely increased the plausibility of that peace.
As Allied hope of victory grows, the covenant of nations fades into
the background. And it is Allied hope of victory that our participation
has inflamed and augmented.
The President’s Flag Day address marks without a doubt the
collapse of American strategy. That address, coupled with the hints
of “effective readjustments” in the note to Russia, implies that
America is ready to pour out endless blood and treasure, not to the
end of a negotiated peace, but to the utter crushing of the Central
Powers, to their dismemberment and political annihilation. The war is
pictured in that address as a struggle to the death against the
military empire of Mittel-Europa. The American rôle changes from
that of mediator in the interest of international organization to that of
formidable support to the breaking of this menace to the peace and
liberty of Europe. It will be remembered that American liberals
interpreted our entrance into the war as primarily defensive, an
enterprise to prevent Germany’s threatened victory on the sea. We
came in, not to secure an Allied “peace with victory,” but to prevent a
German “peace with victory,” and so restore the situation favorable
to a negotiated peace. The strategy of the negotiated peace
depended largely on the belief that a military decision was either
impossible or was not worth the colossal sacrifice it demanded. But it
is only as the result of a sweeping military decision that any assured
destruction of Mittel-Europa could come. In basing his case on
Mittel-Europa, therefore, the President has clearly swung from a
strategy of “peace without victory” to a strategy of “war to exhaustion
for the sake of a military decision.” He implies that a country which
came only after hesitation to the defense of the seas and the Atlantic
world will contentedly pour out its indefinite blood and treasure for
the sake of spoiling the coalition of Mittel-Europa and of making
readjustments in the map of Europe effective against German
influence on the Continent. Such an implication means the “end of
American isolation” with a vengeance. No one can be blamed who
sees in the Flag Day Address the almost unlimited countersigning of
Allied designs and territorial schemes.
The change of American strategy to a will for a military decision
would explain the creation of the vast American army which in the
original policy was required only “as a reserve and a precaution.” It
explains our close coöperation with the Allied governments following
the visits of the Missions. An American army of millions would
undoubtedly be a decisive factor in the remaking of the map of
Europe and the permanent garrisoning of strategic points bearing
upon Germany. But this change of strategy does not explain itself.
The continental military and political situation has not altered in any
way which justifies so fundamental an alteration in American
strategy. American liberals justified our entrance into the war as a
response to a sudden exigency. But the menace of Mittel-Europa
has existed ever since the entrance of Bulgaria in 1915. If it now
challenges us and justifies our change of strategy, it challenged us
and justified our assault a full two years ago. American shudders at
its bogey are doubly curious because it is probably less of a menace
now than it has ever been. President Wilson ignores the effect of a
democratic Russia on the success of such a military coalition. Such
heterogeneous states could be held together only through the
pressure of a strong external fear. But the passing of predatory
Russia removes that fear. Furthermore, Bulgaria, the most
democratic of the Balkan States, would always be an uncertain
partner in such a coalition. Bagdad has long been in British hands.
There are strong democratic and federalistic forces at work in the
Austro-Hungarian monarchy. The materials seem less ready than
ever for the creation of any such predatory and subjugated Empire
as the Flag Day Address describes. Whatever the outcome of the
war, there is likely to result an economic union which could bring
needed civilization to neglected and primitive lands. But such a union
would be a blessing to Europe rather than a curse. It was such a
union that England was on the point of granting to Germany when
the war broke out. The Balkans and Asia Minor need German
science, German organization, German industrial development. We
can hardly be fighting to prevent such German influence in these
lands. The irony of the President’s words lies in the fact that the
hopes of Mittel-Europa as a military coalition seem to grow dimmer
rather than brighter. He must know that this “enslavement” of the
peoples of which he speaks can only be destroyed by the peoples
themselves and not at the imposition of a military conqueror. The will
to resist this Prussian enslavement seems to have been generated
in Austro-Hungary. The President’s perspective is belated. If our
fighting to crush this amazing plot is justified now, it was more than
justified as soon as Rumania was defeated. The President convicts
himself of criminal negligence in not urging us into the war at that
time. If our rôle was to aid in conquest, we could not have begun our
work too soon.
The new strategy is announced by the President in no uncertain
terms—“The day has come when we must conquer or submit.” But
the strategy of conquest implies the necessity of means for
consolidating the conquest. If the world is to be made safe for
democracy, democracy must to a certain extent be imposed on the
world. There is little point in conquering unless you carry through the
purposes for which you have conquered. The earlier American
strategy sought to bring democracy to Germany by appealing directly
to the democratic forces in Germany itself. We relied on a self-
motivated regeneration on the part of our enemy. We believed that
democracy could be imposed only from within. If the German people
cannot effect their own political reorganization, nobody can do it for
them. They would continue to prefer the native Hohenzollerns to the
most liberal government imposed by their conquering enemies. A
Germany forced to be democratic under the tutelage of a watchful
and victorious Entente would indeed be a constant menace to the
peace of Europe. Just so far then as our changed American strategy
contributes toward a conquest over Germany, it will work against our
desire to see that country spontaneously democratized. There is
reason for hope that democracy will not have to be forced on
Germany. From the present submission of the German people to the
war-régime nothing can be deduced as to their subserviency after
the war. Prodigious slaughter will effect profound social changes.
There may be going on a progressive selection in favor of
democratic elements. The Russian army was transformed into a
democratic instrument by the wiping-out in battle of the upper-class
officers. Men of democratic and revolutionary sympathies took their
places. A similar process may happen in the German army. The end
of the war may leave the German “army of the people” a genuine
popular army intent upon securing control of the civil government.
Furthermore, the continuance of Pan-German predatory imperialism
depends on a younger generation of Junkers to replace the veterans
now in control. The most daring of those aristocrats will almost
certainly have been destroyed in battle. The mortality in upper-class
leadership will certainly have proved far larger than the mortality in
lower-class leadership. The maturing of these tendencies is the hope
of German democracy. A speedy ending of the war, before the
country is exhausted and the popular morale destroyed, is likely best
to mature these tendencies. In this light it is almost immaterial what
terms are made. Winning or losing, Germany cannot replace her
younger generation of the ruling class. And without a ruling class to
continue the imperial tradition, democracy could scarcely be
delayed. An enfeebled ruling class could neither hold a vast world
military Empire together nor resist the revolutionary elements at
home. The prolongation of the war delays democracy in Germany by
convincing the German people that they are fighting for their very
existence and thereby forcing them to cling even more desperately
to their military leaders. In announcing an American strategy of
“conquer or submit,” the President virtually urges the German people
to prolong the war. And not only are the German people, at the
apparent price of their existence, tacitly urged to continue the fight to
the uttermost, but the Allied governments are tacitly urged to wield
the “knockout blow.” All those reactionary elements in England,
France and Italy, whose spirits drooped at the President’s original bid
for a negotiated peace, now take heart again at this apparent
countersigning of their most extreme programmes.
American liberals who urged the nation to war are therefore suffering
the humiliation of seeing their liberal strategy for peace transformed
into a strategy for prolonged war. This government was to announce
such war-aims as should persuade the peoples of the Central
Powers to make an irresistible demand for a democratic peace. Our
initiative with the Allied governments was to make this peace the
basis of an international covenant, “the creation of a community of
limited independencies,” of which Norman Angell speaks. Those
Americans who opposed our entrance into the war believed that this
object could best be worked for by a strategy of continued neutrality
and the constant pressure of mediation. They believed that war
would defeat the strategy for a liberal peace. The liberal intellectuals
who supported the President felt that only by active participation on
an independent basis could their purposes be achieved. The event
has signally betrayed them. We have not ended the submarine
menace. We have lost all power for mediation. We have not even
retained the democratic leadership among the Allied nations. We
have surrendered the initiative for peace. We have involved
ourselves in a moral obligation to send large armies to Europe to
secure a military decision for the Allies. We have prolonged the war.
We have encouraged the reactionary elements in every Allied
country to hold out for extreme demands. We have discouraged the
German democratic forces. Our strategy has gradually become
indistinguishable from that of the Allies. With the arrival of the British
Mission our “independent basis” became a polite fiction. The
President’s Flag Day Address merely registers the collapse of
American strategy. All this the realistic pacifists foresaw when they
held out so bitterly and unaccountably against our entering the war.
The liberals felt a naïve faith in the sagacity of the President to make
their strategy prevail. They looked to him single-handedly to
liberalize the liberal nations. They trusted him to use a war-technique
which should consist of an olive-branch in one hand and a sword in
the other. They have had to see their strategy collapse under the
very weight of that war-technique. Guarding neutrality, we might
have counted toward a speedy and democratic peace. In the war, we
are a rudderless nation, to be exploited as the Allies wish, politically
and materially, and towed, to their aggrandizement, in any direction
which they may desire.
V
A WAR DIARY
(September, 1917)

I
Time brings a better adjustment to the war. There had been so many
times when, to those who had energetically resisted its coming, it
seemed the last intolerable outrage. In one’s wilder moments one
expected revolt against the impressment of unwilling men and the
suppression of unorthodox opinion. One conceived the war as
breaking down through a kind of intellectual sabotage diffused
through the country. But as one talks to people outside the cities and
away from ruling currents of opinion, one finds the prevailing apathy
shot everywhere with acquiescence. The war is a bad business,
which somehow got fastened on us. They don’t want to go, but
they’ve got to go. One decides that nothing generally obstructive is
going to happen and that it would make little difference if it did. The
kind of war which we are conducting is an enterprise which the
American government does not have to carry on with the hearty
coöperation of the American people but only with their acquiescence.
And that acquiescence seems sufficient to float an indefinitely
protracted war for vague or even largely uncomprehended and
unaccepted purposes. Our resources in men and materials are vast
enough to organize the war-technique without enlisting more than a
fraction of the people’s conscious energy. Many men will not like
being sucked into the actual fighting organism, but as the war goes
on they will be sucked in as individuals and they will yield. There is
likely to be no element in the country with the effective will to help
them resist. They are not likely to resist of themselves concertedly.
They will be licked grudgingly into military shape, and their lack of
enthusiasm will in no way unfit them for use in the hecatombs
necessary for the military decision upon which Allied political wisdom
still apparently insists. It is unlikely that enough men will be taken
from the potentially revolting classes seriously to embitter their spirit.
Losses in the well-to-do classes will be sustained by a sense of duty
and of reputable sacrifice. From the point of view of the worker, it will
make little difference whether his work contributes to annihilation
overseas or to construction at home. Temporarily, his condition is
better if it contributes to the former. We of the middle-classes will be
progressively poorer than we should otherwise have been. Our lives
will be slowly drained by clumsily levied taxes and the robberies of
imperfectly controlled private enterprises. But this will not cause us
to revolt. There are not likely to be enough hungry stomachs to make
a revolution. The materials seem generally absent from the country,
and as long as a government wants to use the war-technique in its
realization of great ideas, it can count serenely on the human
resources of the country, regardless of popular mandate or
understanding.

II
If human resources are fairly malleable into the war-technique, our
material resources will prove to be even more so, quite regardless of
the individual patriotism of their owners or workers. It is almost
purely a problem of diversion. Factories and mines and farms will
continue to turn out the same products and at an intensified rate, but
the government will be working to use their activity and concentrate it
as contributory to the war. The process which the piping times of
benevolent neutrality began will be pursued to its extreme end. All
this will be successful, however, precisely as it is made a matter of
centralized governmental organization and not of individual offerings
of good-will and enterprise. It will be coercion from above that will do
the trick rather than patriotism from below. Democratic contentment
may be shed over the land for a time through the appeal to individual
thoughtfulness in saving and in relinquishing profits. But all that is
really needed is the coöperation with government of the men who
direct the large financial and industrial enterprises. If their interest is
enlisted in diverting the mechanism of production into war-channels,
it makes not the least difference whether you or I want our activity to
count in aid of the war. Whatever we do will contribute toward its
successful organization, and toward the riveting of a semi-military
State-socialism on the country. As long as the effective managers,
the “big men” in the staple industries remained loyal, nobody need
care what the millions of little human cogs who had to earn their
living felt or thought. This is why the technical organization for this
American war goes on so much more rapidly than any corresponding
popular sentiment for its aims and purposes. Our war is teaching us
that patriotism is really a superfluous quality in war. The government
of a modern organized plutocracy does not have to ask whether the
people want to fight or understand what they are fighting for, but only
whether they will tolerate fighting. America does not coöperate with
the President’s designs. She rather feebly acquiesces. But that
feeble acquiescence is the all-important factor. We are learning that
war doesn’t need enthusiasm, doesn’t need conviction, doesn’t need
hope, to sustain it. Once maneuvered, it takes care of itself, provided
only that our industrial rulers see that the end of the war will leave
American capital in a strategic position for world-enterprise. The
American people might be much more indifferent to the war even
than they are and yet the results would not be materially different. A
majority of them might even be feebly or at least unconcertedly
hostile to the war, and yet it would go gaily on. That is why a popular
referendum seems so supremely irrelevant to people who are willing
to use war as an instrument in the working-out of national policy. And
that is why this war, with apathy rampant, is probably going to act
just as if every person in the country were filled with patriotic ardor,
and furnished with a completely assimilated map of the League to
Enforce Peace. If it doesn’t, the cause will not be the lack of popular
ardor, but the clumsiness of the government officials in organizing
the technique of the war. Our country in war, given efficiency at the
top, can do very well without our patriotism. The non-patriotic man
need feel no pangs of conscience about not helping the war.
Patriotism fades into the merest trivial sentimentality when it
becomes, as so obviously in a situation like this, so pragmatically
impotent. As long as one has to earn one’s living or buy tax-ridden
goods, one is making one’s contribution to war in a thousand indirect
ways. The war, since it does not need it, cannot fairly demand also
the sacrifice of one’s spiritual integrity.

III
The “liberals” who claim a realistic and pragmatic attitude in politics
have disappointed us in setting up and then clinging wistfully to the
belief that our war could get itself justified for an idealistic flavor, or at
least for a world-renovating social purpose, that they had more or
less denied to the other belligerents. If these realists had had time in
the hurry and scuffle of events to turn their philosophy on
themselves, they might have seen how thinly disguised a
rationalization this was of their emotional undertow. They wanted a
League of Nations. They had an unanalyzable feeling that this was a
war in which we had to be, and be in it we would. What more natural
than to join the two ideas and conceive our war as the decisive factor
in the attainment of the desired end! This gave them a good
conscience for willing American participation, although as good men
they must have loathed war and everything connected with it. The
realist cannot deny facts. Moreover, he must not only acknowledge
them but he must use them. Good or bad, they must be turned by his
intelligence to some constructive end. Working along with the
materials which events give him, he must get where and what he
can, and bring something brighter and better out of the chaos.
Now war is such an indefeasible and unescapable Real that the
good realist must accept it rather comprehensively. To keep out of it
is pure quietism, an acute moral failure to adjust. At the same time,
there is an inexorability about war. It is a little unbridled for the
realist’s rather nice sense of purposive social control. And nothing is
so disagreeable to the pragmatic mind as any kind of an absolute.
The realistic pragmatist could not recognize war as inexorable—
though to the common mind it would seem as near an absolute,
coercive social situation as it is possible to fall into. For the
inexorable abolishes choices, and it is the essence of the realist’s
creed to have, in every situation, alternatives before him. He gets out
of his scrape in this way: Let the inexorable roll in upon me, since it
must. But then, keeping firm my sense of control, I will somehow
tame it and turn it to my own creative purposes. Thus realism is
justified of her children, and the “liberal” is saved from the limbo of
the wailing and irreconcilable pacifists who could not make so easy
an adjustment.
Thus the “liberals” who made our war their own preserved their
pragmatism. But events have shown how fearfully they imperilled
their intuition and how untameable an inexorable really is. For those
of us who knew a real inexorable when we saw one, and had
learned from watching war what follows the loosing of a war-
technique, foresaw how quickly aims and purposes would be
forgotten, and how flimsy would be any liberal control of events. It is
only we now who can appreciate The New Republic—the organ of
applied pragmatic realism—when it complains that the League of
Peace (which we entered the war to guarantee) is more remote than
it was eight months ago; or that our State Department has no
diplomatic policy (though it was to realize the high aims of the
President’s speeches that the intellectuals willed American
participation); or that we are subordinating the political management
of the war to real or supposed military advantages, (though
militarism in the liberal mind had no justification except as a tool for
advanced social ends). If after all the idealism and creative
intelligence that were shed upon America’s taking up of arms, our
State Department has no policy, we are like brave passengers who
have set out for the Isles of the Blest only to find that the first mate
has gone insane and jumped overboard, the rudder has come loose
and dropped to the bottom of the sea, and the captain and pilot are
lying dead drunk under the wheel. The stokers and engineers,
however, are still merrily forcing the speed up to twenty knots an
hour and the passengers are presumably getting the pleasure of the
ride.

IV
The penalty the realist pays for accepting war is to see disappear
one by one the justifications for accepting it. He must either become
a genuine Realpolitiker and brazen it through, or else he must feel
sorry for his intuition and regretful that he willed the war. But so easy
is forgetting and so slow the change of events that he is more likely
to ignore the collapse of his case. If he finds that his government is
relinquishing the crucial moves of that strategy for which he was
willing to use the technique of war, he is likely to move easily to the
ground that it will all come out in the end the same anyway. He soon
becomes satisfied with tacitly ratifying whatever happens, or at least
straining to find the grain of unplausible hope that may be latent in
the situation.
But what then is there really to choose between the realist who
accepts evil in order to manipulate it to a great end, but who
somehow unaccountably finds events turn sour on him, and the
Utopian pacifist who cannot stomach the evil and will have none of
it? Both are helpless, both are coerced. The Utopian, however,
knows that he is ineffective and that he is coerced, while the realist,
evading disillusionment, moves in a twilight zone of half-hearted
criticism, and hopings for the best, where he does not become a tacit
fatalist. The latter would be the manlier position, but then where
would be his realistic philosophy of intelligence and choice?
Professor Dewey has become impatient at the merely good and
merely conscientious objectors to war who do not attach their
conscience and intelligence to forces moving in another direction.
But in wartime there are literally no valid forces moving in another
direction. War determines its own end—victory, and government
crushes out automatically all forces that deflect, or threaten to
deflect, energy from the path of organization to that end. All
governments will act in this way, the most democratic as well as the
most autocratic. It is only “liberal” naïveté that is shocked at arbitrary
coercion and suppression. Willing war means willing all the evils that
are organically bound up with it. A good many people still seem to
believe in a peculiar kind of democratic and antiseptic war. The
pacifists opposed the war because they knew this was an illusion,
and because of the myriad hurts they knew war would do the
promise of democracy at home. For once the babes and sucklings
seem to have been wiser than the children of light.

V
If it is true that the war will go on anyway whether it is popular or not
or whether its purposes are clear, and if it is true that in wartime
constructive realism is an illusion, then the aloof man, the man who
will not obstruct the war but who cannot spiritually accept it, has a
clear case for himself. Our war presents no more extraordinary
phenomenon than the number of the more creative minds of the
younger generation who are still irreconcilable toward the great
national enterprise which the government has undertaken. The
country is still dotted with young men and women, in full possession
of their minds, faculties and virtue, who feel themselves profoundly
alien to the work which is going on around them. They must not be
confused with the disloyal or the pro-German. They have no grudge
against the country, but their patriotism has broken down in the
emergency. They want to see the carnage stopped and Europe
decently constructed again. They want a democratic peace. If the
swift crushing of Germany will bring that peace, they want to see
Germany crushed. If the embargo on neutrals will prove the decisive
coup, they are willing to see the neutrals taken ruthlessly by the
throat. But they do not really believe that peace will come by any of
these means, or by any use of our war-technique whatever. They are
genuine pragmatists and they fear any kind of an absolute, even
when bearing gifts. They know that the longer a war lasts the harder
it is to make peace. They know that the peace of exhaustion is a
dastardly peace, leaving enfeebled the morale of the defeated, and
leaving invincible for years all the most greedy and soulless
elements in the conquerors. They feel that the greatest obstacle to
peace now is the lack of the powerful mediating neutral which we
might have been. They see that war has lost for us both the
mediation and the leadership, and is blackening us ever deeper with
the responsibility for having prolonged the dreadful tangle. They are
skeptical not only of the technique of war, but also of its professed
aims. The President’s idealism stops just short of the pitch that
would arouse their own. There is a middle-aged and belated taint
about the best ideals which publicist liberalism has been able to
express. The appeals to propagate political democracy leave these
people cold in a world which has become so disillusioned of
democracy in the face of universal economic servitude. Their ideals
outshoot the government’s. To them the real arena lies in the
international class-struggle, rather than in the competition of artificial
national units. They are watching to see what the Russian socialists
are going to do for the world, not what the timorous capitalistic
American democracy may be planning. They can feel no enthusiasm
for a League of Nations, which should solidify the old units and
continue in disguise the old theories of international relations.
Indispensable, perhaps? But not inspiring; not something to give
one’s spiritual allegiance to. And yet the best advice that American
wisdom can offer to those who are out of sympathy with the war is to
turn one’s influence toward securing that our war contribute toward
this end. But why would not this League turn out to be little more
than a well-oiled machine for the use of that enlightened imperialism
toward which liberal American finance is already whetting its tongue?
And what is enlightened imperialism as an international ideal as
against the anarchistic communism of the nations which the new
Russia suggests in renouncing imperialist intentions?

VI
Skeptical of the means and skeptical of the aims, this element of the
younger generation stands outside the war, and looks upon the
conscript army and all the other war-activities as troublesome
interruptions on its thought and idealism, interruptions which do not
touch anywhere a fiber of its soul. Some have been much more
disturbed than others, because of the determined challenge of both
patriots and realists to break in with the war-obsession which has
filled for them their sky. Patriots and realists can both be answered.
They must not be allowed to shake one’s inflexible determination not
to be spiritually implicated in the war. It is foolish to hope. Since the
30th of July, 1914, nothing has happened in the arena of war-policy
and war-technique except for the complete and unmitigated worst.
We are tired of continued disillusionment, and of the betrayal of
generous anticipations. It is saner not to waste energy in hope within
the system of war-enterprise. One may accept dispassionately
whatever changes for good may happen from the war, but one will
not allow one’s imagination to connect them organically with war. It is
better to resist cheap consolations, and remain skeptical about any
of the good things so confidently promised us either through victory
or the social reorganization demanded by the war-technique. One
keeps healthy in wartime not by a series of religious and political
consolations that something good is coming out of it all, but by a
vigorous assertion of values in which war has no part. Our
skepticism can be made a shelter behind which is built up a wider
consciousness of the personal and social and artistic ideals which
American civilization needs to lead the good life. We can be
skeptical constructively, if, thrown back on our inner resources from
the world of war which is taken as the overmastering reality, we
search much more actively to clarify our attitudes and express a
richer significance in the American scene. We do not feel the war to
be very real, and we sense a singular air of falsity about the
emotions of the upper-classes toward everything connected with
war. This ostentatious shame, this groveling before illusory Allied
heroisms and nobilities, has shocked us. Minor novelists and minor
poets and minor publicists are still coming back from driving
ambulances in France to write books that nag us into an appreciation
of the “real meaning.” No one can object to the generous emotions of
service in a great cause or to the horror and pity at colossal
devastation and agony. But too many of these prophets are men who
have lived rather briskly among the cruelties and thinnesses of
American civilization and have shown no obvious horror and pity at
the exploitations and the arid quality of the life lived here around us.
Their moral sense had been deeply stirred by what they saw in
France and Belgium, but it was a moral sense relatively unpracticed
by deep concern and reflection over the inadequacies of American
democracy. Few of them had used their vision to create literature
impelling us toward a more radiant American future. And that is why,
in spite of their vivid stirrings, they seem so unconvincing. Their
idealism is too new and bright to affect us, for it comes from men
who never cared very particularly about great creative American
ideas. So these writers come to us less like ardent youth, pouring its
energy into the great causes, than like youthful mouthpieces of their
strident and belligerent elders. They did not convert us, but rather
drove us farther back into the rightness of American isolation.

VII
There was something incredibly mean and plebeian about that
abasement into which the war-partisans tried to throw us all. When
we were urged to squander our emotion on a bedeviled Europe, our
intuition told us how much all rich and generous emotions were
needed at home to leaven American civilization. If we refused to
export them it was because we wanted to see them at work here. It
is true that great reaches of American prosperous life were not using
generous emotions for any purpose whatever. But the real antithesis
was not between being concerned about luxurious automobiles and
being concerned about the saving of France. America’s “benevolent
neutrality” had been saving the Allies for three years through the
ordinary channels of industry and trade. We could afford to export
material goods and credit far more than we could afford to export
emotional capital. The real antithesis was between interest in
expensively exploiting American material life and interest in
creatively enhancing American personal and artistic life. The fat and
earthy American could be blamed not for not palpitating more richly
about France, but for not palpitating more richly about America and
her spiritual drouths. The war will leave the country spiritually
impoverished, because of the draining away of sentiment into the
channels of war. Creative and constructive enterprises will suffer not
only through the appalling waste of financial capital in the work of
annihilation, but also in the loss of emotional capital in the conviction
that war overshadows all other realities. This is the poison of war
that disturbs even creative minds. Writers tell us that, after contact
with the war, literature seems an idle pastime, if not an offense, in a

You might also like