Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Güzel 1st Edition Selçuk Orhan

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/guzel-1st-edition-selcuk-orhan/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Χι■νι 20th Edition Orhan Pamuk

https://ebookstep.com/download/ebook-31785450/

Biologi Sel Hafidha Asni Akmalia

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-hafidha-asni-akmalia/

The Black Book Orhan Pamuk

https://ebookstep.com/product/the-black-book-orhan-pamuk/

Biologi Sel Dr. Hj. Tuti Kurniati

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-dr-hj-tuti-kurniati/
Emperyalizmin Türkiye ye Giri■i 2nd Edition Orhan
Kurmu■

https://ebookstep.com/product/emperyalizmin-turkiye-ye-
girisi-2nd-edition-orhan-kurmus/

Osmanl■ dan 21 Yüzy■la Bas■n Tarihi Orhan Kolo■lu

https://ebookstep.com/product/osmanli-dan-21-yuzyila-basin-
tarihi-orhan-kologlu/

Biologi Sel Unit Terkecil Penyusun Tubuh Makhluk Hidup


Rahmadina

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-unit-terkecil-penyusun-
tubuh-makhluk-hidup-rahmadina/

L Esprit de sel Science culture politique Jean Marc


Lévy Leblond

https://ebookstep.com/product/l-esprit-de-sel-science-culture-
politique-jean-marc-levy-leblond/

Alianzas 1st Edition Iria G. Parente

https://ebookstep.com/product/alianzas-1st-edition-iria-g-
parente/
GÜZEL

Ya­zan: Selçuk Orhan

Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
Dijital yayın tarihi: Ocak 2017 / ISBN 978-605-09-3921-7

Kapak tasarımı: Geray Gençer

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL
Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16
Toplu sipariş için tel: 0212 373 77 44

www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr


Güzel

Selçuk Orhan
The box is only temporary.

Sylvia Plath
Garip

Havayı içine çekti, kanındaki ateşten geçirdi, üfledi. Soluğu


kulağımın arkasına usulca sırnaştı. Saçlarımın içinden ılık bir çiseleme
gibi geçti. Kim olduğunu nereden biliyordum? Okula çıkan yokuşta
yan yana nasıl yürüdüğümüzü? Ellerinin kum kuruluğunu, küt yassı
parmaklarını? Ay biçimli kesilmiş tırnaklarıyla aynı kavisli kaşlarını?
Parıltılı siyah bir deri ceket giydiğini ve –en saçması da buydu– ona
yakıştırmadığımı? Ceketin omzundaki metal aksesuarların erkekliğini
törpülediğini. Kokusundan, dün soğuk kavunu andıran bir parfüm
kullandığını ama sabah yıkanmadığı için terinin çiçeklendiğini nasıl
biliyordum? Burada kendimden başka bir yerdeydim. Başka bir
insanın kalıbında... Tanıdığım tek şey, şimdi ensemde, nasıl olmuşsa
upuzun saçlarımda, kulağımda gezinen soluğuydu; çünkü önce
ensemde bir kaşıntıyla başlamıştı. Kısa sürede bütün bedenimi bir
karıncalanma kavramış, eğip bükmüş, bir ışıktan geçirip tam buraya,
bu âna doğurmuştu.
Kendi bedenimin kokusundan ürperiyordum. Sınıftaydım, ama hep
olduğum gibi kürsüde değil, en arkadan bir öndeki bir sırada...
Sıramda dikleşip yay gibi gerilmiştim. Çözülüp çığlık atmamak için
kasılıyordum. Gömleğim, eteğim, giyindiğim her şey daralıp bedenimi
mengeneye almıştı. O, beni birkaç dakika bırakıyor, tam gevşediğim
anda bir şey daha yapıyordu... Sırtıma dokunuyor, saçlarıma ya da
kulağımın arkasına üflüyor ya da sadece ellerini yaklaştırıyordu.
Benimle birlikte derse girmek istediğinde hayır demeliydim. Benimle
birlikte derse girmek istediğini nereden biliyordum? Güvenlik
görevlisinin dalgınlığından yararlanıp duvardan atlayıvermişti, onu
gördüm, çünkü yanındaydım.
Belli etmemek için gözlerimi tahtaya dikmiştim. Arkama
dönmüyordum. Son derste olmalıydık. Kimyacı Figen Hanım,
kahverengi çerçeveli gözlüklerinin arkasında her yana kayabilen
bakışlarıyla sınıfı tarıyordu; tahtadaki basit dönüşüm formüllerini
anlatıyordu ama tutup dersi kaynatan ya da benim gibi kalbi hızla
çarpmaya başlamış birini yakalayabilirdi. Yaşlı kadınların radarları
gençlerin heyecanlarına açıktır. Figen Hanım beni kim olarak
görüyordu? Tedirgin bir öğrenci olarak herhalde. Öğretmenler
odasında göz göze gelmemeye çalışırım, çünkü şikâyetleri için
kendine geveze bir ortak arar durur. Hangi öğrencinin hangi sınıftan
olduğunu aklında tutamayacak kadar dalgındı; sınıfa öylesine gelmiş
bir yabancıyı, okul kıyafetini umursamayan zengin çocuklarından biri
sanıp geçebilirdi. O nedenle arkamdakini –bütün o alçak sesli
kıkırdaşmaya karşın– tanımamış olabilirdi.
Deftere farklı renkte kalemlerle not almaya çalıştım. Hareket eden
el benim miydi? Kısa ama ince parmaklarım vardı. Kollarımdaki
kıvırcık tüyler, elimin üstündeki yaşlı damarlar yok olmuştu. Bileğimde
incecik örülmüş alaca bir ip bilezik. Tırnaklarıma parlatıcı sürülmüş.
Renkli harflerin cümbüşünde gürültülü bir el yazısı... Ben –mecbur
olduğum durumlar dışında– sadece 0,9 kurşunkalem kullanırdım.
Beyaz boş kâğıda tek renk... Yazdıklarımın anlatılan dersle bir ilgisi
yok. Göze batmamaya çalıştığım için bir şeyler yazar gibi
yapıyordum. Biraz Figen Hanım’a, biraz da kendime... Arkamdan
bana uzanan milyon minik parmaklı bir adam vardı, herhalde bir
sevgili; bütün sinir uçlarıma dokunan, bir şiiri oluşturan harfler gibi,
bedenimi ince, kalın, ünlü, ünsüz ve alfabesiz harflerle yazan. Bu
duygunun yoğunluğu kim ya da ne olduğumu önemsizleştiriyordu. İki
kişiysek ikimizi, daha fazlaysak hepimizi silip atsındı işte. İnsan bir
şeyi istemeye başladığında yaşadığının rüya olmasının hiçbir anlamı
kalmıyor.
Fısıldayarak bir şeyler konuştuğunu işitiyordum; ne söylediğinin
hiçbir önemi yoktu. Ya da ben konuşuyordum, ne olur dursun ya da
ne olur durmasın diye. Sözcükler anlamdan değil, soluktan
oluşuyordu. Havayı çeviren, bedenine dolayan, ıslatan, delen, batan
yoğun bir soluk... Ne olur, ne olur sussaydı. Ne olur susmasaydı. Ben
hiçbir şey yapmayan bir istektim. Hepsi bu.
Gözlerimi kapatmak istiyordum ama sınıfta, otuz beş-kırk
öğrencinin ortasında, duş jeli reklamlarında kendinden geçen
kadınlar gibi görünmeyi istemezdim. Bir kadın gibi mi? Çünkü belki
de göğsüm inip kalkıyordu. Bir kadın gibi? Bileklerimin etli inceliğini
açıklıyordu bu; elimi yüzüme götürdüğümde pürüzsüzlüğe
dokunuşumu. Eteğimi, bacaklarımdaki serinliği. Gözlerim beni
olduğum yere çivileyen acımasız muhafızlara dönüşmüştü. Bakışımı
Figen Hanım’a ya da tahtada belirsiz bir noktaya sabitleyince, elim
defterde alışkanlıkla bir şeyler yazarmışçasına kıpırdayınca en fazla
kasılıp kalmış, ders dinlerken hülyaya dalmış bir kız kadar suçlu
olabilirdim. Bir kız kadar? Dersin bitmesine on dakika kalmıştı, en
azından yapma bir çiçek gibi donuk kalmalı, ama kendimi
kaybetmemeliydim. Biri bir şey sorsa çürüyüp dağılıverecektim
oysa... Onun soluğu içimi doldurmuştu. Bir ciğer dolusu öksürüğü
tutmaya çalışır gibiydim; ne boğuluyordum ne de nefesimi vermek,
onu bırakmak istiyordum. Çarp kalbim, bu kısır göğsü parçala,
içinden herkes çıksın.
Sıranın altından uzattığı eliyle belime de ulaşmıştı. Kolları uzundur.
Kollarının uzun olduğunu nereden biliyordum? Yanağımı okşarken
kendini geri çekerdi çünkü; bir gözü hipermetroptur. Ötekine göre –
dikkatli bakınca– biraz daha şiş. Bunu nereden öğrenmiştim? Dönüp
kızacak, olmaz diyecek ya da silkinip kendime gelecek takatim yoktu.
Serin bir kuyunun dibindeydim. Burada sadece ben mi vardım?
Yukarıdan ağır ağır bir kovanın inişini görüyordum. Ellerimi
uzatmıştım. Hayır, ellerimi uzatmamıştım. Ben suyun ta kendisiydim.
Suyun içinde bir benlikten fazlası olur ve hepsi birbirine dokunarak
dağılır. Başka kim vardı?
Figen Hanım’ın bet sesi içimdeki dalgalara ket vuruyordu. Arabada
midesi bulanan bir insanın her bariyerde kötü olması gibi, sarsan
darbelerle... İyileştirmiyor, azdırıyordu. Sıraya eğilip kendimi
arkamdakinden biraz uzaklaştırmak istedim. Kalem kutusunu alıp
karıştırmaya başladım. Metal bir kalemtıraş, fosforlu kalemler, birkaç
lastik toka, büyükçe bir elbise iğnesi... El yazım. Bütün harfleri büyük
ve yuvarlak. İşte b’lerin, d’lerin ve p’lerin yuvarlakları iki kez çizilmiş,
çiçek gibi. Kendimden korkacak kadar güzeldim.
Titremeye başlamadan kendimi durdurmuştum. Eller çekilmişti,
sadece sıska bir soluk kalmıştı. Kısacık bir süre yeniden kimyaya
döndüm: N2O -> ... Bu basit formüller niçin aklımda kalmıyordu? Bir
şeyin başka şeye sayılar yoluyla köprü kurduğunu çoktan öğrenmiş
değil miydim? Gerinip yaşadığım bu katılaşmış ânı yırtıp atmak,
kendimden gür bir çığlık gibi boşalmak istiyordum.
Niye bilmiyorum, elimi sıranın gerisine uzattım, onun elini tutmak
için herhalde. Şefkatin sıkıcılığını kuşanıp arkamda, bakışlarımın
olmadığı yerde kökleşen küslük çiçeğini okşamak istedim. Hiçbir
karşılık gelmedi. Gitmiş miydi? Dayanamayıp döndüm, baktım, başı
önüne eğik solukları hızlanmıştı. Döndüğümü görmedi. Aman
Allahım, kucağına bir çanta almış, sıranın altına sakladığı elleriyle
otuzbir çekiyordu; güya tedbirliydi ama dikkat eden birinin
anlamaması olanaksızdı. Yüzünde çocuksu bir hırs... Tiksinmedim,
ama başkasının onu yakalamasını da istemezdim, çünkü asıl o zaman
tiksinmek zorunda kalacaktım. Göz göze geldik. Kulaklarına kadar
kızardı; başımı hemen çevirdim; onu yakaladığım için ben hem daha
çok utanmıştım, hem de daha çok... hoşlanmıştım. Bacak aramdan
dizlerime kadar kan dolduğunu hissettim. Saldırgan, koyu, çakıllı bir
kan... Arka sırada otuzbir çekmeye devam etsin istiyordum. Dönüp
bakamadım. Elimi uzattım. Dokundu.
Bağırıp ayağa fırlamışım.
Eyüp

İnsan dediğin terbiye edilmiş hayvandır. Neye terbiye edildiğini


bilmez... Neye itaat edeceğini öğrenmiştir, hatırlamaz, sonra
hatırlatana kul köle olur.
Bu benim sırrım. Yok aslında... Bu benim bir lafım... Kafayı çekince,
bir akşam, Alamet Sofrası’nda çocuklarla konuşurken etmişim. Bana
hatırlattılar. Canım sıkıldı.
Sevmem böyle fiyakalı lafları... Kendim söylesem bile anlamam.
Ben basit bir adamım. Elimden tutan olmadı; kiminin suyuna giderek,
kiminin tepesine binerek bir şey oldum. Buna rağmen nasıl bu kadar
boşboğaz olduğuma şaşıyorum. Hem de en yaramaz, en bok püsür
adamların yanında dökülüyorum. Böyle şeyler söylediğimi işiten
herkesi sıraya dizip... Ya da kendi dilimi kesip kurtulsam. İnsan dilsiz
de boşboğazlık edebilir. Laf dilden çıkmıyor ki... Zayıf adamların tek
silahı zaten başkalarının itirafları. Kadınların hepsi gibi. İnsan sanki
ağzını açıp oradan kaçan bir kelimeyi ısırıveriyor. İşte konuşmak.
Tatsız ve can yakan şey.
Alamet Sofrası hiçbir şey değil. Yazın yerli turistlerden kazanırım
evet, ama asıl iş kumarda. Kışın, Sofra’nın sokağı insanların ayağında
sürüdüğüyle çamurlanır. Gidersiz taş döşeme yol. Girmeyi bile
sevmem. Üst kata, yazıhaneye çıkarım. Tüller hep örtülüdür ama
içeriden dışarısı ayna gibi görünür. Karşıdaki bina bir zamanlar
hanmış. Kemerli pencereleri birleştirip vitrine çevirmişler. Kapısının
üstünde bir yunus oyması. Böyle şeyleri niyeyse yerli turist seviyor...
Yabancıların umurunda olmaz ama zaten yabancı pek gelmiyor.
Geliyormuş gibi yapıyoruz sadece, İngilizce mönüler, ilanlar...
Edremitli bir müteahhit vardı. Sarıburun’un deniz görmez tepesinde
yabanileşmiş bir zeytinliği alıp pansiyon gibi bir siteye çevirmiş.
Ağaçları korumuş, iki havuz açmış, on bina, on beş konut. Ben
Paşa’nın sevk edeceği mallar için depo olabilecek bir yer ararken
denk geldim. Üstüne kurulduğu arazi çok geniş, belki elli dönüm var.
Neyi düşünerek bilmiyorum, müteahhit sitenin altına konutlardan
bağımsız odacıklar kurmuş; bunları birbirine daracık koridorlar
bağlıyor. Önce kapalı otopark diye başlamış, sonra zemin tutmayınca
sığınağa çevirmişler diye açıkladı emlakçı. Doğramalar nemden
çürümeye başlamış. Konutlar arasında mesafe çok, bazıları zeytin
ağaçlarının arasına saklanmış.
Her şeyin serbest olduğu yer burası, diye geçti içimden. Kimseye
hesap vermeyeceğim yer. Belki Paşa’ya bile. Dünyaya pençelerimi
buradan saplayacağım.
Siteyi yapan müteahhit arazi sahibiyle davalık olmuş. Başka yamuk
işleri de varmış herhalde, hapse girmiş. Orada sıkıştırıp aldım
elinden; borçlarını kapattım. Arazi sahibi de ne verdiysem razı oldu.
Mahkemeden sıtkı sıyrılmış, zaten kalp hastası. Biraz gururu okşandı,
biraz da gözü korktu. İkisi bir arada müthiş formüldür. Bir adama
saygı duyduğunu göstereceksin ama çizgiyi geçerse onu ezip
bitireceğini belli edeceksin; işte o zaman saygı gördüğü yerden dışarı
adım atmaz.
“Eyüp sıyırmış; ne yapacak bu sapa yeri?” dediler arkamdan...
Gırgır geçtiler. Yol bile yok. Çakıl dökmüşler, tek araçlık bir patika.
Kışın çamur deryası. Adam öldürsen jandarma giremez. Konutlar
bakımsız. Mutfakları zaten kalitesiz suntayla yapmışlar, hepsi
kabarmış. Havuzun gideri çalışmıyor. Isıtma sistemi bile kurulmamış.
İyi durumda olsa zaten nasıl alayım?
Tefeciye borçlandım. Beş dubleksin alt katlarındaki duvarları
yıktırdım. Mutfakları kaldırdım. Masalar koydum. Pencereleri
kararttım. Havuzun üstünü kapattırıp içini ışıklandırdım. Ofis gibi
düzenledim, bir iki havalandırma açtık.
Önce ufak ufak, adi müptelaları çekmeye başladım. Gündüzden
gidip odalara yerleşiyorlar. Akşam kumar başlıyor. Borcun taksitlerini
döndürmeye başlaması bir yılımı aldı. Tefeci boğazıma binecekti,
Paşa’yı araya soktum. “Hatrımı say” dedi. Hepsi o...
Kumar her şeyin bahanesi. Burası bir kumarhane değil, her şeyin
serbest olduğu küçük bir şehir. Özel masalar, özel odalar kurulur...
Belediyeden, jandarmadan, kaymakamlıktan, hatta ilden gelenler
rüşvet pazarlığını buradaki odalarda eder. İnsan kaçıranlar yüklerini
burada değiş tokuş eder. Oğlancılar, sübyancılar, kadınları öldüresiye
dövmek isteyenler, buranın odalarını tutar. Tek koşul vardır. Benden
başka kimse kan dökemez. Kapıdan giremeyeni içeri gizlice
soktuğum tüneller açtırdım. İsimleri, soyisimleri ve yüzleri kaydettim.
Jandarmayı, polisi mamalamak için borca girdim... Ağır topları
getirmeye başladık mekâna... Ona göre korumalar almak gerekti.
Odaları döşemek, yeme içme işlerini ayarlamak... “Honour Resort”
tabelasını astık; bu ismi kim akıl etti unutmuşum. Köpekleri bağladık.
Aydınlatmayı yerleştirdik. Bir yıl daha, iki yıl daha... Borç gırtlağa
dayandı ama makine işlemeye başladı. Üçüncü yılın ikinci ayında
tefecinin borcunu faiziyle tek seferde kapadım.
Paşa’nın hediyesini de eksik etmedim. Zeytinyağı kolilerinin
dördüne sığdırdım.
Ama hasılatı bir tek ben biliyorum. Göze batmamak için
bekliyorum. Bir hamle daha yapsam burası benim kalem olur. Ne
Paşa ne tefeci ne jandarma... Benden izinsiz adım atamazlar.
Saydım, maaşlı elemanlar dışında yedi-sekiz korumam var. Hepsi
o... Güzel para kazanıyorlar. Beni satmazlar. Para bir yana,
dengelerden çekinirler. Kumarhaneye inen ağır toplar kumarhanenin
yaşamasını ister. Mal gönderenler de... Haracını yiyenler de... Çünkü
ben bu işi kurup yürütmeyi becerdim. Adamlarım beni satarlarsa,
satan adam olurlar. Tutunamazlar.
İçimde bir şey durmuş. Sanki saatimin ayarı bozulmuş, bir
ağırkanlılık gelmiş üstüme... Hamle edemiyorum. Çıkış
düşünemiyorum. Kırk yaşına bastım... Yoruldum mu? Resort’a bile
uğramıyorum artık. Gece restorandaki yazıhanede takılıyorum.
Sonra beni bulamayacakları bir yere geçiyorum. Havaalanı yolu
üstünde kahvaltı veren mekânlardan biri benim. Bahçesini yüksek
duvarlarla çevirmiştik. Tadilat bahanesine boşalttım. Arka tarafına
lastikleri sönük bir karavan bıraktım.
Her şeyim orada. Param, tabancam, çocukluk kıyafetlerim...
Efkan

Babam her şeyi bildiğini sanan adamlardan değildi, ama her


konuda en az bir şeyi herkesten iyi bildiğine emindi. Müzikten
anlamazdı ama en iyi enstrümanları en uygun fiyata Taksim’de
Tünel’den alabileceğini biliyordu; teknolojiye uzaktı, yine de evdeki
tüplü Saba televizyonu değiştirmek için projeksiyonlu televizyonların
“yakında” gelmesini bekliyordu. Sabah gazetesinde okumuştu
herhalde ama 90’ların başında oldukça iyimser bir tahmindi bu.
Modayla arası olmamasına karşın pileli kumaş pantolon, ince deri
kemer ve sert pamuktan bol kesim bir gömleğin bana evrensel bir
yakışıklılık kattığına inanıyordu. Geçtiğimiz yıl, sömestrin son cuması
giymem için kot takım almış, ortadan ayırdığım saçlarımı adı Necip
Bey ya da öyle bir şey olan yağlı bir briyantinle geriye taramıştı.
Çenemin altına ve bileklerime kırmızı-beyaz kutusundan bayramdan
bayrama çıkardığı Old Spice’ından sıktı. Manşetli gömleği ve siyah kol
düğmelerini zor geri çevirdim. Yüzüme öyle bir bakışı vardı ki...
Dilenci gibi. İşte tam böyle olmamı dilenen bir bakış.
Bütün bunlar incir çekirdeğini doldurmayacak gerekçeler biliyorum
ama babamdan bazen tiksiniyordum. Servise para vermemek için
sabahları beni okula dizel panelvanıyla bırakıyordu. Nasıl olsa kendi
müflis işinin patronuydu, geç kalmayı umursamıyordu, belki de
seviyordu. Mesleğinin belirsiz olmasını sevmiyordum. Emlakçı, oto
galerisi ve toptancı... Hoş, sayesinde on iki yaşımdan beri araba
kullanabiliyordum. Beni niçin özel bir koleje kaydettirdiğini
anlayamıyordum. Anadolu lisesi sınavlarını kazanamamıştım işte,
nasıl bir öğrenci olacağım muammaydı, ileride babamın seviyesini
aşacağımı sanmıyordum. Aşmak da istemiyordum. Klas olmak
istemiyordum. Bazen de, örneğin panelvanı benim kullanmama izin
verdiğinde –ki aslında babamdan çok daha iyi sürüyordum– ya da
saçlarımın uzunluğuna bakıp, “Yanları jölelersen hoca anlamaz”
dediğinde babamı çok seviyordum. Ama işte arası yoktu.
Okulun ilk günü yazın boy attığım için dikkat çekeceğimi
ummamıştım. Aslında herkes uzamıştı, yani herkes iki-üç santim
kadar uzamıştı ama ben ortalamanın on santim üstündeydim. Ayı
gibiydim. Arka sıraya göndereceklerdi ve benimle aynı ayarda başka
bir ayıyla götlerimizi bitiştirip sığışmaya çalışacaktık. Ayrıca gitar
çalmayı öğrenmeye başladığım için Wraith’le, yani okulun tek rock
grubuyla birlikte aynı fotoğraf karesine girmeye koşmuştum. Beni hiç
kale almadılar, ama fotoğrafın sağdan yüzde otuzuna kocaman bir
adam olarak girdim. Sırtımda bir gitar çantasıyla tabii; hardcase değil
ama olsun, ne de olsa içinde Rus Pazarı’ndan alınmış, kalastan
bozma bir klasik gitardan başka bir şey yok. İstiklal Marşı için
bahçede sıraya girmemizden on dakika önce çekilmiş, lacivert ceket,
gri pantolon ve gri-lacivert kravatlarla poz verdiğimiz bir kare...
Herkesin sırtında gitar kılıfları asılı – hepsi bu. Hiçbir zaman bir
parçayı baştan sona dinlemeye değer şekilde çalmayı beceremedim.
“Come As You Are”ın girişini çalabiliyordum, bir de “Smells Like Teen
Spirit”... Bunları Nirvana kadar çalabiliyordum işte. “Sweet Child’o
Mine”ın girişindeki ezgiyi de... Yani dinleyenin “Bu şey miydi?” diye
soracağı kadar.
Tiyatro koluna yazıldım. Çaresizce çabalıyordum. Bir kız arkadaşım
olsun diye. Aslında ortaokulda bir kız arkadaşım olmuştu ama o pek
bir yere varmadı. Saçlarını kısa kestirdiği, daha doğrusu enseden
uzun bırakıp tepesinde kabarttığı için cüce bir Patrick Swayze’e
benzeyen çekingen bir kızcağızdı. Ara sıra el ele tutuşur ve öğle
teneffüslerinde kantinde aynı masada yemek yerdik. Evlilik hayatı
gibi bir şey... Aramıza bir yaz girdikten sonra boy farkımız neredeyse
bir metre olmuştu. Şimdi yanımda gördüklerinde başkalarının alay
etmeyeceğine emin olduğum bir kız arkadaş istiyordum. Elbette biraz
ileri gidebileceğim bir kız olsundu. Boynu, topuklarından dizlerine
kadar bacakları, belki biraz da karnı... Şimdilik yeterdi.
Çapkınlık dersleri almak için Mert’e börek ısmarlıyordum. Asla
uygulamadığım boş öğütler, bol şekerli çay ve bir kıza açılacağım
zaman her şeyden vazgeçiren ateş gibi ter damlaları... Yine de
Mert’le konuşmaktan, cep harçlığımı onunla paylaşmaktan geri
durmuyordum; galiba kendimle ilgili planlar yapmaktan zevk
alıyordum ve buna bir başkasını dahil etmeden kalkışmayı
başaramıyordum. En sevdiğim laf şuydu: “Psikolojik bir şey...” Aslında
Mert’e börek ısmarlamanın ya da istediğinde harçlığımdan asla
ödemeyeceğini bile bile borç vermenin iyi bir şey olmadığını
biliyordum. Belki arkamdan alay ediyordu, ki aptal yerine konmak
parasını kaptırmaktan daha korkunçtu. Yine de kendimi
durduramıyordum. Hayır diyememekten öte bir şeyi kaybetme
korkusuyla her seferinde teslim oluyordum.
Tiyatro koluna yazılmama Gülten Hanım önayak oldu; seçmeli
Almanca öğretmeniydi. Seçmeli dedimse, seçmeli bir ders almak
zorunlu olduğu ve okul başka alternatif sunamadığı için aslında
zorunlu bir seçmeli dersti Almanca; gerçi hiçbirimiz iplemiyorduk.
Dersler, Yusuf Kula’nınkilerden bile daha gırgır geçiyordu; kadın tam
bir avanaktı. Oğlu için Galatasaray maçına korsan bilet arıyor, bunu
bize soruyordu, bütün ders öğretmene akıl verme geyikleriyle
geçiyordu. Başka bir derste kızlara makyaj ipuçları veriyor ve toplu
taşımada tacize uğrarlarsa nasıl davranacaklarını anlatıyordu, yani
erkekler için daha eğlenceli konulardı bunlar. Sınavlarda kitap açık
oluyordu; buna karşın anlayamayan olursa kadın başında durup
açıklıyordu – Gülten Hanım’a göre sınavda bile olsa kitabı açıp
öğrenmemiz önemliydi; zaten hepimizi geçireceğini en baştan
söylüyordu. Biz de sınavda bile olsa öğrenmiyorduk. Almanca adına
aklımda kalan tek şey, “die hatte vier kinder” diye devam eden bir
şarkı; neyle ilgili olduğunu bile unutmuşum, ama ezgisiyle kalmış:
“Die hatte vier kinder...” Hatte derken “hatçe” diye söyleyip
kalabalıkta kaynardım.
Bu Gülten Hanım bir dersinde diğer yaşıtlarım gibi anırırcasına
konuştuğumu işitti. Davudi bir sesim olduğunu söyledi ve beni tiyatro
grubuna aldı. Hemen kabul ettim, çünkü danışmanım Mert’le de
konuştuğum gibi bu tür etkinlikler kız arkadaş bulmak için biçilmiş
kaftandı. Yoksa değil miydi? Bu Mert’le ilk tanıştığım günü
unutmadım. Kolejin bahçesinde benim gibi fasulyeleri bir yere
ayırmışlardı. On iki-on üç yaşındaydık; babam hep olduğu gibi geç
getirmişti beni, ilk gün bile. Sıraya girerken bu Mert’in ayağına
basmıştım. “Özür dilerim.” “Hiç önemli değil.” Ne kibardık... Bir yıl
sonra Mert’i öğle teneffüsünde bir elinde sosisli, ötekinde kaşarlı
tostla okula dönerken gördüğümde, “siyahla beyaz / ibne beşiktaş /
dön götünü sikeyim biraz” şarkısını söylüyordu. Öğle teneffüslerinde
özel veli izniyle dışarı çıkan öğrencilerdendik; bu sayede
arkadaşlığımız ilerlemişti. Mert, kızlarla çok daha rahattı; ne gitar
çalıyor ne de başka bir meziyet gösteriyordu, ama yıpratıcı ısrarlı
esprileriyle birilerini tavlamayı başarıyordu.
Kendimi kanıtlamak için tiyatro grubundaki mümkün olan en güzel
kıza yazmaya karar verdim: Ayça Demirel. Evet, böyle saçma sapan
bir soyadı. Bir kız için acayip sayılacak kadar geniş omuzlu. Gözleri
çekik, dudakları ipince. Okul dışından bir erkek arkadaşı da vardı.
Mert’le börekçide tıkınırken ikisini otobüs durağındaki bankta
otururken görmüştük – bizden belki üç-dört yaş büyük, yağlı saçları
ve kirli sakallarıyla kıronun teki. Pahalı bir güneş gözlüğü takıyordu
ve tepeden tırnağa siyah giyinmişti. “Kesin sikişe yatıyorlardır...”
demişti Mert. Bunu duymak beni hırslandırdı. “Senin de body
çalışman lazım. Tam izbandut olursun.”
Garip

Ders yılının başında toplam kalite projesi içinde öğrenciler arasında


öğretmenlerle ilgili bir anket düzenlenmişti. “Ev ödevlerinin yararlı
olduğunu düşünüyorum” ya da “Ders içinde sorularıma karşılık
alabiliyorum” ya da “Ders içinde öğrencilere karşı yaklaşımını olumlu
buluyorum” gibi sorulara, “Kesinlikle katılıyorum” ile “Kesinlikle
katılmıyorum” arasında 1-5 skalasında yanıtlar vermeleri istenmişti.
Öğrenciler büyük bir merakla ankete katıldı; açık uçlu bölümleri bile
doldurup fazladan kâğıt istediler.
Anket sonucunda öğrenciler arasında en çok sevilen ikinci
öğretmen seçildiğimi öğrendim. Birinci, elbette Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Öğretmeni Yusuf Kula’ydı. Dazlak kafası ve yuvarlağı kusursuz
göbeğiyle olağanüstü enerjik ve yardımseverdi. Haftada iki saat
girdiği din derslerini öğrenciler iple çekerdi, çünkü sübhaneke
ezberletmek ya da Uhud Savaşı’nın ayrıntılarına girmek yerine
öğrencileri gündelik konularda tartıştırır ya da basmakalıp kişisel
gelişim öğütleri sıralardı, ki velilerin çoğunu ortanın solu takılan Türk
burjuvalarının oluşturduğu böyle bir kolejde doğru bir damar
yakalamıştı. Boş zamanlarında da kolay yoldan para kazanmak için
kurnazca işler geliştirmeye çalışırdı: Reklamcılık üstüne bir kitap
çevirmeye çalışmış ama üşenmişti, hayırsız kardeşiyle araba kiralama
işine girmiş ama becerememişti, gazete bayii açmanın yollarını
öğrenmeye çalışmış ama hemen hiç ilerleyememişti, kitap satışıyla
ilgili çok yenilikçi sandığı bir fikrin defalarca uygulandığını öğrenip
hayal kırıklığına uğramıştı...
Bu adamla ilgili neden bu kadar çok şey bildiğime gelince:
Okuldaki ve galiba o dönem için dünyadaki tek arkadaşımdı.
Herhangi bir bağlılık duymuyordum Yusuf Kula’ya, olmasa da olurdu,
ama açıkçası, bazen günlerce, dersler dışında konuştuğum tek insan
Yusuf Kula olabiliyordu. Bu anket meselesinden ötürü beni çok
sevmişti; gelip tebrik etmiş, “Hocam, bizim dersler gırgırla geçiyor,
işimiz kolay. Asıl sizin gibi işi matematik öğretmek olan bir hocanın
başarısını kutlamak lazım” gibisinden bir şeyler söylemişti. Karşılıklı
iltifat paslaşmaları... Kısa bir süre sonra müdür yardımcılığı görevini
de üstlendi; muhtemelen maaşında, geri çevirmek istemeyeceği ama
tam da beklentisini karşılamayan bir fark karşılığında.
Beni çok seviyordu, çünkü kendine denk görmesi için müthiş bir
koz vermiştim eline: Ankette ikinci olmuştum. Yusuf Kula’nın birinci
olduğu, yani aslında her şeyiyle Yusuf Kula’yı ifade eden, haklı
çıkaran, doğrulayan bir şeyi doğrulayan bir başka kişi bendim.
Yedinci olsam bunu başaramazdım.
Sıradışı geçmişim de Yusuf Kula gibi meraklı bir adama göreydi.
Benim aslında NASA’da çalışması gereken bir matematikçi olduğumu
düşünüyordu; halbuki sadece bazı fırsatları kaçırmış alelade bir okul
birincisiydim. Hastalığımı da, hastalığım yüzünden terk etmem
gereken şeyleri de sevmişti. Beni dine döndürmek gibi bir saplantısı
olduğunu eklemek gerek:
“Hocam sen şimdi yaratıcı yoktur diyorsun, nefy aşamasını
tamamlamışsın. La ilahe diyorsun yani. Ona bir de illallah ekledik mi
tamamdır.”
“Nefi mi? O nedir?”
“Nefy. Tasavvufta ‘La ilahe illallah’ın ilk bölümü, yani ‘La ilahe’
kısmına nefy denir. ‘İlah yok’ demektir Arapça. İkinci kısmı da
‘illallah’, ‘Allah’tan başka‘ demek. Birleşince ‘İlah yoktur Allah’tan
başka...’ oluyor.”
“İkinci kısma bir şey denmiyor mu?”
“İkinci kısma isbat deniyor.”
“Pek isbat gibi değil ama öyle olsun.”
“Sen şimdi nefy safhasındasın.”
“Bence ikisinde de değilim.”
Pazartesi öğlene doğru revirde kendime geldiğimde başucumda
Yusuf Kula vardı; dünyayı yırtıp atan bir sırıtış, bir hastaya refakat
etmenin gururu:
“Garip geçmiş olsun. Sayende yer yerinden oynadı, keratalar blok
dersi kaynattılar...”
Neredeyse bir yıldır nöbet geçirmemiştim; hele okuldayken hiç
olmamıştı, işime konsantre olduğumda ya da örneğin kitap okurken,
hesaba dalmışken asla olmazdı.
Garip... Bu benim adım. Babam şakacı bir adammış, benim
doğduğum günü de içine alan bir zaman tasavvufla ilgilenmiş ve
Yusuf Kula’dan bu mesleğe ilişkin öğrendiklerimle karşılaştıracak
olursam her şeyi yanlış anlamış.
Yusuf Kula, öğrencilerden duyduğu kadarıyla neye benzediğimi
açıkladı:
“Hocam tam sarmal fonksiyonu anlatırken hıçkırır gibi sesler
çıkarmışsın. Boğuluyor sanmışlar. İnleye inleye nefes almışsın. Sonra
kilitlenip yere çökmüşsün. Elinde tebeşirle tahtaya böyle çizgi
çekerken... Ama düşmemişsin. Sanki böyle düşeceğini anlayıp
kontrollü şekilde oturmuşsun.”
“Rezillik” diye mırıldandım. Yusuf Kula’nın “sarmal fonksiyon”
demesi de hoştu.
“Üzme kendini Hocam. Bazı öğrenciler tedirgin olmuş. Birkaçı da
numaradan korktuk, kötü olduk diyorlar... Maksat ders kaynatmak.
Servis ayarlayıp hepsini gönderdik. Sen de istirahat et, az kendine
gelince doktora götüreceğim.”
Yusuf Kula, yeni Toyota’sıyla gezmek için fırsat arıyordu;
muhtemelen yola çıkıp “orası değil burası” diye hastane beğenmeyip
İstanbul turu atacaktık.
“Müdür Bey’e söyledim. Öğrencileri toplayıp tansiyonunun
düştüğünü söylemiş. Sara olduğunu düşünmelerini istememiş.”
“Haklı.”
Söylediği şeye bozulduğumu fark edince özür dileme niyetiyle
dizime dokundu. Nedense iyi geldi.
Hastalığıma teşhis konduğunda nerede olduğumu anlatmıştım ona.
Adı az duyulmuş bir kıyı kasabasında, Sarıburun’da, yurtdışına
gitmemi sağlayacak bir burs için kampa girmiştim. On altı-on yedi
yaşımdaydım. Aydın’da ya da Muğla’daydık. Belki İzmir’de. Denizin
olduğu bir yer işte... Uluslararası bir yarışmaya hazırlanıyordum.
Sadece matematik değil –o zamana kadar hiç üstünde durmadığım
İngilizceyi de öğrenmem gerekiyordu; hayatımda ilk kez kafam
karışıyordu, geri kalıyordum, kendimi toplayamıyordum. Şimdilerde
alıştığım hatta kanıksadığım, sevdiğim bir hal. Böyle kampları
cemaatler organize ediyordu, ben de mecbur birine boyun eğmiştim;
pek fazla seçeneğim yoktu. Kış aylarıydı, yine de hava ılıktı, serin
yağmurda parke kaplı anason kokulu birkaç sokaktan geçtiğimi
unutmamışım. Kaç kişi olduğumuzu tamamıyla belleğimden silmişim.
Balıkçıların dizildiği tenha bir çarşıdan geçerken ilk nöbet beni
yakaladı. Yakaladı diyorum, çünkü gerçekten sekiz-dokuz eli olan biri
omuzlarımdan, dizlerimden, başımdan karnımdan tutup çekiyor
gibiydi. Yürümeye çalıştım, adımım gitmedi. İlk düşündüğüm birinin
bana eşek şakası yaptığıydı. Bir fotoğrafa hapsolmuş gibi donup
kaldım. Seslerin tek bir uğultuda toplanıp tıkanması. Bazı adamların
yüzleriyle karışan bacakları. Taş binaların üstüne kazınmış eski
yabancı harfler. Dev bir sigma anımsıyorum. O anın içinde ne varsa
hepsini toplayan bir sigma. Her şey durup poz vermişti, hayatı
yaratan o ince ama yoğun dalgalar, evrenin nabzı yavaşlamıştı.
Gözlerimi kaldırımda açtım, sonra mayhoş bir uykuya dalıp otelde
yeniden kendime geldim. Yöredeki küçük bir klinikte incecik bıyıklı,
bir eli sigaralı ama zarif bir doktora muayene ettirdiler.
Kıyafetlerimdeki sarı çamurla beni evime geri gönderdiler.
Yusuf Kula’ya her şeyi tam böyle anlatmadım sanırım. Ne büyük bir
şey kaçırdığımı anladığını sanmıyorum. Kampta benden beklenenleri
başarsaydım yurtdışında bir üniversiteden kabul alabilirdim; o zaman
kim bilir, Boston’da bir evsiz olurdum belki, belki de genç bir profesör.
Kaçan yaşamın hayaline özlem duymak eksik karakterli insanların
işidir; bunu biliyorum, neyse ki karakteri yetersiz olmak değil beni
üzen. Anıt gibi karakterim olsun hiç istemedim. O ilk nöbetten önce
ne istediğini bilen, bildiği şey için de heyecan duyan bir gençtim; o
neden silindi, geriye bir öğretmenin posası kaldı. Ya da işte posası bir
öğretmen olarak iş gören bir adam. Rakamlar üstüne yüzyıllarca
geride kalmış bazı düşünceler bir de...
Yusuf Kula odadan henüz çıkmadan, birkaç dakika içinde müdürle
birlikte birkaç öğretmen daha içeri girdi; kendime geldiğimi görüp
sevindiklerini ilettiler, kaygılandılar, tansiyonumu ölçüp serum
bağlanması için hastaneye götürülmeme karar verdiler. Çabuk
toplamıştım. İyi ki ambulans çağırmamışlardı. Nöbet sırasında
gördüklerimi kimseye anlatmadım.
Bir de bu Yusuf Kula’yı beni o kampa sokan adama benzetiyorum.
Güleç, sabırlı ama kırılmayan bir inatla insanı esir eden bir irade.
Zaman kimilerinin ruhunu aşındıramıyor. Bayağılık bu işte.
Eyüp

Üç yaşındaymışım. Annem beni yüzüstü yatırıp ayağıyla sırtıma


basarak öldürmeye çalışmış. Üvey annem bunu anlatıp kıymetini
bilmemi isterdi. Anlatması yersizdi, çünkü söylediği şeyi
anımsıyordum. Toprağı ısırdığımı. Köylü çocuğu olsaydım belki ölüp
gitmiştim. Evlerin bitiştiği bir gecekondu mahallesinde sesimi işitip
kurtarmışlar. Kim bilmiyorum. İyi mi yapmış, onu da bilmiyorum.
Dokuz yaşındaydım. Beni çayırda kayrak bir taşın üstüne yatırıp
göğsümün tahtasına çakısının ucunu dayadı. Üvey ağabeyim. Çivi
çakar gibi vurdu. Yine vurdu. “Kalbini çıkaracağım.” Sahi o kaç
yaşındaydı? On dört-on beş olmalı. Çakı küçük, kör... Kesici değil ama
yukarıdan karnıma doğru bastırıp çekti. Bir eli sikindeydi. Pantolon
fermuarından ucunu çıkarmış. Bacaklarımın üstüne oturmuş,
bileklerimi bağlamış. Mor bir elektrik kablosuyla. Bir keresinde
boğazıma tasma gibi takıp beni çevresinde döndüre döndüre
koşturduğu.
Doktora ne uydurduklarını bilmiyorum: “Kemiğe dayanmış ama
daha derine girmemiş.” Ucuz kurtuldum. Bir ay sonra babamdan
dayak yedim, neden anımsamıyorum. Aslında beni severdi de, çok
kollamıştır. Dördüncü kez evden kaçtım. Döndüğümde silahlıydım.
Çakı değildi; paslı ama keskin bir komando palası. Kamer vermişti.
Çetenin reisi... Üvey ağabeyimi bacağından derin bıçakladım.
Jandarma beni yakaladı, biraz dövdüler ama vız geldi, sonra saldılar...
Ben böyle şeyleri düşünecek adam değildim. Bir adam böyle
anılara kafayı takmaya başlamışsa... Paşa, bazen “Bir şeyi anlamak
için sebeplerini bileceksin” derdi. Paşa bir bok bilmiyor bu konuda.
Sebeplere değil sonuçlara bakmak lazım. Sebeplere takarsan işte
böyle geçmişi sayıklar durursun. İnsan son gördüğü şey kadar
insandır işte... Geçmişle vuruşsan ne çıkar? Kurşunu nereye
sıkacaksın? Kaçan zamana mı?
Üvey ağabeyim topal kalmıştı. Siniri kestim herhalde. O bacağı
daha incedir. Minibüs durağında değnekçi gibi bir şey. Bekâr evinde
kalıyor. Geçen yaz uğramıştı iş istemek için. Acıdım ama ne
yapabilirdim? “Seni çok düverdi babam. Ben sakınırdım.” Düverdi.
Şimdi buna girişsem, sanki yapış yapış bir şeye girecek ellerim...
Çekip çıkaramayacağım. Ağzı sıkı değil, kafası az çalışır, korkak...
Turistik restoranda şef garson olacak hali de yok. Yirmi milyon
tutuşturup siktir ettim.
Bana köpek gibi çalışacak adam lazım. Gecenin bir vakti kaldırıp
sokağa dikebilmeliyim. Gözü kara olmalı. Boş konuşmamalı.
Biliyorum, ben yanlarında olmayınca dedikoduya başlıyorlar. Her şeyi
konuşuyorlar, bilmiyorlarsa yalan söylüyorlar, yalan uyduramadılarsa
ilk duyduklarına inanıyorlar. Bu halden zarar gelmemesi için dolap
beygiri gibi hepsini işe koşmak gerek.
Herhalde şu Selo’nun zamansız ortaya çıkması beni daralttı. Bir
tekne dolusu koliyi yığdı kumarhaneye. Hâlâ oradalar... Vereceği üç
kuruş para; hatta ödemedi. Bir haftaya alacaktı, bir ayı geçti. Sezon
başlıyor diyorum. Umurunda değil. “Paşa gönderdi...” Meydan
okumak için yer arıyor. Vursam ne olurdu ibneyi acaba? Koca kalın bir
kafa, sanki kurşun işlemeyecekmiş gibi. Kaya gibi.
Arıyorsun çıkmıyor, birden bitiyor, laf dinlemiyor... Tekne kiralayıp
Yalıyar’a geçiyoruz. Aslında beni yanında istemiyor ama mecbur.
“Bunları ne zaman alacaksın?”
“Paşa bilir. Bunlar gidince yenileri de gelecek.”
“Ne yenisi? İki haftaya kumar başlayacak. Yenisini alamam.”
“Paşa bilir. Kumar başlasın ne fark eder?”
“Nerede tutacağım bunları?”
“Depoya indir.”
“Baskın yersek?”
“Paşa bilir.”
“Paşa bilir?”
“Öyle.”
Somalili, Filistinli, İranlı... Ne bok olduğunu bilmediğim adamlarla
gelip gitmeye başladı. Suratlarına baksan altına edersin, saç sakal
birbirine girmiş, sokak ortasında adam kesecek cinsten... Ama
tırsıklar. Depoya döşek atmışlar. Yatıyorlar. Nöbete duruyorlar. Sonra
o paketler girip çıkıyor, girip çıkıyor... Sayıp saymadıklarını bile
bilmiyorum.
Su, Kola, Fanta, bisküvi istiyorlar... Beş kuruş vermiyorlar. Paşa
verecekmiş. Beş kuruş gelmiyor.
Silahlanmaya başladım. Mekânları kalabalık tutmaya başlamalı...
Efkan

Tiyatro kolunun başında üniversiteli bir genç var. Hafif kırık.


Konuşması. Kırıtması. Acayip, çünkü koyu sakallı, esmer ötesi bir
suratla dolaşıyor. Ben de tipsizim ama bundaki başka bir şey... Günde
iki kere tıraş olsa yetmez. Yanakları şişmiş yuvarlak bir kafa. Omuzlar
dar, zayıf mı zayıf... Midem bulanıyor.
Her provaya ısınma hareketleriyle başlıyoruz. Yürüme, hafif
tempoda koşma, oturma kalkma... Sonra çember halinde, el ele, kol
kola, koordinasyon hareketleri. En az kırk beş dakika sürüyor. İlk
provada eşofmanları getirmemiş olduğum için okul kıyafetiyle
katıldım. Sadece ayakkabıları çıkardım. Donuma kadar terledim –
herhalde leş gibi kokmuşumdur.
Sonra herkes –herhalde altı-yedi kişiydik– sırayla sahne olarak
kullandığımız mindere çıkıp bir durumu canlandırdı: Cüzdanını
çaldıran kadın, eve girince annesini yerde bulan adam, yalan
söylediği yüzüne vurulan işadamı... Bana düşense: Sevdiği kadını
başka bir erkekle gören genç. Hayat bir şey ima ediyor olamazdı,
çünkü henüz sevdiğim bir kadın yoktu. Beğendiğim kızlar vardı;
yüzünü, saçını, memelerinin kazaklarındaki kabartısını, bacaklarını...
İlk sıraya Ayça’yı aldım. Çalışmaya elinde bir kitapla gelmişti,
yanına gidip “Ne okuyorsun?” diye sordum ama hepsi o kadar, onca
ter attıktan sonra pek olmadı. Salonda beyaz çoraplarımda
geziyorum, muhtemelen altları leş gibi kapkara. Gri kumaş pantolon
giyiyorum. Pileli. Baba modası. Gömleği çıkarıp beyaz fanilamla
kalmışım. Eğri büğrü yakası terimle ıslak. Saçlarım da herhalde çalı
süpürgesi gibidir.
Elindeki kitapla ilgili bir şeyler anlattı. Kırmızı ve Siyah. Sayfaları
karıştırırken aralarına saman kâğıda çizilmiş taslaklar koyduğunu fark
ettim. Saklamadığını görünce sordum:
“Bazıları sevdiği satırların altını çizer. Ben resmini çiziyorum” dedi.
“Resim çizebiliyor musun?”
“Eh işte...”
İzin istemeden bir tanesini alıp katlarını açtım; bir erkeğin başını
çizmişti, ama saçlarındaki kıvırcıkların arasına kadın yüzleri
yerleştirmişti. Kıvrımlar hem saç gibi duruyor, hem de bir kadının
burnunu, yanaklarını, saçlarını ya da kapalı gözlerini oluşturuyordu.
“Aşk romanı adına benziyor” dedim.
“Öyle zaten.”
“Böyle şeyleri mi okuyorsun yani? Aşk romanları?”
“Evet, ama her aşkın romanını okumuyorum.”
Böyle konuşunca Ayça’nın da okuduğundan hiçbir şey
anlamadığına emin oldum. Bu bana cesaret verdi. Konuşurken –kendi
ölçülerim içinde– ona dokunmaya çalıştım. Saçına, çarparmış gibi
dizine, omzuna, biraz boynuna.
Tiyatro kolu çalışması nedeniyle okuldan geç çıktık. Henüz arkadaş
edinemediğim için öğretmenimiz ve gönüllü üniversiteli gencin yanı
sıra yürüyordum. Ayça, acelesi var gibi koşup arayı açmıştı. Okuldan
çıkarken yeni müdürün ilk icraatı olan devasa hapishane kapısıyla
gırgır geçtik. Ayça’yı göremeyeceğimi düşünerek otobüs durağına
yöneldim ama... Kareli siyah pardösülü, saçları yağlı bir gençle el ele
tutuşmuş, topuklu ayakkabılarla taş yokuşu iniyordu. Ne zaman
değişmişti üstünü? Adımlarımı hızlandırdım, kestirmeden gidiyorlardı
ama o topuklularla yokuşu inmesi dakikalar sürecekti, ana caddeye
çıktım ve aşağı koşmaya başladım. Yolun karşısına geçip ikisini
bekledim. Kavşakta, siyah bir arabaya, galiba bir Polo’ya bindiler.
Araç kullandığına göre en az dört-beş yaş daha büyük olmalıydı.
Kocaman gözlüklerini takmamıştı ama kirli sakalları ve kollarını
kıvırdığı siyah gömleğiyle hâlâ magazin programlarındaki modern
arabeskçilere benziyordu.
Kitap okuduğuna göre Ayça’nın azıcık daha entel olmasını
beklerdim. Gerçi ne okuduğuna dikkat etmemiştim. Dikkat etsem de,
ne önemi vardı? Anlayamazdım.
Garip

Goldbach konjektürünün cinsellikle bir ilgisi olduğunu


düşünmüşümdür: Bütün çift sayılar, en az bir asal sayı ikilisinin
toplamı olarak ifade edilebilir. 24=13+11 ya da 64=23+41... Bir
matematik öğretmeninin böyle bir şeyi kışkırtıcı bulması mesleğini
sevmekle sapkınlık arasında bir anlama geliyor. Babam böyle şeylerle
ilgilenmezdi; onun derdi daha çok yarışma problemlerini çözmekti.
Hiçbir zaman matematiğin aslında soru çözmek değil soru yaratmak
olduğunu anlamadı. Goldbach konjektürü babam için sadece abesti.
Galiba benim içimi kaşıyan şey bilinen her çift sayıda doğru olmasına
karşın bu konjektür için kesin bir kanıtın olmaması, ki bu durum,
kişisel cinsellik tarihime oturuyor.
Ben bir çapkın olmadım. Otuz iki yıldır, biri uzayan nişanlılığın
bozulmasıyla son bulan, diğeri uzun telefonlaşmalarla ateşlenip
tükenen iki ilişkim olmuştu. Objektif bir çekiciliğim yok; yakışıklı boylu
poslu değilim. Karizmatik, varlıklı, centilmen, eğlenceli, şık, ısrarcı
sayılmam. Ama biraz kendimi toplayıp koştursam, tanışacağım birkaç
kadından en az biriyle, kabul edilebilir düzeyde güzelce biriyle, bir
ilişki yaşayabilirim. Buna –yani ortada hiçbir objektif gerekçe
olmamasına karşın bir kadınla ilişki yaşama olasılığımın kesinliğine–
kısaca Goldbach konjektürünün cinsel tersyüzü diyorum. Çünkü her
asal sayı sonsuz sayıda çift sayıya tamamlanacak başka asallarla
birleşebiliyor.
Tembellik, bezginlik ise ayrı bir şey... İki yıldır, yani bu kolejde
çalışmaya başladığımdan beri, üstüme ölü toprağı serpilmiş gibi, ama
tatlı bir uyuşukluk içindeyim. Bir kadınla yakınlaşmak için elzem
zahmete katlanamayacağımı seziyorum. Flört doğası gereği insanı
kendiliğinden içine alan, oynaşma arzusunu ikili dinamik içinde
yaratan bir şey-ama flörtü başlatacak adımlardan, birine kur
yapmaktan hatta biriyle tanışmaktan... Düşünmesi bile beni yoruyor.
Boş bir odaya çekilip, bir kanepeye hatta yere sırtüstü uzanmak,
beynimdeki sokak lambalarının bir bir sönmesini beklemek istiyorum.
Epilepsi nöbetinden sonra aklıma şu takıldı: Bedenim
gayretsizliğimden ötürü beni cezalandırıyordu. Askerliğimde de
benzer bir şey olmuştu; o kadar gergin ve rahatsızdım ki, duşlara
girip kendimi gevşetmeye bile kalkışmamıştım. Yaklaşık iki haftada
bir, ergenlik yıllarında bıraktığım, bulanık yapışkan rüyalar
görüyordum. Şimdi de bedenim beni epilepsi nöbetinde ele
geçirmişti. Tanrım! Öğrencilerin önünde boşalabilirdim bile, o kadar
canlı bir rüyaydı.
Hatırlayınca tahrik olmuyordum oysa; sadece tiksiniyordum, çünkü,
hâlâ emin değildim ama, rüyamda bir kadın ya da kızın
bedenindeydim.
Nöbetlerim sırasında aydınlık rüyalar gördüğümü doktorlarıma da
anlatmıştım. Bir araç sürdüğümü, bir köprüden atladığımı, babamın
omuzlarında koşturduğumu, büyük bir kazandan süt içtiğimi... Hepsi
keyiflidir ve uyanışım sırasındaki üşümeyi ve kas ağrılarını
saymazsam harikadır. Hatta böyle bir epilepsi nöbeti içinde komada
kaldığım tatlı bir ölüm hayal ederim. Ama cinsel bir uyarılma... Hiç
başıma gelmemişti. Bu benim mahrem dünyama ergenliğin
saldırmasından başka bir şey olamazdı. Belki de ilaçların dozajını
artırmalıydım.
İlk nöbetten beri, sayısı, rengi, dozajı ve harika yan etkileri değişen
ilaçlar kullanıyorum ve en geç birkaç yılda içinde etken madde
portföyünü değiştirmezsem nöbetler yeniden ortaya çıkıyor. Her
seferinde aynı süreci baştan sonra yaşamak gerekiyor: Nörolojik
muayene, MR, EEG, genelgeçer kan testleri... Kampta uyarmışlardı
oysa: Sakın sayıları ezberleme. Ezberlemeye başladığında aç başka
şey oku. Gazete, roman, din kitabı. Ya da yürüyüşe çık. Yürüyüşe
çıkıyordum ama ezberlediğim sayının basamakları sökülmüş bir
kazağın ipi gibi peşimden sokaklara diziliyordu. Giderken aklımdan
geçiyor, dönerken belleğime topluyordum. Sayıyı düşünmemeyi
beceremiyordum.
Gerçi, bazı hekimlerin tahminine göre ilk nöbeti daha erken bir
yaşta geçirmiş ama teşhis ettirmemiş olabilirim. Havale geçirip
bayıldığımı ya da koşarken takılıp düştüğümü sanabilirlermiş. İlkokul
yıllarında fenalaşıp bir kenara düşmüş, tuvalette uyuklayıp kalmışsam
ya da herkesin kitap okuduğumu sandığı anda kilitlenmiş ve
kıpırdayamamışsam. Böyle bir şeyi hatırlamıyorum.
Pazartesi akşamı –galiba öğrencilerin merhameti sayesinde– fazla
yorucu geçmeyen bir günün sonunda müdür yardımcısı, odasına
gelmemi rica etti. Bana karşı hep kibar bir adam olmuştu;
gençliğimde, matematik yarışmalarında kazandığım birkaç derece ve
mezun olduğum üniversite nedeniyle üstün zekâlı biri olduğumu
düşünüyordu. Galiba okulun velilerine de böyle pazarlanıyordum.
“Geçmiş olsun, derste rahatsızlanmışsınız, çok üzüldüm.”
“Teşekkür ederim. İki yıldır nöbet gelmiyordu. Birkaç yılda bir böyle
yoklar.”
“İstirahata ya da izne ihtiyacınız var mı?”
“Sanmıyorum. Tatil girince kontrollere girerim.”
“Anlıyorum, bu nöbetler yakın zamanda tekrar edebilir mi?”
“Muhtemelen hayır. Deprem gibi bir şey bu; fay hattındaki enerji
bir kez boşaldı mı, kısa sürede tekrar etmesi zor.”
“Öğrenciler de çok üzülmüş. Bazı veliler okulu arayıp özellikle
geçmiş olsun dileklerini iletti.”
“Eksik olmasınlar.”
“Eminsiniz değil mi? İhtiyaç varsa istirahat için izin yazabilirim? Ya
da siz bir rapor düzenleyin. Cezmi Hoca’nın ders yükü ağır değil. Bir
iki hafta idare ederiz.”
“İçiniz rahat olsun. Bu benim açımdan grip, nezle gibi bir şey.
Böyle yaşamaya alıştım. Ama kendime daha fazla dikkat ederim.”
“Lütfen... Bir ihtiyacınız olursa haber verin.”
Her sorumlu yönetici gibi müdür yardımcısı da hastalığıma karşı
her türlü önlemi almış olmak istiyordu. Öğrencilerin psikolojisini ve
okulun imajını korumak amacıyla.
Eyüp

Selo’nun getirdiği kopuklardan biri Resort’un girişinde Dalyan


Abi’yle tartışmış. Buna da niye Dalyan Abi diyorsam, sırf altmış
yaşında diye. Dalyan işte. Arabanın park edilmesiyle ilgili bir mesele
olduğunu söylediler, ama başka şey... O nedenle çocuklar kararsız
araya girmişler. Biraz da Selo’dan tırstıklarından herhalde. Selo’nun
kopuklarına, “Ortada görünmeyin” diyoruz ama dinlemiyorlar...
“İlişmeyin” demiştim. Bu sefer ileri gitmişler. Dalyan Abi’yle itiş kakış
olmuş, kopuk silah çekmiş. Bir şey olmamış ama Resort’un adına
gölge düşürecek bir iş...
Beynim döndü.
Beni Paşa’ya tanıtan Dalyan’dı. Sarıburun’da emlak alıp satardı,
yani aslında kayda değer bütün binalar, arsalar, satılık oteller hepsi
elinden geçerdi. Şimdi akşama kadar Sofra’da demleniyor, ara sıra
Resort’a çıkıyor, genç oğlanlara kumar oynatıyor, odalardan birinde
sabaha kadar uyukluyor... “Ben mirasyediyim” deyip duruyor. “Çok
içiyorsun dokunacak...” dediğimde bir keresinde, “Paşa her şeyi sana
devretmemi söyledi; ben de böyle devrediyorum, fena mı?” demişti.
Her şeyi mi? Her şey Paşa’nın değil mi zaten?
“Dalyan’la dalaşan o yavşak kimse bir gün bile durmasın,
postalayın” dedim gözümü karartıp. “Selo’yu bulun, benim restorana
gelsin.”
Bir hafta kimseden hiçbir ses çıkmadı. Süt liman...
Dalyan Abi’yle takışan kopuğu Resort’tan çıkaran çocuğun barlar
sokağında küçücük bir mekânı vardı. Kokoreççi, sokağa iki alçak hasır
masa atmış. Oraya iki dingil gelip kız meselesiymiş gibi kavga
çıkarmışlar. Çocuğu haşat etmişler, kafasını kaldırıma vurmuşlar, az
kalsın ölüyormuş.
Aynı gecenin sabahı kim varsa toplayıp Resort’a gittim. Selo’nun
koyduğu ne kadar kopuk varsa ite kaka bir dolmuşa doldurdum. Yat
limanına bıraktırdım.
“Geleni almayın” dedim.
Gözlerinden okunuyor. Çocuklar tırsmış.
“Bu meseleyi de hiç kimseye anlatmayın. Akşama kumar var.
Korkmayın o kalabalığa kimse uğramaz.”
Jandarma karakolunda bir başçavuşu bağladım. Anayolda Resort’a
sapan noktaya devriye koydu. Laf olsun diye birkaç araç
çevirmişlerdir...
Çarşıda gezdim, restoranda dışarıdaki masalarda oturdum,
çocukların takıldığı mekânlara girip çıktım. Selo, kurnazlığa getirip
“mekânına gittim, ortadan kaybolmuş” gibi şeylere bağlamasın diye.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, Selo yanında kravatlı bıyıklı bir
adamla topallayarak geldi. “Senin ecdadını diyerek...” üstüne
yürüyecektim, çocuklar da tetikteydi, ama kravatlı adam araya girdi:
“Paşa’nın selamını getirdim” dedi garip ama nazik bir şiveyle.
“Başım üstüne” dedim.
“Kahvenizi içeceğiz.”
İçeride kuytuca bir masaya buyur ettim. Donattım.
“Sizin mekânda Paşa’nın kıymet verdiği şeyler var, 43 tane koli
olması lazım.”
“Doğrudur, hepsi sağlam.”
“Terbiyesizin haddini bildirmişsiniz. Paşa teşekkür eder.”
“Eyvallah.”
“Selo da özür dileyip el öpecek” dedi.
Göz göze geldik; Selo’nun hiç öyle bir hali yoktu ama adamın
dediğini yapmak için davrandı.
“Lüzum yok, öpmüş kadar oldu.”
“Selo’yla birlikte Paşa iki misafir göndermek ister. Sizin için
‘Kıymetli arkadaşımdır, beni yüzgeri etmez’ diyor.”
“Bunun getirdiği kopuklardan mı?”
“Estağfurullah. Paşa’nın arkadaşları.”
“Eyvallah.”
“Başka mallar da gelip gidecek. Bu arkadaşlar mekânda kalır. Onlar
kaldıkça mekâna kimse el süremez.”
Binalardan birini Selo’yla Paşa’nın iki adamına ayırdık. Dayadık
döşedik. Önceki kopuklardan ayrı takım elbiseli, hususi şoför kılıklı iki
adam geldi yerleşti. Selo gece gelip gündüz gitmeye başladı.
Topallayarak.
Bir görüşümde yüzüme bakmadan, “Benim ecdadım Paşa...”
dediğini işittim. Ben keskin bir adamım. Paşa beni bunun için tutar,
çünkü sadece keskin bir adamın girebileceği yerler vardır. Ve
girmemesi gereken yerler.
Karavana gideceğim zaman kasaba dışına çıkıp yoldan taksi
çeviriyordum. Bir kilometre uzakta benzincide inip havanın
kararmasını bekliyor ve öyle yürüyordum.
Efkan

Lisedekilerle futbol oynamayı sevmiyorum. Eşofmanları kuşanıp kız


gibi koşuyorlar. Sıfır hırs. Fauller ya kaval kemiğine şut sallamak gibi
acemice oluyor ya da rakibini tutup çekmek gibi bariz ve tatsız. Asfalt
bahçede önümü boşaltınca orta sahadan var gücümle vurdum, kaleyi
önüne kurduğumuz basketbol potasının direğinde patladı.
Hemen, “Abi yavaş...” dediler.
Mahallede durum başka: Mesela Özcan, yoğurt fabrikasındaki
mesaisinden çıkmasıyla toprak sahaya iniyor... Topu ayağına geçirdi
mi, erken yaşta terk ettiği çocukluğunun ruhunu çağırmış gibi oluyor.
Yere kapaklansa da sürünüyor, doğruluyor, topa hamle ediyor. İşte
ondan o topu kapmak, Turgut’un tecavüze uğramış gibi haykırdığı
kaleye sallamak...
Beni hanım evladı sanıyorlar ama her defasında hayallerini
yıkıyorum.
Ters aşk, diyorum ben bu huyuma. Aynı şeyi Ayça’ya karşı da
duyuyorum. Üzmek, canını yakmak tutkusu.
Artık teneffüslerde sınıfının kapısına dayanmaya başlamıştım.
Telefonunu da aldığım için bazen hafta içi her akşam arayıp boş boş
konuşuyordum. Darlanmaya, sıkılmaya, boğulmaya başladığını
seziyordum. Bu beni daha da ısrarlı, daha da gıcık biri yapıyordu,
ama Ayça bir şekilde benim saplantılı arkadaşlığımı da geri
çevirmiyordu. Belki okulda fazla bir çevresi olmadığı için böyle
davranıyordu, belki teneffüslerde ben olmasam daha fazla nefret
ettiği bir başkası başına bitecekti. Kalın yapraklı bir deftere siyah bir
kalemle resim çizip duruyordu. İnsan bedeninin parçalarına benzeyen
ama bütün olarak bir şeye benzemeyen sinir bozucu formlar... Burun
kıvırmasam da sevmiyordum bunları. Birkaç kez fikrimi sordu,
yuvarlak konuştum, belki de beni bu yüzden benimsemedi. Yakışıklı
değilim ama bir ayı yapısı var bende; belki boyumu posumu
beğeniyordur.
Sürekli bir şeyler soruyor, bir şeyler anlatıyordum. İlgisizce “Yaa...”
diyordu, ya da gülecekmiş gibi yapıp kaşlarını kaldırıyordu. Birkaç kez
hafta sonu bir yere gitmeyi teklif ettim. Bahane uydurmaya bile
gerek görmeden “İstemiyorum” diye kestirip attı.
Mert’in önerdiği taktiği uygulamaya karar verdim; kıza bu kadar
süre ilgi gösterdikten sonra birden bütün iletişimi kesip kenara
çekildim. Çok zor oldu. Çünkü hiçbir şey yapmamayı başaracak kadar
tecrübeli değildim. Teneffüslerde futbol oynayan çocuklara karıştım
ya da sınıfta kalıp walkman dinlemeye başladım. Sonra Kırmızı ve
Siyah’ı aldım ve bitirene kadar Ayça’yı görmemeye niyet ettim.
O zamana kadar birkaç roman okumuştum. Keyif almak için roman
karakterlerini çevremde tanıdığım insanlarla ve kendimle
eşleştirirdim; ancak böyle katlanabiliyordum. Kürk Mantolu
Madonna’yı, Damga’yı falan okutmuşlardı okulda; hepsi tatsız
tuzsuzdu, babamın Kemalettin Tuğcu’larında bile daha fazla hareket
vardı. Kırmızı ve Siyah’a gelince... O romanda aşk falan yoktu. Ben
vardım. Ben vardım ama başka hiç kimse yoktu. Tanıdığım ya da
tanımadığım hiç kimse... Böyle bir kitabı okuyup kapıldığım için
kendimden kuşkulandım. Julien bir hanım evladı değildi ama kitap
boyunca öyleymiş gibi davranmıştı. Neden böyle yaptığını hiç
anlamamıştım... Son bölüme kadar yani. Hanım evladı olmadığını
gösterdiği zaman adamı öldürdüler.
Garip

Hastalığıyla savaşan insanlardan değilim. Uzlaşmaya ve taviz


vermeye daha yatkınım. Baskılayıcı nörolojik ilaçlar yerine tesadüfen
keşfettiğim birkaç antidepresanı sırayla kullanıyordum. Ruh halimi
biraz yüksek tutmayı başarınca –yani küçük bile olsalar kaygılarımı
öteleyebildiğimde– nöbetler arasındaki süre beni rahatlatacak kadar
artıyordu. Üç dört ayda bir bayılıp kalmam –elbette önlemleri
almışsam– hoş görülebilecek bir şeydi...
İlk nöbeti geçirdiğim kasabayı gözümün önünde canlandırabilirsem
sanki tamamıyla iyileşecek gibiyim. O sokağı. Otel odasını. Parke
taşları. Serin yağmuru ve nöbet anında gözümün önünde donup
kalan fotoğrafı. Dar pencereli eski bir kâgir bina. Önünde geniş bir
balık tezgâhı. Adımları yarım kalmış beyaz gömlekli bir adam. Kapının
önüne diktikleri mönünün üstünde bir şeyler yazıyor. Fiyatlara bakmış
olmalıyım, çünkü sayılarla aram iyidir. Yani sayılar aklımdan
çıkmadığına göre öyle olmalı. Yunus kabartması bir de. Taş binanın
kapısının üstünde, neredeyse kusursuz bir kavisle kıvrılmış. O anda
duran zamanı yeniden başlatabilsem, tıpkı dilimin ucuna gelip de
anımsayamadığım bir şey gibi, aklımı sımsıkı tutan bu hastalığı söküp
atacağım. Belleğimi bir kerpeten gibi kullanabileceğim. Bazen durup
gözlerim kapalı o ânı yeniden yaşamaya çabalıyorum; kalbim duracak
gibi oluyor. Korkmasam ya ölürüm ya da kurtulurum. Her köşeye, her
kaldırıma bıraktığım rakamlar... Bazen şöyle düşünüyorum: Beni
ilaçlar değil bir sayı iyi edecek. Çünkü Sarıburun’da beni hasta eden
bir sayıydı; 300-400 basamaklı bir anahtar, dikenli bir solucan gibi
beynime yerleşti, nöronların arasına tellerini gerip bütün dengemi
altüst etti. Bir sayıyı ancak başka bir sayıyla sıfırlayabilirim.
Yusuf Kula, hastalığımın cinlerle ilgili olabileceğini ima etti. Sırf
böyle saçmalıkları incelikle dillendirmeyi başardığı için ona kulak
verdim. Kuran’da cinlerden söz ediliyordu evet, tabii bunlar üfürükçü
hocaların atıp tuttuğu gibi kaderimize ve hür irademize etki edecek
değildi; yine de huzursuzluk vermeyi ya da hayatın getirdiği
hassasiyetlerimize dokunmayı bilmelerine şaşmamak gerekirdi, çünkü
cinler enerji âleminde varlıklarını sürdürüyordu. Lodosun baş ağrısı
getirmesi ya da ada çayının ferahlatması gibi cılız ama göz ardı
edilemeyecek etkilerdi bunlar... Ezberden okunacak ayetlerin karıştığı
nefesle dağıtılabilecek minyatür karabulutlar. Yusuf Kula, benim için
İnşirah suresini seçmişti. Okuyunca bu tuhaf adamın sezgilerine
hayran kaldım ve öğrenciler arasında neden sevildiğini bir kez daha
anladım. Elem neşrahleke sadrek! İnançlı biri olup olmadığıma karar
vermemiştim ama bu sure benim bunaltıma oturuyordu. Daralan bir
adamın kendine Allah’ın ağzından yakarması... Özbenliğine karşı
özgüven. Rekürsif fonksiyonlar gibi ya da ne bileyim
f(x)=f’(x)+f’’(x)+... gibi bir şey...
Bir akşam okul çıkışı Yusuf Kula’yla Üsküdar sahildeki hasır
çaycılardan birine oturduk. Hastalığımı sordu; nasılsa aklım başka bir
hastalığa, basuruma gitti. Böyle bir şeyden Yusuf Kula’ya söz etmiş
olmam imkânsızdı ama o an Yusuf Kula cidden basurumu bilebilirmiş
gibi geldi; ne bileyim, belki böyle bilişsel hatalar da sara gibi bir
beyin hastalığının etkileridir.
“Kış aylarında maalesef pek iyi değil. Klasik öğretmen hastalığı.
Sürekli ayakta durmaktan...”
“Ayakta durmak tetikliyorsa oturarak ders anlatabilirsin hocam...”
“Sanmıyorum. Artık çok geç. Oturursam da kaşıntı yapar.”
“Kaşıntı mı?”
“Haliyle.”
Yusuf Kula içini çekti: “İnsanların en hayırlısı...” diye bir hadise
başlayacak gibi oldu ama devamını getiremedi.
“Bu hastalıklar geçmiş günahlarına kefarettir. İnanmıyorum
diyorsun ama bunu unutma...”
Yusuf Kula düşünmeye değer bir şey söylemişti: Geçmişime
baktığımda kendimde sadece basurumla kefaretini ödeyemeyeceğim
hiçbir günah bulamıyordum. Hatta... Alacaklı çıkıyordum. Bunu
söylediğimde hiç bozulmadı Yusuf Kula; gülüştük.
“Hocam bu mümkün. Cenab-ı Allah insanı affetmek için nasıl küçük
bahaneler arar tahmin bile edemezsin...”
“Ama ben hiç inanmıyorum.”
“Senin inançsızlığın Allah’a değil. İnsanların konuştuğu Allah’a.
Mutezile’ye göre şansın yüksek. Maturidi’ye göre... Yok ya, bildiğin
karıştırıyorum ben.”
“Allah tamamıyla inançsız bir insanla ilgili nasıl bir yargı verir?”
“Bilmiyorum Hocam, vallahi bilmiyorum.”
“Kitapta yazmıyor mu? Cehennem işte...”
“Kitapta yazanı biliyorum. Allah’ın ne düşüneceğini nereden
bileyim?”
Sonraki gün okula gitmedim. Dinlenmek için. Öğleden sonra evde
nöbeti yedim.
Eyüp

“Bu kolilerde ne var sence abi?”


Çocuklardan biri aylardır aklımı kurcalayan ama kendime bile
sormak istemediğim bir şeyi sormuştu.
“Bilmiyorum.”
“Mal mı?”
“Öyle bir şey herhalde. Paşa’nın sonuçta... Ben ne karışırım.
Emanet. “Jandarma bulsa üstümüze kalır o halde.”
“Hiçbir şey olmaz.”
Paşa, Resort’u depo gibi kullanmaya devam ediyordu. Koliler içinde
kaçak bir şeyler getiriyordu. Koliler, Resort’ta birkaç gün bekleyip
panelvanlara yükleniyor, sonra ortadan kayboluyordu. Paşa’nın
operasyonu olduğu için aslında korkmuyordum; mekânda Paşa’nın
mallarının olması bir güvence bile sayılabilirdi. Bir tek şu Selo kafamı
kurcalıyordu... Bu kadar ayarsız bir adamla Paşa’nın ne işi oluyordu?
Herhalde güveniyordu Selo’ya.
Sezon başladığından beri uykusuzum. Kumar gece yarısı başlıyor;
hiç değilse gelenleri karşılamak, selam vermek gerek.. Güya gündüz
uyuyacak oluyorum. Alamet Sofrası’na geçip bir masaya oturuyorum.
Müşteri gibi... Alkolle aram eskiden beri çok iyi değildir. Çay, kahve...
Kesmeyince bir bira içiyorum. Bazen bitirmeden uyuyakalıyorum
sandalyede. Beni dürtüyorlar, sonra koluma girip yazıhanenin
çekyatına taşıyorlar. Sokağın gürültüsü içinde balgamlı bir uyku... En
fazla kemeri gevşetebiliyorum.
Kızıl saçlı balıketli bir Rus kadın ayarlamışlar, yanıma sokmuşlar.
Neyi düşündüler bilmiyorum... Kadın bana sokulmaya çalışınca
haykırarak uyanmışım. On dakika kendime gelemedim. Herkese
sövdüm saydım. Kadın da korkudan kireç gibi oldu. Yatıştırmak için
kasadan üç yüz dolar verdim. Sonra içime oturdu... Ulan zaten hiçbir
şey olmadı, bir de üstüne üç yüz dolar... Çıkıp karavana kaçtım.
Zulamı yokladım.
Buraya kumarhane açmayı ilk Dalyan akıl etmişti. O yıllarda
Antalya’da birkaç yeri Paşa kontrol ediyordu. “Bu sahili boydan boya
kumarhaneye çevirelim. Her kuruş elimizden geçsin” demişti. Paşa
yanaşmamış, “El altından ne halt edecekseniz edin...” demiş. Dalyan,
varını yoğunu Marina’yı kurmaya harcadı sonra, yat limanından
başlayıp çorak tepelere doğru yayılan bir ülke kuracaktı. Parayı
yatıranın her şeyi yiyebileceği ülke... İnsan etini bile. “Öyle bir yer ki
üç gün geçirmek için bütün ömrünü verenler olacak.” Yarım bile
kalmadı. Marina’daki mağazaların vitrininde otomobil fiyatına satılan
İtalyan ayakkabıları tozlanıyor... Sabahtan akşama boş boş oturup
fingirdeyen tezgâhtarların asgari ücretlerini Dalyan’ın fuhuşevine
dönmüş metruk pansiyonlarının kirası ödüyor.
Bana bakıp bazen, “Sen yapamazsın, sen akıllı adamsın ama klas
değilsin” diyor Dalyan, “... sen böyle şeylerin sadece para için
yapıldığını sanıyorsun. Ötesine aklın ermiyor.”
Aklım bir şeye ermişken başka şeye sulanamam.
Boktan görünüyor ama 1976 model, dünyada benzeri yirmi tane
falan olan bir karavan bu. Zırhlı araçtan bozmadır. Üstünde
Volkswagen motoru var ama Hitler’in savaşta kullandıklarından...
Motor ısındığında suyla soğutamazsın. Aküyü canlı tutmak için her
geldiğimde on beş-yirmi dakika kontak açık beklerim. Motorun saat
gibi bir tıkırtısı var. Öyle çalışırken uyumak çok tatlı... Bunun içinde
olduğum zaman bana hiçbir şey olmaz, olmayacağını biliyorum.
Pencerelerinin kapaklarını çekince içi zifiri karanlıktır. Bu karanlıkta
insan yüz yıl yaşlanmadan uyuyabilir.
Efkan

Birkaç hafta sonra Ayça’yla ilk kez uzun konuştum: Tiyatro kolunun
çalışmasından sonra okuldan öğretmenle birlikte çıktık. Mert’le ya da
kendi başımayken hiç uğramadığım bir pastanede oturduk.
Penceresiz bir salonu var. Gelecek yıl sonunda sergilenecek oyunu
seçecektik. Öğretmen, daha önce başka yarışmalarda derece almış
bir oyunu istiyordu; başka bir lise öğretmeninin yazdığı, öğrenci anne
babalarına öğütler veren sıkıcı bir oyun... Aynı lisede bazısı yoksul
bazısı zengin öğrenciler ve evde yaşadıkları travmalar... Şuna hayatım
boyunca karar veremedim: Biz zengin miydik, yoksul mu? Babamın
bu konuda kesin bir fikri hiçbir zaman yoktu, yine de galiba bir
keresinde şunu demişti ve aklıma yatmıştı: “Çalışıyorsan
yoksulsundur.”
Sonunda öğretmenin istediği oyuna karar verildi, buna zaten
baştan beri kuşku yoktu, biraz muhafazakâr, biraz Atatürkçü, biraz da
güldürü... Bense bir şekilde Ayça’nın yanına oturmayı başarmıştım.
“Ben orta sona kadar çok kitap okuyordum” diye mırıldandım
“Sonra çok anlamsız gelmeye başladı. Özellikle roman okumak...”
“Neden?”
“Sinema denen bir şey var... Daha kısa sürede daha çok şey
anlatıyor. Daha çok şey öğreniyorsun.”
“Sık gider misin sinemaya?”
Sinemaya hemen hiç gitmediğim gibi meraklısı da değildim.
Sadece televizyon seyrediyordum.
“En sevdiğin öğretmen kim?”
“Bilmem, hiç düşünmedim.”
“Ben galiba” dedim, “Garip Hoca’yı seviyorum?”
“Kimi?”
“Garip Hoca var ya... Matematikçi. Size hiç derse girmedi mi?”
“Adı Garip mi?”
“Evet.”
“Hiç duymadım. Nasıl biri?”
“Uzun suratlı.” Bunu söylerken elimle yüzümü uzatır gibi
sıvazlamıştım.
“Hiç dikkat etmedim. Tanımıyorum yani...”
“Matematikçi. Ama her konuya bir hikâyeyle başlar. Örneğin benzer
üçgenlerle ilgili konuya başlarken, Mısır piramitlerinden söz etti.”
“Matematikle aran iyi galiba...”
“Yok, tam tersine... Matematikle aram yoktur. Notlarım fena
değildir ama hoca seviyor beni.”
Matematikle aramın iyi olduğunu düşünmesini istemezdim. O
zaman beni ineğin biri sanacaktı.
“Ben babamla yaşıyorum” dedim bir ara durduk yere.
“Neden annen hayatta değil mi yoksa? Ayrılar mı?”
“Hayır hayatta annem. Ayrı da değiller aslında.”
“Nasıl yani?”
“Annem özel bakım altında.”
“Neden?”
“Akıl hastalığı...”
Şizofren demek sanki çok artistik kaçacaktı. Deli demek de
yakışıksız olacaktı.
Garip

Soğuk çamların gölgesinde beni tam istediği gibi koyabileceği bir


yer aradık. Islak yapraklarda nemlenen ayaklarım üşüyordu; çünkü o
istediği için mor çizgili Reebok’larımın içine ince çorap giymiştim.
Elleri rahat durmuyordu. Kalın bileğini boynuma dayıyordu bazen;
bazen bir eli kalçamda, öteki sol mememde, bir çocuğun kurmalı
oyuncağının ayarını bozup ne olduğunu izlemesi gibi, dengemi
değiştiriyordu.
Patikadan sapıp çalıların belimize kadar sırnaştığı kuytulara indik.
Korkuyordum ama ondan değil, bir hayvan, mesela bir yılan çıkar
diye. Isırılmaktan, zehirlenmekten korkuyordum; bir böceğin, bir
sürüngenin tenimde kaşıntılı yürüyüşünden. Kucağına aldı, gövdemi
süpürge otları üstünden aşırıp ancak bir insanın sığabileceği kadar bir
boşluğa bıraktı. Kuru çam yapraklarının sımsıkı örttüğü toprağın
üstüne oturdum. Bir adımda üstüme geldi. O ayaktaydı, ben
yerdeydim, tam bacaklarının arasında. Sığamıyorduk, gülüşüyorduk.
Elleri sanki daha büyüktü. Yanaklarımı, sonra saçlarımı okşadı,
gözlerinin içine bakmak istedim ama ağaçların tepesinde güneş
yüzünü ışığa boğuyordu.
Eğildi, belimin iki yanından tutup gömleğimi yukarı doğru çekti.
Düğmeleri aceleyle çözmeye çabaladım, beni beklemeden
çekiştiriyordu çünkü, yoksa yüzümü çizecekti. Gömleğimden
kurtulamadan kocaman parmaklarından biri sutyenimin askısına
takıldı, yukarı çekmeyi denedi, olmadığını görünce yana doğru
sıyırmak istedi. Tokasını çözüp bir hamlede kurtuldum. Pantolonunu
biraz indirmişti ama üstümdeyken tam çıkaramıyordu. Uzanıp şortunu
ben indirdim. Yarı sertleşmişti, gergin ve esnek. Hemen ağzıma
almamı istediğini biliyordum, izlettiği filmdeki gibi, soru sormadan, en
adi şekilde; ama onu gıcık etmek, herhalde hoşuma gittiği için,
bekledim. Saçlarıma yüzüme sürdü, başımı kaçırdım, eğilip
memelerime dokunur gibi yaptı, kendimi geri çektim. Ensemden
yakaladı, kendine doğru yaklaştırdı. Ağzımdan girdi, nazik
sayılmayacak bel hareketleriyle gidip gelmeye başladı. Düşünecek
hiçbir şey yoktu. Başım bir baş, gözlerim göz, ağzım ağız değildi...
Beni ürperten şey haz mıydı? Yoksa serinlik mi? Kendimden çok
gördüklerimden heyecanlanıyordum. Yere bıraktığım sutyenim... Hâlâ
elinde tuttuğu gömleğim. Levis’ının düğmeleri. Ağzımda boşalıp
bitireceğini sanıyordum. Beni öksürterek itti. Eteğimi çıkarmamı
söyledi ama sanki sesi yoktu, bu talimatı ben kendi kendime mi
almıştım? Çıkardım. Çorabımı üstümde bırakmamı sevdiğini
biliyordum. Ayakkabılarımı da... Külotumla birlikte baldırlarıma kadar
indirdim, ama o daracık yerde hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Az
eğildi, önce dizlerimin arkasından kavradı beni, baş aşağı getirir gibi
havaya kaldırdı, sonra ayak bileklerimden... Boynumun üstünde,
sırtım ona dayanmış, ancak nefes alabiliyordum. Kendini ters dönmüş
ayak bileklerimin üstüne bıraktı. Güneşin ezdiği bir dünya gibi göçtü.
İçime girmemişti ama kapıma yaslanmıştı. Göğsüme, karnıma,
yüzüme sıçrayan ılıklığıyla ağırlığı daha da arttı. Bileklerimi
morartırcasına sıktı.
Öksürerek uyandım. Astım hastaları gibi... Ya da uyku apnesi. Hiç
olmamıştı. Nöbetlerin beni uykuda tutabileceğini biliyordum, hatta
havasız bırakıp öldürebileceğini... Ama rüyalarla karışık bir kuyuya
çekeceğini hiç bilmiyordum. Belki de, dinlenmek bahanesiyle, gündüz
uykuya yatmanın bir cezasıydı bu. Beynim yorgunluğu kaldıramadığı
gibi zamansız dinlenmeyi de beceremiyor. Rüyayı düşündükçe midem
bulanıyordu; ağzımı temizledim, duş aldım, bir şeyler içmeye
çalıştım... Kendimden kurtulamıyordum. Yusuf Kula’nın verdiği
kitaplardan birini okumaya oturdum: TÜBİTAK’ı taklit eden bir
yayınevinin mistik bilimsel tırmalamaları... Allah’ın her şeyi yarattığını
kabul edebilirim evet ama, yani sayıları yarattığını... Bu bana
tamamıyla anlamsız geliyor. 3, 13–23... Bunlar bir Allah’ın yarattığı
değil kaçındığı şeyler olabilir.
Eyüp

Sayılarla aram iyidir. En azından hesap verebilirim. Başka türlü beni


bu sofranın başına geçirmezlerdi. Paşa bir keresinde bana, “Senin
sayılardan yana kafa çalışıyor” demişti. Neyin üstüne? Manisa’nın bir
ilçesine kamyon gönderecektik, yolun ne kadar süreceğini
hesapladım, sonra günlük, haftalık, aylık sevkıyatları... Mazota,
çocukların nafakasına ve rüşvete gidecek parayı. Hepsi doğruya yakın
çıktı. Hepsi doğruya yakın çıktığı için hiç kâr edemedik.
Ama ticarete kafam basmaz. Pazarlık etmeyi de, pazarlık edeni de
sevmem. Muhtaçlık üstüne bir kumar. Benim gördüğüm iki tür insan
pazarlık etmez. Âşık kadınlar. Bir de silahlı adamlar. Ticaretle uğraşan
çok adam tanıdım, yani ben öyle haraç işlerine pek girmiş çıkmış
değilim ama burada, Sarıburun’da mekân işletenler, tekne
kiralayanlar, pansiyoncular, hatta eczacılar, yani torbacıların hepsinin
yolu bir yerde benle kesişir. Birilerine ulaşmak için dil dökerler,
örneğin ruhsatsız içki sattıkları kısımları zabıtaların es geçmesi için...
Kimseye aracı olmam ama aracı olacakları bulurum. Bu ticaretle
uğraşan herifler kafasızdır; işlerin, risk alıp çalışmakla döndüğü
masalına bir kere inanmışlardır. Ellerine para geçince bir lokantaya,
bir butiğe, işte bir şeye yatırırlar. Her gün oraya gidip gelen insanlarla
üç kuruş için didişir dururlar. Çoğu batar, kimileri bir şeye tutunmuş
gibi görünür, ama aslında kendinden daha büyük bir enayinin eteğine
yapışıp debelenirler. Sözleşmelere, tapulara, faturalara güvenirler...
Bir sıkımlık canları var oysa.
Orhan Usta dedikleri bir adam vardı; nalburlara numarasını
bırakırdı. Evinden elektrik, tesisat, badana hatta marangozluk işi
olanlar arayıp Orhan Usta’yı çağırırdı; bizim mutfaktaki fırının kablosu
için gelmişti bir iki kere... Gözlüklü suratsız bir herif. İki saat çalışır
didinir, az bir para verirsin gider. Zamanında Bodrum’da büyük bir
diskonun sahibiymiş, banka kredisi alıp batmış, eşinden dostundan
utandığı için gelip burada çalışmaya başlamış. Geberip gidecek hâlâ
bir şey olma derdinde...
Ben, hiçbir şey bilmeyen bir adamım. Hiçbir mesleği olmayan
adam. Lokanta düzenini hiç bilmem. Aşçılık şöyle dursun makarna
bile pişiremem. Müşteriler, garsonlara şımardıkları gibi bana
şımarsalar tahammül edemem. Hiçbir işe yaramıyorsun deyip beni
bulaşığa soksalar, o gün kafama sıkarım... Ama her şeyi bana
sorarlar. Balıklar kimden alınacak, şarabın markası ne olacak, meze
mönüsünde favayı unutmuşlar ne yapalım, bilmem kime akşam hangi
masayı ayıralım, gece dansöz girsin mi? Bazen cevap bile
vermiyorum. O halimden bir sonuç çıkarıyorlar. Evet ya da hayır
demişim gibi, bunu aralarında konuşup birbirlerine küfrediyorlar.
Bazen basıp gidiyorum. İşler yürüyor.
Çocukların bazısı benim Kürt olduğumu söylüyormuş, herhalde
Kürt olanları, yani Kürt olmayı bir şey sayanları böyle diyordur. Elinde
avucunda yoksa Kürt, Türk, Arnavut, şuralı buralı oluverirsin. Değilim
ya da öyleyim demenin hesabını yaptım kafamdan, bir sınır çekmeye
çalışıyorlar. Burada bir ülke varmış ve başka bir ülke olabilirmiş gibi
hayal kuruyorlar. Burada, tuzlu yapışkan deniz, kartlaşmış insan
ayakları, her gece kurulup kalkan hileli bir sofra, uyudukları pis
yataklar ve açlıktan kokmasın diye kursaklarını şişkin lokmalarla
doldurdukları nefeslerinden başka şey yok. Biraz da güneş. Sadece
kan döküldüğünde, kısa bir süre, o kan kuruyana kadar, bir ülke
doğuyor. Sonra şu restoranın duvarına vuran zayıf köpükler gibi
çözülüp akıyor. Kürt müyüm? Bunlar anne duasına bel bağlamış
çocuklar için masal... Ben yaradan kalkmış pıhtıyım. Ne yarayım ne
de acı...
Orada olmakla her şeyi bir sıraya bir düzene sokuyorum. Para bile
biriktiriyorum. Mekân açıyorum, kapıyorum. Kullanmayı geç öğrendim
ama bir otomobilim bile var. Koltuğun altına aylar önce bir silah
yerleştirdim; gerçi bakımsızlıktan artık tutukluk edecek duruma
gelmiştir. Birine temizletirim.
Birilerine de hesap veriyorum... İşte ben hesap verebildiğim için
Another random document with
no related content on Scribd:
must marry some one with money. I regard it as almost providential that
Celia Franks should be under your very roof. I hadn’t the slightest idea,
when I left Capetown, that I should find her with you.”
“Yes, it is lucky for you, David,” returned Mrs. Friedberg, complacently.
“You will find it much easier to do your courting here than you would if she
were in Durlston. I am sure you have my best wishes, and I will do all I can
to help you. I can’t say more than that, can I?”
“No, indeed not; and I’ll give you a very handsome present on my
wedding-day. I shall be able to afford it then; for, however niggardly Bernie
Franks may be about his own personal expenditure, he is generous enough
where Celia is concerned. He has promised to give her a dowry of thirty
thousand pounds—providing she marries a Jew; and there will be the
prospect of a fortune at his death.”
“Providing she marries a Jew!” repeated Mrs. Friedberg, as she paused
in the act of threading a needle. “That is a very sensible stipulation, and I
think that Celia ought to be made aware of it. She has been talking a good
deal about a young Christian fellow in Durlston—a doctor, I believe; I hope
she hasn’t any idea of marrying him, though.”
“Do you think I shall have any difficulty in getting her consent to our
engagement?” asked Salmon, somewhat anxiously. “You must remember
that I don’t know a bit what sort of girl she is, and I haven’t even seen her
yet.”
For answer, Mrs. Friedberg walked over to a console-table and lifted up
a framed photograph. “There she is,” she said, handing it to her visitor. “She
is a lovely girl, as you can see, and she will be a still more lovely woman.
She has a good voice too—I believe she will make her mark in a few years’
time. You will have to mind your p’s and q’s, David, I am sure of that. Celia
is not an ordinary girl, by any means, and she has curious ideas about some
things. She seems to have been mixed up with a regular English churchy set
of people in Durlston; you would scarcely take her for a Jewess.”
“Does she play solo whist?” he asked, as if that were a test.
“Not she. When we sit down to our game, she goes up to her own room
and plays the piano, or moons about with a book of poetry. Do you know
any poetry, Dave? If not, you had better learn a few yards.”
The young man made a grimace. He was not fond of poetry.
“Is she that kind of girl?” he said.
Mrs. Friedberg laughed. “I don’t know what ‘that kind of girl’ is like,”
she answered. “But she is at home. You can come up and see her for
yourself.”
She led the way upstairs, and David Salmon, with some curiosity,
followed. The house was unusually quiet, for the boys and Dinah were at
school. On the fourth landing she paused, out of breath.
“It’s like climbing up to heaven, isn’t it, Dave?” she panted. “I gave
Celia a room up here, because the children make such a noise downstairs.
She has her friend, Miss Wilton, with her; they study their music together. I
hope they won’t mind being disturbed.”
She tapped lightly at the door facing the stairs, and, receiving no answer,
opened it, and stood on the threshold. The two girls were kneeling at a low
table at the far side of the room. Their fair heads were bent close together,
and they appeared to be absorbed.
Suddenly Celia gave a sigh of relief.
“Got him!” she exclaimed jubilantly. “I knew I should be able to do it if
I could only get him to jump.”
“So that is what you call studying,” said Mrs. Friedberg, preceding her
visitor into the room. “We expected to find you both deep in the mysteries
of harmony; and, instead of that, you are amusing yourselves on the floor.
What on earth are you doing?”
Celia rose from her knees, and came forward smoothing her skirt.
“Playing tiddley-winks,” she answered promptly. “We were doing some
counterpoint, but the canto fermo was a regular canto inferno, so we have
given it up for to-day.”
David Salmon looked at her critically. Yes, she was undoubtedly a
beautiful girl. Tall, erect, and graceful, her bearing had the effect of making
him feel small and insignificant. And her hair—such wonderful hair! He
wondered what its colour reminded him of; and, comically enough, could
think of nothing else but Everton toffee. It was neither brown, nor auburn,
nor golden; it was a blending of all three.
He glanced from her to Miss Wilton. She, also, was an attractive girl—
she had splendid grey eyes; but her prettiness faded into mere insignificance
when compared with the rich colouring of Celia’s hair and complexion.
Mrs. Friedberg introduced David to them both with some effusion. Celia
gave him her hand, and favoured him with a smile which sent the blood
coursing through his veins. It was quite a natural smile, disclosing a set of
even white teeth, and there was a sweetness about it which was as
fascinating as it was innocent. In after years, men came to regard her smile
as a veritable danger-trap, but Celia herself was never conscious of its
charm and power. She was genuinely pleased to see Mr. Salmon, and did
not hesitate to tell him so. He had come straight from Capetown, and
brought news of her father—that father whom she had almost relegated to
the bygone era of her childhood, for he never came to see her and seldom
wrote. She wanted to know all about him—how he looked, how he lived,
and how he spoke; and David Salmon, with a great many mental
reservations, answered her questions as clearly as he could.
Enid Wilton felt herself to be de trop; and would have left, but Celia
absolutely refused to let her go.
David expressed a wish to be initiated into the game of tiddley-winks. It
was a simple game, and required but little teaching, but he pretended to be
very dense, and was a slow pupil. He was clumsy too, and his hand
frequently came into contact with Celia’s, as he endeavoured to make his
yellow counters spring into the cup.
Mrs. Friedberg watched them with a smile of gratification. David had
evidently made a good impression, for Celia was more charming and
vivacious than she had ever seen her as yet.
After the game was finished, he produced the gold nugget, which was
carefully wrapped up in tissue paper. It had brought him luck, and he felt a
little lingering regret in parting with it.
Mrs. Friedberg examined it with keen interest. “It must be worth a large
sum,” she observed, turning it over. “What shall you do with it, Celia?”
“Keep it, I suppose,” she answered doubtfully. “It isn’t really of any use
to me, but I shall value it as a present from my father. I can’t go about with
it slung round my neck, can I?”
“You could realize on it,” suggested the young man. “I should think you
would get quite £100 for it.”
“Yes; but Celia doesn’t want money,” put in Mrs. Friedberg. “Ben had
better put it away in his safe for the present.”
The girl readily acquiesced; for except that the nugget came from her
father, she felt no interest in it whatever. David Salmon half wished that he
had delayed a little longer before giving it to her, for it was of much more
use to him than it was to her. However, he had hopes of having it in his
possession even yet, for when Celia was his fiancée, he would express the
desire to keep it as a souvenir of his visit to Capetown, and of course she
would be only too pleased to gratify such a wish.
He went home that evening well pleased with Celia and with himself. If
she had been an ugly and ill-tempered old hag, he would have been willing
to marry her just the same; but he was sincerely glad that, in addition to
possessing a fortune, she was such an altogether charming girl. He saw that
he would have to use some amount of tact during his courtship; it would
never do to let her know that her money was of the slightest consideration,
for instance; but he was confident that he would succeed in his undertaking;
and already, in imagination, he beheld himself under the wedding canopy
with Celia as his bride.

CHAPTER VIII

AT SYNAGOGUE ON NEW YEAR’S DAY

The coming of David Salmon brought a new interest into Celia’s life. His
acquaintance with her father formed a link of friendship between them; and
from the first she looked upon him in a different light to the other young
men she met at Mrs. Friedberg’s house. He went the very best way to work
to win her affections, that he possibly could have done. Other young men
paid her open and extravagant compliments; David did not, and Celia liked
him all the better on that account, because she thought he was sincere. In
conversation he was very careful to avoid the Yiddish expressions so
prevalent amongst the people by whom they were surrounded; and although
he was not able to be discursive on any subject except, perhaps, racing, of
which she knew nothing, he managed to convey the idea that he knew a
great deal more than he cared to say. He came to see the Friedbergs every
evening regularly, and, if Celia were not downstairs, he nearly always found
his way up to her sitting-room, with either Dinah or Victor to act as
“gooseberry.”
Very soon Celia began to treat him with the same frank cordiality with
which she had delighted Dr. Geoffrey Milnes; yet there was a subtile
difference. Geoffrey was intellectual, and more than her match as far as
brain-power went, but she dominated him completely. David Salmon, on
the contrary, was her inferior in intellectual power, yet his assertive
personality overruled hers. The mere touch of his hand sent a thrill through
her whole being; and by word and look he contrived to instil into her that
sense of affinity which is usually the basis of love. He soon managed to
discover her likings and aversions, and made it a rule to ratify all that she
said. He encouraged her to speak on those subjects on which she thought
deeply, and responded in such a way that she felt that his was indeed a
kindred spirit. “That’s how I feel!” was the exclamation most often on his
lips, and the suspicion that he was not quite sincere never once crossed her
mind.
If she could only have seen him, when, after a conversation in which,
perhaps, she had almost laid bare her very soul, he went away to chuckle
over her “moonshine,” and laugh in his sleeve at his cleverness in
humouring her fancies, she would have been spared much heartache and
bitterness. But, being absolutely true herself, she credited him with the
same sincerity and depth of character, and made the fatal mistake of trusting
him with her confidence.
On the Jewish New Year’s Day he called for her to go to synagogue. The
day was quite a sultry one for late September, and Celia had donned a
summer gown of soft grey voile, whilst a black Gainsboro’ hat set off her
rich beauty to perfection. David felt quite proud as he escorted her down
Maida Vale, and noted with satisfaction the admiring glances which were
cast in her direction. Maida Vale seemed to be quite astir with gaily dressed
people, apparently bent on the same errand as themselves, for they nearly
all carried large prayerbooks. Celia glanced at them with some curiosity, for
it was the first time that she had come across so many well-to-do Jews
together. Most of the matrons were inclined to embonpoint, and wore a
profusion of showy jewellery. Celia wondered why they spoke to each other
as if they were all deaf, and what it was that was so peculiar in their
intonation; it was not unlike the Cockney accent combined with a dash of
nasal Yankee. She also observed a peculiarity in their gait and bearing,—a
side-to-side movement, which was as odd as it was ungraceful. She was
quite vexed with herself for noticing these things, but she could not help
discovering that some Jewish people had mannerisms peculiarly their own.
A few little ragged urchins were loitering by the doors of the synagogue,
watching the people as they entered.
“Them’s Jews,” Celia heard one of them say. “It must be their Passover.”
“Garn!” exclaimed another. “They have Passover at Easter. I spec’ it’s
their Christmas.”
“Tain’t then,” put in a third with authority. “It’s their New Year. That
little Jew boy as lives in Lisson Street told me so.”
“Well, then, I ain’t far out,” retorted the other sharply. “They must have
had their Christmas last week. Christmas comes a week afore New Year,
don’t it, stoopid?”
In the vestibule Celia and David parted, Celia to go upstairs to the
ladies’ gallery, David to take his place in the body of the synagogue. Mrs.
Friedberg and her girls had just arrived, and joined Celia at the top of the
stairs. The service had commenced; and the minister was chanting some
prayers in a sing-song monotone, whilst the congregation accompanied him
with a subdued murmuring.
Mrs. Friedberg was evidently a well-known personage, judging by the
nods and smiles which greeted her appearance. She stood up with some
importance to read her preparatory prayer; and then turned round to Maud,
who sat immediately behind her.
“Do look at Mrs. Isaac’s new dress,” she exclaimed in an audible
whisper. “Did you ever see such a sight? Looks as if it came out of an old
clo’ shop.” Then she sat down with a smile of amiable benignity, and taking
up a pair of tortoise-shell lorgnettes, critically scanned every lady within
her range of vision.
Lottie and Dinah had not yet attained to the dignity of seat-holders, and
went wherever there was room. They were constantly on the move, for,
whenever the lady whose seat they were occupying arrived, they were
obliged to vacate their position. Finally they settled themselves down on the
steps, in a state of mind not at all conducive to devotion.
“Ma can shout at me as much as she likes, but I won’t come on Yom
Kippur,”[7] exclaimed Lottie, indignantly. “I don’t see why Maud should
have a seat any more than me. If I have to shift again, I shall go home.”
Celia, whose seat was next to Mrs. Mike Rosen’s, gazed furtively about
her, with mingled feelings of reverence and interest. Adeline found the
place in the prayer-book for her, and, though she possessed but a limited
knowledge of Hebrew, she followed as well as she could.
She had come to the synagogue with the sincere desire to worship God
according to the ancient customs of her people, and was willing to be
impressed by all that she saw and heard. Fixing her eyes on the white-
curtained ark, she tried to make herself conscious of the presence of God,
and of the solemnity of the occasion.
New Year’s Day—the day on which her destiny for the coming year was
foreordained, and her name rewritten in the Book of Life. Surely, here was
ample food for meditation!
As the service proceeded, however, her thoughts began to wander away
on irrelevant subjects. She looked over the ledge on which her prayer-book
rested, and met the eyes of David Salmon below, who looked back at her
and smiled. The other men wore silk hats with slightly curled brims.
David’s brim did not curl, and she was glad of that. She was quite ashamed
of herself for noticing such a triviality at such a time and in such a place,
but she could not help it.
The mournful chanting of the white-robed minister, which, at first, had
struck a responsive chord in her nature, began to jar upon her nerves. The
unaccompanied choir sang out of tune, and their voices grated harshly on
her well-trained ear. The small procession of men carrying the bell-topped
scrolls of the law as if they were nursing dolls, struck her as droll. It might
have been impressive had they worn the flowing garments of the ancient
East; but silk hats, frock coats, and praying shawls in combination, seemed
to her grotesque. Even the sound of the ram’s horn, which should have
awakened her to a sense of the awe and majesty of God, failed to impress
her, because the man who blew it spluttered over it, and his performance
was a dismal failure.
Throughout the service the girl experienced a sense of keen
disappointment. Either there was something radically wrong with the
service, or there was some spiritual sense of appreciation lacking in herself.
Perhaps she had not received sufficient Jewish knowledge to enable her to
understand the mystic symbolism of Jewish rites and ceremonies.
After some consideration she discovered what might be the cause. It was
not the service itself, for there could be nothing more majestic than those
grand old psalms and supplications in the grand old Hebrew tongue;—but it
was partly the way in which the service was conducted, and partly the
irreverent demeanour of the congregation themselves.
A single glance around showed her that the true spirit of devotion was
almost entirely absent from their midst. The men, with the exception of
three or four grey-heads, who swayed to and fro with the fervency or their
prayers, looked either bored or indifferent. The majority of the women
seemed absorbed in contemplation of each other’s yomtovdic[8] clothes,
whilst some of them, including Mrs. Friedberg, gently slumbered. The
children conversed with each other in whispers, interspersed with
occasional giggles and ejaculations; it was scarcely surprising that they
should find the service long and tiresome, for there was no music, and it
was almost entirely in a language they could not understand.
If these people had been truly devout, Celia would have been devout
also, for she possessed a nature which was capable of being deeply moved.
But she could not help feeling that this was a spurious form of worship
from which the glory of God was almost obscured.
At the close of the service, Mrs. Rosen asked her what she thought of it
all.
“It was very nice, wasn’t it?” she said convincingly. “I go to that
synagogue every Saturday, and always like the service there so much.”
The girl scarcely knew how to reply. Clearly there must be something
wrong with her own way of looking at things. As the congregation poured
out of the synagogue, she heard nothing but favourable comments on the
service. It was so beautiful, every one said,—so impressive; and the Rev.
Abrahams’ sermon was so interesting.
Mrs. Friedberg came down the stairs with another lady of the same
proportions as herself.
“Oh, I did enjoy the service, Celia!” she exclaimed, with a deep sigh.
“And they all liked my new bonnet, didn’t they, Mrs. Joseph?”
“Yes, my dear,” answered the other lady, soothingly. “It looks as if it had
come straight from Paris in a band-box.”
“Fifteen shillings in the Grove, and not a penny more!” chuckled Mrs.
Friedberg, confidentially. “It’s the best bargain I’ve had for a long time, my
dear.”
David Salmon was promenading outside with Lottie and Dinah.
Although a terrible tease, he was a great favourite with the girls. As soon as
they caught sight of Celia, they very kindly marched off to hunt up Montie
and Victor, and David escorted Celia home as a matter of course.
She was silent on the homeward journey, and her fair face looked quite
troubled. When, at length, he asked if she had enjoyed going to the
synagogue, she told him something of what was in her mind.
“I cannot think what was the matter with me,” she confessed quite
sorrowfully. “Instead of entering into the service with all my heart, as I had
meant to do, I pulled it to pieces and criticized it as if I were a rank outsider.
And yet I am sure that there must be beauty in Jewish worship, only I seem
to have overlooked it somehow.”
“Well, there is no harm in being critical,” he rejoined cheerfully. “To tell
you the truth, I think that synagogue-going and all that sort of thing is a lot
of silly humbug, only we keep it up for the sake of being social: that’s my
candid opinion.”
Celia was shocked. “Do you really think so?” she asked with surprise.
“Then why do you ever go to synagogue?”
David saw that he had made a mistake. “Well, I don’t mean exactly
that,” he corrected himself hastily. “I can’t explain myself very well. But
what was it that you did not like about the service? Was it the choir? I must
take you to the Reform Synagogue, where they have an organ. It is more
churchified there, and perhaps you would like it better.”
“No, it wasn’t the choir,” answered Celia, hesitatingly. “They did sing
flat, it is true; but if one really wants to worship God, little details like that
should not be of the slightest account. If the true note is in the heart, what
matters it if the vocal sound be out of tune? I don’t know what it was, but
instead of feeling ‘good,’ the service made me feel quite the reverse. I am
afraid you think me very wicked, don’t you, Mr. Salmon?”
They had arrived at the gate, and the Friedberg girls were waiting for
them in the garden. David gave Celia back her prayer-book, and looked up
into the sweetly earnest face with a somewhat cynical smile.
“I would rather have you just a little bit wicked, Miss Franks,” he
rejoined. “Very good people are apt to become bores. A little spice of the
devil, like cayenne pepper, adds flavour to what might otherwise be quite
wholesome—but insipid.”
Then, opening the gate for her, he pressed her hand, and, raising his hat,
walked abruptly away.

CHAPTER IX

LUNCHEON FOR THREE

One Tuesday morning when Celia was having her harmony lesson at the
Academy, the hall-porter entered the room with some importance, and
handed her a visiting card. It bore the superscription, “Lady Marjorie
Stonor,” and underneath was scribbled in pencil, “Am in town for two days.
Can you see me?”
With some excitement the girl asked leave of her professor to be
excused, and, gathering up her music-books, hastened from the room in
glad expectancy. Lady Marjorie was standing in the hall, studying the
concert notices. She was wearing some handsome sables, with Parma
violets in her toque, at her throat, and on her muff, and she looked younger
and prettier than ever, Celia thought.
“I couldn’t resist coming in to have a look at you,” she explained, after
the first greetings were over. “I’ve only come up to London to see my
solicitors, and I am going back to-morrow afternoon.”
“But you will spend the rest of the day with me, won’t you?” asked
Celia, anxiously. “Now that you have come, I don’t want to let you go.”
Lady Marjorie smiled. “I shall be able to inflict my presence upon you
till six o’clock,” she answered. “I have promised to dine with my brother
Bexley at Eaton Square this evening, but I am free until then.”
They passed up the stairs and into the waiting-room, where the girl
students whiled away their spare time with musical causerie. Lady Marjorie
expressed surprise that musicians should ever have any nerves left at all, for
the medley of discordant sounds which surrounded them was enough to
shatter the strongest, she thought. Pianos to right of them, pianos to left of
them, violins and voices above them, and the low rumbling of the practice
organ below them—it was just like a foretaste of Pandemonium.
On the ledge of the book-case in the waiting-room were several letters
addressed to various students. Celia had never received one at the Academy
as yet, but there happened to be one for her to-day. The envelope was black
bordered, and the hand-writing large and round.
“It is from Gladys Milnes,” she said; “but I was not aware that she was
in mourning.”
“Haven’t you heard?” asked Lady Marjorie, with surprise. “I made sure
Mr. Karne would have told you. Their uncle, Dr. Neville Williams, is dead;
he died about three weeks ago. Geoffrey came up to town for the funeral; it
is almost a wonder that you did not come across him.”
This was news to Celia. She made Lady Marjorie sit down and tell her
all about it. It was scarcely a suitable place for a confidential chat, for there
were several students waiting about and passing through to the cloak-room;
but there was so much noise going on all about them, that their voices were
lost in the general hubbub.
“Fancy Geoffrey Milnes in London, without paying me a visit!” she
exclaimed, almost vexedly. “He might have let me know that he was
coming.”
“His uncle’s death was quite sudden,” said Lady Marjorie. “I suppose he
was too busy and too much worried to come and see you. You know, we all
thought that Geoffrey would succeed to Dr. Williams’s house in Harley
Street, and that it would be a splendid thing for him to have a good West
End practice. Well, it seems that the house is mortgaged, and the practice
has gone down to nothing. I dare say you have heard of Mrs. Neville
Williams—she is a well-known society leader, and has the reputation of
being one of the most expensively dressed women in London. It was her
extravagance that ruined poor Dr. Williams, and her debts, or rather her
husband’s debts, are, I believe, something enormous. However, Bexley told
me that she is already engaged, sub rosa, to the Duke of Wallingcourt, so no
doubt she considered her husband’s death a happy release. She went about
everywhere with Wallingcourt last season, and poor little Williams used to
come running behind with her porte-monnaie, as if he were her footman
instead of her husband. I am so very sorry for Geoffrey Milnes, though. He
had quite counted on the Harley Street house and practice to give him a
good start, and now he will have to go plodding on at Durlston instead.
“That is the worst of waiting for dead men’s shoes,” said Celia,
sententiously. “But I am really sorry for Geoffrey. I will write him a letter of
condolence as soon as I have time.”
“Then you do not correspond with him regularly?”
“Oh no. I have had two letters from him since I left Durlston, that is all.”
She glanced at the clock, which pointed to a quarter to one. “We must be
going,” she continued, rising. “You don’t mind coming back with me to
Maida Vale?”
“Oh, I forgot to tell you,” said Lady Marjorie, hastily, “I met Guy
Haviland this morning. You’ve heard of Haviland, haven’t you? He is a
musical critic, and writes plays. I spoke to him about you, as I thought he
might be of use to you in your musical career. He is a thoroughly good
fellow, and always ready to encourage youthful talent. He expressed the
wish to make your acquaintance, and has invited us to luncheon to-day. We
are to meet him at Prince’s, in Piccadilly, at half-past one.”
The girl was delighted at the prospect of meeting Guy Haviland
personally, for he was well-known in musical and dramatic circles, and she
had heard him very highly spoken of amongst her friends. Suddenly,
however, her face clouded.
“It is very kind of you and of him,” she faltered; “but I really think I
ought to go home. You see, since I’ve come to London, I have made up my
mind to practise the Jewish religion sincerely, and that forbids me to partake
of food which has not been prepared according to Jewish law. Otherwise I
should have been so pleased to lunch with you and Mr. Haviland.”
“But, my dear girlie, that is absurd. At that rate you will never be able to
go into society at all. I don’t understand your beliefs, and I have no wish to
make you act against your principles, but I really cannot see the connection
between spiritual religion and what we eat and drink. Those dietary laws
were excellent in their day, no doubt, but you must remember that
civilization has advanced since then, and we are not living in the Holy
Land.”
“That is not the question,” answered Celia, hesitatingly. “You do not
understand, Lady Marjorie, and I am not qualified to explain. However, I
will pocket my religious scruples for once. I must let Mrs. Friedberg know
that I shall not be home.”
She put on her hat and jacket, and they sauntered down Regent Street to
the post office, where Celia despatched a telegram. She was anxious for
Mrs. Friedberg to see her friend, so they arranged to go to Maida Vale in the
afternoon.
“How empty London is just now,” Lady Marjorie observed as they came
out of the office. “There seems to be nobody in town.”
Celia glanced at the people who thronged the pavements, and at the
ceaseless stream of traffic in the street.
“Nobody?” she repeated, questioningly.
“No society people, I mean,” explained Lady Marjorie, for her
edification. “I suppose they are all away.”
It was quite half-past one by the time they reached Prince’s restaurant,
for they made an exhaustive survey of the shops on either side of Regent
Street, and purchased a few articles, on the way.
Almost simultaneously to their arrival, a gentleman drove up in a private
hansom, and addressed Lady Marjorie with a cordial greeting. He was a
man of about thirty-five, of professional appearance, with a genial clean-
shaven face and clear-cut features. His manner betokened the polished man
of the world, and he had a way of treating ladies with that old-fashioned
courtly deference which in these days has, unfortunately, almost been
relegated to a bygone generation.
Leading the way to a small table which had been reserved for him, he
apologized for his wife’s absence, and plunged into a conversation on
musical matters, which immediately put Celia at her ease. He was
acquainted with most of the professors at the Academy, and knew Emil
Lambert well.
“You are in good hands,” he assured her encouragingly. “Lambert is a
splendid man. You may consider him somewhat dilatory in bringing you
out, but you must not mind that. I do not suppose he will allow you to sing
at a single Academy concert until you are quite qualified to start on your
professional career. He is very jealous for his reputation, and always keeps
his pupils in the background until he is sure that they will do him credit.”
“He won’t even let me try a song yet,” Celia complained. “I have to keep
on at those wretched exercises, and I am so tired of them. Now, my
elocution master is just the reverse to Mr. Lambert. He has already arranged
for me to recite at the students’ concert on Saturday week, and I am to take
the part of Lydia Languish in the ‘Rivals’ at the dramatic performance next
term.”
Mr. Haviland was interested. “Then you evidently have talent for acting
as well as singing?” he queried, helping Lady Marjorie to some
mayonnaise.
“I am very fond of acting, but I am not sure that I have talent for it,”
Celia answered modestly. “ ‘Lydia Languish’ will be my first attempt.”
“And have you any idea of going on the stage?”
“I am afraid Miss Franks’s brother would object to her doing that,” put
in Lady Marjorie. “He is a most broad-minded man in other respects, but he
is decidedly prejudiced against the dramatic profession.”
“A good many people are,” said Guy Haviland, with a smile.
“Nevertheless, the drama nowadays is just as much recognized as an art as
is music or painting; only, unfortunately, it is the most easily abused of the
three.”
“That is true,” responded Lady Marjorie. “There are a great many actors
and actresses, but how many real artists are there on the English stage? Not
more than a dozen, all told. However, I would like you to go and see Miss
Franks act, and if you think she has the makings of an artist, I will persuade
her brother to modify his opinion.”
The restaurant was filling rapidly, even though, according to Lady
Marjorie, there was “nobody” in town. Celia sipped her wine, and watched
the people with interest; and Mr. Haviland pointed out to her those with
whom he was acquainted. It was quite an enjoyable little luncheon party, for
their host possessed a fund of entertaining anecdotes which he related
tersely and with dry humour. Celia was in her element, and consequently
spoke and looked well.
Before they parted, Mr. Haviland gave her his visiting-card, and invited
her very cordially to come and make the acquaintance of his wife and sister.
He was anxious to test her musical and dramatic abilities, and promised
Lady Marjorie to take an interest in her career, and to give her all the advice
he could.
Lady Marjorie informed her, later, that Mrs. Haviland was practically a
nonentity so for as social life was concerned.
“I cannot understand a man like Guy Haviland marrying such a woman,”
she said confidentially. “She hasn’t an idea beyond servants and babies.
There has always been a baby at the Haviland’s ever since I have known
them; and as soon as one is able to walk, another one appears upon the
scene. Mrs. Haviland is seldom visible at their ‘At Homes,’ being otherwise
engaged, and her sister-in-law, Grace, does all the entertaining. It is strange,
is it not, how clever men come to marry such very insipid women? I have
seen it over and over again amongst my friends.”
“Perhaps their husbands’ cleverness overpowers them?” suggested Celia,
thoughtfully; “or perhaps a clever man finds that a homely kind of wife is
more conducive to domestic happiness than one greatly gifted with
intellectual powers. Even the cleverest men are human, and they appreciate
home comforts.”
“That may be so,” agreed Lady Marjorie. “Anyway, Guy Haviland
seems happy enough. I want you to keep in touch with him, Celia. His
acquaintance is well worth cultivating.”

CHAPTER X

A GOLD NUGGET AND A DIAMOND RING

When Celia went home for the Christmas holidays, it was as the betrothed
of David Salmon. David had proposed to her one evening when they were
at Mrs. Rosen’s house in Fitzjohn’s Avenue, and she had accepted him, on
condition that he should not even introduce the subject of marriage to her
for at least three years.
It was altogether a conditional engagement on her part. She was not sure
if she really loved him, and she was not at all anxious to be engaged; but
David seemed so bent on having his own way, that for the sake of peace she
acceded to his request.
The first thing he did was to cast about for a diamond ring for his
fiancée. He would have to beg, borrow, or steal one from somewhere. There
were plenty in the jewellers’ shops, and he looked at them with longing
eyes, but as he had no cash wherewith to purchase one, he was obliged to be
content with looking only.
Presently, however, a bright idea struck him. Hailing a hansom, he
betook himself to the aristocratic neighbourhood of Shoreditch, where there
resided, at the sign of three balls, an old man who happened to be a second
cousin of his father’s. Ikey Benjamin was scarcely a relative to be proud of,
and on most occasions David conveniently forgot the relationship; but he
chose to remember it now. The dingy little shop was filled with a
conglomeration of old bric-a-brac, violins, books and jewellery, both
antique and modern. Keeping the hansom waiting at the kerb, Salmon
entered, and tendering the grubby little pawnbroker a familiar greeting,
inquired politely after the health of his wife and family. Ikey Benjamin
glanced at him suspiciously, and answered with short grunts. He was quite
certain that the young swell had not driven all the way from Maida Vale to
ask after Mrs. Ikey and all the tribe of Benjamin.
David produced his silver cigar-case, and proffered a choice Havana.
The old man accepted it, sniffed at it approvingly, and finally clipped and lit
it, whilst his face relaxed a little of its sternness.
“Tings looking up mit you, eh?” he queried, as his narrow eyes took in
the fashionable cut of Salmon’s frock coat. “Done well in Sout’ Africa, I
suppose, eh?”
“No, I lost every stiver I possessed,” answered David, as he made a
casual survey of all the stock that the shop contained. “But I hope that I’m
going to do well now. I’ve just got engaged to the daughter of one of the
richest men at the Cape. You have heard of Bernie Franks, haven’t you,
Ikey?”
“Heard of Bernie Franks? Have I heard of Queen Victoria!” said the old
fellow with resentment. “Of course I have. I wish you mazzletov,[9] Dave, if
you marry his daughter.”
“Thanks. Well now we’ll come to business.” David sat down on an
overturned barrel, and produced a small piece of cardboard into which a
circular hole had been cut. “I want a diamond ring for my young lady. And
if you have one for sale cheap, you may as well have my money as any one
else. Only it must be smart, and not too ancient.”
Mr. Benjamin shook his head. “Ain’t got nodings of the kind,” he said
decisively. “My customers don’t go in for diamond rings. But I might be
able to get you one in about a week.”
“That wouldn’t do. I must have it to-day. Miss Franks is going away to
the north to-morrow, and I want her to take it with her.”
The old man was silent for a few seconds, whilst he puffed away at his
cigar.
“Have you the cash right down?” he inquired, presently.
“No-o,” answered David, with hesitation. “But I’ll give you an I.O.U.;
and I can guarantee the cheque—or its equivalent in solid gold—within a
week. That’s good enough, isn’t it?”
But his cousin was not quite satisfied. He wanted some security, and the
young man had none to offer. At length, however, they came to terms; and,
calling to his son to mind the shop, Ikey Benjamin donned his Sabbath hat
and overcoat, and jumped into the hansom accompanied by David.
They drove to Hatton Garden to interview a diamond merchant who was
a close friend of Ikey’s; and after a long confabulation, and some amount of
haggling, David became the possessor of a very pretty ring. He was so
delighted with the transaction, that he wished to treat the two men to a
bottle of Kosher rum each, but as they happened both to be strict teetotalers,
his offer was respectfully declined.
When he left them he hastened back to Maida Vale to present the ring to
his beloved. Celia, however, was not at home, and Lottie informed him that
she had been out all the morning with Enid and the Rev. Ralph Wilton.
“She seems to be quite taken up with the Wiltons and the Brookes,” Mrs.
Friedberg complained. “And what she wants with that good-looking young
clergyman, I’m sure I don’t know. I should put a stop to that friendship, if I
were you, Dave. Put your foot down, and try to make her submit to your
wishes.”
David put both feet down, and marched about the room with some
impatience. The ring was burning a hole in his pocket, and, as he was dying
to show it to some one, he gave Mrs. Friedberg the privilege of the first
view.
She examined it with approval. “Celia ought to be pleased with that,”
she said. “It’s a beautiful ring. But I hope you haven’t gone above your
means, Dave?”
“Oh, that’s all right,” he answered reassuringly. “It did cost a fine penny,
but I had to give her a decent one; and as she will practically pay for it
herself, I suppose I mustn’t grumble.”
“But, my dear boy, you can’t possibly ask the girl outright to pay for her
own engagement ring!” said Mrs. Friedberg, in astonishment. “Whatever
would she think of you?”
“Of course I can’t,” he answered laughingly. “But I’ll manage it
somehow, never fear.”
When Celia returned, he drew her aside into the back drawing-room; and
after a short preliminary speech, which voiced some very excellent
sentiments (according to his own ideas), he produced the ring. Celia
blushed rosy red as he placed it on her finger; and her colour deepened still
further when he sealed the compact with a hearty kiss. She hoped he did not
intend to indulge in much lovemaking of this sort. She ought to have liked
it, but she did not, and it made her feel quite uncomfortable.
“To think that, after to-morrow, I shall not see you for a whole three
weeks!” he exclaimed, with a deep sigh. “How ever shall I be able to exist
all that time without you?”
“The same as you did before you knew me, I suppose,” she answered,
holding her left hand up, so that the diamonds caught the light and glittered
in the sun. “By-the-by, David, I should very much like to give you a little
present as a memento of this occasion, and I don’t quite know what to get
for you.”
His eyes sparkled eagerly, and he almost made a hasty answer, but
managed to control himself in time.
“As long as I have you, my darling,” he answered, pressing her hand, “I
want nothing in the world besides. You have given me the best present
possible, Celia—yourself.”
“And I admit I am a handful,” she returned, smiling. “But still I want
you to accept a little souvenir, David, just to please me. What shall it be?
An umbrella, or a card-case, or a pair of cuff-links?”
He rose from his chair at her side, and strode nervously about the room.
Celia was still examining her ring, and did not see his face.
“Well, as you are so anxious to give me a present, dearest,” he said, after
due consideration, “I should like something that has already been a sort of
amulet to me—I mean your gold nugget. Of course, I don’t want it for its
intrinsic value; but it is a curiosity, and has a history attached to it—it came
from California, in the first place—and there is nothing you could give me
that would please me more.”
If he had expected her to grant his request with alacrity he was mistaken.
Sitting down to the piano she played a little arpeggio passage; then veered
round on the music-stool, and faced him.
“I’m so sorry, David,” she began, apologetically, “but I am afraid I
cannot give you that. Isn’t there anything else you would like? You see it is
so very valuable, and——”
“And I suppose it’s too good for me,” he put in hastily. “I am sorry I
asked for it, but I thought you gave me my choice. And it isn’t really of any
use to you, Celia, so you might as well give it to me as keep it locked up in
Mr. Friedberg’s safe.”
“I would with pleasure,” she answered, “only—— Don’t look so cross,
David, but sit down, and I will tell you just how it is. You know Miss
Wilton’s brother, don’t you, or, at least, you’ve seen him? He is a clergyman
in a very poor parish near Hoxton. The people there are horribly, sordidly
poor. They are housed together like cattle instead of human beings, with the
consequence that vice and misery are rife amongst them. Most of them
couldn’t go to church even if they wanted to, because they haven’t any
decent clothes to go in. Oh, I almost had the nightmare after Mr. Wilton had
told me of some of the horrors of their daily lives! He would not have told
me, only I asked him: for since I came to London, my eyes have been
opened to all the miserable poverty and suffering there is in this great city,
and I wanted to know more about it; I don’t think it’s right to close one’s
eyes to these things. Mr. Wilton took me over his church and parish this
morning; it is a dreadfully poor church, and not at all properly fitted up.
Well, to come to the point, I thought that, having this nugget, which, as you
say, is of no use to me, it would be a good thing to sell it and give the
money to one of Mr. Wilton’s funds. I am sure my father would have no
objection to my selling it for such a good cause; and Mr. Friedberg has
promised to dispose of it for me. Don’t you think it a nice idea, David?”
She looked into his eyes, half appealingly, hoping to read therein
approval and sympathy; but his brow had knit into a frown during her
recital, and the expression on his face was one of ill-concealed displeasure.
Celia was, in reality, a tender-hearted, large-souled child; David
considered her in this respect a silly little fool.
“I am quite sure your father would object,” he said decidedly. “The
nugget has been in your family for years, and it would be a pity to sell it,
unless you were absolutely driven to do so, which you never will be.
Besides, what do you want to bother yourself about Mr. Wilton’s church
for? If you have such charitable inclinations, why do you not interest
yourself in the Jewish poor? Surely our own people should come first?”
“I am interested in the Jewish poor,” the girl answered seriously. “But
they are in the minority, and are mostly well looked after. What does it
matter, though, whether they be Jews or Gentiles; are they not all God’s
poor? The reason I am particularly interested in Mr. Wilton’s parish,
however, is because Ralph Wilton himself is such an energetic man, and so
enthusiastic over his work. Enid told me that he actually set to and white-
washed his church himself, because there were no funds to pay for it. And
do you know why the men in Hoxton respect him? Not for his pulpit
eloquence, nor for his straight living, but simply because they knew that, if
it came to it, he could fight and rout any one of them—he is a ’versity man,
and was one of the Oxford eight. Those are the sort of people he has to deal
with—men who admire mere brute force a great deal more than the highest
moral or spiritual qualities,—and it is Ralph Wilton’s vocation to tame the
savage instincts within them, to raise their standard of the chief aim of life.
That is why it would be such a pleasure to me to help on, if it were ever so
little, what I consider such really noble effort.”
“I suppose it’s the Wiltons themselves who have imbued you with these
high-flown notions,” said David, with annoyance, whilst he made up his
mind to try and gain entire control over her fortune when they were
married. “I should certainly not advise you to waste any money in that way,
Celia. Don’t you see, how ever much you can give, it is only a drop in the
ocean; and surely you have other things to think of instead of worrying
yourself about the poor? What is the use of bothering your head about
things that can’t be altered? There always have been poor people, and I
suppose there always will be, and it’s my opinion that they are a great deal
better off than those poor devils—beg pardon—of the ‘middle’ class, who
are obliged to keep up an appearance on next to nothing a year.”

You might also like