Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Liderlik Du nya Stratejisiyle I lgili Alt■

Ders 2nd Edition Henry Kissinger


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/liderlik-du-nya-stratejisiyle-i-lgili-alti-ders-2nd-edition-h
enry-kissinger/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Halklar■n Du nya Tarihi Chris Harman

https://ebookstep.com/product/halklarin-du-nya-tarihi-chris-
harman/

L appel pour le climat du Dalaï Lama Entretiens avec


Franz Alt 1st Edition Dalaï Lama Franz Alt

https://ebookstep.com/product/l-appel-pour-le-climat-du-dalai-
lama-entretiens-avec-franz-alt-1st-edition-dalai-lama-franz-alt/

Phonétique progressive du français Niveau intermédiaire


A2 B1 Corrigés 2ème édition 2nd Edition Lucile Charliac

https://ebookstep.com/product/phonetique-progressive-du-francais-
niveau-intermediaire-a2-b1-corriges-2eme-edition-2nd-edition-
lucile-charliac/

A dan Z ye Du nya Tarihi Ta■ Ça■■ndan Dijital Ça■a


Stephen A. Werner

https://ebookstep.com/product/a-dan-z-ye-du-nya-tarihi-tas-
cagindan-dijital-caga-stephen-a-werner/
Demir Duvar I srail ve Arap Du nyas■ 2nd Edition Avi
Shlaim

https://ebookstep.com/product/demir-duvar-i-srail-ve-arap-du-
nyasi-2nd-edition-avi-shlaim/

Kemalist Devrim 8 Birinci Du nya Savas ■ ve Tu rk


Devrimi 4th Edition Dog■U Perinc■Ek

https://ebookstep.com/download/ebook-52180982/

Grammaire progressive du français A2 B1 4th Edition


Maïa*Thiévenaz Grégoire (Odile)

https://ebookstep.com/product/grammaire-progressive-du-
francais-a2-b1-4th-edition-maiathievenaz-gregoire-odile/

Fen ve Teknoloji 4 Ö■renci ders ve çal■■ma kitab■ 2 2nd


Edition Coll

https://ebookstep.com/product/fen-ve-teknoloji-4-ogrenci-ders-ve-
calisma-kitabi-2-2nd-edition-coll/

Fen ve Teknoloji 5 Ö■renci ders ve çal■■ma kitab■ 1 2nd


Edition Coll

https://ebookstep.com/product/fen-ve-teknoloji-5-ogrenci-ders-ve-
calisma-kitabi-1-2nd-edition-coll/
LİDERLİK
Dünya Stratejisiyle İlgili Altı Ders

Henry Kissinger
RUNİK KİTAP
No: 183 j Siyaset: 01 1

ÖZGÜN ADI Leadership - Six Studies in World Strategy

ESER ADI LİDERLİK


Dünya Stratejisiyle İlgili Altı Ders

YAZAR ADI Henry Kissinger

EDİTÖR Bilal Yakup

ÇEVİREN Ebru Kılıç

ÇEVİRİ EDİTÖRLERİM. Nuri Demirli,


Abdulkadir Annak

REDAKSİYON Dr. Şemsettin Şeker

KAPAK TASARIM Furkan Pehlivan

SAYFA DÜZENİ Oğuz Yılmaz

BASIM VE CİLT Repar Dijital Matbaası

BASKI Temmuz 2022 - 1. Basım


Mart 2023 - 2. Basım

ISBN 978-625-7513-62-3

SERTİFİKA Nü 40675

LEADERSHIP
Copyright © 2022, Henry A. Kissinger
Ali rights reserved

Runik Kitap,
Repar Tasarım Matbaa ve Reklamcılık Ticaret Limited Şirketi'nintescilli markasıdır.

© Bu kitabın tüm hakları saklıdır.


Tanıtım amaçlı, kısa alıntılar dışında metin ya da görseller
yayınevinin izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Mimar Sinan Mah.,Selami Ali Efendi Cad., No: 534672 Üsküdar/İstanbul


Tel: O (212) 522 48 45
LİDERLİK
Dünya Stratejisiyle İlgili Altı Ders

Henry Kissinger

Çeviren: Ebru Kılıç

RLJniK
KiTRP
Yazar Hakkında
Henry Kissinger, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Ordusu'nda
görev yaptı ve ardından Harvard Üniversitesi'nde Tarih ve Siyaset
Bilimi bölümlerinde yirmi yıl boyunca öğretim görevlerinde bu­
lundu. Richard Nixon ve Gerald Ford'dun ABD Başkanı olduğu
dönemlerde Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı ola­
rak görev yaptı ve başka birçok Amerikan başkanına dış politika
konusunda tavsiyelerde bulundu. Diğer ödüllerin yanısıra 1 973
Nobel Barış Ödülü, Başkanlık Özgürlük Madalyası ve Özgürlük
Madalyası aldı. Son eserleri Çin ve Dünya Düzeni dahil olmak
üzere dış politika ve diplomasi üzerine çok sayıda kitap ve maka­
lenin yazarıdır. Uluslararası bir danışmanlık firması olan Kissin­
ger Associates Inc:nin başkanlığını sürdürmektedir.
Ömrümün esin kaynağı Nancy'ye
İÇİNDEKİLER
Teşekkür9

Giriş 13

Liderlik Eksenleri 13 •Liderlik İradesinin Doğası15 •Altı Liderin Kendi


Koşulları Çerçevesinde İncelenmesi 18 •Mükemmel Liderlik Örnekleri:
DevletAdamı ve ÇığırAçıcı Lider23 •Tarih İçindeŞahsiyet26

1 KonradAdenauer: AlçakgönüllülükStratejisi29

YenilenmeMecburiyeti29 • Çocukluktan İç Sürgüne33 •LiderliğeGiden


Yol 36 •Sivil Düzenin Yeniden Tesis Edilmesi ve Şansölye'nin Göreve
Başlaması39 •Yeni BirUlusalKimliğeGidenYol43 •Sovyetler'inMeydan
Okuması ve Yeniden Silahlanma 48 •İçinden Çıkılamaz Geçmiş: Yahudi
Halkına Tazminat 54 •Süveyş ve Bedin Krizleri 58 •Adenauer'la Üç
Sohbet 61 •Eki m 1957 63 •Mayıs 1961 : Esnek Karşılık65 •Şubat 1962 :
Kennedy ve Adenauer 70 •Almanya'nın Birleşmesi: Sancılı Bekleyiş 73 •
SonSohbetler77 •Adenauer Geleneği79

2 Charles deGaulle: İrade Stratejisi85

YakınTemaslar85 •Yolculuğun Başlangıcı89 •DeGaulle'ünTutumunun


Nedenleri veAmaçları 93 •De Gaulle'ün Fransa Tarihindeki Yeri96 • De
Gaulle ve İkinci Dünya Savaşı 101 •Kuzey Afrika Rekabeti 109 •Siyasi
İktidar Kazanmak 114 •Moskova Ziyareti 120 • De Gaulle ve Geçici
Hükümet 124 • Çöl 130 •Hindiçin'de Başarısızlık ve Ortadoğu'da Hayal
Kırıklığı134 •Cezayir ve De Gaulle'ün Dönüşü137 •BeşinciCumhuriyet
142 • Cezayir Çatışmasının Son Bulması 145 • Fransız Politikasının
Anahtarı Olarak Almanya: De Gaulle ve Adenauer 151 • De Gaulle ve
Atlantik İttifakı 153 •Nükleer Direktörlük156 •EsnekKarşılık veNükleer
Strateji 158 • İttifak Nedir? 160 • Başkanlığın Sonu 163 • De Gaulle'ün
Devlet Adamlığının Niteliği 167 •De Gaulle ve Churchill Karşılaştırması
169 •EsrarPerdesininArdı172

3 RichardNixon: Denge Stratejisi 175

Nixon'ın Gelip Gördüğü Dünya 175 • Beklenmedik Davet 179 •Nixon'ın


Beyaz Saray'ında Ulusal Güvenlik Kararlarının Oluşturulması 186 •
Nixon'ın DünyaGörüşü191 •Diplomasi ve BağlantıKurmak195 •Avrupa
Gezisi200 •Vietnam Savaşı ve Son Bulması 205 •Büyük Güç Diplomasisi
ve Silahlanmanın Denetimi 222 •Sovyetler Birliği'nden Göç 229 • Çin'e
Açılma230 •Kargaşa İçindeki Ortadoğu239 •1973 OrtadoğuSavaşı245 •
Ateşkes Diplomasisi250 •Ortadoğu BarışSüreci254 • Bangladeş veSoğuk
Savaş'ın Kilitlenmesi256 •Nixon veAmerika'dakiKriz267

4 Enver Sedat: Aşkınlık Stratejisi271

Enver Sedat'ın ÖzelVasfı271 •TarihinEtkisi273 •Çocukluğu ve Gençliği


275 •Hapiste Tefekkür 279 •Mısır'ın Bağımsızlığı 281 • Devrimin Sesi
283 •Nasır ve Sedat 286 •Sedat'ın Bakış Açısı 291 • Düzeltici Devrim
295 •Stratejik Sabır 298 •1973 Arap-İsrail Savaşı 306 •Meir ve Sedat
313 •Tahra Sarayı'nda Görüşme 316 •Cenevre'den Çatışmasızlığa 321 •
Suriye Boyutu328 •Barışa Doğru Bir Adım Daha: il. SinaAnlaşması331
•Sedat'ın KudüsSeyahati337 •BarışaGidenZorluYol342 •Çözülme348
•Suikast352 •Sonsöz: Hayata GeçirilmemişMiras354

5 Lee KuanYew: MükemmellikStratejisi 359

Harvard Ziyareti 359 • Lilliputlu Dev 362 • İmparatorluk Döneminde


Geçen BirGençlik365 •Bir DevletKurmak370 •BirUlus İnşaEtmek377
•"BırakalımTarihHükmünüVersin" 381 •BirEkonomi İnşaEtmek383 •
Lee veAmerika386 •Lee ve Çin392 •ABD ile ÇinArasında396 •Lee'nin
Mirası400 •Lee'ninKişiliği404

6 MargaretThatcher: İknaStratejisi409

Hiç Alışılmadık Bir Lider 409 • Thatcher ve Britanya Sistemi 410 •


Bekleyen Zorluklar: 1970 'lerde Britanya413 •Grantham'danYükseliş 419
• Bir Liderlik Çerçevesi 426 •Ekonomik Reformcu 429 •Egemenliğin
Savunulması: Falkland Adaları Çatışması 434 • Hong Kong Hakkında
Müzakereler 445 • Bir Şiddet Mirasıyla Karşı Karşıya: Kuzey İrlanda
452 •Temel Gerçekler: "Özel İlişki" ve Soğuk Savaş 459 •Grenada'da Bir
Sorun466 •Stratejik Bir Değişiklik: Doğu-BatıAngajmanı467 •Kuveyt'in
EgemenliğiniSavunmak: KörfezKrizi476 •LiderliğinSınırları: Almanya
ve Avrupa'nın Geleceği 479 •Ebedi Zorluk: Avrupa 483 • Düşüş 488 •
Sonsöz494

Sonuç: Liderliğin Gelişimi499

Aristokrasiden Meritokrasiye 499 • Acı Gerçekler 507 • Sallantıdaki


Meritokrasi 510 • Derin Okuryazarlık ve Görsel Kültür 512 • Temel
Değerler515 •Liderlik ve Dünya Düzeni517 •Liderliğin Geleceği524

Notlar527
Teşekkür

Bu kitap büyük ölçüde Penguin Press UK'in yayın yönetmeni ve


olağanüstü bir editör olan Stuart Proffitt sayesinde ortaya çıktı.
Düşünceli yayıncılar; kolay kolay anlaşılamayan, bu sebeple ya­
zarları tefekküre teşvik eden konuları gündeme getirirler. Stuart
özgüvenle, ısrarla ve bilgelikle sürdürüyor bu işi. Benim düşünce
tarzımı, bilgiyle kuşatılmış çok az kişi onun kadar incelikli anla­
mış ya da reddetmiştir. Stuart iki yılı aşkındır yaptığımız onlarca
Zoom görüşmesinde bu kitabın tasarımında ve neşet etmesinde
vazgeçilmez bir ortak oldu.
Dikkate değer bir diğer çalışma arkadaşım Neal Kozodoy, Stu­
art'ın etkisini istisnai bir yayıncılık becerisiyle tamamladı. Bütün
bölümleri gözden geçirdi. Pürüzlü düzyazıda çetin sorunları çöz­
mekte deha ve derinlik sahibi, amatör bir tarihçi olan Neal, metne
daha geniş bir bakış açısı ve derinlik kazandırdı.
Daha önceki kitaplarımda olduğu gibi bu defa da geniş kaynak
malzemesini derinlemesine çalışma arkadaşlarım oldu. Matthew
Taylor King kitabın hem özü hem üslubu hakkında bilgece tavsi­
yelerde bulundu. Her bölüme damgasını vuran King olağanüstü
bir bağlılık ve algı gücüyle orta noktasından itibaren kitaba kıla­
vuzluk etti.

9
Coşku, verimlilik ve parlak bir zekayı birleştiren Eleanor Run­
de, kitabın hazırlık sürecinin ilk aşamalarında değerli araştır­
malar yaptı ve sonra yarı zamanlı olarak projeye dönüp "Sedat"
bölümüne etkili katkılarda bulundu. Vance Serchuk'un katkısı
"Nixon'' bölümünün gelişmesi ve analizinde yararlı ve belirleyici
oldu. Ida Rotschild etkileyici cümle düzenlemeleri yaptı, kitabın
düzeniyle ilgili özenli yorumlarda bulundu.
Meredith Potter, Ben Daus ve Aaron MacLean, devlet işleriyle
ilgili araştırmalarını erken bir aşamada teslim ettiler. Joseph Kier­
nan ve John Nelson çalışmanın zeminini oluştururken önemli
araştırmalar yaptılar. Austin Coffey kilit bölümlerin yayıma ha­
zırlanmasında değerli yardımlarda bulundu.
Başlıca bölümler, konu hakkında çalışan ve eserlerini takdir
ettiğim seçkin yazarların değerlendirmesine sunuldu. Margaret
Thatcher hakkında araştırma yapmayı da üstlenen Daniel Col­
lings, tamamlanmış "Thatcher" bölümünü Charles Powell (Bay­
swater Lordu Powell) ve Charles Moore'la birlikte gözden geçirdi.
Profesör Julian Jackson "De Gaulle" bölümünü; Profesör Chris­
topher ise "Clark Adenauer" bölümünü dikkatle okudu. Diplo­
mat ve akademisyen Martin Indyk "Sedat" bölümü hakkında ze­
kice yorumlar yaptı.
Yarım yüzyıldır dostum olan, birlikte çalıştığım emektar dip­
lomat Charles Hill, Richard Nixon'ın etkili mesajlarını ve onun
hakkında gayet yararlı bir değerlendirme sundu. Charlie dikkat
çekici kariyeri boyunca Dışişleri Bakanlığı'na, Yale Üniversite­
si'ne ve toplumumuzun yükseltilmesine hizmet ederek çığır açıcı
katkılarda bulunmuştur.
Birkaç arkadaşım bazı konularda keskin yargıları için iyi ni­
yetlerine yüklenmeme izin verdi. Ray Dalio, Samantha Power,
Joel Klein, Roger Hertog, Eli Jacobs ve Bob Blackwill bu arkadaş­
larım arasında yer alıyor.
Son yıllarda Eric Schmidt beni yüksek teknoloji ve yapay zeka
dünyasıyla tanıştırarak fikir dünyamı genişletti. Bu sayfalardaki

lO Henry Kissinger
stratejik tartışmaları etkileyen The Age of Afda Dan Huttenloc­
her'la da işbirliği yaptık.
Kitabın hazırlık sürecinde Theresa Cimino Amantea -bu tür
yedinci işbirliğimizde- bir kez daha vazgeçilmezliğini kanıtladı.
Theresa kitap şekillenirken benim elyazımı çözmekle, bölümleri
kartal gibi keskin gözleri ve marka haline gelmiş titizliğiyle birçok
kez gözden geçirip yeniden daktiloya çekmekle kalmadı; Penguin
Press'le, Wylie Ajansı'yla ve dışarıdaki okurlarımla, editörlerimle
yazıştı.
Yıllardır birlikte çalıştığım güvenilir bir başka isim, Jody Iobst
Williams, kritik bir dönemde yorulmak bilmeden metnin daktilo
edilmesine yardımcı oldu. Jessee LePorin ve Courtney Glick bu
süreç boyunca takvimimi hünerle idare etti. Şahsi personelimden
Chris Nelson, Dennis O'Shea ve Maarten Oosterbaan, pandemi­
nin dayattığı uzun inziva dönemlerinde ve birçok idari meseleyle
ilgili çok değerli yardımlarda bulundular.
Penguin Press'in başkanı ve yayın yönetmeni Ann Godoff ge­
leneksel rolünün öngördüğü üzere kitabın Amerika'da yayımlan­
ması sürecinde önemli meselelerin halledilmesi işini tipik özel­
liği olan profesyonellikle tamamladı. Birleşik Krallık'ta Richard
Duguis, Alice Skinner ve David Watson, hepsi de zaman baskısı
altında oldukları halde, özellikle telif hakları ve taslak metnin ya­
yıma hazırlanması konusunda hünerli bir iş çıkardılar.
Yıllardır menajerliğimi yürüten Andrew Wylie ve onun Birle­
şik Krallık'taki yardımcısı James Pullen beni dünya çapında yo­
rulmak bilmez bir bağlılık ve beceriyle temsil ettiler.
Bu kitabı, yarım yüzyıldan birazcık kısa bir süredir birlikte ol­
duğum eşime, hayatıma zenginlik ve anlam katan Nancy'ye ithaf
ediyorum. Diğer kitaplarımda olduğu gibi Nancy bunu da okudu
ve her bölümü güzelleştirdi.
Söylemeye bile gerek yok, kitabın eksikleri, kusurları bana aittir.

LİDERLiK 11
Giriş

Lİ D E R Lİ K EKS EN LERİ

Siyasal sistemi ne olursa olsun her toplum, hafızasını oluşturan geç­


miş ile gelişimine ilham veren gelecek hayali arasında sürekli geçiş
halindedir. Liderlik bu yolda vazgeçilmez öneme sahiptir: Kararlar
alınmalı, güven kazanılmalı, verilen sözler tutulmalı, ileriye doğru
rota önerilmelidir. Devletler, dinler, ordular, şirketler ve okullar gibi
beşeri kurumlarda insanların mevcut konumlarından daha önce
hiç bulunmadıkları ve belki de hiç ulaşamayacaklarını düşündükle­
ri yerlere yükselmelerine yardımcı olmak için liderliğe ihtiyaç var­
dır. Liderlik olmazsa kurumlar yoldan çıkar, uluslar giderek oyun
dışında kalmaya başlar ve nihayet felaket kaçınılmaz olur.
Bir lider iki eksenin kesişim noktasında düşünür ve hareket
eder. İlk eksen geçmiş ile gelecek arasında yer alır, ikincisiyse li-

13
dedik ettiği insanların ebedi değerleri ile hevesleri arasındadır.
Liderlerin karşı karşıya kaldığı ilk zorluk analiz etmektir. Ana­
liz, toplumların tarihlerine, adetlerine ve kabiliyetlerine dayana­
rak gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirilmesiyle başlar. O halde
liderlerin geçmişten kaçınılmaz bir şekilde öğrendiklerini, özü
itibariyle farazi ve müphem olan geleceğe dair sezdikleriyle den­
gelemeleri gerekir. Onların hedefler koymasını ve strateji belirle­
mesini sağlayan da işte bu sezgisel yön kavrayışıdır.
Stratejilerin topluma ilham kaynağı olabilmesi için liderlerin
hedefleri açıklayarak, kuşkuları gidererek ve destek toplayarak
adeta öğretmen gibi çalışması gerekir. Devlet tanımı itibariyle
kuvvet tekeline sahip olsa da zorlamaya dayanmak yetersiz lider­
liğin işaretidir, iyi bir lider toplumunda onunla yan yana yürüme
isteği uyandırır. Liderin yakın çevresindeki kişilere de ilham ver­
mesi, onlarda düşüncelerine tercüman olma isteği uyandırması
gerekir ki düşünceleri günün pratik sorunlarına uyarlanabilsin.
Liderin yakın çevresinde bulunan böyle dinamik bir ekip onun
dayanma gücünün belirgin tamamlayıcısıdır, yolculuğunu des­
tekler ve karar oluşturma sürecindeki ikilemleri yumuşatır. Li­
derler çevrelerindeki insanların nitelikleriyle göklere de çıkarıla­
bilir, yerin dibine de geçirilebilir.
Bir liderin bu görevleri üstlenirken taşıması gereken hayati
özellikler ve geçmişle gelecek arasındaki köprü, cesaret ve karak­
terdir. Cesaret, karmaşık ve zorlu seçenekler arasından bir yön
seçmek için elzemdir ki bu seçimi yapmak rutini aşma isteğini
gerektirir; tercih anında menfaatleri ve tehlikeleri ancak belli be­
lirsiz seçilebilecek bir eylem tarzını sürdürmek içinse karakterin
güçlü olması gerekir. Cesaret karar anında erdemi davet eder, ka­
rakterse değerlere uzun süre sadık kalma imkanı sağlar.
Liderlik özellikle değerlerin ve kurumların önemini yitirdiği,
iyi bir geleceğin anahatlarının tartışıldığı geçiş dönemlerinde en
gerekli şeydir. Bu gibi dönemlerde liderler baskı altında yaratıcı
düşünmeye ve teşhis koymaya davet edilir: Toplumun refahını
sağlayacak şeyler nelerdir? Çürümesine sebep olacak şeyler ne-

14 Henry Kissinger
lerdir? Geçmişten alınan hangi mirasların korunması, hangile­
rinin değiştirilip güne uyarlanması, hangilerinin terk edilmesi
gerekir? Hangi hedeflere bağlı kalmak gerekir, hangi öneriler ne
kadar baştan çıkarıcı olursa olsun reddedilmelidir? Hatta biraz
daha ileriye götürelim: Toplum daha müreffeh bir geleceğe giden
yolun ara durağı olarak fedakarlıklar yapabilecek kadar canlı ve
kendinden emin midir?

Lİ D E R Lİ K İ RA D ES İ N İ N DOGAS I

Liderler ister istemez kısıtlamalarla kuşatılır. Kısıtlı bir alanda iş


görürler, zira her toplumun kabiliyetleri ve ulaşabilecekleri, de­
mografi ve ekonominin dayattığı sınırlara bağlıdır. Ayrıca lider­
ler bir zaman zarfında hareket ederler zira her devir, her kültür
kendi baskın değerlerini, alışkanlıklarını ve tavırlarını yansıtır ;
bunların bütünü toplumun arzuladığı gidişatı belirler. Son olarak
liderler rekabet içinde iş görür, zira farklı kapasitelere ve heves­
lere sahip, durağan olmayıp uyumlu diğer aktörlerle -müttefik
olsun, muhtemel ortaklar ya da hasımlar olsun- yarışmaları gere­
kir. Üstelik olaylar kesin hesaplamalara elvermeyecek kadar hızlı
gelişir, liderlerin karar anında sağlaması yapılamayan sezgiler ve
varsayımlara dayanarak hükümlere varmaları gerekir. Lider için
risk yönetimi de analitik beceri kadar önemlidir.
"Strateji': liderin bu kısıtlı, rekabete dayanan ve değişken ko­
şullarda vardığı sonuç anlamına gelir. İleriye uzanan yolu bulmak
söz konusu olduğunda, stratejik liderlik ip üstünde yürümeye
benzetilebilir: Nasıl ki bir akrobat fazla çekingen ya da fazla atak
olduğunda düşerse, bir liderin de dar bir aralıkta, geçmişin nis­
peten kesin olguları ile geleceğin belirsizlikleri arasında gerilmiş
bir ip üstünde hareket etmesi gerekir. Aşırıya kaçan heveslerin

LiDERLİK 15
-Yunanların hubris dediği şeyin- cezası tükenmektir, insanın sa­
hip olduklarına çok fazla güvenmesinin bedeliyse anlamsızlığın
ilerlemesi ve kaçınılmaz çürümedir. Liderler hedeflerine ulaşmak
için adım adım araçlarını amaçlarına, amaçlarını koşullarına uy­
durmalıdır.
Stratejist olarak lider doğal bir paradoksla karşı karşıyadır :
Harekete geçmek gerektiğinde elindeki önemli bilgiler en az mik­
tardaysa da en geniş çapta karar oluşturması gerekir. Daha fazla
veriye ulaşıldığında manevra marjı daralmış olur. Örneğin rakip
gücün stratejik silahlanmasının ilk aşamalarında ya da solunum
yoluyla bulaşan yeni bir virüs aniden türediğinde, ortaya çıkan
olguyu ya geçici ya yerleşik standartlarla yönetilebilir görme
eğilimi ağır basar. Tehdit artık inkar edilemeyecek ya da azım­
sanmayacak boyuta geldiğinde hareket alanı sınırlanacak ya da
problemle yüzleşmenin bedeli epey ağırlaşacaktır. Zamanı kötü­
ye kullanırsanız sınırlar kendini dayatmaya başlar. Elde kalan se­
çeneklerin en iyisini uygulamak bile çetrefil bir hal alır, başarının
menfaatleri azalır, başarısızlığın riskleri ağırlaşır.
Liderin içgüdüsü ve muhakemesi işte bu noktada esastır.
Winston Churchill The Gathering Storm'u ( 1 948) yazarken bunu
gayet iyi anlamıştı: "Devlet adamlarından sırf basit meseleleri
halletmeleri beklenmez. Onlar sıklıkla kendi kendisine hallolur.
Dünyayı kurtaracak karar alma fırsatı, denge sallantıya girdiğin­
de, boyutlar sis perdesinin ardında kaldığında kendini gösterir:'1
Mayıs 1 953'te Amerikalı bir değişim öğrencisi bir kimsenin li­
derliğin zorluklarına nasıl hazırlanabileceğini sorduğunda Chur­
chill üstüne basa basa "Tarihi incele, tarihi incele. Devlet işlerinin
bütün sırrı tarihte yatar;' demişti. 2 O, içinde çalıştığı sürekliliği
iyi anlamış dahi bir tarih okuru ve de yazarıydı. Fakat tarih bil­
gisi bir temel gereksinim olsa da yeterli değildir. Bazı meseleler
çok mürekkep yalamışların ve tecrübelilerin bile aralayamadığı
bir "sis perdesinin ardında kalır" sonsuza dek. Tarih benzetmeler
yoluyla, benzer durumları seçebilme becerisi sayesinde ders verir.
Ama onun verdiği "dersler", liderlerin tanımakla sınandığı ve o

16 Henry Kissin ger


zamanki koşulları kendi devirlerine uyarlamakla sorumlu olduğu
tahminlerdir aslında. Yirminci yüzyıl başında yaşamış tarih felse­
fecisi Oswald Spengler, "doğuştan" lideri "her şeyden önce değer
veren biri -insanlara, durumlara ve şeylere değer veren-, 'bilme­
den' doğru şeyi yapma [kabiliyetine] sahip biri" diye tanımlarken
tam da bundan bahsediyordu.3
Stratejik liderler halihazırda mevcut malzemeleri kullanarak
geleceği nasıl yontacağını hisseden sanatkarın niteliklerine de
sahip olmalıdır. Charles de Gaulle'ün liderlik üstüne düşüncele­
rini derlediği The Edge of Sword'da (1932 ) ileri sürdüğü üzere "sa­
natkar zekasını kullanmaktan vazgeçmez''. Nihayetinde "dersler,
yöntemler ve bilginin" kaynağıdır bu. Sanatkar bu temellerin üs­
tüne, "adına ilham dediğimiz içgüdüsel bir yeti" ekler ki "doğayla
doğrudan temas, hayati kıvılcımın sıçramasını sağlayacak şey"
ancak ve ancak bu yetiyle kurulabilir.4
Gerçekliğin karmaşık doğasından ötürü tarihteki hakikat
bilimdeki hakikatten farklıdır. Bilim adamı doğrulanabilir so­
nuçların peşindedir, tarih bilgisine sahip stratejik lider ise içkin
muğlaklıktan uygulanabilir bir kavrayış süzmeye çalışır. Bilimsel
deneyler önceki sonuçları destekler ya da kuşku uyandırır, bilim
adamlarına değişkenlerini düzeltme ve deneylerini tekrarlama
fırsatı sunar. Stratejistlerin genellikle sadece bir tek deney yapma
hakkı vardır, kararları da genellikle geri alınamaz. Bilim adamı
bu nedenle hakikati deneysel ya da matematiksel olarak öğrenir.
Stratejist ise en azından kısmen geçmişle benzerlik kurarak akıl
yürütür, önce hangi olayların benzer olduğunu ve önceki sonuç­
ların hangilerinin önemli olduğunu tespit eder. Yine de stratejis­
tin benzerlikleri dikkatle seçmesi gerekir çünkü hiç kimse gerçek
anlamda geçmişi tecrübe edemez, Hollandalı tarihçi Johan Hui­
zinga'nın deyişiyle onu ancak "belleğin ay ışığının altında'' hayal
edebilir.5
Önemli siyasi tercihler nadiren tek bir değişken ihtiva eder.
Akıllıca kararlar siyasal, ekonomik, coğrafi, teknolojik ve psiko­
lojik kavrayış bileşimi gerektirir, bunların hepsi de bir t.arih içgü-

LiDERLİK 17
düsüne dayanır. Yirminci yüzyılın sonunda Isaiah Berlin, bilimsel
düşünceyi kendi alanının dışında uygulamanın imkansızlığını ve
buna bağlı olarak stratejistin işinin daimi zorluğunu betimlemiş­
ti. Bir liderin, roman yazarı ya da peyzaj ressamı gibi bütün o göz
kamaştırıcı karmaşıklığıyla hayatı özümsemesi gerektiğini söylü­
yordu: "insanları bilgili, eğitimli ya da konuya gayet vakıf olmala­
rına rağmen budala ya da akıllı, anlayışlı ya da kör yapan şey, her
durumun eşsiz özelliğinin yanısıra özgül farklarını, kendi içinde
diğer durumların hepsinden farklılaştığı noktaları, yani onu bi­
limsel olarak ele alınmaya elverişsiz kılan yönleri algılamalarıdır.6

ALTI Lİ D E R İ N KEN D İ KOŞ U LLAR !


Ç E R Ç EV ESİ N D E İ N C EL E N M ESİ

Tarihi meydana getiren şey karakter ve koşulların bileşimi­


dir. Öyle ki bu sayfalarda portreleri çizilen altı liderin (Konrad
Adenauer, Charles De Gaulle, Richard Nixon, Enver Sedat, Lee
Kuan Yew ve Margaret Thatcher) hepsi de yaşadıkları önemli ta­
rihi dönemlerin koşullarıyla şekillenmiştir. Sonra hepsi de kendi
toplumlarının savaş sonrası gelişiminin ve uluslararası düzenin
mimarları olmuştur. Nüfuzlarının zirvesindeyken altısıyla da ta­
nışma ve bilhassa Richard Nixon'la yan yana çalışma fırsatı bul­
dum. İstikameti savaşla kaybolmuş bir dünyayı miras alan bu li­
derler ulusal amaçları yeniden belirlediler, yeni pencereler açtılar
ve geçiş sürecindeki bir dünyanın yeniden yapılanmasına katkıda
bulundular.
Bu altı liderin her biri kendi yolunu izleyerek "ikinci Otuz
Yıl Savaşları"nın kızgın alevlerle dolu ocağından, yani Ağus­
tos 1 9 14'te Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile 1 945'te İkin­
ci Dünya Savaşı'nın son bulması arasındaki yıkıcı çatışmaların

18 Henry Kissinger
içinden geçti. Birinci Otuz Yıl Savaşları gibi ikincisi de Avrupa'da
başladı ama daha geniş bir bölgeye yayıldı. Birincisi Avrupayı
meşruiyetin dini inançtan ve hanedanlık mirasından ileri geldiği
bir bölge olmaktan çıkarıp seküler devletlerin egemen eşitliğine
dayanan ve ilkelerini tüm dünyaya yaymaya meyleden bir düzen
kurmuştu. Bundan üç yüz yıl sonra patlayan İkinci Otuz Yıl Sa­
vaşları Avrupa'daki hayal kırıklığını ve dünyanın geri kalan böl­
gelerinin büyük bölümündeki yoksulluğu yeni bir düzenle aşmak
için uluslararası düzenin tamamına meydan okudu.
Avrupa yirminci yüzyıla girerken küresel nüfuzunun zirve­
sindeydi. Önceki yüzyıllarda kaydettiği ilerlemenin sonsuza dek
devam etmeye yazgılı olduğu -hatta bunun önceden belirlendi­
ği- inancıyla doluydu. Kıtanın nüfusları ve ekonomileri görül­
memiş bir hızla büyüyordu. Sanayileşme ve giderek artan serbest
ticaret tarihi bir zenginlik doğurmuştu. Avrupa ülkelerinin he­
men hepsinde demokratik kurumlar vardı: Bu kurumlar Britan­
ya ile Fransa'da başattı, imparatorluk Almanyası ve Avusturya'da
gelişmemişti ama önem kazanıyordu ve devrim öncesi Rusya'da
başlangıç aşamasındaydı. Yirminci yüzyıl başında Avrupa'daki
eğitimli sınıflar, Thomas Mann'ın The Magic Mountain [Büyülü
Dağ] başlıklı romanındaki liberal hümanist Lodovico Settemb­
rini'yle aynı inancı taşıyordu: "İşler medeniyete elverişli bir yol
izliyordu:'7
Bu ütopyacı görüş, İngiliz gazeteci Narman Angell'in 1 9 1 0'da
yazdığı çok satan kitabı The Great Illusion'la [Büyük Yanılsama]
zirveye tırmandı. Kitap Avrupalı güçler arasında artan ekono­
mik bağımlılığın, savaşı girilemeyecek kadar maliyetli kıldığını
savunuyordu. Angell "insanların karşı konulamaz biçimde çatış­
madan uzaklaştığını, işbirliğine yöneldiğini" ileri sürüyordu.8 Bu
ve buna benzer birçok öngörü kısa süre sonra patlayacaktı. Boşa
çıkan bu öngörüler arasında herhalde en dikkat çekici olanı An­
gell'in "Hiçbir hükümetin eskiden Kitab-ı Mukaddes'te anlatıldı­
ğı gibi koca bir nüfusun, kadınlar ve çocukların imha edilmesini
buyurması artık mümkün değil;' görüşüydü.9

LiDERLiK 19
Birinci Dünya Savaşı hazineleri tüketti, hanedanlara son ver­
di, hayatları paramparça etti. Bu savaş Avrupa'nın hiçbir zaman
tamamen atlatamadığı bir felaket oldu. 1 1 Kasım 1 9 1 8'de ateşkes
anlaşması imzalandığında yaklaşık 10 milyon asker ve 7 milyon
sivil öldürülmüştü. ı o Seferber edilen her yedi askerden biri evine
sağ dönemedi.11 Avrupa gençliğinin iki kuşağı yok oldu, genç er­
kekler öldürüldü, genç kadınlar dul veya yalnız, sayılamayacak
kadar çok çocuk yetim kaldı.
Her ne kadar savaştan galip çıkmış olsalar da Fransa ve Britan­
ya tükenmişti, siyasi olarak kırılgan bir durumdaydılar. Mağlup
Almanya sömürgelerini yitirmişti ve ağır borç yüklerinin altın­
daydı, savaşın galiplerine duyduğu hınç ile içerideki rakip siyasi
partilerin çatışmaları arasında gidip geliyordu. Avusturya-Maca­
ristan ve Osmanlı imparatorlukları çökmüştü. Rusya ise tarihte­
ki en radikal devrimlerden birini yaşamıştı ve artık herhangi bir
uluslararası sisteme dahil değildi.
İki savaş arası dönemde demokrasiler sallantıya girdi, to­
taliterlik yürüyüşe geçti, kıtada yoksulluk kol gezmeye başladı.
1 9 14'teki savaş yanlısı hevesler o zamandan beri yatıştığından
Avrupa Eylül 1 939Öa İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasını teslimi­
yetle karışık bir basiretle karşıladı. Bütün dünya bu defa Avru­
pa'nın ıstırabına ortak oldu. New York'ta Anglo-Amerikan şair W.
H. Auden şu dizeleri yazıyordu:
Öfkenin ve korkunun dalgaları

Dolanıyor yeryüzünün parlak

Ve kararmış topraklarının üstünde

Hayatlarımızın en mahrem taraflarına musallat;

Ölümün kelimelerle ifade edilemez kokusu

Mahvediyor bu Eylül gecesini. 12

Auden'ın bu dizelerinde ileriyi gördüğü açıktır. İkinci Dünya


Savaşı'nda en az 60 milyon insan hayatını kaybetmişti. En faz­
la kayıp ülkeler Sovyetler Birliği, Çin, Almanya ve Polonya'ydı.13
Ağustos 1 945e gelindiğinde Köln'den Coventry'ye, Nankingöen

20 Henry Kissinger
Nagazaki'ye şehirler havan topları, hava bombardımanları, yan­
gınlar ve iç çatışmaların etkisiyle moloz yığınlarına dönmüştü.
Savaş sonrasında ekonomilerin paramparça, açlığın yayılmış ve
nüfusların tükenmiş olduğu böylesi bir ortamda ulusal topar­
lanma için zaruri masraflı işler göz korkutuyordu. Almanya'nın
ulusal konumu hatta meşruiyeti Adolf Hitler tarafından yok edil­
mişti. Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet Nazilerin 1 940'taki saldırı­
larının etkisiyle çökmüştü ve 1 944'te ülke bu manevi çöküntüden
yeni yeni kurtulmaya başlamıştı. Avrupa'nın büyük güçleri ara­
sında sadece Büyük Britanya savaş öncesindeki siyasi kurumla­
rını koruyabilmişti, fakat o da tam anlamıyla iflas etmişti ve çok
geçmeden imparatorluğunu yavaş yavaş yitirme sorunuyla ve sü­
rekli ekonomik sıkıntılarla uğraşması gerekecekti.
Bu büyük ve ani değişiklikler bu kitapta portreleri çizilen altı li­
derin her birinde silinmez izler bırakmıştır. 1 9 1 7 ile 1 933 arasında
Köln Belediye Başkanı olarak görev yapan Konrad Adenauer ( d.
1876) siyasi kariyerinde Hitler'in iktidara yükselişinin yanısıra iki
savaş arası dönemde Ren Bölgesi için Fransa'yla yaşanan çatışma­
ya tanık olmuştu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından
iki kere hapse atılmıştı. Adenauer 1 949Cian itibaren Almanya'nın
yıllardır devam eden Avrupa'ya hakim olma arzusunu terk ederek,
Atlantik İttifakı'na bağladığı ülkesini kendi Hıristiyan değerlerini
ve demokratik inançlarını yansıtan ahlaki bir temelde yeniden inşa
edip tarihinin en alçak noktasını geride bırakma yoluna soktu.
Charles de Gaulle (d. 1 890) Birinci Dünya Savaşı sırasında Kay­
ser Wilhelm'in yönettiği Almanya'da iki buçuk yıl savaş esiri olmuş­
tu. İkinci Dünya Savaşı sırasında önce bir tank taburuna komuta
etti, sonra Fransa'nın çökmesini takiben ülkenin siyasi yapısını iki
kere yeniden kurdu: İlk seferinde 1944'te Fransa'nın özünü, esasını
onarıp canlandırdı; ikincisinde 1 958Cie ülkenin ruhunu yeniden
inşa etti ve içsavaşı önledi. De Gaulle Fransa'nın yenilmiş, bölün­
müş, aşırı geniş bir imparatorluk olmaktan çıkıp sağlam bir ana­
yasaya sahip, istikrarlı, müreffeh bir ulus-devlet haline gelmesine
kılavuzluk etti. Bu temelleri atarak ülkesinin uluslararası ilişkilerde
yeniden önemli ve sürdürülebilir bir rol üstlenebilmesini sağladı.

LiDERLiK 21
Richard Nixon ( d. 1 9 1 3) savaş sırasındaki deneyiminden,
doğmakta olan dünya düzeninde ülkesinin güçlü bir rol üstlen­
mesini sağlayacak dersler aldı. Görevinden istifa eden tek ABD
Başkanı olmasına rağmen 1 969 ile 1 974 arasında Soğuk Savaş'ın
zirveye tırmandığı dönemde süper güçler arasındaki gerilimleri
değiştirdi ve ABD'yi Vietnam'daki çatışmadan çıkardı. Bu süreçte
Çin ile ilişki kurarak, Ortadoğu'yu dönüştürecek bir barış süreci
başlatarak ve dengeye dayalı bir dünya düzeni kavramını vurgula­
yarak Amerikan dış politikasını yapıcı bir küresel temele oturttu.
Bu kitapta ele alınan liderlerden ikisi İkinci Dünya Savaşı'nı
sömürge tebaası olarak yaşamıştır. Mısır ordusunda subay olan
Enver Sedat (d. 1 9 1 8) 1 942'de Britanya yönetimini Mısır'dan at­
mak için Alman Feldmareşal Erwin Rommel'le işbirliği girişimin -
de bulunduğu için iki yıl, ardından Britanya yanlısı eski Maliye
Bakanı Emin Osman'ın suikaste kurban gitmesini takiben büyük
bölümü hücre hapsi olmak üzere üç yıl hapis yatmıştı. Uzun bir
süre devrimci ve pan-Arap fikirlerden beslenen Sedat, 1 970'te
Cemal Abdülnasır'ın ani ölümü sonrasında, 1 967'de İsrail'le yapı­
lan savaşta yenilgiye uğramanın sarsıntısını yaşayan demoralize
Mısır'a devlet başkanı oldu. Askeri stratejiyi ve diplomasiyi fera­
setle birleştiren Sedat, daha sonra İsrail'le uzun süredir kurula­
mayan barışı güvence altına alırken Mısır'ın kaybettiği toprakları
geri alma ve özgüveni yeniden tesis etme çabasına girdi.
Lee Kuan Yew (d. 1 923) 1 942'de işgalci Japon kuvvetleri ta­
rafından infaz edilmekten kıl payı kurtuldu. Pasifık'in kıyısında
düşman komşularla çevrelenmiş çok sayıda etnik grubun yaşa­
dığı yoksul bir liman kentinin gelişimini şekillendirdi. Onun yö­
netimi altındaki Singapur, kültürel çeşitlilik ortamında ortak bir
ulusal kimliğe sahip, güvenli, iyi yönetilen ve müreffeh bir şehir
devleti olarak yükseldi.
Margaret Thatcher (d. 1 925), Britanya Muharebesi sırasında
ailesiyle birlikte radyonun başına toplanır, Başbakan Winston
Churchill'in savaş zamanı yaptığı yayımları dinlerdi. 1 979'da Bri­
tanya'da iktidara geldiğinde, dünya çapındaki etki alanını yitir-

22 Henry Kissinger
mesi ve uluslararası öneminin gerilemesi nedeniyle yorgun bir
teslimiyet havasının hakim olduğu eski bir emperyal gücü dev­
ralmıştı. Cesareti sağduyuyla dengeleyen bir dış politika ve eko­
nomik reform sayesinde ülkesini yeniden tesis etti.
Bu altı liderin hepsi de İkinci Otuz Yıl Savaşları'ndan, dünyayı
saptıran şeyin ne olduğu hakkında kendi derslerini çıkarmış, ay­
rıca cesur -ve hırslı- bir siyasi liderliğin vazgeçilmezliğini açıkça
takdir etmiştir. Tarihçi Andrew Roberts bize "liderlik'' sözcüğün­
den en çok anlaşılan şeyin doğuştan gelen bir iyilik olduğunu ha­
tırlatsa da liderlik "aslında ahlaken tarafsızdır, insanlığı güneşin
aydınlattığı zirvelere taşıyabileceği gibi uçuruma sürükleme kabi­
liyetine de sahiptir': ahlaki amaçlara yönlendirme çabası içinde ol­
mamız gereken "ürkütücü bir güce sahip çok yönlü bir kuvvettir': 14

M Ü KEMM EL Lİ D E R Lİ K ÖR N EK L E R İ :
D EVLET ADAM I V E Ç I G I R AÇ I C I Lİ D E R

Pek çok lider vizyoner değil yöneticidir. Her toplumda ve so­


rumluluğun her düzeyinde, emanet edilen kurumlara kılavuzluk
etmeleri için gündelik işleri görecek kahyalara ihtiyaç duyulur.
Fakat kriz dönemlerinde (savaş olsun, hızlı teknolojik değişimler
olsun, sarsıcı ekonomik aksaklıklar veya ideolojik büyük ve zorlu
değişiklikler olsun) statükonun yönetimi tutulacak en riskli yol
olabilir. Talihli toplumlarda bu gibi dönemler dönüştürücü lider­
ler doğurur. Bu liderler arasındaki fark iki ideal tipte sınıflandırı­
labilir: devlet adamı ve çığır açıcı lider. *15
*
Yazar burada peygamber anlamına da gelen "prophet" sözcüğünü kullanmaktadır.
Metin içinde açıklandığı üzere sözcüğün peygamber, yalvaç, manevi lider vs. gibi an­
lamlarından çok manevi duyguları da harekete geçirerek gerçekleştirmesi zor, çığır
açıcı bir hayale yönelme anlamı ağır bastığından bu karşılığı kullanmayı tercih ettim.
(ç.n.)

LiDER LİK 23
İleriyi gören devlet adamları kendilerini bekleyen birkaç temel
görev olduğunu bilirler. Birinci görev koşullar tarafından mani­
püle edilmeyip onları manipüle ederek toplumlarını korumaktır.
Bu gibi liderler değişikliği ve ilerlemeyi kucaklar, bir yandan da
toplumun kendi şahsına ilişkin temel hissini onda teşvik ettikleri
evrimlerle korumasını sağlarlar. İkinci görev öngörüyü ihtiyatla
harmanlamak, sınırların bilincinde olmaktır. Bu liderler sadece
en iyi değil en kötü sonucun da sorumluluğunu üstlenir. Boşa
çıkan birçok büyük umudun, gerçekleştirilemeyen sayısız iyi ni­
yetin, insan ilişkilerinde bencillik, iktidar açlığı ve şiddetin inatla
varlığını sürdürdüğünün bilincinde olurlar. Bu liderlik tanımına
göre, devlet adamları en muazzam planların bile başarısız olması
ya da en güzel sözlerin bile art niyetleri gizlemesi ihtimaline karşı
tedbirli olma eğilimindedir. Siyaseti kişiselleştirenlere kuşkuyla
yaklaşmaya meylederler, zira tarih bize büyük ölçüde bir tek ki­
şiye dayanan yapıların kırılgan olduğunu öğretmiştir. Hırslı ama
devrimci olmayan bu liderler, tarihin dişlileri olarak gördükleri
şeyin içinde çalışır, siyasi kurumlarını ve temel değerlerini (öz­
lerini koruyan değişiklerle de olsa) gelecek kuşaklara aktarılması
gereken bir miras olarak görüp toplumlarını ileri götürür. Devlet
adamı vasfını taşıyan bilge liderler, yeni koşullar gereği mevcut
kurumlar ve değerleri aşma vakti geldiğinde bunu anlar. Ama
toplumlarının serpilip gelişebilmesi için değişimin toplumun kal­
dırabileceğinden öteye geçmemesi gerektiğini de anlar. Vestfalya
devlet sistemini* şekillendiren on yedinci yüzyıl liderlerinin ya­
nısıra Gladstone, Disraeli, Palmerston ve Bismarck gibi on doku­
zuncu yüzyıl Avrupa liderleri de bu grupta yer alır. Yirminci yüz­
yılda Theodore ve Franklin Roosevelt, Mustafa Kemal Atatürk ve
Jawaharlal Nehru devlet adamı vasfı taşıyan liderlerdir.
İkinci lider tipi -vizyoner ya da çığır açıcı- hakim kurumları
mümkün olanın penceresinden ziyade zorunlu olana ilişkin ha­
yalin açtığı pencereden görür ve ele alır. Çığır açıcı liderler, üs-

On yedinci yüzyılda Otuz Yıl Savaşı'ndan sonra kurulan Vestfalya sistemi, bu çatış­
madan sonra ayakta kalan devletleri ulusal çıkar ve egemenliğe dayanarak grupladı
ve daha önce Ortaçağ<laki dini ya da hanedanlara bağlı dayanakların yerine bu grup­
lamayı geçirdi.

24 Henıy Kissinger
tün hayallerini haklılıklarının kanıtı olarak görürler. Tasarılarını
çizebilecekleri boş bir tuval arzulayan bu liderler -tuzaklarının
yanısıra hazineleriyle birlikte- geçmişin silinmesini başlıca gö­
revlerinden biri sayarlar. Peygamberlerin meziyetleri, mümkün
görüneni dönüştürmeleridir, George Bernard Shaw'a göre onlar
"bütün gelişim"i gerçekleştiren "mantıksız insanlardır".* Nihai
çözümlere inanan çığır açıcı liderler, tedrici yani aşamalı yaklaşı­
mı zaman ve koşullar açısından verilmiş gereksiz bir taviz olarak
görüp ona güvenmeme eğilimindedir; hedefleri statükoyu yönet­
mekten ziyade aşmaktır. Akheneton, Jean d'.Arc, Robespierre, Le­
nin ve Gandhi tarihin çığır açıcı liderleri arasında yer alırlar.
Bu iki liderlik vasfını ayıran sınır mutlakmış gibi görünebilir
ama pek geçirgen olmadığı da söylenemez. Liderler bir vasıftan
diğerine geçebilir ya da büyük ölçüde bir vasfın yordamlarını be­
nimsemişken diğer vasıftan bir şeyler ödünç alabilir. Churchill
"yabanilik yıllarında': De Gaulle'se Özgür Fransa'nın lideriyken
çığır açıcı lider kategorisinde yer almıştı, tıpkı 1 973'ten sonra Se­
dat'ın yaptığı gibi. Pratikte bu kitapta yer verilen altı liderin her
biri devlet adamlığına meyletmekle birlikte yönetimlerini bu iki
vasfın bir senteziyle idare etmiştir.
Antik dönem bilgelerine göre Yunan şehir devletlerini Pers
İmparatorluğu tarafından yutulmaktan kurtaran Atinalı lider
Themistocles'in liderliği, bu iki vasfın en uygun biçimde harman­
lanmasının bir örneğiydi. Thucydides, Themistocles'i "hem dü­
şünüp taşınmaya pek ya da hiç vakit bırakmayan o ani krizleri
en iyi biçimde muhakeme eden bir lider, hem de geleceği, hatta
en belirsiz ihtimalleri bile en iyi gören bir peygamber" olarak ta­
nımlamıştı. 16
Bu iki vasfın birbirleriyle kıyaslanması, başarı ölçütleri farklı
olduğu için sıklıkla sonuçsuz kalır ve hayal kırıklığına sebep olur:
Devlet adamlarının sınavı, baskı altındaki siyasi yapıların kalıcı­
lığını sağlamaktır; çığır açıcılar ise başarılarını mutlak ölçütlerle
"Makul insan kendisini dünyaya uydurur, mantıksız insan dünyayı kendisine uydur­
makta ısrar eder. Bu nedenle bütün gelişim mantıksız insana dayanır" (George Ber­
nard Shaw, Man and Superman).

LİDERLİK 25
tanımlanmış bir hedefe göre ayarlar. Devlet adamı muhtemel yol
haritasını "doğruluğu"ndan ziyade yararına dayanarak değer­
lendirir, çığır açıcı bu yaklaşımı bir fedakarlık, şahsi menfaatin
evrensel ilkeye galip gelmesi olarak görür. Devlet adamına göre
müzakere bir istikrar mekanizmasıdır, çığır açıcılara göre muha­
liflerin görüşünü değiştirmenin ya da moralini çökertmenin bir
aracı olabilir. Devlet adamına göre uluslararası düzenin korun­
ması o düzenin içindeki herhangi anlaşmazlığı aşan bir niteliğe
sahipken çığır açıcılar mevcut düzeni alt üst etme amacı ve iste­
ğini model alır.
Her iki liderlik tarzı da özellikle kriz dönemlerinde dönüş­
türücüdür, fakat yükseliş dönemlerini temsil eden çığır açıcı li­
derlik tiplemesi genellikle daha büyük bir altüst oluş ve ıstırabı
beraberinde getirir. Her iki yaklaşımın da düşmanları vardır.
Devlet adamının düşmanı, dengenin, istikrar ve uzun vadede
ilerlemenin koşulu olabilmesine rağmen kendi hareketini besle­
memesidir. Çığır açıcı liderin karşı karşıya olduğu riskse, bir vecd
halinin bütün bir insanlığı bir hayalin enginliğine gömerek bireyi
nesneye indirgemesidir.

TAR İ H İÇİ N D E B İ R EY

Şahsi nitelikleri ve iş yapma tarzları nasıl olursa olsun liderler is­


ter istemez şu amansız zorlukla karşı karşıya kalır: Bugünün ta­
leplerinin geleceği tehlikeye atmasını önlemeleri gerekir. Sıradan
liderler şimdiyi yönetmeye çalışır, büyük liderlerse toplumlarını
hayallerine ulaştırmaya gayret eder. Bu zorluğun nasıl aşılacağı,
insanlık iradeye bağlı olan ile kaçınılmaz olan arasındaki iliş­
ki üzerine düşünmeye başladığından beri tartışılmaktadır. Batı
dünyasında on dokuzuncu yüzyıldan beri erkekler ve kadınları

26 Henry Kissinger
olayların tasarlayıcısı değil piyonları olarak, onların altında uzun
süredir eziliyormuş gibi gören bir yaklaşım, çıkış yolunu giderek
tarihe atfetmiştir. Yirminci yüzyılda önde gelen Fransız tarihçi
Fernand Braudel gibi çok sayıda tarihçi, bireyleri ve şekillendir­
dikleri olayları, kaçınılmaz gelgitlerin yaşandığı engin bir denizde
"yüzeydeki çırpıntılar" ve "dalgaların köpükleri" olarak görmekte
ısrar etmiştir. 17 Önde gelen düşünürler -tarihçiler, siyaset felsefe­
cileri ve uluslararası ilişkiler kuramcıları- yeni yeni doğan, henüz
olgunlaşmamış kuvvetlere kaderin gücünü yüklemiştir. "Hare­
ketler': "yapılar" ve "güç dağılımları" dururken seçim yapmanın
insanlıktan esirgendiği, bunun mantıksal bir devamı olarak da
insanlığın bütün sorumluluktan feragat etmek dışında başka bir
şey yapamayacağı söylenir. Bunlar elbette ki geçerli tarihi analiz
kavramlarıdır ve bütün liderler de bunların gücünün bilincinde
olmalıdır. Fakat bu kavramlar her zaman insanlar tarafından uy­
gulanır ve insan algılarının süzgednden geçer. Tarihin cilvesine
bakın ki kötücül niyetlerle bütün iktidarı kendinde toplamak is­
teyen bireylerin elinde, tarihin kaçınılmaz kanunlarından dem
vuran kuramlardan daha etkili bir araç olmamıştır.
Bu mesele yeni oluşan bu kuvvetlerin yaygın mı yoksa top­
lumsal ve siyasal eyleme mi tabi olduğu sorusunu gündeme ge­
tiriyor. Fizik, gözlem yaparak gerçekliğin değiştiğini öğrenmiştir.
Tarih de aynı şekilde erkekler ve kadınların çevrelerini yorumla­
yarak onu değiştirdiklerini öğretir bize.
Tarihte bireyler önemli midir? Böyle bir soru sormak, Sezar
ya da Muhammed'in, Luther ya da Gandhi'nin, Churchill ya da
Franklin Delano Roosevelt'in bir çağdaşının aklına bile gelmez­
di. Bu kitapta, iradeye bağlı olan ile kaçınılmaz olan arasındaki
sonsuz çekişmede kaçınılmaz görünen şeyin insanların yapıp et­
tikleri sayesinde böyle olduğunu anlayan liderler ele alınıyor. Bu
liderler önemliydi çünkü miras aldıkları koşulları aşmış ve böyle­
ce toplumlarını mümkün olanın sınırlarına taşımışlardı.

LiDERLiK 27
1
Konrad Adenauer:
Alçakgönüllülük Stratejisi

YEN İ LE N M E M EC B U R İY ETİ

Müttefik !Çuvvetler· Ocak 1 943'te düzenlenen Kazablanka Kon­


feransı'nda Mihver Kuvvetleri'nin.. "koşulsuz teslim olması"ndan
başka hiçbir şartı kabul etmeyeceklerini ilan etti. Bu bildirinin
İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında Müttefik Kuvvetler yalnızca Birleşik Krallık,
Fransa ve Polonya'dan oluşuyordu. 1941 Cle SSCB, Çin ve ABD de Müttefik Kuvvetler'e
katıldı. (ç.n.)
İ kinci Dünya Savaşı sırasında başlıca bağlaşıkları Hitler yönetimindeki Almanya,
Mussolini yönetimindeki İtalya ve Japonya İmparatorluğu olan askeri ittifak. 1936Cla
Almanya ile İtalya arasında imzalanan, tarafların toprak iddialarını karşılıklı tanıdı­
ğı protokol, 1939'de yine iki ülke arasında imzalanan Çelik Paktı diye bilinen askeri
antlaşma ve son olarak 1940Cla Japonya'nın da katılımıyla üç ülkenin imzaladığı Üçlü
Anlaşma bu askeri ittifakın kurucu belgeleri olmuştur.

29
ardındaki itici güç olan ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt,
Hitler'den sonra gelecek hükümeti, tutulmayan sözlerle kandı­
rıldıklarını ileri sürme ihtimalinden yoksun bırakmayı amaçlı­
yordu. Almanyanın tam anlamıyla bir askeri yenilgiye uğraması,
ahlaki ve uluslararası meşruiyetini tümüyle yitirmesi, kaçınılmaz
olarak Alman sivil yapısının giderek çözülmesine yol açmıştı.
Ben, Ruhr sanayi bölgesinin yakınındaki Alman sınırından
Magdeburg yakınındaki Elbe Nehri'ne, o sırada bütün gücüyle
devam eden Berlin Savaşı'ndan sadece 1 60 kilometre uzaktaki bir
bölgeye doğru ilerleyen ABD ordusunun 84. Piyade Bölüğü'nün
bir parçası olarak bu sürece tanık oldum. Bölüğümüz Alman sını -
rından geçerken Hitler'in emrettiği gerilla faaliyetlerinin önlen­
mesi ve güvenliğin sağlanmasından sorumlu bir birime atandım.
Ailesi altı yıl önce ırkçı saldırılardan kaçmak amacıyla Bavye­
radaki küçük Fürth kentini terk etmiş biri olarak gençliğimdeki
Almanya ile bundan daha büyük bir tezat hayal edemezdim. Altı
yıl önce Hitler Avusturyayı daha yeni ilhak etmişti ve Çekoslo­
vakyayı parçalama sürecindeydi. Alman halkına hakim olan tavır
zorbalığa doğru ilerliyordu.
Şimdiyse halkın teslim olduğunu gösteren beyaz çarşaflar sar­
kıyordu pencerelerden. Birkaç yıl önce Manş Denizi'nden Volga
Nehri'ne kadar Avrupaya hükmetme hayaliyle coşan Almanlar
sindirilmiş, afallamışlardı. Yurtlarından edilmiş binlerce kişi -
savaş sırasında işçi olarak çalıştırılmak üzere Doğu Avrupadan
zorla getirilen insanlar- sokakları doldurmuş, yiyecek ve barınak
arıyor, memleketlerine dönmenin yolunu bulmaya çalışıyordu.
Alman tarihinin çaresizlik dönemlerinden biriydi. Feci bir
gıda kıtlığı vardı. Birçok kişi açlık çekiyordu, bebek ölümleri Batı
Avrupanın geri kalan ülkelerinden iki kat fazlaydı.18 Müesses
mal ve hizmet alışverişi çökmüştü, onun yerini karaborsa almıştı.
Posta hizmeti ya aksıyordu ya da hiç yoktu. Trenler ara sıra ça­
lışıyordu, savaşın yol açtığı hasar ve benzin kıtlığı kara yoluyla
ulaşımı son derece zorlaştırıyordu.

30 Henry Kissinger
1 945 baharında, işgal kuvvetlerinin görevi, eğitimli askeri hü­
kümet savaş birliklerinin yerini alıncaya dek az çok mülki dü­
zeni sağlamaktı. Haziranda yapılan ( Churchill/ Attlee, Roosevelt
ve Stalin'in katıldığı) Potsdam Konferansı'na yakın bir tarihte
eğitimli askeri hükümet geldi. Potsdarn'da müttefik devletler Al­
manya'yı dört işgal bölgesine ayırdı: ABD Bavyera'yı da kapsayan
güney kısmı; Britanya sanayi bölgesi olan kuzeydeki Rhineland
ve Ruhr Vadisi'ni; Fransa Güney Rhineland ve Alsace sınırında­
ki bölgeyi; Sovyetler ise Elbe Nehri'nden Almanya'nın savaş ön­
cesindeki topraklarını dörtte bir azaltarak yeni Polonya sınırını
oluşturan Oder-Neisse Hattı'na uzanan bölgeyi aldı. Batılı kuv­
vetlere ait üç bölgenin her biri, işgal kuvvetlerinin yüksek komi­
ser unvanını taşıyan üst düzey bir yetkilinin yönetimine verildi.
Almanya'da bir zamanlar parmakla gösterilecek kadar etkili
olan ve meydan okunamayan sivil yönetim artık sona ermişti. Ni­
hai otorite belde düzeyinde (Kreis) bile işgal kuvvetleri tarafından
icra ediliyordu. Bu kuvvetler düzeni sağlıyordu ama iletişim hat­
larının yeniden tesis edilip belirli bir seviyenin yakalanması on
sekiz ay aldı. 1 945-46 kışında yakıt kıtlığı, dört yıl sonra şansölye
olacak Konrad Adenauer'ı bile kalın bir paltoyla uyumak zorunda
bırakıyordu. 19
İşgal altındaki Almanya sadece yakın geçmişinin değil karma­
şık tarihinin yükünü de taşıyordu. Birleşmeyi izleyen yetmiş dört
yıl içinde Almanya önce monarşi, sonra cumhuriyet, sonra tota­
liter bir devlet tarafından idare edilmişti. Savaşın sonuna gelindi­
ğinde istikrarlı yönetimden geriye kalan yegane hatıra Otto von
Bismarck'ın şansölyeliğinde birleşik Almanya'nın doğumuydu
( 1 87 1-1 890) . O tarihten 1 9 1 4'te başlayan Birinci Dünya Savaşı'na
dek, Almanya'nın askeri gücünün ve uzlaşmaz retoriğinin kışkır­
tıp var ettiği, Bismarck'ın "kabus" diye nitelediği dış düşmanla­
rın ittifakları Alman İmparatorluğu'na musallat olmuştu. Birleşik
Almanya çevresindeki birçok devletten daha güçlü ve Rusya dı­
şındaki bütün ülkelerden daha kalabalık olduğu için büyüyen ve
potansiyel baskın gücü Avrupa'nın daimi güvenlik sorunu haline
gelmişti.

LİDERLiK 31
Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulan Weimar Cum­
huriyeti enflasyon ve ekonomik krizler nedeniyle yoksul düşmüş­
tü ve savaş sonrasında imzalanan Versailles Antlaşması'ndaki
cezai hükümler nedeniyle suistimale uğradığını düşünüyordu.
Hitler idaresindeki Almanya 1 933'ten sonra totaliterliğini bütün
Avrupa'ya dayatmaya çalıştı. Kısacası yirminci yüzyılın ilk ya­
rısında birleşik Almanya, Avrupa barışı açısından ya çok güçlü
oldu ya da çok zayıf kaldı. 1 945e gelindiğinde Almanya, birleş­
mesi sonrasında Avrupa ve dünyada tecrübe ettiği en emniyetsiz
konuma düşmüştü.
Bu yıkılmış toplumun itibarını ve meşruiyetini yeniden tesis
etme işi, Hitler tarafından görevden alınıncaya dek on altı yıl bo­
yunca Köln Belediye Başkanı (Oberbürgermeister) olarak görev
yapan Konrad Adenauer'a düştü. Adenauer'ın geçmişi onu hem
koşulsuz teslim olmanın sonuçlarını yönetecek alçakgönüllülüğe
hem demokrasiler arasında ülkesine uluslararası yerini yeniden
kazandıracak karakter gücüne sahip olmayı gerektiren bir role
uygun kılıyordu. Bismarck idaresinde Almanya'nın birleşmesin­
den tam beş yıl sonra, 1 876'da dünyaya gelen Adenauer doğup
büyüdüğü Köln kentiyle birlikte anıldı ömrü boyunca; ticaretle
uğraşan şehir devletlerin oluşturduğu Hansa Birliği'nin önemli
merkezlerinden biri olarak, tarihiyle ve Ren Nehri'nin üstünde
yükselen o Gotik katedraliyle Köln ...
Adenauer yetişkinliğinde Alman İmparatorluğu'nun Bismarck
sonrası üç önemli dönemini tecrübe etmişti: Kayzer Wilhelm döne­
mindeki saldırganlık, Weimar Cumhuriyeti sırasında ülke içindeki
karışıklıklar ve Hitler yönetiminde ülkeyi öz-yıkıma ve çözülmeye
sürükleyen maceraperestlik. Savaş sonrasında meşru bir düzende
ülkesine de bir yer açmaya çalışan Adenauer neredeyse tüm dün­
yanın hoşnutsuzluğuyla ve ülke içinde peş peşe gelen devrim, dün­
ya savaşı, soykırım, yenilgi, parçalanma, ekonomik çöküş ve ah­
laki bütünlük kaybıyla hırpalanmış, yönünü kaybetmiş bir halkla
karşı karşıyaydı. Hem alçakgönüllü hem de cüretkar bir yol seçti:
Almanya'nın günahlarını itiraf etmek, yenilginin ve güçsüzlüğün
cezalarını ülkenin parçalanması da dahil olmak üzere kabul etmek,

32 Henıy Kissinger
savaş tazminatı olarak sanayi tesislerinin kaldırılmasına müsaade
etmek ve Almanya'nın güvenilir bir ortak olabileceği yeni bir Avru­
pa yapısının inşa edilmesine boyun eğmek. Adenauer Almanya'nın
muntazam bir ülke olacağını umuyordu. Gerçi o da farkındaydı,
Almanya'nın her zaman gayrimuntazam bir hatırası olacaktı.

Ç O CUKLU KTAN İÇ S Ü R G Ü N E

Adenauer'ın bir zamanlar Prusya ordusunda astsubay olan babası


Johann otuz yıl boyunca Köln'de memur olarak çalışmıştı. Zorun­
lu ilkokul eğitimi dışında eğitimi almayan Johann çocuklarına
eğitim ve meslek imkanları sağlamaya kararlıydı. Adenauer'ın an -
nesi de aynı kararlılığı paylaşıyordu, bir banka memurunun kızı
olan annesi oya yaparak Johann'ın gelirine katkıda bulunuyordu.
Kan-koca çalışıp didinerek genç Konrad'ı okula hazırladılar ve
Katolik ilkelerince yetiştirmeye çalıştılar.20 Günah ve sorumluluk
bilinci, Adenauer'ın çocukluğunda içten içe beslediği değerlerdi.
Bonn Üniversitesi'ndeki öğrencilik günlerinde, gece geç saatlere
kadar çalışmanın yorgunluğunu atmak için ayaklarını buzlu su
dolu bir kovaya daldırma alışkanlığıyla nam salmıştı.21 Adenau­
er'ın hukuk lisansı ve ailesinin memuriyet geçmişi 1 904'te Köln'de
memuriyet hayatına atılmasının önünü açtı. Vergilendirme ko­
nusunda özel bir yetkiye sahip belediye başkanı yardımcısı, Bei­
geordneter unvanını aldı. 1 909'da üst düzey belediye başkan yar­
dımcısı, 1 9 1 7'de de Köln belediye başkanı oldu.·
Köln belediye başkanlığı esasen bir memuriyet olup dönemin
şiddetli ve yoğun partizan siyasetinden kesinlikle ayrılmış, son

Kayzer II. Wilhelm 1917'de Köln belediye başkanı unvanını lord belediye başkanı
(Oberbürgermeister) olarak değiştirdi. Bkz. Matthias Oppermann, "Biography of
Konrad Adenauer'; Konrad Adenauer Vakfı (Konrad-Adenauer Stiftung) online ar­
şivleri, https://www.kas.de/en/konrad-adenauer.

LİDERLİK 33
derece saygın bir mevkiydi. Adenauer'ın itibarı o kadar arttı ki
1 926Öa Berlin'deki tartışmalarda adı olası bir milli birlik hükü­
metinin şansölyesi olarak geçti. Gelgelelim bu çaba, Adenauer'ın
bu mevkiyi kabul etmek için ileri sürdüğü koşulu yerine getirerek
partizanlıktan uzak bir ittifak kurmanın zorluğu nedeniyle sonuç
vermedi.
Adenauer ülke çapında ilk kez Hitler'in 30 Ocak 1 933'te şan­
sölye atanmasıyla dikkat çekti. Hitler konumunu güçlendirmek
amacıyla bir genel seçim çağrısında bulundu ve Alman parla­
mentosuna hukukun üstünlüğünün ve kamu kurumlarının ba­
ğımsızlığının askıya alınmasını öngören Güçlendirme Yasası'nı
sundu. Adenauer Hitler'in şansölyeliğe atanmasının izleyen ayda
muhalefeti bir araya getiren üç gösteri düzenledi . Köln Beledi­
ye Başkanı sıfatıyla koltuk sahibi olduğu Prusya Üst Meclisi'nde
Güçlendirme Yasası'na karşı oy kullandı. Seçim kampanyası sıra­
sında Hitler'i Köln havaalanında karşılama davetini geri çevirdi.
Seçimden bir hafta sonra da köprülerden ve diğer kamusal anıt­
lardan Nazi bayraklarının kaldırılmasını emretti. Hitler'in önce­
den kararlaştırılmış seçim zaferini takiben de görevinden alındı.
Görevden alındıktan sonra, bir Benedikten manastırının baş­
kanı olmuş eski bir okul arkadaşına sığınma talebinde bulundu.
Talebi kabul edildi ve Adenauer Nisan'da Köln'ün 50 mil güneyin­
de yer alan Laach Gölü kıyısındaki Maria Laach Manastırı'na yer­
leşti. Burada başlıca meşguliyeti, Papalık'ın çıkardığı iki genelgeyi
derinlemesine incelemek oldu. Papa XIII. Leo ve Papa XI. Pius'un
çıkardığı bu genelgeler, Katolik öğretisini toplumsal ve siyasal ge­
lişmelere, özellikle de modern işçi sınıfının gelişen koşullarına
uyarlıyordu.22 Adenauer bu genelgelerde; siyasi kimlikten ziyade
Hıristiyan kimliğin vurgulanması, komünizm ve sosyalizmin kı­
nanması, sınıf mücadelesinin alçakgönüllülük ve Hıristiyan yar­
dımseverliğiyle yumuşatılması ve kartel uygulamaları yerine ser­
best rekabetin sağlanması gibi kendi siyasal kanaatlerine uygun
öğretilerle karşılaştı.23
Adenauer Maria Laach Manastırı'nda uzun süre kalamaya­
caktı. Noel Ayini'ne katıldığında -civar bölgelerden insanlar onu

34 Henry Kissinger
görmek ve desteklemek için manastıra gelmişti-, Nazi yetkililer
hayranlık duyulan misafirini kapı dışarı etmesi için manastır pis­
koposuna baskı yaptı. Adenauer Ocak ayında buradan ayrılmak
zorunda kaldı.
Ömrünün sonraki on yılı zorluklar ve istikrarsızlıklarla geçti.
Büyük tehlikeler atlattı, özellikle Haziran 1 944'te Prusya üst sınıfı
temsilcilerinin, Nazi öncesi siyasi ve askeri önde gelen figürlerin
Hitler'i hedef alan başarısız suikast girişimi sonrasında. Hitler in­
tikam alıp bütün bu unsurları yok etmeye çalıştı. Adenauer bir
süre devamlı edip hiçbir yerde yirmi dört saatten fazla kalmaya­
rak onların uğradığı akıbetten kaçmaya çalıştı. 24 Maruz kaldığı
tehlike, Hitler'in hukukun üstünlüğünü ayaklar altına almasına
itirazını asla değiştirmedi; hukukun üstünlüğünü modern dev­
letin sine qua n o n 'u (olmazsa olmazı) olarak görüyordu.25 Tanı­
nan bir muhalif olmasına rağmen, sivil ya da askeri rejim karşıtı
komploculara katılmaya yanaşmıyordu. Bunun nedeni, komplo­
cuların başarılı olma ihtimallerine çoğu kez kuşkuyla bakmasıy­
dı.26 Genel olarak bakıldığında, bir akademisyenin betimlediği
üzere ''.Adenauer ve ailesi olabildiğince sessiz ve göze batmadan
yaşamak için ellerinden geleni yaptı':27
Siyaseti bırakmasına rağmen Naziler yine de onu hapse attı.
Adenauer 1 944 sonbaharında iki aylığına hücrede kaldı. Pencere­
sinden on altı yaşında bir çocuk da dahil insanların infaz edilme­
sine tanık olurken üst kattan işkence gören mahkumların sesleri
geliyordu.
Alman ordusunda hizmet eden oğlu Max sonunda babasının
serbest bırakılmasını sağladı. Amerikan tankları Ren Bölgesi'ne
girerken Adenauer askeri yenilgi almış, ahlaken harap olmuş,
ekonomisinde ipin ucu kaçmış ve siyaseten çökmüş ülkesinin ka­
derinde rol alıp almayacağını düşünmeye başlamıştı . 28

LiDERLiK 35
Lİ D E R Lİ G E G İ D E N Y O L

İkinci Dünya Savaşı'nın artık zıvanadan çıkmış son yılında Hitler,


Temmuz ayında düzenlenen darbeye vahşice tepki vererek ken­
disinden sonra iktidara gelmeye çalışabilecek kişileri biçip geç­
mişti. Sosyal Demokrat Parti'nin bazı yaşlı siyasetçileri -bunlar
arasında sonraki yıllarda Adenauer'ın rakibi olacak Kurt Schu­
macher de vardı- toplama kamplarından paçayı kurtarmıştı ve
bu kişiler şansölye mevkiine uygun siyasi duruşa sahiptiler ama
ülkenin koşulsuz teslim olmasını ve buna eşlik eden cezaları, yani
Batılı müttefiklerin güvenini kazanmanın önkoşullarını hayata
geçirmek için gerekli halk desteğini kazanacak kadar geniş bir ta­
kipçi kitlesinden yoksundular.
Köln'e ilk giren Amerikan kuvvetleri, Mayıs 1 945'te Adenauer'ı
belediye başkanı olarak yeniden göreve getirdi; fakat Potsdam'da
varılan anlaşma sonucu şehrin Haziran'da Britanya yönetimine
devredilmesinin akabinde gerilimler başgösterdi ve Britanyalılar
birkaç ay sonra Adenauer'ı görevden aldı. İşgalci kuvvet tarafın­
dan geçici olarak siyasal faaliyet alanının dışına atılmış olmasına
rağmen, Adenauer Alman öz-yönetiminin yeniden doğuşuna ha­
zırlık olarak sessiz sedasız siyasi bir temel inşa etmeye odaklandı.
Adenauer Aralık 1 945'te hem Katolik hem Protestan Hıristi­
yanlık tesirinde yeni bir parti kurmaya yönelik bir toplantıya katıl­
dı. Köln Belediye Başkanı'yken irtibatlı olduğu Merkez Partisi'nin
eski üyeleri, muhafazakar Alman Ulusal Halk Partisi ve liberal
Alman Demokrat Partisi de bu toplantıya katılmıştı. Aralarında
birçoğu Hitler aleyhtarıydı ve ona direniş gösterdikleri için hapis
yatmışlardı. Bu grup belirgin bir siyasi istikametten ve öğretiden
yoksundu, hatta bu ilk toplantılarda tartışmaların havası klasik
liberal olmaktan çok sosyalistti. Başlıca ilkeler meselesi kısmen
Adenauer'ın itirazları nedeniyle başka bir güne bırakıldı ve grup
sadece isimde anlaştı: Hıristiyan Demokrat Birlik. 29
Adenauer ertesi ay Hıristiyan Demokrat Birlik'in siyasi felse­
fesinin oluşmasına katkıda bulundu. Parti; demokrasi, toplumsal

36 Henry Kissinger
muhafazakarlık ve Avrupa bütünleşmesi partisi olacak ve totali­
terliğin her türlüsünün yanısıra Almanya'nın yakın geçmişini de
reddedecekti. Ocak 1 946Cla Hıristiyan Demokrat Birlik'in önemli
üyelerinin Britanya işgali altındaki Vestfalya'nın Herford kentin­
de yaptığı kongrede Adenauer bu ilkeleri ayrıntılara girerek işledi
ve doğmakta olan partinin lideri olarak konumunu pekiştirdi.
Adenauer'ın savaşın son bulmasını takiben 26 Mart 1 946Cla
yaptığı ilk kamusal konuşma, siyasi liderliğinin bundan sonra
izleyeceği çizgiyi işaret ediyordu. Almanya'nın Hitler idaresin­
deki tavrını eleştiren Adenauer Köln Üniversitesi'nin ağır hasar
görmüş ana salonunu dolduran binlerce dinleyicisine Nazilerin
iktidara gelmesinin nasıl mümkün olduğunu sordu. O zamanlar
"büyük suçlar" işlediklerini ve Almanların daha iyi bir geleceğe
giden yolu ancak geçmişleriyle yüzleşerek bulabileceğini söyle­
di. 30 ülkelerinin dirilişi için böyle bir çabaya gerek vardı. Bu bakış
açısına göre, Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki tu­
tumunun, Birinci Dünya Savaşı sonrasında verdiği tepkinin tam
tersi olması gerekiyordu. Almanya bir kez daha kendine acıyarak
milliyetçiliğe kapılmak yerine istikbalini birleşmekte olan bir Av­
rupa'da aramalıydı. Adenauer bir alçakgönüllülük stratejisi ilan
ediyordu.
Uzun boylu, vakur görünümlü Adenauer az ama öz konuşur­
du. Mark Twaine göre, sohbetlerde cümlelerin askeri birliklerin
nizami yürüyüşü gibi aktığı Prusya aksanından daha yatıştırıcı
olan Ren aksanının hareketli tonlarının yumuşaklığını duyar­
dınız. (Ren Bölgesi 1 8 14- l S'te Prusya tarafından alınana kadar
özerk bir bölgeydi.) Bir yandan da canlılık ve özgüven saçardı.
Onun liderlik tarzı, Hitler dönemindeki parlak karizmatik lider­
lik tarzının antiteziydi ve işlerini ortak değerlerin hakim olduğu
bir atmosferde ölçülü bir tutumla yürüten Birinci Dünya Savaşı
öncesi kuşağın sakin otoritesini kurmayı amaçlıyordu.
Bütün bu nitelikleri ve ayrıca on yıl boyunca HitlerCl.en göste­
re göstere uzak durarak edindiği duruş, Adenauer'ı yeni demok­
ratik partinin başını çekecek en bariz aday haline getirmişti. Bu

LiDERLİK 37
amaca ulaşmak için pratik manevralardan kaçınacak biri değildi.
Hıristiyan Demokrat Birlik'in ilk toplantısında masanın başına
bir tek sandalye yerleştirilmişti. Adenauer doğruca o sandalye­
ye yürüyüp şöyle dedi: "Ben 5 Ocak 1 876'da doğdum, o yüzden
muhtemelen buradaki en yaşlı kişi. benim. Kimse itiraz etmi­
yorsa, yaşım dolayısıyla kendimi başkan olarak görüyorum:' Bu
sözler hem kahkahayla hem de teslimiyetle karşılandı. O saatten
itibaren Adenauer on beş yılı aşkın bir süre boyunca partiyi yö­
netecekti. 31
Geliştirilmesinde kilit rol oynadığı Hıristiyan Demokrat Bir­
lik programı, Almanlara geçmişlerini reddetmeleri ve Hıristiyan
idealleri ile demokratik ilkelere dayanan bir yenilenme ruhunu
kucaklamaları çağrısında bulunuyordu:
İşte bu nedenle, kaybolup gitmiş bir zamanın sloganlarına son, hayatın
ve devletin yorgunluğuna son! Aynı zorluklar hepimizi işe koyulmaya
zorluyor. Bugün nihilizme ya da kayıtsızlığa gömülmek, insanın kendi
ailesine ve Alman halkına ihanet etmesi demektir. Hıristiyan Demok­
rat Birlik, Alman halkının iyi niteliklerine duyulan sarsılmaz güvene
dayanmayı, Hıristiyan fikrini ve o yüksek gerçek demokrasi idealini
yenilenmenin temeli yapma yönündeki yılmaz kararlılığa dayanmayı
isteyen bütün kuvvetlere sesleniyor. 32

Adenauer bu süreç boyunca bir trajedi yaşanabileceğinin her za­


man bilincindeydi -hatta belki de bunu takıntı haline getirmiş­
ti. Ona göre Almanya ahlaken ya da madden tek başına ayakta
durabilecek güçte değildi ve bu gücü kazanmak adına yapılacak
herhangi bir girişim felaketle sonuçlanabilirdi. Kıtanın merke­
zinde bulunan yeni Almanya'nın, önceki politika ve tutumlarının
birçoğunu -özellikle de coğrafi konumunun oportünistçe mani­
püle edilmesini ve Prusya'nın Rusya ile iyi ilişkiler içinde olması
eğilimini- terk etmesi gerekiyordu. (Alman militarizminin temel
kökeni olan Prusya'nın Almanya içinde bir devlet olarak statü­
sü, 1 947'de Müttefik Devletler tarafından ortadan kaldırılacaktı.)
Adenauer'ın Almanyası bunun aksine demokrasiyi ülke içinde
Katolik ve ekümenik bölgelere, uluslararası alanda Batı ile fede­
rasyona, özellikle de ABD ile güvenlik ilişkilerine bağlamıştı. 33

38 Henry Kissinger
Savaş döneminde hava saldırılarından etkilenmeyen kır­
sal üniversite şehri Bonn, yeniden birleşmeyi bekleyen Federal
Alman Cumhuriyeti'nin geçici başkenti seçildi, ülke yeniden
birleştiğinde Berlin yeniden başkent olacaktı. Adenauer'ın kişi­
sel tercihi de Bonn'dan yanaydı, zira şehir onun doğduğu Rho­
endorf köyüne yakındı ve siyasetin kargaşasından uzaktı. Siyasi
ilermenin planlanması ve yeni bir anayasanın, yani Temel Yasa
hazırlanması için Müttefikler tarafından görevlendirilen bir
grup Alman siyasetçinin oluşturduğu Parlamento Konseyi'nin
başkanı olmasının yanısıra Hıristiyan Demokrat Birlik'e liderlik
etmesinin de getirdiği nüfuzu sayesinde Eylül 1 948'de -şansölye
olmadan önce- Bonn'un başkent seçilmesinde etkili oldu. Daha
sonraları, sırf Rhoendorf bir başkent olamayacak kadar küçük ol­
duğu için (nüfusu 2000'den azdı), konseyi Bonn'un başkent olma­
sına ikna ettiğini söyleyecekti. 34 Adenauer bu kadar esprili bir dil
kullanmadan, çok daha kozmopolit Münih'i de Bavyera'nın fevri
duygusallığı nedeniyle ve aşağılayıcı bir dille ifade ettiği üzere
başkentin patates tarlalarıyla iç içe olmaması gerektiği gerekçe­
siyle reddetmişti. 1 848'de kısa ömürlü bir parlamentonun bulun­
duğu Frankfurt gibi büyük kentlere de sıcak bakmamıştı çünkü
demokrasinin geleceği kamusal gösteriler ve isyanlarla tehlikeye
girebilirdi.

SİVİL D Ü Z E N İ N Y E N İ D E N TES İS E D İ LM ES İ VE
ŞANSÖLY E ' N İ N GÖR EV E BAŞ LAMAS I

Almanya'nın yeniden inşası 1 946'da yavaş yavaş başladı. Üst dü­


zey yönetim kademeleri için seçimler yapıldı, yapılar yeniden
kuruldu ve siyasi sorumluluk hızla bizzat Almanlara devredildi.
Ocak 1 947'de ABD ve Britanya, kendi bölgeleri için ortak bir eko-

LiDER LİK 39
nomik politika tesis ettiler. Fransa da ertesi yıl onlara katıldı ve bu
işgal bölgeleri "Üç Bölge" diye anılır oldu. Ekonomist Ludwig Er­
hard Ekonomik Konsey Direktörü olarak görevlendirildi ve yeni
para birimi olan Alman Markı'na yumuşak geçişi yönetti. Erhard
bununla birlikte hem fiyat kontrollerini hem karne uygulamasını
kaldırdı. Onun cesur ekonomik manevraları, nihayetinde Müt­
tefik Kuvvetler'in onayladığı anayasaya dayalı bir siyasi yeniden
yapılanmayı mümkün kıldı.35
23 Mayıs 1 949'da -koşulsuz teslimiyetten dört yıl sonra- yeni
Alman anayasası (Temel Yasa) yürürlüğe girdi ve Batı'daki üç
işgal bölgesinden oluşan Federal Cumhuriyet kuruldu. Bundan
birkaç ay sonra da Sovyetler Birliği tarafından resmen Demokra­
tik Alman Cumhuriyeti kuruldu.
Almanya'nın bu şekilde ikiye ayrılması Avrupa'daki bölünme
hatlarını yansıtıyordu artık. Bu süreç Ağustos 1 949'da ülke çapın­
da gerçekleştirilen bir parlamento (Bundestag) seçimiyle nihayete
ulaştı. Bundestag 1 5 Eylül'de bir şansölye seçmek için oy kullan­
dı. Anayasaya göre şansölyenin mutlak çoğunluğun oyuyla seçil­
mesi gerekiyordu ve ancak yerine aday gösterilen kişinin mutlak
çoğunluğun oyunu alması koşuluyla görevinden alınabilecekti
(istikrarı sağlaması amaçlanan bir tedbirdi bu) . Adenauer işgal
altındaki bir devletin yeni kurulmuş parlamentosunda sadece bir
oy farkla (muhtemelen kendi oyuyla) şansölye seçildi.
Ne var ki Almanya'nın egemenliği kesin biçimde kısıtlanmıştı.
İşgal altındaki Batı Almanya'da kendi yüksek komiserleriyle en
üst düzeyde otoriteye sahip olan Müttefik Kuvvetler, resmi açık­
lamalarında Alman halkının "olabilecek en üst düzeyde öz-yö­
netime sahip olacağını" ileri sürüyordu. Ama bir dizi meselede
-dış politikadan tutun "fonların, yiyecek ve diğer kaynakların
kullanımına'' varıncaya dek- üç ülkenin yüksek komiseri ve diğer
işgal makamları son sözü söyleme yetkisine sahipti.36 Yukarıdaki
alıntıların yer aldığı ve Mayıs'ta Federal Cumhuriyet'in kurulma­
sından iki hafta önce yürürlüğe giren İşgal Yasası Temel Yasanın
üstündeydi. Bu yasalarla ilişkili bir belge olan Ruhr Yasası, Mütte-

40 Henry Kissinger
fik Kuvvetler'in Ruhr sanayi merkezi üzerindeki denetimini tesis
ediyor ve savaş tazminatı olarak Alman sanayinin sökülüp götü­
rülmesinin kriterlerini belirtiyordu. 37 Bununla beraber bir diğer
sanayi merkezi olan Saar Vadisi'ne nispeten erken bir aşamada
özel bir özerklik statüsü tanınmıştı.
Müttefik Kuvvetler'in otoritesinin korunması ile Alman öz-yö­
netiminin yeniden tesis edilmesi arasındaki gerilim, özellikle 2 1
Eylül 1 949'da üç yüksek komiser Federal Alman Cumhuriyeti'nin
yeni şansölyesi ve Hitler'in ilk meşru halefi olan Adenauer'ı karşı­
lamak üzere toplandığında açıkça görülüyordu. Adenauer görevi
teslim alma töreni öncesinde, koşulsuz teslim olmanın bedeli ola­
rak Müttefik Kuvvetler'in dayattığı çeşitli yasalarla Almanya'nın
parçalanmasına ve egemenliğinin ortadan kalkmasına karşı çık­
mayacağını onaylamıştı. Ama şansölyelik töreni sırasında, bunu
haysiyetle ve öz-saygısını yitirmeden yapacağını gösterdi. Yüksek
komiserlerin toplandığı kırmızı halının ötesinde ona ayrı bir yer
ayrılmıştı. Tören başladığında Adenauer protokol kurallarını çiğ­
neyerek kendisine ayrılan yeri terk etti ve kırmızı halıda yüksek
komiserlerin yanına geçti -yeni Federal Cumhuriyet'in, Alman­
ya'nın geçmişteki ihlallerinden doğan sonuçları kabul etse bile
gelecekte eşit statü hususunda ısrar edeceğini göstermiş oldu.
Adenauer yaptığı kısa kabul konuşmasında, İşgal Yasası'nı ve
egemenliğe getirilen diğer sınırlamaları şansölye olarak kabul
ettiğini vurguladı. Yasada Almanya'nın yasa maddelerine boyun
eğmesinin parçalanmasıyla birleştirildiğine işaret etti; bu nedenle
bu tavizleri kabul ettiğinin tanınması adına yüksek komiserlere
çeşitli işgal genelgelerindeki koşulları "liberal ve cömert bir tu­
tumla'' uygulamaları ve yasa maddelerinin Alman halkının gereği
gibi "tam özgürlüğe" kavuşmasını sağlayabilecek değişiklikler ve
gelişmelere izin verecek şekilde kullanılması çağrısında bulundu.
Bu kabul konuşmasının özü Adenauer'ın galiplere alicenaplık
çağrısında bulunması değil yeni Almanyayı bağladığı, daha önce
görülmemiş yeni Avrupa hayaliydi. Savaş öncesindeki Avrupa'nın
amaçlarına ya da milliyetçiliğe katiyen geri dönülmeyeceğini söy-

LiDERLiK 41
leyen Adenauer, "devletlerin on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar­
da baskın olduğu biçimiyle dar milliyetçi kavrayışlarını" aşmak
üzere tasarlanmış "olumlu ve yaşayabilir bir Avrupa federasyonu"
kurulmasını şu gerekçelere dayandırıyordu: "Bugün Hıristiyan­
lıktan doğmuş Avrupa medeniyetimizin kaynaklarına dönersek,
faaliyet gösterdiğimiz her alanda Avrupa hayatının birliğini ye­
niden tesis etmekte başarısız olmamız söz konusu bile değildir.
Barışı korumanın tek etkili güvencesi budur:'38
Adenauer'ın konuşması ülkesinde derin bir dönüşümü ima
ediyordu. Koşulsuz teslim olma bağlamında, kurnazca bir ham­
leyle galiplerle eşit olma çağrısında da bulunuyordu, Almanya'nın
ileri sürebileceği yegane hak iddiasıydı bu.
Bu konuşma daha temel bir bakış açısı sunuyordu. Yeni şan­
sölye hem ülkesinin süresiz (muhtemelen daimi olarak) bölün­
mesini kabul ediyor, hem de onu işgal eden yabancı güçlerle ortak
yürütülecek bir dış politika ileri sürüyordu. Almanya'nın boyun
eğdiğini kabul ederken ülkesinin Avrupa'daki tarihi düşmanla­
rıyla federasyon ve ABD ile ortaklık kurmasının ulusal amaçları
olduğunu ilan ediyordu.
Adenauer bu vizyoner fikirleri retorik süslemelere başvurma­
dan ortaya koyuyordu. Onun bakış açısına göre ulusları meşru
kılan görevleriydi. Hitabete uygun süslemelerse insanı temel an­
layıştan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramazdı. Adenauer'ın
göze çarpmayan üslubu, yeni Almanya için öngördüğü rolün,
yeni Avrupa'nın bir mutabakatla şekillendirilmesine yardımcı ol­
makta yattığını da ortaya koyuyordu.
Yüzyılı aşkın bir süredir ilk kez Avrupalı bir lider ülkesini
uluslararası düzene geri döndürme problemiyle karşı karşıya
kalmıştı. Fransa Napolyon savaşlarının sonunda hepten yenilgi­
ye uğramıştı ve başkenti yabancı kuvvetlerce işgal edilmişti ama
Fransız ulusal birliği bozulmamıştı. Savaş sonrasındaki Viyana
Kongresi, Talleyrand'ı tarihi bir devlet olarak eşit haklara sahip
Fransa'nın üst düzey bir temsilcisi kabul etmişti. Konrad Adenau­
er buna benzer bir görevi çok daha kısıtlayıcı koşullarda üstlendi.

42 Henry Kissinger
Komşuları, ülkesinin onlarla eşit olduğunu kabul etmiyorlardı.
Onlara göre Almanya hala "göz hapsindeydi':
Yenilmiş ve ruhen çökmüş bir toplumda demokratik hakimi­
yetin yeniden tesisine geçiş, devlet adamlarının önündeki en zor
görevlerden biridir. Galipler bir zamanlar düşman oldukları ül­
kenin gücünü yeniden kazanmasına yasal yetki tanımaya yanaş­
maz, gücünü toplama yetisini geliştirmesine bile sıcak bakmaz.
Perişan olmuş mağlup devlet ilerlemeyi, geleceğinin dizginlerini
yeniden ele almayı ne ölçüde ve ne hızda gerçekleştirebildiğine
bakarak değerlendirir. Adenauer bu gerilimleri aşabilecek iç kay­
naklara sahipti. Onun alçakgönüllülük stratejisi dört unsurdan
oluşuyordu: yenilginin sonuçlarını kabul etmek, galiplerin güve­
nini kazanmak, demokratik bir toplum inşa etmek ve Avrupa'daki
tarihi bölünmeleri aşacak bir Avrupa federasyonu var etmek.

Y E N İ B İ R ULUSAL KİM L İ G E G İ D E N YO L

Adenauer Batı, özellikle de ABD ile bağların güçlendirilmesini


Almanya'nın dünyadaki yerini yeniden tesis etmenin anahtarı
olarak görüyordu. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson
onunla ilk görüşmesini ( 1 949) coşkuyla anlatacaktı:
Onun yaklaşımının dayandığı tahayyül ve bilgelik beni çok etkiledi.
En büyük kaygısı Almanya'nın Batı Avrupa'yla tamamen bütünleşme­
siydi. Hatta Adenauer bu amaca, mutsuz bir bölünme içindeki Alman­
ya'nın yeniden birleşmesinden daha büyük bir öncelik veriyordu ve
komşularının bunu neden yeniden birleşmenin bir önkoşulu olarak
görebileceğini anlıyordu. [ ... ] Almanların Avrupa yurttaşı olmaları­
nı, özellikle Fransa ile ortak çıkarlar ve zihniyetin geliştirilmesinde,
geçmiş birkaç yüzyıldaki rekabetin gömülmesinde işbirliği yapmasını
istiyordu. [ . . ] Fransa ve Almanya, Avrupa'nın yeniden doğuşunda başı
.

çekmeliydi. 39

LiDERLiK 43
ABD bir ekonomik diriliş planıyla bu hedeflerin desteklenmesin­
de etkin bir rol üstlendi. 5 Haziran 1 947'de Acheson'dan önceki
ABD dışişleri bakanı ve eski genelkurmay başkanı General Geor­
ge C. Marshall, bunu Harvard Üniversitesi'nde şu sözlerle dile ge­
tirmişti: "Politikamız herhangi bir ülke ya da öğretiye değil açlık,
yoksulluk, çaresizlik ve kaosa karşıdır. Amacı, özgür kurumların
var olabileceği siyasal ve toplumsal koşulların doğmasına izin
vermek için dünyada işleyen bir ekonominin diriltilmesi olma­
lıdır:'40
Adenauer, Marshall'ın konuşmasını ve sonrasındaki biçim -
sel planı, Müttefik Kuvvetler'in Alman sanayisini denetim altına
alma yollarından biri olan 1 949 Ruhr Anlaşması'na razı olmanın
gerekçesi olarak gördü. Marshall Planı'nı Almanya'dan alınanları
frenlemenin bir yolu ama daha da önemlisi Avrupa'nın federal­
leşmesi yolundaki bir ilk adım olarak yorumladı: "Ruhr Yasası
Alman ekonomisini baskılamanın bir yolu olarak kullanılırsa
Marshall Planı anlamsızdır. [ ... ] Ama Alman ve Avrupa çıkarları­
nın bir vasıtası olarak kullanılırsa ve Batı Avrupa'da yeni bir eko­
nomik düzenin başlangıcı anlamına gelirse, Avrupa işbirliği için
ümit verici bir başlangıç noktası haline gelebilir:'41
İroniktir, Kurt Schumacher liderliğindeki Alman Sosyal De­
mokrat Parti, Adenauer'ın ülke içindeki başlıca muhalifi olarak
yükseliyordu. Sosyal Demokrat Parti'nin, Alman devletinin ku­
ruluşuna uzanan, demokrasiye derinden bağlılıkla dolu bir mazi­
si vardı; ama imparatorluk döneminde parti liderlik gruplarından
uzak tutulmuştu, zira Marksist bir parti olduğu için güvenilir de­
recede milliyetçi görülmemişti. Partinin yeni lideri Schumacher
-Hitler yönetiminde on yılı aşkın bir süre boyunca hapis tutul­
duğu için sağlığı bozulmuştu- partinin kendisini ulusal bir parti
olarak tesis etmediği sürece savaş sonrasında yapılacak bir seçimi
kazanamayacağına inanıyordu. Bu nedenle Adenauer'ın ülkenin
boyun eğmesine karşılık yeniden tesis edilmesi stratejisine karşı
çıkıyordu: "Halk olarak Alman politikasını bizim yapmamız ge­
rekiyor, bu da yabancı bir iradenin değil halkımızın iradesinin bir
ürünü olan bir politika anlamına gelir:'42 Bir tür popülizm olan

44 Henry Kissinger
bu düstur, Schumacher'in ısrarlı talebi haline geldi. Ne var ki bu
talep Sosyal Demokrat Parti'nin tarihi açısından anlaşılabilir olsa
da koşulsuz teslime ya da Avrupa'nın Hitler yönetimindeki Al­
manya deneyimine hiçbir şekilde uygun düşmüyordu.
Onun aksine Adenauer ise boyun eğmeyi bir erdeme dönüş­
türmeye kararlıydı. Geçici bir eşitsizliğin, statü eşitliğinin önko­
şulu olduğunu anlıyordu. Kasım 1 949'da parlamentoda yapılan
tartışmalarda bir noktada (epey olağandışı bir biçimde) "Savaşı
kim kaybetti sanıyorsunuz?"43 diye bağırarak vurguluyordu bu
gerçeği. İleriye giden tek yol, boyun eğmekten geçiyordu: "Müt­
tefikler bana ancak onların güvenlik arzusunu karşılarsam fab­
rikaların sökülmesinin durdurulacağını söyledi;' açıklamasının
ardından alaycı bir tavırla soruyordu: "Sosyalist Parti, fabrika sö­
kümünün acı sona varıncaya değin sürmesini mi istiyor?"44
Adenauer'ın bir diğer temel amacı, Fransa'yla uzlaşmaktı.
Fransa'nın o dönemdeki Dışişleri Bakanı olan Robert Schuman'la
ilk kez 1 948'de görüştü. O tarihte Fransa politikası Alman sanayi
üretimine sekte vurulmasını ve Saar bölgesinin Fransız denetimi­
ne girmesini amaçlıyordu. Adenauer meseleyi yeniden saptadı:
Nihai zorluk stratejik ya da finansal değil siyasal ve etikti. Tem­
muz 1 949'da şansölye olmadan önce Schuman'a yazdığı bir mek­
tupta bu mevzuyu ele alıyordu:
Zannımca, [başka bir] ülkenin sökülen fabrikaların kendisine tahsis
edilmesinden sağladığı ekonomik bir avantaj, Alman halkının ma­
neviyatına verilen büyük hasarın yanında solda sıfır kalır... Fransa ile
Almanya'nın uzlaşması ve Avrupa'da işbirliği ilkesiyle ilgili meseleleri
çok özel bir biçimde takdir ettiğiniz için tümüyle anlaşılmaz olan bu
tedbirlere son verme yolları ve araçlarının bulunmasını sizden istir­
ham ederim.45

Adenauer Müttefik Kuvvetler'in çeşitli cezalandırıcı önlemleriyle


işbirliği yapmanın tek akıllıca yol olduğunu ülke içinde vurgulu­
yordu. 3 Kasım 1 949'da haftalık Die Zeit'a verdiği söyleşide şöyle
diyordu: "Ruhr Yasası'na ve Ruhr Otoritesi'ne olumsuz karşılık
verirsek Fransa bunu Alman milliyetçiliğinin bir emaresi, bütün
gözetimi reddeden bir karşı koyma eylemi olarak yorumlayacak-

LiDERLiK 45
Another random document with
no related content on Scribd:
J. Harden,
J. Waters, Jr.,
G. Clealand,
— Moulton,
— Overall,
G. Young,
Thos. Hix,
J. Alfred,
J. Kelly,
A. Watson.
Note.—If the guilty should not, by any means be screened, yet if
positive doubts exist, the suspected should have the benefit of such
doubts. Accordingly the initials to the names of Moulton and Overall
have been omitted; as the jury on “trial” expressed doubts as to what
particular parties Copeland referred to in the names given. There are
many by the same name, and even part of the same initials, yet have
no affinity in anything else. It is said that “public sentiment is seldom
wrong, and never wrong long;” therefore with all the circumstances
before it, it is requested that the public will approach the subject with
an unprejudiced mind, and decide faithfully and justly to all parties
concerned.

LETTER OF JAMES COPELAND TO HIS MOTHER.

(Written the night before his Execution.)


Augusta, Mississippi, October 29th, 1857.
Mrs. Rebecca Copeland:
My dear Mother—It is with painful feelings indeed, that I attempt
writing to you on the present occasion. I take this opportunity,
knowing at the same time, that it is the last one of the kind which I
shall ever be permitted to enjoy while here on earth. It is long and
much that I have suffered while in prison since my first confinement
in Mobile county, and yet it seems as though nothing will pay the
debt but my life. I have had my trial and was convicted upon a
charge of murder, and I have received the awful sentence of death.
The sheriff told me to-day, that to-morrow at 2 o’clock I will be
hanged, according to the order of court. Oh, my dear mother, what
an awful sound is this to reach your ear. Oh, would it could be
otherwise; but you are aware that I justly merit the sentence. You are
knowing to my being a bad man; and dear mother, had you given me
the proper advice when young, I would now perhaps be doing well. It
is often I have meditated on this subject since my confinement in
prison, and often have I recollected my good old father’s advice
when I was young, and repented a thousand times over, with sorrow
and regret, that I have failed to receive it as good, benevolent
advice. If such a course I had taken, I have no doubt, but what I
would be doing well at this time. But it is too late now to talk of things
past and gone. The time has come when I shall have to take my
departure from this world, and it pains my heart, to know that I have
to leave you and my brothers and sisters; and much am I mortified to
think how distantly you have treated me while here in prison. Not the
first time have you been to see me; but I can freely excuse you for all
this, and I do hope you will prepare to meet Jesus in Heaven.
Dear Mother, long has the time been that life was not any
satisfaction to me. I am now in the dungeon with the cold and icy
bands clasped around me, and cold as clay. Much have I suffered,
but after two o’clock to-morrow, my troubles will all be over, or worse
than they are at present. This I am not able to tell. I have been
preparing to meet my God, praying diligently for mercy and for the
pardon of my sins, but I do not know whether my prayers have been
heard or not.—The Scriptures say “that the spirit of the Lord shall not
always strive with man,” and again say: “he that calls upon the Lord
in the last hours shall be saved.” If so, I feel some spark of hope, but
I tell you this hope is hanging upon a slender thread.
Dear Mother, it makes the tears trickle down my cold checks to
have to pen this statement to you. Dear Mother, I have to close this
letter. My heart is overflowed already, so when you receive this, you
can keep it as a memorial, and remember that poor Jim is no more
on earth; that he has bid you a long farewell.
Dear Mother, it appears as though my heart will break at the very
thought of this. Oh, could I but see you once more before my death,
it would give my aching heart some relief; but we have to part
without this pleasure.
Now my good old Mother, I bid you a long farewell, forever and
forever.
JAMES COPELAND.

MYSTIC ALPHABET

Used by the Copeland and Wages Clan, in their secret


correspondence and documents.

ABCDEFGHIJKLMNO
PQRSTUVWXYZ&
APPENDIX.

PLANS DEVISED TO PRESERVE THE LIFE OF


COPELAND.

THE LAST BOLD EFFORTS TO SAVE THE LIFE OF JAMES COPELAND


PROVED INEFFECTUAL; BUT THE SAME AGENTS SUCCEEDED
BY REFINED MOVEMENTS IN PROCURING THE
ACQUITTAL OF JOHN COPELAND.

The organization of the Wages and Copeland Clan embraced a


diversified talent of an extraordinary grade in different departments
of operations. It commanded some of the ablest ability belonging to
the bar and the medical profession, with other agents who could be
hired or engaged for temporary assistance. It requires more than a
cursory contemplation to anything like a full comprehension of the
lengths, and breadths, and depths of its vast theaters of operations.
Many, perhaps, not admitted to the council and secret conclaves of
the organization, could be engaged for a stipulated sum to perform
important services in defense and protection of its active members,
who might inwardly condemn its pernicious fields of operations
against the best interests of society. Whether such conduct can
stand the test of reason and argument it is for others, with the
reader, to determine. The worse the case the richer the fees for the
lawyer, and so of the medical profession. As frequently happens, the
lawyer scruples at nothing to win a victory for his client. In some
places this course is fashionable and not at all odious. As long as the
attorney keeps his defense within legitimate bounds, and avails
himself of every lawful opportunity for the advantage of his client, no
well-balanced mind can be disposed to censure, because on the
other side, the prosecution will do the same. But when foul and
corrupt means are resorted to; when the most vicious and depraved
of actions are brought in play to screen the guilty and make crime
respectable, then it is that public sentiment should be loud against
such abominations, no matter whether against the medical or legal
profession, or against any other class who can be brought to perform
the services of infamy.
The period betwixt the imprisonment and execution of James
Copeland, three parties from Alabama came and settled in Perry
county, Miss., one in, and the other two about Augusta. These three
performed their part so well—so concealed and reserved as to pass
for gentlemen in the highest degree respectable. But few, if any, had
suspicion until afterward of their object to assist the captured in
escaping the last penalties of outraged law.
One of the three, who settled in Augusta; a skilled doctor and
surgeon, behaved himself so well in every respect—on all occasions
exhibiting a winning and an affable deportment—everybody’s friend
with the most lavish of generosity—sparing no exertions to gain the
confidence and admiration of those in power and of influence; this is
the man who proposed to the sheriff the plan to save the life of
James Copeland. This proposition was made betwixt the time of his
conviction and execution. The particulars are as follows:—The
doctor to the sheriff: “There is now a fine opportunity of making one
thousand dollars in gold, providing that you will act in concert with
me in permitting certain things to be done before the execution of
Copeland.” There was something so bland, so expert, and so
graceful in the conduct of the strange doctor as to make him friends
wherever he went. He insinuated himself into the confidence of the
sheriff; and when the proposition was made for certain things to be
done before execution, for and in consideration of a thousand
dollars, the curiosity of the sheriff could not be otherwise than
powerfully excited to learn all particulars of the plan in contemplation,
and, accordingly, so far indulged or humored the beginning so as to
obtain the whole of what was then behind. The doctor continued, and
gave the name of him who had a thousand dollars to pay for the
preservation of the life of Copeland; and to be done in the following
manner, secure from exciting any suspicion whatever. The doctor to
the sheriff: “Allow me about half an hour before the time arrives for
your taking him out of jail to the place of execution, to go in under the
pretence of shaving and dressing him suitably to the solemnity of the
occasion, during which time I will perform an operation in
tracheotomy by inserting into the trachea, or wind-pipe, a small silver
tube sufficient for the admission of air into the lungs to keep up some
degree of respiration, so that when he shall have hung the allotted
time, he can be cut down and by an extension of the tube, he can be
so buried as to prevent the extinction of life; which, as soon as
convenient, he can be disinterred and so cared for by artful means
until the recovery so far progress as will enable him to successfully
escape.”
The sheriff listened to all this with a smile, and treated the whole
as rather a plausible romance than a possible reality; but firm to the
duties of his office, he yielded not to the temptation; yet to maintain
good faith as to what transpired before the proposition was fully
made, and for prudent considerations in regard to his own safety, he
has refrained from publishing this narrative at an earlier date,
because conscious that the public interests, though delayed, would
best be served by so doing in the long run.
Shortly after the execution of James, John Copeland, the brother
of the former, was arrested, brought to the same jail, and tried in the
same case, and for the same crime of murder.
The State was represented by George Wood, Esq., and the
defence by Wirt Adams as principal. Both sides labored hard and
wonderfully skillful. The argument of the latter occupied about three
or four hours in delivery. The evidence against John Copeland was
quite as strong as against his convicted brother, but the juries were
of different material. The three strange immigrants from Alabama,
who then had recently settled in and about Augusta, managed to get
on the jury. This was not hard to do, as the county had pretty much
been exhausted before to get an acceptable jury not disqualified by
some objections brought forth. When the jury retired, the three here
referred to, having the most ingenuity, lead the other remaining part,
the consequence of which was a verdict of acquittal. This verdict
aroused the indignation of the public both far and near—murmurs
everywhere, and satisfaction nowhere. So irritated were the
populace that, in all probability, the life of Copeland would have been
taken by violence the night after his liberation, but for the timely
notice given him for immediate escape.
The following morning he was heard from as being seen on the
opposite side of Leaf river, about thirty miles below Augusta, in the
direction for Pascagoula river. It is supposed he went almost direct to
Angelina county, Texas, where his mother and family settled after
leaving Mississippi.
But little time had elapsed after this before the Sheriff of Perry
received a letter from Col. Pickering, of this (Angelina) county,
warning him of the necessity of being on his guard—that Thomas,
another brother of the Copeland family, had left that vicinity for
Mississippi; and, according to the general belief there, with a design
on the life of the Sheriff; but although he passed through the county
of Perry, by the way of Black Creek, to Mobile, Alabama, yet if he
made any secret movement for the assassination, he never knew it.
The Copeland family, in Angelina county, instituted a formidable
prosecution against Col. Pickering, but his reception of the pamphlet
containing the confession, caused the District Attorney of that place
to dismiss the prosecution, and for this the Copeland family was
heard to swear vengeance against the Sheriff who had published
them; therefore, well taken were the grounds of fear entertained by
Col. Pickering. Immediately after the acquittal of John Copeland, the
three strange immigrants left for parts unknown.

S. S. SHOEMAKE, THE ARCH-MONSTER OF ATROCITY AND


THE PERFECTION OF DECEPTION, WITH HIS JOHN R.
GARLAND LETTER.

An organization may soon come to naught, even though founded


on principles in every respect sound, healthy and legitimate, if the
individuals composing it are defective in brains and energy, the
exercise of which are essentially necessary for continued existence.
But an organization, based on the contrary of such principles, may
continue for years to perpetrate the darkest of human atrocities—
spreading terror or devastation both far and wide, if its members, or
the leaders, possess the mental force requisite to plan, to command
and to execute according to the proper definitions of skill, disguised
treachery, and firm intrepidity brought to bear against the less
suspecting, but the more honest members of society.
The unfolding of the character of S. S. Shoemake will reveal all the
traits of vice, of meanness, of guilt, and of all which contributes to the
perfection of human treason and perfidy.
Some of the most masterly strokes of guile and consummate
deception are to be found in his John R. Garland letter and the
subsequent circumstances with it connected. The ancient Judas fell
very far short in comparison with this modern specimen of cruelty, of
plunder, and of hypocritical imposture. A marauder, a being destitute
of honor, pride or principle, and the very incarnation of all that is vile
and abhorrent. This is the man whose character, to some extent, will
next be unveiled in detail.
But a short time elapsed after the publication of Copeland’s
confessions until a letter, signed John R. Garland, was received by
the Sheriff of Perry county, making inquiry about S. S. Shoemake
and two others by the names of J. and D. Doty—all implicated in
Copeland’s confessions. This letter, as will afterward be shown, was
written by Shoemake himself, and was mailed at DeKalb, Kemper
county, Mississippi, the substance of which will next be given:
DeKalb, Miss., October —, 1858.
J. R. S. Pitts, Sheriff Perry County, Miss.:
Dear Sir—As I feel very much interested in the future welfare of
this immediate section of our country, and am desirous of
ascertaining the names of all men of degraded character, so far as
practicable, who might chance to live among us, and more especially
those characters as represented to you by Copeland, in his recent
confessions as a united band of land pirates, which fact has been
apparent with me for some years past of the existence of such a clan
throughout our entire country. And believing that we have some of
the same characters residing within our midst, I thus communicate in
confidence to you, trusting that you will be kind enough, on the
reception of this, to answer the same, and inform me whether or not
the names of S. S. Shoemake, and two other men here, J. Doty and
D. Doty, are the same persons as implicated by Copeland in his
confessions to you.
So far as the former character is concerned, there is no doubt
existing in the minds of the people here but that he belongs to some
secret clan. His conduct, and every action through life, go to
establish this conclusion. He spends the greater portion of his time
away from home, and at times is absent from home for months, none
knowing here anything of his whereabouts. And in this way, to the
mystery of every one, he makes his peregrinations throughout the
country, but whether near or distant is unknown to us. Frequently
after having been absent until the community would begin to wonder
and ask the question as to the cause of such continued detention, as
well as the actuating motives for so much of absence, but none can
give any solution—none any intelligence in reference to him. To say
the least, there is great suspicion mingled with much curiosity.
Generally when he returns home from making those protracted
journeys, he manages so as to arrive some time during the night,
bringing with him droves of horses, mules, and sometimes more or
less negroes. After his return, the first thing that is known of him, he
is seen in the grog-shop bright and early in the morning, waiting the
arrival of the bar-keeper for his morning bitters. In this way he seems
to be continually whiling away his time—claiming to be acting in
behalf of a State committee. On meeting this person, S. S.
Shoemake, one that is not personally acquainted with him would not
for a moment suspect anything wrong, for he is calculated by his
affable deportment, on first acquaintance to make a very favorable
impression on the mind.
As we feel much interested in this vicinity relative to this matter, I
trust that you will, on receipt of this, give us the desired information
above asked for, as there is no favor within your power that you
could at this time extend to us that would be received with so much
gratitude.
When addressing your communication, you will please remember
not to direct to me, but simply address your letter to box, No. 27,
DeKalb, Kemper County, Mississippi.
I make the above request in order that my designs may not be
frustrated—also, you will please suffer no person to see this
communication.
Hoping to hear from you soon, I remain,
Very respectfully,

John R. Garland.
This extraordinary letter elicited the following reply:
Augusta, Mississippi, ——, 1858.
John R. Garland, DeKalb, Miss.:
Dear Sir—I am in receipt of yours bearing a recent date, asking
me for information relative to certain characters within your vicinity.
Giving three names, you wish to know if they are the same persons
who were implicated by Copeland in his confession to me.
In answer, at the time of writing the confession, I could have
located all the parties given me as members belonging to the Wages
and Copeland clan, but did not at the time deem it expedient to do
so, because believing that the people in the different sections of the
country wherever they might live would be very apt to know them
from their general character. But from the description you give of S.
S. Shoemake, and from one memorable remark that Copeland made
at the time he gave me this name, I am constrained to favor the
opinion that he is the same person as both he and yourself have
pointed out.
Very respectfully,

J. R. S. Pitts.
SHOEMAKE VISITS THE SHERIFF IN PERSON WITH HIS BOGUS
AUTHORITY FROM THE PROBATE JUDGE OF KEMPER
COUNTY.

But a short time intervened after the correspondence until


Shoemake himself suddenly made his appearance in person at the
door of the parlor in which the sheriff at the time was engaged in
reading. In reaching so far, Shoemake had passed the outer gate,
fronting the street, unnoticed by the watch-dog, or by any of Hon.
Drewry Bynum’s family with whom the sheriff was boarding.
Shoemake boldly opened the parlor door, and, after a graceful and
dignified salutation, next inquired if the sheriff was present. Being
answered in the affirmative, he was then invited to walk in and take a
seat, for which he returned the usual compliments of civility. His next
expressed wish was to retire to the sheriff’s office, which was
situated within a few paces of the dwelling-house—all enclosed
within the same yard, as he had communications to make on official
business. Both retired accordingly, when, as soon as properly
seated, Shoemake drew from his breast-pocket a large document,
written in a beautiful style and evidently prepared with great care and
taste. This instrument of writing was produced to show his authority
from the Probate Judge of Kemper county to pursue and apprehend
a certain person named and described, for stealing eleven negroes
belonging to minor heirs of said county. This instrument of authority
was soon detected as counterfeit—not having the legal impress—the
court seal of the county from which it pretended to have emanated.
This fact, in connection with the introduction of his own name, very
properly put the Sheriff on his guard as to subsequent movements
which were to follow. Shoemake continued to the effect that the thief,
from the direction in which he had been traveling, would be more
than likely to cross at the junction of Bowie creek with Leaf river,
which is situated about twenty miles above Augusta. Shoemake
further added his belief that the thief was making for some point on
the seashore at or near Mississippi City, and that he had called on
the Sheriff to accompany and assist him in the capture. To this
application the Sheriff peremptorily refused, remarking at the same
time that the Probate Court was then in session, and that he could
not be absent for the period of time necessarily required in a task of
this sort without material injury to business transactions and the
duties of his office. To this unqualified refusal Shoemake sat for a
moment in a silent pause. If the Sheriff himself could not accompany
him, he had no desire to have any of the deputies with him.
Appearing very much disappointed in this object to decoy off the
Sheriff, and feeling satisfied that all further attempts in this direction
would prove abortive, he all at once exhibited a different phase of
countenance, and in a jocular manner slapped the Sheriff on the
knee, remarking at the same time, “How or where did you get my
name associated with the Copeland Clan?” The Sheriff answered,
“Why, my dear sir, do you acknowledge the name as recorded in
Copeland’s confessions as belonging to you?” Shoemake made no
direct reply, but observed that the people about where he lived were
endeavoring to saddle the reflections on him, and that the same was
having a very deleterious effect against him. This being so, he
requested of the Sheriff, as an act of favor or kindness, to have his
name erased, or disposed of in some other way, such as would
remove the odium attached, and that he believed the Sheriff to have
the power to do all this with propriety. The Sheriff was a little startled
as well as excited at such an absurd proposition, and quickly replied
to the following effect: “Your requested favor cannot be performed.
The matter has altogether passed out of my hands, and it is utterly
beyond my control to make any changes. I have only given publicity
to the confessions of Copeland, and if he has wrongfully implicated
any one the remedy is by an action of law, or better still, by a counter
statement supported by the testimony of those whose veracity
cannot be doubted.”
Shoemake, discomfitted in his own case on this point, then
referred to a correspondence betwixt himself, George A. Cleaveland
and others, all of whom were implicated in the pamphlet complained
of, and said, from all the information he could gather, unless
something was done to relieve the complainants the Sheriff would be
sure to have more or less trouble from that quarter. The reply made
was pretty much to the same effect as in his own individual case—no
hope of success as far as the Sheriff was concerned.
The next question brought forward was an inquiry about a
communication from some one at DeKalb, Miss., concerning himself.
He was answered in the affirmative to the effect that such a
communication had been received. “Very well,” said he, “will you be
so kind as to let me see it?”
“I cannot,” replied the Sheriff, “and for this reason, that the author
of it made a special request not to let any person see it;
consequently I cannot without a breach of good faith, do violence to
the request made and involve myself in difficulties, when all can be
so easily avoided.” This reply did not satisfy him. He again
solicitously pressed for inspection, urging that some d—d rascal had
been writing about him, and that he believed it was one by the name
of White. He was informed immediately that no person by that name
had ever sent any communication whatever, and that he was
certainly laboring under wrong impressions in this particular.
He utterly failed to get to see the communication in every effort
made for this purpose. The effects were visibly marked on his
countenance. Rage and anger, despair and disappointment, with all
other of defeated passions, seemed to flit over him in rapid
succession; but without any representation in words—only rising with
a farewell, such as appeared to the Sheriff ominous of something
else, and anything but pleasant in his judgment. After leaving the
office he remained in Augusta but a very short time, and when about
leaving the place altogether he was heard to say that he would some
day meet the Sheriff “at the hatter’s shop.”

SHOEMAKE RETURNS WITH A WRIT FOR THE SHERIFF’S


ARREST.

For some five or six weeks after his departure the Sheriff heard
nothing more of him; at the expiration of which time he returned in
company with a man by the name of Gilbert, though in reality
supposed to be one of the Copeland family. This time he bore a
requisition from the Governor of Alabama to the Governor of
Mississippi for the body of the Sheriff; and strange, and to this day
mysterious as it may appear, the requisition was granted.
Some few days previous to the arrival of Shoemake and his
assistant, the Sheriff had left Augusta for the Mississippi Sound on a
journey to make arrangements for hymenial considerations. Learning
the facts of his absence, they set about gathering all the information
they could from negroes and the less suspecting class of others
relative to his whereabouts and the anticipated time for his return.
Having got the information wanted, forthwith they started in pursuit—
traveling the same way by which he was compelled to return to
Augusta. It is called the Mississippi Cut Road—better known by the
name of the Allsberry and McRae railroad. It runs on range line
eight, from Augusta to Mississippi City—all the timber on this line
being cut and cleared away some thirty-five years ago. It failed of
completion, it is said, through the dishonesty of one or more on
whom the responsibility devolved; and the only relic now remaining
is a good dirt road, for the benefit of the present traveling community.
On this road, not a great distance from Red Creek, there is an
extensive morass, which has been cross-wayed for public
accommodation, which otherwise would be impassable on
horseback. When Shoemake and his assistant arrived at this place
they remained, according to the statements of persons in the
neighborhood, one or two days in ambush, stationing themselves
one on each side of the cross-way, evidently with a design to prevent
the Sheriff from seeing either until he had advanced some distance
on it, then to close in upon him from both directions, which would
have prevented any earthly chance of escape by any other way—the
morass is of such a nature as to swallow up in any other part.
Author making his escape from two of the Copeland Clan.
—[See Page 135.

At last becoming impatient, they decided to move on toward the


Gulf; and, accordingly, stopped at Red Creek for the night following.
But, let it be borne in mind, that they so arranged as to remain at
different houses, one on the north, and the other on the south side of
the creek, so as to be certain not to miss the Sheriff on his return by
that way. The houses where they stopped at for the night were near
the ferry—kept for the accommodation of travelers. If the Sheriff had
left the coast that morning, as anticipated by the two, he, according
to the day’s ride, would have been almost certain to have reached
one of the houses here referred to, as no other suitable place near
could have been found, which would have brought him in direct
contact with the pursuers. But by being detained that morning at
Mississippi City, he did not leave in time to reach either place where
they were staying, and he of necessity stopped the night in question
with an old gentleman by the name of Byrd—about fifteen or twenty
miles from the ferry. This old gentleman had been a resident of that
section of country for a great number of years, and was well
acquainted with Wages and McGrath; also with the truth of many of
the incidents as related in Copeland’s confessions.
After the usual breakfast hour next morning, the Sheriff availed
himself of the earliest opportunity to resume his travel toward
Augusta. On his way, some ten or fifteen miles distant from where he
that morning started, to his great surprise, he suddenly came in
contact with Shoemake and his colleague. They were seated within
a one-horse buggy, with another very fine animal fastened to it, and
with saddle and other necessaries ready for the rider in case any
emergency might occur. They all met together on the top of a little
hill, quite steep, with such other circumstances attending as
obstructed sight until in quite close contact. The place of meeting
was not more than fifty paces from an occupied dwelling house. This
fact was, no doubt, the main cause of preventing them from making,
perhaps, a fatal attack. The meeting was as of perfect strangers,
though, in reality, each side knew the other again. The Sheriff well
knew Shoemake, and, from his uneasy countenance, as well as the
countenance of the other with him, the Sheriff was satisfied that they
knew him.
He having passed, as he thought, a sufficient distance beyond
their view, he increased the speed of his horse to a rate of about
eight or nine miles an hour for the remainder of the day, which
carried him some fifty miles or more from the spot of meeting. He
was fully impressed with the idea, at the time of meeting, that they
were in pursuit of him for evil and dangerous purposes, which idea
was fully confirmed by information gathered that day on travel as to
their very suspicious conduct at different points of progress;
however, in his heart, he was thankful that he had so far made his
escape. His rapid travel onwards for that day was lonely indeed—
passing through a wild, desolate region of country, but very sparsely
populated—for miles not a human being to be seen; stock in
abundance on either side of the road, with here and there frightened
deer at seeing him, as it were, flying through space for safety and
repose. Night fast coming on, with exhausted fatigue from excessive
exercise, and beginning to despair of reaching home that night, he
resolved on going to the house of a well-known friend, J. T.
Breeland, situated a distance from the highway, and had to be
approached with the convenience of a by-path. He succeeded in
reaching this house in time for late supper. Here he met with all the
accommodations that heart could desire. Luxuries plenty,
conversation agreeable, with a welcomeness which must ever be
appreciated, and more than this, consolation afforded when most
needed. The next was retirement for sleep, but little of sound repose
was enjoyed; the ghastly scenes of the clan were before his eyes,
with struggles for existence betwixt him and his pursuers.
Early next morning, an ample breakfast having been supplied, he,
after having received many kindly admonitions from his friend by way
of strict caution, left, and reached home, Augusta, about ten o’clock
next morning; and about twelve o’clock, only two hours later,
Shoemake, with his colleague, also reached the same place.
Immediately on their arrival, he made every preparation for battle,
determined to repel force by force if that was their object. But
collision was prevented by a timely notice from Hon. Wm. Simmons,
to the effect that they had authority from the Governor of Mississippi
for his arrest, and that he was at liberty to see the same.
In obedient response to this exhibited authority, Shoemake and his
colleague were informed that if they would wait a sufficient length of
time to make ready with a number of friends for protection to
accompany, he would have no objection whatever to going with
them. Their polite answer came to the following effect: “That if
desired, they would wait any reasonable length of time to enable him
to have all the conveniences wanted.”
The news and circumstances connected with his arrest spread
throughout the country with almost the speed of electricity. In many
instances the reports were very much exaggerated—causing many
persons, on the spur of the moment, to become furiously incensed,
to such an extent as to threaten the most formidable results of
desperation; and but for his appeals for order and due process of
law, the most fatal acts of violence might have been committed.
Within a period of three or four days, he had so arranged his
business as to be in entire readiness for departure, and so gave
notice accordingly. Punctual to the time, he, with about twenty
volunteers, mounted and well equipped for protection, when
arrangements were made for immediate departure for Mobile,
Alabama, all leaving merrily, and soon reached the place of
destination. Arriving at the Lafayette House, kept by a Mr. Fulton, in
the city of Mobile, all fared while there very sumptuously.
As early as practicable the next morning, the Sheriff went to the
office of Hon. Percy Walker, to procure his professional services.
This object being accomplished by a compensating fee of five
hundred dollars. The next thing to be done was for his counsel to
ascertain the amount of the several bonds to be given as required by
law. This task was quickly over, the bonds satisfactorily given, and
he was immediately released. These last incidents transpired about
or near the middle of January, 1859; and the City Court was to open
on the 23d of February, following, allowing thirty or forty days to
prepare for defence. But before continuing in the connected order,
some comments are necessary on what has preceded already.

SHOEMAKE’S OBJECT WAS ASSASSINATION.

A character so infamously conspicuous as Shoemake’s is, should


not ordinarily be passed over. It should be thoroughly understood so
far as his diabolical conduct is known; and this, in all probability, is
only a small part of his treacherous and bloody career. Well might
James Copeland remark to the Sheriff in prison: “This said
Shoemake is a big dog among us.” The foregoing reports of
Shoemake’s operations are not all; he will again be introduced as
playing a distinguished part on the subsequent trial of the Sheriff,
and when he will there be pointed out as the main witness for the
prosecution, with his oath invalidated, and the worst features of
perjury attaching; these, in conjunction with the facts established on
trial, sufficiently proved him to be the author of the “John R. Garland
letter.”
The human machine, as a whole, because of common
appearance, does not strike the attention with that force which is
essential to a full comprehension of the grand and mighty work
produced by an invisible and inscrutable agency of an unseen
power. It is dissection, analyzation, and physiological researches
which only can reveal the wonderful structure and astounding
recovery of the human system. Shoemake’s vast fields of diversified
operations—mixed, complicated, and clothed in every external form
of delusion, when viewed as a whole, but a very imperfect idea can
be reached of this covert and monster man. Dissection and
analyzation are necessary. The main-springs of his movements must
be brought to light. The veils and curtains must be torn away so that
the internal workings of his soul can be seen.
Let the reader go back to the time of his writing the John R.
Garland letter. There will be found a master-piece of dissimulation.
Under a fictitious signature, he describes himself, in some particulars
of crime and lawlessness, with astonishing accuracy. He gives
instructions for the reply to be sent without name to a numbered box
in the post office, at DeKalb, under the pretensions of favoring the
spread of the printed “confessions” and of dealing heavy blows
against Shoemake—the most desperate of human characters.
Some two or three weeks after, this followed by his visit in person
to the sheriff of Perry county. Here, suddenly and unexpectedly, he
reaches the door of the apartment where the sheriff was seated,
unnoticed by the watch dog or by any member of the family. Opens
the door and puts on the airs of gentlemanly civility. Pretends to have
important official business, so much so as to require secrecy in the
sheriff’s office. There exhibiting high authority, but feigned and
spurious, for capturing a renowned thief, who had succeeded in
getting away with eleven negroes; and wants the sheriff to
accompany him on such an important expedition over roads wile and
desolate. Failing in this object, he next introduces the subject of his
own, the John R. Garland letter, and said it had been written by a d
——d rascal by the name of White—urging with all his powers of
solicitation to see the letter, but without success. He furthermore
attempts, by all the arts of sophistry, to induce the sheriff to make
changes in the “confessions,” and, failing in this, then tries the
weapons of intimidation by declaring that trouble more or less must
fall on the sheriff if something were not done to relieve George A.
Cleaveland and others in Mobile.
The reader perfectly understanding the above, must certainly
come to the following conclusion, that Shoemake had a threefold
object in view by this visit to the sheriff. First, and the most
preferable, was assassination, and, if no opportunity offered for this
in his office, to get him off, under false pretensions, on solitary and
dreary roads for the better accomplishment of the same. Secondly,
to get hold of the John R. Garland letter, which he knew must be
very dangerous in any other hands but his own. Thirdly, to publicly
kill the sheriff and the “confessions” by inducing him to make
changes.
Shoemake when next he appeared in Augusta, it was on a
different mission. This time, he was armed with real authority from
the Governor of Mississippi for the arrest of the sheriff. But finding
him absent, he assiduously and very ingeniously sets to work to

You might also like