Professional Documents
Culture Documents
Full Download Gulyabaniler Cenneti Daniel Pennac Online Full Chapter PDF
Full Download Gulyabaniler Cenneti Daniel Pennac Online Full Chapter PDF
Full Download Gulyabaniler Cenneti Daniel Pennac Online Full Chapter PDF
https://ebookstep.com/product/capolinea-malaussene-daniel-pennac/
https://ebookstep.com/product/de-dictator-en-de-hangmat-1st-
edition-daniel-pennac/
https://ebookstep.com/product/misliti-brzo-i-sporo-daniel-
kahneman-kahneman-daniel/
https://ebookstep.com/product/das-tavistock-institut-1st-edition-
estulin-daniel-estulin-daniel/
Tenebra Daniel Krauze
https://ebookstep.com/product/tenebra-daniel-krauze/
https://ebookstep.com/product/angustia-daniel-gonzalez/
https://ebookstep.com/product/a-violoncelista-daniel-silva/
https://ebookstep.com/product/a-ordem-daniel-silva-2/
https://ebookstep.com/product/postheroische-demokratiegeschichte-
ute-daniel/
DANIEL PENNAC
G UtYABANİLER
CENNETi
roman
GULYABANİLER CENNETi
Daniel Pennac I 944 yılında Kazablanka'da doğdu. Babasının
sömürgelerde subay olması nedeniyle çocukluğu yolculuk
larla geçti. Küçük yaşta verildiği yatılı okulda tüm zamanını
okuyarak geçirdi. I 970 yılında Fransızca öğretmenliğine baş
ladı. Paris'in bir banliyösü olan ve yazdıklanna esin kaynağı
oluşturan Belleville'e yerleşti. Kışla yaşantısı ve askerlik üze
rine olan ilk kitabı Le Service Militaire au service de qui?
(Askerlik Hizmeti Kime Hizmet F..diyor?) I 973 yılında Edi
tions du Seuil tarafından yayımiand ı. Siyasal temaları işleyen
iki kitap daha (Les Enfants de Ya/ta - Tudor Eliad ile, Lattes,
I 977 ve Pere No�/- Tudor Eliad ilc, Grasset. I 979) yazdıktan
sonra. kendi deyimiyle "anlamlı" kitaplar yazmayı bırakarak,
I 982 yılında Na than Yayınları tarafından yayımlanan Ca/ml
Caboche adlı anlatısıyla çocuk cdchiyatına yöneldi.
1982'den bu yana çocuk kitapları (L'a·il du Loup, Nathan,
1983), polisiyeler (La Vic• /Jurailll', Flcuvc Nuir. 1985), "ma
sumiyetin ta kendisi olan ancak yine de başkentteki polisler
den yakayı sıyırmayı bcccrcıııcycn" Bcnjamin Malaussene'in
maceralarının anlatıldığı bir dizi roman yazdı: Gulyabaniler
Cenneti (I 985; Metis, I 997), Silalılt Pai (I 987; Metis, I 999),
Küçük Yazı Satıcısı (1989; Metis, 2000), Monsieur Malaus
sene, Monsieur Malaussene au Tlıı:iitre. Messieurs /es en
fanrs. Des chreriens et des Maures.lıınji·uits due /es passion.
Yazdığı polisiyelerle Reims Kenti Polisiye Roman Ödülü
(I 985), Grenoble Kenti Polisiye Roman Ödülü (I 987) ve Kü
çük Yazı Salıcısı ile 1990 Intcr Kitap Ödülü'nü aldı.
Metis Yayınları yazarın polisiye kitaplarının yanı sıra, Ro
man Gibi (Comme un Roman, 1992; Metis, 1998) başlıklı ya
pıtını da yayımlamıştır.
Metis Yayınları
İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, İstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Metis Edebiyat
GULYABANİLER CENNETi
Daniel Pennac
Fransızca Basım: Au Bonheur des Ogres
© Editions Gallimard, 1985
© Metis Yayınları, 1996, 2007
Yayın Yönetmeni:
Müge Gürsoy Sökmen
Yayıma Hazırlayanlar:
Beril Eyüboğlu, Türker Armaner
Baskı ve Cilt:
Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No: 12/197-203
Topkapı, İstanbul Tel: 212 5678003
GOLYABANiLER
CENNETi
Çeviren:
SELDAARKAN
�metis
Tombu/'a
Robert Soulat'ya
"Titanlar, Küçük Dionysos'u aralarına çekmek için
çıngırağa benzer şeyler sallıyorlardı. Parlak nesne
lerin çekiciliğine kapılıp onlara doğru ilerleyince,
canavarların halkası üzerine kapanıverdi. Titanlar,
hep birlikte Dionysos'u öldürdüler; daha sonra da
onu pişirip bir güzel yediler."
Hoparlördeki kadın sesi, açılan bir gelin duvağı gibi indi; hafif ve
daveıkar.
"Bay Malaussene, şikayet bürosunda bekleniyorsunuz."
B uğulu bir ses; Hamilton'un fotoğrafları birden konuşmaya baş
lamış sanki. Yine de Miss Harnilton sisinin ardında hafif bir gülüm
seme hissediyoru m. Hiç de öyle yumu şak bir gülümseme değil. Ta
mam, gidiyorum. Belki gelecek haftaya kadar orada olurum. Bugün
24 Aralık, Noel arifesi, saat on altı on beş, mağaza ağzına kadar do
lu. Hediye paketlerinin altında ezilmiş müşteri kalabalığı yolları tıkı
yor. Sinirl i bir karamsarlık içinde, belirsizce akıp giden bir buzul .
Gergin gülümsemeler, parlayan terler, boğuk küfürler, nefret dolu
bakışlar, hidrofil pamuk emiciliğindeki Noel Babalar tarafından ya
kalanan çocukların korku dolu çığlıkları.
"Korkma şekerim, bak bu Noel Baba ! "
Flaşlar.
Aslında Noel B aba denince, benim gözümde, bu donuk karma
şanın üstünde görkemli yamyam siluetiyle dikilen, dev gibi ve yarı
saydam bir Noel Baba canlanıyor. Kiraz gibi dudakları, beyaz bir sa
kah ve tatlı bir gülümsernesi var. Dudaklarının arasından çocuk ba
caklan sarkıyor. Ufaklığın dün okulda yaptığı son resim. Öğretme
nin yüzündeki ifade: "Bu yaşta bir çocuğun böyle bir Noel Baba çiz
mesini siz normal buluyor musunuz?"
" Ya Noel B aba," diye yanııladım ben de. "Siz onu çok mu normal
buluyorsunuz?"
Ufaklığı kucağıma aldım, ateşler içinde yanıyordu. O kadar sı
caktı ki gözlükleri buğulanmıştı. Bu da onun daha fazla şaşı bakma
sına neden oluyordu.
"Bay Malaussene, şikayet bürosunda bekleniyorsunuz."
9
Bay Malauss�ne duydu, kahrolası! Hatta tam büyük yürüyen
merdivenin önünde. Ve yivli bir namlunun kara ağzı onu bulunduğu
yere çivilemiş olmasaydı merdivene adım atmış bile olurdu. Çünkü ,
bu pisliğin beni nişanladığına hiç kuşku yok. Tankın kulesi kendi et
rafında döndü, bulunduğum yöne gelince durdu, sonra namlusunu
kaldırarak iki kaşımın arasında sabitlendi. Kule ve namlu , keyifle kı
kırdayan bir kırk boyundaki bir ihtiyar tarafından uzaktan kontrol
edilen bir AMX 30 tankına ait. Bu, Th�o'nun sayısız ihtiyarcıklann
dan biri. Gerçekten çok ufak, çok yaşlı, Theo'nun onlan gözden kay
betmemek için giydirdiği gri gömlekler sayesinde seçilebiliyor.
"S ize son defa söylüyorum Büyük baba, bu oyuncağı yerine gö
türün ! "
Oyuncak bölümünün ardındaki tezgahtar kadın bıkkın bir halde
homurdanıp duruyor. Suratı, yanaklanna fındık doldurmuş bir sin
cap kadar sevimli. Başparmağını hiilii ateşleme düğmesinin üzerinde
tutan ihtiyar adamdan çocukça bir itiraz yükseliyor. Ben kusursuz bir
hazırola geçip:
"AMX 30 esl5.idi Albayım," diyorum. "Artık ancak hurdaya çıka
nlabilir ya da Latin Amerika'ya yarar."
Ufak ihtiyar oyuncağına tasayla bakıp, kaderine razı bir hareket
le geçmeınİ işaret ediyor. Tezgiihtann gülümsernesi bana bir geriatri
diplaması sunuyor. Yerden biten kat güvenlik görevl isi Cazeneuve,
sinirli bir şekilde tankı kaldınyor.
"Gerçekten her seferinde ortalığı kanştırman şart mı Malausse
ne?"
.
"Kapa çeneni Cazeneuve."
Ne ortam ama ...
İhtiyar, tankı elinden alındıktan sonra omuzlan düşmüş öylece
kalıyor. Sanki yukarılarda daha fazla hava bulacakmışım gibi, belli
bir rahatlama ile kendimi yürüyen merdivene bırakıyorum.
Yukanda Th�o'yla karşılaşıyorum. Flamingo pembesi bir takım
içinde ve her zaman olduğu gibi otomatik fotoğraf kabini önünde sı
ra bekliyor. Sevimli bir şekilde bana gülümsüyor.
"Senin yavrularından biri oyuncak reyonunun altını üstüne geti
riyor Theo."
"İyi iyi, hiç olmazsa bu süre içinde okul çıkışlarında üstünü ba
şını açmaz."
lO
Karşılıklı gülümsemeler. Sonra Theo göz ucuyla cam kafesi, şi
kayet bürosunu işaret ediyor.
"içerde senden bahsediyorlar galiba."
Gerçekten de, Lehmann'ın sıkı bir çalışma içinde olduğunu anla
mak için bir saniye bana yetiyor. Müşteriye bunun tamamen benim
kabahatim olduğunu aniatmakla meşgul . Hanımın gözlerinden kısa
aralıklarla yaşlar fışkınyor. Kınk dökük bir pusetin içine zorla sıkış
tırdığı şişko bebeğini bir köşeye yerleştirmiş. Kapıyı açıyorum, Leh
mann'ın en içten dayanışma tonu ile şunlan dediğini duyuyorum:
"Sizinle tamamen aynı fikirdeyim, bayan. Kaldı ki, bu hiçbir bi
çimde kabul edilemez . . . "
Beni gördü.
"Zaten kendisi de geldi, şimdi bize bu konuda ne düşündüğünü
söyleyecek. "
Sesi ton değiştirdi . Anlayışlı olmaktan, zehirli bir ifadeye kaydı.
İş çok basit. Lehmann bir ipnotizmacı sükGneti ile durumu bana an
latıyor. Şişko bebek ise, dünyalar kadar neşeli bir bakış fırlatıyor yü
züme. İşte, üç gün önce benim bölümümdekiler, bu bayana bir buz
dolabı satmışlar; dolabın boyutlan, mezeler ve tatlılar da dahil ol
mak üzere yirmi beş kişilik bir Noel yemeğinin içine tıkıştınlabile
ceği büyüklükteymiş. Burada "tıkıştırmak" derken doğru kelimeyi
kullanmış oluyoruz; zira o gece, Lehmann'ın benden nedenini açık
Iamamı istediği gibi, söz konusu buzdolabı bir fınna dönüşmüş. Bu
sabah kapısını açan bayanın diri diri yanmaması bir mucizeymiş.
Müşteriye şöyle bir göz atı yorum . Gerçekten kaşlan yanmış. Kızgın
lığının ardındaki üzüntü, acınacak bir tavır takınınama yardımcı olu
yor. Bebek, sanki her şeyin sorumlusu benmişim gibi bakıyor. Be
nim gözlerim ise, kollannı kavuşturarak bürosunun kenarına daya
nan Lehmann'a doğru korkuyla dönüyor:
"Bekliyorum."
Sessizlik.
"Kalite kontrol sizin sorumluluğunuzda değil mi?"
Kafamı saliayarak onaylıyorum ve olan biteni gerçekten anla
madığımı, kontrol testlerinin yapılmış olduğunu mınldanıyorum . . .
Aynen geçen haftaki gaz sobasında veya B oery avukatlık bürosunun
elektrik süpürgesinde olduğu gibi !
Küçük çocuğun bakışlanndan, yavru fok katliamından da benim
ll
sorumlu olduğumu açıkça okuyorum. Lehmann yeniden müşteriye
dönüyor. Sanki ben orada yokmuşuro gibi konuşuyor. Israrla şikayet
etmekten kaçınmadığı için hanıma teşekkür ediyor. (Dışanda Theo
hala otomatik foto makinesinin kapısında bekliyor. B izim ufaklığın
albümüne koymak için fotoğrafından bir tane isterneyi unutmamalı
yım.) Lehmann, ticaret hayatının çeki düzene sokulmasında müşteri
nin de bir görevi olduğu kanısında. Garantinin işleyeceğini ve mağa
zanın hemen başka bir buzdolabı teslim edeceğini söylemeye gerek
bile yok.
"S izin ve sizinkilerin maruz kaldığı diğer maddi zarariara gelin
ce ... " (İşte eski asısubay Lehmann böyle konuşuyor, sesinin gerisin
de -hani şu Riesling şarabı ile hayat bulan- leyleğin onu bırakmış
olduğu o eski , güzel Alsace'ın anısı canlanıyor) " Bay Malaussene
onlan severek ödeyecektir. Tabii ki kendi cebinden."
Ve, "Mutlu Noeller Malaussene," diye ekl iyor.
Lehmann'ın şirketteki kariyerimi anlattığı ve bu şikayet nede
n iyle meslek hayatıının son bulacağını bildirdiği şu anda, artık müş
terinin yorgun gözlerinde kızgınlık görmüyorum, sıkıntı var, sonra
acıma ve gözyaşları saldınya geçip kirpiklerinin ucunda titremeye
baş lıyorlar.
Tamam artık benim kendi gözyaşı pompamı çalışurma vaktim
geldi. Gözlerimi başka yere çevirerek bu işi yapıyorum. Bakışımı
camdan dışan mağazanın akıntısına bırakıyorum. Acımasız bir kalp
tıkalı damarlara fazladan yuvarlar yolluyor. Bütün insanlık dev bir
hediye paketinin altında süıii nüyor gibi geliyor bana. Güzel yan
saydam balonlar, sürekli olarak oyuncak reyonundan yukan doğru
çıkıp donuk camda birikiyorlar. Gün ışığı bu çok renkli salkımlann
arasından süzülüyor. Çok güzel. Müşteri , Lehmann'ın sözünü kes
rnek için boşuna çalışıyor, o ise acımasızca benim gelecekteki haya
tımı aniatmayı sürdürüyor. Hiç de parlak değil. Perspektifle iki üç
ufak-tefek iş, yeni kovulmalar, sürekli işsizl ik, düşkünler yurdu ve
fukara mezarlığı var. Müşterinin gözleri bana döndüğünde ağlıyo
rum. Lehmann sesini yükseltmiyor. Metodik olarak yarayı deşiyor.
Müşterinin gözlerinde gördüğüm şey artık beni şaşırtmıyor. O
artık tava gelmiş durumda. Ağlamaya başlamam, onun kendini be
nim yerime koymasına yetti . Acıma. Sonunda bir soluk aralığında
Lehmann'ın sözünü kesmeyi başanyor. Her şey geriye çark. Şikaye-
12
tinden vazgeçiyor. Buzdolabının garantisi işleme konulsun başka bir
şey istemiyor. Yinni beş kişinin Noel yemeğini benim ödememe de
gerek yok. (Bir ara Lehmann maaşımdan söz etmiş olmalı). Bir bay
ram arifesinde işimi kaybetmeme neden olursa kendisini affetmeye
cek. (Lehmann "Noel " kelimesini en az yirmi kere söyledi.) Herkes
hata yapabilir, kendisi de bundan kısa bir süre önce, işinde ...
Beş dakika sonra elinde yeni bir buzdolabı için sipariş kağıdı ile
şikayet bürosundan çıkıyor. Bebek ve puseti bir saniye kapıya sıkışı
yorlar. Sinirli bir hıçkınkla itiyor.
Lehmann ve ben baş başa kalıyoruz. Bir an makaralan koyveri
şine bakıyorum sonra -yorgunluktan mı ne?- "Ne pislik bir ekibiz
değil mi?" diye mın ldanıyorum.
Havlayan ağzı bana cevap vermek için kocaman açılıyor. Fakat
bir şey çenesini kapatıyor.
O şey mağazanın içinden geliyor.
Sağırlaştıncı bir patlama. Ardından haykınşlar.
13
savaş var. Yukanda, balonlar yeniden saydamlaştılar. Bütün bu şid
det gösterisi az bulunur yumuşaklıkla pembe bir ışıkla yıkanıyor.
Lehmann yanıma gelip kulağırnın dibinde anırıyor:
"Nereden geldi? Nerede patladı?"
Eski asker sesinde Çinhindi'nden kalma bir heyecan var gibi.
Nerede patladığını bilmiyorum. Kollan ve bacaklan havada bir yığın
vücut yürüyen merdiveni tıkıyor. Müşteriler inmekte olan merdive
nin basamaklanİ11 dörder dörder çıkıyorlar, fakat yukandan gelen bir
dalganın etkisiyle geri itiliyorlar. Anlaşma sağlanana kadar herkes
merdivenin sonuna kadar inip insanlardan oluşan tıkaça dayanıyor.
Her taraftan homurtular ve çığlıklar yükseliyor.
"Allah kahrets in ! " diye haykınyor Lehmann, "Allah kahretsin,
Allah kahretsin, Allah kahretsin ... "
Dirsekler atarak merdivene doğru koşuyor, kumanda koluna
doğru uçup aleti durduruyor.
Otomatik fotoğraf makinesinin kapısında, ışığın altında, Th�o
yüzünün dört haline bakıyor. Memnun görünüyor. Fotoğraflardan bi
rini bana uzatıyor:
"Al," diyor, "ufaklığın albümü için."
Sonra her şey sakinleşiyor. Sakinleşiyor çünkü her şeye rağmen
bir şey olduğu yok. Bir yerde bir şey patladı ve ardından da hiçbir
şey olmadı. Onun için her şey sakinleşiyor. Ve birazdan tatlı Miss
Hamilton'un sevgili müşterilerimizin sakin bir şekilde mağazadan
ayrılmasını ve çalışaniann da tezgahiarına geri dönmesini rica eden
sesi duyulacak. İşte olan da bu. Kalabalık yavaş yavaş çıkışlara yö
neliyor. Ardında el çantalan, ayakkabılar, rengarenk paketler ve terk
edilmiş çocuk dolu boş bir alan bırakıyor. Y üzlerce ölü göreceğimi
sanıyorum. Ama hayır. Çalışanlar yan sersem müşterilerin üzerine
eğilmişler, onlar da ayağa kalkıp sendeleyerek çıkışa doğru yollanı
yorlar sonunda.
Küçük bir yan kapı polise aynlmıştı . Dolayısıyla polisler oradan
girdi. Doğrudan oyuncak reyonuna yöneldiler. Oyuncak reyonu ! Ak
lıma hemen küçük sincap tezgahtar ve Tht!o'nun ihtiyarcığı geliyor.
İçimde, sonunda bütün önseziler gibi yanlışlığı ortaya çıkacak olan
garip bir önseziyle, artık yürümeyen yürüyen merdivenden zıplaya
zıplaya iniyorum. Ceset, altmış yaşlannda bir adama ait, çevresine
yayılan parçalara bakılırsa karnının patlamış olması gerekir. Bomba
14
onu neredeyse ikiye bölmüş. Öte yandan mümkün olduğu kadar giz
li bir şekilde kusarak, neden bilmem, Louna'yı düşünüyorum. Louna'
yı, Laurent'ı ve çocuğu. Üç keredir beni anyor: "Bir fikir ver, yani ne
diyorsun?" Sana ne söyleyebilirim ki, zavallı şekerim, halimi görü
yorsun.
Parçalanmış müşterinin üzerine örtüler atılırken aklıma gelen
dağınık düşünceler.
"Güzel değil , öyle değil mi?"
Küçük polis bana sevimli bir gülücük atıyor. Bulunduğum du
rum hiç yoktan iyidir. Fazla konuya girmeden, biraz da m innetle ce
vap veriyorum:
"Hayır, hiç değil."
B aşını sallayıp " Metroda intihar edenler daha beter ! " diyor.
(Ne kadar rahatlatıcı. .. )
"Her yere bulaşıyorlar, parmakları rayların arasına sıkışıyor. . .
Biliyorum çünkü birliğin e n küçüğü ben olduğum için b u işler hep
bana kalıyor."
Bu bir polis değil . Bir itfaiyeci. Kırmızı çizgili lacivert bir itfaiye
ci. Gerçekten çok küçük. Kemerinde kendinden daha büyük bir kask
sallanıyor.
"Fakat biliyor musunuz, asıl dayanı lmaz olan yollardaki büyük
yanıklardır. Asıl bu koku üstünüzden gitmez. On beş gün boyunca
saçlannızdan çıkmaz ! "
Oyuncak reyonunun üstünde artık balon yok. Hepsi patlamayla
uzaklaşıp yukarıdaki cama yapışmış. Birisi, hıçkırmakta olan küçük
sincabımı getiriyor. İtfaiyeci bana üstü örtülü cesedi işaret ediyor:
" Dikkat ettiniz mi? Pantolonunun fcrmuan açıktı ! "
(Hayır. Hayır dikkat etmedim .)
Çok şükür hoparlörler sevimli itfaiyeci ile beni ayırıyor. (Gong
sayesinde kurtuldum yani.) Çalışanların da mağazayı terk etmesi is
ten iyor. Ama Paris'i değil. Soruşturma yüzünden. Mutlu Noeller.
Oyuncak reyonunun sonunda rengarenk bir topu alıp cebime atı
yorum. Sonsuza dek zıplayan yan-saydam toplardan birini. Benim
de hediye vermem gereken yerler var. Bir sonraki reyonda onu yıl
dızlı bir kağıda san yoru m . İş kıyafetimi vestiyere bırakıp çıkıyorum.
Dışarda toplanmış olan kalabalık bütün mağazanın havaya uç
masını bekliyor. Dondurucu soğukla karşılaşınca sıcaktan ölmüş ol-
15
duğumu fark ediyorum. Kalabalık dışanda olduğuna göre metroda
rahat edeceğimi düşünüyorum.
Metronun içi de kalabalık.
16
sm/ar Örf:ÜtÜ konuşuyor," diyor.) Fakat devam ediyorum, anık ha
vama girdim:
"Nasıl olsa bir daha asla eskisi gibi olmayacak, seni tanıyorum,
Laurent'ından ölesiye nefret edeceksin ! Künajcının bumunun dibine
öfkeyle atacağın bir çift yumunalık olmayacak bu , daha çok içten bir
yanma olacak, ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Ağlıyor, gülüyor, gene ağlıyor. Tam yarı m saat! Tam canım çık
mış bir şekilde telefonu kapatıyorum ki, yeniden çalıyor. "Aio, küçü
ğüm, nasılsın?"
Annem.
"İyiyim anneciğim, iyiyim."
"Mağazada bir bomba, düşünebil iyor musun, böyle bir şey biz
de asla olamazdı ! "
Çocukl uğumu, tamir işlerini öğrenmemekle geçirdiğim ve so
nunda çocuklar için bir daireye dönüştürdüğümüz, giriş katımızdaki
hırdavatçı dükkanından bahsediyor. 62'nin bir Haziran sabahı , karşı
daki fınncı Morel'in içine bomba yerleştirilmiş bir ekmek tarafından
havaya uçurulan demir kepcngini unutuyor. Müşteri seçiminde daha
dikkatli olmasını söyleyen iki kruvaze kostümlünün ziyaretini unu
luyor. Annem iyidir, kötü şeyleri unutur.
"Çocuklar iyi mi?"
"Çocuklar iyi, aşağıdalar."
"Noel'de ne yapıyorsunuz?"
"B iz beşimiz bizbize olacağız."
"Roben beni Chalons'a götürecek ."
(Chalons-sur-Mame, zavallı anneciğim.)
"Yaşasın Roben ! " diyorum.
Kıkırdıyor.
"Sen iyi bir oğlansın, küçüğüm," diyor.
(Evet, işte iyi oğul . . .)
"Diğer çocukların da fena değil, anneciğim."
(Kıkırdamadan sonra hıçkınk.)
"Ve ben sizleri terk ettim ... "
(Evet, işte kötü anne ... )
"B izi terk etmedin anneciğim, dinleniyorsun, sen dinleniyorsu n ! "
"Ben ne biçim bir anneyim, Ben? Bana söyleyebilir misin? Ne
biçim bir anneyim ben? .. "
17
Kendi sorulanna cevap vermesi için gereken zamanı önceden
hesapladığımdan alınacı yavaşça yorganın üzerine bırakıp mutfağa
geçiyorum ve kendime bol köpüklü bir Türk kahvesi yapıyorum.
Odama geri döndüğümde, annem halii telefonda kimliğin i anyor...
bu ilk kaçışımdı, Ben, henüz üç yaşındaydım ... "
Kahveyi içtikten sonra fincanı tabağa kapatıyorum. Yayılan tel
venin kalınlığına bakılırsa Ther�se bütün mahallenin geleceğini gö
rebilecek.
" ... o çok daha sonray dı, galiba sekiz veya dokuz yaşındaydım . . .
Ben, beni dinliyor musun?"
İşte telefonu almayı seçtiğim an tam bu andı .
"Dinl iyorum anneciğim, ama şimdi kapatmarn lazım, dahili tele
fondan çocuklar beni çağırıyor. Haydi, iyice dinlen ve unutma, yaşa
sın Robert ! "
Kapatıp açıyorum. Therese'in ekşi sesi kulaklarımı tırmalıyor.
"Ben, Ur�my canımı sıkıyor, ödevlerini yapmak istemiyor ! "
"Söylediklerine dikkat e t Ther�se, kardeşin gibi konuşma."
Tam bu sırada da kardeşin sesi patlıyor.
"Ası l bu salak canımı sıkıyor, hiçbir şeyi anlatamıyor! "
"Söylediklerine dikkat et Jen!my, kardeşin gibi konuşma. Ve ba-
na Clara'yı ver, tamam mı?"
"Benjamin?"
Clara'nın sıcak sesi. Yemyeşil ve gergin bir kadife ve her kelime
bembeyaz bir bilardo topunun sessiz gerçekliği ile yuvarlanıyor.
"Clara? Ufaklık nasıl?"
"Ateşi düştü. Y ine de Laurent'ı çağırdım, onu iki gün boyunca
sıcak tutmamızı söyledi ."
"Başka Noel Gulyabanileri çizdi mi?"
"Bir düzine ama bunlar daha az kırmızı. Fotoğraflarını çektim.
Bu akşam için bize bir gratin dauphinois pişirdim, B en . Bir saate ka
dar hazır olur."
"Gelirim. Ufaklığı versene."
Ve ufaklığın sesi.
"Evet, Ben?"
"Hiç. Sadece Theo'nun albümün için bir fotoğraf verdiğini ve bu
gece sizlere yeni bir hikaye anlatacağıını söyleyecektim."
"Bir gulyabani hikayesi mi?"
18
" B ir bomba hikayesi."
" Ya? Gene de iyi ... "
"Şimdi bir saat uyurnam lazım. Dahili telefona ilk yaklaşanı öl
dür."
"Olur, Ben."
19
sine, Jl!n!my savaş hikayesine ve Clara da espri dozuna kavuştu;
Therese'e gelince, masasının ardındaki bir sekreter gibi , konu dışı kı
sımlar dahil hikayemin tamamını her zamanki gibi stenoya çekiyor.
Sekreterlik okulu için mükemmel bir antrenman. İki yılda, gece eg
zersizinde, Karamazov Kardeşler'i, Moby Dick'i, Fantasia Kırolar
Diyarında'yı, Gosta Bol!rling'i, Asphalt Jungle ı ve benim hayal ürü
'
20
"Eğer kendinize de yapacaksanız . . . "
Mutfağa gidiyorum. Soruyor:
"Siz hiç kapınızı kilitlemez misiniz?"
"Asla."
"Köpeğimin cinsel hayatının serbesttiği beni engel liyor," diye
düşünüyorum ama söylemiyorum.
"Size sadece birkaç soru soracağım."
Sıradan iş.
Tam beklediğim gibi. Örnek mağaza personeli için küçük bir
uyarıcı ! On kadar sendika soruml usu, bir düzine bağımsız garip po
lis tarafından öncelikle ziyaret ediliyor. Yönetimin sevgili çalışania
nna Noel hediyesi.
"Evli misiniz?"
Bakır cezvedeki şekerli suyun kaynadığı duyuluyor.
"Hayır."
Üç kaşık çekilmiş Türk kahvesi atıyorum ve yavaş yavaş Clara'
nın sesinin yumuşaklığını alana kadar karıştın yorum.
"Aşağıdaki çocuklar?"
Sonra hepsini ateşe koyup, kahvenin taşınamasına dikkat ederek
kabartıyoru m .
"Üvey erkek v e k ı z kardeşlerim, onlar annemin çocukları . "
Küçük kalemin küçük defteri karalamasına yetecek kadar kısa
bir süreden sonra Müfettiş Caregga bir sonraki soruyu soruyor:
" Ya babaları?"
"Şurada burada. "
Mutfak kapısından dışarı bir göz atıyoru m. Zavallı anneciğimin
adamları dört bir yana dağıttığını, Caregga özenle not ediyor. Sonra
ben elimde cezve ve fincantarla sahneye giriyoru m. Koyu sıvı yı bo
şaltıyorum. Müfettişin uzanan elini durduruyorum.
" Bekleyin, içmeden önce telvenin çökmesi gerek."
Bekliyor.
Ayaklannın dibinde oturan Julius ona tutkuyla bakıyor.
"Mağazadaki göreviniz nedir?"
"Kendimi azariatmak."
Gülmüyor. Yazıyor.
" Daha önceki işleriniz?"
Vay canına, sıralaması uzun sürebilir. imalat yöneticiliği, bar-
21
men , taksi şoförlü{ü, dini bir kurumda resim öğretmenliği, tuvalet
sabun u araştırmacılığı, herhalde unuttuklanm vardır ve son işim ma
ğazadaki kalite kontrol.
"Ne zamandan beri?"
"Dört ay."
"Hoşunuza gidiyor mu?"
"Diğer bütün işler gibi. Verilen ücret yapılan iş için fazla ama ca-
nımın sıkılmasına değecek kadar fazla değil."
(Tartışmanın seviyesini yükseltelim biraz! )
"Dün anormal bir şey fark ettiniz mi?"
"Tabii, bir bomba patladı . "
Burada, sonunda başını kaldınyor. Ama yine aynı aldırmaz ton-
da sürdürüyor:
"Yani patlamadan önce demek istedim."
"Hiçbir şey. "
"Ş ikayet bürosuna üç kere çağnlmışsınız galiba."
İşte geldik. Ona ocağı, elektrik süpürgesini ve yakıcı buzdolabı-
nı anlatıyorum.
İç cebini kanştınyor, sonra mağazanın planını önüme yayıyor.
"Şikayet bürosu nerede?"
Ona gösteriyorum.
"Yani oyuncak reyonunun önünden en az üç kere geçtiniz?"
Herifin çıkarttığı sonuca bak !
"Öyle oldu ."
"Orada durdunuz mu?"
" Üçüncü yolculukta evet, on saniye."
"Anormal bir şey fark etmediniz mi?"
" B ir AMX 30 tarafından hedef alınınarn hariç hiçbir şey."
Sessiz bir şekilde not· alıyor, dolmakalemini kapatıyor, telvesi
dahil olmak üzere bir dikişte kahvesini içiyor, ayağa kalkıyor ve:
"Hepsi bu kadar," diyor, "Paris'ten aynlmayın, size soracak baş
ka sorulanmız olabilir, görüşmek üzere, kahve için teşekkürler. "
Kapanan bir kapının ardından uzun süre bakmak sadece filmler
de olmazmış! Ju lius ve ben Müfettiş Caregga'nın açık yürekliliğine
hayran kaldık. Caregga. Kahkahalar tugayında bu çocuğun önemli
bir geleceği var. Ama çocuklara bu akşam aniatacağım hikayeyi bul
dum bile. Aynısı olacak; şu farkla ki, replikler keskin bir mizahla
22
damgalanacak; birbirimizden nefret, güvensizlik ve hayranlıktan olu
şan patlayıcı bir karışımla aynlacağız ve polisler iki tane olacak, be
nim hayal ürünüm olan ve çocuklann yakından tanıdığı iki kişi: te
dirgin edici bir sırtlan gibi çirkin, küçük, yabani biri ve "uzun kolla
nnın ucunda ünlem işaretlerinin noktalarını oluşturan" iki patisi ha
riç, üzerinde ot bitmeyen koca bir kütük.
"Sırtlan Jib ve Pati Pat ! " diye bağıracak ufaklık.
"Adı ve suratı yüzünden Sırtlan Jib," diye altını çizecek J�remy.
"Adı ve saçlan yüzünden Pati Pat," diye altını çizecek ufaklık.
"Tabut Ed'den daha kötü ve Tahta Çek'den daha deli."
"Onlar arkadaş mı?" diye soracak Clara.
"On beş senedir birbirlerinden ayn lmamışlar," diye cevap vere
ceğim. "Birbirlerinin hayatını kaç kere kurtardıklarının haddi hesabı
yok ."
"Arabalannın markası ne?" diye soracak Jeremy ve cevaba bayı
lacak.
" Üstü açılabilir, pembe bir Pejo 504, 6 silindirli ve V şeklinde,
bir şi ş kadar te hi ikeli . "
"Burçlan nedir?" diye soracak Thercse.
"Her ikisi de boğa."
23
5
Ertesi gün ayın 26'sı ve işbaşı. Her gün olduğu gibi Julius benimle
Phe-Lachaise Metrosu'na kadar gel iyor, sonra, ben onun maması
için para kazanırken, Belleville'de çapkınlığa çıkıyor. Yeni topu, ev
velsi geceden beri salyalı ağzından düşmüyor.
Aldığım gazetede " Mağazaya canavarca saldın" üzerinde uzun
uzun duruluyor. Makalenin yazarı manzarayı, bir ölü yetmezmiş gi
bi, sanki ortada onlarca ölü varmış Rihi anlatıyor! (Uyanın da gerçek
hayal ürünlerini görün . . . ) Gazeteci müsveddesi, ölünün özgeçmişi
hakkında nihayet birkaç satır yazıyor. Courbevoie'lı, altmış iki ya
şında namuslu bir garaj sahibi, bütün mahalle ardından ağlıyor, fakat
"şans eseri" bekar ve çocuksuz. Hayal görmüyorum, gerçekten de
"şans eseri bekar ve çocuksuz" diye yazıyor. Çevreme bakıyorum :
tesadüf tanrısının "şans eseri" öncelikle bekarlan vurması şehirdeki
küçük aile çevrelerini rahatsız etmişe benzemiyor. Bu beni o kadar
neşelendiriyor ki, yolun geri kalanını yürüyerek gitmek üzere Re
publ ique'de iniyorum. Kış sabahı, karanlık, yapışkan, dondurucu,
kalabalık. Paris, farların sansının yapıştığı bir su birikintisi.
24
toplanmış bile. Hepsi yukan bakıyor. Kadınlar çoğunlu kta. Gözle
rinde, tannnın sesini duyuyormuş gibi garip bir panltı yanıyor. Yu
karıda, idarenin bulunduğu geçitte, Sainclair bir mikrofona konuşu
yor. "Son olaylar" sırasında personelin "mükemmel davranışına" te
şekkür ediyor. Patlamada kozmetik vitrininden geçen ve halen hasta
nede yaralarının pansumanıyla uğraşan Chantredon'a idarenin bütün
iyi dileklerini yolluyor. Dün polisin ziyaret etmiş olduğu kişilerden
özür diliyor. "İdare dahil" bütün çalışanlar bu işlemden geçecekler,
fakat tek amaç "soruşturmanın mutlu bir sona ulaşması için gerekli
tüm unsurların sağlanması"
Sainclair'e gelince, o bir saniye bile bu saldırının "yardımcıların
dan biri" tarafından yapı lmış olabileceğini düşünmüyor. Zira biz,
idare kurulunda açıklamış olduğu gibi, onun "çalışanlan" değil "yar
dımcılarıyız". Girişteki küçük arama yüzünden "yardımcılardan" bin
bir özür dileniyor. Kendi de arandı ve soruşturma sürdüğü sürece
müşteri ler de aranacak.
Sainclair'e bakıyorum. Çok genç. Çok yakışıklı. Hızla yükseldi.
Yumuşak bir otoritesi var. Ona önce sesini kullanmayı ve giyinmeyi
öğrettikleri bir yüksek ticaret okulundan geliyor. Gerisi kendiliğin
den oluyor. Neredeyse yumuşak bir şekilde konuşuyor ve sanşın per
çeminin altından hüzün dolu yumuşak bir bakış süzülüyor. Sainclair
mağazada acı çekiyor. Çevresindeki birinci sınıf bekçi ler; yardımcı
lar, personel şefi, kat sorumluları ise, yaptıkları işe daha uygunlar.
Hepsi birinci kattaki altın yaldızlı trabzan boyunca ip gibi sıralan
mışlar. Hepsinin duruma yakışan bir suratı var. Dikkatli dinlenecek
olursa, sorumlu göğüslerinde madalyalann çiçek açtığı duyulabilir.
Bu fikir beni güldürüyor. Gülüyorum. Ön ümdeki tip dönüyor. Bu
Lecyfre, etiyle kemiğiyle ve nüanslanyla C.G.T. delegesi.
"Yeter, Malaussene, kapa çeneni ! "
Gözlerim önce huşu halindeki kalabal ık, sonra Lecyfre'in traşlı
ensesi, en son da resmi tribün üzerinde gezin iyor. Hiç kuşkusuz Sa
inclair'in bir yeteneği var. Hiç kuşkusuz benim asla anlayamayaca
ğım bir şeyi anlamış.
25
fazla namuslu bir şey işte. Kendisine başka bir tane almak isteyen bi
rinin kostümü. Sanki ilk sefermiş gibi elimde tutuyorum. B ir ses be
ni dalgınlığımdan sıyınyor:
"Ne planlıyorsun , Ben? Benimkilerden biri ile değiştirmek ister
misin?"
B u Theo, bu sabah Cerutti giymiş. Otomatik fotoğraf seanslan
için o kadar sık kostüm değiştiriyor ki dolabında yer kalmadığından
benimkini de kullanıyor. Tck anahtanmız var. Her sabah iş kıyafetimi
onun İtalyan-Hollywood karışımı el biselerinin arasından alıyorum.
"Gerçekten, bir tane ister misin? Alsana ! "
Elim rcddcdiyor.
"Mcrsi, Theo, sadece üniformanın neşeli haline bakarak, aslında
bu iş için acaba gerçekten uygun muyum diye düşünüyordum. "
O zaman kocaman gülümsüyor.
"Ben de elbiselerime bakarak her sabah bunu düşünüyorum. He
tero olmak için yaratılmışım diyorum, ama işte ben ibneyim."
26
dar iyiydi ki, sayılan gittikçe artan bir şekilde, tezgahlarda gün boyu
rahatça ufak tefek işler yapmaya geliyorlardı.
" Ben sokaktan geliyorum, nasıl olduğunu bilirim, onlan bırak
maya niyetim yok, sonlan kötü olabil ir! "
Asırlıklann istilasına itiraz edenlere verdiği cevap bu.
"Burada dünyayı yeniden kuruyorlannış gibi hissediyorlar ken
dilerini, parayla değil ya."
Theo işinde yükseldikçe ihtiyarcıkların sayısı da arttı. Gittikçe
daha uzaktaki huzur evlerinden gelmeye başladılar. Ve, Sainclair, onu
Tamirat imparatoru (çünkü olmayacak malzeme ile Paris'i yeniden
inşa edebileceği gibi, banyosunu yenilernek isteyen birine elektrikli
çim biçme makinesi de satabilir) ilan ettikten sonra, bodrum katının
tamamı Th�o'nun ihtiyarcıklanyla doldu.
"Cennetlerinden bir ön-görüntü. "
"Bu gri gömlekleri d e nereden bu ldun?"
"Ev imin yakınındaki bir öksüzler yurdunun satışından. Üstlerin
de bunlar olduğu sürece nerede olduklannı her zaman bilebiliyorum
hiç olmazsa."
27
6
Öğlenin ilk saatlerinde sepete iki üç şikayet düştü bile. Bunlardan bi
ri yatak reyonu ile ilgili ciddi bir bela. Lehmann beni çağırtıyor.
Oyuncak reyonunun önünden geçiyorum. Patlamadan hiçbir iz kal
mamış. Tezgah tamir edilmedi ama o gece aynısı ile değiştirildi. San
ki patlama olmamış, sanki herkesin katıldığı bir hayatin kurbanı ol
muşum gibi garip bir duygu. Sanki hafızamdan bir parça kesrnek is
tiyorlarmış gibi . Yürüyen merdiven oyuncak reyonunu mağazanın
uğuldayan derinliklerine iterken, moral bozucu düşünceler.
Lehmann'ın bürosunda öfkeden kuduran tipin omuzlan o kadar
geniş ki, cam kapıyı tıkıyor. Güneş tutulmasına neden olacak bir sırt.
Tabii Lehmann'ın yüzünü göremiyoru m. Müşterinin spor ceketinin
altındaki kastann titremesine ve boynundaki kızarmış derinin altın
da atan damara bakılırsa Lehmann fazla uzakta olmamalı. Karşısın
da duran adam daha önceki zararsız yarmalara benzemiyor. Sesini
yükseltmeyen bir kanlı. En kötü cins. Büroda tek bir adım atmıyor.
Kapıyı ardından kapıyor ve parmağını Lehmann'a uzatıp suçlamala
nnı mınldanıyor. Üç kere tıklatıyorum. Hafifçe tak, tak, tak.
"Girin ! "
Uff! Lehmann'ın sesindeki korku. Yarma, dönmeden kapıyı açı
yor. Dayak yemiş bir köpeğin korkulu kıvraklığıyla adamın kolu ile
kapının kasası arasından süzülüyorum.
"Üç gün hastane ve on beş gün rapor, Kalite Kontrolünüzün ölü
sü çıkacak buradan. "
B u müşterinin sesi. Tam d a beklediğim gibi yansız v e tehlikeli
bir kesinlik dolu. Şikayet etmeye, tartışmaya veya talep etmeye gel
memiş, hakkını gücüyle kabul ettirmeye gelmiş o kadar. Başka bir
yol bilmediğini anlamak için ona bir kere bakmak yeterli. Bunun
onu sosyal basamak olarak fazla yükseltmediğini anlamak için de
ikinci bir bakış yeterli. Bir yerlerde onu rahatsız eden bir kalbi olma
lı. Fakat Lehmann bu tür şeyleri hissctmiyor. Vurmaya alışık olduğu
için bir tek şeyden korkuyor: kend isine vurulması. Ve bu alanda, di
ğeri daha baskın.
Lehmann'ın kim olduğumu açıklamaya cesaret etmesi için yeter-
28
li korkuyu bakışlanma yerleştiriyorum. İki sözcükle hedefi on ikiden
vuruyor; bu, mesleği dalgıçlık olan Bay Bilmeınne (bu aynntıyı ni
ye söylüyor? kaslann gerçek olduğunu bildirmek için mi?) geçen
hafta masif tahta mobilya reyonundan 1 40'lık bir yatak ısmarlamış.
" Masif tahtalar size bağlı değil mi, Malauss�ne?
Kafamla çekingen bir evet işareti.
"Yani, Bay Malaussene, sizin bölümünüzden, oyma cevizden,
T.P.885 referansına uygun 140'lık bir yatak istenmiş ve bu yatağın
başucundaki iki ayak ilk kullanışta kınlmış."
Ara. Alt çenesi bir çiklet parçasına işkence eden dalgıca kaça
mak bir bakış. Paketi bana teslim etmekten memnun Lehmann'a bir
göz atış.
"Garanti," diyorum.
"Garanti tabii ki devreye girecek, fakat sizin sorumluluğunuz baş-
ka yerde, yoksa sizi çağırtmazdım."
Pabuçlanma uzun bir bakış.
"Yatakta başka biri daha varmış . "
Korkusu e n derin olduğu zaman bile Lehmann b u tür zevklerden
vazgeçemez.
"Genç birisi, ne demek istediğimi ... "
Fakat gerisi yarmanın kaynak makinesi gibi bakışlan altında bu-
harlaşıyor. Ve az ve öz olarak kendisi tamamlıyor:
" B ir köprücük ve iki kaburga kemiği. Nişanlım. Hastanede. "
"Aaah ! "
Sahici bir çığlık attım. B ir acı çığl ığı . B u ikisini de havaya sıç
rattı.
"Aaah ! "
Sanki mideme vurmuşlar gibi. Sonra dirseğimin ucuyla, tam göğ
sümün altından göğüs kafesimi sıkıştırıyoruro ve bir kefen bezi kadar
beyazlaşıyoru m. Bu sefer Herkül, bayılacak olursam beni tutmak
üzere bir adım öne geliyor.
"Bunu ben mi yaptım?"
Boğulma başlangıcı, beyaz bir sis. Sallanarak Lehmann'ın masa
sına tutunuyoru m .
" B u n u ben mi yaptım?"
Bu çam yarmasının, tramplenin tepesinden Louna veya Clara'nın
üzerine düşüp onlann bütün kemiklerini kırdığını hayal etmek sahici
29
yaşların dökülmesine neden oluyor. Ve yüzüm yaş içinde soruyorum :
"Adı neydi?"
30
dinden emin, tek başına bütün garnizonu çökertmeye hazır. Ve bir
den, ölüme yakın olduğuna inandığı, yaşı belli ol mayan küçük bir
adamla karşılaşıyor (yourself Malaussene!) ve zavallı tip, her zaman
olduğu gibi, aşın insancıllıktan eriyor. Benim dalgıç arkasını döndü
ğü zaman pabuçlanna baktım ve "inşallah paletlerinin durumu daha
iyidir," diye düşündüm.
Şimdi ben kapıyı açıyorum:
"Bugünlük bu kadar yeter, Lehmann, eve dönüyorum. Eğer ge-
rekirse Th�o benim yeri me bakar."
Lehmann'ın gülüşü boğazına tıkılıyor.
"O bunun için para almıyor! "
"Bu iş için hiç kimsenin para almaması lazım."
Cevap vermeden önce, elinden gelen bütün küçümserneyi gü
lümsemesine yerleştiriyor:
" Ben de aynı fikirdeyim . "
(Mekanik kolu hak ediyorsun, Salak.)
31
7
32
meye başlıyor. Yaptığı kaka ile ne yüksekliği ne de yönü tutuyor ama
aldırmıyor. Jul ius heraat ediyor, yapması gerekeni yaptı . Büyük bir
mağazadaki tezgah değil o: onun hafızası var. İçinde ne olduğunu
bilmese de var.
Yüz metre ileride, Belleville alacakaranlığının üzerinde bir mü
ezzinin sesi yükseliyor. Minare işlevini neyin gördüğünü biliyorum.
Sıvaları dökülmüş bir binanın üçle dördüncü katlannın arasında bir
sahanlık Iombozu ya da küçük kare bir tuvaJet penceresi. Bir süre
kendimi, başka bir yerden gelen bu din adamının sızlanışlanna bıra
kıyorum. Kutsal dikenleri Peygamberin donuna kadar uzanan bir
gülhatmiden bahseden bir sure olmalı. Bu seste sürgünün dayanıl
maz acısı var. Mağazadaki parçalanmış ölüyü ilk kez tekrar görüyo
rum. Sonra Louna'yı düşünüp bir pislik olduğuma karar veriyorum.
Sonra yine Courbcvoie'daki garajcının bağırsakları. İkinci kez kus
mamak için bir ağaca dayanacak vakti ancak buluyoru m . Koutoubia'
ya girmek için adımlanmı sayarak bulvardan geçiyorum.
Julius hemen mutfakta Hadouch'u bulmaya gidiyor. Konuşmalar
ve dominolann şakırtısı müezzinin sesini bastırıyor. Havada sigara
dumanı var ve tipierin çoğu pastis bardaklarının ardında oturuyor.
Lombozdaki Müslüman kardeş, cemaatini İslam'ın saflığına geri çe
kebilmek için çok uğraşacak sanıyoru m!
Beni görür görmez yaşlı Amar en büyük gülücüğünü sun uyor.
Saçlannın beyazlığı karşısında her zaman şaşırıyoru m. Tezgahın et
rafından dolaşıp beni kolianna al ıyor.
"Eee oğlum, nasılsın?"
"İyiyim . "
" Ya annen, i y i mi?"
"İyi. Dinleniyor. Chalons'da."
"Ya çocuklar, iyi mi?"
"İyi.."
"Onları getirmedin mi?"
"Ev ödevlerini yapıyorlar."
"Ya senin işin, nasıl gidiyor?"
"Patlıyor ! "
Beni bir masaya oturtuyor, bir e l hareketi ile kağıt bir örtü seri
yor, karşımda gerilmiş kolianna yaslanarak durup bana gülümsüyor.
Ben soruyorum :
33
" Ya sen, Amar, nasılsın?"
"İyiyim, teşekkür ederim."
"Ya çocuklar nasıllar?"
"İyiler, teşekkür ederim. "
" Ya kann? Kann Yasmina nasıl?"
"İyi, tanrıya şükür."
"Ne zaman bir tane daha yapacaksın?"
"Sonuncuyu yapmak üzere gelecek hafta Cezayir'e gidiyorum."
34
oyuncak tezgahını değiştiren Sainclair'in "yardımcılannın" özel ha
yatlannı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi tehdit altında satış yapma
ya devam eden mağazanın kahramanlığını özen göstermeden araştı
nyorlar. (The show must go on!) Etrafımızda ipler gerilmiş, Clara'
nın fotoğraflan kuruyor. (Bu tutku onun lise bitinnedeki Fransızca
yeterlilik sınavı hazırlığından kaç saatini çalıyor acaba?) Ufaklığın
Noel Gulyabanisi fotoğrafları var. Diğerleri Belleville'in kayboluşu
nu ve yannın güzel şehrini oluşturacak bu dümdüz akvaryumlann
ortaya çıkışını anlatıyor. Sonra arınemin bir fotoğrafı, gencecik, be
nim doğduğum sıralarda ... Gözlerinde o zaman bile başka diyariann
açlığı var.
"Negatifi sende miydi?"
" Hayır, yeniden çektim. "
"Onu çerçeveleyelim," diyor Jt!r�my, "böylece bir daha kaçamaz."
Therese, sanki hepsi dev bir romana girecekmiş gibi hiç ayn m
yapmaksızın n e söylenirse stenoya çekiyor. Sonra birden sabit, iştah
sız rahibe bakışı üzerime çarpıyor.
"Ben?"
"Th�r�se?"
"O ölü, Courbevoie'lı garajcı . . . "
"Evet?"
"Onun yıldız haritasını çıkarttım, bu şekilde ölmesi gerekiyordu."
Clara bana hızlı bir bakış atıyor. Ufaklığın uyuduğundan emin
oluyorum ve her zamanki gibi alay etmemesi için bakışlanmla Je
remy'yi kurşuna dizi yorum. Bu işlem tamamlandıktan sonra elimden
gelen bütün ilgiyi güzel yüzüme yerleştiriyorum.
"Anlat, seni dinliyoruz."
"21 Ocak l 9 19'da doğmuş, Ben, ölüm ilanında böyle yazıyordu.
O gün, Mars, Uranus ile 325 derece yapıyordu ve bunlar da Satüm'e
I 46 derece karşıttılar."
"Yok yahu?''
"Sus Jeremy. "
" Mars, yani hareket, şiddetli karışıklıklar gezegeni Uranus ile
birleşip, Satüm'e karşıt olduğu zaman bu yaratıcı ve kötülük dolu bir
tabiatın göstergesidir."
"Emin misin?"
"J�remy sus."
35
"Mars ve Urar us 8. hanede olduğu zaman şiddetli bir ölüm ola
cağını belirtirler, yani Mars'ın radikal Ay'dan geçmesiyle olacak bir
ölüm, bu da bu 24 Aralık'ta oldu ! "
"Oiamaaaz! "
"Jeremy... "
36
diyormuş gibi yapıyoru m; yeniden bulma zevkini tatmak için . . . Bu
sahte tesadüflerden birinde, adrenalin, içimdeki bütün küçük saçları
havaya kaldınyor. B ir şey beni rahatsız ediyor, bakışını yakalayamı
yorum. Saçı çok fazla. Ve fazla hareketli. Ona gelince, onun beni
fark etmediğini söylemeye gerek bile yok. (İş kıyafetimin saydamlı
ğı.) Bu küçük oyunu bir süre oynuyornın ve olay meydana geldiğin
de mutlak bir istek düzeyine ulaşıyorum. En azından beş dakikadır
şetland reyonunun önünde oyalanıyordu. Birden parmakJan fırladı,
kıvnldı ve küçük bir kazak avcunun içinde tamamen kayboldu, son
ra el çantaya gitti, çanta yuttu ve boş bir el dışarı tükürüldü.
Onu gördüm. Ama tezgahın diğer tarafında bulunan kat güvenli
ği Cazeneuve de onu gördü. Neyse ki ben ondan daha yakını m. O tez
gahın çevresini dolaşana kadar, beni güzel hırsızımdan ayıran iki adı
mı çabucak atıveriyorum . Elimi çantasına daldırıp bana doğru dön
meye zorluyorum ve kazağı çıkartıp deniyormuş gibi omuzlarına tu
tu yorum. Aynı zamanda dişlerimin arasından düşüneeli bir hava ile:
"Aptal olma, j umalci hemen arkanda," diyorum.
Yalnızca itiraz etmeme refleksine sahip olmakla yetinmiyor, üs-
telik güzel boğuk bir sesle:
"Bana yakıştı, değil mi? Ne dersin?" diyor.
Beklemediği m için abuk sa bu k bir cevap veriyorum.
"Gözlerine çok uydu Julia Teyze, ama saçianna uymadı."
Aslında sadece gözlerini görüyorum. Neredeyse bumumu gıdık-
layacak kirpiklerle çevrelenmiş altın yaldızlı iki badem. Bu iki mu
cizenin ardında iki başka göz beni kurşuna diziyor. Bunlar Cazene
uve'ünkiler. Kazağı aldınşsız bir şekilde tezgahın üzerine bırakıp,
başımı ukalaca geriye atarak, kızın üzerine tutmak için başka bir ta
ne seçiyorum. Kendine gelen Cazeneuve işe karışıyor. Dosdoğru ko
nuya giriyor.
"Oynamayı bırak Malauss�ne, bu karının ilk kazağı çaldığını iyi
gördüm . "
"'Bu karı' m ı ? Müşteri ile ne biçim konuşuyorsun Cazeneuve?
Hem de senin gibi iyi bir aile çocuğu?"
Bunları, başka bir şey düşünen birisinin dalgın ses tonu ile söy
lüyorum. Zira bu ikinci kazak benim sevimli aslana çok yakışıyar
(karar verdim giyim işine gireceğim ! ) . Ve:
"Bu sana çok yakıştı, Julia Teyze," diye ekliyorum.
37
"Julia Teyzeme" hayran hayran bakan bir tek ben değilim. Müş
terilerin bir kısmının nefesi kesildi. B unların arasında, yumuşak ta
vırlı ve bembeyaz saçlı, yeşil bir sepet taşıyan ve bizi tam anlamıyla
bakışlanyla yiyen yaşlı bir çift de var.
"Malauss�ne, lütfen, işime engel olma."
B u gıcırdayan Cazeneuve. Bu arada, Theo'nun ihtiyarcıkların
dan biri, bizim biraz ötemizde bir vibromasörü iç ediyor.
"Senin işini engellemiyorum, Cazeneuve, senin fazla zevk alma
nı engelliyorum."
"Küçük hanım, bu şetland kazağı çantamza attığınızı gördüm ! "
Kız, bir cankurtaran simidi gibi bakışıma ası lıyor. Geniş bir yüz,
çıkık elmacık kemikleri, nemli dudaklar.
"Ben sana nerede bronzlaştığını soruyor muyum ki, Cazene
uve?"
Tam on ikiden vurdum. Cazeneuve, suratının güzel pişmiş tuğla
rengini güneş lambalan reyonunda her gün bedavadan yeniliyor.
"Julia Teyzemi rahat bırak yoksa suratma bir tane yiyeceksin,"
diye ekliyorum.
Tamamen hareketsizleşen mağazada sanki yavaşlatı lmış gibi o
anda olan oluyor. Cazeneuve k ireç gibi bir renk alıyor. Onun hemen
arkasında, iki sevimli ihtiyarcık gülümseyerek birbirlerine dönüyor.
Ve asırlık öpüşlerini gerçekleştiriyorlar. İnanılmaz bulaşıcılıkta şeh
vetli bir öpücük. B irbirine kaynaklanmış karınlan arasından yeşil se
pelin kenarını görüyorum. Elma yeşili.
Ve Cazeneuve vaat ettiğim tokatı yiyor. Ama tokatı atan ben de
ğilim. Yaşlı kadından kopan kol. Oradan çıkan kan gayzerinin çizdi
ği mükemmel eğriyi bakışlanmla takip ediyorum . Erkeğin yüzünü
çok net olarak görüyorum; beyaz, bebek saçlan kadar ince, Roma ti
pi kesilmiş bir perçemin altından şaşkın bir bakış. Cazeneuve'ün su
ratını görüyorum. Birden gevşeyen yanağı darbenin dalgasını bütün
yüzüne yayıyor.
Ve ancak ondan sonra patlamayı duyuyorum. Kafaının içinde da
ğılan tuğladan bir duvar. Öne doğru fırlayan Cazeneuve, beni ve Ju
lia Teyze'yi yere düşürüyor.
38
9
39
türüyorlar. Biri omzuma vuru yor. Dönüyorum. Tarihin hep kötü bir
şekilde tekerrür ettiğinin bir kanıtı olarak, geçen seferki küçük itfa
iyeci bana olayı anlatmaya başlıyor. İki pembe solucan, ince bıyığı
nın altında hareket ediyorlar. Fakat onu duymuyorum - ne güzel !
40
"Arabanız yok mu? Sinin, ben sizi götüreyim."
Julia Teyze'nin arabasına biniyorum.
"S ize sorumluluğu üzerinize aldığımza dair bir kağıt imzalattılar
mı? Bana da. Kendilerini koruyorlar tabii, normal."
Dört beygirini bir transatiantik gibi hiç sarsınadan kullanıyor.
Aletin ne olduğunu bilenler için bir çeşit marifet sayılır. P!re-Lacha
ise'e doğru gidiyoruz. Julia Teyze konuşuyor. O konuşuyor, ben elma
yeşili sepeti ve onun üstüne kapanan göbekleri görüyorum. Sonra
Cazeneuve'ün korku dolu bakışını . Kolum üzerine bahse girerim ki
Cazeneuve'ün hiçbir şeyi yoktur. Sadece korktu o kadar. Bomba, iki
göbeğin oluşturduğu sımsıkı kapalı yuvada patladı. Rafadan bir yu
murtanın içindeymiş gibi.
"Melekler gibi çü k! eri kalkıyordu ! "
Çükü kalkan melekler mi? Hangi melekler? Kimin çükü kalkı
yor? Julia Teyze bana tarifsiz bir özlernin gölgelediği gözlerle ba
kıyor.
"Sandinistler," diyor, "Melekler gibi çükleri kalkıyordu. Zaman
sınırlaması olmadan. Gülerek düzüşüyorlardı. Uzun ve yakıcı sefer
lerden geliyorlardı, yangınımı tamamen söndürene kadar. B unu bir
kere hissettim, Küba'da, devrimden hemen sonra. On dört yaşınday
dım. Konsolos olan babamın kovulmasından iki gün önceydi. Ondan
sonra oraya yeniden gittim ama bitmişti: artık gerçekçi sosyalist erek
siyon ve Stahanovcu düzüş vardı. .. "
Bir ara susuyor. Ben bir nefes alıyorum (Acaba bomba mı onu
bu hale getirdi?) Kırmızı ışık yeşile dönüyor. Julia Teyze arabası ile
aynı anda hareket ediyor.
"Şimdi artık Nikaragua'da da iş kalmadı ... Yapısalcı zevkler."
Tiksinti ile buruşan yüzü birden gevşiyor ve buğulu güzel sesi
güvenli bir mutluluğa dalıyor.
"Çok şükür ki hala Moisler, Maoriler, Satareler var."
"Satareler m i?"
" B rezilya Amazonu'ndaki Satareler! "
Ve fikrini geliştiriyor:
" Belirgin, net, uzun kaslan var. Omuzlan ve kalçalan parmakla
rının arasında erimiyor. Çüklerinde başka hiçbir yerde bulamadığım
satensi bir yumuşaklık var. Ve sana girdikleri zaman, bakır kaplı
Galle 1 900'ler gibi içeriden aydınlanıyorlar."
41
Paris'in kış ve gece manzaralan yanımızdan geçerken, Julia Tey
ze teorisinin mükemmel çatısını geliştiıiyor. Ona göre, düzgün bir
şekilde düzüşenler, yalnızca başarının ertesindeki devrimciler ve pıi
mitif halklar. Her ikisinin de kafasında sonsuzluk var, sanki sonsuza
kadar sürecekmiş gibi ve şimdiki zamanı yaşadıklarını göstererek dü
züşüyorlar. Dünyanın geri kalanında ise, insanlar ya geçmişi ya da
geleceği düşünüyor, saygı duruşunda bulunuyor ya da başarmış gibi
yapıyor; kendini tekrarlıyor veya çoğalıyor, fakat kimse kendisi ile
ilgilenmiyor...
Sesi inanılmaz derecede ikna edici hale geldi.
"Yani kendisiyle ilgilenmek derken, burada, birbiriyle, şimdi,
sen ve ben demek istiyorum ... "
B ütün farlanm Julia !eyze'ye döndü. Bir saniye bile onu gözle
rimden ayırmıyorum. Şehıin ışıklan vücudunun kıvrımlarını yaldız
lıyor. Sonra birden aydınlık bir vitrinin ışığı altında onu bütünüyle
görüyorum. (Mamma mia ! . . )
10
Arabayı çift sıra park ettik, benim iki kat merdiveni sanki kovalanı
yormuşuz gibi çıktık, kendimizi Büyük Sahra'da zaman zaman akıp
sonra kaybolan dereye atıyormuş gibi yatağa attık, birer alev haline
gelen elbiselerimizi çıkardık, iki memesi yüzüme patladı , ağzı üstü
me kapandı, benimkisi onun Maori isteğinin çarpıcı öpüşüne kavuştu,
ellerimiz her yönde koştu , okşadı, yoğurdu, kucaklayıp sarıldı, girdi,
bacaklanmız kıvnldı, baldınlanmız yanaklarımızı hapsetti, kannları
mız ve pazulanmız sertleşti, yatağın yaylan cevap verdi, odaının eko
ları da cevap verdi ve birden Julia Teyze'nin muhteşem aslan başı ka
rışıklığın ortasında yükseldi ve artık sert olnn scsi:
" Neyin var?" diye sordu.
"Hiç," diye cevap verdim.
Hiçbir şeyim yok. Gerçekten yok. İki kabuğunun arasında salla
nan ve kafasını dışarı çıkartmak istemeyen yumuşakçam dışında.
Herhalde bombalann korkusundan. Fakat kendi kendime yalan söy-
42
lediğimin farkındayım. Aslında odamda bir sürii insan var. Patlaya
cak kadar dolu. Yatağıının etrafında hazır ol vaziyette seyirciler du
ruyor. Herhangi bir seyirci de değil! Sandinistler, Kübalıl ar, Moisler,
Satareler, çıplak veya üniformalı, kundaklı yaylar veya Kalaşn ikof
lar kuşanmış, heykeller gibi zırh giymiş ve yaldızlı zafer taçlan tak
mış. Onların çükleri kalkıyor! Ve elleri kalçalannın üstünde gergin,
eğik, sık saygı sıraları oluşturuyorlar ve bu beni kesiyor.
"Hiç," diye tekrar ediyorum. " Bir şeyim yok. Özür dilerim."
Ve yapacak başka bir şey kalmamış gibi gülmeye başlıyorum.
"Üstelik komik mi buluyorsun?"
Bunu komik bulmadığım için de gülebilirim. Ona anlatıyorum.
Tekrar özür diliyorum. Etrafımızın bir olimpiyat jürisi tarafından çev
riidiğini ve yanşmalarda hiçbir zaman başarılı olamadığıını söylüyo
rum.
"Anlıyorum," diyor.
Ve o anlatmaya başlıyor. Bizim başarısızlığımız, Acıuel'in bir
sonraki sayısı için hazırlaması gereken primilif ve devrimci aşklar
hakkındaki araştırmasının son sözü olacak.
"Ah ! " diyorum, "Actuel'de mi çalışıyorsun?"
Evet orada çalışıyor.
"Biliyor musun, aşkı öldüren şey aşk kültürüdür: Diğer erkekle
rin çükünün kalklığını bilmese her erkeğin çükü kalkardı ! "
Düşüncesini gelişti rirken onu okşamaya çalışıyorum, fakat elimi
itiyor. Hayır, ikame yok.
"Evet, yaratıcılığı öldüren şey referanslardır. . .
"
43
ll
44
" Vixi Maria, que moça linda ! "
"E o rapaz tambt!m! Olha! O pelo tiio branco ! "
Julia, tatmin edilmemiş arzularının etkisiyle rüyalan gerçekleş
miş gibi hayranlık ve inanmazlık arasında garip bir ruh halinde.
"Parece o menina Jesus mesmo ! "
B u son söz o kadar komik bir tonda söyleniyor ki, herkes, anla
mayanlar bile gül meye başlıyor. Okşamalar artıyor, Clara'nın flaşı
patlıyor, Julius, sahibine doğru yol açmaya çalışıyor, Jeremy gözleri
ni fincan gibi açıyor, Louna hamile bir kadın gibi gülümsüyor, Ufak
lık, bacaklarını bitiştirmiş zıplayarak ellerini çırpıyor, Therese olan
ların bitmesini bekliyor, Julia okşamalara cevap vermeye başlıyor ve
ben, mavi kepli ahlak meleklerinin eşliğinde, sosyal hizmetler perisi
nin gelmesinden feci şekilde korkuyorum. Ama hayır, bu güzel par
tinin yaratıcısı geliyor.
"Theo ! "
Arka cebinde en beyazından bir marul göbeği deseni olan otlak
yeşili bir kostüm giymiş ve marul göbeğinin üstüne bir gül yaprağı
iğnelemiş. Ufaklığın albümünde Th�o'nun böyle bir resmi var ve ar
kasındaki yazıda "Bu, Theo arnıanda yemek verirken" diye yazıyor.
Ve bana bakıyor.
"Evet, evet benim ! Ağabeylerinin havaya uçtuğunu duyunca kü
çük ailen kime gider? Tabii ki bana ! Ne yazık ki bu akşam evde yok
tum, beni almaya ormana geldiler."
"Ormana mı?"
" Boulogne Ormanı'na. Bu akşam, savaş kıyafetleriyle dondukla
rı için onları teselli etmek üzere Brezilyalı arkadaşianma yemek gö
türdü m. Hastanede bir şeyin olmadığını duyunca da, bunu kutlamak
üzere hepsini alıp sana getirdim. Sevgi dolular değil mi?"
(Boulogne Ormanı ... Zavallı küçüklerim ... Bir gün bütün ağa
beylik haklanını elimden alacaklar.)
Devamını aşağıda, çocukların odasında getiriyoruz; bir Brezilya
kutlaması yaratıyoruz. Jt!remy, apartmandaki bir arkadaşından, Gü
ney Amerika kıtasının çok-cinsiyeıli şarkıcılarının en baygını olan
Ney Matogrosso'nun bir plağını almış. Müzik avaz avaz bağırıyor,
Ju lia Teyze ete kemiğe bürünmüş rüyalanyla dans ediyor. Ben, Theo
ve Clara'nın yumuşak bakışlan altında Brezilya kahvesi üstüne Bre
zilya kahvesi içiyorum. Jeremy, bir evde ses getirebilecek ne varsa
45
Another random document with
no related content on Scribd:
and a bang right in Carstairs' face. Promptly and coolly he switched out and
went through the complicated operation necessary to isolate that section.
"It does upset you if you get it badly. What did you get, four hundred?"
"Two thousand."
"Good Lord. That's usually fatal. How did you manage it?"
Carstairs was silent for a moment; he looked at Smith who was down
below in the engine room, then he turned and faced Thompson.
"It was my own fault. I was fooling about, trying some experiments,
you know—and tired. It knocked me over. Smith and Darwen brought me
round; Smith was jolly decent. You needn't say anything to him about it if
you don't mind, it was his request." He looked Thompson steadily in the
eyes like a practised liar.
Carstairs felt a singular satisfaction that he had gauged the trend of his
luck so accurately. He went down to the works to see Thompson and get a
day off. Thompson looked rather disappointed. "You'll get that alright," he
said, "but I'm rather sorry. I've had an inquiry about Smith here (he held up
a letter), there'll probably be a vacancy soon. I suppose you don't think it
worth while waiting?"
Carstairs stood for a few minutes in deep thought. "I think it would be
rather stemming the tide of my luck, wouldn't it?" he remarked, quite
seriously.
Just before he left the works for the last time, Foulkes, the stoker,
accosted him.
"Not quite as tall as you, sir. A rough-looking cove. Walked with a bit of
a limp, like as though he'd bin shot or something sometime."
"Still quite enough, I expect. Poor devil! Well, thanks very much,
Foulkes, good-bye." Carstairs held out his hand. "May bump up against you
again some day. Good-bye!"
He turned and walked out across the yard, and the burly stoker looked
after him with interest and curiosity. "They comes and goes," he
soliloquized. "Rum thing about that gipsy bloke, still it ain't no business o'
mine." Which was a point of view he had acquired in the army.
"You're on with me for the first week," he said. His marvellous eyes
sparkled with delight. "Where's your luggage? I've got a cab waiting. The
new digs (I swopped this morning) are about two miles out, first-class
place; thirty bob a week each. You don't mind that, do you? Piano too. Do
you vamp? Never mind, I can do enough for two."
As they rattled away in the cab, Darwen explained: "I'm jolly glad
you've come, sort of levels up over that misunderstanding about this job."
"Yes, it is now. You're a damn good sort, you know, Carstairs. You and I
ought to run this job. Chief and chief assistant. How would that suit you?"
Darwen snapped his fingers impatiently. "Bah! He's civil and all that,
but he'll never be an engineer."
"Leave that to me, old chap. There's a daughter in the house, not bad
looking."
"H'm—ye-es."
They got the luggage stowed away and sat down in the sitting-room, a
large room on the second floor with a big, bay window looking out on the
quiet tree-shaded road. Some of Darwen's technical books and papers were
scattered on the table; there were two big easy chairs and a comfortable-
looking couch with numerous cushions scattered about; the carpet was
light-coloured and thick. The general tone of the room was light, a sort of
drawing-room effect. Probably to the expert feminine eye the curtains and
other things were old and cheap, and dirty, and everything dusty. To
Carstairs, straight from the dingy north, it appeared a palace. He threw
himself into an easy chair and putting his legs up on another, sighed with
content.
"Chopin's Nocturne."
"No? It's not supposed to appeal to the vulgar mind," Darwen laughed.
Darwen swung round on the stool and "did it again," and went on and
on, seeming to lose himself; his long, artistic fingers moved with a graceful,
loving poise across the white keys. He stopped abruptly and wheeled round.
"How's that?" he asked.
A look of pain crossed Carstairs' features. "What the devil do you make
that row for?"
"Is that so? Well, it's a jolly good imitation of a breakdown in the engine
room."
Darwen laughed. "You have a vulgar mind, old chap." He branched off
into an Hungarian waltz.
"That's better."
"Not much."
"Oh, you must. You and I are going strong this winter."
Darwen's fingers moved very slowly, it was a slow waltz tune, very
slow; his gaze was far away. "The whole world is a shop," he said, speaking
very slowly. "Everything is bought and sold; the most successful salesman
is not the man who has the best goods, but he who shows them most
advantageously. We sell our brains, you and I, our brains and nerves. The
buyers are the Corporation; this collection of greengrocers, drapers,
lawyers, doctors, and one navvy. They are entirely incapable of judging our
technical abilities, they rely on the opinion of a fool; a sort of promoted
wireman, the chief." The music ceased altogether, and he wheeled round
facing Carstairs. "And however much you grind, and swot, and work, this
fool (who only got his job because these people are unable to distinguish
between a man who can use his hands and one who can use his head) will
always fix your market value, and by his own little standard. The obvious
conclusion is to get a better place in the shop window than the fool
occupies."
Darwen blazed out into a sudden anger. "You're a fool, Carstairs. You
and your methods. It doesn't matter a curse to you how you generate your
electricity, does it? You want results, that's all! The correct methods are the
most successful, the most economical." He sobered down again suddenly
and smiled. "Look here, Carstairs, I want to make this job, yours and mine,
worth more than it is. I like this town and I want to stay here, but I must get
some bally pay."
"Hear, hear!"
"Well, I'm going to work the oracle. I'm going to know every man on
the council, then I'm going to apply for a rise."
"These things are easily worked. A man who's not handling his own
money is very generous to his friends. Can you lie?"
"I'm an expert."
"Well, we shall want to lie sometimes. The age of truth has not yet
arrived, and the man who sticks to the truth is before his time, consequently
he's not appreciated, which means, he's not paid. I want pay. How's that?"
"Very good."
"I think so too. The mistake most people make is not knowing when to
lie. To be a good liar requires more brains and just as much pluck as to tell
the truth."
"That's the idea! And they'll believe you, such is the paradox of this
lying and trustful generation."
These young men, it will be seen, were very young, but their wisdom
was much in excess of the pig-headed obstinacy of the average greybeard.
CHAPTER VIII
The works at Southville were rather larger than the works he had just
left in the Midlands, and Carstairs felt a delightful sense of exaltation as he
first took charge of a shift by himself. For eight hours he was entirely
responsible for the efficient, economical, and safe working of about 6000
horsepower of plant. He felt a sense of responsibility, of age; he felt uplifted
and steadied. He was very thoughtful, but very confident; he had taken
great pains during the week he was on with Darwen to make himself
thoroughly acquainted with everything about the station. His confidence
was the direct outcome of his knowledge; he looked at the various engines,
dynamos, boilers and switch gears, and felt that he fully grasped the why
and wherefore of it all; he reviewed the possibilities of what might happen,
what might break down, in the various component parts of the complicated
whole, and what he would do to tackle it. He considered it all very solemnly
and felt very confident; he knew he would not scare. Physically he was in
the pink of condition, his head was very clear and his technical knowledge
very bright from constant use.
"Yes," Carstairs answered, looking his chief steadily in the eyes; the
eyes were lack-lustre and heavy, they shifted uneasily and roamed round the
engine room: he stepped up to a bit of bright brass work and rubbed his
finger across it. "That won't do," he said, holding up a finger soiled with
greasy dirt. "Make that man clean that." He turned and went away abruptly.
Carstairs called the engine driver, a little man of herculean build. "I
knowed he'd spot that," the man said, in a tone of protest. "Got a eye like a
hawk, he have."
It was the first time Carstairs had noticed this man particularly; they had
been on different shifts before. He looked him over with approval; the arms,
bare to the elbow, were astonishingly big and sinewy-looking; the chest was
immensely deep, it arched fully outward from the base of the full, white
throat; the top button of his shirt, left undone, showed a glimpse of a very
white skin and the commencement of a tattoed picture ("Ajax defying his
mother-in-law," the man called it); his eyes were a bright hazel brown,
singularly piercing and steady.
"Bounce, sir." He stood up very straight, his piercing eyes resting with
steady persistence on Carstairs' face.
"Carstairs."
The man's manner was exceedingly civil and respectful, but there was
something about it that kept irresistibly before your mind all the time that
he was an independent unit, a man. After twelve years of the sternest
discipline in the world this man was as free as the air he breathed, there was
no sign of servility. The thought passed through Carstairs' mind, as he
looked at him, that this breed, truly, never could be slaves.
"I'll ask him when I see him. So you're a boxer, are you?"
"Yes, sir. Light weight, though I ought to go middle; eleven stone two
pounds, that's my weight. I can get down to ten, but I ain't comfortable,
though I 'ave a done it."
Carstairs measured him with his eyes. He seemed very little over five
feet. Later on, he ascertained that he was exactly five feet three inches.
"I see. Just wipe over that brass work, will you?"
Carstairs watched him in silence for some minutes, struck more than
ever by the appropriateness of his name; he marvelled too at the singularity
of his chief. In all that clean and bright engine room there was only that one
bit of obscure brass work uncleaned, and the chief had spotted it. "An
acutely observant man, evidently," Carstairs meditated.
Later on in the evening, the chief assistant dropped in. He was a big,
heavily-built man with a well-shaped, massive head and handsome, even
features with general indication of great strength—mental, moral, and
physical; the sort of man many women go into ecstasies over: the element
of the brute seemed fairly strong in him. To Carstairs' critical eyes and slow,
careful scrutiny, he appeared, however, somewhat flabby. He stood behind
Carstairs on the switchboard and watched him parallel machines.
This was the operation then (in which every man needs all his wits and
some more than they possess) in which Carstairs was engaged at a critical
period of the load (for be it remembered the time available is always strictly
limited) when the chief assistant stood behind him. He remained calm and
impassive, as behoved his countenance, for some time, then, just when the
phases were beginning to get longer, and Carstairs took hold of the switch
handle in readiness to plug in; the chief assistant stepped excitedly up
behind him. "Now! Be careful! Watch your volts! There! There! You might
have had that one! Look out, here she comes! Watch your volts, man, watch
your volts!"
Carstairs felt like knocking him down, he missed two good phases that
he might have taken, then he "plugged in" rather early. The machines
groaned a little, but soon settled down.
"Does that ass always play the mountebank behind a chap when he's
paralleling?" Carstairs asked his junior.
"Sometimes, he gets fits now and again: Fitsgerald, the chap that's just
left, turned round and cursed him one day. I nearly fell off the board with
laughing. Old Robinson looked at me. 'What the devil are you laughing at?'
he said. I might have got your job if it hadn't been for that. Fitsgerald got
the sack over it."
When he got home at about half-past twelve, Darwen was sitting up for
him. "How did you get on?" he asked, with his genial smile.
"Fitsgerald got the sack for cursing him over the same thing. He was a
red-headed chap. We were talking about Robinson's unpleasant ways (he'd
had a go at me the day before). I said he wanted a good cursing to cure him
of it, and I'm blowed if Fitz didn't curse him about a couple of days later."
Darwen's eyes seemed to flicker with an uncanny sort of light, his voice
dropped into a reflective tone. "Threatened to chuck him over the handrail if
he didn't go off the switchboard. Hasty chaps those red-headed fellows are.
We had a chap at school—what school were you at, Carstairs?"
"Cheltenham."
Pushing back his chair, Darwen, got up and went to the piano, he played
some very slow, soft music, slow and soothing, it breathed the breath of
peace into Carstairs' troubled soul.
"Robinson is only a fool," Darwen said over his shoulder. "I feel rather
sorry for him—hasn't got the heart of a mouse—gets in a frightful stew
when he's got to parallel himself—he's not a bad-hearted chap—done me
one or two rather good turns."
"I thought he was alright too, at other times." Carstairs felt the spirit of
peace stirring within him.
"It's kinder to him to let him drift, he doesn't mean anything—can't help
himself—nervous, you know. I just smile at him."
"Suppose that is the best way. I'll have a shot next time, anyway. Made
me rather ratty to-night."
Darwen played for some time in silence. "Chief come in at all?" he
asked, at length.
"Yes. Came in and groused about a bit of brass work being dirty."
"That's like the chief. He'll never express an opinion on anything except
its external appearance; very safe man, the chief, extremely safe, but stupid:
he'll fail, not through what he does, but what he leaves undone." He ceased
speaking, but the music went on slowly welling out, breathing good will
and trust to all mankind. It died slowly away leaving the tired listener in a
blissful state of rest. Darwen got up and looked at him with sparkling,
observant eyes.
Carstairs arose slowly from the big, easy chair, "Wish I could play like
you, Darwen."
The rest of the week passed (at the works) with singular uneventfulness,
in fact never afterwards did Carstairs have such an uneventful week on load
shift; but all the same the memory of his first week on shift by himself
remained always clear and distinct above all other experiences; never
afterwards did he feel the delightful thrill of responsibility, of excitement, of
awe almost, as he walked round the engine room and boiler house
surveying the men and plant, for those first few days, and felt that for eight
hours he was monarch of all he surveyed; with all the other men far out of
call, spreading out in different parts of the town, reading their papers, at the
theatre or music halls, while he was responsible for the lightening of their
darkness, and the safe keeping of the men and plant around him. In after life
he often reflected that the princely salary of £104 per annum was singularly
inadequate for the kingly nature of his office; but the greengrocers, the
doctors, and publicans thought it was remarkably good for a man who spent
most of his time walking about with his hands in his pockets. These works
had been making a financial loss of from £100 to £2000 every year since
they started, with the exception of one year, when, by careful manipulation
of the accounts, they managed to show a profit of £20, which, under the
expert examination of a proper accountant, would probably have been
converted to a loss of £500.
Darwen watched the finances with a keen interest. He was very
chummy with Robinson; they studied the reports of the various stations
together with great earnestness. "A loss or a profit doesn't matter much to a
corporation as long as they have continuity of supply." Darwen laid it down
as a law, and Robinson heartily agreed. That axiom was only a half truth,
but the foundation of all municipal work is only a half truth, so it did not
matter much.
Robinson was very proud. "We never have the lights out here," he said.
And Darwen smiled approval. "That's so," he agreed, and on his shift he
took care that it always should be so; he had every engine in the place
warmed up, ready for instant use, and two boilers always lighted up and
under pressure in case of necessity. Robinson approved of his method, and
the chief—the chief grumbled about the boiler house being dirty, but on
Darwen's shift it was cleaner and more tidy than on any other shift; also the
engine room was brighter and more spotless, so much and so persistently
so, in fact, that the cautious chief was drawn out of his shell to express a
decided opinion to the chairman of the electricity committee (who remarked
on it). "Yes," the chief said, with a little flicker of enthusiasm, "that man
Darwen is decidedly the best engineer I've ever had." Which remark was
not overlooked by the chairman, a doctor, a large man with a large imposing
black beard, who had been struck, as who could fail to be, by the
remarkable beauty of face and form and general impression of intelligence
of the athletic young engineer.
It was not very long after Darwen had observed the chief and chairman
in conversation and looking pointedly at him, that he developed certain
symptoms which, in his opinion, necessitated medical advice. Common
sense, he explained to Carstairs, pointed out the chairman as the man to go
to.
The doctor recognized him at once. "Hullo!" he said, looking him over
with distinct approval, for Darwen's winning, frank smile captivated him at
once. "Has the electricity got on your system?" The doctor was a jovial,
hearty man.
Recognizing it at once, "I'll soon put that right for you," the doctor said,
in his hearty, jovial way. His extensive practice was largely due to his jovial
manner; he appreciated the clear and precise statement of the symptoms.
"Ah! that's just it; it's the same with an engine, you know, 'a stitch in
time.' I like to get expert advice at the start."
This was business from the doctor's point of view. He became serious.
"Most true," he said. "Still, people will aggravate their complaints by so-
called home treatments."
Some hours later, as they sat facing each other in their big easy chairs,
Darwen said: "Didn't you say your guv'nor was a parson, Carstairs?"
"Yes. Why?"
"I have not got a guv'nor," Darwen observed, sadly; "haven't any
recollection of my guv'nor. He went down with the Peninsula coming home
from Australia. He was a mining engineer."
Carstairs was softened. "Hard lines," he said, and there was much
sympathy in his tone.
"It is," Darwen agreed. "A guv'nor helps one so much. I want you to get
your guv'nor to come down and stay with us for a few days. What College
was he at?"
"Then it's almost a cert he'll bump up against some one he knows down
here, some other parson, or somebody. I want to get into the chairman's
crowd, he's churchwarden at St James'. I'm going there."
Carstairs removed his pipe slowly from his lips and stared more or less
blankly. It was the limit of surprise he allowed himself ever to express.
"Yes, and I'm joining St James' Gym. and the Conservative Club.
Robinson has introduced me to one or two rather decent people, too;
Robinson belongs here, you know. To-morrow you and I are going to sign
on for a dancing class; Robinson's people put me on to it; Robinson doesn't
dance. I'm pretty good, and you'll be good with practice. Every fit man can
dance well with practice."
Carstairs puffed silently at his pipe for some minutes. "Will the
dividends on dancing, gymnastics, church-going, etc., pan out better than
working?" he asked at length.
"Do you think you are getting the full value of your present stock of
knowledge?"
"I beg to differ; some men get paid considerably over the value of their
knowledge."
"Well, I want to join the happy band. Shove your knowledge forward,
having due regard to the manner of your doing so, that it does not defeat its
own ends. And that is wisdom; you're paid for the combined product of
your knowledge and your wisdom. Wisdom is the most scarce, the most
valuable, and the most difficult to acquire: it is the knowledge of the use of
knowledge. Do you see?"
Carstairs smiled. "Well, it's your wisdom I doubt, not your knowledge. I
mean to say, that my application of my knowledge to my conception of
your application of your knowledge, as expressed by you in the present
discussion, leads me to doubt the accuracy of your application of your
knowledge to the case under discussion. The possible sources of error being
in my imagination or your expression, and as my imagination is a fixed
quantity, unless you can improve your expression, I shall fail to coincide
with you. How's that?"
"That's very good." Darwen took a deep breath and laughed. "Let me
have another shot. Who gets the most money, the successful professor or
the successful business man?"
"Hear, hear! That's because he's selling wisdom, while the professor is
selling knowledge."
"I disagree, on two points. Number one, the business man sells
necessities, boots for instance; the professor sells luxuries, quaternions, for
instance." Carstairs paused and quoted, "'What I like about quaternions, sir,
is that they can't be put to any base utilitarian purpose.'"
"Half a minute! Number two, the business man sells knowledge of men
and affairs as opposed to the professor's knowledge of things only."
"Chuck it."
"Not a ha'porth, my boy. And if he does, the chances are that he'll
depreciate it in the eyes of the world, or get you the sack, because he'll be
afraid of you."