Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Ölmek için 13 sebep Jay Asher

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/olmek-icin-13-sebep-jay-asher/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Asher 1st Edition Aurora Rose Reynolds

https://ebookstep.com/product/asher-1st-edition-aurora-rose-
reynolds/

Küçük Detaylar 1st Edition Lauren Asher

https://ebookstep.com/product/kucuk-detaylar-1st-edition-lauren-
asher/

Esquizofrenia y genética Jay Joseph

https://ebookstep.com/product/esquizofrenia-y-genetica-jay-
joseph/

Precálculo 2ed 2nd Edition Jay Abramson

https://ebookstep.com/product/precalculo-2ed-2nd-edition-jay-
abramson/
Império do Vampiro 1st Edition Jay Kristoff

https://ebookstep.com/product/imperio-do-vampiro-1st-edition-jay-
kristoff/

L Empire du Vampire tome 1 Jay Kristoff

https://ebookstep.com/product/l-empire-du-vampire-tome-1-jay-
kristoff/

13 jours 13 nuits dans l enfer de Kaboul 1st Edition


Mohamed Bida

https://ebookstep.com/product/13-jours-13-nuits-dans-l-enfer-de-
kaboul-1st-edition-mohamed-bida/

The Walking Dead 7 Busca e destruição Jay Bonansinga

https://ebookstep.com/product/the-walking-dead-7-busca-e-
destruicao-jay-bonansinga/

Termos e condições para o amor Bilionários de Dreamland


2 1st Edition Lauren Asher

https://ebookstep.com/product/termos-e-condicoes-para-o-amor-
bilionarios-de-dreamland-2-1st-edition-lauren-asher/
ARTEMİS

A B G /194
AB 430
AÇ '3 17
A / 55

Ö LM E K İÇ İN O N ÜÇ SEBEP
Jay Asher
O rijinal Adı: Thirteen Reasons W hy

Genel Yayın Yönetmeni: Ilgın Sönmez

İngilizceden Çeviren: M üge Alalay


Editör: Elif N ihan Akbaş

Yaratıcı Yönetim: photoRepublic


Grafik: Kıymet O ğuz - Nesrin Yazıcı

1. Basım: Mayıs 2 0 14
ISBN: 9 7 8 - 6 0 5 - 1 4 2 - 4 1 0 - 1
Sertifika N o : 1 0 9 0 5

JAY ASHER © 2 0 0 7

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla Alfa
Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.'ne aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen
ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz
ve yayımlanamaz.

ARTEMİS YAYINLARI
Ticaıethane Sokak N o : 5 3 C ağaloğlu / İstanbul
Tel: (2 12 ) 5 1 3 3 4 20-21 Faks: (212) 5 1 2 33 7 6
e-posta: editor@ artemisyayinlari.com
w w w .artem isyayinlari.com

Baskı ve Cifi: M elisa M atbaacılık


Çiftefıavuzlar Yolu Acar Sitesi N o : 4 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (21 2) 6 7 4 9 7 2 3 Faks: (212) 6 7 4 9 7 2 9 Sertifika N o: 1 20 8 8

G en el Dağıtım: Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.


Te!. (2 12 ) 511 5 3 0 3 Faks: (212) 5 19 33 0 0

Artemis Yayınları, Alfa Yayın Grubu'nun tescilli markasıdır.


JoanMarieye...
“Bayım?” diye tekrarladı. “Paketin yerine ne zaman varma­
sını istiyorsunuz?”
iki parmağımı sol şakağıma bastırdım. Başımın zonkla­
ması daha da çekilmez bir hâl almıştı. “Ne zaman olursa,”
dedim.
Görevli paketi aldı. Yirmi dört saatten kısa bir süre önce
verandamın önünde duran ayakkabı kutusu, tıpkı onu aldı­
ğımdaki gibi kahverengi bir kese kâğıdıyla tekrar kaplanmış
ve şeffaf bir koli bandıyla sarılmıştı. Ama şimdi üstünde yeni
bir isim var. H annah Baker’ın listesindeki bir sonraki isim.
“H annah’nın sıradaki kurbanı,” diye mırıldandım. Sonra
böyle bir şey düşündüğüm için kendimden tiksindim.

1
“Pardon?”
Başımı salladım. “Ne kadar?”
Kadın kutuyu tartıya koyup klavyeye bir sayı yazdı.
Benzin istasyonundan aldığım kahvemi tezgâhın üstüne
bırakıp ekrana baktım. Sonra cüzdanımdan birkaç bank­
not, cebimden biraz bozukluk çıkardım ve parayı tezgâhın
üstüne bıraktım.
“Kahvenizin henüz bir etkisi olmamış galiba,” dedi. “Bir
dolar eksik.”
Fazladan doları verip ardından uykulu gözlerimi ovuş­
turdum . Kahvem ılık olduğu için yutması daha zor. Ama
bir şekilde ayılmam lazım.
Belki de buna gerek yok. Belki en iyisi günü yarı uykuda
geçirmektir. Belki bu günü atlatm anın tek yolu budur.
“Bu adrese yarın varır,” dedi. “Ya da ertesi gün.” Sonra
kutuyu arkasındaki bir el arabasına attı.
O kul bitene kadar beklemeliydim. Jenny’ye huzurlu ge­
çirebileceği son bir gün daha versem iyi olacaktı.
Gerçi bunu hak etmiyordu.
Yarın ya da bir sonraki gün eve geldiğinde kapısının
önünde bir paketle karşılaşacak. Eğer önce annesi, baba­
sı ya da başka biri bulursa belki paketi yatağının üstün­
de görecek. Ve heyecanlanacak. Ben heyecanlanmıştım.
G önderenin adresi yazmayan bir paket mi? Adresi yazma­
yı unutm uşlar mıydı yoksa bunu bilerek mi yapmışlardı?
Belki de gizli bir hayrandan geliyordu.

2
“Faturanızı istiyor musunuz?” diye sordu görevli.
Başımı hayır gibilerinden salladım.
Ama küçük bir yazıcı yine de faturamı bastı. Kadının
plastik şeridi, tırtıklı yerinden boylu boyunca yırtıp çöp
kovasına atışını izledim.
Kasabada yalnızca tek bir postane var. Acaba bu paketi
benden önce alan, listedeki diğer isimlerle de aynı memur
mu ilgilendi? Diğerleri, faturalarını âdeta bir ruh hastası
gibi hatıra olarak saklıyor mu? Yoksa onları iç çamaşırı çek­
mecelerine mi tıktılar? Mantar panolara mı astılar?
Faturamı az daha geri isteyecektim. “Kusura bakmayın,
geri alabilir miyim?” diyecektim neredeyse. Hatıra olsun
diye.
Ama eğer bir hatıra isteseydim, kasetlerin kopyalarını
alır ya da haritayı saklardım. Fakat o kasetleri bir daha asla
dinlemek istemiyorum, gerçi yine de sesi kafamdan asla
çıkmayacak. Zaten evler, sokaklar ve lise, bana bunları ha­
tırlatmak için daima burada olacak.
Bu iş artık benim kontrolümden çıktı. Paket yoldaydı.
Faturayı almadan postaneden çıktım.
Sol şakağımın ardında başım hâlâ zonkluyor. Her şey
tatsız ve okula yaklaştıkça bayılacak gibi oluyorum.
Yere yığılmak istiyorum. Hemen şuracıkta kaldırıma
çökmek ve sarmaşıkların arasına girmek istiyorum. Çünkü
sarmaşıkların ardında kaldırım, okulun otoparkına doğru
kıvrılıyor. Yol, ardından ön bahçeden geçip ana binaya gi­

3
riyor. Öndeki kapılardan ilerleyip her iki tarafta sıra sıra
dizilmiş kilitli dolaplarla ve sınıflarla dolu bir koridora dö­
nüşüyor, en sonunda birinci dersin her zaman açık kapısın­
dan içeri giriyor.
Sınıfın önünde, öğrencilerin karşısında Bay Porter’ın
masası var. İade adresi olmayan paketi en son o alacak. Ve
sınıfın ortasında, bir sıra sola doğru Hannah Baker’ın sırası
duruyor.
Boş bir hâlde.

4
BİR GUN ONCE
OKULDAN BİR SAAT SONRA

Ö n kapıya ayakkabı kutusu büyüklüğünde bir paket yas­


lanmıştı. Çünkü kapımızda bir posta deliği olmasına rağ­
men, bir kalıp sabundan daha kalın her şey dışarıda kalır.
Ambalajın üstündeki çalakalem yazı, paketin Clay Jensen’a
geldiğini söylediği için, kutuyu alıp içeri girdim. Ardından
ıvır zıvır çekmecesini açıp bir makas çıkardım. Sonra ma­
kasın bıçaklarından birini paketin etrafında gezdirip ku­
tunun kapağını açtım. Ayakkabı kutusunun içinde balon-
cuklu naylondan bir rulo çıktı. Ruloyu açınca, yedi adet
kasetle karşılaştım.
Her kasetin sağ üst köşesine, muhtemelen ojeyle, laci­
vert bir rakam yazılmıştı. Kasetlerin her yüzünün kendi

5
numarası vardı. İlk kasetin üstünde bir ve iki, sonrakinin
üstünde üç ve dört; böyle devam ediyor. Son kasetin bir
yüzünde on üç yazıyor fakat arkasında bir şey yok.
İçi kasetle dolu bir ayakkabı kutusunu bana kim yollamış
olabilir ki? H er kimse, artık kaset dinlemediğimi bilmiyor.
H em onları dinleyecek bir kasetçalarım var mı bakalım?
Garaj! İş tezgâhının üstündeki stereo teyp. Babam onu
bir garaj satışında üç kuruşa almıştı. Eski olduğu için, tey­
bin talaşla kaplanmasını ya da üstüne boya sıçramasını dert
etmez. Ve en iyisi, kaset çalıyor.
Tezgâhın önüne bir tabure çektim, sırt çantamı yere
attım ve sonra oturdum. Kasetçaların üstündeki play
düğmesine bastım. Plastik kapak yavaşça açılınca, ilk kaseti
içine koydum.

6
1. KASET: A YÜZÜ


Herkese merhaba. Hannah Baker konuşuyor. Canlı ve stereo.
İnanamıyorum.
Geri dönüş yok. Tekrar yok. Ve bu sefer, kesinlikle hiçbir
istek yok.
Hayır, buna inanamıyorum. Hannah Baker intihar etti.
Umarım bazınınızdır çünkü sizlere hayat hikâyemi anlat­
mak üzereyim. Daha açık olmak gerekirse, hayatımın neden
sonlandığını. Ve eğer bu kasetleri dinliyorsanız, o nedenlerden
biri de sizsiniz demektir.
Nasıl yani? Olamaz!
Sizi hikâyenin içine hangi kasetin dâhil ettiğini söy­
lemeyeceğim. Am a merak etmeyin, eğer bu küçük ve se­

7
vim li kutuyu aldıysanız, ad ın ız m utlaka geçecek... Söz
veriyorum .
Şimdi, ölmüş bir k ız neden yalana yatsın ama öyle değil
mi?
Hey! Şaka gibi oldu. Ölü bir k ız neden yalana yatsın?
Cevap: Ayakta duramadığı için.
Bu bir çeşit hasta intihar notu mu?
Buyurun. Gülün.
Ah, neyse. Ben komik olduğunu düşünmüştüm.
D em ek H annah ölmeden önce bir sürü kaset doldur­
muş. İyi ama neden?
Kurallar çok basit. Sadece iki kural var. Kural bir:
Dinleyeceksiniz. Kural iki: Elden ele geçireceksiniz.
Umuyorum, bunların hiçbiri sizin için kolay olmayacak.
“N e dinliyorsun?”
“Anne!”
Kasetçaların üstüne atlayıp bir sürü düğmeye birden
bastım.

► « ►► I I

“A nne, beni korkuttun,” dedim . “Bir şey değil. O kul pro-


• • J)
jesı.
H er soruya verdiğim hazır cevabım. Geç mi kalacağım?
O kul projesi. Fazladan paraya m ı ihtiyacım var? O kul pro­
jesi. Ve şimdi, bir kızın kasetleri. İki hafta önce bir avuç
dolusu ilaç yutm uş bir kız.
Okul projesi.
“Ben de dinleyebilir miyim?” diye sordu annem.
Ayağımın ucunu beton yere sürterek “Benim değil,”
dedim. “Bir arkadaşa yardım ediyorum. Tarih dersi için.
Sıkıcı bir şey.”
“Ah, ne iyisin,” dedi. Omzumun üstünden uzandı ve tozlu
bir paçavrayı, eski bebek bezlerimden birini kaldırıp altındaki
mezurayı aldı. Sonra alnımı öptü. “Seni rahat bırakayım.”
Kapı kapanana kadar bekledim, sonra parmağımı play
düğmesinin üstüne koydum. Parmaklarım, ellerim, kolla­
rım, boynum, her yerim halsiz. Kasetçaların üstündeki tek
bir düğmeye bile basacak gücüm yok.
Eski bebek bezini aldım ve gözümün önünden kalksın
diye ayakkabı kutusunun üstüne örttüm. Keşke bu kutuy­
la içindeki yedi kaseti hiç görmeseydim. İlk seferinde play
tuşuna basmak kolaydı. Çocuk oyuncağıydı hatta, çünkü
neler duyacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.
Ama bu kez, hayatta yaptığım en korkutucu şeylerden
biriydi.
Sesi kısıp play tuşuna bastım.

... Bir: Dinleyeceksiniz. Kural iki: Elden ele geçireceksiniz.


Umuyorum, bunların hiçbiri sizin için kolay olmayacak.
Kasetlerin on üç yüzünü de dinledikten sonra -çünkü her
hikâyenin on üç yüzü var- onları geri saracak, kutuya koyacak

9
ve küçük öykünüzü takip eden her kimse ona vereceksiniz. Ve
se?ı, şanslı sayı on üç, sen kasetleri doğrudan cehenneme götü­
rebilirsin. Hangi dine inandığına bağlı olarak, belki seninle
orada görüşürüz.
Kuralları çiğnemeyi düşünürseniz diye söylüyorum, bu ka­
setlerin bir kopyasını yaptığımı bilin. Eğer bu paket hepinizin
elinden geçmezse, o kopyalar açığa çıkacak.
Bu anlık bir karar değildi.
Beni... Bir daha sakın küçümsemeyin.
Hayır. Böyle bir şeyi düşünebilmesinin imkânı yoktu.
İzleniyorsunuz.

II
M idem sıkışıyor, kendimi bırakırsam kusacak gibiyim.
Yakınlarda başka bir taburenin üstünde, ters çevrilmiş bir
plastik kova duruyor. Eğer gerekirse, iki adımda koşar, onu
sapından tutup çeviririm.
H annah Baker’ı şöyle böyle tanıyordum. Yani aslında
tanımak istemiştim. O nu daha fazla tanımak istemiştim.
Yaz boyunca sinemada birlikte çalışmıştık. Ve kısa bir süre
önce, bir partide işi pişirmiştik. Ama daha fazla yakınlaşma
fırsatımız olmamıştı. Ve onu bir kez olsun küçümsememiş-
tim. Bir kez bile.
Bu kasetlerin burada olmaması gerekirdi. Bana gelme­
meliydiler. Bir yanlışlık olmalıydı.
Ya da bu korkunç bir şakaydı.

10
Yerdeki çöp kovasını kendime doğru çektim. Kutunun
ambalajını bir kez kontrol etmiş olmama rağmen tekrar
baktım. Gönderenin adresi bir yerlerde olmalı. Belki dik­
katimden kaçmıştır.
Hannah Baker’ın intihar kasetleri etrafta dolanıyor. Biri
bir kopya çıkarmış ve onları şaka olsun diye bana gönder­
miş. Yarın okulda beni gördüklerinde herkes kahkahayı
basacak ya da sırıtıp başlarını çevirecek. Ve o zaman anla­
yacağım.
Peki ya o zaman? O zaman ne yapacağım?
Bilmiyorum.

A z daha unutuyordum. Eğer listemdeyseniz, elinize bir de ha­


rita geçmiş olmalı.
Ambalaj kâğıdı elimden çöpe geri düştü.
Listedeyim.
Birkaç hafta evvel, Hannah o ilaçlan içmeden birkaç
gün öncesinde, biri okuldaki dolabımın hava deliğin­
den içeri bir zarf atmıştı. Zarfın üzerinde, kırmızı keçeli
kalemle, “BUNU SAKLA. İHTİYACIN OLACAK” ya­
zıyordu. İçinde ise şehrin katlanmış bir haritası vardı.
Kasabanın çeşitli yerleri, bir düzine kırmızı yıldızla işaret­
lenmişti.
İlkokuldayken ticaret odasının bu haritalarını, kuze­
yi, güneyi, doğuyu ve batıyı öğrenmek için kullanırdık.

11
H aritanın çevresindeki mavi, minik sayılar, kenardaki
dükkânların isimleriyle eşleşirdi.
H annah’nın haritasını sırt çantamda saklıyordum. Başka
birilerinin daha bu haritayı alıp almadığını okulda soruştur­
mak niyetindeydim. Ne anlama geldiğini bilen birileri var
mı diye. Ama zamanla harita ders kitaplarımla defterlerimin
arasında kaynadı gitti ve aklımdan tamamıyla çıktı.
Şu ana dek.
Kasetlerde, gidip ziyaret edin diye, sevgili şehrimizdeki bir
sürü yerden bahsedeceğim. Sizleri oraya gitmeye zorlayamam
ama eğer işin içyüzünü birazcık kavrayabilmek isterseniz yıl­
dızları takip edin. Ya da eğer isterseniz, haritaları atın. Nasıl
olsa asla öğrenemem.
Hannah tozlu hoparlörlerde konuşurken, bacağıma yas­
lanmış sırt çantamın ağırlığını hissettim. Ç antanın içinde,
dipte bir yerlerde onun haritası duruyordu.
Ya da belki öğrenirim. Bu ölüm işinin nasıl olduğundan
pek emin değilim. Kim bilir, belki şu anda arkanızda dikili-
yorumdur.
Ö ne eğilip dirseklerimi tezgâha yasladım. Sonra yüzü­
m ü avuçlarımın içine alıp parmaklarımı aniden terleyen
saçlarımda gezdirdim.
Üzgünüm. Bu hiç de adil olmadı.
Hazır mısınız Bay Foley?
Justin Foley. Son sınıftan bir çocuk. H annah ilk kez
onunla öpüşmüştü.

12
Ama ben bunu niye biliyorum ki?
Justin, tatlım, sen benim ilk öpücüğümsün. Tuttuğum
ilk el seninki. Ama sen vasat bir adamdan fazlası değildin.
Bunu kötülük olsun diye söylemiyorum... Gerçekten. Sende,
kız arkadaşın olmaya ihtiyaç duymamı sağlayan bir şey vardı.
Bunun ne olduğunu bugün bile bilmiyorum. Ama vardı... Ve
inanılmaz derecede güçlüydü.
Sen bunu bilmiyorsun ama iki sene önce okulda benim
birinci, senin de ikinci senende peşinde dolanır dururdum.
Altıncı derste öğrenci işlerinde çalıştığım için, aldığın bütün
dersleri biliyordum. Hatta senin ders programının fotokopisi­
ni bile çekmiştim, herhâlde hâlâ buralarda bir yerlerdedir. Ve
eşyalarımı incelerken, birinci sınıftaki bir gençlik aşkının ya­
şananlarla hiçbir ilgisi olmadığını düşünüp onu muhtemelen
atacaklar. Ama acaba gerçekten öyle mi?
Benim için, evet, ilgisi var. Hikâyeme bir giriş bulabilmek
için sana kadar gerilere gittim. Ve hikâyem işte asıl burada
başlıyor.
Peki, ben bu listenin, bu hikâyelerin arasında nerede­
yim? İkinci miyim? Üçüncü müyüm? İlerledikçe kötüleşi­
yor mu? Hannah, şanslı on üç numaranın kasetleri cehen­
neme götürebileceğini söylemişti.
Bu kasetlerin sonuna geldiğinde, bütün bu olaydaki rolü­
nü umarım anlarsın Justin. Çünkü bu şimdilik sana küçük
bir rol gibi gelebilir ama önemli. Sonuçta, her şeyin bir önemi
var.

13
ihanet. En kötü hislerden biri.
Beni kasten hayal kırıklığına uğratmadığını biliyorum.
As Inıda çoğunuzun, ne yaptığınıza... Gerçekten ne yaptığını­
za dair muhtemelen hiçbir fik ri yoktu.
Ben ne yapıyordum Hannah? Ç ünkü gerçekten hiçbir
fikrim yok. O gece, eğer o düşündüğüm geceyse, senin ka­
dar benim için de tuhaftı. H atta neler olduğunu hâlâ bil­
m ediğim için, belki daha da tuhaftı.
İlk yıldızım C -4 ’te görülebilir. Parmağınızı C n in üstü­
ne götürün ve 4 ’e kadar inin. Aynen öyle, tıpkı amiral battı
gibi. Bu kaseti dinledikten sonra oraya gitmelisiniz. O evde
yalnızca bir sene, ben liseye başlamadan önceki ya z boyun­
ca oturduk. A m a kasabaya ilk geldiğimizde oturduğumuz ev
orasıydı.
Ve seni ilk orada gördüm Justin. Belki hatırlarsın.
Arkadaşım K at’e âşıktın. Okulun açılmasına hâlâ iki hafta
vardı ve K at tanıdığım tek kişiydi çünkü yandaki evde
oturuyordu. Bana geçen sene, senin onun üstüne fa zla düştü­
ğünü söylemişti. Ama kelimenin tam manasıyla... Ona bakıp
koridorlarda kazara bir şeylere çarpıyormuşsun.
Yani gerçekten kazara, değil mi?
K at bana, sene sonu dansında, nihayet yalnızca bakıp
çarpmaktan fazlasını yapacak cesareti bulduğunu anlatmıştı,
ikin iz bütün yavaş şarkılarda dans etmişsiniz. Ve kısa bir süre
sonra, bana anlattığına göre, senin kendisini öpmene izin ve­
recekmiş. Hayatının ilk öpücüğü. N e onur amal

14
Hikâyeler kötü olmalı. Hem de bayağı kötü. Kasetlerin
bir kişiden diğerine geçirilmesinin tek sebebi buydu.
Korku.
İnsan neden bir intiharda başkalarını suçlayan kasetler
postalardı ki? Kimse böyle bir şey yapmazdı. Ama H annah,
listede yer alan bizlerin, söyleyeceklerini duymamızı isti­
yor. Ve biz de kasetleri listede yer almayan insanlardan uzak
tutabilmek için onun dediğini yapıp elden ele geçireceğiz.
“Liste.” Kulağa sanki gizli bir kulüpmüş gibi geliyor.
Özel bir kulüp.
Ve bir nedenden dolayı ben de bu kulüpteyim.
Senin neye benzediğini görmek istediğim için seni benim
evimden arayıp sana gelmeni söyledik Justin. Benim evimden
aradık çünkü Kat yan evde otursa bile... nerede yaşadığım
görmeni... henüz istemiyordu.
Top oynuyordun —artık basketbol muydu, beyzbol muydu
ya da neydi bilmiyorum ama hemen gelebilecek gibi değildin.
O yüzden beklemiştik.
Basketbol. O yaz çoğumuz birinci sınıftayken, okulun
gençler takımına girebilme umuduyla basketbol oynuyor­
duk. Justin ikinci sınıfta olduğu için, onun takımdaki yeri
hazırdı. O yüzden çoğumuz, ondan bir şeyler öğrenebilme
ümidiyle yazın onunla top oynuyorduk. Bazılarımız ger­
çekten öğreniyordu da.
Ama bazılarımız öğrenirken, bazılarımız da ne yazık ki
öğrenemiyordu.

15
B iz odamdaki camın önüne oturmuş, saatlerdir konuşur­
ken, arkadaşlarından biriyle birlikte -merhaba, Zach!- sokak­
ta belirmiştin.
Zach? Zach Dempsey mi? Zach’ı Hannah’yla birlikte, yal­
nızca onunla tanıştığım gece, çok kısa bir an için görmüştüm.
Eski evimin önündeki iki sokak ters bir T harfi gibi bir­
leştiğinden, sen de bize çıkan yolun ortasından yürüyordun.

II
Dur. Dur. D üşünm em lazım.
Tezgâhın üstünde kurumuş turuncu boya damlasını ka­
zıdım. Bunu neden dinliyorum ki? Yani, buna niçin katla­
nıyorum? Neden kaseti teypten çıkarıp hepsini kutusuyla
birlikte çöpe atmıyorum?
Zar zor yutkundum . Gözlerimde yaşlar birikmişti.
Ç ünkü bu, H annah’nın sesiydi. Bir daha asla
duyamayacağımı düşündüğüm bir ses. Bunu çöpe atamam.
Ve bir de kurallar var. Bebek bezinin altındaki ayakkabı
kutusuna baktım. H annah her bir kasetin kopyasını çıkar­
dığını söylemiş. Ama ya çıkarmadıysa? Belki kasetleri baş­
kasına yollamasam da olur. Böylece bu iş biter. H içbir şey
de olmaz.
Ama ya bu kasetlerde bana zarar verecek bir şey varsa?
Ya bu bir numara değilse? Sonra kopyalanan kasetler ortaya
çıkar. H annah öyle dedi. Ve o zaman, kasetlerin içindeki
şeyleri herkes duyar.

16
Kurumuş boya lekesi, kabuk gibi pul pul ayrıldı.
Hannah’nın blöfünü görmeyi kim istiyor?


Kaldırımın kenarındaki yağmur oluğundan geçip bahçeye
ayak bastın. Ama babam bahçenin sulama sistemini bütün
sabah çalıştırdığı için çimenler ıslaktı. O yüzden ayağın kaydı
ve düştün. Zach ise pencereye bakıp Kat’in yeni arkadaşını
-bendenizi- görebilmeye çalıştığı için ayağı sana takıldı ve o
da kaldırımda yanına düştü.
Onu itip ayağa kalktın. Sonra o da ayağa kalktı ve ne ya­
pacağınızı bilemez bir hâlde birbirinize baktınız. Peki, neye
karar verdiniz? Kat’le ikimiz pencerede deliler gibi gülerken,
siz sokakta koşarak uzaklaştınız.
Bunu hatırlıyorum. Kat bunu çok komik bulurdu. Bana
bunu o yaz düzenlediği veda partisinde anlatmıştı.
H annah Baker’ı ilk gördüğüm parti.
Tanrım. O nu çok güzel bulmuştum. Beni asıl, bu kasa­
bada yeni olması cezbetmişti. Karşı cinsin etrafında, Özel­
likle o zamanlar, izcilerin bile kaçacağı kızların yanında
dahi dilim dolanırdı. Ama onun yanında, lise bire giden,
yeni ve düzelmiş Clay Jensen olabilirdim.
Kat okul başlamadan taşındı ve ben de onu?ı arkada bı­
raktığı oğlana âşık oldum. Ve oğlanın da benimle ilgilenmeye
başlaması fazla sürmedi. Tabii bunun, devamlı etrafında do­
lanmamla da bir ilgisi olabilirdi.

17
Birlikte aldığımız bir ders yoktu fakat en azından birinci,
dördündü ve beşinci derslerdeki sınıflarımız birbirlerine ya­
kındı. Tamam, aslında beşinci dersin sınıfı o kadar da yakın
değildi. Hatta bazen oraya vardığımda sen çoktan gitmiş olu­
yordun ama hiç değilse, birinciyle dördüncü dersin sınıfları
aynı koridora bakıyordu.
K at’in partisinde hava soğuk olmasına rağmeny herkes
dışarıdaki verandada takılmıştı. Oysa muhtemelen yazın en
soğuk gecesiydi. Ve ben, ceketimi tabii ki evde unutmuştum.
B ir süre sonra sana selam vermeyi başarabildim. Ve kısa
bir süre sonra, sen de aynını yaptın. Sonra, bir gün, ya ­
nından tek bir kelime söylemeden geçtim. Senin buna da­
yanamayacağını ve böylece ilk kez muhabbet edeceğimizi
biliyordum.
Hayır, bu doğru değil. Herkesin yeni tişörtümü görmesini
istediğim için ceketimi evde bırakmıştım.
N e salakmışım ama.
“Hey!”dedin. aSelam vermeyecek misin?”
Gülümseyip bir nefes aldım, sonra arkama döndüm.
“Neden verecekmişim?n
“Çünkü hep verirsin de ondan. ”
Sana, benim hakkımda nasıl böyle uzman kesildiğini sor­
muştun. Bana dair muhtemelen hiçbir şey bilmediğini söyle­
miştim.
Kat’in partisinde, H annah Baker’la ilk sohbetim sırasın­
da, ayakkabımı bağlamak için yere eğilmiştim. Ama yapa­

18
mamıştım. Ellerim soğuktan uyuştuğu için salak ayakkabı­
mı bağlayamamıştım.
Hannah sağ olsun, ayakkabımı benim yerime bağlama­
yı teklif etmişti. Tabii ki ona izin veremezdim. O yüzden,
Zach tuhaf konuşmamıza kendini dâhil edene kadar bek­
lemiş, sonra donmuş parmaklarımı musluğun altında çöz­
mek için gizlice içeri kaçmıştım.
Ne utanç verici.
Öncesinde anneme, bir oğlanın dikkatini nasıl çekmek ge­
rektiğini sorduğumda bana, “Zoru oyna,”demişti. O yüzden
ben de öyle yapıyordum. Ama işe yaramıştı. Sınıf kapılarında
takılıp beni beklemeye başlamıştın.
Sen telefon numaramı nihayet isteyene kadar sanki hafta­
lar geçti. Fakat en sonunda isteyeceğini bildiğimden, yüksek
sesle alıştırmalar yapıyordum. Sanki hiç umurumda değilmiş
gibi sakin ve özgüvenli. Sanki o numarayı günde yüz kez ve-
riyormuşum gibi.
Evet, eski okulumda telefon numaramı isteyen oğlanlar ol­
muştu. Ama burada, yeni okulumda sen ilktin.
Hayır. Doğru değil. Fakat numaramı ilk alan şendin.
Daha önce numaramı vermek istemediğim için değil
Sadece tedbirli davranıyordum. Yeni bir kasaba. Yeni bir okul
Ve bu kez, insanların beni nasıl gördüğü, kendi kontrolümde
olacaktı. Sonuçta, elimize ne sıklıkla ikinci bir fırsat geçer ki?
Senden önce, biri telefon numaramı istediğinde, bütün
sayıları sonuncuya kadar doğru söylerdim. Ve sonra korkup

19
her şeyi karıştırırdım ... Sanki kazara yapm ışım gibi dav­
ranırdım.
Sırt çantam ı kucağıma alıp en geniş gözünün fermua­
rını açtım.
Seni numaramı yazarken izlediğim sırada çok heyecanlan­
dım. Neyse ki bunu fa rk edemeyecek kadar gergindin. O son
sayıyı -doğru sayıyı!- nihayet söylediğimde, kocaman gülüm ­
sedim.
O sırada elin öyle kötü titriyordu ki işi mahvedeceğini
sandım. A m a bunun olmasına izin vermeyecektim.
H annah’nın haritasını çıkarıp tezgâhın üstünde açtım.
Yazdığın sayıyı işaret ederek “Bunun yedi olması lazım, ”
dedim.
“Yedi zaten, ” dedin.
Kırışıklıkları tahta bir cetvelle düzelttim.
“A h. Neyse, ” dedim ."Sen onun yedi olduğunu bildiğin sü­
rece sorun yok. ”
“Biliyorum, ” dedin. Ama yine de üstünü çizdin ve daha
kötü bir yedi yazdın.
Gömleğimin kolunu avucuma doğru çektim, a z daha al­
nında birikmiş teri silmek için uzanıyordum. .. Tam da anne­
min yapacağı bir şeydi bu. Am a şükürler olsun ki yapmadım.
Yoksa bir daha hiçbir kızın numarasını istemeyebilirdin.
O sırada annem yandaki garaj kapısından bana seslendi.
Sesi kıstım, eğer kapı açılırsa stopa basmaya hazırdım.
“Efendim?”

20
Ben eve gelene kadar çoktan aramıştın bile. Hem de iki
kere.
“Çalışmam bölmek istemiyorum ama bizimle beraber
akşam yemeği yiyecek misin?” dedi annem.
Annem senin kim olduğunu sordu, ben de ortak bir ders
aldığımızı söyledim. Herhâlde ev ödeviyle ilgili bir şey sormak
için aramıştın. Annem senin de kelimesi kelimesine aynı şeyi
söylediğini söyledi.
Kırmızı yıldızlardan ilkine baktım. C-4. Nerede oldu­
ğunu biliyorum ama oraya gitmem şart mı?
İnanamadım. Justin, anneme yalan söylemiştin.
Ama buna neden bu kadar seviniyordum?
“Hayır,” dedim. “Bir arkadaşın evine gideceğim. Bu
proje için ”
Çünkü yalanlarımız birdi. Bir işaretti bu.
“Tamam,” dedi annem. “Buzdolabına bir şeyler koya­
rım, sonra istersen ısıtırsın.”
Annem hangi dersimizin ortak olduğunu sorunca, ”
Matematik, ” dedim. Tam olarak yalan sayılmazdı. İkimiz
de matematik dersi alıyorduk. Sadece birlikte almıyorduk. Ve
aynı matematik dersi de değildi.
*İyi, ” demişti annem. “O da bana aynını söyledi. ”
Onu kendi kızına güvenmemekle suçladım, senin numa­
ranı yazdığı kâğıdı elinden kaptım ve yukarıya koştum.
Oraya gideceğim. İlk yıldıza. Ama ondan önce, kasetin
bu yüzü bittiğinde Tonyye gideceğim.

21
lo n y arabasının m üzik sistem ini asla yenilem ediği
için hâlâ kaset dinler. Böylece m üziği kontrol edebildiğini
söylüyor. Eğer birini arabasına aldıysa ve o da kendi
m üziklerini getirdiyse çok fena. H em en, “O form at buna
uym uyor,” der arabasına binenlere.
Telefona cevap verdiğinde, “Justin? Ben H annah. A nnem
bir m atem atik problemiyle ilgili aradığını söyledi, ” dedim.
T ony’nin ona ağabeyinden, ağabeyine babasından, baba­
sına da m uhtem elen dedesinden kalmış, eski b ir M u stan g ’i
var. O kulda çok az aşk, T onyyle arabası arasındaki aşkla
yarışabilir. B enim dudaklarım ın ö p tü ğ ü kızlardan çok daha
fazlası, T ony yi o arabayı kıskandıkları için terk etti.
Kafan karıştı am a en sonunda anneme yalan söylediğini
hatırladın ve iyi bir çocuk gibi özür diledin.
T ony yakın b ir arkadaşım olm asa da birkaç ödev için
birlikte çalıştığım ızdan, o n u n nerede o tu rd u ğ u n u b ili­
yo rdum . Ve en önem lisi, kaset çalan eski b ir w alk m ani
vardı. İnce, plastik kulaklıklı, sarı b ir alet. Ö d ü n ç al­
m am a izin vereceğinden em inim . Y anım a birk aç kaset
alacağım ve T ony’nin evinin sadece birkaç b lo k ötesine,
H a n n ah ’n ın eskiden o tu rd u ğ u m ahalleye g iderken o nları
dinleyeceğim .
“Eee Justin, hangi m atem atik problemi?” diye sordum. Bu
işten o kadar kolay kurtulamayacaktın.
Ya da belki kasetleri başka bir yere g ö tü rü rü m . G izli bir
yere. Ç ünkü onları burada dinleyem em . A n n em veya ba­

22
bam hoparlörlerdeki sesi tanıyacağından değil ama bir yere
ihtiyacım var. Nefes alabileceğim bir yere.
Hiç tereddüt etmedin. Bana A treninin evinden 03:45’te
ayrılacağını söyledin. Tren B de benim evimden on dakika
sonra yola çıkacaktı.
Sen bunu göremezdin Justin ama ben, sanki yatağımın
kenarında oturmuyormuşum da okuldaymışım gibi parmak
kaldırmıştım. “Beni seçin Bay Foley, beni seçin,” dedim.
“Cevabı biliyorum. ”
Sen adımı söyleyip de "Evet Bayan Baker?”dediğinde, an­
nemin zoru oyna kuralını pencereden attım. Sana iki trenin
Eisenhotver Parkındaki roket kaydırağın dibinde buluşacağı­
nı söyledim.
H annah onda ne bulmuştu? Hiç anlayamıyordum.
Kendi de bunu tam olarak anlayamadığını söylese bile.
Ama sıradan bir tip olmasına rağmen, bir sürü kız Justin’den
hoşlanır.
Evet, uzun boylu sayılır. Belki kızlar onu merak uyandı­
rıcı buluyorlardı çünkü daima pencerelerden dışarı bakar,
bir şeyler düşünür.
H attın diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu Justin. Ama
hakikaten uzuuuuun bir sessizlik. “Trenler ne zaman buluşu­
yor?”diye sordun.
“On beş dakika içinde, "dedim.
Tam hızla giden iki tren için, on beş dakikanın çok yavaş
olduğunu söyledin.

23
Vay canına. Biraz yavaşla H annah.
H epinizin ne düşündüğünü biliyorum. Hannah Baker
sürtüğün teki.
Hey\ Bunu fa rk ettiniz mi? “Tekiydi yerine teki, ” dedim.
Oysa burıu artık söyleyemem.
K onuşmayı kesti.
Tabureyi tezgâha yaklaştırdım. Kaset yuvasında, buğulu
bir plastik pencerenin ardındaki iki makara bandı birin­
den diğerine sarıyor. H oparlörden hafif bir hışırtı geliyor.
Sessiz, statik bir uğultu.
N e düşünüyor? O anda gözleri kapalı mı? Ağlıyor mu?
Parmağı stop tuşunda mı, ona basacak gücü bulmayı mı
umuyor? N e yapıyor? Duyamıyorum!
Yanlış.
Sesi öfkeli. A deta titriyor.
H annah Baker sürtük değil, asla da olmadı. A sıl şunu sor­
m ak lazım, ne duydunuz?
Sadece bir öpücük istiyordum. Lise bire giden, daha hiç
öpüşmemiş bir kızdım . Hem de hiç. A m a bir oğlandan hoş-
lanıyordum. O da benden hoşlanıyordu ve onu öpecektim.
H ikâye -bütün hikâye- buydu.
D iğer hikâye neydi? Ç ünkü ben bir şeyler duym uştum .
Parktaki buluşmamızdan birkaç gece önce yine aynı rüyayı
gördüm. Tamamen aynı rüyayı. Başından sonuna kadar. Ve
siz dinleyenleri m emnun etmek için, işte geliyor.
A m a önce, şunları anlatayım.

24
Eski kasabamda, bir yönüyle Eisenhotver Parkına benzeyen
bir park bulunuyordu. İkisinde de o roket şeklindeki kaydıraktan
vardı, iki kaydırağın aynı şirket tarafından yapıldığına eminim
çünkü ikisi de aynı gözüküyordu. Roketin kırmızı ucu gökyüzüne
bakar. O uçtan çıkan metal parmaklıklar, roketi yere sabitleyen
yeşil kanatlara kadar iner. Roketin burnuyla kanatlan arasındaki
üç platform birbirine üç merdivenle bağlanır. En tepede bir dü­
men, ortada oyun parkına inen bir kaydırak yer alır.
Buradaki okula başlayana dek pek çok gece o roketin te­
pesine çıkar ve başımı dümene yaslardım. Parmaklıkların
arasından esen akşam meltemi beni sakinleştirirdi. Gözlerimi
kapayıp evimi düşünürdüm.
Beş yaşımdayken oraya, bir kere ama sadece bir kere
çıkmıştım. Çılgınlar gibi bağırıp ağlamış ve ne yaparsam
yapayım aşağı inememiştim. Babam deliklerin arasından
geçemeyecek kadar iriydi. O yüzden itfaiyeyi çağırmıştı ve
onlar da yukarı çıkıp beni alması için kadın itfaiyecilerden
birini yollamıştı. Herhalde böyle birkaç kişiyi daha kurtar­
mak zorunda kaldılar çünkü birkaç hafta önce belediye,
roket kaydırağı yıkmayı planladığını açıkladı.
Bence rüyalarımdaki ilk öpücüğümün o rokette olmasının
sebebi, bu. O roket bana masumiyeti çağrıştırıyor. Ve ben de
ilk öpücüğümün aynen öyle olmasını istiyordum. Masum.
Belki parkı kırmızı yıldızla bu yüzden işaretlememiştir.
Ç ünkü kasetler listedeki bütün isimleri dolaşana kadar ro­
ket yıkılabilir.

25
Setlin s ın ıf kapım ın önünde beklemeye başladığın gün or­
taya çıkan rüyalarıma dönelim. Benden hoşlandığını o gün
anlamıştım.
H an n ah bluzunu çıkarmış ve Justin’in, ellerini sütye-
n in d en içeri sokm asına izin vermiş. İşte bu kadar. Ben o
gece parkta böyle olduğunu duym uştum .
A m a dur. Böyle bir şeyi neden parkın ortasında yapsın
ki?
Rüyamın başında, roketin tepesindeyim, dümeni tutuyo­
rum. H âlâ bir oyun parkı roketi; gerçek değil ama dümeni
sola her çevirişimde parktaki ağaçlar köklerini kaldırıp sola
çekiliyorlar. D üm eni sağa kırdığımda ise onlar da sağa gidi­
yorlar.
Sonra senin yerden bana seslendiğini duyuyorum. “Hannah!
H annah! Ağaçlarla oynamayı bırak dayanım a gel. ”
Ben de bunun üzerine dümeni bırakıp en üst platformdaki
delikten geçiyorum. Am a sonraki platforma ulaştığımda ayak­
larım o kadar büyümüş oluyor ki diğer delikten geçemiyorum.
Büyük ayaklar mı? C idden mi yani? Rüya tabircisi deği­
lim am a belki de Justin’in şeyinin büyük olup olmadığını
m erak ediyordu.
Başımı parmaklıkların arasından uzatarak “A yaklarım
çok büyümüş. Yine de aşağı gelmemi istiyor musun?”diye ses-
leniyorum.
“Tabii ki! Büyük ayaklara bayılırım, ” diye bağırıyorsun.
“Kaydıraktan inerek gel. Ben seni tutarım. ”

26
Kaydırağa oturup kendimi bırakıyorum. Ama koca ayak­
larım beni yavaşlatıyor. Kaydıraktan inene kadar geçen va­
kitte, ayaklarının inanılmaz küçük olduğunu fark ediyorum.
Neredeyse yok gibiler.
Biliyordum!
Beni yakalamak için kollarını açıp kaydırağın ucuna geli­
yorsun. Ve zıpladığımda, koca ayaklarım senin küçük ayakla­
rını neyse ki ezmiyor.
“Gördün mü? Birbirimiz için yaratılm ışızdiyorsun.
Sonra beni öpmek için eğiliyorsun. Dudakların yaklaşıyor. ..
Yaklaşıyor... Ve... Uyanıyorum.
Bir hafta boyunca her gece, tam öpüleceğim sırada uyan­
dım. Ama şimdi Justin, en sonunda seninle buluşacaktım. O
parkta. O kaydırağın dibinde. Ve kahretsin, beğensen de be­
ğenmesen de beni öpecektin.
H annah, eğer partideki gibi öpüştüysen, inan bana be­
ğenmiştir.
Sana on beş dakika içinde benimle orada buluşmam söyle­
dim. Tabii bunu yalnızca, senden önce oraya ulaşabilmek için
söylemiştim. Sen parka geldiğinde, tıpkı rüyalarımdaki gibi,
o roketin içinde, en tepede olmak istiyordum. Ve aynen öyle
oldu... Dans eden ağaçlarla tu h a f ayaklar kısmı hariç.
Roketin tepesindeki yerimden, senin parkın diğer ucundan
geldiğini gördüm. Birkaç adımda bir saatini kontrol ediyor­
dun. Kaydırağın yanına gelip etrafına bakındın ama asla yu­
karı bakmadın.

27
O yü zden, roketi sarsabilmek için dümeni elimden geldi­
ğince hızla çevirdim. B ir adım geri gittin, yukarı bakıp bana
seslendin. endişelenme, rüyamı yaşamak istediysem de
senin her satırı bilmeni ve bana ağaçlarla oynamayı bırakıp
aşağı gelm em i söylemeni beklemiyordum.
“H emen inerim, ” dedim.
A m a bana durm am ı söyledin. Tırmanıp yanım a gelecektin.
“Hayır! Kaydıraktan ineyim., ” diye bağırdım.
Sonra sen, o sihirli, rüyalardan çıkmış sözleri tekrarladın.
“Ben seni tutarım. ”
B enim ilk öpücüğüm e kesinlikle bin basar. Yedinci sınıf,
A ndrea W illiam s, okuldan sonra spor salonunda. Andrea
öğle yem eğinde masama gelip teklifini kulağıma fısıldamış­
tı ve ben de gün ün geri kalanını ereksiyon hâlinde geçir­
m iştim .
Ö püşm em iz üç çilekli dudak parlatıcısı saniyesi sonra
bitince, arkasını dönüp koşarak gitmişti. Sonra spor salo­
n u n d a etrafa bakınırken, iki arkadaşının o n u n eline beşer
dolarlık banknotlar tutuşturduğunu görmüş ve inanam a­
mıştım! M eğer dudaklarım , on dolarlık bir bahismiş.
tyi bir şey miydi bu, yoksa kötü mü? Gerçi sonradan,
m uhtem elen kötü bir şey olduğuna karar vermiştim.
Ama çilekli dudak parlatıcısını o günden beri çok severim.
En üstteki merdivenden aşağı inerken elimde olmadan gü­
lüyordum. Kaydırağa oturdum . .. Kalbim güm güm atıyordu,
işte buydu. Eskiden oturduğumuz yerdeki bütün arkadaşla­

28
rım ortaokuldayken öpüşmüşlerdi. Benim ilk öpücüğüm ise
tam istediğim gibi, kaydırağın dibinde beni bekliyordu. Tek
yapmam gereken, kendimi bırakmaktı.
Ve öyle yaptım.
Aslında gerçekte böyle olmadığını biliyorum ama geriye
baktığımda, her şey sanki yavaş çekimde yaşanmıştı. Kendimi
bırakışım. Kaydırak. Arkamda uçuşan saçlarım. Beni yakala­
mak için kollarım kaldırman. Sen beni yakalayabilesin diye
benim de kollarımı kaldırışım.
Beni öpmeye ne zaman karar vermiştin Justin?Parka gelir­
ken mi? Yoksa ben kollarına doğru kayarken mi?
Pekala, ilk öpücüğüm sırasında ne düşündüğümü kim bil­
mek ister? İşte söylüyorum: Birileri acılı sosis yemiş.
Bravo Justin.
Üzgünüm. O kadar da kötü değildi, sadece aklıma gelen
ilk şeydi.
Çilekli dudak parlatıcısını bin kere tercih ederim.
Nasıl bir öpücük olacağını çok merak ediyordum -çünkü
eskiden yaşadığımız yerdeki arkadaşlarım bir sürü şey tarif
etmişlerdi- ama neyse ki güzel bir öpücüktü. Dilini boğazıma
kadar sokmamıştın. Popomu sıkmamıştm. Sadece dudakları­
mızı birleştirmiş. .. Ve öpüşmüştük.
Hepsi yalnızca bu kadardı.
Bekleyin. Durun. Geri sarmayın. Geri sarmaya gerek yok
çünkü hiçbir şey kaçırmadınız. Tekrar söyleyeyim. Hepsi...
yalnızca... bu... kadardı.

29
Yoksa siz başka şeyler mi duydunuz?
Sırtını ürperti i.
Evet, ben duym uştum . Hepimiz duymuştuk.
Haklısınız. Bir şey oldu. Justin elimi tuttu, birlikte salın­
caklara yürüyüp sallandık. Sonra beni yine aynı şekilde öptü.
Sonra? Ya sonra Hannah? Sonra ne oldu?
Sonra... Ayrıldık. O bir tarafa gitti. Ben de diğer tarafa
gittim.
Ah. Kusura bakmayın. Siz daha seksi bir şeyler istiyordu­
nuz.y değil mi? Kaşınan küçük parmaklarımın, pantolonunun
fermuarıyla nasıl oynamaya başladığını duymak istiyordu­
nuz. Duymak istiyordunuz k i...
Ne duymak istiyordunuz? Çünkü ben o kadar çok hikâye
duydum ki hangisinin en popüler olduğunu bilemiyorum.
Am a en sevilmeyenin hangisi olduğunu biliyordum.
Gerçek.
A rtık bu gerçeği unutmayın.
Justin’in okuldaki arkadaşlarının arasındaki hâli hâlâ
gözlerimin önüne geliyordu. H annah onların yanından ge­
çerken, bütün grubun konuşmayı kestiğini hatırlıyorum.
Hepsi bakışlarını kaçırmıştı. Ve H annah geçip gidince,
gülmeye başlamışlardı.
Ama ben bunları neden hatırlıyordum?
Ç ünkü Kat’in veda partisinden sonra H annah’yla pek
çok kez konuşmak istemiştim ama fazla utangaçtım. Çok
korkuyordum. O gün Justinle arkadaşlarını görünce,

30
H a n n a h h a k k ın d a b ild ik le rim d e n daha fazlası olduğu h is­

sin e k a p ılm ış tım .

Daha sonra, roket kaydırakta kendini ellettiğini duy­


muştum. Ve okulda o kadar yeniydi ki dedikodular onun
hakkında bildiğim her şeyi gölgeliyordu.
Hannah beni aşar, diye düşünmüştüm. Belli ki beni ak­
lına bile getirmeyecek kadar deneyimliydi.
Sana teşekkür ederim Justin. Bunda samimiyim. İlk öpü­
cüğüm harikaydı. Ve görüşmeye devam ettiğimiz bir ay bo­
yunca gittiğimiz her yerdeki öpücükler de harikaydı. Sen ha­
rikaydın.
Ama sonra böbürlenmeye başladın.
Bir hafta geçip gitti ama senden hiç haber alamadım.
Fakat en sonunda, her zaman olduğu gibi, dedikodular bana
ulaştı. Ve herkes, bir dedikodunun aksini ispat edemeyeceğini
bilir.
Biliyorum. Ne düşündüğünüzü biliyorum. Hikâyeyi anla­
tırken aynı şeyi ben de düşündüm. Bir öpücük? Bir öpücükle
başlayan dedikodular yüzünden mi kendine bunu yaptın?
Hayır. Bir öpücükle başlayan dedikodular, özel olacağını
umduğum bir hatırayı yok etti. Bir öpücükle başlayan dedi­
kodular, diğer insanların da inandığı ve ona göre tepki verdiği
bir şöhret yarattı. Ve bazen, bir öpücükle başlayan dedikodu-
lar çığ gibi büyüyor.
Bir öpücükle başlayan bir dedikodu, her şeyin başlangıcı.
Daha fazlasını dinlemek için, kasetin diğer yüzünü çevirin.

31
Stopa basmaya hazır bir hâlde kasetçalara uzandım.
Ve Justin, tatlım , bir yere git?ne. A dının daha nerelerde
geçeceğine şaşıracaksın.
Parmağımı tuşun üstüne götürdüm ve hoparlörlerden
gelen hafif uğultuyla kaseti saran makaraların gıcırtısını
dinleyerek, H annah5nın sesinin geri gelmesini bekledim.
Am a gelmedi. Meğer hikâye bitmiş.


Tony’nin evine gittiğimde M ustang’i evinin önündeki kal­
dırım da duruyordu. Kaporta kapağı açıktı ve babasıyla bir­
likte m otorun üstüne eğilmişlerdi. Babası derinlerdeki bir
şeyi İngiliz anahtarıyla sıkıştırırken, Tony de küçük bir el
fenerini tutuyordu.
“Bozuldu m u yoksa keyfine mi yapıyorsunuz?” diye
sordum .
Tony om zunun üstünden baktı, beni görünce el feneri­
ni m otorun içine düşürdü. “Kahretsin.”
Babası doğruldu ve yağlı ellerini pis tişörtüne sildi.
“Şaka mı yapıyorsun? H er zaman keyfine yapıyoruz.”
Sonra Tony ye bakıp göz kırptı. “C iddi bir şey olduğunda,
bu iş daha da eğlenceli bir hâl alıyor.”
Tony yüzünü buruşturup el fenerine uzandı. “Baba,
Clay i hatırlıyorsundur.”
“Elbette,” dedi babası. “Tabii ki hatırlıyorum . Seni
gördüğüm e sevindim.” Tokalaşmak için elini uzatm a­

32
dı ama ellerinin ne kadar kirli olduğunu düşününce hiç
alınmadım.
Fakat numara yaptığım biliyordum. Aslında beni hatır-
lamamıştı.
“Tamam,” dedi babası. “Seni şimdi hatırladım. Bir ke­
resinde akşam yemeğine kalmıştın, değil mi? Devamlı ‘lüt­
fen ve ‘teşekkürler diyordun.”
Gülümsedim.
“Sen gittikten sonra, karım daha kibar olalım diye bir
hafta boyunca bizi rahat bırakmadı.”
Ne diyebilirim ki? Anne-babalar beni sever.
“Evet, bu o,” dedi Tony. Sonra ellerini temizlemek için
bir paçavraya uzandı. “Ne var ne yok Clay?”
Sözlerini aklımda tekrarladım. Ne var ne yok? Ne var ne
yok? Ah, madem sordun, söyleyeyim. Bugün postadan kendini
öldürmüş bir kızın kasetleri çıktı. Görünüşe göre benim de bu işle
bir ilgim varmış. Ne olduğunu bilmiyorum ama öğrenebilmek
için acaba senin ıvalkmanini alabilir miyim diye soracaktım.
“Pek bir şey yok,” dedim.
Babası zahm et olmazsa arabaya binip onlar için ön­
den m otoru çalıştırabilir miyim diye sordu. “A nahtar
kontakta.”
Sırt çantamı yan koltuğa bırakıp direksiyonunun başına
geçtim.
“Bekle. Bekle!” diye bağırdı babası. “Tony, feneri şuraya
tut.”

33
Tony arabanın yanında duruyordu. Beni izliyordu.
G öz göze geldiğim izde bakışlarımız kilitleniyor, gözlerimi
alam ıyordum . Yoksa biliyor mu? Kasederden haberi var
mı?
Babası, “Tony,” diye tekrarladı. “Işık.”
Tony bakışlarım kaçırıp elinde fenerle eğildi ama m oto­
ra bakarken bakışları ara sıra bana kayıyordu.
Ya o da o kasetlerdeyse? Ya onun hikâyesi benim kinden
hem en önceyse? Kasetleri bana yollayan o muydu?
Tanrım , kafayı sıyıracağım. Belki de bir şey bilmiyor­
dun Belki yalnızca, bir şeyden dolayı suçlu göründüğüm ü
fark etmiştir.
M otoru çalıştırmak için işaret beklerken etrafıma ba­
kındım . W alkman, yolcu koltuğunun arkasında, yerde.
Öylece duruyor. Kulaklıklar etrafına sıkıca sarılmış. Ama
bahanem ne? O na neden ihtiyacım var?
“Tony, İngiliz anahtarını sen al, el fenerini de bana ver,”
dedi babası. “Feneri fazla sallıyorsun.”
O nlar tam İngiliz anahtarıyla el fenerini değiştirdiği sı­
rada ben de walkmane uzandım. Bir anda. H iç düşünm e­
den. Sırt çantam ın orta gözü hâlâ açık olduğu için, onu
oraya tıkıp fermuarı çektim.
“Tamam Clay,” dedi babası. “Çevir.”
Anahtarı çevirince m otor hem en çalışmaya başladı.
Gösterge panosunun üstündeki boşluktan babasının gü­
lümsediğini gördüm . H er ne yaptıysa, keyfi yerine gelmiş­

34
ti. M otorun başında, “Biraz uğraşınca bülbül gibi şakıyor,”
dedi. “M otoru artık kapatabilirsin Clay.”
Tony kaporta kapağını indirip kapattı. “İçeride
görüşürüz baba.”
Babası başını salladı, yerdeki metal alet kutusunu alıp
yağlı paçavraları topladı ve garaja gitti.
Ben de çantamı sırtıma atıp arabadan çıktım.
“Teşekkürler,” dedi Tony. “Eğer sen gelmeseydin, m uh­
temelen bütün akşam burada takılırdık.”
Kolumu diğer askıya geçirip çantayı sırtımda ortaladım.
“Evden çıkmam gerekti,” dedim. “Annem sinirlerime do­
kunuyordu.”
Tony garaja baktı. “Bir de bana sor,” dedi. “Ödev yap­
maya başlamam lazım ama babam kaportayı biraz daha
kurcalamak istiyor.”
O sırada sokak lambaları yandı.
“Eee Clay, sen niye gelmiştin?” diye sordu.
Sırt çantamdaki walkmanin ağırlığını hissediyordum.
“G eçerken seni dışarıda gördüm . Selam vermek is­
tedim .”
Bana uzun uzun baktığı için, ben de bakışlarımı araba­
nın arkasına yönelttim.
“Ne var, ne yok diye bakmak için Rosie’nin Yeri’ne gi­
deceğim,” dedi. “Seni de bırakayım mı?”
“Teşekkürler,” dedim, “ama yalnızca birkaç blok yürü­
yeceğim.”

35
Tony ellerini ceplerine soktu. “Nereye gidiyorsun?”
Tanrım , um arım Tony listede değildir. Ama ya öyleyse?
Ya kasetleri dinlediyse ve aklımdan neler geçtiğini çok iyi
biliyorsa? Ya nereye gittiğim in farkındaysa? D aha da kötü­
sü ya kasetleri henüz almadıysa? Ya kasetler ona sonradan
yollanacaksa ne olacak?
Eğer öyle olursa, bu anı hatırlayacak. Buralarda oyalan­
dığımı, ona haber vermek ya da onu uyarmak istemediğimi
hatırlayacak.
“H içbir yere,” dedim. Sonra ben de ellerimi ceplerime
soktum . “Eee, o hâlde yarın görüşürüz herhâlde.”
H içbir şey söylemedi. Sadece dönüp gidişimi seyretti
uzun uzun. H er an, “Hey! W alkm anim nerede?” diye ba­
ğırmasını bekliyordum. Ama bir şey yapmadı. Çabucak
sıvıştım oradan.
İlk köşeden sağa dönüp yürümeye devam ettim.
Arabanın m otorunun çalışmaya başladığını ve M ustang’inin
tekerlekleri ilerlerken altında ezilen taşların gıcırtısını
duydum . Sonra Tony gaza bastı, arkamdaki sokaktan geçip
gitti.
Sırt çantamı çıkarıp kaldırıma koydum. W alkmani çı­
kardım. Kabloyu çözüp sarı plastik kulakları başımın üs­
tünden geçirdim ve m inik hoparlörleri kulaklarıma sok­
tum . Ç antam da ilk dört kaset vardı, bu gece muhtem elen
iki ya da üç tanesini dinleyebilirdim. Gerisini evde bırak­
mıştım.

36
Çantanın en küçük gözünün fermuarını açtım ve ilk
kaseti çıkardım. Sonra B yüzünü walkmane taktım ve
plastik kapağı kapadım.

37
1. KASET: B YÜZÜ


Tekrar hoş geldiniz, ikinci kısımda ortadan kaybolmadığınız
için teşekkürler.
W alkmani ceketimin iç cebine sokuşturup sesini iyice
açtım.
Eğer bunu dinliyorsanız, iki şeyden biri olmuş demektir.
A: Justinsin ve kendi küçük hikâyeni dinledikten sonra sırada
kim in olduğunu duymak istedin. Ya da B: Başka birisin ve
sıradaki sen misin diye bekliyorsun.
Neyse...
Alnım da soğuk terler birikmeye başlamıştı.
Alex Standall, senin sıran.
Şakağımdan süzülen ter damlasını sildim.

38
Eminim neden burada olduğun hakkında hiçbirfikrin yok
Alex. Hatta sen muhtemelen, iyi bir şey yaptığını düşünüyor-
sundur, öyle değil mi? Ne de oba beni “Birinci Sınıfların En
İyi Kıçı”seçtin. Böyle bir şeye kim kızabilir ki?
Dinle.
Kaldırıma oturup ayaklarımı mazgala doğru uzattım.
Topuğumun dibinde, çimentonun arasından otlar çıkmıştı.
Güneş çatıların ve ağaçların üstünde yeni yeni batmaya
başlamış olsa da sokağın her iki tarafındaki sokak lambaları
da yanıyordu.
Öncelikle, Alex, eğer aptallık ettiğimi düşünüyorsan, benim
en ufak şeyleri bile kafaya takan, her şeyi fazlasıyla ciddiye
alan, küçük, aptal bir kız olduğumu düşünüyorsan, kimse seni
bunları dinlemeye zorlamıyor. Tabii, sizlere o kopya kasetler­
le baskı yapıyorum ama kasabadaki insanların, benim kıçım
hakkında düşündüklerini bilmesi kimin umurunda, değil mi?
Karşımda duran bloktaki evlerde ve benim birkaç blok
ötedeki evimde insanlar akşam yemeklerini bitiriyorlar. Ya
da bulaşık makinelerini dolduruyorlar. Ya da ev ödevlerine
başlıyorlar.
Sana bunu umursayacak bir sürü insanın adını verebili­
rim. Eğer bu kasetler piyasaya çıkarsa, bunu gayet umursaya­
cak, bir liste dolusu insan var.
O yüzden başlayalım, tamam mı?
O ne eğilip bacaklarıma sarıldım ve alnımı dizlerime
yasladım.

39
Senin listenin çıktığı sabah, ikinci derste oturduğumu
hatırlıyorum. Bayan Strumm belli ki harika bir hafta sonu
geçirmişti çünkü derse kesinlikle hiçbir hazırlık falan yapma­
mıştı.
Bize o inanılmaz sıkıcı belgesellerinden birini izlettir­
di. N e hakkında olduğunu çıkaramıyorum. Ama anlatıcı­
nın, ağır bir İngiliz aksam vardı. Uyuyakalmamak için,
sıramın üstüne yapışmış eski bir seloteyp parçasını çıkarmaya
uğraştığımı hatırlıyorum. Anlatıcının sesi, benim için arka
plandaki bir gürültüden farksızdı.
Anlatıcının sesi... Vefısıltılar.
Başımı kaldırdığımda fısıltılar kesiliyordu. Bana ba­
kan gözler başka tarafa çevriliyordu. Am a elden ele dola­
nan kâğıdı gördüm. Tek bir kâğıt, sıralar boyunca ilerleyip
duruyordu. En sonunda, kâğıt arkama, yani fim m y Longun
vücut ağırlığının altında inleyen sıraya geldi.
O gün sınıfta olanlarınız bana söylesin: fim m y san­
dalyemin arkasından gizlice bakıyordu, değil m i? Çünkü,
“Kesinlikle öyle, ” derken, başka bir şey yaptığını hayal ede­
miyorum.
Dizlerimi sımsıkı kapadım. Hıyar Jimmy.
Biri, “Seni geri zekâlı hıyar, ”diye fısıldadı.
Arkamı döndüm ama fısıldayarak konuşacak hâlde değil­
dim. “Kesinlikle öyle olan nedir?”
Kızların ilgisine bayılan Jim m y hafifçe gülümseyip sıra­
sından üstündeki kâğıda baktı. Ardından o “geri zekâlı”diye

40
fısıldayan ses tekrar duyuldu ama bu sefer sınıfta tekrarlandı.
Sanki kimse şakaya dâhil olmamı istemiyormuş gibiydi.
Bana tarih dersinde verilen o listeyi ilk gördüğümde, ta­
nımadığım birkaç isim vardı. Henüz tanışmadığım ya da
isimlerini doğru bilip bilmediğimden emin olamadığım
birkaç yeni öğrenci. Ama Hannah’nın ismini biliyordum.
Ve listede onun da adını görünce çok gülmüştüm. Hannah
kısa bir sürede epey şöhret kazanmıştı.
Ama onun şöhretinin, Justin Foley nin hayal gücünde
başladığını ancak şimdi anlıyordum.
Kâğıdın üstündeki ters başlığı okuyabilmek için başımı
eğdim: BİR İN C İ SINIFLAR - K İM SEKSİ / KİM DEĞİL.
fim m y arkasına yaslanıp da sırası gıcırdayınca, Bayan
Strummın geldiğini anladım ama ismimi bulmak zorunday­
dım. Neden listede olduğum umurumda değildi. O sırada,
listenin hangi tarafında olduğumu umursadığımı bile san­
mıyorum. Herkesin aynı konuda -sizinle ilgili bir konuda-
hemfîkir olmasında, ilginç, insanın kamına kramplar sokan
bir şeyler var. Bayan Strumm, ben adımı bulamadan listeyi
elimden kapmaya hazır hâlde sıraların arasında dolanırken,
karnım iyice sıkışıyordu.
Adım nerede? Nerede? Buldum!
O gün koridorda Hannah yanımdan geçince, bir süre
onun arkasından bakmıştım. Söylenenlere katılmak zorun­
daydım. Başka şansım yoktu. Evet, kesinlikle o kategori­
deydi.

41
Another random document with
no related content on Scribd:
“But he must know some time of our marriage,” urged the young
wife. “You make me afraid, dear, that we did wrong in marrying. We
are too young, and I had to work for my living. Your father could
never forgive me, and accept me as his daughter. My family is of no
account, and yours is good. People think of all these things, and you
will be looked down upon for your unfortunate, ill-starred marriage.
Oh, Rufus, if we could undo what we have done, it might be well for
us.”
The young husband endeavored to console his wife, and he had
brought back her bright hopefulness, when the postman’s knock was
heard on the street door. A sudden hope thrilled them both. They
listened breathlessly, and not in vain. Presently the housemaid’s
heavy tread was heard on the stairs, and she entered the room,
bringing a letter.
When she had departed, Rufus opened the letter, and the young
couple perused it together. It was dated Wyndham village, and had
been written by Craven Black, and contained simply an
announcement that the father desired to be reconciled to his son;
that he saw a way in which he could make Rufus a rich man; and he
begged his son, if he also desired a reconciliation and wealth, and
was willing to submit himself to his father’s will, to come to him at
once by the earliest train. Between the leaves of the letter was a ten-
pound note.
“You will go, of course?” cried the young wife excitedly.
“I wish I knew what he meant,” muttered Rufus irresolutely.
“He is your father, dear, and you will go,” urged Lally. “For my sake,
you will go. And Rufus, I beg you to yield to his wishes. They will not
be unreasonable, I am sure. Say you will go!”
Rufus hesitated. He knew that when with his father, he was a coward
without a will of his own. What if he should be driven into some act
he should hereafter repent? Yet at last he consented to go to his
father, and an hour later he divided his money with his wife, giving
her the larger share, and took his departure. At that last moment a
horrible misgiving came over him, and he ran back and kissed the
little sunshiny face he loved, and then he went out again and made
his way to the station, with a death-like pall upon his soul.
CHAPTER IX.
A KNOT SUMMARILY SEVERED.

Rufus Black’s heart grew heavier still, and his sense of dread
deepened, as he steamed down to Canterbury in the express train.
He had a seat by a window in a second-class compartment in which
were four other passengers, but he was as much alone as if he had
had the compartment to himself. His travelling companions chatted
and laughed and jested among themselves, while he looked from his
window upon hop-gardens, green fields, and clustering hamlets, with
sad, unseeing eyes, and thought of his poverty, his friendlessness,
and the slow starvation that lay before him and his young wife.
“I could bear it for myself,” he thought bitterly. “But it is hard to see
Lally suffer, and I know she does suffer, although she seems so light-
hearted and brave. My poor little wife! Ah, what place have I in the
world of gay idlers and strong workers? I am neither the one nor the
other. What is to be the end of it all?”
He looked enviously at the workers in a brick-yard the train was
passing at that moment. There were men there, coarse and ignorant,
but brawny of limb and broad of chest; and there were children too,
boys and girls of tender years, working steadily for scanty pay; but
they were all workers, and they looked stolidly contented with their
lot.
“With all my university education,” thought the boy artist bitterly, “I
am less capable of self-support than those ignorant brick-makers.
Why did my father bring me up with expensive tastes and like the
heir of fine estates, only to cast me off to starve at the first moment I
displeased him? What is the empty name of gentleman worth, if one
cannot keep it and be a worker? If he had put me to some trade, I
should not have been half so miserable to-day. I am only twenty
years old, and my life is a failure at the outset.”
The train swept on through new scenes, and the course of the young
man’s musings was changed, but their bitterness remained in full
strength.
“I wonder what my father can want of me,” he said to himself
presently. “How can he put me in the way of a fortune? He promised
that I should study law, but he has forgotten the promise. With a
profession to depend upon, I know I could win a competence.
Perhaps it is to speak of this he has sent for me this morning. He
surely cannot mean for me,” and the young man’s brow darkened,
“to become a gambler, as he has been? I shall refuse, if he proposes
it. For my innocent Lally’s sake, I will keep myself pure of his vices.”
This resolution was strong within him when he alighted from the train
at Canterbury and took a hansom cab to Wyndham village. The drive
of several miles was occupied with speculations as to what his father
wanted of him, and with thoughts of his young wife in her dingy
lodgings at New Brompton, and he did not even notice the houses,
farms and villas they passed, nor any feature of the scenery, until the
horse slackened his speed to a walk, and the driver opened his small
trap in the roof, and said:
“The house yonder on the ridge, sir, is Hawkhurst, the seat of the
Wynde family. Sir Harold Wynde died in India a year ago, you know,
sir, and the property belongs to his only child, a daughter. A mile or
so beyond is Wyndham village.”
Rufus Black turned his gaze upon the fair domain of the Wyndes. It
lay on both sides of the highway, stretching as far as his eye could
reach. The grand old mansion of gray stone, with outlying houses of
glass glittering in the summer sunshine like immense jewels, the
great lawns, the gardens, the park, the cool woods, all these made
up one of the fairest pictures the eyes of Rufus Black had ever
rested upon.
“How glorious!” he said involuntarily. “And it all belongs to a lady!”
“Yes, sir, a mere girl,” replied the cabman. “She is at school in
France. It’s a great place, is Hawkhurst.”
He dropped the trap and urged on his horse, but Rufus continued to
look upon the house and estate with great, envious eyes. Why
should all this belong to one, and that one a mere girl, while he
wanted for bread? His soul was convulsed with bitterness and
repining, and the shadow of his trouble rested upon his face.
A few minutes of brisk driving brought them to Wyndham village,
which consisted merely of one long straggling street, lined with
houses and gardens. In the very centre of the street, upon four
corners formed by the intersection of a country road, was gathered
the business portion of the hamlet. Upon the corner was the village
smithy, from whose open door came the ringing sound of hammer
upon anvil. A group of countrymen were gathered about the door of
the smithy, and a few carts stood before it on the paved street. Upon
a second corner was a general shop and postoffice in one. Upon a
third corner was a rival establishment, of the same description, but
without the advantage and prestige of the postoffice, and on the
fourth corner stood the Wyndham Inn, with its swinging sign, ample
court-yard and hospitable look.
It was an old stone building, with a wide portico in front, on which
were tables and chairs. Rufus Black was driven into the court, and
sprang out of the cab, at the same moment that the portly, rubicund
landlord came out to receive him. The young man inquired for his
father, and was informed that he was in his rooms at the inn. Rufus
paid and dismissed the cabman, and followed the landlord into the
inn.
He was conducted up a flight of uncarpeted stairs, and the landlord
pointed out to him the door of a front chamber as the one at which
he was to knock. Rufus quietly lifted the latch and ushered himself
into the room, closing the door behind him.
The room was a pleasant little country parlor, with three casement
windows, a faded carpet on the floor, cane-seated furniture, and a
jug of flowers on the mantel-shelf. The sunlight streamed in, but its
heat was tempered by the delicious breeze. The Honorable Craven
Black was not in the room, but there were vestiges of his occupancy
on every side. Upon a small table stood his massive dressing case
with mirror and brushes mounted in exquisitely carved ivory, and with
boxes and bottle-stoppers of finely chased and solid gold. All the
appointments of the large case were luxurious in the extreme, and
Rufus thought bitterly that the sum which that Sybaritic affair had
cost would be a fortune to him in his own present destitution.
A beautiful inlaid writing case, a tobacco jar of the finest Sevres
porcelain, a Turkish pipe mounted in gold and amber, a liqueur case,
and various other costly trifles, were scattered lavishly about. The
Honorable Craven Black had never denied himself a luxury in his life,
and these things he carried with him wherever he went, as
necessary to his comfort and happiness.
Rufus Black’s lips curled as he looked on these luxuries and
mentally calculated their cost. He was in the midst of his calculation
when the door of the adjoining bedroom was opened from within,
and his father came out, habited in slippers and dressing-gown, and
with an Indian embroidered cap of scarlet and gold poised lightly on
his fair head.
His light eyes opened a little wider than usual as he beheld his son,
and his usual cynical smile showed itself disagreeably around his
white teeth.
“So you’ve come at last, have you?” he exclaimed. “I expected you
yesterday.”
“I received your letter this morning, soon after breakfast, sir,”
answered Rufus, “and I came on at once in the express train. I have
changed my lodgings from the one you knew, and the letter was sent
on from my old to my new address.”
Mr. Black eyed his son critically, his cynical smile deepening.
“You have a general out-at-the-elbows look,” he observed. “You’ve
gone down hill since I threw you over. You look hungry and
desperate!”
“I am both,” was the reply, in a reckless tone. “And I have reason to
be. I am starving!”
Mr. Black flung himself into the only easy chair the room afforded,
and made a gesture to his son to be seated upon the couch. Rufus
obeyed.
“You are in the mood I hoped to find you,” declared the father, with a
disagreeable laugh. “Desperate—starving! That is better than I
expected. What has become of all your fine anticipations of wealth
and fortune achieved with your brush? You do not find it easy to
paint famous pictures?”
“I mistook my desires for ability,” cried Rufus, his eyes darkening
with the pain of his confession. “I have a liking for painting, and I
fancied that liking was genius. I find myself crippled by not knowing
how to do anything well. My pictures bring me in fifteen shillings
apiece, and cost me three days’ work. I could earn more at brick-
making—if I only knew how to make bricks. When you sent me to the
university, father, you said I should study a profession. I demand of
you the fulfilment of that promise. I want some way to earn my
living!”
“Better get a living without work,” said Mr. Black coolly. “I don’t like
work, and I don’t believe you do. You want to study law, but your
talents are not transcendent, my son—you will never sit upon the
woolsack.”
“If I can earn two hundred pounds a year, I will ask nothing more,”
said Rufus bitterly. “I have discovered for myself that my abilities are
mediocre. I shall never be great as anything—unless as a failure! But
if I can only glide along in the great stream of mediocre people, and
be nothing above or below them, I shall be content!”
“And you say this at twenty years old?” cried his father mockingly.
“You talk like one of double your years. Where have your
hopefulness, your bright dreams, your glowing anticipations, gone?
You must have had a hard experience in the last three months, to be
willing to settle down into a hard-working drudge!”
“My experience has been hard.”
“I believe you. You look beaten out, worn out, discouraged. Now,
Rufus, I have sent for you that I may make your fortune as well as
mine. There is a grand prospect opening before you, and you can be
one of the richest men in England, if you choose to be sensible. But
you must obey my orders.”
“I cannot promise that before knowing what you demand,” said the
son, his face clouding. “I have no sympathy with your manner of life,
father. If you had not the advantage of titled connections, and did not
bear the title of ‘Honorable,’ you would be called an adventurer. You
know you would. I want nothing to do with your ways of life. I will not
be a gambler—not for all the wealth in England!”
“Don’t refuse till you are asked,” said Mr. Black harshly. “Don’t
imagine that I want to corrupt your fine principles by making a
gambler of you. I am no gamester, even though I play at cards. I play
only as gentlemen play. The game I have in hand for you is easily
played, if you have but ordinary skill. I can make you master of one
of the finest estates in England, if you but say the word!”
“Honorably? Can you do it honorably?” cried Rufus eagerly.
“Certainly. I would not propose anything dishonorable to one of your
nice sense of honor,” said Mr. Black, with sarcastic emphasis.
“What is it you would have me do?”
“You are young, enthusiastic, well looking and well educated,” said
Mr. Black, without paying heed to his son’s questions. “In short, you
are fitted to the business I have in hand. I intended to give you a
professional education, but if you obey me you won’t want it, and if
you do not obey me you may go to the dogs. I suppose your poverty
has driven that little low-born music teacher out of your head?”
“What has she to do with this business?”
“Nothing whatever. I want to make sure that you are well rid of her,
but perhaps it would be as well to leave her name out of the
question. You say you are starving. Now, if you will solemnly promise
to obey me, I will advance you fifty pounds to-day, with which you
can fit up your wardrobe and gratify any luxurious desires you may
have.”
Rufus Black’s eyes sparkled.
“Speak,” he said impatiently. “I am desperately poor. I would do
almost anything for fifty pounds. What do you want done?”
Again Craven Black laughed softly, well pleased with his son’s mood.
“Did you see Hawkhurst as you came?” he asked, with seeming
irrelevancy. “It’s one of the grandest places in Kent.”
“I saw it. The driver pointed it out to me.”
“How did it look to you?”
“Like heaven.”
“How would you like to be master of that heaven?”
Rufus stared at his father with wide, incredulous eyes.
“You are chaffing me,” said the young man, his countenance falling.
“I am in serious earnest. The owner of Hawkhurst is a young girl,
who is expected home from school to-day. She has lived the life of a
nun in her French school, and does not know one young man from
another. She will be beset with suitors immediately, and the one who
comes first stands the best chance of winning her. I want you to
make love to her and marry her.”
Rufus Black’s face paled. The suggestion nearly overcame him. The
project looked stupendous, chimerical.
“I wondered that you should be down here at Wyndham, father,” he
said, “and I suppose you are here because you had formed some
design upon this young heiress. Do you know her?”
“No, but I know her step-mother, who is her personal guardian,”
explained Craven Black. “Do you remember the handsome widow,
Mrs. Hathaway, whom you saw once at the theatre in my charge?
She married Sir Harold Wynde. He died in India last year, leaving her
well-jointured. I came down to see her the other day, and it seems
she remembers me with her old affection. In short, Rufus, I am
engaged to marry Lady Wynde, and the wedding is to take place in
October. She is her step-daughter’s guardian, as I said, and will
have unbounded influence to back up your suit. The field is clear
before you. Go in and win!”
Rufus grew yet paler, and his voice was hoarse as he asked:
“And this is your scheme for making me rich?”
“It is. The girl has a clear income of seventy thousand pounds a year.
As her husband, you will be a man of consequence. She owns a
house in town, a hunting box in the Scottish Highlands, and other
houses in England. You will have horses and hounds; a yacht, if you
wish it, at your marine villa, and a bottomless purse. You can paint
wretched pictures, and hear the fashionable world praise them as
divine. You can become a member of Parliament. All careers are
open to the fortunate suitor of Neva Wynde.”
The picture was dazzling enough to the half-starved and desperate
boy. He liked all these things his father enumerated—the houses, the
horses, the luxuries, the money, and the luxurious ease and the
honors. He had found it hard to work, and harder to dispose of his
work. All the bitterness and hardness of his lot arose before him in
black contrast with the brightness and beauty that would mark the
destiny of the favored lover of young Neva Wynde.
He arose and walked the floor with an impetuous tread, an
expression of keen anguish and keener longing in his eyes. His
father watched him with a furtive gaze, as a cat watches a mouse. It
was necessary to his plans that his son should marry Neva Wynde,
and he was sanguine that he would be able to bring about the
match.
“Well?” he said, tiring of the quick, impetuous walk of his son. “What
do you say?”
“It is impossible!” returned Rufus abruptly. “Utterly impossible.”
“And why, if I may be allowed to ask?” inquired Mr. Black blandly,
although a scowl began to gather on his fair forehead.
“Because—because—the young lady may have other designs for
herself—I can’t marry her for her money—I can’t give up Lally!”
“The—the young person who taught music? I understood you to say
that she was a corn-chandler’s daughter. And you prefer a low-born,
low-bred creature to a wealthy young lady like Miss Wynde? For a
young man educated as you have been, your good taste is
remarkable. You have a predilection for high-class society, I must
say. What is the charm of this not-to-be-given-up ‘Lally?’ Is she
beautiful?”
“She is beautiful to me.”
“Which means that she is beautiful to no one else. The beauty which
requires love’s spectacles to distinguish, is ugliness to every one but
the lover. Low-born and low-bred,” repeated Mr. Black, dwelling upon
the words as if they pleased him, “with a pack of poor and ignorant
relations tacked to her skirts, ugly by your own confession, what a
brilliant match she would be for the son of the Honorable Craven
Black!”
“She has no poor relations,” said Rufus hotly. “She has no relations
except a great-aunt, whose name she does not know, and who very
likely does not dream of her existence. It is true that Lally’s father
was a corn-chandler, but he was an honest one, and more than that,
he was an intelligent, upright gentlemen. You arch your brows, as if a
man could not be a tradesman and a gentleman. If the word
gentleman has any meaning, he was a gentleman.”
“I do not care to discuss the subtle meaning of words; I am willing to
accept them at the valuation society puts upon them. The pedigree
of ‘Lally’ is of no interest to me. I merely want to know if you mean to
marry Neva Wynde and be rich, or marry your ‘Lally’ and starve. And
if you are willing to starve yourself, are you willing to have ‘Lally’
starve also? With your fine ideas of honor, I wonder you can wish to
drag that girl into a marriage that will be to her but a slow death.”
A groan burst from the youth’s lips. He wrung his hands weakly,
while the secret of his marriage trembled on his tongue. But he
dared not tell it. He was afraid of his father with a deadly fear, and
more than that, he had yet some hope of receiving assistance from
his parent.
“I cannot give her up, father,” he said hoarsely. “I beg you to help me
in some way, and let me go. You are not rich, I know, but you have
influence. You could get me a situation under government, in the
Home office, Somerset House, or as secretary to some nobleman. If
you will do this for me, I will bless you while I live. Oh, father, be
merciful to me. Give me a little help, and let me go my ways.”
“By Heaven, I will not. If you cling to that girl, you shall have not one
penny from me, not one word of recommendation. You can drift to
the hospital, or the alms-house, and I will not raise a finger to help
you! I will not even give one farthing to save you from a pauper’s
burial. I swear it!”
Craven Black uttered the oath in a tone of utter implacability, and
Rufus knew that the heavens would sooner fall than his father would
relent. A despair seized upon him, and again he wrung his hands, as
he cried out recklessly:
“I must cling to her, father. Cast me off if you will, curse me as you
choose—but Lally is my wife!”
Craven Black was stupefied for the moment. An apoplectic redness
suffused his face, and his eyes gleamed dangerously.
“Your wife? Your wife?” he muttered, scarcely knowing that he
spoke.
“Yes, she is my wife,” declared Rufus, his voice gathering firmness. “I
married her three months ago. We have been starving together in a
garret at New Brompton. Oh, father—”
“Not one word! Married to that girl? I will not believe it. Have you a
marriage certificate?”
“I have. Here it is,” and Rufus drew from his pocket-book a slender
folded paper. “Read it, and you will see that I tell the truth. Lally Bird
is my wife!”
Craven Black took the paper and perused it with strange
deliberation, the apoplectic redness still suffusing his face. When he
had finished, he deliberately tore the marriage certificate into shreds.
Rufus uttered a cry, and sprang forward to seize the precious
document, but his father waved him back with a gesture of stern
command.
“Poor fool!” said the elder man. “The destruction of this paper would
not affect the validity of your marriage, if it were valid. But it is not
valid.”
“Not valid.”
“No; you and the girl are both minors. A marriage of minors without
consent of parents and guardians is not binding. The girl is not your
wife!”
“But she is my wife. We were married in church—”
“That won’t make the marriage binding. You are a minor, and so is
she. She had no one to consult, but you married without my consent,
and that fact will render the marriage null and void. More than this,”
and Mr. Black’s eyes sparkled wickedly, “you have committed
perjury. You obtained your marriage license by declaring yourself of
age, and you will not become of age under some months. Do you
know what the punishment is for perjury. It is imprisonment,
disgrace, a striped suit, and prison fare.”
The young man looked appalled.
“Who would prosecute me?” he asked.
“I would. You have got yourself in a tight box, young man. Your
marriage is null and void, and you have committed perjury. Now I will
offer you your choice between two alternatives. You can make love
to Miss Wynde and marry her, and be somebody. Or, if you refuse, I
will prosecute you for perjury, will have you sent to prison, and will
brand that girl with a name that will fix her social station for life. Take
your choice.”
Craven Black meant every word he said, and Rufus knew that he
meant it. The young fellow shuddered and trembled, and then broke
into a wild appeal for mercy, but his father turned a deaf ear to his
anguished cry.
“You have my decision,” he said coldly. “I shall not reconsider it. The
girl is not your wife, and when she knows her position she will fly
from you.”
Rufus groaned in his anguish. He knew well the pure soul of his
young wife, and he felt that she would not remain in any position that
was equivocal, even though to leave him might break her heart. The
disgrace, the terror, the poverty of his lot, nearly crushed him to the
earth.
“What is your answer to be?” demanded Mr. Black.
The poor young fellow sat down and covered his face with his hands.
He was terribly frightened, and the inherent weakness and
cowardice of his character, otherwise full of noble traits, proved fatal
to him now. He gasped out:
“I—I don’t know. I must have time to think. It is all so strange—so
terrible.”
“You can have all day in which to consider the matter. I have
engaged a bedroom for you on the opposite side of the hall. I will
show you to it, and you can think the matter over in solitude.”
Mr. Black arose and conducted his son across the hall to a bedroom
overlooking the street and the four corners, and here, with a last
repetition of the two alternatives offered him, he left him.
Poor Rufus, weak and despairing, locked the door and dropped upon
his knees, sobbing aloud in the extremity of his anguish.
“What shall I do? What can I do?” he moaned. “She is not my wife.
My poor Lally! And I am helpless in my father’s hands. I shall have to
yield—I feel it—I know it. I wish I were dead. Oh, my poor wronged
Lally!”
CHAPTER X.
NEVA AT HOME AGAIN.

The home coming of the heiress of Hawkhurst was far different from
that which her father had once lovingly planned for her when looking
forward to her emancipation from school. There was no sign of
festivity about the estate, no gathering of tenants to a feast, no
dancing on the lawn, no floral arches, no music, no gladness of
welcome. The carriage containing Neva Wynde and Mrs. Artress,
and attended by liveried servants, turned quietly into the lodge gates,
halted a moment while Neva spoke to the lodge keepers, whom she
well remembered, and then slowly ascended the long shaded drive
toward the house.
Neva looked around her with kindling eyes. The fair green lawn with
its patches of sunshine and shade, the close lying park with the shy
deer browsing near the invisible wire fence that separated the park
from the lawn, the odors of the flower gardens, all these were
inexpressibly sweet to her after her years of absence from her home.
“Home again!” she murmured softly. “Although those who made it the
dearest spot in all the world to me are gone, yet still it is home. No
place has charms for me like this.”
The carriage swept up under the high-pointed arch of the lime trees,
and drew up in the porch, where the ladies alighted. Artress led the
way into the house, and Neva followed with a springing step and a
wildly beating heart.
The great baronial hall was not brightened with flowers or green
boughs. The oaken floor, black as ebony, was polished like jet. The
black, wainscoted walls, hung with ancient pictures, glittering shields,
a few fowling pieces, a stag’s head with antlers, an ancient boar’s
head, and other treasures, was wide, cool and hospitable. No
servants were gathered here, although Neva looked for them and
was disappointed in not seeing them. Most of the servants had been
at Hawkhurst for many years, and Neva regarded them as old
friends.
It had been the wish of the butler and housekeeper to marshal their
subordinates in the great hall to welcome their young mistress, but
Lady Wynde, hearing of their design, had peremptorily forbidden it,
with the remark that until she came of age, Miss Wynde would not be
mistress of Hawkhurst. And therefore no alternative had remained
for the butler and housekeeper but to smother their indignation and
submit to Lady Wynde’s decree.
Mrs. Artress flung open the door of the drawing-room with an
excessive politeness and said:
“Be kind enough to enter, Miss Wynde, and make yourself
comfortable while I inform Lady Wynde of your arrival.”
“I am not a guest in my own home, and I decline to be treated as
one,” said Neva quietly. “I presume my rooms are ready, and I will go
up to them immediately.”
“I am not positive,” said Artress hesitatingly, “as to the rooms Lady
Wynde has ordered to be made ready for your use. I will ring and
see.”
“Thank you, but I won’t put you to the trouble. I shall resume
possession of my old rooms, whatever rooms may have been made
ready,” said Neva half haughtily.
Her cheeks burned with a sense of indignation and annoyance at the
strangeness of her reception. She had not wished for the rejoicings
her father had once planned for her, but she had entered her own
house precisely as some hireling might have done, with no one to
receive or greet her, no one to care if she had come. She turned
away to ascend the stairs, but paused with her foot on the lowest
step as a door at the further end of the hall opened, and the
housekeeper, rosy and rotund, with cap ribbons flying, came rushing
forward with outstretched arms.
“Oh, my dear Miss Neva,” cried the good woman, who had known
and loved the baronet’s daughter from her birth. “Welcome home, my
sweet lamb! How you have grown—so tall, so beautiful, so bright
and sweet!”
“You dear old Hopper!” exclaimed Neva, springing forward and
embracing the good woman with girlish fervor. “I began to think I
must have entered a strange house. I am so glad to see you!”
Mrs. Artress looked upon this little scene with an air of disgust, and
with a little sniff hastened up the stairs to the apartments of Lady
Wynde.
“Your rooms are ready, Miss Neva,” said Mrs. Hopper—“your old
rooms. I made sure you wanted them again, because poor Sir
Harold furnished them new for you only four years ago. I will go with
you up stairs.”
Neva led the way, tripping lightly up the broad steps, and flitting
along the wide upper hall.
Her rooms comprised a suit opposite those of Lady Wynde. Neva
opened the door of her sitting-room and went in. The portly old butler
was arranging wreaths of flowers about the pictures and statuettes,
but turned as the young girl came in, and welcomed her with an
admixture of warmth and respectfulness that were pleasant to
witness. Then he took his basket of cuttings and withdrew, the tears
of joy flooding his honest eyes.
The girl’s sitting-room had been transformed by the loving
forethought of the butler into a very bower of beauty. The carpet was
of a pale azure hue starred with arbutus blossoms, and the furniture
was upholstered in blue silk of the same delicate tint. The pictures on
the walls were all choice and framed in gilt, and with their wreaths of
odorous blossoms, gave a fairy brightness to the room. The
silvermounted grate was crowded thickly with choice flowers from
the conservatory, whose colors of white and blue were here and
there relieved with scarlet blossoms like living coals. The wide
French windows, opening upon a balcony, were open.
“Ah, this is home!” said Neva, sinking down upon a silken couch, and
looking out of one of the windows upon the lawn. “I am glad to be
back again, Hopper, but it’s a sad home coming. Poor Papa!”
“Poor Sir Harold!” echoed the housekeeper, wiping her eyes. “If he
could only have lived to see you grown up, Miss Neva. It was
dreadful that he should have been taken as he was. I can’t somehow
get over the shock of his death.”
“I shall never get over it!” murmured Neva softly.
“I am making you cry the first thing after your return,” exclaimed Mrs.
Hopper, in self-reproach. “I hope those tears are not a bad omen for
you, Miss Neva. I have arranged your rooms,” she added, “as they
used to be, and if they are not right you have only to say so. You are
mistress of Hawkhurst now. Did you bring a maid from Paris, Miss
Neva?”
“No, Mrs. Artress said it was not necessary, and my maid at school
did not wish to leave France. Mrs. Artress said that Lady Wynde had
engaged a maid for me.”
“Her ladyship intended to give you her own maid, but I made bold to
engage your old attendant, Meggy West, and she is in your bedroom
now. She is wild with joy at the prospect of serving you again.”
Neva remembered the girl Meggy with pleasure, and said so.
“I had dreaded having a strange attendant,” she said. “You were very
thoughtful, Hopper. I suppose I ought to dress at once. Since Lady
Wynde did not meet me at the door, she evidently means to be
ceremonious, and I must conform to her wishes. I am impatient to
see my step-mother, Hopper. Is she as good as she is handsome?”
“I am not fond of Lady Wynde, Miss Neva,” replied the housekeeper,
coloring. “Her ways are different from any I have been accustomed
to, but you must judge of her for yourself. Sir Harold just worshiped
the ground she walked on.”
Neva did not pursue her questioning, comprehending that Lady
Wynde was not adored by the housekeeper, whoever else might
admire her. The young girl was not one to gossip with servants, nor
even with Mrs. Hopper, who was lady by birth and education, and
she dropped the subject. Soon after Mrs. Hopper withdrew, and
Neva went into her bedroom.
She found here the maid who had attended her before she had left
home, and who was now to resume service with her. The girl was
about her own age, bright-eyed and red-cheeked, hearty and
wholesome, the daughter of one of the Hawkhurst tenants. Neva
greeted her so kindly as to revive the girl’s old affection for her with
added fervor, and, Neva’s trunks having arrived, the process of the
toilet was at once entered upon.
The dress of the heiress of Hawkhurst was exceedingly simple, but
she looked very lovely when fully attired. She wore a dress and
overskirt of white Swiss muslin, trimmed with puffs and ruffles. A
broad black sash was tied around her waist, with a big bow and ends
at the back. Ear-rings, bracelets, and brooch of jet, were her
ornaments.
The housekeeper sent up a tempting lunch, and after partaking of it
Neva went down stairs to the great drawing-room, but it was
untenanted. She stood in the large circular window and looked out
upon the cool depths of the park, and became absorbed in thought.
More than half an hour thus passed, and Neva was beginning to
wonder that no one came to her, when the rustling of silk outside the
door was heard, and Lady Wynde came sweeping into the room.
Her ladyship presented a decidedly striking appearance. She had
laid aside the last vestige of her mourning garments, and wore a
long maize-colored robe of heavy silk, with ornaments of rubies. Her
brunette beauty was admirably enhanced by her attire, and Neva
thought she had never seen a woman more handsome or more
imposing.
Behind Lady Wynde came Artress, clad in soft gray garb, as usual,
and making an excellent foil to her employer.
“Lady Wynde, this is Miss Wynde,” said the gray companion, in her
soft, cloying voice.
Neva came forward, frank and sweet, offering her hand to her step-
mother. Lady Wynde touched it with two fingers, and stooping,
kissed the girl’s forehead.
“You are welcome home, Neva,” she said graciously. “I am glad to
see you, my dear. I began to think we should never meet. Why, how
tall you are—not at all the little girl I expected to see.”
“I am eighteen, you may remember, Lady Wynde,” returned Neva
quietly. “One is not usually very small at that age.”
Her ladyship surveyed her step-daughter with keen scrutiny. She had
already heard Artress’ account of the voyage home from Calais, and
of Neva’s meeting with Lord Towyn, and she was anxious to form
some idea of the girl’s character.
She saw in the first moment that here was not the insipid, “bread-
and-butter school girl” she had expected. The frank, lovely face, so
bright and piquant, was full of character, and the red-brown eyes
bravely uplifted betrayed a soul awake and resolute. Neva’s glances
were as keen as her own, and Lady Wynde had an uncomfortable
impression that her step-daughter was reading her true character.
“Sit down, my dear,” she said, somewhat disconcerted. “Artress has
been telling me about your voyage. Artress is my friend and
companion, as I wrote you, and has lived with me so many years
that I have learned to regard her as a sister. I hope you will be
friends with her. She is an excellent mentor to thoughtless youth.”
Neva bowed, but the smile that played for an instant on her saucy
lips was not encouraging to the would-be “mentor.”
“I shall try not to trouble her,” she said, smiling, “although I shall
always be glad to receive advice from my father’s wife. I trust that
you and I will be friends, Lady Wynde, for poor papa’s sake.”
Lady Wynde sat down beside her step-daughter. Artress retreated to
a recessed window, and took up her usual embroidery. Neva exerted
herself to converse with her step-mother, and was soon conscious of
a feeling of disappointment in her. She felt that Lady Wynde was
insincere, a hypocrite, and a double-dealer, and she experienced a
sense of uneasiness in her presence. Could this be the wife her
father had adored? she asked herself. And then she accused herself
of injustice and harsh judgment, believing that her father could not
have been so mistaken in the character of his wife, and in atonement

You might also like