Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Palyatif Toplum Günümüzde Ac■ 1st

Edition Byung Chul Han


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/palyatif-toplum-gunumuzde-aci-1st-edition-byung-chul-
han/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

■ktidar Nedir 1st Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/iktidar-nedir-1st-edition-byung-
chul-han/

No cosas 1st Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/no-cosas-1st-edition-byung-chul-
han/

La sociedad paliativa Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/la-sociedad-paliativa-byung-chul-
han-2/

La sociedad paliativa Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/la-sociedad-paliativa-byung-chul-
han/
■effafl■k Toplumu 5th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/seffaflik-toplumu-5th-edition-
byung-chul-han/

Yorgunluk Toplumu 5th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/yorgunluk-toplumu-5th-edition-
byung-chul-han/

Güzeli Kurtarmak 3rd Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/guzeli-kurtarmak-3rd-edition-byung-
chul-han/

■iddetin Topolojisi 4th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/siddetin-topolojisi-4th-edition-
byung-chul-han/

Zen Budizm Felsefesi 1st Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/zen-budizm-felsefesi-1st-edition-
byung-chul-han/
Byung-Chul Han
Palyatif Toplum

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı. 1959'da Seul'de doğ­


du. 1980'1erde Almanya'ya taşınarak felsefe, Alman edebi­
yatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı. Freiburg'da doktorasını
tamamladıktan sonra 2000 yılında Basel Üniversitesi'nin fel­
sefe bölümüne katıldı. Akademik kariyerine çeşitli üniversite­
lerde devam eden Han, araştırmalarında on sekiz, on dokuz
ve yirminci yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı,
estetik, din, medya kuramı ve kültürlerarası felsefe gibi ko­
nulara yöneldi. Günümüz toplumuna dair derinlikli çözümle­
me ve eleştirileriyle dikkat çeken Han, 2012 yılından beri Ber­
lin Sanat Üniversitesi'nde ders veriyor. Yazarın eserleri arasın­
da şunlar sayılabilir: Tod und Alteritiit (2002; Ölüm ve Baş­
kalık), Was ist Macht? (2005; Güç Nedir?), Yorgunluk Top­
lumu (201O; Açılım, 2015), Şiddetin Topoloiisi (2012; Metis,
2017), Şeffaflık Toplumu (2011; Metis, 2017), Zamanın Ko­
kusu (2009; Metis, 2018), Psikopolitika (2014; Metis, 2019)
ve Eros'un ıstırabı (2012; Metis, 2019).
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 43544

Palyatif Toplum
Günümüzde Acı
Byung-Chul Han

Almanca Orijinal Basımı:


Palliativgesellschaft, Schmerz heute, Matthes & Seitz, 2020

© MSB Matthes & Seitz Berlin Verlagsgesellschaft mbH, 2020


Bütün hakları Matthes & Seitz Berlin Verlag'a aittir.
Anatolialit Ajans aracılığıyla yapılan
sözleşme temelinde yayımlanmıştır.

© Metis Yayınları, 2022


Türkçe Çeviri © Haluk Barışcan, 2022

ilk Basım: Haziran 2022

Yayıma Hazırlayan: Semih Sökmen

Kapak Resmi: Emine Bora

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 44865

ISBN-13: 978-605-316-259-9

Eserin hak sahiplerinin yazılı izni alınmaksızın, bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin


çekilmesi, mekanik ya da elektronik araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak internette
ya da herhangi bir veri saklama cihazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi hak­
larının çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturmaktadır.
Byung-Chul Han

Palyatif Toplum
Günümüzde Acı

Çeviren:
Haluk Barışcan

�metis
METİS YAYINLARI

BYUNG-CHUL HAN KOLEKSİYONU

ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ 20 1 6

ŞEFFAFLIK TOPLUMU 20 1 7

ZAMANIN KOKUSU 20 1 8

PSİKOPOLİTİKA 20 19

EROS 'UN ISTIRABI 20 19

PALYATİF TOPLUM 2022


"Palyatif" sıfatının kökeninde Latince "manto" anlamı­
na gelen pallium ve bundan türeyen "paltoyla örtmek"
anlamına gelen pal/iare sözcükleri vardır. Tıpta temel­
deki hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı durumlar­
da hastanın şikayetlerini, esas olarak da acılarını gider­
meye yönelik tedaviyi tanımlamak için kullanılır.
Bedensel hisler içerisinde insan için yalnızca acı, tekne­
sini yüzdürebileceği, onu denize taşıyacak suyu tüken­
mez bir nehir gibidir. Haz, insanın peşine düşmeye ça­
baladığı her yerde, bir çıkmaz olduğunu açığa vurur.

WALTER BENJAMIN
iÇiNDEKiLER

Algofobi - Acı Korkusu 13

Mutluluk Zorlaması 19

Hayatta Kalma 25

Acının Anlamsızlığı 31

Acının Kurnazlığı 37

Hakikat Olarak Acı 41

Acının Poetiği 45

Acının Diyalektiği 49

Acının Ontolojisi 53

Acının Etiği 61

Son insan 65

Notlar 71
ALGOFOBI - ACI KORKUSU

Bana acıyla ilişkini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! 1 Emst


Jünger'in bu sözü bir bütün olarak toplum için de geçerli sayıla­
bilir. Acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya
koyar. Acılar şifrelerdir. Söz konusu olan toplumu anlamanın
anahtarını tutarlar ellerinde. Bu nedenle her toplum eleştirisi acı­
nın yorumbilimini sunmak durumundadır. Acılan salt tıbba bıra­
kırsak imleme niteliklerini göz ardı etmiş oluruz.

Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hakim. Acı
toleransı da hızla düşmekte. Algofobi sürekli-anesteziye yol açtı.
Acı yaratacak her durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüp­
heyle bakılmaya başlanmıştır artık. Algofobi toplumsal alana da
uzanır. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fıkir ay­
rılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir.
Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Si­
yaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. "Al­
ternatifsizlik" siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak "orta yol" palyatif
bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücade­
lenin yerini sisteme uyma baskısı alır. Demokrasi-sonrası bir top­
lum yapısı yaygınlaşmaktadır. Bu palyatif bir demokrasidir. Bu
nedenle Chantal Mouffe acı verici mücadelelerden kaçınmayan
bir "agonistik siyaset" talep eder. 2 Palyatif siyaset acı verebilecek
ı4 Palyatif Toplum

keskin reformlar ya da vizyonlar oluşturmayı beceremez. Bunun


yerine sistemik bozukluk ve kınklıkların üzerini örtmekle kalan
kısa süre etkili ağrı kesicilere başvurur. Palyatif siyasetin acıya
cesareti yoktur. Böylece her şey eskisi gibi devam eder.

Günümüzdeki algofobinin temelinde bir paradigma değişimi ya­


tar. İçinde yaşadığımız toplum her tür olumsuzluktan kurtulmaya
çalışan bir olumluluk toplumudur. Acıysa olumsuzluğun ta ken­
disidir. Psikoloji de bu paradigma değişimini izleyerek "acı çek­
me psikolojisi" şeklindeki negatif psikolojiyi terk ederek sıhhat,
mutluluk ve iyimserlikle ilgilenen "pozitif psikoloji"ye yönel­
miştir.3 Olumsuz düşüncelerden uzuk durulması gerekir. Bunla­
rın yerine derhal olumlu düşünceler konmalıdır. Pozitif psikoloji
acıyı bile performans mantığına tabi kılar. Neoliberal dayanıklı­
lık ideolojisi travmatik deneyimleri performans artışı için katali­
zatör haline getirir. Hatta travma sonrası büyüme gündeme geti­
rilir.4 Ruhsal bir ağırlık antrenmanı olarak dayanıklılık çalışması,
insanları acıya olabildiğince duyarsız, daima mutlu bir perfor­
mans öznesi olarak şekillendirmeyi amaçlar.

Pozitif psikolojinin mutluluk misyonu ile ilaçlarla ulaşılabilecek


bir daimi-iyilik-hissi vahası vaadi iki kardeş gibidir. ABD'deki
uyuşturucu krizi paradigmatik bir nitelik taşır. Bu sadece ilaç
şirketlerinin maddi hırslarıyla ilgili değildir. Daha ziyade insan
varoluşuna ilişkin vahim bir varsayım söz konusudur burada. As­
lında palyatif tedavi için kullanılan ilaçları sağlıklı insanlara da
boca etmek ancak daimi-iyilik-hissi-ideolojisinin yol açabileceği
bir şeydir. Amerikalı ağrı uzmanı David B. Morris'in bundan on
yıllarca önce "günümüz Amerikalıları acısız bir varoluşu anaya­
sal hak olarak gören dünyadaki ilk nesildir muhtemelen. Acı bir
skandaldır,"5 demiş olması boşuna değildir.
Algofobi ıs

Palyatif toplum performans toplumuyla örtüşür. Acı bir zayıflık


belirtisi olarak yorumlanır. Gizlenmesi ya da optimizasyonla gi­
derilmesi gereken bir şeydir. Performansla uyuşmaz. Yapabilme ­

nin hüküm sürdüğü aktif toplumda acı çekmenin pasifliğine yer


yoktur. Günümüzde acı kendini ifade edebilme imkanlarından
tümüyle mahrum bırakılmıştır. Sesini kesmeye mahkum edilmiş­
tir. Palyatif toplum acının canlanarak bir çile (Passion)* haline
gelmesine, dillenmesine izin vermez.

Palyatif toplum aynı zamanda bir "beğendim" toplumudur da.


Bir beğeni çılgınlığına kapılmıştır. Her şey beğeni kazanana ka­
dar düzleştirilir. "Like" günümüzün imi, hatta ağrı kesicisidir.
Sadece sosyal medyaya değil, kültürün bütün alanlarına hakim­
dir. Sadece sanat değil, bizzat hayat instagramlanabilir olmak
durumundadır; yani acı verebilecek keskin kenarlar, uçlar, çatış­
malar, çelişkiler giderilmiş olmalıdır. Acının arındırıcı olduğu
unutulur. Acı katartik bir etki gösterir. Beğeni kültürü katharsis**
imkanından yoksundur. Bu da insanların beğeni kültürünün yü­
zeyi altında biriken olumluluk cürufunda boğulmasına yol açar.

Çağdaş sanat müzayedelerine ilişkin bir yorumda şunları okuyo­


ruz: "Görülen o ki ister Monet, ister Koons, ister Modigliani'nin
sevilen yatar çıplakları, ister Picasso'nun kadın figürleri ya da
Rothko'nun incelikli renk düzlemleri, hatta fiyatları en yüksek
düzeye ulaşan aşın derecede restorasyon geçirmiş sahte Leonar­
do kazanımları olsun her şey daha ilk bakışta (erkek) bir sanatçı­
ya atfedilebilmeli ve beğenilirlikten sıradanlığa kadar uzanmak
durumundadır. Bir kadın sanatçı da yavaş yavaş bu çevreye dahil

* İsa peygamberin çektiği acılan tanımlar, bunları konu alan sanat eserleri
de genellikle bu adı taşır. -ç.n.
** Aristoteles'in trajedinin etkisi olarak tanımladığı ruhsal arınma. -ç.n.
ı6 Palyatif Toplum

olmakta: Louise Bourgeois devasa bir heykelle yeni bir rekor


kırdı. Doksanlı yıllarda yapmış olduğu Spider (Ö rümcek) 32 mil­
yona satıldı. Ama devasa örümceklerin tehditkarlığı bile ürkütü­
cü dekoratifliklerinin yanında zayıf kalıyor."6 Ai Weiwei ise ah­
lakı bile "tike" vermeye kışkırtacak şekilde paketler. Ahlak ve
beğenilirlik başarılı bir ortakyaşama girer. Muhaliflik, tasarım
düzeyine düşer. Jeff Koons ise ahlaki güçten arınmış, açıkça de­
koratif bir "beğendim" sanatı sergiler. Sanatına verilebilecek tek
anlamlı tepki, kendisinin de vurguladığı gibi "vow" ("vay be")
şeklindedir. 1

Günümüzde sanat zorla "beğendim" korsesinin içine tıkılmakta­


dır. Sanatın anestezisi eski ustalara kadar uzanır. Hatta bunlar
moda tasarımıyla bir araya getirilir: "Seçilmiş portreler şovuna,
çağdaş tasarım ürünü giysilerle Baba Lucas Cranach ya da Peter
Paul Rubens'in tarihi resimlerinin nasıl bir renk uyumu göstere­
bileceğini gözler önüne seren bir film eşlik etti. Tabii ki tarihi
portrelerin günümüz selfilerinin öncüsü olduğuna da dikkat çe­
kildi."8

Beğenilirlik kültürünün birden çok nedeni vardır. Öncelikle kül­


türün ekonomikleştirilmesi ve metalaştırılmasına dayanır. Kültür
ürünleri giderek daha büyük oranda tüketimin baskısı altına gi­
rer. Tüketilebilecek, yani beğenilir bir şekil almak zorunda kalır­
lar. Kültürün ekonomikleşmesi ekonominin kültürleşmesiyle pa­
ralel olarak gider. Tüketim ürünleri kültürel bir artı değer kaza­
nır. Kültürel, estetik bir deneyim vaad ederler. Bu da tasarımın
kullanım değerinin önüne geçmesine yol açar. Tüketim alanı sa­
nat alanına müdahale eder. Tüketim ürünleri sanat olarak sergi­
lenir. Böylelikle sanat ve tüketim alanları birbirine karışır ve bu­
nun sonucu olarak da sanat tüketim estetiğini kullanmaya başlar.
Beğenilirlik amaçlar. Kültürün ekonomikleşmesiyle ekonominin
Algofobi 17

kültürleşmesi birbirini güçlendirir. Kültürle ticaret, sanatla tüke­


tim, sanatla reklam arasındaki ayrım ortadan kalkar. Bizzat sa­
natçılar bir marka olma baskısı altına girer. Piyasaya uygun ve
beğenilir olmaya başlarlar. Ekonominin kültürleşmesi üretimi de
etkiler. Endüstri-sonrası, gayrimaddi üretim, sanatın üretim bi­
çimlerini üstlenir. Yaratıcı olmak zorundadır. Ancak ekonomik
bir strateji olarak yaratıcılık sadece aynı olanın çeşitlemelerine
izin verir. Tümüyle başka olana ulaşamaz. Kırılmanın acı verici
olumsuzluğundan yoksundur.

Sanat alanının tüketim alanından keskin sınırlarla ayrılmış olarak


kendi mantığını izlediği dönemde sanattan beğenilirlik beklen­
miyordu. Sanatçılar ticaretten uzak duruyordu. Adorno'nun sa­
natın "dünyaya yabancılık"9 olduğu şeklindeki ifadesi henüz ge­
çerliğini koruyordu. Beğenilirlik sanatı bu anlamda bir çelişkidir.
Sanat yabancılaştırmak durumundadır, rahatsız, huzursuz etmeli,
hatta acı vermelidir. Mekanı başka yerlerdir. Memleketi yaban­
dadır. Sanat eserine halesini veren tam da bu yabancılıktır. Acı,
tamamen farklı olanın giriş yaptığı yarıktır. Tamamen farklı ola­
nın olumsuzluğudur sanatın hakim düzene bir karşı-anlatı oluş­
turmasını sağlayan. Beğenilirlikse aynı olanı sürdürür.

Adorno "diken diken olan tüylerin" ilk estetik resim olduğunu


söyler. 10 Ötekinin baskınının ifadesidir. Ürpermekten aciz bir bi­
linç, şeyleşmiş bir bilinçtir. Deneyim yaşamaktan yoksundur,
çünkü deneyim "varlığın özsel başkalığının alışılmış olan karşı­
sında kendini açığa vurduğu acıdır öz olarak". 1 1 Her tür acıyı
yadsıyan bir hayat şeyleymiş bir hayattır. Yalnızca "öteki tara­
fından dokunulmuş olmak"tır12 hayatı canlı tutan. Aksi takdirde
aynının cehenneminde hapis kalır.
MUTLULUK ZORLAMASI

ACI, karmaşık bir kültürel yapıdır. Toplumdaki varlığı ve anlamı


iktidar biçimlerine bağlıdır. Modernlik öncesi cefa toplumunun
acıyla bağı oldukça derindir. İktidar düşleri acı çığlıklarıyla do­
ludur denebilir. Acı iktidar aracı olarak iş görür. Acının ihtişamlı
sergilenişleri, iç karartıcı festivaller, vahşi eziyet ritüelleri ikti­
dara istikrar kazandırır. Cefa çekmiş bedenler iktidarın nişanla­
rıdır.

Şiddet toplumundan disiplin toplumuna geçildiğinde acıyla ilişki


de değişir. Hapishanenin Doğuşu'nda Foucault disiplin toplu­
munun acıyı daha özel bir biçimde kullandığına işaret eder.. Acı
disipline edici bir muhasebenin hizmetindedir: "Artık doğrudan
fiziksel cezalandırma yoktur, acı verme sanatında belli bir ihtiyat,
daha incelikli, daha az gürültü ve gösteriş sergileyen bir acı oyu­
nu ... - şiddete uğramış, işkence görmüş, sakatlanmış, yüzünde
ya da omuzunda yanık izleri taşıyan, canlı ya da ölü, göz önünde
sergilenen beden birkaç onyıl içerisinde ortadan kalkmıştır. Ce­
zai baskının ana hedefi olarak beden ortadan kaybolmuştur." 1 3
Şiddet görmüş bedenler endüstriyel üretime yönelik disiplin top­
lumuna uygun değildir. Disiplin toplumu üretim aracı olarak öğ­
renmeye yatkın bedenler imal eder. Acı da disiplin tekniklerine
dahil edilir. İktidarın acıyla ilişkisi hala sürmektedir. Emir ve ya-
20 Palyatif Toplum

saklar acı aracılığıyla tabi özneye işlenir, hatta bedenine sabit­


lenir. Disiplin toplumunda acı hala yapıcı bir rol oynamaktadır.
İnsanları üretim aracı olarak biçimlendirir. Ama artık kamusal
alanlarda sergilenmez, hapishaneler, kışlalar, sağlık kurumları,
fabrikalar ya da okullar gibi kapalı disiplin mekanlarına kaydı­
rılmıştır.

Disiplin toplumunun acıyla ilişkisi temelde olumlayıcı bir nite­


liktedir. Jünger "insanın acıyla temasını sürdürmesini sağlayan
biçim" olarak tanımlar "disiplin"i. 14 Jünger'in "işçi" si tam bir
disiplin figürüdür. Acıyla güçlenir. "Acıyla kesintisiz bir teması
sürdürmeye çalışan" kahramanca hayat, "çelikleşme"yi hedef­
ler. 15 "Disipline olmuş çehre kapalıdır". "Bakış noktası sabittir".
Buna karşılık "duyarlı bir bireyin zarif çehresi sinirli, hareketli
ve değişkendir, çok çeşitli etki ve uyarılara açıktır."16

Kahramanca bir dünya görüşünde kaçınılmaz olarak yer alacaktır


acı. Aldo Palazzeschi Karşı-Acı başlıklı fütüristik manifestosun­
da "Acıda bulabildiği gülünecek şey oranında derindir insan. Da­
ha önce insani acının derinliklerinde gömülü olmayan biri yüre­
ğinin derinlerinden gülemez,"17 der. Kahramanca dünya görüşü
uyarınca hayat, her an acıyla karşılaşmaya "hazırlıklı" bir şekilde
düzenlenmiş olmalıdır. Acının mekanı olarak beden daha üst bir
düzene tabidir: "Tabii ki bu yöntem, bedeni insanın uzak bir me­
safeden savaşa sokup feda edebileceği bir ön karakol olarak gö­
ren bir komutanlığı varsaymaktadır."18

Jünger kahramanlık disiplinini, bedeni bir ön karakol olmayan


ve daha üst bir amaca aracılık etmeyen burjuva öznenin duyarlı­
lığının karşısına yerleştiriyor. Burjuva öznenin duyarlı bedeni
kendi başına amaçtır daha ziyade. Acının anlamlı görünmesini
sağlayan anlam ufkunu yitirmiştir. "Modem duyarlılığın sım,
Mutluluk Zorlaması 21

vücudu değerle özdeş gören bir dünyaya tekabül etmesindedir.


Bu saptama, dünyanın her şeyden önce kaçınılması gereken bir
güç olarak gördüğü acıyla ilişkisi açıklar. Burada acının temas
ettiği beden bir ön karakol değil, merkezi bir güç ve bizzat yaşa­
mın ana çekirdeği durumundadır."19

Endüstri sonrası, kahramanlık sonrası çağda beden ne bir ön ka­


rakol ne de üretim aracıdır. Üst bir amaçla hiçbir bağlantısı ol­
mayan, kendinden hoşlanan ve kendinin zevkini çıkaran hedonik
bedenin acı karşısındaki tavrı, disipline edilmiş bedenin aksine,
reddetme şeklindedir. Acıyı anlamsız ve yararsız görür.

Günümüzün performans öznesi disipline sokulmuş özneden te­


melde farklıdır. Jünger'in kastettiği anlamda bir "işçi" de değil­
dir. Neoliberal performans toplumunda emir, yasak ya da ceza­
landırma gibi olumsuzluklar yerlerini motivasyon, kendini opti­
mize etme ve kendini gerçekleştirme gibi olumluluklara bırakır.
Disipline edici mekanların yerini huzur verici alanlar alır. Acı
güç ve iktidarla tüm ilişkisini yitirir. Tıbbi bir sorun olarak siya­
setten arındırılır.

İktidarın yeni formülü "mutlu ol" dur. Mutluluğun olumluluğu


acının olumsuzluğunu yerinden eder. Olumlu bir duygusal ser­
maye olarak mutluluk kesintisiz bir performans yetisi sağlamak
durumundadır. Kendini motive ve optimize etme uğraşları neo­
liberal mutluluk dispozitifini* oldukça verimli kılar, çünkü ikti­
darın fazladan bir çaba göstermesine gerek kalmaz. Bağımlı ki­
şi bağımlılığının farkında bile değildir. Kendini özgür sanır. Hiç­
bir dış baskı olmaksızın kendini gerçekleştirmekte olduğu inan-

* Bir toplumda mevcut söylemler, kurumlar ve sosyal pratiklerden oluşan


ağ. -ç.n.
22 Palyatif Toplum

cıyla kendini kendi isteğiyle sömürür. Özgürlük baskılanmaz, sö­


mürülür. " Ö zgür ol", "itaatkar ol" dan daha yıkıcı bir zorlama
yaratır.

Neoliberal rejimde iktidar da olumlu bir biçim alır. Akıllı hale


gelir. Disipline edici iktidarın aksine akıllı iktidar acı vermez. İk­
tidar acıyla bağlantısını tümden koparmıştır. Hiçbir baskıya ge­
rek duymaz. Tabiiyet, kendini optimize etme ve kendini gerçek­
leştirme şeklinde ortaya çıkar. Akıllı iktidar ayartıcı ve müsama­
hakar bir şekilde iş görür. Kendini özgürlük olarak gösterdiğin­
den baskıcı disiplin iktidarından daha görünmezdir. Gözetim de
akıllı bir şekle bürünür. Sürekli olarak ihtiyaçlarımızı, dilekleri­
mizi, tercihlerimizi bildirmemiz ve hayatımızı anlatmamız talep
edilir. Tam iletişim, tam gözetim, pornografik soyunma ve pa­
noptikon tarzı gözetleme bütünleşir. Özgürlük ve gözetim birbi­
rinden ayırt edilemez hale gelir.

Neoliberal mutluluk dispozitifi bizi ruhsal iç-gözleme zorlayarak


mevcut iktidar ilişkileriyle ilgilenmekten alıkoyar. Herkesin, top­
lumsal ilişkileri eleştirel bir gözle incelemek yerine, sadece ve
sadece kendisiyle, kendi ruhsal durumuyla ilgilenmesini sağlar.
Sorumlusu toplum olan özelleştirilir ve psikolojinin alanına ak­
tarılır. Düzeltilmesi gereken toplumsal değil kişisel durumlardır.
Aslında iktidar ilişkilerine uymaya zorlayan bir nitelik taşıyan
ruhun optimize edilmesi talebi toplumsal bozuklukların üzerini
örter. Böylelikle pozitif psikoloji devrimin son unu ilan eder.
Devrimciler değil motivasyon antrenörleri sahneye çıkar ve hoş­
nutsuzluk, hatta öfke gibi duyguların belirmesine engel olurlar:
"Aşırı toplumsal çelişkilerin mevcut olduğu 1920'lerde mali kri­
zin arifesinde zenginlerin aşırılıklarını ve fakirlerin sefilliğini
vurgulayan pek çok işçi temsilcisi ve radikal aktivist mevcuttu.
Buna karşılık 21. yüzyılda bambaşka türde ve çok sayıdaki ideo-
Mutluluk Zorlaması 23

log sürüsü bunun tam karşıtını yayıyor: eşitlikten son derece


uzak olan toplumumuzda her şeyin iyi olduğunu ve çaba göste­
ren herkesin çok daha iyi bir konuma geleceğini. Motivasyon
hocaları ve olumlu düşünmenin diğer temsilcilerinin sürekli çal­
kalanan iş piyasası yüzünden mali yıkımın eşiğinde bulunan in­
sanlara iyi bir haberi var: en ürkütücü'değişimler'i bile kucakla­
yın ve bunları fırsat olarak görün."20

Acıyla mutlaka mücadele etme isteği de acının toplumsal dola­


yımlı olduğunu unutturur. Acı, hem bedensel hem de ruhsal alan­
da iz bırakan sosyoekonomik çarpıklıkları yansıtır. Aşın miktar­
larda yazılan ağn kesiciler acıya yol açan toplumsal koşulların
üzerini örter. Sadece ve sadece tıp ve eczacılık alanlarına aktarıl­
ması acının bir dil, ve sonra bir eleştiri haline gelmesini engeller.
Acının elinden nesnelliği, dahası toplumsallık niteliklerini alır.
Palyatif toplum, ilaçlar ya da medya yoluyla oluşan duyarsızlık
sayesinde eleştiriye karşı bağışıklık kazanır. Sosyal medya ve
bilgisayar oyunları da anestezikler gibi etki gösterir. Toplumsal
sürekli anestezi, bilgi ve düşünmeyi engeller, hakikati baskılar.
Adorno NegatifDiyalektik'te şöyle yazar: "Istıraba ses verme ih­
tiyacı, bütün hakikatlerin önkoşuludur. Çünkü ıstırap, öznenin
omuzlarına binen nesnelliktir; öznenin en öznel unsuru olarak
deneyimlediği ifadesi, nesnellik üzerinden dolayımlanmıştır."21

Mutluluk dispozitifi insanları tekilleştirerek toplumun siyasi ve


dayanışmacı yönlerini yitirmesine yol açar. Mutluluk herkesin
kendi başına uğraşması gereken bir şeydir. Kişiye özel bir hale
gelmiştir. Eziyet de kişinin kendi başarısızlığının sonucu olarak
yorumlanır. Böylece devrimin yerini depresyon alır. Kendi ruhu­
muzu tedaviyle uğraşırken sosyal çarpıklıklara yol açan toplum­
sal ilişkileri gözden kaçırırız. Korku ve güvensizlikle boğuşurken
bunun sorumlusunun toplum değil kendimiz olduğunu düşünü-
24 Palyatif Toplum

rüz. Halbuki devrimin mayası birlikte hissedilen acı dır. Neolibe­


ral mutluluk dispozitifi bunu daha doğmadan öldürür. Palyatif
toplum acıyı tıbbileştirerek ve özelleştirerek siyasetten arındırır.
Böylelikle acının toplumsal boyutu baskılanır ve bastırılır. Yor­
gunluk toplumunun patolojik dışavurumları olarak yorumlana­
bilecek kronik ağrılar hiçbir protestoya yol açmaz. Neoliberal
performans toplumundaki yorgunluk bir ben-yorgunluğu olduğu
ölçüde apolitiktir. Bitap düşmüş narsisist performans öznesinde
görülen bir semptomdur. İnsanları biz olarak bir araya getirmek
yerine tekilleştirir. Bir topluluğun oluşmasına yol açan biz-yor­
gunluğundan farklıdır. Devrime karşı en iyi tedbirdir ben-yor­
gunluğu.

Neoliberal mutluluk dispozitifi mutluluğu şeyleştirir. Mutluluk,


daha yüksek performans vaat eden olumlu duyguların toplamın­
dan daha fazla bir şeydir. Optimize etme mantığına uymaz. Ha­
zırda olmamasıdır en önemli niteliği. Bir olumsuzluk barındırır
içinde. Gerçek mutluluk ancak kırılmış olarak mümkündür. Mut­
luluğu şeyleşmekten kurtaran bizzat acıdır. Ona süreklilik ka­
zandırır. Acıdır mutluluğu taşıyan. Acılı mutluluk bir oksimoron
değildir. Her yoğunluk acı vericidir. Tutku acı ve mutluluğu bir
araya getirir. Derin mutluluğun içinde bir acı anı vardır. Acı ve
mutluluk, Nietzsche'nin deyişiyle "ikiz kardeşlerdir, birlikte bü­
yüyen [ . . . ] ya da birlikte
güdük kalan".22 Acı engellendiğinde
-

mutluluk yavanlaşıp sıkıcı bir rahatlığa dönüşür. Acıya duyarlı


olmayan insan derin mutluluğa kapısını kapatmıştır. "in türleri­
nin bolluğu sonsuz bir kar fırtınası gibi yağar böyle bir insanın
üzerine, tıpkı acının en güçlü yıldırımlarının hedefi olduğu gibi.
Ancak bu koşul altında, her an her yönüyle acıya en derinlerine
kadar açık olmak suretiyle mutluluğun en yüksek türlerine açık
olabilir [ . . . ] ."23
HAYATTA KALMA

VİRÜS toplumumuzun aynasıdır. Nasıl bir toplumda yaşadığımı­


zı açığa çıkarır. Günümüzde, sarıki sürekli bir savaş durumu var­
mışçasına, hayatta kalmak mutlaklaştınlıyor. Hayatın bütün güç­
leri hayatı uzatmaya seferber ediliyor. Palyatif toplumun bir ha­
yatta kalma toplumu olduğu ortaya çıkıyor. Hayatta kalma uğru­
na sürdürülen kıyasıya mücadele pandemi nedeniyle viral bir va­
hamet kazanmıştır. Virüs palyatif huzur alanlarına nüfuz ederek
buraları hayatın donarak bütünüyle hayatta kalma haline dönüş­
tüğü karantina bölgelerine çevirir. Hayat ne derece hayatta kal­
maya dönüşürse ölüm korkusu da o derece artar. Acı korkusu
nihayetinde ölüm korkusudur. Pandemi özenle bastırıp gözden
ırak bir kenara kaldırmış olduğumuz ölümü tekrar görünür kılar.
Ölümün kitlesel iletişim ortamındaki aşın mevcudiyeti insanları
huzursuz eder.

Hayatta kalma toplumu iyi hayat anlayışını tümüyle yitirir. Zevk


de kendi başına bir amaç haline gelmiş olan sağlığa kurban edilir.
Sigara yasağının katılığı hayatta kalma histerisine tipik bir ör­
nektir. Zevk de hayatta kalmaya yol vermek durumundadır. Ha­
yatın ne pahasına olursa olsun uzatılması küresel ölçekte diğer
bütün değerleri geride bırakan en yüce değer haline gelmektedir.
Hayatı yaşanır kılan ne varsa hepsini hayatta kalma uğruna seve
seve feda ederiz. Pandemi karşısında temel hakların radikal bir
şekilde kısıtlanması da sorgusuz sualsiz sineye çekilir. Hayatı salt
26 Palyatif Top l u m

yaşamsal faaliyetlere indirgeyen olağanüstü hali direnç göster­


meden kabul ediyoruz. Virüse bağlı olağanüstü hal koşulların­
da kendi rızamızla karantinaya giriyoruz. Karantina, hayatın salt
yaşamsal faaliyetlerden ibaret olduğu toplama kampı nın virüs
nedenli versiyonudur.24 Pandemi döneminde neoliberal çalışma
kampının adı "home ojfice"tir: evde çalışma. Onu despotik yö­
netimlerin çalışma kamplarından ayırt eden sadece sağlık ideo­
lojisi ve kendini sömürme şeklindeki paradoksal özgürlüktür.

Hayatta kalma toplumu pandemi nedeniyle Paskalya' da bile ayin


yapılmasını yasaklıyor. Rahipler bile "sosyal mesafe"ye uyuyor
ve maske takıyorlar. İnancı hayatta kalmaya kurban ediyorlar bü­
tünüyle. Yakınını sevmek paradoksal bir şekilde mesafeyi koru­
mak haline geliyor. Yakınımdaki potansiyel bir virüs taşıyıcısıdır.
Viroloji teolojiyi yerinden ediyor. Herkes mutlak bir yorum yet­
kisi kazanmış olan virologlara kulak veriyor. Yeniden doğuş (ba­
sübadelmevt) anlatısı yerini tamamen sağlık ve hayatta kalma
ideolojisine bırakıyor. Virüs, inancın bir fars haline gelmesine
yol açıyor. İnancın yerini yoğun bakım servisleri ve solunum ci­
hazları alıyor. Her gün ölüler sayılıyor. Ölüm hayatın tümüne ha­
kim. Hayatın içini boşaltıp hayatta kalma haline getiriyor.

Hayatta kalma histerisi hayatı radikal bir şekilde geçici kılar. Ha­
yat optimize edilmesi gereken biyolojik bir sürece indirgenir.
Her türlü meta-fizik boyutunu yitirir. Kendini izleme (self-track­
ing) bir kült haline gelir. Dijital hipokondri, sağlık ve zindelik
uygulamalarıyla kendini sürekli ölçme, hayatı bir işlev haline in­
dirger. Hayat kendisine anlam kazandıran her tür anlatıdan arın­
dırılır. Artık anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir ve sayılabilir
olana dönüşmüştür. Hayat çıplak hatta müstehcen hale gelir. Hiç­
bir şey süreklilik vaat etmez. Hayatı salt hayatta kalmaktan daha
fazlası kılan tüm semboller, anlatılar ya da ritüeller hepten so-
Hayatta Kalma 27

luklaşır. Ataların anılması gibi kültürel pratikler ölülere de can­


lılık kazandıragelmiştir. Burada hayat ve ölüm sembolik bir alış­
verişte bir araya gelir. Hayatı sabitleştiren kültürel pratikleri hep­
ten yitirmiş olduğumuz için hayatta kalma histerisi baskın hale
gelmiştir. Günümüzde ölmek insanlara özellikle zor gelir, çünkü
hayatı anlamlı bir şekilde bitirmek artık mümkün değildir. Olma­
dık bir zamanda sona erer. Uygun zamanda ölemeyen, zamansız
ölmek zorundadır. Yaşlı olamadan yaşlanırız.

Kapitalizm iyi hayat anlatısına sahip değildir. Hayatta kalmayı


mutlaklaştırır. Sermayenin artmasının ölümün azalması demek
olduğu şeklindeki bilinçdışı inançtan beslenir. Sermaye ölüme
karşı biriktirilir. Hayatta kalma becerisi (Vermögen)* olduğu ta­
hayyül edilir.25 Sonlu hayat süresi karşısında sermaye zamanı bi­
riktirilir. Pandemi kapitalizmde bir şoka yol açmış ama onu orta­
dan kaldırmamıştır. Kapitalizme karşı bir karşı-anlatı geliştirme­
miştir. Viral bir devrim gerçekleşmiş olmayacaktır. Kapitalist
üretim yavaşlamamış, mecburi olarak durmuştur. Tedirgin bir
duraklama söz konusudur. Karantina fırsat olabilecek boş zama­
na değil mecburi bir atalete yol açar. Bir oyalanma mekanı de­
ğildir. Sağlık ekonomi karşısında pandemi nedeniyle öncelik ka­
zanmış değildir. Büyüme ve performans ekonomisi bizzat hayat­
ta kalmanın hizmetindedir.

Hayatta kalma mücadelesinin karşısında iyi hayat kaygısını koy­


mak gerekir. Hayatta kalma histerisinin hakim olduğu toplum
bir ölememişler** toplumudur. Ölemeyecek kadar canlı ve yaşa-

* Vermögen, hem "beceri, yeti, kudret" hem de "servet" anlamına gelir. -


ç.n.
** Untoter: Popüler örneğini Zombiler şeklinde gördüğümüz, ölmüş olduğu
halde canlılar arasında dolaşan varlık. -ç.n.
28 Palyatif Toplum

yamayacak kadar ölüyüz. Salt hayatta kalma kaygımızla biz de


virüse, o ölememiş varlığa, sadece üreyen, yani yaşamaksızın
hayatta kalan varlığa benzeriz.

Palyatif toplum bir olumluluk toplumudur. Karakteristik özelliği


sınırsız bir müsamahadır. Çeşitlilik, topluluk ve paylaşma temel
sloganlarıdır. Düşman olarak öteki ortadan kaldırılır. Sermaye
ve enformasyonun ivme verilmesi gereken dolaşımı en yüksek
hızına ötekinin bağışıklık direnciyle karşılaşmadığı zaman ulaşır.
Bu nedenle geçişler düzleştirilir, eşikler çıkarılır, sınırlar orta­
dan kaldırılır. Ötekinin bağışıklık direnci esaslı bir şekilde düşü­
rülür.

Bağışıklık temelinde örgütlenmiş toplum tıpkı Soğuk Savaş dö­


neminde olduğu gibi çitler ve duvarlarla çevrilidir. Mekan birbi­
rinden ayrılmış bloklardan oluşur. İmmünolojik engeller malla­
rın ve sermayenin dolaşımını yavaşlatır. Soğuk Savaş sonrası yo­
ğun bir şekilde başlayan ve bağışıklık giderici süreç niteliği taşı­
yan küreselleşme mal ve sermaye akışını hızlandırmak amacıyla
bu engelleri ortadan kaldırır. Düşmanın bağışıklık etkisi yaratan
olumsuzluğuna neoliberal performans toplumunun kitabında yer
yoktur. Bu toplumda insan öncelikle kendisiyle savaşır. Başkası
tarafından sömürülme yerini kendini sömürmeye bırakır.

Virüs bir bağışıklık krizine neden olur. Bağışıklığı büyük ölçüde


zayıflamış müsamahakar topluma nüfuz eder, onu şoka uğratıp
donup kalmasına yol açar. Panik içerisinde sınırlar tekrar kapatı­
lır. Mekanlar birbirinden yalıtılır. Hareket ve temas büyük ölçüde
sınırlanır. Toplumun bütünü tekrar immünolojik savunma haline
geçer. Düşmanın geri dönüşüdür burada karşılaştığımız. Görün­
mez bir düşman olarak virüsle savaşmaya başlamışızdır.
Hayatta Kalma 29

Pandemi çıplak yaşamın yüzüne çıplak ölümü çarpan ve böyle­


likle de şiddetli bir bağışıklık reaksiyonuna yol açan terörizm gi­
bi davranır. Havaalanlannda herkes muhtemel bir terörist olarak
muamele görür. Hiç karşı koymaksızın alçaltıcı güvenlik önlem­
lerine maruz kalmaya razı oluruz. Üzerimizde silah olması ihti­
maline karşı vücudumuzun ellenmesine izin veririz. Virüs hava­
dan gelen terördür. Herkesin muhtemel bir virüs taşıyıcısı olma­
sından şüphelenilir; bu da bizi bir karantina toplumuna götürür,
ki sonuç olarak biyopolitik bir gözetleme rejimine yol açacaktır.
Pandemi başka hiçbir yaşam biçimi sunmaz. Virüsle savaş esna­
sında hayat her zamankinden daha fazla dönüşmüştür hayatta
kalmaya. Hayatta kalma histerisi vira! bir vahamet kazanır.
ACININ ANLAMSIZLIGI

GÜNÜMÜZDE acı deneyiminin temel özelliklerinden biri acının


anlamsız olarak algılanmasıdır. Acı karşısında bize dayanak su­
nacak ve yön verecek anlam bağlantıları mevcut değildir artık.
Acı çekme sanatı nı hepten yitirmiş durumdayız. Acının tümüyle
tıp ve eczacılık alanlarına ait kılınması "acıyla kültürel olarak
başa çıkma programı"nı bozar.26 Acı artık ilaçlarla mücadeleyi
gerektiren anlamsız bir kötülüktür. Salt bedensel bir azap olarak
sembolik düzenden çıkar.

Paul Valery'nin Mösyö Teste'i acıyı anlamsız, salt bedensel bir


azap olarak yaşayan modern, duyarlı burjuva öznesini temsil
eder. Tanrısal bir uyuşturucu ya da uyarıcı olarak etki göstermiş
olan Hıristiyanlık anlatısının bütünü onu nihai olarak terk etmiş­
tir. "Acının hiçbir anlamı yok."27 Bununla Valery, Tanrı'nın ölü­
mü kadar vahim olan dayanılmaz bir düşünceyi dile getirir. İn­
sanlar anlatısal bir sığınağı yitirmiş, böylece acının sembolik ola­
rak bakımı imkanından yoksun kalmıştır. Anlamdan arınmış, dili
olmayan, çıplak bedenin eline düşmüşüzdür korunmasız olarak:
"Bu veciz söz acıyı geleneksel kültürel şifrelerinden arındıran bir
gelişmenin tarihsel son noktasını betimler. Acı ilk kez olarak an­
lama direnç gösteren bir nesne olarak belirir [ ...] . Böyle bir cüm­
leyi kurmanın mümkün hale gelmesi [ ...] öncesinde büyük çaplı
32 Palyatif Toplu m

bir temizlik faaliyetini gerektirir. Görünüşe göre fizyologlar ve


anatomistler 19. yüzyılda Hıristiyan semantiğini kültürel beden­
den nihai olarak çekip almıştı [ ... ] . Valery'nin cümlesi Nietzsche'
nin'Tanrı öldü' sözünün komşusudur. Bu ifadelerle uzayın soğu­
ğu kemiklerimize işler." 2s

Mösyö Teste'e göre acı anlatılamaz. Dili bozar. Acının başladığı


yerde cümle kesilir. Sadece boş kalan yerlerdir varlığına işaret
eden: "'.. .Ah!' Acı çekiyordu.'Mühim bir şeyim yok. Benim ...
... Durun hele ... ... Kum tanelerini sayıyorum ... ve görebildiğim
sürece ... - Artan acım kendisini izlemeye zorluyor beni. Onu
düşünüyorum! - çığlığımı bekliyorum yalnızca, ... çığlığımı duy­
duğum anda, - o şey, o dehşetli şey küçülüyor, küçülüyor ve iç­
gözlemimi terk ediyor ...' " 29

Acı karşısında Mösyö Teste'in sesi kesilir. Acı dilini yitirmesine


neden olur. Dünyasını yıkar ve onu dilsiz bedene hapseder. Bir
Hıristiyan mistiği olan Avilalı Teresa'yı Mösyö Teste'in karşısına
koyabiliriz. Teresa'da acı son derece konuşkandır. Acıyla birlikte
anlatı başlar. Hıristiyan anlatısı acıya dil kazandırdığı gibi Tere­
sa'nın bedenini de bir sahneye dönüştürür. Acı Tanrı'yla ilişkiyi
derinleştirir. Bir samimiyet, bir yoğunluk oluşturur. Hatta erotik
bir olaydır acı burada. Kutsal bir erotizm acının şehvete dönüş­
mesini sağlar: "Bana gözüken meleğin ellerinde altından yapıl­
ma uzun bir ok gördüm, demirinin ucunda da biraz ateş var gi­
biydi. Bununla sanki birkaç kez kalbimi deldi, en içime kadar
soktu oku, çıkardığında da kalbimin en iç kısmını çekip alıyor­
muş gibi geldi bana. Beni terk ettiğinde Tanrı aşkıyla yanıyor­
dum alev alev. Bu dönüşümün acısı o denli büyüktü ki sözünü
ettiğim yakarı çıktı içimden; ama bu olağanüstü acının verdiği
haz öylesine coşkundu ki ne ondan kurtulmayı istemem ne de
Tanrı'dan daha azıyla yetinebilmem mümkün değildi. Her ne ka-
Acı n ı n Anlamsızlığı 33

dar vücut, üstelik hiç de azımsanmayacak ölçüde katılıyor olsa


da bedensel değil ruhsal bir acı bu."30

Freud 'a göre acı kişinin öyküsünde bir engellenmeye işaret eder.
Bu engellenme yüzünden kişi öyküsünü sürdüremez. Psişik kay­
naklı acılar üzeri örtülmüş, bastırılmış sözlerin ifadesidir. Söz
şeyleşmiştir. Tedavi kişiyi bu konuşma engelinden kurtarmayı,
öyküsünü tekrar akıcı hale getirmeyi amaçlar. Mösyö Teste'in
acısı bir "şey"dir, "dehşetli bir şey". Hiçbir anlatıya uymaz. Geç­
mişi ve geleceği olmaksızın bedenin dilsiz şimdiki zamanında
bekler durur: "Acı aniden ortaya çıktığında geçmişi aydınlatmaz:
sadece o an mevcut beden bölgelerine ışık tutar. Yerel bir yankı
yaratır [ . . ] . Böylece bilinci kısa, gelecek ufku elinden alınmış,
.

sıkıca sarılmış bir ana indirger [ . . . ] . Tarihin her türünden en uzak


olduğumuz noktadır burası[ . . . ] ."31

Günümüzde acı salt bedensel bir azap şeklinde şeyleşmiştir. Acı­


nın hiçbir anlamı olmaması tek yönlü olarak, diyelim ki onu teo­
lojik baskılardan kurtaran özgürleştirici bir eylem şeklinde anla­
şılamaz. Acının anlamsızlığı daha ziyade biyolojik bir sürece in­
dirgenmiş olan hayatımızın bizzat anlamdan arınmış olduğuna
işaret eder. Acının anlamlılığı hayatı bir anlam ufkuna oturtan
bir anlatı gerektirir. Anlamdan arınmış, artık anlatmayan, çıplak
bir hayatta mümkündür sadece anlamsız acı.

Benjamin Denkbilder'de* olağandışı hareketleri bir öykü anlatı­


yormuş izlenimi uyandıran şifa verici ellerden bahseder. Öykü­
lerin iyileştirici bir gücü vardır: "Çocuk hastadır. Anne onu yata-

* Benjamin'in icat ettiği, bir sorunu görüntü olarak canlandırmaya yaraya­


cak bir forrnülasyonla ifade eden epistemolojik model, aforizma ya da fel­
sefi minyatür, "düşünce görüntüsü". -ç.n.
34 Palyatif Toplum

ğına yatırır ve yanına oturur. Öyküler anlatmaya başlar ona."32


Benjamin hastanın henüz tedavinin başında doktora aktardığı
öyküsünün iyileşme sürecini başlattığını düşünür. "Anlatım akın­
tısıyla yeterince uzağa -akıntının ağzına- dek taşınmaları duru­
munda bütün hastalıkların iyileşebilmesi"nin mümkün olup ol­
madığını sorar kendine Benjamin. Acı, anlatımın akıntısına başta
karşı duran bir"baraj"dır. Ama "akıntının eğimi yeterince güçlü
olduğunda" bu baraj "yıkılır" ve "akıntı yoluna çıkan her şeyi
mutlu bir unutmanın denizine taşır". Annenin hasta çocuğu ok­
şayan eli anlatımın akıntısına bir yatak hazırlamaktadır. Ancak
acı, anlatımın akıntısına karşı duran bir barajdan ibaret değildir.
Akıntının kabararak barajı önüne katıp sürüklemesini sağlayan
bizzat odur. Anlatımı başlatan acıdır esas olarak. Ancak böyle­
likle gerçekten de "[insanın] teknesini yüzdürebileceği, onu de­
nize taşıyacak suyu tükenmez bir nehir" olabilir acı.33

Bugün anlatı-sonrası bir dönemde yaşıyoruz. Anlatım değil sa­


yımdır hayatımızı belirleyen. Ruhun, bedenin olumsallığını aşma
yetisidir anlatı. Bu nedenle Benjamin'in anlatımın bütün hasta­
lıkları iyileştirebileceği fikri yanlış değildir. Şamanlar da hastalık
ve acıyı anlatım karakteri taşıyan büyülü dualarla kovar. Ruh
geri çekildiğinde beden hakimiyet kazanır. Anlamsız hale gelmiş
acının şiddeti karşısında ruha aczini kabullenmekten başka bir
şey kalmaz: "Teste'nin 'insan ne yapabilir? ' sorusu, insanın ya­
pabileceğinin en fazlasına değinen bir meydan okumadır. Ama
en azını da göz önünde bulundurmak gerek: Duyarlık 'bütün ce­
vapları aştığında' , 'organizmanın dizginlenmemiş parçası' haki­
miyet kazandığında insanın yetisi 'acı potansiyeli' tarafından
bastırılır. Yüzeysel ya da derinlikli olarak Valery'nin sürekli ola­
rak yeniden keşfettiği şey, sahnede yalnız kalmış olan bedenin
ruha ancak yenilgisini fark etmeye yetecek kadar az bir aydın­
lanmayı bıraktığı eşiktir."34
Acı n ı n Anlamsızlığı 35

Mösyö Teste anlamsız acılar çeken aşın duyarlı geç modem dö­
nem insanının öncülüdür. Ruhun, aczini kabullendiği acı eşiği
günümüzde hızla düşmektedir. Anlatı yetisi olarak ruh kendini
feshetmektedir. Çevrenin bize giderek daha az acı verdiği mo­
dem zamanlarda acıyı algılayan sinirlerimiz giderek daha duyarlı
hale geliyor gibidir. Bir aşın duyarlık gelişmektedir. Ö zellikle
algofobi bizi acıya aşın duyarlı hale getirir. Hatta acıya neden
olabilir. Dışarıdan gelen acıların çoğuna direnmek durumunda
olan disipline olmuş bedenin duyarlılığı zayıftır. Yönelimi tü­
müyle farklıdır. Kendisiyle uğraşmaz. Dışarıya dönüktür. Bizim
dikkatimizse büyük ölçüde kendi bedenimize yöneliktir. Tıpkı
Mösyö Teste gibi saplantılı bir şekilde kendi bedenimize kulak
veririz. Bu narsisistik, evhamlı iç gözlem hiç kuşkusuz aşın du­
yarlılığımızın sorumlularından biridir.

Andersen'in Prenses ile Bezelye Tanesi masalı geç modem dö­


nem öznesinin aşın duyarlılığına ilişkin bir mesel olarak okuna­
bilir. Şiltelerin altındaki bir bezelye tanesi geleceğin prensesine
o denli acı verir ki bütün gece gözüne uyku girmez. Görünen o ki
günümüz insanı "bezelye tanesi üzerindeki prenses sendromu"n­
dan35 mustarip. Bu sendromun paradoksu, giderek azalan uyara­
nın giderek daha fazla acı vermesidir. Acı nesnel olarak saptana­
bilecek bir büyüklüğe sahip değildir, öznel bir duyumdur. Tıptan
beklenenlerin giderek artmasının yanı sıra acının anlamsızlığı en
ufak bir acının bile katlanılmaz olarak algılanmasına neden olur.
Bu acının üzerini örtecek, onu katlanılır hale getirecek anlam
bağlamları, anlatı, yüksek merciler ve amaçlar da yoktur artık.
Bezelyeyi çekip alacak olsak bu kez de yumuşak şilteler acı ve­
recektir insanlara. Acı veren tam da bizzat hayatın süreduran an­
lamsızlığıdır tam da.
ACININ KURNAZLIGI

ACI, YOK OLMAYAN şeylerden biridir. Sadece görünüşünü değiş­


tirir. Jünger'e göre ortadan yok edemeyeceğimiz temel güçler­
dendir. Jünger modem insanı Denizci Sinbad'a benzetir. Sinbad
tayfasıyla birlikte aslında dev bir balığın sırtı olan bir adada yiyip
içip keyif çatmaktadır. Sırtındaki ateşten rahatsız olan balık de­
rinlere dalar, Sinbad denize düşer. Jünger'e göre biz "yüzeyinde­
ki buz sıcaklığın değişmesi sonucu büyük parçalar halinde çö­
zülmeye başlamış donmuş bir göl üzerinde uzun bir süredir yü­
rümekte olan gezginlerin durumundayız". 36 Acı, buzun çatlakla­
rından karanlık bir parıltı yayan öğedir. Emniyette olduğumuz
şeklindeki aldatıcı his "acının ortalama bir rahatlık uğruna kıyıya
köşeye atılmış olmasından kaynaklanır".37 Ama insanları temel
güçlerden koruyan barajın her yükseltilişiyle tehdit de artar.

Yakın geçmişte ortaya çıkan pandemi temel güçlere karşı kurulan


barajın her an yıkılabileceğini göstermiştir. İnsanlar, diğer hay­
vanlarla birlikte, "evrimin şekerleme kabuğudur"38 der paleon­
tolog Andrew H. Knoll. Asıl "kek" kırılgan yüzeyi delip geçme
hatta işgal etme tehlikesi olan mikroplardan oluşur. Bir balığın
sırtını güvenilir bir ada zanneden Denizci Sinbad insan ahmaklı­
ğının kalıcı bir metaforudur. Öğeler tarafından uçuruma çekil­
mesi sadece bir zaman meselesiyken kendini güvende zanneder
38 Palyatif Toplum

insan. Özellikle Antroposen'de* insan her zamankinden daha ko­


runaksızdır. Doğaya uyguladığı şiddet daha güçlü bir şekilde
kendisine geri dönmektedir.

Jünger acının ortadan kaldırılamayacağı fikrindedir. Acının eko­


nomisinden söz eder. Bastırıldığında gizli bir köşede "görünmez
bir sermaye" şeklinde "faiz üzerine faiz alarak birikir".39 Hegel'
in bahsetmiş olduğu "aklın kurnazlığı"na atıfta bulunarak "acı­
nın kurnazlığını" gündeme getirir. Buna göre acı yapay engelleri
damla şeklinde aşarak hayata sızıp onu tamamen doldurur: "Acı­
nın hayat karşısındaki hakkından daha sabit bir hak yoktur. Acı­
dan tasarruf edildiğinde belli bir ekonominin yasaları uyarınca
denge yeniden kurulur. Burada bilinen bir ifadeyi değiştirerek
'acının kurnazlığı'ndan söz edebiliriz çünkü bununla hedefine
her türlü yoldan ulaşır. Bu yüzden yaygın bir rahatlıkla karşılaş­
tığımızda fazla düşünmeden yükün nerede taşındığını sorabiliriz.
Acıyı bulmak için genellikle çok da uzağa gitmeye gerek yoktur.
Burada da bizzat bireyi güvenliğin keyfi ortasında ondan tama­
mıyla kurtulmamış olarak buluruz. Temel güçlerin yapay olarak
dizginlenmesi kaba temasları, keskin gölgeleri engelleyebilir
ama acının mekanı doldurmaya başlayan yumuşak ışığını durdu­
ramaz. Ana akımdan korunan kap damla damla dolmaya başlar.
Can sıkıntısı acının zaman içerisinde çözülüşünden başka bir şey
değildir yani."40

Jünger'in acının kurnazlığına ilişkin koyutu akla yakın gelebile­


cek bir şeydir. Görünen o ki acı hayatın dışına atılamaz. Hayata
ilişkin haklarını her yoldan savunur, tıp alanındaki büyük ilerle­
melere rağmen acıda azalma olmaz. Acı, en büyük ağrı kesici

* İnsan faaliyetlerinin gezegene etkisinin giderek arttığı Sanayi Devrimi


sonrası çağ, İnsan Devri. -ç.n.
Acı n ı n Kurnazlığı 39

cephaneliğiyle bile yenilmez. Jünger'in ifadesiyle keskin gölge­


ler engellenmiştir ama yumuşak ışık mekanı doldurur. Acı sey­
relmiş halde geniş bir alana yayılır. Günümüzdeki kronik ağrı
epidemisi Jünger'in tezini doğrular gibidir. Özellikle acıya düş­
man palyatif toplumda, anlamdan, dilden ve sembolden yoksun­
lukları içinde varlıklarını sürdürmekte olan sesi kesilmiş, kenara
köşeye itilmiş acılar artmaktadır.

Acıların temelinde şiddetin farklı türleri yatar. Örneğin baskılar


olumsuzluğun şiddetini temsil eder. Başkaları tarafından uygula­
nır bu şiddet. Ama şiddet sadece başkalarından kaynaklanan bir
şey değildir. Aşırı performans, aşırı iletişim ya da aşırı uyarı şek­
linde kendini gösteren aşırı olumluluk da şiddettir. Olumluluğun
şiddeti yüklenme, gerilme acılarına yol açar. Günümüzde acının
tetikleyicisi, neoliberal performans toplumu için tipik olan psişik
gerginliklerdir her şeyden önce. Burada öz-saldırganlığa ilişkin
özelliklerle karşılaşırız. Performans öznesi kendine şiddet uygu­
lar. Kendini yıkılıp kalana dek özgürce sömürür. Köle efendinin
elinden kırbacı alarak kendini kırbaçlar, efendi olmak hatta özgür
olmak uğruna. Performans öznesi kendiyle savaş halindedir. Bu
sırada oluşan iç baskılar (Pressionen) onu depresyona sokar. Ay­
nca kronik ağrılara yol açar.

Kendini yaralama günümüzde hızla yayılan bir davranış biçimi­


dir. "Çizik atma" küresel bir epidemi haline gelmektedir. İnsan­
ların kendi vücutlarına açtıkları derin kesiklerin resimleri sosyal
medyada dolaşıyor. Bunlar acının yeni resimleridir. Herkesin kat­
lanılmazlık derecesinde kendisiyle yüklü olduğu, narsisizmin
hükmü altındaki bir topluma işaret eder bunlar. Çizik atma, bu
ego yükünü atma, kendinden, yıkıcı iç gerilimlerden kurtulma
yönünde nafile bir çabadır. Bu yeni acı-resimleri selfilerin kanlı
arka yüzleridir.
40 Palyatif Toplum

Viktor von Weizsacker iyileştirmenin kadim sahnesini şöyle be­


timler: "Küçük abla erkek kardeşinin acı çektiğini gördüğünde
bilgisi olmaksızın bir çare bulur: eli sevecen bir şekilde yolunu
bulacak, kardeşinin ağrıyan yerine dokunup okşayacaktır - böy­
lelikle küçük yardımsever ilk doktor haline gelir. Kadim bir etki­
nin ön bilgisi içinde bilinçdışı olarak çalışır ve ablanın isteğini
eline, elini de etkili dokunuşa yönlendirir. Küçük kardeşinin is­
tediği de budur, el ona iyi gelir. Kendisiyle acısı arasına ablasının
temasının hissi girer ve acı bu yeni duyum karşısında kendini
geri çeker."41 Bugün iyileştirmenin bu kadim sahnesinden gide­
rek uzaklaşıyoruz. İyileştirici bakımın dokunulma ve hitap edil­
me duyumu olarak yaşanması giderek daha seyrek bir hale geli­
yor. Yalnızlık ve yalıtılmışlığın giderek arttığı bir toplumda yaşı­
yoruz. Narsisizm ve egoizm bunu daha da vahimleştiriyor. Artan
rekabet, azalan dayanışma ve empati de insanları yalnızlaştırıyor.
Yalnızlık, yakınlık duygusunun yaşanamaması acıyı güçlendirici
bir etki gösterir. Kronik ağrılar belki de tıpkı çizikler gibi bede­
nin ilgi ve yakınlık hatta sevgi isteyen çığlıkları, günümüzde te­
masın seyrek hale geldiğine işaret eden etkileyici ipuçlarıdır. Gö­
rülen o ki ötekinin iyileştirici elinin eksikliğini duyuyoruz.

Kronik ağrıların ortaya çıkış nedenleri çok çeşitlidir. Toplumsal


yapıdaki çarpıklıklar, bozulmalar, gerginlikler kronik ağrıların
ortaya çıkmasına ya da şiddetlenmesine yol açar. Günümüz top­
lumunun anlamdan yoksunluğu da acılan katlanılmaz kılan ne­
denlerin başında gelir. Acılar, içinde hayatın salt hayatta kalma
haline gelmiş olduğu anlamını yitirmiş toplumumuzu, anlatım­
dan yoksun zaman ımı zı yansıtır. Ağrı kesiciler ve ruhsal incele­
melerin bu konuda yapabileceği pek bir şey yoktur. Acının sosyo­
kültürel nedenlerini gözden kaçırmamıza neden olurlar sadece.
HAKiKAT OLARAK ACI

Acılar adlı denemesinde V iktor von Weizsacker acıyı "et olmuş


hakikat'', "bir hakikatin et oluşu" diye tanımlar. Kopuşlar acı ve­
riyorsa bağlar hakiki demektir. Sadece hakikatler acı verir. Haki­
ki olan her şey acı vericidir. Palyatif toplum hakikati olmayan
bir toplumdur, aynının cehennemidir. "Hayat düzenlerinin örgü­
sü" ancak "acıların Ariadne yumağı"nda* kendini açığa vurur.42
Hayatın düzeni "acı düzeni"dir. Acı hakikatin güvenilir bir ölçü­
tü, "canlının görünümlerinde hakikat ile sahteyi birbirinden ayır­
manın bir aracı"dır.43 Acı ancak gerçek bir aidiyetin tehdit altında
olduğu yerde belirir. Yani acı olmadığında körüzdür, hakikate ve
bilgiye ulaşamayız: "Koptuklarında acı veren bağlar hakikidir,
et haline gelmiştir. İnsan acı çektiği durumda gerçekten mevcut­
tur, orada -bilerek ya da bilmeyerek- sevmiştir de. Böylece dün­
yanın örgüsüne göz atmış oluruz: Varlık nerede acı çekebiliyorsa
orada gerçekten örgünün içindedir, sadece mekanik ve mekansal
bir yan yanalık değil gerçek, yani canlı bir birliktelik söz konu­
sudur orada."44 Acı olmaksızın ne sevmiş ne de yaşamışızdır.
Hayat, rahat bir hayatta kalmaya feda edilir. Yalnızca canlı bir

* Yunan mitolojisinde Girit kralı Minos'un kızı prenses Ariadne'nin Te­


seus'a hediye olarak verdiği, onun Minotor'un labirentinden çıkmasını sağ­
layan yumak. -ç.n.
42 Palyatif1"oplum

ilişki, gerçek bir birliktelik acıya muktedirdir. Buna karşılık can­


sız, işlevsel bir bir-aradalık bozulduğunda bile acısızdır. Canlı
bir birlikteliği ölü olandan ayırt eden acıdır.

Acı bağdır. Acı verici durumları bütünüyle reddeden biri bağ


kurma yetisinden yoksundur. Günümüzde acı verebilecek yoğun
bağlardan kaçınılır. Her şey palyatif bir rahatlık alanında ger­
çekleşir. Aşka Ö vgü adlı kitabında Alain Badiou intemetteki bir
eş bulma sayfasının reklamına işaret eder: "Acı çekmeden aşık
olmak çok kolay!"45 Acı olarak öteki ortadan kaybolur. Ötekini
bir seks nesnesi olarak şeyleştiren tüketim niteliğindeki aşk acı
vermez. Ö tekini arzulamak olarak Eros'un karşıtıdır.

Acı farktır. Hayatı eklemler. Organlar ancak kendilerine has acı


lehçeleriyle tanıtırlar kendilerini. Acı sınırları belirler, farkları
vurgular. Acı olmaksızın gerek beden gerekse dünya bir fark­
sızlığa düşer. "Acılar ne sağlar? " sorusuna von Weizsiicker şöyle
cevap verir: "Öncelikle ancak acı bana neyin benim olduğunu ve
nelere sahip olduğumu öğretir. Ayak parmaklarım, ayağım, ba­
cağım ve üzerinde durduğum topraktan kafamdaki saça kadar
her şeyin bana ait olduğunu acı sayesinde öğrenirim. Ve yine acı
sayesinde bir kemiğin, akciğerin, kalbin ve iliğin oldukları yerde
olduklarım ve bunların her birinin kendi acı diline sahip olduğu­
nu ve kendi 'organ lehçesi'ni konuştuğunu öğrenirim. Bütün bun­
lara sahip olduğumu tabii ki başka yoldan fark etmiş de olabili­
rim ama bunların ne kadar değerli olduğunu sadece acı öğretir
bana; tek tek her birinin benim gözümdeki bedelini ve değerini
sadece acı sayesinde öğrenirim ve bu acı kanunu aynı şekilde
dünya ve onun üzerindeki şeylerin bedeli için de geçerlidir."46
Acı olmaksızın ayırt edip değer biçmek mümkün değildir. Acısız
dünya aynının cehennemidir. Umursamazlık hakimdir burada.
Eşsiz olan ın ortadan kaybolmasına neden olur.*
Hakikat Olarak Acı 43

Acı gerçekliktir. Gerçeklik etkisi gösterir. Gerçekliği her şeyden


önce acı veren direnciyle algılarız. Palyatif toplumun sürekli
anestezisi dünyayı gerçeklikten arındırır. Dijitalleşme de direnci
giderek azaltır, direnen karşıdakini, karşıyı, karşı-cismi giderek
yok eder. Süreduran "tike / beğendim" bir körelmeye, gerçekli­
ğin ortadan kalkmasına yol açar. Dijitalleşme anestezi uygula­
masıdır.

"Sahte haberler"le ve "derin sahtelikler"le karşılaştığımız olgu­


sonrası çağda bir gerçeklik apatisi, hatta gerçeklik anestezisi olu­
şur. Ancak bir gerçeklik şoku bizi bundan kurtarabilir. Virüsün
yol açtığı panik kısmen bu şok etkisine bağlıdır. Virüs gerçekli­
ği yeniden tesis eder. Gerçeklik vira/ bir karşı-cisim olarak geri
döner.

Acı öz-algılamayı hassaslaştırır. Kendiliğe kontur verir. Profilini


çizer. Giderek artan kendine zarar verici davranışlar narsisist,
depresif hale gelmiş ben'in kendi varlığından emin olmayı, ken­
dini hissetmeyi hedefleyen ümitsiz çabası olarak anlaşılabilir.
Acı duyuyorum o halde varım. Varoluş duygusunu da acıya borç­
luyuz. Acı ortadan kalktığında yerine koyacak bir şey ararız. Ya­
pay olarak yaratılan acı buna çare olur. Macera sporları ve riskli
davranışlar kendi varlığından emin olma çabalarıdır. Böylelikle
palyatif toplum paradoksal bir şekilde aşırılıkçılann varlığına
yol açar. Acı kültürü yoksa barbarlık ortaya çıkar: "Anestezi al­
tındaki bir toplumdaki insanlara canlılık hissi verebilmek için
giderek daha güçlü uyaranlar gerekir. kendini deneyimleyebil­
meyi sağlayan uyaranlar olarak sadece kimyasal maddeler, şiddet
ve terör kalmıştır."47

* Almanca metinde son üç cümledeki "aynının" (des Gleichen), "umursa­

mazlık" (die G/eichgültigkeit) ve "eşsiz olan" (das Unverg/eichbare) ifade­


lerinde aynı kök mevcut. -ç.n.
ACININ POETIGI

MAX BROAD'A bir mektubunda Kafka, yazmanın "şeytan tara­


fından çimdiklenip, dövülüp neredeyse un ufak edilmenin" kar­
şılığı olan "tatlı, şahane bir ödül" olduğunu söyler. Katlanılmaz
acıların ödülüdür yazmak. "Gün ışığında" da yazılabilir ama
Kafka yazmayı hayatını neredeyse mahveden "karanlık güç"e
borçludur. Ürküntü onu uykusundan ettiğinde yazdığını, yazma
olmasa hayatın "delilik"te sonlanacağını söyler.48

Proust da yazma uğruna eziyeti besler. Proust'un hayatı çocuklu­


ğundan başlayarak hastalıklarla geçmişti. Şiddetli astım nöbetleri
hayatı boyunca canını yakmıştı. Ölümünden birkaç yıl önce bir
mektubunda şöyle yazar: "Her ne kadar özellikle de son aylarda
tasamın ayrılmaz eşlikçisi olan böylesi katlanılmaz fiziksel acı­
ları çekiyor olmak canımı sıkıyorsa da bunlara, çektiğim acılara
düşkünüm ve bunları yitirme düşüncesinden nefret ediyorum."
Acı Proust'un kalemine yön verir. Ölümden bile dil, hatta üslup
çıkarır. Yazısının hizmetine koşar onu. Bu yazma tutkusu acı ol­
maksızın düşünülemez: "Son saate kadar kendi durumunu kah­
ramanca bir uyanıklıkla inceledi. Bu notlar tashih sayfalarında
kahramanı Bergotte'un ölümünü daha somut, daha gerçekçi bir
hale sokmak içindi, yazarın öğrenebildiği son detayları, sadece
ölmekte olan birinin bilebileceği en mahrem detayları sergile-
Another random document with
no related content on Scribd:
elevated in either the ballads or the fable, yet enough to stir the
heart, and keep the busy hands from weariness—and to do that, is
to do well and merit a hearty blessing of the world.
Cuthbert was loth to disturb this pretty home scene, as he did at his
entrance; but notwithstanding, Cuthbert was very well satisfied with
the bright surprise and shy pleasure, which one at least of the little
group displayed, and took his place among them like an old friend.
Violet’s copy-book lay open on the table; and Violet made very bad
pot-hooks indeed, and hated the copy intensely, though she liked the
poetry. The copy lines set for her were not very beautiful either,
though they were written in a good, sensible, female hand, which
had some individuality in it, and was not of the fashionable style.
Such copy lines! stray lines out of books, as diverse and
miscellaneous as could be collected, differing most widely from
those sublime, severe, abstract propositions, which in common
cases introduce the youthful student to wisdom and half-text.
Cuthbert could not help a visible smile as he glanced over them.
“I have interrupted my little friend’s lesson,” said Charteris, as he
laid down the book.
Rose was shy of him. She did not answer.
“Violet has a great appetite for verse,” said Martha, “we shall have
all the rest of it at night.”
“Triermain.” Cuthbert was a little surprised that the child should be
so far advanced—innocent Cuthbert! he did not know what a host of
books, of all kinds and classes, the little Violet had devoured already.
“How is Mr. Muir?” asked Cuthbert. “I heard at the office he was not
at home, and I was very glad to find that he was able for travelling.
Have you heard from him? How is he?”
“He is getting strong rapidly, Agnes writes,” said Martha. “They are
with my uncle in Ayr. We were brought up there, all of us, and so we
say Harry has gone home. I hope it will strengthen him—every way,”
she added, with a suppressed sigh.
“And so you like Sir Walter, Violet,” said Cuthbert; “come and tell
me what you have read besides Triermain.”
Violet came shyly to his side, and drooped her head, and answered
with bashfulness, “I have read them a’.”
“Read them all! not quite, I think—how many books have you read,
altogether?” said the puzzled Cuthbert.
Violet looked up with mingled astonishment and pity, and opened
her eyes wide. She, who had already begun to look at
advertisements of books, and to tease Mr. Syme, the librarian in the
Cowcaddens, about new publications, which he had never heard of,
and which in the ordinary course, would not reach him these
hundred years—she to be asked how many books she had read!
Violet was amazed at the want of apprehension, which such a
question displayed.
“I have read a great heap—and I can say the Lord of the Isles, by
heart, and bits of the Lady of the Lake.”
Cuthbert’s ignorance had given Violet a little courage; but as she
met his eye, her head drooped again, and she relapsed into her
former shyness.
“And how old are you, Violet?”
“I shall be eleven next May.” Violet had already had very grave
thoughts on this subject of her age. It seemed a stupendous thing to
pass that tenth milestone.
“Violet—where did you get that pretty name of yours,” said
Cuthbert, drawing his hand over her small dark head.
“It was my mother’s name,” said the little girl reverently.
The conversation came to a sudden pause. Conscious that he had
a motive in asking those seeming simple questions, Cuthbert felt
confused, and could not go on—so he turned to the copy-book.
“Have you written all this yourself, Violet?”
He had gone back to the beginning, and there certainly was to be
traced the formation of a different hand from Violet’s—the
respectable, womanly writing which had placed those odd copy lines
on the later pages; he traced it as it improved, through a good many
different steps of progress, and at the end found a clear, good-
looking signature, proclaiming it to be the work of Rose A. Muir.
“Rose A. Muir,” he repeated it unawares aloud.
The bearer of the name started with a slight blush. Martha glanced
at him with grave scrutiny—and little Violet, looking admiringly at her
sister’s handwriting, explained, “Rose was called after my
grandmother.”
“It is not a common name,” said Cuthbert, growing embarrassed
under the grave eye of Martha. “May I ask Miss Rose, what is
represented by this A.”
“It will be Anne or Alice, or some stupid woman’s name,” he said to
himself, while his heart beat a little quicker.
“I was called after my grandmother, Mr. Charteris, as Lettie says,”
said Rose, shyly. “It is Rose Allenders—that was her name.”
The young man started visibly. He had no idea of falling on anything
so clear as this; but Martha looked at him with sudden curiosity, and
he felt himself compelled to make some explanation.
“It is by no means a usual name, Miss Muir,” said Cuthbert, turning
to the elder sister. “I know something.—I am slightly acquainted with
a family called Allenders. Did this lady—your grandmother, Miss
Rose—come from the east country?”
“I cannot tell, indeed,” said Rose. “She died very long ago—before
any of us were born.”
“I think they came from London,” said Martha; “I have heard my
uncle say so—there were two sisters of them; and their father died in
Ayr. Mrs. Calder, in the old town, was very kind to the orphans, and
took them in: and there the younger sister—her name was Violet—
died; and my grandmother married Mrs. Calder’s son. I have heard
she died young too, and called her only child, who was our mother,
after her little sister. It is a sad story altogether; but we heard my
uncle speak of it often; and I remember how many of the old people
in Ayr recollected Rose Allenders.”
“My mother’s name was Violet Calder,” said Lettie, “but I am only
plain Violet. She did not call me after all her name; but Rose has got
two names because she’s after my grandmother.”
“I am going further west,” said Cuthbert. “I shall be in Ayr for a day
or two, I believe. I think I must ask you to introduce me to your uncle,
Miss Muir.”
“He will be glad to see you,” said Martha, quietly. “But if you go now,
you will find Harry established there. Give Mr. Charteris my uncle’s
address, Rose—but indeed you hardly need that, for every one
knows my uncle.”
But Cuthbert had not the least desire to meet Harry in Ayr. So he
was careful to excuse himself, and suddenly discovered that he
could not be able to make acquaintance with Alexander Muir, the
uncle, for a full fortnight, by which time it was certain that Harry must
have returned.
CHAPTER VIII.

“There is all hope in thee, sweet Spring, sweet Spring!


Dull voices, speaking of thee, unawares,
Bewray themselves to sing.
For every name thou hast such music bears;
Whether ’tis March, when all the winds are gay—
Or April, girlish in her wayward way—
Or sweetest May.”

Day by day passed, of Harry Muir’s last bright week at Ayr—passed


no less happily to the three sisters, than to himself and his little wife
—and at last, fresh, healthful, and in high spirits, the youthful couple
and their baby returned home.
To walk to the coach-office to meet them, was of itself a jubilee for
the home-dwellers, and Mrs. Rodger herself held the door open for
them, in stately welcome. Mrs. Rodger was a tall old woman, gaunt
and poverty-stricken, in her dingy widow’s cap, and black cotton
gown; but Mrs. Rodger had been “genteel” once, and never forgot it.
She extended one of her long arms, and gave Harry’s hand a swing,
as he stopped to greet her. “I was just telling our weans,” said Mrs.
Rodger, “that the house wasna like itself, wanting you—and I hope
you find your leg strong, Mr. Muir; bless me, how the wee boy’s
grown! I would scarce have kent him; bring him ben, Violet, and let
the weans get a look o’ him. What a size he’s turned!”
Miss Aggie, the youngest of the aforesaid weans, plunged out of
the kitchen, and seized the baby with loud expressions of admiration.
The little wife was easily flattered by praise of that blue-eyed boy of
hers, and was by no means unwilling to accompany him herself, and
exhibit him to the assembled “weans” in Mrs. Rodger’s kitchen.
This apartment, which answered all purposes to the family, was a
good-sized room, showing an expanse of uncovered floor, not over
clean, and a great wooden “bunker” for coals, as its most noticeable
feature. The “bunker” is an article which belongs exclusively to the
household arrangements of Glasgow. This one was not very high as
it happened, and on the corner of it sat Miss Jeanie, her hands busy
with her work, her feet deposited on a chair below. Miss Aggie, in like
manner, occupied a corner of the table in the window. Their work
required a good deal of light, and they were fettered by no punctilios
as to attitude. Miss Rodger, the eldest sister, flitted in and out of a
dark scullery—and withdrawn as far as possible from the light, in the
dusky corner, by the fireside, sat a shabby and not very young man,
with shuffling indolent limbs stretched across the hearth, and pins,
the sole gathering of his idleness, stuck in the lappel of his dusty,
worn coat, and a face that promised better things. This was
“Johnnie,” as they called him, Mrs. Rodger’s only son. Poor Johnnie
had begun this sad manner of life by a long illness, and now,
between his rheumatism and his false shame, incapable, as it
seemed, of any strenuous endeavour to make up for what he had
lost, had sunk into the state of an indolent dependant upon the little
earnings of his sisters. They had their faults, these women; but never
one of them murmured at the burden thus thrown upon them. Living
very meanly, as they were constrained to do, they were still perfectly
content to toil for Johnnie. It never seemed to occur to them at all,
indeed, that the natural order of things was reversed in their case.
Sometimes, it is true, there was a quarrel between the mother, who
was a termagant, and the poor indolent shipwrecked son, whose
temper was easily galled, having always this sore consciousness to
bear it company—but never one of the sisters upbraided Johnnie, or
made a merit of labouring for him. Amidst all their vanity, and
vulgarity, this one feature elevated the character of the family, and
gave to those three very common-place young women, a standing-
ground of which no one could possibly be less conscious than they
were themselves.
The large good-humoured hoyden, Miss Aggie, danced the baby in
her arms, and carried him to the fireside to her brother. Poor Johnnie
took the boy more gently, and praised him to his mother’s heart’s
content, while Violet, no longer shy, but at present very fluent and
talkative, stood by the side of her special friend and ally, Mr. John.
The little girl and the poor indolent man, were on very intimate terms.
“I was just telling our weans,” repeated Mrs. Rodger, “that the wee
boy would be just another creature after a while in the country; and
cheeks like roses you’ve gotten yoursel, Mrs. Muir. It would be unco’
dull though, I’m thinking—if it had only been the saut water—but its
no the season for the saut water. I mind when Archie was living—
that’s their father—we gaed down regular to Dundoon, and it was
just a pleasure to see the weans when they came hame.”
“Agnes, Martha says the tea’s ready,” said Violet, “and I’m to carry
little Harry ben.”
The tea-table in the parlour was pleasantly covered, and still more
pleasantly surrounded, and Agnes’ basket, which the good uncle’s
own hands had packed, remained still unopened; so the baby was
given over to the safe keeping of Rose, and the busy young wife
began to distribute uncle Sandy’s tokens of remembrance.
“This pot of honey is for you, Martha,—uncle Sandy thought you
would like to give it to us all, now and then, on high days—and here
is a bottle of cream from Mrs. Thomson, at the corner, and a little silk
handkerchief to Rose, and the last of the apples to Violet—and see
here, look, all of you, look!”
Two little flower-pots carefully packed with moss, one of them
bearing a tuft of fragrant little violets, the other proudly supporting a
miniature rose-bush, with one little bud just appearing from its green
leaves—good gentle uncle! He had been at so much trouble getting
this fairy rose, and cherishing it in his little sitting-room, till this
solitary bud rewarded his nursing. It was hailed with a burst of delight
from Violet, and by the elder sisters, with a pleasure which almost
reached to tears.
“It is so like my uncle,” said Rose.
And then with some happy excitement, they gathered round the
tea-table. Harry had a great budget of local news to open, and the
blithe Agnes interrupted him every moment to tell of her first
impressions, and new acquaintance. There had been beautiful
weather, sunny and soft, as it often is in the early part of April, and
the young wife had left all cares behind her on the grave shoulders
of Martha. Harry had been so well, so happy, so considerate—
enjoying so thoroughly the simple pleasures of his old home, and the
society of his pure unsophisticated uncle—Agnes thought she had
never been so happy.
And Harry’s face was sparkling with healthful blameless pleasure.
He looked so man-like, the centre of their anxieties and wishes, and
was in reality so fresh-hearted, and capable of innocent enjoyment,
that Martha’s troubled heart grew glad over the success of her
experiment. He had been home—he had seen again in these old
scenes, the pure heroic fancies of his earliest youth, and many days
hence the anxious sister thought the happy effect would remain.
They closed the evening, as it was always closed in the house at
Ayr—with the simple and devout worship of the family. Harry, with his
fine mind so clear to-night, and happily elevated, a young household
priest, conducted those simple fervent devotions—for the religious
emotions were strong within him. They swayed him much
sometimes, as, unfortunately other feelings swayed him at other
some; but he was deeply susceptible at all times to all the beauty, all
the grandeur of the holy faith he professed. The young man’s voice
trembled, and his heart swelled as he appealed to the Great Father
for the sake of the wonderful Son. And as, most humbly and
earnestly, he asked for strength against temptation, the tears in
Martha’s eyes were tears of hope—almost of joy. She thought that
surely never again this young ingenuous spirit would fall—never
again forsake that holy brotherhood, at whose head He stands, who
was once tempted for the sake of us—to defile its garments with the
mean sins of former times. There was a shadow of deep quiet upon
all their faces as they rose from their knees; they thought they had
come to the beginning of a purer, happier time. They, these anxious
women, thought so for him; and he, poor Harry! for himself, with
those joyous eyes of his, looked forward to the future, without fear.
CHAPTER IX.
“I was gay as the other maidens—all the springs and
hopes and youthful things of the world were like me:
prithee, lady, think not I say so out of envy of your fair
estate; for in good sooth, youth is estate enough for a free
heart. But before youth goes, troubles come—yourself
must meet them anon—and be not fearful, gentle one; for
it may be they will leave rare wealth with you, and take but
a little sunshine away.”
old play.
The next day Harry entered blithely upon his old duties again. The
morning was sunny, and bright, and Agnes stood at the window with
the baby, to watch him as he emerged from the outer door below,
and turned to look up to her, and take off his hat in playful salutation.
He had a little cluster of fresh spring primroses, pulled last morning
in the Ayr garden, gracing his button-hole, and there was a spring in
his step, and an elastic grace in his manner as he went away, that
made glad the heart of the little wife. They were all very blithe this
morning—the gladness came involuntarily from Agnes’ lips in the
familiar form of song; she sang to the baby—she sang to them all.
She was still a girl, this pretty wife of Harry Muir—a girl belonging to
that very large class, who never discover that they have hearts at all,
until they have sent them forth on some great venture, perilling all
peace for ever. Agnes had been a very gay, perhaps a rather foolish
girl—liking very greatly the small vanities which she could reach, and
managing to keep out of sight the graver matters of life. She knew
what it was to be poor—but then she had known that all her life, and
the difficulties fell upon elder people, not on herself, and Agnes
sailed over them with innocent heedlessness. The heart slumbered
quietly in her bosom—she scarcely knew it was there, except when it
beat high sometimes for some small merry-making; scarcely even
when she married Harry Muir were those gay placid waters stirred.
She liked him very much—she admired him exceedingly—she was
very proud of him—yet still she had not found out her heart.
But when the cloud began to steal over the gay horizon of her life—
when she had to watch for his coming, and tremble for his
weakness, and weep over his faults those sad apologetic tears, and
say, poor Harry! then this unknown existence began to make itself
felt within the sobbing breast of the little, pretty, girlish wife. The sad
and fatal weakness, which made him in a certain degree dependant
upon them—which aroused the feelings of anxious care, the eager
expedients to protect him from himself, gave a new character to
Agnes. In sad peril now was the happiness of this young, tender,
sensitive heart; but the danger that threatened it had quickened it
into conscious life.
He went away with smiles, and hopeful freshness to his daily
labour. He came home, honestly wearied, at an earlier hour than
usual, having his conscience free of offence that day. So happily
they all gathered about the little tea-table; so gaily Agnes presided at
its tea-making, and Martha placed on the table the little crystal
vessel full of honey—odorous honey, breathing out stories of all the
home flowers of Ayr—so much the travellers had still to tell, and the
dwellers at home to hear.
“And now, Martha,” said Harry, “put on your bonnet, and come out. I
believe she has never been out, Agnes, all the time we have been
away.”
“Yes, indeed, Harry—Martha was always at the Kirk,” said the literal
Violet.
“But we are not going to the Kirk to-night—come Martha, and taste
this April air.”
Martha looked at her work. “It is a temptation, Harry; but I think you
had better take Rose—see, Rose looks white with working so long,
and I have to go to the warehouse to-morrow.”
“To the Candleriggs!” said Harry, laughing. “Where you scarcely can
tell when it is June and when December; and if Rose is white, you
are absolutely green with sitting shut up here so long—come,
Martha.”
It was not very complimentary, but the pallid faded cheek of Martha
actually bore, to eyes which had been in the sunshine, a tinge of that
undesirable hue. Save for the beneficent rest of the Sabbath-day,
and the walk through the hushed streets to church, Martha had
indeed, since her brother went to Ayr, never been out of doors. The
luxury of sending Harry to the pure home atmosphere was not a
cheap one. She had been labouring for, while he enjoyed it.
“But what if Mr. Charteris comes?” said Rose, with a little shyness:
no one else seemed to remember that Mr. Charteris was to come.
“We shall not stay long,” said Harry; “you must keep him till we
return.”
Rose seemed half inclined to go too; but she remembered how
often Martha had sent her out to enjoy the walk which she had
denied herself; and there were a great many “holes,” as those very
prosaic sempstresses called the little spaces in the centres of the
embroidered flowers, at which they worked, to be finished before
they were returned to the warehouse to-morrow—so even at the risk
of a little additional conversation with the formidable Mr. Charteris,
Rose made up her mind to stay.
And Martha and Harry went out alone. They were not within reach
of any very pleasant place for walking, but they struck off through
some of those unsettled transitionist fields which hang about the
outskirts of great towns, to the side of the canal. Those soft spring
evenings throw a charm over the common place atmosphere, of
even such ordinary haunts as this—and it is wonderful indeed, when
one’s eyes and heart are in proper trim, how the great sky itself
alone, and the vast world of common air, in which we breathe, and
through which human sounds come to us, can suffice to refresh our
minds with the Nature, which is beautiful in every place.
The distant traffic of the “Port,” to which this canal is the sea; the
flutter of dingy sloop sails, and a far-off prospect of the bare cordage,
and brief masts of little Dutch vessels, delivering their miscellaneous
cargoes there, gave a softened home look, almost like the quiet
harbour of some little seaport, to a scene which, close at hand, could
boast of few advantages. But the air was bright with the haze of
sunset, and in the east the sky had paled down to the exceeding
calmness of the eventide, lying silently around its lengthened strips
of island cloud, like an enchanted sea. Dull and blank was the long
level line of water at their feet, yet it was water still, and flowed, or
seemed to flow; and along the bank came the steady tramp of those
strong horses, led by a noisy cavalier whose accoutrements clanked
and jingled like a steam-engine, piloting the gaily-painted “Swift” boat
from Edinburgh, with its crowds of impatient passengers, to the end
of their tedious journey. These were homely sights—but the charmed
atmosphere gave a harmony to them all.
And there were some trees upon this side of the canal—and grass
as green as though it lived a country life, and stout weeds, rank and
vigorous, by the side of the way—and the hum of the great town
came softly on their ear, with here and there a distinct sound,
breaking the inarticulate hum of that mass of busy life. Better than all
these, there was such perfect confidence between the brother and
sister, as had scarcely been before, since he was the unstained boy,
innocent and ignorant, and she the eager teacher, putting forth a
second time in this young untried vessel, the solemn venture of her
hopes. It was not that Harry had anything to confide to the anxious
heart, which noted all his thoughts and modes of feeling so narrowly;
but the little daily things which sometimes have so weighty a bearing
upon the most important matters of life—the passing fancies, the
very turns of expression, which show the prevailing tone of the
speaker’s mind, were so frankly visible to the eye of the watchful
sister, that Martha’s heart rejoiced within her with solemn joy.
Meanwhile, Rose sat alone in the parlour doing her work,
somewhat nervously, and hoping fervently that Mr. Charteris would
not come till “somebody was in” to receive him.
The baby lay sound asleep in the cradle. Agnes had gone down to
Mrs. McGarvie to negotiate about some washing, and was at this
moment standing in Mrs. McGarvie’s kitchen, near the small table
where Mrs. McGarvie herself, with the kettle in one hand, and a
great horn spoon in the other, was pouring a stream of boiling water
into a bowl half filled with the beautiful yellow peasemeal, which
keeps the stomachs of Glasgow in such superlative order,
compounding the same into brose, for the supper of Rab, who newly
come in, had just removed his blue bonnet from his shaggy red head
in honour of his mother’s visitor. Mrs. McGarvie had undertaken the
washing, and Agnes in her overflowing happy spirits, was telling her
about the journey, from which they had just returned.
Violet, last of all, was in Mrs. Rodger’s “big room,” a very spacious,
fine apartment, which was generally occupied by some lodger. They
had no tenant for it at present, and were this evening entertaining a
party in the large, lofty, shabbily-furnished dining room. Violet had
gone in among these guests with the natural curiosity of a child, and
poor Rose, nervously apprehensive of the coming of this formidable
Mr. Charteris, sat in the parlour alone.
Her busy fingers began to flag as she filled up these “holes;” and
now and then, the work dropped on her knee. The ordinary
apprehensions about Harry, which generally formed the central
object of her thoughts, were pleasantly hushed to-night. Rose was
not thinking about anything particular—she would have said so, at
least—but for all that, long trains of indefinite fancies were flitting
through her mind, and her thick blunt needle was altogether stayed
now and then—only recovering in hysteric bursts its ordinary
movements, when Rose trembled to fancy that she heard a step on
the stair. If Agnes would only come in—if Harry and Martha were but
home again!
At last a step was on the stair in reality. “Maybe it is Agnes,” said
Rose to herself as her needle began to fly again through the muslin
—but it was not only Agnes—it was the foot of a man—poor Rose
wondered if by any possibility she could run away.
And there he was, this sad ogre whom Rose feared, quietly opening
the parlour door, as if he had some right to be there. Mr. Charteris
was almost as shy as Rose herself. He sat down with pleased
embarrassment, and looked exceedingly awkward, and spoke by no
means so sensibly as he was used to do. Rose eagerly explained
the reason why she was alone, and went to the window in haste to
look for Agnes.
Mr. Charteris’ eye had been caught by something of a very faded
neutral hue, in a black frame, which hung above the mantelpiece. He
asked Miss Rose if it was embroidery.
Miss Rose was moved to laughter, and her laugh dispersed the mist
of shyness very pleasantly. “It is only an old sampler of my
grandmother’s, Mr. Charteris.”
Mr. Charteris rose to look at it.
“There is not much art in it,” said Rose, “it seems that all the
landscapes on samplers are of one style—but my mother gave it to
me when I was a girl—a little girl—and I used to be proud of it,
because it was my own.”
Mr. Charteris took it down to examine its beauties more closely. It
bore the name of the artist at full length “Rose Allenders,” and had a
square house, and some very original trees, like the trees of very old
paintings, elaborately worked upon it.
“I think you said she had been long dead,” said Cuthbert.
“Long ago—very long ago,” said Rose. “When my mother was only
a child, my grandmother died. Her name is on the stone, among the
rest of the Calders, and her father and her little sister are near her, in
the churchyard. Uncle Sandy used to take us there when we were
children. I believe he thought they would feel lonely in their very
graves, because they lay among strangers.”
There was a pause. Cuthbert again hung up the faded sampler, and
Rose worked most industriously at her opening. Each was earnestly
endeavouring to invent something to say—and both of them were
singularly unsuccessful. It was the greatest possible relief to Rose to
hear Harry’s voice in the passage.
The two young men greeted each other heartily—it seemed that
there was some charm in these very faults of poor Harry—for
everybody learned to like and apologise for, even while they blamed
him.
“And so you are going to Ayr,” said Harry, “why did you not come a
little earlier, Mr. Charteris, that I might have shown our town to you.
You will not appreciate the beauties it has, unless some one, native
to it, points them out.”
“For which cause I am here to seek an introduction which Miss Muir
promised me to your uncle,” said Cuthbert.
“To my uncle? are you a character hunter, Mr. Charteris?” said
Harry quickly, and with something which Rose thought looked like
rudeness.
“No, I don’t think so—but why do you ask me?”
“Because the vulgar call my uncle a character and an original,” said
Harry. “I thought your cousin, who saw him once, might have told
you so,—and he does not like the imputation. We are jealous of my
uncle’s feelings, as we have a good right to be, for he has been
father, and teacher, and companion alike to all of us.”
“I had some business in the neighbourhood of Ayr,” said Cuthbert,
with a little conscious embarrassment—“one of those things in our
profession that border upon the romantic,—there are not many of
them, Miss Rose;—I want to trace out some links of descent—to find
some lost members of an old family. I shall find them only by means
of gravestones I apprehend, but that will answer my purpose. It is not
quite in my department, this kind of business; but it is pleasant to
have some excuse for seeing so fine a country in this time when ‘folk
are longen to gon on pilgrimages.’—I think you must begin to feel
this longing, Miss Muir?”
“It is wonderful how easily one can content oneself,” said Martha,
with a smile which spoke of singular peace. “We have only to shut
our eyes, Rose and I, and straightway we are at home—or to send
some one else to enjoy it, Mr. Charteris. Harry and Agnes, have
brought us so much of the atmosphere that I scarcely desire it now
for myself.”
CHAPTER X.

“Ay, even here, in the close city streets,


’Tis good to see the sunset—how the light,
Curious and scornful, thrusts away the masses
Of vapour brooding o’er the busy town,
Yet leaves a trace of rosy light the while
Even on the thing it scorns.
And the rich air gives sweetness to all sounds;
And hazy sunbeams glorify young faces—
And labour turns aside, glad of its hour
Of aimless idling.”

Cuthbert Charteris, much against his will, was detained a week


longer in Glasgow. His uncle, a man of unbounded hospitality, an
almost invariable characteristic of his class, was not without a little
family pride in Cuthbert’s attainments and position—and such a
succession of people had been already invited to “meet” Mr.
Buchanan’s advocate nephew, that Cuthbert’s good humour, though
already sufficiently taxed, would not suffer him to disappoint them.—
Neither was it until the very last evening of the week, when he had
made positive arrangements for going to Ayr next day, that he had
leisure to call on the Muirs.
The sun was setting on the soft April evening, and the slanting level
sunbeams streamed through the dusty streets, drawing out in long
shadows the outline of the houses. Within these shadows the
bystanders felt almost the chill of winter, while in the sunshine at the
street corners, lounging groups congratulated each other that
summer had come at last.
Here the light fell on a white “mutch” or two, and on the sun-burnt
heads of innumerable children, of whose boisterous play the gossip
mothers took no notice.—There it glimmered and sparkled in braids
and curls, and plaits of beautiful hair which a coiffeur might have
studied for the benefit of his art, and which you could scarcely fancy
the short thick toil-hardened fingers of these laughing mill-girls able
to produce. But toilsome as their factory life was, it had its edge of
enjoyment, quite as bright and enlivening as the evening recreations
of any other class—and with those young engineer workmen
clustering around them, and the evening sunshine and the hum of
continual sound—sound which expressed repose and sport, and
scarcely had the least admixture of the laborious din of full day—
filling the atmosphere, there were many scenes less pleasant and
less graceful, than the street corner and its groups of mill-girls. And
here, up the broad road, now almost free of the carts which usually
crowd it, dashes at full speed a bright little equipage glowing in green
and gold, which draws up with a flourish at the corner. Straightway
the “closemouths,” and “common stairs” pour forth a stream of girls
and women, carrying vessels of every form and size, from the small
china cream-jug from some lonely lady’s tea-table, to the great
pitcher under which little Mary staggers as she carries it home in her
arms to supply the porridge of a dozen brothers and sisters; and you
never were refreshed with richer milk under the deepest umbrage of
summer trees, than that which gives forth its balmy stream from the
pretty green barrels hooped with brilliant brass, which rest upon the
light framework of the Port Dundas dairy cart.
Rose Muir stood at the door as Cuthbert approached—he had
chosen a later hour than usual for his visit, that he might not disturb
them at their simple evening meal—but as he glanced at the
downcast face of Rose, over which an uneasy colour was flushing,
he saw that the old anxiety, the origin of which he had guessed at
before, had now again returned. The long wistful glances she cast
along the street—the eager expectant look with which she turned to
himself—once before the herald of poor Harry—would have almost
sufficed to reveal the secret of the family to Cuthbert had he not
guessed it before.
“Harry has not come home yet,” said Rose, with an unconscious
apology in her tone; “they are sometimes kept very late at the office
—but my sisters are up stairs, Mr. Charteris, will you come in?”
Cuthbert followed her silently. He had become so much interested
in the fortunes of the family, that he felt his own heart sink, as he
remembered that “the office” had been closed a full hour ago.
Agnes was alone when they entered the parlour, and Cuthbert,
roused to observation, saw her sudden start as they opened the
door, and the pallor and sickness of disappointment which came
over her pretty youthful face, when her eye fell upon himself. The
work she had been busy with, fell from the fingers which seemed for
the moment too nervous to hold it. The little wife had been so
confident—so sure of Harry’s reformation,—and her heart was
throbbing now with a positive agony of mingled fear and hope.
Cuthbert seated himself on the sofa, and began to talk of the baby
—it was almost the only subject which could soothe the young
mother—but even while he spoke, he could see how nervously
awake they both were to every sound; how Rose suspended her
work and held her breath at every footstep in the street below which
seemed to approach the door—and how the needle stumbled in the
small fingers of Agnes, and the unusual colour flickered on her
cheek.
“You are very late, Harry,” said Martha, entering from the inner room
—Cuthbert’s back was towards her—she thought it was her brother.
“It is Mr. Charteris, Martha,” said Rose.
There was a fiery fight in Martha’s eyes—an impatience almost
fierce in the evident pang, and short suppressed exclamation with
which she discovered her mistake. She too had been strong in her
renewed hope—had began to rest with a kind of confidence in the
changed mind of Harry.
But now the former chafing had commenced again, and the bitter
hopelessness which once before overpowered her, returned upon
her heart—Cuthbert thought of the old grand picture of the bound
Prometheus—of the lurid background, and the cold tints of the
captive figure, rigid in his manacled strength, with the vulture at his
heart. Bitterest of dooms, to be bound to this misery, without one free
hand to struggle against it.
But Martha took her seat in silence, and a conversation was very
languidly carried on. Insensibly Cuthbert felt the same anxiety steal
over himself—he felt that he ought to go away, but yet he remained.
By degrees the conversation dwindled into broken remarks from
himself, and faltering responses from Rose and Agnes; sometimes
indeed Martha spoke, but her words were harsh and bitter, or else
full of a conscious mockery of lightheartedness, which was more
painful still.
The tea-tray with its homely accompaniments stood on the table—
the little kettle sang by the side of the old-fashioned grate,—but the
night was now far advanced, and reluctant to shut out the lingering
remains of daylight, the sisters had laid aside their work; it was
almost dark, and still Harry had not come.
“Where is Violet, Agnes,” said Martha, after a long silence.
“She went out to play,” said the little wife. “Some of her friends were
down here, and they wanted her. I could not keep Lettie in, Martha,
on so fine a night.”
“I was angry at the poor bairn,” said Martha, with a singular humility,
“I did wrong. I will go myself and look for her—our troubles are not so
few that we should make additions to them of our own will.”
There was a strange pathos in the low tone in which Martha spoke,
and in the sudden melting of the strained vehement heart. Cuthbert
saw the trembling hand of Agnes steal up to her eyes, and heard the
appealing deprecatory whisper of Rose, “Oh Martha!” He could see
its meaning—he could hear in it an echo of that other exclamation—
poor Harry! so common in this house.
Little Violet had been at play in the street below, carrying the vague
blank grief of childhood into her very sport. As Martha rose, the little
girl suddenly burst into the room. “Agnes, Harry’s coming.”
They were all very quiet—a sort of hush of deep apprehension
came upon the sisters, and Rose went out hastily to the door.
In another moment, Harry had entered the room—looking very pale,
and with an unmeaning smile upon his face. He came forward with
great demonstration to greet Charteris, and hurried over an
elaborate account of things which had detained him—the strangest
complication of causes, such as came in no one’s way but his.
“Why don’t you light the candles?” said poor Harry, with an
ostentatious endeavour at high spirits. “Have you been sitting in the
dark like so many crows? Rosie, quick, light this, and get another
candle. You don’t think we can see with one, and Mr. Charteris here.
Have you not got tea yet, Agnes? Nonsense, what made you wait for
me? I can’t always be home at your hours, you know—when a man
hasn’t his time at his own disposal, you know, Mr. Charteris—what is
it now?—what do you want, Lettie?”
The solitary candle had been lighted, and placed on the table. It
threw a painful illumination upon Harry’s perfectly colourless face, as
he stood in the middle of the room, with an unsteady swing in his
movements. Agnes had left the arm-chair to him, but still he stood by
the table—while Rose, with a paleness almost as great as his upon
her face, went about painfully arranging things that needed no
arrangement, and Martha sat rigid in her chair.
“I say, what is it, Lettie?” repeated Harry.
“Nothing, Harry—only you’ve torn your coat,” said Violet.
She showed it to him—some one had seized his skirt apparently, to
detain him, and a great rent was visible. It brought a sudden flush to
the damp face of poor Harry, but the flush was of defiance and
anger. He struck Violet with his open hand, and exclaimed
impatiently, “Get away, what business have you with that?”
It was a very slight blow—and Violet shrank away in silence out of
the room; but a deep red burning colour flushed over Martha’s faded
face, and with a quick impulsive start, she rose from her chair.
“Harry!” Her harsh hoarse voice seemed to sober the unhappy lad.
He looked round him for a moment on those other pale faces, and on
the grieved and embarrassed Cuthbert, with the defiant stare which
he had tried to maintain before; but as his eyes turned to Martha,

You might also like