Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Popüler Roman Kahramanlar■ 1st

Edition Umberto Eco


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/populer-roman-kahramanlari-1st-edition-umberto-eco/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Antik Yunan 1st Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/antik-yunan-1st-edition-umberto-
eco/

Edebiyata Dair 3rd Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/edebiyata-dair-3rd-edition-umberto-
eco/

Chroniques d une société liquide 1st Edition Umberto


Eco

https://ebookstep.com/product/chroniques-d-une-societe-
liquide-1st-edition-umberto-eco/

Felsefe Tarihi 2 Hellenizmden Augustinus a 1st Edition


Umberto Eco Riccardo Fedriga

https://ebookstep.com/product/felsefe-tarihi-2-hellenizmden-
augustinus-a-1st-edition-umberto-eco-riccardo-fedriga/
La Edad Media II Catedrales caballeros y ciudades 1st
Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/la-edad-media-ii-catedrales-
caballeros-y-ciudades-1st-edition-umberto-eco/

Música Clássica Vs Pop 1st Edition Steve Turley

https://ebookstep.com/product/musica-classica-vs-pop-1st-edition-
steve-turley/

O eco dos livros antigos 1st Edition Barbara Davis

https://ebookstep.com/product/o-eco-dos-livros-antigos-1st-
edition-barbara-davis/

Koursk 1943 1st Edition Roman Töppe

https://ebookstep.com/product/koursk-1943-1st-edition-roman-
toppe/

Proust roman familial 1st Edition Laure Murat

https://ebookstep.com/product/proust-roman-familial-1st-edition-
laure-murat/
3128 ı ALFA ı iNCELEME ı 96

POPÜLER ROMAN KAHRAMANLARI

UMBERTO ECO
1932 yılında Alessandria'da doğmuş olan İtalyan yazar, edebiyatçı, fi­
lozof, edebiyat eleştirmeni, dil bilimci ve ortaçağ uzmanıdır. 1954
yılında Turin Üniversitesi felsefe bölümünden mezun olan Eco tezini
"T homas Aquinas'da Estetik Problemi" üzerine yazmıştır. Gösterge­
bilim alanında yaptığı çalışmalarla adından söz ettirmiş ve kendi an­
latı teorileri üzerine birçok konferans vermiştir. 1971 yılından 2016
yılına kadar Bologna Üniversitesinde profesör olarak çeşitli dersler
vermiştir. 19 Şubat 2016 tarihinde Milana'da hayata veda etmiştir.
1980 yılında yayımlanan ilk romanı Gülün Adı ile dünya çapında ta­
nınmış, 1988 yılındaki ikinci romanı Foucault Sarkaa da büyük ilgi
uyandırrnıştır. Romandan denemeye, araştırma yazısından edebiyat
eleştirisine kadar birçok farklı edebi türde eserler veren Eco, konula­
rının çeşitliliğiyle de geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir.
Eserlerinden bazıları şunlardır; Prag Mezarlığı, Sıfır Sayı, Baudolino,
Sornon Balığıyla Yolculuk, Kraliçe Leona'nın Gizemli Alevi, Ortaçağı Düş­
lemek, Çirkinliğin Tarihi, Güzelliğin Tarihi, Yorum ve Aşın Yorum, Edebi­
yara Dair, Genç Bir Romananın İtirajlan, Açık Yapıt, Düşman Yaratmak.

KEMAl ATAKAY
1962'de Ankara' da doğdu. İÜ Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Illinois Üniversitesi (Urbana-Champa­
ign) Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünde Ortaçağ-Rönesans İngiliz
ve İtalyan edebiyatlan üzerine lisansüstü öğrenim gördü. Başta Adam
Sanat ve Kitap-lık olmak üzere çeşitli dergilerde çevirileri, inceleme
ve eleştiri yazılan yayırnlandı. Yeditepe Üniversitesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı bölümünde karşılaştıl"TTalı edebiyat dersleri verdi. İngilizce
ve İtalyancadan çok sayıda çevirisi çıktı.
Popüler Rorrıaıı Kııhrarrıaıılan
© 2016,ALFA BasımYayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şri.

n SNperuomo di mtUSQ
© 2016, La nave di Tesco Editore, Milano

Kitabın Türkçe yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağınm Ltd. Şti.'ne aittir. Tamtım
amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntı lar dışında, yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla çoğa.ltılamaz. Eser
sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönenneni M. Faruk Bayrak


Genel MüdürVedat Bayrak
Yayın Yönetmeni Mu stafa Küpüşoğlu
Kitap Editörü Sedat Demir
Kapak Tasarımı Adnan Elmasoğlu
Sayfa Tasarımı Zu hal Turan

ISBN 978-605-171-456-1
1. Basım: Şubat 2017

Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İstanbul
Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29
Sertifıka no: 1 2088

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.


Alemdar Mahallesi Ticarethane Sokak No: 15 34110 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: 0(212) 511 53 03 (pbx) Faks: 0(212) 519 33 00
www.alfakitap.com - info@alfakitap.com
Sertifıka no: 10905
POPÜLER
ROMAN
KAHRAMANLARI

UMBERTO

ECO

Çeviren:
KEMAL ATAKAY

:ı_�-�-�-.-�3�-L�-o:)-�j

ALF� ı iNCELEME
İçindekiler

GİRİŞ 7

1 KARA KORSAN'IN GÖZYAŞLARI 15


Ringo'ya Karı;ı Oidipus ..................................................... 17
Teseliiye Karşı Sorun . . .
........................................... ... .. .... .. 19
Tesellinin Yöntemleri .
................................................... .... 22
Reformculuğa Karşı Devrim .................. ........................... 24
Kültür ve/ya Alt Kültür .
............................ .... .................... 27
Niteliğini Yitiren Aniatı Üslubu .............................. .......... 29

2 TANIMA33
Gerçek Tanıma ile Yapay Tanıma .
............. ........................ 34
Kur-Diö'nün Demircisi. ..................................................... 3S
Köyün İki Budalası ............................................................ 39
Sözde Yabancı Toposu .
..................... ................................. 41

3 EUGENE SUE:
SOSYALiZMVE TESELLi 43
Giriş................................................................................... 43
Je Suis Socialiste .
............................................ .................. 49
Dandizmden Sosyalizme ..................................... .............. SS
Tesellinin Yapısı .
.............................................. .................. 77
4 IBEATİPAOLİVE
"POPÜLER" ROMANIN İDEOLOJi Si 99
Tarihsel Roman ile Popüler Roman ...................... .......... ıoo
Popüler Romanın Konulan ............................................. ııo
Üstinsanın ve Gizli Cemiyetin İdeolojisi.. ...................... ı20

5 ÜSTİNSANlN YÜKSELİŞİVE ÇÖKÜŞÜ 127


Vathek .............................................................................. ı27
Monte Cristo ................................................................... ı3ı
Rocambole ......................................................... .............. ı34
Richelieu .......... ................................. . . . .......... . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı38
Bragelonne ......... .............................................................. ı4ı
Arsen Lüpen ........... ......................................................... ı44
Tarzan .............................................................. ................ ı54

6 PİTİGRİLLİ: ANNEMİN
YÜZÜNÜKIZARTAN ADAM 159
On Sekiz Kıratlık Memeliler ı65
................ ...........................

Oscar Shaw Ruritania'da ı73


.................... .............................

Bir Anarko-Muhafazakar ı76


................................................

"Çift Yüzlü" Özdeyiş ı85


........................................................

Özdeyiş Oyunu ve Paradoks Sanatı ı94


................................

Pitigrilli Onuruna Anıt.. .................................................. 203

7 FLEMING'DE ANLATISAL YAPILAR 205


Karakterler ile Değerlerin Karşıtlığı ........... ................... . 210
Oyun Durumlan ve "Müsabaka" Olarak Olay Örgüsü ..... 227
Man ici Bir İdeoloji ......................................... ......... ......... 237
Edebi Teknikler ....... .............................. .......................... 242
Kolaj Olarak Edebiyat ................... .................................. 252

Di ZiN 263
GİRİŞ

Bu kitapta, çeşitli vesilelerle yazdığım bir dizi ince­


lerneyi bir araya getirdim. Kitap, sabit bir fikir et­
rafında dönüyor; üstelik fikir benim değil, Grams­
ci'nin. Anlatının teknik kurgusunu ya da "popüler"
diye nitelediğimiz roman türünü konu edinen bir
kitap için belki de ideal çözümdür bu: Gerçekten de
elinizdeki kitabın yapısı, inceleme konusu olarak
seçtiği nesnenin temel özelliklerini yansıtıyor (kitle
iletişim ürünlerinde, alıcının zaten bildiği salınele­
rin yeniden kurgulamp ona tekrar tekrar sunulduğu
doğruysa). Bunlar, 1964'te yayımlanan Apocalittici e
Integrati (Kitle Kültürü: Yandaşlan ve Karşıtları) adlı
kitabıının değişik bölümlerinde daha önce geliştir­
miş olduğum görüşler.
Kitabın başlığının da gerekçesini oluşturan sabit
fikir ise şu: "Bana öyle geliyor ki, sözde Nietzsche'ye
özgü 'üstinsanlık' kavramının kaynağı ve öğretisel
modelinin, Zerdüşt değil, Alexandre Dumas'nın ro­
manı Monte Cristo Kontu olduğu söylenebilir" (An-

7
Ut.ıB ERTO Eco

tonio Gramsci, Edebiyat ve Ulusal Yaşam, Üçüncü


Bölüm: "Popüler Edebiyat"). Gramsci, bu konuyla
ilgili olarak şunu da ekler: "Belki Dumas'nın halkçı
üstinsanını, tam da feodal ırkçılık anlayışına karşı
demokratik bir tepki olarak değerlendirmek ve bu­
nunla, Eugene Sue'nün romanlannda 'Fransızlığı
yüceltmesi arasında bağ kurmak gerekir."
İkinci cümle, ilki denli açık değildir: Sue'nün
romanlarında Fransızlığı yüceltmesi ile feodal ırk­
çılık anlayışı arasında mı, Dumas'nın demokratik
tepkisi arasında mı bağlantı kurmak gerektiği an­
laşılmamaktadır. Her iki yorum da, aynı anda hem
doğru hem yanlış bir önemıeye kaynaklık edecektir:
Sue, Fransızlığı yücelttiğinde (Halkın Esra n 'ında),
bunu "demokratik"lik adına yapar; ama ilk üstin­
san modelini kurduğunda (Paris Esrarı'nda - zaten
Dumas'ya üstinsan modelini sağlayan da Sue'dür),
bunu mutlak bir "reformist"lik adına yapar. Bu ki­
taptaki yazılarda da göstermeye çalıştığım gibi, Du­
mas'nınki dahil, hiçbir popüler üstinsan bu yazgı­
dan kurtulamaz.
Bu da, "kitle kültürü"nde üstinsan olgusunu -ya
da tefrika roman denen yeni ticari formüle göre ku­
rulmuş, geniş okur kitlelerine örnek olarak sunulan
ürünü-, çelişkili bir mesele olarak değerlendirmek
için fazladan bir gerekçe oluşturuyor. Bu konuda,
ideolojik meseleler, aniatı yapılannın mantığı ve
yayın piyasasının diyalektiği gibi birçok öğe, çözül­
mesi kolay olmayan bir sorunlar yumağı halinde iç
içe geçiyor. Görünen o ki, Gramsci tefrika romanın
üstinsanını överken, Nietzsche'nin üstinsanına

8
POPÜLER R O M A N K A H RAMANLAR"!

saldırıyordu. Bugün, Nietzsche yapıtlarının daha


kapsamlı olarak yeniden yorumlandığı bir ortamda
daha temkinli davranrnarnız gerekir. Ama Gramsci
de göründüğünden daha ternkinlidir: Gramsci, ya­
şadığı dönemdeki soytanların hakim kıldığı Nietz­
schecilikten söz eder ve (bu soytarılara) açıkça ve
polernikçi bir dille şunu söyler: Sizin üstinsanınızın
kaynağı Zerdüşt değil, Edrnond Dantes'dir. Nietzs­
che'nin üstinsan kavrayışını yaygınlaştıran Musso­
lini'nin aynı zamanda tefrika roman yazarı olduğu
düşünülürse, Gramsci'nin öne sürdüğü varsayımın
tam on ikiden vurduğu görülür. (Mussolini'nin yaz­
dığı Claudia Particella: Kardinalin Sevgilisi romanının
kaynakları üzerine bir incelerne -ki bu kaynaklar,
İngiliz gotik romanından Fransız tefrikalarına dek
uzanır- hala yazılmayı beklemektedir).
Gramsci'nin varsayımını geliştirmek, kitle kültü­
ründe üstinsanın geçirdiği dönüşümleri araştırmak
anlamına geliyordu. Nitekim, bu kitabı oluşturan
incelemelerde, Sue'den başlayarak Salgari ve Nato­
li'ye dek bu dönüşümlerin izini sürdüm. Araştırma,
günümüzde casus romanı çerçevesinde anlatılan bir
üstinsanla, James Bond'la noktalanıyor.
Pitigrilli'yi konu alan incelerne yazısı, tefrika
rornanla ilgisizmiş gibi görünse de, üstinsan bin
bir kılığa bürünebilir. Pitigrilli romanlarının erkek
kahramanları kibar, sosyetik üstinsanlardır, ama Pi­
tigrilli'nin canlandırmak için büyük çaba sarf ettiği
burjuva yazarı imgesi de, alttan alta üstinsana özgü
nitelikler taşır: Bu yazar, sivri diliyle büyük kötü­
lüklerin değil, klişelerin intikamını alır. Son zaman-

9
U M B ERTO Eco

larda yayımlanan biyografik bulguların kanıdadığı


üzere, Pitigrilli de açıkça iyinin ve kötünün ötesin­
dedir.
Bugün yeni bir bakış açısıyla değerlendirdiğirniz
Gramsci'nin varsayırnı, bu yazılarda aniatıbilim
ve göstergebilim yöntemleriyle -metin analizleri;
aniatısal öğeleri ticari koşullar gibi dış sistemler,
ideolojik bakış açıları ve üslup stratejileri ile karşı­
laştırma, vb- açırnlanıyor; benzer yapısal modeller
aracılığıyla, bütün bu "seriler" arasındaki karşılıklı
ilişkiler saptanmaya çalışılıyor. Burada yayımlanan
bütün araştırmaların katışıksız aniatı göstergebili­
mi örnekleri olduğunu söyleyernem (bu anlamda,
göstergebilirnin titizlikle kullanıldığı yegane ince­
leme, James Bond üzerine olanıdır). Göstergebilim
yönteminin, yalnızca gerekli olduğunda araya girdi­
ğini söyleyebiliriz.
Bu incelemeler, bu biçimleriyle farklı alanlan
içine alan karma katkılar niteliği taşıyorlar: Onla­
rı popüler aniatı sosyolojisine katkılar olarak da,
düşünce tarihi biçiminde dile getirilmiş bir ideolo­
jiler araştırmasına katkılar olarak da, hatta yer yer
ne pahasına olursa olsun şernalaştırma eğiliminin
(gerçek ya da yapay) getirdiği psikolojik baskıdan
kendini kurtarmış bir metin göstergebilimine yara­
tıcı katkılar olarak da görebilirsiniz. Buna bakarak,
günümüzde yapılan ve burada sunulanlara oranla
söyleşi üslubundan daha uzak, daha "kompüterize"
metin çözümlernelerine karşı çıktığım düşünülme­
sin. Tam tersine, 1978 tarihli VS dergisinin 19-20.
sayısında yayırnladığırn "Possible Worlds and Text

lO
P O P ÜLER R O M A N K A H R A MAN LARI

Pragmatics: Un drame bien parisien" ("Olası Dünya­


lar ve Metin Edimbilimi: Bir Parislinin Dramı") adlı
yazıma bakılırsa, benim de bir öyküdeki mantıksal
yapıların iskeletini çıkarmaya çalıştığım ve bunu
yaparken elinizdeki kitapta yer alan yazılara oranla
çok daha mesafeli ve ölçülü bir üslup benimsediğim
görülecektir.
Bu yazılardan bazılarının, hikaye ve romanlara
önsöz, bazılarının ise gazete yazıları olarak yazıldı­
ğı unutulmamalıdır: Bilimsellik düzeyleri farklı olsa
da, bu yazıların uyumlu bir bütün oluşturmalarının
tek nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, hepsinin
aynı görüş çevresinde dönmeleri ve o görüşü değişik
açılardan doğrulamalarıdır.
Şimdi de bu yazıların hangi vesilelerle yazıldığı­
na dair birkaç söz söyleyelim:
"Kara Korsan'ın Gözyaşları" ve "Tanıma: Bir
Tanıma Tipolojisi İçin Notlar," olay örgüsünün ye­
niden güncellik kazanmasını konu edinen 1971
Bompiani Yzllzğı'nda, Cesare Sughi'yle birlikte hazır­
ladığımız Yüz Yzl Sonra başlıklı bölümde yayımlandı.
O döneme dek, tefrika roman hakkında bir tek An­
giola Bianchini'nin kısa bir kitabı vardı. Daha sonra
çeşitli antolojiler ve eleştirel incelemeler yayımiandı
ve sanırım bizim Yzllzk'taki seçkimiz bu ardıl yayın­
ları etkiledi.
"Eugene Sue: Sosyalizm ve Teselli," Paris Esran
romanının 1965'te Sugar Yayınları'nca yayımlanan
İ talyanca basımına önsöz olarak yazılmıştı. Daha
sonra Lucien Goldmann benden yazıyı, Revue In ter­
nationale des Sciences Sociales'ın edebiyat sosyolojisi

ll
U M BERTO Eco

özel sayısında iki d li de -İngilizce ve Fransızca- ya­


yımlanmak üzere g özden geçirmemi istemişti. Daha
sonra aynı yazı, 1974'te Newton-Compton Yayıne­
vi'nin yay ımladığı, farklı yazarların katkılarını içe ­
ren Sociologia della Letteratura (Edebiyat Sosyolojisi)
derlemesinde İtalyanca olarak yayımlandı. Gold­
mann'la karşılaşmanın itici gücüyle, g östergebilim
teknikleriyle bağlantılı bir edebiyat sosyolojisinin
y öntemlerini ele aldığım bir giriş yazısı yazmıştım :
O giriş yaz ısı, g özden geçirilip geliştirilmiş biçimiyle
bu kitapta da yer alıyor.
"I Beati Paoli ve 'Popüler' Romanın İdeolojisi,"
Luigi Natoli'nin I Beati Paoli romanının yeniden
basımına (Palermo: Flaccovio, 1971) öns öz olarak
yazıldı ve bu biçimiyle, 1973'te Uomo & Cu/tura der­
gisinde de (yıl 6, sayı ll- 12) yayımlandı.
"Üstinsanın Yükselişi ve Ç öküşü," 1966-1974 y ıl­
ları arasında değişik d önemlerde Espresso dergisinde
yayımlanan bir dizi yazıyı bir araya getirmektedir.
B öylece bir araya getirilen bu yazılar, Yazarlar
Kooperatifi tarafından 1976 yılında "I Gulliver " di­
zisinde Popüler Romanın Kahramanlan adıyla yayım­
landı. Elinizdeki karton kapaklı basım için kitaba
aşağıdaki iki inceleme yazısı eklendi.
"Pitigrilli: Annemin Yüzünü Kızartan Adam," ya­
zarın tek cilt halinde yeniden basılan Sanşın Bebek
ve Pott Deneyi romaniarına öns öz olarak yazıldı.
"Flerning'de Aniatısal Yapılar," i lk kez Oreste del
B uono'yla birlikte yayına hazırladığırnız ve 1965'te
Bompiani Yayınevi tarafından bas lıan Il Caso Bond
(Bond Olayı) kitabında, Fransızca çe virisi ise daha

ıı
POPÜLER R O M A N KAHRAMANL" A RI

sonra Communication derg is inin 8. sayısında yayım­


landı . D iyebilir im k i, bu metin, yazılanm arasında
en çok çev rileni ve çeş itl i antoloj i ve derlemelerde
en çok yer alanı oldu; bu da , üstinsanın her zaman
iy i bir kültür pazarına sahip olduğunu göste riyor.
Yazı, derg inin bu özel sayısının, 1969'da Bompiani
Yayıne vitara fından L'Analisi del Racconto (Anlatznın
Analizi) başlığıyla k itap olarak yayımlanan İtalyan­
ca basımında da yer aldı. Önceki basımlardan b iri
üzerinden yazıya zaten ulaşabilen okurlardan özür
dilerim, ama genel bakış tam olsun diye buraya da
almanın yararlı olacağını düşündüm.
Bu, k itle kültüründe üstinsanın hikayesin i ta­
mamlanmış sayabileceğ im iz anlamına gelm iyor.
Örneğin okur, Kitle Kültürü: Yandaşlan ve Karşıt­
lan adlı k itabımda çizgiromanda Süperman ince­
lememe (aslında bu derlernede yer alması gereken
bir yazı) bakabilir. Ayrıca sinema ve telev izyonda ki
yeni üst in sanları incelemek ilginç olurdu: Güzeller,
çirkin ler ve kötüler i, magnumlu detektifler i, dazlak­
ları ve yeşil berelileri. Ve nihayet, daha İkinci Dün­
ya Savaşı öncesine ait çizgiroman kahramanı Won­
der Woman dan (Mucize Kadın) yakın tar ihli Bionic
'

Woman'a (B iyonik Kadın), "üstkadın"ın (Überfrau)


belir işine. Keza, bilimkurgunun üstinsanianna (ya
da süper robotlarına), vs . . . Gramsc i, bütün bu in­
celenmeyi hak eden önemli topluluk iç in söylenmesi
gerekeni şöyle dile getirm iş ti: "Tefr ika roman, h alk
insanının hayallerin in yerini alır (aynı zamanda o
hayalleri destekler), gerçek anlamıyla k işinin gözler i
açıkken düş görmesidir. . . katlanılan köt ülükler iya-

13
U MB ERTO Eco

panlardan intikam alma, onla rı cezalandırma üzer i­


ne uzun hayallere d alışlardır. "
Okuma, işbirliğine daya lı bir etkin lik olduğu için,
yukar ıda aktard ığ ırnız türden gözlemler, elbette an­
cak be lli b ir noktaya kadar geçerl idir: Bu yaz ıların
bazılarından, örneğin Sue üzerine olanından görü­
leceğ iüzere, kimi zaman insanlara gözleri aç ık hayal
kurmalar ı için sunulan üstinsan, daha verimli oku­
rnalar ıda, hatta hayal kuranların bell ikonularda b i­
linçlenmes ini de teşvik etm iştir.
Bu yüzden benim kitle kültüründe üstinsan oku­
rnam da olası okumalardan biri olarak görülme lidir.
K aldı ki, her şey bir kitab ın nerede, nas ıl ve ne za­
man okunduğuna bağl ıd ır. Ama bu b izi, kitab ın na­
sıl okun n ı as ıgerektiğini ve büyük bir ihtim alle nasıl
yazıld ığını düşündüğümüzü söylemekten al ıko yma­
rnal ıdır.

14
ı

KARA KORSAN'IN
GÖZYAŞLARI

Aşk Hikayesi filminin g österiminden sonra biri, Oli­


ver ile Jenny'nin durumları karşısında kahkahaya
boğulmamak için insanın taşyürekli olması gerek­
tiğini s öyledi. Espri, Oscar Wilde tarzı bütün para­
dokslar gibi olağanüstü olmakla birlikte ne yazık ki
gerçeği yansıtmıyor. Gerçekten de, Aşk Hikiıyesi fil­
mini g örmeye giden kişinin eleştirel eğilimi ne olur­
sa olsun, duygulanmaması ve ağlamaması için taş­
yürekli olması gerekir. Taş yürekli biri bile, olasılıkla
filmin gerektirdiği duygusal kat ılıma karşı koyama­
yacaktır. Bunun da son derece basit bir nedeni var:
Bu tür filmler seyirciyi ağiatacak şekilde tasarlanır.
Dolayısıyla, ağlatırlar. Yalnızca geniş bir kültür bi­
rikimine sahip olduğumuz ve duygularımızı gere­
ğince denetleyebildiğimiz için, şekerleme yi yip tuz
tadı alıyormuş gibi yapamayız. Kimya asla yanılmaz.
Mademki duyguların da bir kimyası vardır ve ma­
demki çok eski bir gelenek uyarınca, duyguları hare-

15
U M B E RTO Eco

kete geç iren b ileşimlerden biri, iyi kurulmuş bir olay


örgüsüdür ; öyleyse bir olay örgüsü iy i kurulmuşsa,
etk i olarak öngördüğü duyguları uyandırır. Sonra­
dan, bu duyguları duyduğumuz için hayıflanabil ir,
bu duyguları itici bulup eleşt irebil ir ya da bizde bu
duyguları uyandıran mekanizmanın kuruluşunun
ard ındak i niyetleri kınayabilir iz . Ama bu başka b ir
konu. İ yi tasarlanmış bir olay örgüsü sevinç, korku,
acıma, gülme ya da ağlama etk is iyaratab ilir.
İ lk olay örgüsü kuramı Aristoteles'le doğar. Aris­
toteles'in bu kuramı romana değil de tragedyaya uy­
gulamış olması bizim açımızdan önemsizd ir ; gerçek­
ten de, o günden bugüne bütün aniatı kuramlar ının
temelini Ar istoteles'in modeli oluşturur. Aristoteles,
bir h ikaye, yani bir olay örgüsü, b ir a niatısal dizi ku­
rarak gerçekleştirilen b ir hareketin (yani bir olaylar
dizisin in) t aklidinden söz eder. Olaylar dizis iyle kar­
şılaştırıldığında karakter çizimi (yan i ps ikoloji) ve
belagat (üslup, yazı) ikinc il n ite likted ir. O halde, eş it
ölçüde hem oyunların hem hikaye ve romanların ça­
tısını oluşturan bir "olay örgüsü" b ir imin in var lığın­
dan kolaylıkla söz edilebil ir. Aristoteles' in reçetes i
basitt ir : Okurun özdeşleşebileceğ i, ne belirgin olarak
kötü, ne fa zlasıyla mükemmel bir karakteri alır, ba­
şından öyle olaylar geç irirs in iz k i, bu olaylar, talihli
ve talihs iz serüvenler ve tanımalar arac ılığıyla onu
mutluluktan mutsuzluğa veya mutsuzluktan mut­
luluğa sürükler. Anlatının g id iş ini, okur ve se yirc ide
aynı anda hem korku hem acıma duygularını uyan­
clıracak şekilde ayarlarsını z ve gerilim had safhaya
ulaştığında, kördüğüm olan olaylarla bu olaylardan

16
POPÜLER R O M A N KAHR AMAN LARI

kaynaklanan tutkuları çözecek bir öğeyi işin içine


sokarsınız. Bu öğe, her ne olursa olsun -ister bir
mucize, ister tanrısal bir gücün müdahalesi, ister bir
gizin açığa vurulması ile onu izleyen cezalandırma­
katarsisi sağlayacaktır. (Aristoteles'te katarsisin, da­
yanılmaz olay örgüsünün yüldediği yükten kurtulan
seyirci topluluğunun annmasını mı, yoksa insani
olayların mantıksal -ya da yazgısal- düzeni hakkın­
daki görüşümüzle uyumlu, kabul edilebilir bir çözü­
me kavuşan olay örgüsünün annmasını mı imiediği
açık değildir.) Hikaye burada sona erer. Poetika'nın
yanı sıra Retorik'in de yazan olan Aristoteles, bu re­
çeteyi önerirken, bir olay örgüsünü kabul edilebilir
ya da kabul edilemez kılan ölçütün olay örgüsünden
değil, toplum yaşamına yön veren görüşler bütünün­
den kaynaklandığını çok iyi biliyordu. Öyleyse olay
örgüsünün kabul edilebilir olması için gerçeğe uy­
gun olması gerekir; gerçeğe uygun olması ise, seyirci
kitlesinin geleneksel olarak paylaştığı bir beklentiler
sistemine bağlı olması demektir. Acıma ve korkuya
gelince, Aristoteles'in bu duyguları, olay örgülerinin
yapısını açıkladığı Poetika'da değil, kamusal görüşleri
ve bu görüşlerin toplumsal uzlaşımı sağlamak üzere
nasıl kullanılması gerektiğini açıkladığı Retorik'te ta­
nımlaması ilginçtir.

Ringo'ya Karşı Oidipus


Aristoteles modelini Kral Oidipus'a uygulayalım:
Oidipus'un başından, ne onun ne bizim katlanabi­
leceğimiz korkunç olaylar geçer; oyunun belli bir

ı7
U M BERTO Eco

noktasında bir gerçek açığa vurulur ; kralın kendini


cezalandırması seyirciyi rahatlatır, daha önce bozu­
lan düzen in gerek psikolojik gerek adli açıdan yeni­
den kurulmasını sağlar.
Ş imdi, modern sinemadan bir olay örgüsü başya­
pıtına, John Ford'un Posta Ara bas z'na geçelim. Bu­
rada yazgı değil, sınıf ayrımcılığı ve bağnazlık ruhu,
bir yolculuğun zamansal ve uzamsal sınırları içinde,
bazı kahramanlan katlanılmaz b ir bas kı altına so �
kar. Bu yolculuk sırasında, gene yazgısal olmayan
bir başka öğe (Kızılder ililer), gerek saldıranları ge­
rek saldırıya uğrayanları bir tehditle, yani aynı de­
recede dayanılması güç bir baskıyla karşı karşıya bı­
rakır. An iatısal eğri, vahş i toplulukların saldırısıyla
en üst noktasına ulaşır, öyle ki bir an iç in örgüyü ç ö­
zeb ilecek tek yol ölüm (dolayısıyla, her tür beklen­
tinin dışındak i düzensiz kopuş) gib i g örünür. An­
sızın, b ir deus ex machina gibi, Yedinc i Hafif Süvar i
Birliği çıkagelir ve toplu düğümü ç özer. Daha sonra,
Ringo'nun, düşmanlarını öldürerek öcünü alması ve
t övbekar D allas'la kaçması is e özel düğümü ç özer.
Örgünün ötek i tutarsız öğeler in e gelince, yeni b ir
düzen iç inde yerlerini alacak şekilde değiş ime uğrar
ve bu düzenin yen iden oluşmasına katkıda bulu­
nurlar: Güneyli dalavereci kumarbaz ve katil, kah­
ramanca ölür, seçkin bir ailenin oğlu olduğu ortaya
çıkar; yüzbaşının karısı, Dallas'a karşı tutumun u de­
ğ iştir ir ; sarhoş haliyle de olsa Doktor Boone, cesur
hareketiyle saygınlığını yeniden kazanır; son ana
kadar en gerici biçim iyle toplumun baskısını temsil
eden düzenbaz banker, hak ett iği cezaya çarptırılır.

ıs
POPÜLER R O M A N K A H R A M A N LARI

Posta Arabası'nı Kral Oidipus'tan ayıran nedir?


Her şeyden önce PostaArabası'nda, Oidipus'tan farklı
olarak, her şey gerçekten ve yalnızca olay örgüsü dü­
zeyinde gerçekleşir; hiçbir psikolojik ç özümleme gi­
rişimi yoktur, her karakter olabildiğince geleneksel
tarzda çizilmiştir ve kişilerin her hareketi en küçük
ayrıntısına kadar önceden tahmin edilebilir. "Bela­
gat"e gelince, sanki belagat yok gibidir ya da ortaya
çıkmamak için elinden geleni yapar. (Ford büyük bir
sanatçı olduğu için yalnızca işlevsel bir belagat yara­
tır; buradaki yenilikçilik ve az s öze dayalı ama g örsel
gerilimler açısından zengin çağdaş bir epiğin kurul­
masındaki yaratıcılık, ancak zamanla anlaşılmıştır.)
Bununla birlikte iki yapıt arasındaki farkı belirle­
yen bir üçüncü öğe var: O da, Kral Oidipus'ta düzen
ve huzura yüksek bir bedel ödeyerek, daha doğrusu
ancak büyük bir "kader inancı " (amor fati) sayesin­
de ulaşılabilmiş olmasıdır. Gerçekten de, Oidipus'un
öyküsü bizi avutmaz, tıpkı hep kıskanç ve öç alıcı
bir Tanrı'yla aramızdaki ilişkiyi anlatan Kutsal Ki­
tap öykülerinin avutmadığı gibi. Oysa Posta Arabası
avutur: Sevgi ve yaşamla ilgili g örüşlerimizin bir kez
daha onaylanması da, başka türlü güçlükle ç öz webi­
lecek karşıtlıkları uzlaştırma işlevini yüklenen ölüm
de bizi avutur.

Teselliye Karşı Sorun


Bu g özlemler bize, aniatı sanatının yüz yıllardır sü­
regelen tarihi içinde, Aristoteles modelinin olası iki
yorumunu saptama olanağı veriyor. Birinci yoruma

19
U M B ERTO Eco

g öre, katarsis olay örgüsü düğümünü ç özer, ancak


seyircinin kendisiyle uzlaşmasını sağlamaz. Aksine,
öykünün sona ermesi, seyirc i için yeni bir sorunun
başlangıcını oluşturur. Olay örgüsü de, kahraman da
sorunsaldır: Kitap sona erdiğ inde, okur yanıtı olma­
yan bir dizi soruyla karşı karşıya kalır. Kırmızı ve Si­
yah'ta Julien Sarel ile Madam de Renal ölür, ama ki­
tabın son s özcüğüyle aklımızdaki soru yanıt ianmış
olmaz: Napoleon d önem ine özgü dünyanın ç ökü­
şünden sonra ortaya çıkan, m itler in ive hede flerini
y it irm iş bir kuşağın, taşıdığı enerjiyi aktarabileceği
ne gib i gelecek tasarıları vardır el inde? Ç özüme ka­
v 'uşan olay örgüsü, okurun karşısına katlanması güç
b ir sorun çıkarır: Okur, Jul ien'le özdeşleşrnesi ge­
rekip gerekmediğin i ya da b öyle b ir özdeşleşmenin
mümkün olup olmadığını ve Julien'le özdeşleşrnes i
durumunda bunun kendis ini ra batiatıp r abatlatma­
yacağını bile bilmez. Raskoln ikov'la da aynı şey ge­
lir okurun başına; Raskolnikov'un cezasını bulması
b izde ne bir doyurn, ne cezalandırılma etkisi yaratır:
Suç ve Ceza'nın sonunda, olay örgüsüyle ilgili hesap­
laşrnarnız sona ermiş, ancak olay örgüsünün doğur­
duğu sorunlar ç özüme kavuşmamıştır. Bunun bir
neden i de, üslubun anlamı sürekl i bulanıklaştıran
işlev i aracılığıyla, olay örgüsü boyutunun psikoloj ik
ve ideolojik boyutla iç içe geçecek biç imde örülrne­
sidir; bu özelliğiyle üslup, düğümleri ç özrnek yer ine
daha karmaşık hale getirmekte ve birbiriyle çel işen
yorumları olanaklı kılmaktadır.
Şimdi Ar istoteles modelinin ikinci belirlen irni­
ne geçel im : Bu ikinci ç izgi, Tom Jones'tan Üç Silah-

20
PoPüLER RoMAN KAHRA MANLAR!.

şörler'e, oradan da tefrika romanın günümüzdek i


örnekler in e dek uzanır. Burada olay örgüsü, bütün
düğümler i ç özerek, hem kend in i hem b iz i rahatla­
tır. Her şey, b itmes in iarzu ett iğ im iz g ib ib iter. Haklı
olarak D'Artagnan s ilahş örler in başı seç ilecek, gene
haklı olarak Constance Bonac ieux ölecekt ir. Cons­
tance'ın ölümü hem b ize Milady'n in k öt ülüğünü
h issett irmek ve cezasını bulunca bundan haz alma­
mızı sağlamak, hem daha en baştan ve tanımı ge­
reğ i imkansız b ir aşkın -Rudolph ile M im i'n in aşkı
g ib i- imkansızlığını g östermek açısından gerekl i­
d ir. Marx'la Engels Paris Esrarı romanının sonunda
Fleur-de-Mar ie'n in neden ölmes igerek tiğ in i çok iy i
anlamışlardı: Gerç i Fleur-de-Mar ie t övbe etm iş b ir
fah iş eyd i, ama prensesl iğe yükselm işt i (bu ise oku­
run ahlak anlayışı açısından kabul ed ilemeyecek b ir
durumdu).
Ar istoteles model in in yazara sunduğu bu ikil ise­
çenek, roman ile "popüler" denen roman arasında ki
ayrımı bel irler. Halk tarafından anlaşılır olması, b ir
romanı "pop üler" yapmaz. Buradak ibel irley ic i ölçüt,
Poetika'nın sorunları ile Retorik 'in sorunlarını b irb i­
ryi le bağlantılı olarak düşünen Ar istoteles' in de b il­
diği g ib i, sonuçta olay örgüsünü kuran kiş in in , okur
kitles in in beklent iler in i b li mek zorunda olmasıdır.
Ama Ar istoteles, yazarın seç im iha kkında herhang i
b ir yargıd _a bulunmuyordu; kiş i beklent il er i bildik­
ten sonra, ya bunları kışkırtma ya da övme yoluna
gider. "Popüler" romanı (tefr ik a romanı, seri roma­
nı) "pop üler" kılan, ikinc iseçeneğ iben im semes id ir;
bunun sonucu olarak, "demokrat ik" ve "ha lkçı" ro-

21
VMBERTO Eco

ınan olduğunda bile, her zaman ve her şeyden önce


"popüler"dir, çünkü "dernagojik"tir.

Tesellinin Yöntemleri
Bu andan itibaren popüler roman, toplum üzerin­
deki etkileri tek tek sınanmış sayısız yazınsal bulu­
şu, bir bütün içinde yeniden sunmak üzere devreye
sokacaktır. Popüler roman, belli bir geleneğe göre
birbirine eklernlenen çeşitli ternaların bileşiminden
oluşur; söz konusu gelenek, içinde hem eski edebi
öğeleri (bkz. Propp'un çalışmaları) hem özgül öğe­
leri (bu konuda sözgelimi bkz. Tortel'in, ondan da
önce Gramsci'nin kurmaya çalıştığı tipoloji) barın­
dırır. Popüler roman, bilindikleri ölçüde beğenilen,
kabul edilebilir bulunan prefabrik karakterleri kul­
lanacaktır; her dururnda bu karakterler, tıpkı masal
kahramanları gibi, her tür psikolojik derinlikten
uzaktır. Üslup ise okura, önceden bilineni yeniden
tanımanın hazlarını yaşatmak amacıyla, önceden
belirlenmiş çözümlerden yararlanacaktır. Keza üs­
lup, okura, beklenene kavuşmanın regresif hazzını
yaşatmak için sürekli yinelernelere başvuracak, ön­
ceki edebiyatın aslında yaratıcı çözümlerini klişeye
indirgeyip yapaylaştıracaktır. Ama bütün bunları
yaparken ortaya öyle bir enerji koyacak, okura belli
hazlan yaşatmak üzere, yaratıcı olmasa da en azın­
dan birleştirici etkinliğiyle öyle mutluluk yayacaktır
ki, bunu gizlernek ikiyüzlülük olur. Çünkü popüler
roman, katışıksız haliyle olay örgüsüdür; kayıtsız­
dır, sorunlu gerilimlerden uzaktır. Kabul etmek

22
POPÜLER ROMAN KAHRAMA NLAR[-

gerekir ki, tesellinin hazzı, ruhumuzun değilse de


en azından sinir sistem imizin en derin gereksinim ­
lerine karşılık gelir. Bunun içindir ki, başta Balzac
olmak üzere "sorunsal" romanın temsilcilerinden
b irçoğu, popüler romanın yöntem, araç ve gereçle­
rinden bol bol yararlanacaktır.
Gene de, Balzac'ı Dumas'dan ayıran nedir? Değil
Luc ien de Rubempre'nin intiha n, Goriot Baba'nın
sonunda Rastignac'ın utkusu bile a vutucu değildir.
Utkulu Rastignac bizde, Bragelonne Vikontu'nun so­
nunda huzur içinde ölen D'Artagnan'dan çok daha
fazla burukluk yaratır.
Doğal olarak, "beklent ileri karşılama"nın tanı­
mı üzerinde anlaşmamız gerekir. Edebiyat birikim i
arttıkça, geleneksel temalar (topoi) değiştiği gib i,
geleneksel anlatın ın biz i en teselli edic i çözüm ola­
rak alıştırdığı şey de değişir. Öyle ki, bugün kahra­
manın tahmin edild iği gibi sorunsal olduğu yerde de
popüler roman söz konusu olabilecek; keza b ir za­
manlar -sözgelim i, Maupassant anlatıla nnda- olay
örgüsünün temel yasala nnın gerçek anlamda ihlali
demek olan, aniatı kişilerini ve okurla n mu allakta
bırakan beklenmedik bir son, anlatıyı sonuçlandır­
manın en ideal yolla nndan b iri olarak görülecektir.
Hiçbir şey, Jenny Ca villeri'nin ölümünden daha po­
püler romana öz gü olamaz, burada art k ı kaçınılmaz
olarak ironik b ir hal alan "onlar erdi muradına "yı
hiç kimse mutlu son olarak algılamayacaktır. Kanser
nedeniyle, bilindiği için beklenen korkunç ölümler,
Tom Amca'nın dokunakl ı ve yerinde ölümü denli
yumuşak görünecek; cinsel açıdan hayal kırıklığına

23
U M B ERTO Eco

uğramış detekti fler, kana bula dıkl an e lleriyle sa­


dakatsiz sevgililerini yitireceklerdir, tıpkı eskiden
onla rla bir atın sırtına atlayıp kaçacaklan gibi. Ama
popüler romanın büyükçe bir kısmı da -burada Ri­
sorgimento d öneminde yazılmış pek çok tarihsel ro­
manı düşünün -, ha lkın hissiyatma uygun, g özyaşını
ticari arınma aracı olarak g ören bir ç özümün doku­
naklı güvencesi olarak, sevilen kadının ölümünü,
kahramanın acık lı sonunu (Fieramosca ile Ginevra)
istiyordu. Her durumda, popüler romanı sorunsal
romandan ayırmamızı sağlayan değişmez bir özel­
lik varlığını sürdürecektir. O özellik şudur: Popüler
romanda, i yi her zaman k ötüye karşı savaşır ve bu
savaşın ç özümü, hep ya da her durumda (ç özüm
mutluluk da getirse, acı da) iyinin lehine olur ve i yi,
ahlak, değerler ve güncel ideoloji çerçevesinde belir­
lenir. Oysa sorunsal roman, özell ikle anlamı belirsiz
sonlar ortaya koyar, çünkü gerek Rastignac'ın mut­
luluğu gerek Emma Bovary'nin çaresizliği, bil dik
"İyi " (ve "K ötü ") kavramını kesin olarak ve amansız­
ca sorgulamaya açar. Kısacası, popüler roman barışa
eğilimlidir, sorunsal roman ise okuru kendi kendi­
siyle savaşım içine sokar. Ayırt edici özellik budur ;
kalan bütün özellikler ortak olabilir (çoğunlukla da
öyledir).

Reformculuğa Karşı Devrim


Buna, ticari dağıtım koşullarının, olay örgüsünün
yapısını etkilediği saptaması da dahildir. Te frika
roman, ritmik yinelemelerden, hesaplanmış s özü

24
PoPüUR RoMAN KAHRAMANLA�tcı

uzatmalardan, okurun belleğine sesienişlerden olu­


şan bir tekniği dayatır; bunu o şekilde yapar ki, farklı
olayiann gelişim çizgileri birbirine kanşsa da, okur
uzun zaman aralıklanyla aynı aniatı kişilerini tekrar
tekrar karşısında bulur. Ama popüler romanda bu
yapısal öğeler birer payanda niteliği kazanacaktır,
çünkü belli bir noktada popüler romanda, romanın
dağıtım durumu ile onun özü itibanyla yetkeci ide­
olojisi arasında kusursuz bir kaynaşma gerçekleşir.
Tefrika romanın altın çağı, halkçı ve Marx öncesi
reformculuklanyla burjuvalann gerçekleştirdikleri
devrimierin çağı olan on dokuzuncu yüzyılın ortala­
ndır. Bu burjuva ideolojisinin belirleyici öğeleri olan
üstinsan ile gizli cemiyet (Marx'tan Gramsci ve Tor­
tel'e uzanan çizgideki yazariann metinlerine bakı­
nız), onun en belirgin tezahürü ve en uygun aracıdır.
Ama popüler roman yalnızca tematik açıdan değil,
yapısal olarak da sosyal demokrat-yetkecidir, çünkü
popüler romanın, Aristoteles modelindeki örgünün
(talihsizlik, açığa çıkma, katarsis) öngördüğü şekil­
de iyileştirilebilecek bunalımlar oluşturması gerekir
(psikolojik, toplumsal, aniatısal bunalımlar). Popü­
list yönelimi ile birlikte baskı-çözüm (daha doğrusu
kışkırtma-uzlaşım) dinamiği, popüler romanın top­
lumdaki karşıt uçlan açığa vuran bir dağarcık (Paris
Esran ile Sefiller'i düşünün), ama aynı zamanda bir
avutucu çözümler dağarcığı haline gelmesini sağlar.
Bir bunalım oluşturuluyorsa, sonra mutlaka çözü­
me kavuşturulur. Okurun öfkesi toplumsal bir yara
üzerine çekiliyorsa, sonra o yarayı iyileştirecek, kur­
banlarla birlikte rahatsız olan okurun intikamını

25
U M BERTO Eco

alacak bir öğeyi devreye sokmamak olmaz. Dolayı­


sıyla, roman zorunlu olarak tatmin edici bir düzene­
ğe dönüşür ve tatmin, doğal olarak roman bitmeden
gerçekleşmek zorunda olduğundan, sorunsal roma­
nın -gerçek anlamda "devrimci" romanın- yapmaya
çalıştığının aksine, okurun özgür seçimine bırakıla­
maz. Çözüm çıkagelmeli ve kendisinin öngöreme­
yeceği bir çözümmüş gibi okuru şaşırtmalı, ama
aslında tam da onun istediği ve beklediği çözüm
olmalıdır. Bu karşılıklı göz kırpma oyununda önem­
li olan, okurun çözümün gerçekleşmesi için hiçbir
şey yapmaması, aksine her tür gerçekleştirmeyi,
bir kurmaca tatminler düşleme aracı olan romana
bırakmasıdır. Öyleyse popüler romanda karizmatik
kahraman, tıpkı romanın yazarı gibi, okurun sahip
olmadığı bir iktidarı elinde bulunduran biri olmalı­
dır. Ve değerini artırmak için, yazar bir değil birçok
çözüm -mümkün olduğunca birbiri peşi sıra gelen
çözümler- sunmalıdır. Bütün bunlar "devrimci" bir
edebiyat fikriyle karşıtlık oluşturur, çünkü devrimci
varsayımlar asla periferik karşıtlıklar üzerinde dur­
maz, karşıtlıkların ana damarını bulmaya çalışır ve
bunları kökünden çözmek için olayların düzeninde
bütünsel bir ters yüz etme öngörür. O halde, kısmi
çözümlerin, aşama aşama küçük kısmi bunalımları
-okurun adalet ve intikam işlevlerini kendisine tes­
lim ettiği otoriter bir elin hemen oluşturup hemen
çözdüğü bunalımları- çözdüğü bir aniatısal yapı, re­
formcu bir ideolojiyi gösterir (ve ima eder).

26
POPÜ LER ROMAN K A H R A M ANLARI

Kültür ve/ya Alt Kültür


Bu ise b ilineni yinelemekten başka b ir şey değildir.
Başka bir deyişle, popüler romanın arketipi (18. yüz­
yıl İng iliz romanı), tam da yeni alıcılara, çoğu kadın
okurlardan oluşan şehirli burjuvaziye hitap eden
yeni bir kültür endüstr isinin ürünü olarak doğmuş­
tur. Bu kitle, romandan, hem soylu kesime hem halk
kesimine özgü dini değerleri ikame e tmesini; inanç
yer ine duyguyu, deneysel o lmayan doğaüstü olayla­
ra dayalı bilgi yerine olası gerçekliğe dayalı imgelemi
harekete geçirmesini ister. Keza uyurnun güvencesi
olarak, toplum s özleşmesinin gerek tirdiği verimli
sakınıma çağrı olarak, düzenle bütünleşmeyi talep
eder. Tom Jones gibi bir kural tanımaz ya da Mo ll
Planders gibi bir fahişe b li e toplumla bütünleşebili­
yorsa, yeryüzünde umut var demektir. Burjuva top­
lumu, olg usal olanın egemen olduğu yerdir, roman
da bu toplumun değişken, işlevsel din kitabıdır. Bir
sonraki yüzyılda roman yazan, olgusal olanın k anıt­
l anamazlığını gündeme get irecektir. Öyleyse kara
evleri ve havayı k irleten bacalanyla Coketown, Dic­
kens'in onu g ördüğü gibi "olgulann utkusu " idiyse;
olgulann makul bir olağandışıl ıkla yumuşatı lması
gerekecektir: Sert ve adil, ama bağışlayıcı bir Tann
gbi i, toplumun öldürebileceğini, ama aynı zamanda
iyileştireb ileceğini anımsatmak için. Kimsesiz Ço­
cuk'un Remi'si g ibi, Oliver Twist de anne babasına
ka vuşacaktır. Sonuçta, 1848 atmosferinin demokra­
tik romanı, g örüldüğü gibi, çe liş kilere "siyasal " bir ç ö­
züm getirme sorununu da konu edinecektir. Joseph

27
UMBERTO Eco

Balsamo, Fransız Devrimi'ni örgütleyecek; Rodolph


de Gerolstein, örnek çiftlikler ve hapishane reform­
lan gerçekleştirmeye çalışacak; Garibaldi, "rahiple­
rin yönetimi"nin kibrini kırmaya hazır yurtseverleri
sahneye çıkaracaktır. Ama daha önce belirtildiği gibi,
bu durumda bile, bir ya da daha çok karizmatik kah­
ramanın girişimi söz konusu olacak; bu kahraman ya
da kahramanlann müdahalesi, bunalım içindeki bir
toplumun dağınık unsurlannı yeniden bir araya ge­
tirip toplumu ideal dengeye kavuşturacaktır. Roman
endüstrisinin, kendi içinde "sorunsal" antikorlannı
üretmesine, Eugenie Grandet ile Bulwer Lytton'ın
yazdığı Pompei'nin Son Günleri nin aynı yıl, Nişanlılar
'

ile Emile de Girardin'in moda dergilerinin aynı sıra­


larda yayımianmasına ve Tom Amca'nın Kulübesi ile
Moby Dick in aynı dönemde okurla buluşmasına ge­
'

lince, bu, diyalektik olarak ilkiyle bağlantılı bir başka


konudur. Roman, üstyapısal işlevinin aynmına vanr
ve bir başka işlevi üstlenmek üzere onu reddeder.
Başlangıçta Balzac, oyunu, tefrika romanın formlan­
nı göz önünde bulundurarak oynayacak kadar istek­
li ve önyargısız iken, ondan sonra başkalan, halkla
temastan vazgeçecek, böylece Proust ve Joyce'a geli­
necektir. Ne var ki, bu iki yol büsbütün bağımsız iler­
lernez, en azından iki evreni birbirinden ayınp popü­
ler romanınkini alt kültüre bağlayan müşkülpesent
yirminci yüzyıl eleştirisinin belirlediği kadar (ama
sonra, eleştirmen karşılaştırma ölçütlerini yitirince,
tefrika roman dünyasını çağdaş koşullarda ustaca
yeniden üreten ürünler edebiyat adına ödüllendiri­
lir, o başka).

28
POPÜLER ROMAN KAHRAMANLARI

Niteliğini Yitiren Antatı Üslubu


Her durumda, burada bizi ilgilendiren, kendi yet­
keci ideolojisinin sınırları içinde, araçlar ile amaçlar
arasında tutarlı bir ilişki eklemleyen "demokratik"
popüler romanın, sonraki yirmi otuz yıllık süre için­
de, nasıl "niteliğini yitiren aniatı üslubu"na giderek
daha çok yer verdiğine bakmaktır (burada önerdiği­
miz sıfat bir değer yargısı olarak alınırsa, bizim için
artık bu tür anlatının verdiği hazzı rahatlıkla savu­
namama riski doğar).
Demokrasi mevsimi sona erince, popüler ro­
manda geriye klasik temalar ile örnek karakterler
kalacaktır; ama artık içi boşalan bu tema ve karak­
terler, onlara uygun bir ideolojik değer kazandıran
kendince arındırıcı işlevi yitirmişlerdir. Ponson du
Terrail'dan Carolina Invernizio'ya 19. yüzyılın son­
lanndaki muhafazakar roman ile 20. yüzyıl başla­
rındaki gerici roman (milliyetçi "enerji profesörü"
Arsen Lüpen, bu roman türünün ilkesiz, salon ada­
mı modelidir), tefrika romanın işlevsel bağlamın­
dan koparılmış araç-gerecini kullanacaktır. intikam
alma ve minnet etmeler, boşlukta hareket edecek;
artık popülist ve burjuvaca bile olsa, herhangi bir
sosyal yarar projesi bunlara destek olup inandırıcı­
lık kazandırmayacaktır. Gerçeküstücülerin, Fantô­
mas'ın serüvenlerine niçin bayıldıklarına gelince:
Bu serüvenlerde, akıl dışı bir keyfiliğin cümbüşüne
tanık oluyorlardı; böyle bir cümbüş içinde artık top­
lum, altı oyulan düzenin yeniden kurulduğu bir yer
olarak değil, amaçsız bir işlevler birleşiminin açık ve
sorurnsuz alanı olarak belirir.

29
Uı.tB ERTO Eco

Klasik modeller ile sonraki örneklerinin eşit de­


recede çekici olmalarının nedenine gelince, bu şura­
dan kaynaklanır: İyi kurgulanmış her öykü, bilinen
mekanizmaları yinelese de, bu mekanizmalan kabul
edilebilir gerekçelere dayandırmadan kullansa da,
gene de anlatının yapısından gelen hazzı yaşatır
bize. Ama hiç şüphe yok ki, içeriğiyle tefrika roman,
her geçen gün niteliğini yitiren bir aniatı biçimine
doğru yaklaşır; bunun en açık örneği, polisiye ro­
manın kusursuz kurgusudur. Bu kurguda toplumsal
düzen zar zor fark edilebilen, soluk, mazeret kabi­
linden bir fon niteliğindedir. Conan Doyle'un de­
tektifi, ne Sue'nün Rudolph'u gibi bir sosyal adalet
savunucusu, ne Monte Cristo gibi bireysel bir ada­
let savunucusudur. Belki onda Valery'nin Monsieur
Teste'inden bir şeyler vardır. Kendi soyut zihinsel
mekanizmaları düzeyinde, daha önce olmuş bir ola­
yın aynı derecede soyut kombinezonunu yeniden
kurma becerisini benmerkezci bir tutkuyla canlı tu­
tar: Sorgulamanın anlatılması, Todorov'un belirtti­
ği gibi, bilinçli bir üstdilsel yeniden kurmadır.
Söylemimizi belirsiz kılan şey şudur: Olasılıkla,
aniatı ne kadar nitelik yitirmişse, o kadar karşı ko­
yamadığımız bir büyüyle bizi kendine çekrnektedir,
bu da bugün onu, yan kuşku yan hayranlıkla ilgi­
mizin nesnesi kılan yeniden canlanmaya insani bir
meşruluk kazandırır.
Söylediklerimiz birçok noktayı muallakta bırak­
tığından, daha da tedirgin edici bir anlam belirsiz­
liği bu. Sözgelimi, neden Fransız ve İngiliz tefrika
romanı ile İtalyan tefrika romanı arasında, Alplerin

30
POPÜLER ROMAN K A H R A M A N LARI

ötesinde kahramanlar çoktan milliyetçi ve gerıcı


kimliklere bürünmüşken, bizde LaFolla'nın sayfala­
nnda Paolo Valera'nın sosyalist romanının belirme­
sine yol açan zamansal bir farklılık var? Ne dereceye
kadar Francesco Mastriani'nin halkçı öfke nöbetleri
ile Carolina Invernizio'nun tutucu yardımseverli­
ğini birbirinden ayıran öğeleri belirleyip ideolojik
değer skalaları saptamalı? (Aslında lnvemizio, hal­
kın çektikleri karşısında duygulanır: Retorik de olsa
reformcunun kızgınlığıyla değil, dokunaklı şekilde
dindar ama özü itibarıyla küçük burjuva olan San
Yineenzolu hanımın gizli küçümsemesiyle.) Ayrıca
tarihsel roman ile popüler roman arasındaki ilişki
nasıl bir ilişki? Neden Walter Scott'un Ivanhoe'su ile
Francesco Guerrazzi'nin Floransa Kuşatması tarihsel
roman da, Alexandre Dumas'nın Üç Silahşörler'i ile
Yirmi Yıl Sonra'sı değil? Bu soruların yanıtlan elbet­
te var, ama yanıtlannın olması, tartışma ne zaman
yeniden açılsa sınırların daha da belirsizleşmesini
engellemiyor. Bu da gösteriyor ki, tarihsel roman,
popüler roman, benzeri şekilde sorunsal roman ve
teselli edici roman modelleri, adından da anlaşıla­
cağı üzere birer modeldir ve tek tek yapıtlar sayısız
etkinin sonucu olarak ortaya çıkıp her biri sorunları
kendi usulünce çözer.
Geçici bir sonuç olarak, tefrika romanın canla­
nışının bir özlem giderme olmakla sınırlı kalmayıp,
eleştirel bir tartışma açmasını diliyoruz. Tabii, bu
tartışmada, söz konusu kitapların birçok sayfasının
bize verdiği şeyi -kendi içinde bir amaç olarak anlat­
ma hazzı- zehirleyebilecek, çok çabuk dile getirilmiş


U M B ERTO Eco

alaycı ya da ahlaki önyargılara yer verilmemeli. Ama


nitelik yitiminin en son noktasında bile anlatının
kendine özgü mekanizmalanyla gerekçeleri vardır
ve eğer aniatı bunu kendine sorun etmiyorsa, bizim
sorun etmemizden başka yol kalmaz geriye.
O halde, Kara Korsan ağladığında, yazıklar olsun
o gülen alçağa. Ama ağlamakla yetinen hudalaya da
yazıklar olsun. Gözyaşı ve kahkahayla yetinmeyip,
rnekanİzınayı da çözmek gerekir.

32
2

TANIMA

Tanıma (Yun. anagnorisis, Lat. agnitio) ile, iki ya da


daha çok kişinin birbirini tanımasını kastediyoruz:
Bu, karşılıklı ("Sen benim babamsın!," "Sen benim
oğlumsun!") ya da tekyönlü ("Sen oğlumun katili­
sin!" veya "Bana bak! Ben Edmond Dantes'im") ola­
bilir.
Açığa çıkma ile, o ana kadar kahramanın da bilme­
diği bir olay örgüsü düğümünün şiddetli bir şekilde
ve aniden çözülmesini kastediyoruz: Oidipus'un La­
ios'un katili olduğunu öğrenmesi, açığa çıkmadır;
ama aynı zamanda İokaste'nin oğlu olduğunu öğre­
nince, karşılıklı tanımanın kahramanı haline gelir.
Tanıma ile açığa çıkma arası kanşık bir biçim,
gerçek kimliğin açığa çıkması olup daha sonra polisi­
ye romanda temel bir unsur haline gelmiştir. Goriot
Baba'da Vautrin'in gerçek kimliğinin, kürek malıkıl­
mu Trornpe-la-Mort olduğunun açığa çıkması gibi.
Gene de, gerçek kimliğin açığa çıkması, tekyönlü ta­
nımanın özel bir biçimi olarak görülebilir.

33
U M B ERTO Eco

Gerçek Tanıma ile Yapay Tanıma


Bütün bu biçimleri tanıma kategorisi altında bir
araya getiriyoruz, ama gerçek tanıma ile kurgusal ta­
nımayı birbirinden ayırmamız gerekir: Kurgusal ta­
nımadan etkilenen, yalnızca aniatı kişisinin kendi­
sidir. Kimsesiz Çocuk'un Remi'si ve Oliver Twist, olay
örgüsü çözüldüğünde anne babalarını tanır ve onlar
tarafından tanınırlar ve bu açığa çıkma okuru da
hazırlıksız yakalar. (Bu hazırlıksız yakalama, ima­
lar ve şüpheler şeklinde hazırlanmış mıdır, yoksa
gerçekten aniden mi ortaya çıkmıştır, bunu görmek
gerekir. Hazırlıksız yakalamanın dozu, anlatıcının
becerisine bağlıdır: Anlatıcı, tanımanın çok aniden
ve gerekçesiz ortaya çıkmasına da, öte yandan çok
fazla sıradan göndermeyle sulandırılmasına da izin
vermemelidir.)
Kurgusal tanıma, kişinin açığa çıkma karşısın­
da şaşkınlıktan donakalmasıdır, ama okur ne olup
bittiğini zaten bilir. Bu kategorinin tipik örneği,
Monte Cristo'nun düşmanları karşısında kimliğinin
birçok kez açığa çıkmasıdır; okur bunları kitabın ya­
rısından itibaren bekler ve önceden tadını çıkarır.
Gerçek tanıma, olay örgüsünün tanınması; kurgusal
tanıma ise olay örgüsü içindeki tanıma şeklinde ta­
nımlanabilir.
Gerçek tanıma, bir özdeşleşme süreci üzerinden
işliyor gibidir: Yapıttaki kişiyle özdeşleşen okur,
onunla acı çeker, onunla neşelenir ve onunla aynı
sürprizleri yaşar. Kurgusal tanıma, yansıtma süreci
üzerinden işliyor gibidir: Okur, artık sırrını bildiği

34
-
P oPüLER RoMAN K A H R A M A NLAR!

kişiye kendi düş kınklıklannı, kendi intikam arzula­


nnı yansıtır ve beklenmedik sonucu öngörür (basit
bir dille söylemek gerekirse, okur, kendi düşmanla­
nna, kendi büro şefine, ona aldatan kadına karşı,
Monte Cristo gibi davranmak ister: "Demek, beni
küçümsüyordun? Öyleyse şimdi gerçekten kim ol­
duğumu göstereceğim sana!...").
Ayrıca haz, habersiz kişinin açığa çıkınaya nasıl
tepki vereceğinin keşfi üzerine de kurulur. Kurgusal
bir tanımanın iyi sonuç vermesi açısından yararlı bir
unsur, kılık değiştirmedir. Gerçekten de, kılık değiş­
tiren kişi gerçek kimliğini açığa vurunca, muhatabı
olan kişinin hayretini artırır; bu arada okur, kılık
değiştirme sırasında, durumdan habersiz kişilerin
içine düştüğü yanlış arılamalann keyfini çıkarır.
İki tür tanımanın (doğal ve kurgusal) her ikisin­
deki yozlaşma, karşımıza artık ya da gereksiz tanı­
mayı çıkarır.

Kur-Diö'nün Demireisi
Tanıma, tasarruflu kullanılmalı ve iyi bir olay ör­
güsünün doruk noktasını oluşturmalıdır. Kimliği­
ni birçok kez açığa vuran, kendi de kurbanı oldu­
ğu entrikayı değişik kereler öğrenen Monte Cristo
örneği, az rastladığımız olağanüstü bir tanıma ör­
neği oluşturur: Tanıma, birçok kez yinelense ve
kulilanılsa bile, bundan ötürü daha az tatmin edici
bir nitelik edinmez. Ne var ki, genellikle tefrika
romanda, olay örgüsünün esası kabul edilen tanı-

35
U M B E R TO Eco

ma, aşırı derecede yinelenir ve her tür dramatik


gücünü yitirip salt avutucu bir işlev kazanır, yani
okura artık alıştığı bir ürünü sağlar. Şu da var ki,
mekanizmanın bu ölçüsüz kullanımı, tanıma olay
örgüsünün gelişimi açısından kesinlikle gerek­
siz olduğunda ve roman onu sırf kendini tanıtma
amacıyla (adeta okurun ödediği parayı hak eden
ideal bir tefrika roman olduğunu kanıtlamak için)
yoğun olarak kullandığında, anormal boyutlara
ulaşır. Birbiri peşi sıra gelen gereksiz tanımaların
apaçık bir örneği, Panson du Terrail'ın Kur-Diö'nün
Demireisi'nde karşımıza çıkar.
Aşağıdaki listede, gereksiz tanımalar yıldız işare­
tiyle gösterilmiştir ve görüldüğü gibi, bunlar çoğun­
luğu oluşturur.

1. Peder Jerôme, Jeanne'a kimliğini açıklar.


2. Peder Jerôme, Mazures'e kimliğini açıklar.
3. Kontes Mazures, Michel de Valognes'un an­
lattıklanndan, Jeanne'ın Aurore'un kız kar­
deşi olduğunu anlar.
4. Aurore, annesinin bıraktığı kutudaki resim­
den, Jeanne'ın öz kız kardeşi olduğunu anlar.
5. Aurore, annesinin yazdıklarını okuyunca,
yaşlı Benjamin'in Fritz olduğunu anlar.
6. Lucien, Aurore'dan Jeanne'ın Aurore'un kız
kardeşi olduğunu (ve kendi annesinin, Auro­
re ile Jeanne'ın annesini öldürdüğünü) öğre­
nir.
7. Raoul de la Maureliere, Cesar'ın Blai­
sot'nun oğlu olduğunu ve kendisine tuzak-

36
PoP üLER R o M A N KAHRA M A N LA R ı ·

lar kuran kişinin Kontes Mazures olduğu­


nu öğrenir.
8. Lucien, düelloda Maureliere'i yaraladıktan
sonra, gömleğinin altındaki madalyanda
Gretchen'in resmini keşfeder.
9. Çingene, sans-culottes [baldınçıplak] Poly­
te'in elindeki bir madalyondan, Aurore'un
serbest ve ortalarda olduğunu anlar.
10. Bibi, Çingene kadının ihbar ettiği soylu ka­
dınların, daha önce Zoe'nin ihbar ettiği Jean­
ne ile Aurore olduğunu anlar.
ll. Paul (nam-ı diğer şövalye Mazures), Bibi'nin
ona gösterdiği Gretchen madalyonu aracılığıy­
la (madalyonu Polyte'ten almış olan Çingene
kadından aldıktan sonra), tutuklaması gere­
ken soylu kadının kızı Aurore olduğunu anlar.
12. Bibi, Paul'e, Jeanne yerine kızının tutuklan­
dığını açıklar.
13. Firardaki Bibi, giyetinden kurtardığı kızın,
Aurore olduğunu öğrenir.
14. Posta arabasındaki Bibi, yol arkadaşının Da­
gobert olduğunu keşfeder.
15. Dagobert, Bibi'den, Aurore ile Jeanne'ın Pa­
ris'te olduğunu ve Aurore'un hapiste olduğu­
nu öğrenir.
16. Polyte, Dagobert'in, Tuileries'de hayatını
kurtaran adam olduğunu öğrenir.
17. Dagobert, bir gün falına bakıp başına gele­
cekleri söylemiş olan Çingene kadını tanır.
18. Dagobert'in doktoru, karşısında bulduğu,
Kızıl Maskeler tarafından gönderilen Alman

37
U M BERTO Eco

doktorun, eski hacası olduğunu fark eder.


Hacası ise, onun kendi öğrencisi, Polyte'in de
az önce yolda kurtardığı genç olduğunu fark
eder.
19. Yıllar sonra Polyte, kendisiyle konuşan bir
yabancının B ibi olduğunu fark eder (sözde ya­
bancı toposu, daha ileriye bakınız).
20. İkisi de, Çingene kadını ve yardımcısı Zoe'yi
tanırlar.
21. Benoit, Bibi'yi yeniden bulup tanır.
22. Yıllardır deli olan Paul, iyileşip Benait ile Bi­
bi'yi tanır.
23. Yaşlı münzevinin, manastır başrabibi Peder
Jerôme olduğu anlaşılır.
24. Şövalye Mazures, Peder Jerôme'dan, kızının
sağ olduğunu öğrenir.
25. Çingene kadın, vekilharcının Bibi'nin ta ken­
disi olduğunu keşfeder.
26. Tuzağa düşürülen cumhuriyetçi, güzel Alman
kızının, annesiyle babasını giyotine gönder­
diği kız olduğunu fark eder (kimliği, iki sayfa
önce okura açıklanmıştır).
27. Çingenelerin mahkum ettiği Çingene kadın,
Lucien, Dagobert, Aurore ve Jeanne'ın, tu­
zağa düşürüp hayatlarını mahvettiği kişiler
olduğunu görür.1
Şu var ki, teatral türdeki açığa çıkmalar dizisi, mektup türün­
deki açığa çıkmalar dizisiyle daha karmaşık bir hal alır. Bu
sonuncu türde, içlerinde başka bir mektuptan alıntı içeren
mektuplarla karşılaşınz; o başka mektup, bir roman kişisinin
anlattıklannı içerir: Bu kişi, uzak geçmişten olaylan anlatır­
ken, gene bir başka kişinin aniattıkianna gönderme yapar.

38
P o P ü LER R o M A N K A H R A MA N LARI

Görüldüğü gibi, bütün bunlar, okurun haklarında


zaten her şeyi bildiği kişilerin karşılıklı olarak birbi­
rini tanımasıdır. Bu kişiler köyün budalasını oynar­
lar, çünkü herkesin, roman kişilerinin ve okurların
çok iyi anladığı şeyleri en son anlayanlardır.

Köyün İki Budatası


Kimi zaman yazar, bir kişinin kimliği üzerine öyle
ve o kadar çok şüphe yığar ki, aniatı kahramanının
hala hiçbir şey anlamamış olması gerçek dışı görü­
nür: Bu durumda da, köyün budalası olarak tanıyıcı
söz konusudur.
Ama köyün budalası olarak tanıma iki yönlü olup
gerçek budala ile kara çalınan budala şeklinde ikiye
ayrılır. Olay örgüsünün bütün unsurları, veriler, ol­
gular, ifşalar, apaçık göstergeler, tanımayı harekete
geçirmeye katkıda bulunuyor, bir tek aniatı kişisi­
nin cahilliği sürüyorsa, gerçek bir hudalayla karşı
karşıyayız demektir; başka bir deyişle, olay örgüsü
hem bu kişiye hem okura, bulmacayı çözmek için ge­
rekli unsurları sağlamıştır ve kişinin bunu başara­
mamasının bir izahı yoktur. Yazarın eleştirel bir ha-

Örneğin belli bir noktada, Aurore annesinin bir mektubunu


bulur; bu mektup onu, ancak ı Ağustos ı786'da açılması ge­
reken bir başka mektuba yönlendirir, bu yeni mektup da, yaşlı
uşak Benjamin'in yapm�.k zorunda kalacağı bir açığa vurma­
ya, keza mühürlü bir mektubun içerdiği bilgilere değinir. Bu
da, başka hikayelere göndermeler yapan hikayeler temelinde,
geriye doğru açığa çıkan bütün bir soykütüğünün (adım adım
biçim kazanan bir yapbozun, başta birbiriyle bağlantısız parça­
ları yoluyla) aniaşılmasını sağlar.

39
U M B E RTO Eco

kışla çizdiği kusursuz gerçek budala figürü, polisiye


romanda karşımıza çıkar, bu figür detektifin karşıtı
polis memurudur (detektifin bilgisi, okurun bilgi­
siyle atbaşı gider). Buna karşılık, hudalaya kara çalı­
nan dururnlar vardır, çünkü aslında olay örgüsünde
olup bitenler ona hiçbir şey söylernez, okuru bilinçli
kılan ise, popüler olay örgülerinin biçimsel geleneği­
dir. Yani okur, aniatı geleneği sayesinde, X kişisinin
olsa olsa Y kişisinin oğlu olabileceğini bilir. Ama Y,
tefrika romanlar okumadığı için bunu bilemez.
Tipik bir durum, Paris Esran'nda Rodolphe de
Gerolstein'ın durumudur. Rodolphe, La Goualeuse'e
("Şarkıcı") rastladığı andan itibaren ve okur, Ro­
dolphe'un Saralı Mac Gregor'dan olma kızını küçük
yaşta kaybettiğini öğrenir öğrenmez, Fleur-de-Ma­
rie'nin kimliğinden kuşku duyar. Peki, ama Rodolp­
he niçin batakhanede tesadüf eseri rastladığı genç
fahişenin, kendi kızı olduğunu düşünsün ki?
Doğal olarak Rodolphe bunu ancak en sonda
öğrenecektir; ama Sue okurun şimdiden kuşkulan­
dığının bilincindedir ve ilk kısmın sonunda okura
çözümü önceden bildirir: Olay örgüsünün, edebiyat
geleneği ve ticari dağıtım koşullarına tabi olmasının
tipik bir örneği karşısındayızdır. Edebiyat geleneği,
okurun önceden hangi çözümün daha olası olduğu­
nu bilmesini sağlar. Haftalık tefrika dağıtımı, keza
gelişimi pek çok bölüme yayılan olay örgüsü, oku­
run çok fazla rnuallakta bırakılamaması sonucunu
getirir, aksi takdirde okur aradaki bağlantıları hatır­
layarnayacaktır. O yüzden Sue, okurun belleğine ve
gerilim kapasitesine aşırı yüklenıneden yeni bahis-

40
PoPüLER RoMAN K A H R A M A N LARı ·

ler açabilmek için belirli bir bahsi kapatmak zorun­


dadır.
Aniatısal açıdan, Sue ikinci elde en iyi kartı ayna­
yarak bir intihar kurgular. Ama yazar daha bariz an­
latısal çözümler bağlamında hareket etmeyi seçtiği
an, intihar çoktan olup bitmiştir: Popüler roman,
olay örgüsünü uydururken bile sorunsal olamaz.
Marx ile Engels' in, Fleur-de-Marie analizinde gös­
terdikleri gibi (bkz. Eugene Sue üzerine yazı), her
şey, kadın kahramanın ölümü de, önceden bellidir,
çünkü anlatı yerleşik alışkanlıkların ve egemen de­
ğerlerin ötesine geçmemelidir (romanın "demokra­
tik" amaçları olsa bile).

Sözde Yabancı Toposu


Gereksiz tanıma kategorisi kapsamına giren son bir
mekanizma, sözde yabancı toposudur Popüler roman
.

sık sık, bölümün açılışında, okura yabancı olması


gereken gizemli bir kişi takdim eder: "Okurumuzun
şimdiden X olduğunu fark edeceği yabancı. . . " Bir
kez daha, pek bir değeri olmayan bir aniatısal araç­
la karşı karşıyayız: Anlatıcı onun sayesinde, bir kez
daha, yozlaşmış biçimiyle tanımanın hazzını yaşatır
okura. Gene de, belirtmemiz gerekir ki, olay örgüsü
tekniği açısından, bu niteliğini yitirmiş araçlar birer
aniatısal engel oluştursa da, alımlama psikolojisi ve
onaylama psikolojisi açısından, olağanüstü bir işlev
yerine getirirler, çünkü okurun tembelliği tam da
önceden çözdüğü ya da kolayca çözebUeceği muam­
malar önerisiyle teşvik edilmek ister.


U M BERT O Eco

Bu yüzden, niteliğini yitirmiş, artık, gereksiz ya


da sözde tanıma şeklindeki genel kategori, popüler
romanın avutucu ideolojisiyle geçerli kılınan bir ti­
cari yöntem oluşturur.
Öyleyse Aşk Hikayesi'nin başarısının gerekçe­
lerinden birinin tam da en baştaki cümleyle veril­
miş olduğundan kuşkulanmak haksız olmayacaktır:
"Yirmi beş yaşında ölen genç bir kız için ne söylene­
bilir ki?"
Olay örgüsü tekniği açısından, hastalık, daha
önce olan her şeyin niteliğini değiştiren beklenme­
dik bir sonuç gibi belirivermeli, mutlu ortamı bir
drama dönüştürmeli ve o ana kadar anlatılan her
şeyin sorunsal bir gözle görülmesini sağlamalıdır.
Oysa zaten trajik bir yazgıları olduğu gösterilen
iki gencin görünürde neşeli aşk serüvenlerini izleye­
cek olan okuru en baştan uyarmak, sondaki şokun
kabulünü kolaylaştırır, bu şoku zorunluluk kap­
samına sokar, ondaki her tür kışkırtıcı gücün içini
boşaltır; bunun ötesinde, okurun, sayfalarca bekle­
nen sonucun önceden keyfini çıkarmasına yardımcı
olur. Burada da, ama kesinlikle avutucu gerekçeler­
le, aniatısal bir intihar söz konusudur: Kitap, saç­
manın tragedyası olabilecekken, teslimiyetİn ağıtı
haline gelir. Her dönemin popüler romanında, ger­
çeklik her zaman önceden verilidir; bu gerçeklik ya
kıyısından köşesinden değiştirilir ya kabul edilir,
asla alaşağı edilmez.

42
3

EUGENE SUE:
SOSYALiZM VE TESELLi

Giriş
Aşağıdaki çalışmaya, deneme amacıyla başlanmış,
paragraf ve alt paragraflar halindeki "bilimsel"
analizin yerine sohbet tonu yeğlenmiştir. Gene de,
söylem, en az iki kavramın -edebiyat sosyolojisi ile
anlatzsal yapzlar göstergebilimi- kullanıldığı bir dizi
metodolajik önkabule dayanır. Başka analizlere ve
bu araştırmanın uygun biçimsel çatısının kurulma­
sına zemin hazırlayabilecek olan bu ilkeleri açıkla­
mamız yerinde olur.
"Sosyolojik edebiyat incelemesi" ya da "edebiyat
sosyolojisi" gibi ifadeler, birbiriyle bağdaşmadığını
söyleyebileceğimiz işlemlerin gerekçesini oluştura­
bilir. Bir yandan yapıt ta:.ihsel bir dönemin yalın bir
belgesi gibi görülebilir; öte yandan, toplumsal unsur
estetik çözümü açıklayıcı bir öğe gibi anlaşılabilir.
Hatta estetik olgu olarak yapıt ile açıklayıcı etmen
olarak toplum arasındaki bir diyalektik akla gelebi-

43
U M B ERTO Eco

lir: Burada toplumsal etmen estetik öğeyi belirler,


ama bir yapıtın yapısının incelenmesi de, bir toplu­
mun ya da en azından bir kültürün durumunun yeni
bir gözle görülmesini sağlar.
Bu üçüncü yaklaşım açısından, bu iletişim makro
yapılarını -yani olay örgüsünün öğelerini- göz
önünde bulunduran göstergebilim incelemelerinin
ne gibi bir yararı olabilir? Aniatısal yapıları yüzde
yüz formel bir kombinatoriğin nötr öğeleri olarak
gören bir yaklaşımın olduğunu çok iyi biliyoruz; bu
yaklaşım, tarihin ve toplumun daha sonra yapıta
atfedeceği 'gösterilenler' bütününe açıklama getire­
mez." Bu durumda, atfedilen anlamlar, yapıtın-söz­
eelemenin pragmatik sonuçları, yapısal yasası için­
de yapıtı etkilemeyen yalın durumsal çeşitlerneler
olarak kalır, hatta onun tarafından belirlenirler
(daha doğrusu, katışıksız 'gösteren'in hem kütlesel
hem ele gelmez varlığı karşısında sonradan bu an­
lam yüklemesinin boşluğu açığa çıkar) .
Öte yandan, bir 'gösteren' biçimini, ona önceden
bir anlam yüklemeden, tanımlamaya yönelik her ça­
banın, boş ve yanıltıcı olduğunu biliyoruz; öyle ki,
her tür mutlak biçimcilik, üstü örtülü bir içerikçi­
likten başka bir şey değildir. Biçimsel yapılar ayırt
etmek demek, bu yapıları, yapıda ilgili önceden be­
lirlenmiş bütünsel bir varsayıma göre ilintili görmek
demektir; ilintili 'gösteren' veçheleri analizi, mutla­
ka baştan bir yorumu, dolayısıyla anlam yüklemesi­
ni ima eder.
Bilindiği gibi, Saussure dilbiliminde gösterge iki bileşenden olu­
şur: İşitsel imge (gösteren) ile zihinsel kavram (gösterilen) -çn.

44
Another random document with
no related content on Scribd:
ERNEST PSICHARI

Né à Paris le 27 septembre 1883, fils de Jean Psichari, petit-fils


par sa mère d’Ernest Renan, Ernest Psichari fit de fortes études au
lycée Henri-IV, et passa en 1902 une brillante licence de
philosophie. Pendant l’année du service militaire, il s’éprit de la
carrière des armes avec un enthousiasme qui ne devait pas
s’éteindre ; après un court séjour dans l’infanterie, il partit pour le
Congo sous les ordres du colonel Lenfant et rapporta de cette
exploration la médaille militaire en 1908. Ses dons littéraires se
révélaient déjà, et il publia la même année un volume intitulé : Terres
de soleil et de sommeil, couronné par l’Académie Française.
Ernest Psichari devint officier à l’École d’artillerie de Versailles et
partit en 1909 pour la Mauritanie où il passa trois années fécondes,
pleines de faits de guerre (il fut cité à l’ordre du jour de l’armée au
combat de Tichitt), et de méditations philosophiques. On sait
qu’Ernest Psichari, avec une admirable sincérité, sentit ses idées se
modifier au désert et se convertit, à son retour, au catholicisme. Il
rapporta en décembre 1912 un livre : l’Appel des armes, qui
exprimait éloquemment les instincts traditionalistes de la jeune
génération. Mais Ernest Psichari avait encore écrit dans cette longue
et poétique solitude le Voyage du Centurion où ses sentiments
religieux et son originalité mystique ont trouvé une magnifique
expression. Il l’acheva à Cherbourg au printemps de 1914.
L’Académie Française a honoré la courte et brillante vie littéraire du
jeune écrivain par un prix important.
La guerre trouva Ernest Psichari au 2e régiment d’artillerie
coloniale à Cherbourg. Il partit le 7 août avec l’ardeur la plus exaltée.
Le 22 août 1914, il tombait, au combat de Rossignol, en Belgique,
défendant ses pièces jusqu’à la dernière heure, et fidèle jusque dans
la mort à ses convictions religieuses et patriotiques. Il avait trente
ans.
(Note de l’Éditeur.)
LE VOYAGE
DV CENTVRION
PREMIÈRE PARTIE

I
INTER MVNDANAS VARIETATES

ARGVMENT. — MAXENCE EST LIBRE. — MALÉDICTION. —


TABLEAV DE MAXENCE : IL A VNE AME ET VN CŒVR. — LA
FRANCE DE LA-BAS. — BONNES INTENTIONS. —
PREMIÈRES ÉTAPES DANS LE DÉSERT. — L’AFRIQVE EST
SÉRIEVSE. — SOVMISSION. — LA SOLITVDE.

Maxence ne put monter sur un tertre — parce qu’il n’y en avait


pas — mais, voulant se rendre compte de la belle ordonnance des
troupes dont il venait de prendre le commandement, il piqua son
cheval de l’éperon et s’élança au galop le long de la colonne qui
sinuait parmi de légers mimosas d’Afrique. Ainsi dépassa-t-il
successivement l’arrière-garde qui était un petit groupe compact de
méharistes noirs, puis la cohue des domestiques, cuisiniers et
marmitons, puis les mitrailleuses oscillant sur l’arête aiguë des dos
de mulets, puis le lourd convoi des chameaux porteurs de caisses,
puis les cavaliers, de grands nègres écrasant les petits chevaux du
fleuve, les méharistes maures drapés dans de larges gandouras,
puis enfin l’avant-garde, au milieu de laquelle Maxence distingua son
interprète, un Toucouleur admirablement vêtu de soies brodées. Et
devant, il y avait la terre, la terre scintillante, givrée de soleil, la terre
sans grâce et sans honneur où errent, sous des tentes en poil de
chameau, les plus misérables des hommes.
Maxence, ayant achevé sa course, respira profondément. Il se
sentait libre, plus léger, plus hardi, et, bien qu’il n’eût que trente ans,
plus jeune. Tout cela était à lui, ces hommes, ces animaux, ces
bagages, cette terre même qu’il foulait en royal enfant gâté,
impatient de tout avoir et de tout oser. La France lui avait donné, à
lui, humble lieutenant des armées de la République, cette immense
contrée comme un parc où il pût s’ébattre et bondir, aller et venir,
selon son caprice et comme au hasard de son bon plaisir.
Mais lui, il n’avait envers sa patrie aucune reconnaissance. Et au
contraire il se sentait délivré d’elle, et il la haïssait vraiment, n’en
ayant connu jusqu’à ce jour que les désordres et la misère. Que ne
haïssait-il pas ? Rien n’avait préparé ce cœur à l’amour et tout au
contraire, son mal profond, ses amertumes, ses tourments,
l’inclinaient à la haine. Ainsi nul souvenir de noblesse ou de douceur
ne le rattachait à son pays pour lequel il avait cependant, dans les
marais du Tchad, versé son sang le plus pur d’adolescent.

Maxence était le fils d’un colonel lettré, voltairien et pis,


traducteur d’Horace, excellent et honnête vieillard, homme enfin de
belles façons. Son point de départ, il le trouvait dans ces heures de
jeunesse passées en compagnie d’Homère et de Virgile, auxquels
l’initiait le colonel. Admirable coup d’archet pour débuter dans une
vie qui prétende à quelque harmonie ! Pendant toute son enfance,
Maxence s’était habitué à la manière de penser latine, et quand il
faisait son bilan intérieur, c’était là le seul souvenir qu’il pût mettre à
son actif. Mais après, dans ses années d’adolescence, quelles
n’avaient pas été sa misère et sa déréliction ! Son père avait nourri
son esprit, mais non son âme. Les premiers troubles de la jeunesse
la trouvèrent démunie, sans défense contre le mal, sans protection
contre les sophismes et les piperies du monde.
A vingt ans, Maxence errait sans conviction dans les jardins
empoisonnés du vice, mais en malade, et poursuivi par d’obscurs
remords, troublé devant la malignité du mensonge, chargé de
l’affreuse dérision d’une vie engagée dans le désordre des pensées
et des sentiments. Son père s’était trompé : Maxence avait une âme.
Il était né pour croire, et pour aimer, et pour espérer. Il avait une
âme, faite à l’image de Dieu, capable de discerner le vrai du faux, le
bien du mal. Il ne pouvait se résoudre à ce que la vérité et la pureté
ne fussent que de vains mots, sans nul soutien. Il avait une âme, ô
prodige, et une âme qui n’était pas faite pour le doute, ni pour le
blasphème, ni pour la colère. Pourtant, cet homme droit suivait une
route oblique, une route ambiguë, et rien ne l’en avertissait, si ce
n’est ce battement précipité du cœur, cette inquiétude lorsque,
amoncelant des ruines, l’on se retourne, et que l’on contemple
l’œuvre maléfique du sacrilège.
Maxence avait été élevé loin de l’Église. Il était donc un malade
qui ne pouvait en aucune façon connaître le remède. Dégoûté de
tout, il ignorait la cause même de son dégoût, bien plus encore le
moyen de redonner à sa vie un peu de ton. Pendant huit ans, de sa
vingt-deuxième année, à sa sortie de Saint-Cyr, jusqu’à sa
trentième, il avait erré à travers le monde et jeté à tous les ciels sa
malédiction. Ainsi la bouche pleine d’injures, ignorant tout de
l’onction chrétienne, mais pourtant reniflant dans la France qu’il
connaissait, le mensonge et la laideur, il fuyait de continent en
continent, d’océan en océan, sans qu’aucune étoile le guidât à
travers les variétés de la terre.
Cette fois-ci, le destin conduisait le jeune officier vers le désert.
Mot prestigieux, dont on a rêvé longtemps, sur lequel on s’est égaré,
dans ces heures de spleen où le bruit fait mal, où il faut de la
solitude et du silence. A peine a-t-il tourné le coin, et quitté les
berges du Sénégal, Maxence frissonne d’impatience à cette belle
chose qui est là-bas, derrière les mimosas du pays brackna, et dont
il se fait mille images étranges et magnifiques. L’air pur emplit ses
poumons, il aspire les chaudes bouffées qui viennent de l’est en
vagues pressées. C’est la trêve. Il n’entendra plus parler la langue
de sa patrie, il n’en saura plus rien, il oubliera toutes les misères,
toutes les folies dont il a été le témoin. L’espace s’ouvre devant lui, il
s’y engouffre et la porte derrière lui se referme, sur un grand coup de
vent nocturne.
Là, Maxence se trompait. Ce désert est plein de la France, on l’y
trouve à chaque pas. Mais ce n’est plus la France que l’on voit en
France, ce n’est plus la France des sophistes et des faux savants, ni
des raisonneurs dénués de raison. C’est la France vertueuse, pure,
simple, la France casquée de raison, cuirassée de fidélité. Nul ne la
peut comprendre pleinement s’il n’est chrétien. Pourtant, sa vertu
agit, pour peu que dans la fièvre on ait gardé le goût de la santé !

Une des premières étapes de Maxence était le poste d’Aleg, petit


fortin crénelé qui couronne une faible hauteur rocheuse. Tout proche
du fleuve, il appartient déjà au désert par l’aridité qu’il domine, par
cet air de pauvreté fière qui est la marque du Sahara. De loin, le
jeune officier vit le drapeau français qui flottait sur le toit le plus
élevé. Devant le mur d’enceinte, alors qu’il allait pénétrer dans le
réduit, le tirailleur de garde se redressa, présenta l’arme. Autrefois, à
l’époque de ses premiers voyages, Maxence frémissait de joie à de
tels spectacles. Il se rappelait ces surprises joyeuses quand, aux
confins de la Chine, après de longs jours de route, il découvrait,
dans l’ombre chaude des flamboyants, le signe bien-aimé de la
fraternité française. — Mais, devant le drapeau d’Aleg, il se sentait
gêné. La France qu’il symbolisait ressemblait si peu à celle qu’il
venait de quitter ! Et puis, dans sa sombre ardeur à s’enfouir dans le
grand tombeau saharien, il s’irritait d’avoir encore à se mettre, avec
des camarades, en frais de conversation.
Le soir, ayant repris la route du Nord, il se sentit plus à l’aise.
Décidément la France, la France de sa misère, s’éloignait ; les
amarres, une à une, se rompaient. La petite colonne dépassa le
puits de Tankassas, et, comme il faisait pleine lune, elle ne s’arrêta
que dans le milieu de la nuit, quelque part, dans la solitude
silencieuse.
Tandis que les tirailleurs s’étendaient sur le sable, enroulés dans
leurs couvertures, leur jeune chef, debout au milieu du carré que
formait ce camp d’un soir, saluait, le rêve au cœur, la nuit de la
délivrance. Des souffles frais circulaient parmi les mimosas épineux.
Tout reposait dans la pureté exquise de la lune claire, et sur le ciel
blanc, les sentinelles, baïonnette au canon, faisaient de vives
découpures immobiles.
Ah ! il la reconnaissait enfin, Maxence, cette odeur de l’Afrique,
cette odeur qu’il avait tant aimée ! Il la reconnaissait, cette brise
vivifiante qui exalte ce qu’il y a de meilleur en nous, et il se
reconnaissait lui-même, tel qu’il avait été en ses années
d’adolescence, lorsque, traversant d’autres solitudes, il les appelait
auxiliatrices et voulait que leur force portât remède à sa faiblesse. O
vous tous qui souffrez d’un mal inconnu, qui êtes désemparés et
dégréés, faites comme Maxence, fuyez le mensonge des cités, allez
vers ces terres incultes qui semblent sortir à peine, fumantes encore,
des mains du Créateur, remontez à votre source, et, vous carrant
solidement au sein des éléments, tâchez d’y retrouver les
linéaments de l’immuable et très tranquille Vérité !
Maxence avait vécu bien des nuits semblables à celle-ci. Il devait
en vivre bien d’autres. Ce qu’il voulait ce soir-là, ce premier soir,
c’est que l’Afrique retrouvée lui donnât d’utiles conseils. « Puisse
chaque étape, se disait-il, être utile à mon cœur ! » Il n’était pas en
lui de volonté plus arrêtée, de plus ferme propos que d’aller à travers
le monde, tendu sur lui-même et décidé à se conquérir lui-même par
la violence, que de demander sans répit à la terre de toutes les
vertus la force, la droiture, la pureté du cœur, la noblesse et la
candeur. Parce qu’il savait que de grandes choses se font par
l’Afrique, il pouvait tout exiger d’elle, et tout, par elle, exiger de lui.
Parce qu’elle est la figuration de l’éternité, il pouvait donc lui
demander le vrai, le beau, le bien, et toute l’éternité véritable.
Ces longues errances, à qui Maxence allait donner trois années
de sa vie, et les plus belles, commençaient bien. Déjà il connaissait
la frugalité de la vie nomade. Levé avant l’aube, il parcourait
plusieurs lieues le matin, à la tête de ses gens. Vers dix heures, on
dressait sa tente, il mangeait son riz avec la viande des biches que
l’on avait tuées le matin, puis il recevait les Maures, se renseignait
sur les affaires du pays, ou bien vaquait aux mille soins qu’exige en
pays désertique, le commandement d’une troupe de quelque
importance. Il ne savait pas à quoi lui pourrait bien servir cette
austérité. Mais il était ainsi fait de la préférer aux cornes
d’abondance que lui présentait sa patrie. Il sentait qu’une vie
spirituelle est parfaitement possible au Sahara et peut-être aussi,
dans son obscur désir de pardon, espérait-il qu’il pourrait, par cette
misère, se racheter de bien des misères.

A onze jours de marche se dresse la falaise gréseuse du Tagant,


verticale, et qu’assiège, en vagues écumeuses, le sable. Au delà, le
voyageur trouve des fonds d’oueds herbeux qui viennent varier la
monotonie des cailloux et des rocs, des plateaux avec de petites
plaques de graminées que paissent les moutons errants. Parfois,
parmi les rocs, on aperçoit un baobab, ou bien l’on suit quelque
champ de pastèques — faibles notes bucoliques en plein Walpurgis.
C’est là que Maxence se proposait d’organiser sa troupe, afin qu’elle
fût bien sabrante et bien volante, allégée de tout ce qui est
commodité matérielle, lourde seulement des vertus qu’il voulait à
des gens de guerre : le courage, la gaîté, l’esprit d’entreprise,
l’honneur. Il évita le poste de Moudjéria qui dort, enseveli sous ses
sables, au pied de la falaise, et, fuyant déjà ses pairs, il incurva sa
marche vers l’horizon oriental, pour suivre jusqu’à la source de
Garaouel les deux lignes parallèles de la montagne. A Moudjéria, il
se contenta d’envoyer ses impédiments, avec les tirailleurs à pied et
les cavaliers. Il ne devait plus y avoir, dans ce désert, que de
souples méharas, avec une seule pensée qui était la sienne, et rien
d’autre.
Arrivé à Garaouel, il dit : « Me voici au pied du mur ! Je suis aux
rocs qu’il faudra escalader pour entrer dans cette terre nouvelle, le
Tagant. » Dans un repli de la montagne, au fond d’une gorge étroite,
il y avait trois vasques, et des arbres se penchaient lourdement sur
le noir miroir de l’eau. Aux flancs de la paroi, des grottes basses.
Des oiseaux chantaient, invitant au lourd repos celui qui tout le jour
avait marché dans l’ardent brasier de la plaine. Maxence s’étendit
dans une des grottes. De là, il ne voyait qu’une vaste coupe emplie
d’eau, un grand figuier poussé dans le roc. Il pensait au Tagant, car
son esprit était toujours en avance, d’une étape au moins, sur son
corps, et il voyait mieux les spectacles du lendemain que ceux du
jour. « Derrière ceci, disait-il, il y a une vie nouvelle. » Et, se dressant
gaiement sur son séant : « Vita nuova ! Vita nuova ! » répétait-il. Vie
aérienne, sautillante, comme la sauterelle sautille sur l’écorce du
globe, — des coups de sabre ; une action forcenée, brisant la rigidité
de l’enveloppe corporelle ; un esprit souple dans un corps souple —
des soirs de bataille, les Musulmans poursuivis jusqu’en leurs
repaires, la haine ; et puis, dans ces dépressions ventilées du haut
plateau, de longues stations à méditer, le doigt au front, les causes
et les effets. Il oubliait son âme de France, son âme brisée, perdue,
démolie, et ces claquements de dents, sur le pavé de Paris, dans
l’enveloppement circulaire de la pluie.
Maxence retomba sur la natte, déroulée à même la pierre
grenue. Et il s’endormit. La nuit était venue, quand une voix douce
vint le tirer de sa torpeur.
— Veux-tu dîner, lieutenant ?
— Oui…
Des feux piquaient l’ombre : c’étaient les cuisines des tirailleurs.
Auprès de chacune, un grand noir, accroupi, chantait. Maxence fit un
effort de mémoire pour se rappeler comment était le paysage, dans
la nuit. Il retomba sur un coude et se sentit heureux. L’heure était
douce, de renoncement total, de doux abandonnement. L’Afrique est
ainsi, tout à fait semblable à cette heure. Elle est de soumission, la
terre d’Afrique, et non de révolte. Il y faut obéir, et non plus se cabrer
sous le joug. A tout jamais lointaines, les malédictions de l’ouvrier
qui jette, harassé, sa pioche, en un coin de la mansarde. A tout
jamais lointains les blasphèmes, et lointaines les imprécations,
quand, la tête renversée en arrière, on assure son front par des
hochements. Oui, cette heure-là était d’obéissance, de confiance
éparse. D’obéissance à quoi ? De confiance en quoi ? Maxence
l’ignorait, il était pénétré de la mansuétude de cet instant nocturne,
dans le recreux du roc, près de ses gens, tandis que l’humble riz
crevé bouillonnait dans les marmites, au-dessus des brindilles
fumeuses.
Ainsi son cœur plein d’affection débordait. Jadis ses maîtres
n’avaient point entendu que ce cœur se donnât jamais. Mais voici
qu’il était tout près de s’abandonner à la Règle austère de l’Afrique,
austère et suave, suave par le dedans et austère par le dehors, ainsi
que toute Règle. Deux jours avant qu’elle ne trouvât à Garaouel le
repos de l’ombre, la colonne avait trouvé, à l’heure où les gorges
sèches ravalent la salive, une mare entre les rocs, de celles que les
Maures nomment « gueltas ». L’eau était noire, et pleine
d’immondices, parce que des troupeaux de chameaux y avaient bu
la veille. « Je bois toutes les eaux de l’Afrique avec délices, avait dit
Maxence, car c’est ici, très loin des mensonges et des capitulades,
que j’ai élu ma vraie patrie. Et cette eau, telle qu’elle est, je l’aime. »
Voilà ce que le persuasif désert lui sifflait déjà aux oreilles.
Le jeune homme attendit, pour quitter sa grotte, la paix du
prochain soir. Alors, encore étourdi du jour trop lent à mourir, il
donna l’ordre du départ. L’ascension de la montagne, presque
verticale à Garaouel, fut très rude et dura longtemps. Maxence, sur
le roc le plus haut, regardait simplement la plaine qui était déroulée à
ses pieds, comme la feuille du livre qui a été lue et que l’on va
tourner. — L’air sur tout cela était immobile, mais l’on sentait des
tempêtes dans le fond, courant au-dessus du premier ciel de la
basse plaine, et lui, déjà dans les étages supérieurs, devinait les
remous fluant, au plus haut de l’éther, comme des courants marins.

Dans le Tagant, ils passèrent des rocs où les chameaux, malgré


l’ombre venue, ne trébuchaient pas, mais, au contraire, dirigeant
d’en haut leurs pieds lointains sur les arrondis, et de leurs semelles
ventousant délicatement les obstacles, ne cessaient pas de se
balancer harmonieusement, selon la manière accoutumée.
Maxence, ivre d’espace, poursuivit la marche. Mais bientôt il dut,
certains éléments traînant à l’arrière, jalonner sa route en faisant
allumer de grands feux. Alors, de derrière chaque pan de la
montagne surgirent de grandes flammes, comme des feux de
bengale au-dessus des buissons. Plusieurs plans apparurent et
chacun avait son embrasement propre. Par derrière les
promontoires des rocs, dans la nuit froide, sereine, la terre était
embrasée jusqu’aux étages inférieurs de la montagne. Les hommes,
silencieux, sinuaient à travers les hauts portants, découvrant à
chaque détour, un feu nouveau, et marchaient dans une route de
flammes. Ce spectacle exalta Maxence. Il se voyait, chef d’une
troupe de guerre, par ce soir sans lune, au plus épais de la terre, et
seul de sa race, au nord de Garaouel, où personne ne pensait qu’il
fût.
Le lendemain, ils entrèrent dans une sorte de large dépression,
mal charpentée, et où le regard s’évaguait sur des touffes pâles, des
sables. Elle se dirigeait vers le nord et faisait donc une bonne route
pour la colonne qui tendait avec un peu de hâte vers l’Oued el Abiod
et ses ruines ceinturées de tribus. Pendant plusieurs jours, Maxence
suivit la molle vallée, marche monotone que venaient pourtant
ennoblir, de loin en loin, les souvenirs de la conquête : ici une motte
de terre où le sang français avait coulé, là, quelques pieux
commémorant la défense repliée d’une poignée de braves, là
encore, quelques murs en ruines, vestiges d’un poste éphémère.
Mais partout, c’était la même austérité, et le même maintien de
noblesse et de dignité. Les matins surtout : ces matins sans
surprises, qui ne recèlent rien, mais s’étalent en nappes de lumière
tranquille, surabondent de simplicité et de vertu. Maxence ressentait
jusqu’à la douleur le sérieux de ces paysages d’aurore, dont
l’assemblage ne laissait plus aucune place à l’ironie, de ces aurores
où le chef est soucieux, parce que la journée sera longue, pleine
d’embûches, minée de soucis. Là, rien n’est donné au sourire, à la
détente, à cette satisfaction du père, tendant ses bras, après la
journée de labeurs, au premier-né !
Ah non ! ils ne rient pas, ces gens d’Afrique. Jamais ils ne seront
des sceptiques. Ils choisiront. Ils ne seront pas avec ceux qui
veulent concilier tout, le vrai avec le faux, et qui abordent toute
chose la main tendue et leur sourire empoisonné sur les lèvres ! Que
les délicats s’en aillent, ceux qu’effraie le poids du jour et que
blessent les sentiments un peu rudes. Que ceux qui ne peuvent
supporter l’éclat du soleil s’en aillent et que les hommes au cœur
simple, ceux qui ne refusent pas la simplicité, restent au contraire et
prennent pied dans la vertu de la terre. Que tous ceux qui hésitent,
avancent un pied, puis le retirent, comme l’homme de la ville sur les
grèves, et tous ceux qui trembleraient devant une vérité trop forte,
comme l’homme de la ville cligne des yeux devant les facettes
ensoleillées de l’océan, que ceux-là à tout jamais s’en aillent. Cette
rude nourriture de l’Afrique n’est pas pour eux. Là, il faut un regard
ferme sur la vie, un regard pur, allant droit devant soi, un regard de
toute franchise, de toute clarté.

Maxence, après de longs jours, arriva en ce point de Ksar el


Barca où il comptait asseoir son camp pour quelque temps, ayant
des hommes à recruter dans les tribus, des chameaux à acheter et
une troupe encore informe à mettre sur pied. Cette ville en ruines
repose à côté de mols palmiers, dans le fond sableux de l’Oued el
Abiod, mais adossée vers le nord aux rocs du haut Tagant. Vus des
arbres de l’Oued, les murs droits en pierres sèches, que nulle toiture
ne surmonte, ont encore un grand air antique. Tout de suite, en
Occidental, Maxence alla vers ces rudes témoins du passé. Mais sa
tête bourdonna sous l’excès du soleil répercuté de mur en mur, et il
revint vers la palmeraie. Il se trouvait dans une serre chaude,
lumineuse et bruissante, très loin de la vie, très près des choses. Il
croisa des hommes qui venaient à son camp, un vieillard à barbe
blanche, des jeunes gens dont les yeux brillaient. Il dut causer avec
eux quelques instants. Puis il rejoignit ses gens et tout de suite
donna l’ordre d’établir tout autour du camp une forte clôture en
branches épineuses. Et puis enfin, il se retira sous sa tente, un peu
étourdi, mais heureux d’avoir jeté l’ancre, après avoir tant de jours
marché dans le soleil et les vents brûlants du large.
Alors commence pour Maxence une vraie vie de solitude et de
silence. Là, dans ce carré de trente mètres, n’ayant plus même le
bourdonnement des départs et des arrivées, il apprit réellement ce
qu’est la solitude, enfouie au sein même de la silencieuse nature.
Car la Règle de l’Afrique est le silence. Comme le moine, dans le
cloître, se tait — ainsi le Désert, en coule blanche, se tait. Tout de
suite, le jeune Français se plie à la stricte observance, il écoute
pieusement les heures tomber dans l’éternité qui les encadre, il
meurt au monde qui l’a déçu.
Pendant l’écrasante chaleur des jours, tandis que partisans et
méharistes dormaient sous leur soleil familier, Maxence restait
d’ordinaire sous son frêle abri de toile, et là, les genoux au menton, il
attendait simplement, il attendait, non le soir, mais il ne savait quoi
de mystérieux et de grand. Ainsi, dans cette terre morte, où jamais
être humain n’a fixé sa demeure, il lui semblait sortir des limites
ordinaires de la vie et s’avancer, tremblant de vertige, sur le rebord
du plus haut ciel.
Le soir, il montait sur les rochers abrupts qui dominaient le camp
vers le nord. Jusqu’où le regard pouvait s’étendre, il ne voyait que
des arbustes rabougris aux maigres frondaisons, dispersés sur des
aires désolées. Au loin, des collines gréseuses encerclaient
l’horizon, mais plutôt que de s’y perdre, son regard revenait vers les
palmes dont l’ombre claire abritait les tentes des soldats. Seules,
elles étaient un peu de vie dans le total accablement, — un faible
battement d’ailes dans l’éther.
Après la chaleur du jour, le frais crépuscule mettait en Maxence
une sorte de légèreté, et comme l’exultation de l’esprit bondissant
dans l’espace. Plus grand encore que durant le jour, cet espace
s’ouvrait alors en abîme au-dessus du petit cercle de la terre. Et lui,
l’homme lourd de pensée, au centre de ce cercle, il s’abîmait dans le
rêve aigu, vraiment oublieux de ses misères particulières et emporté
dans le mouvement immense de l’orbe plongeant lui-même dans
l’ombre.
Telle est la figure que fait Maxence dans ce désert. Il s’allège de
tout un passé de querelles, mais il ne trouve devant lui qu’une forme
vide. C’est un visage glacé, le masque de la mort, que lui présente
l’Afrique. Tout le sensible se résorbe dans le silence. La douce
chaleur des hommes ne soutient plus l’abandonné. Et c’est pourtant
de ce néant qu’il devra tirer quelque chose qui soit, de cette carence
qu’il devra tirer une surabondance. Ou sinon, plus misérable que
jamais, il rentrera dans sa patrie ayant consommé le total échec de
sa vie, les mains vides et le front honteux.
Certes, Maxence se souciait peu de poser de tels dilemmes. Sur
son rocher, la seule joie des étoiles retrouvées l’occupait. N’était-il
pas leur compagnon, errant comme elles, et comme elles solitaire ?
Et, perdu sur la terre, il fixait des yeux la noble Orion, qui, seule,
émergeait des voiles secrets de l’horizon.
II
LA CAPTIVITÉ CHEZ LES SARRAZINS

ARGVMENT. — L’AMI DE MAXENCE POSE LA QVESTION. —


MAXENCE NE LA POSE PAS. — MAIS LA VIE D’ACTION
INTENSE DV HÉROS EST VNE SORTE DE VIE PVRGATIVE.
— SON ŒIL N’EST PAS ASSEZ FORT POVR SE TOVRNER AV
DEDANS DE LVI. — CAPTIF EN PAYS ÉTRANGE, IL
REGARDE ALORS AVTOVR DE LVI. — DES FLEVRS
SPIRITVELLES DV SAHARA. — LA MORALE DV PLVS SAINT
DES MAVRES NE SVFFIT PAS ENCORE AV PLVS PÉCHEVR
DES FRANCS. — PREMIÈRE APPARITION DE LA FRANCE
DOVLOVREVSE ET CHRÉTIENNE.

Maxence avait l’état d’esprit qu’il faut pour aborder le Sahara. Il


était assez fort pour se laisser forger sur cette terrible enclume,
comme l’épée tenue à bout de pinces, auprès du feu jaillissant droit
sous la poussée du vent brûlant. Il ne tenait plus qu’à vivre
immensément, dans ce brasier ouvert. La France était morte en lui.
Chaque mois, pourtant, un rapide courrier venait jeter à l’exilé
des lambeaux déchirés de sa patrie. Il les rejetait avec ennui, puis se
replongeait avec une joie sauvage dans sa solitude, — craignant
une faiblesse peut-être, ou au contraire, se trouvant trop fort déjà
pour accueillir de l’amitié, de la tendresse.
Un jour, une carte lui parvint, qu’il lut avec un plaisir étonné et de
l’inquiétude. C’était une image de la Vierge en pleurs de La Salette,
et au verso, il y avait ces simples lignes : « Maxence, nous avons
prié pour toi du haut de la sainte montagne. Il me semble qu’elle
pleure sur toi, cette Vierge si belle, et qu’elle te veut. Ne l’écouteras-
tu point ? Ton frère et ton ami, Pierre-Marie. »
Pour la première fois, Maxence eut la perception qu’une brise de
tendresse lui venait des Gaules lointaines. Il ne croyait nullement à
la prière, et pourtant il lui semblait que celui-là l’aimait mieux que les
autres, qui priait pour lui, — que seul, celui-là l’aimait. Oui, celui-là
était vraiment son frère, ce Pierre-Marie. Cette face blanche qu’il
revoyait, avec ses joues transparentes, sa barbe rare et mal venue,
ses yeux tranquilles et sûrs, cette face blanche inclinée sur l’épaule
fragile, était vraiment la face de son ami.
Maxence songeait que, sa vie durant, Pierre-Marie avait été son
bon génie. Quand il venait vers lui, brisé par les ressacs et le cœur
brouillé par l’Océan, il lui semblait entrer dans la demeure sereine de
l’intelligence. Ce savant avait tout pesé, tout tenu dans sa paume
étroite, puis, ayant tout ordonné selon la raison juste et le parfait
équilibre, il était entré en maître, et sans craindre de faux pas, dans
les régions les plus hautes de l’esprit. Il était vraiment le triomphe de
l’esprit discipliné sur la matière indocile.
Le jeune soldat pensait à cette belle vie courbée sur la
méditation, et consumée dans la pureté. Comme il se sentait
misérable en regard ! Oh ! certes, rien ne le lie, cet homme ardent,
aux péchés des hommes, qu’il a connus. Mais au contraire, il s’est
efforcé vers eux ridiculement, il n’y tient pas, il est comme beaucoup
qui se gonflent devant le mal, comme la grenouille, et se croient
vraiment aussi gros que lui, et se donnent de l’importance devant lui.
Comme ces gens qui ne savent quoi inventer, et qui arrachent les
pattes d’un insecte une à une, pour s’amuser, ainsi, lui, il s’amuse
dans ce qui est défendu, pour voir ce qui arrivera. Lui-même, il se
plaît à exagérer son mal, mais il n’y est pas fortement lié, il peut s’en
déprendre, secouer ce manteau où il fait le magnifique.
Pourtant ce n’est pas tout, et ce n’est rien. Il reste toute la vérité
à saisir. Il reste la saisie pleine d’une seule chose qui est réelle, au
lieu de la dispersion dans les apparences. Comment la noble
procession d’un Pierre-Marie vers la certitude invisible serait-elle
possible à ce Maxence, tendu vers les contours de l’action, et
affronté avec la vie comme sont deux béliers, corne à corne, sur un
pont ? Lui, il veut des razzias dans le soleil, des butins précis, et
obtenus de haute main, il est aux prises avec les difficultés du
ravitaillement, il est en plein territoire militaire. Quand il se recueille,
ayant, par exemple, poursuivi une biche et qu’il s’assoit dans le
halètement de midi, il sent un grand silence qui tombe, et, au dedans
de lui, un manque, une vague de sourde anxiété, mais le poids du
corps et des membres gauches l’entraîne, il repart, tirant la patte, et
assure sur son épaule la bretelle du fusil.
Ainsi la question posée par Pierre-Marie, Maxence ne la pose
pas. Et si, d’aventure, il la posait, quel soutien trouverait-il en ce
désert ? Point de livres, pour stimuler l’esprit, point d’Églises pour
aider le cœur. Pas le moindre vieux vitrail. Pas la moindre fumée
d’encens. Maxence tâte l’ombre de ses mains, il ne trouve rien, il est
véritablement seul, dans la nuit où nul rebord ne vient secourir sa
défaillance.
Vaine, selon toute apparence, a été l’apparition de la vierge en
pleurs, au début de ses routes dans le désert. Vaine, cette salutation
étrange de celle qui est couronnée et ceinturée de roses. Vaine,
cette salutation de la rose au chardon. Mais il reste la séparation
d’avec les hommes, et l’action déroulée dans le secret, et cet
universel délaissement lui-même.
Il reste que la vie de Maxence ne se déroule pas dans le plan
ordinaire, qu’il prend du recul, qu’il est au bout de la terre et au bout
de la vie, qu’il est à l’extrême limite de la vie, là où l’on marche tout
auprès de l’éternité, où l’on peut y trébucher, là où les soucis sont
hauts, là où les sophismes des hommes ne jouent plus, parce qu’il
faut vivre, — ou mourir, — là enfin où l’on devient sérieux, où l’on
devient homme. Ainsi le Sahara a d’abord une valeur négative. Une
âme vulgaire n’est pas digne d’aborder les problèmes que propose
un Pierre-Marie. Que tout d’abord elle s’aille laver au grand vent des
plaines, et puis nous recauserons. Que d’abord tombent tous ces
beaux prestiges qui nous sont chers, et puis, s’il y a une vérité, elle
saura bien jaillir de cette lutte avec la vie. Ainsi Jacob luttant avec
l’ange, qui est le vrai.
Maxence méditait encore sur les lignes de Pierre-Marie, quand
un Maure entra dans sa tente, et lui dit qu’une bande de pillards,
alourdie par des prises nombreuses, remontait vers le Nord et
qu’elle passerait sans doute non loin du camp, à l’endroit que l’on
appelle Tamra. Maxence pose sur le sable la Vierge en pleurs, que
le vent emporte, il fait seller quelques méhara, il s’élance à la tête de
ses hommes. Course folle ! Il sent derrière lui les pas élastiques des
chameaux, il sent la grande coulée vers l’avant, les cous tendus, et
tous les siens se poussant, se dépassant, comme les cymbales que
frotte le musicien. C’est un frémissement de joie qu’il précède. Lui-
même a les dents rageuses, l’œil volontaire. Ils courent longtemps
— et puis voici les razzieurs, un point imperceptible sur une
ondulation. « Ils sont arrêtés », dit un Maure. Nos gens se hâtent, le
groupe des razzieurs grandit. Mais voici qu’il disparaît. Maxence a
été aperçu. Les Maures, pris de panique, s’enfuient, abandonnant
sur le sol un immense butin. D’abord, c’est une déception. Puis les
yeux s’allument devant la prise. Les partisans de Maxence
rassemblent les chameaux laissés sur le terrain et très nombreux,
des Noirs roulent des ballots d’étoffe et Maxence hurle des ordres,
au milieu de cette indescriptible confusion.
En revenant de cette équipée, le jeune Français se sentait très
près de ces Maures qu’il avait lui-même choisis dans les tribus. Déjà
il se mêlait à leur vie et leurs âmes se confondaient.
Trop faible encore pour ne vivre que de lui, il se tournait vers la
race étrangère. Elle était curieuse. Elle était marquée d’un signe, elle
portait un caractère très accentué. — Des vieillards aux traits durs
venaient le matin, à la tente française. Ils avaient des regards aigus,
la démarche humble, genoux ployés, de l’Hébreu. On y voyait aussi
venir de jeunes hommes aux grands yeux fiers, et ils rejetaient en
arrière leur tignasse annelée : douceur berbère, fierté jugurthinienne.
Certains étaient de vrais Aryens, et Maxence croyait retrouver
quelque Français de sa connaissance. Tel guerrier se présentait, fier
comme un gueux, mais le maintien sérieux, les traits fins, la draperie
annonçaient l’aristocrate. Il ne venait que mendier quelques
poignées de riz.
Mais ceux que Maxence recherchait d’instinct étaient les
contemplatifs, les rêveurs des steppes, ceux dont le jeûne a rongé
les chairs et amenuisé le cœur. Un jour qu’il s’était aventuré loin du
camp, il avait entendu de grands cris, des sanglots passionnés, où il
ne distinguait que le « La ila illallah » des muezzins. C’étaient des
Chadelya, disciples du vieux cheikh el Ghazouani, qui se livraient à
leurs exercices spirituels. Ceux-là, derniers héritiers de l’école
philosophique fondée au Xe siècle par le cheikh Djazouli, étaient de
sombres fous, — les fleurs monstrueuses du désert. Mais la plupart
des Maures pieux se rattachaient à la secte plus humaine des
Gadria, ou à celle des Tidjania, qui nous a toujours été favorable,
puisqu’un des grands mogaddems de la secte, Abd el Kader ben
Hamida, accompagnait le colonel Flatters en 1880.
L’esprit habite donc ici, disait Maxence. Et n’est-ce pas grand que
certains disent, comme ce grand Ali ben Abou Taleb : « Je suis ce
petit point placé sous la lettre ba » — car la lettre ba est la première
de la prière. Le jeune homme évoquait la figure du puissant
fondateur de la secte Gadria, Sidi Abd el Kader el Djilani, qui, en
plein Moyen Age, avait enseigné les degrés qui mènent à la
perfection mystique, depuis la pauvreté, jusqu’au « madjma el
Baharim », le confluent des deux mers, où le croyant est si près de
Dieu que pour se confondre avec lui, il ne manque que la longueur
de deux arcs. Maxence démêlait dans ces hautes idées l’influence
de l’alexandrinisme, puis celle des lettrés de l’Andalousie, disciples
d’Avicenne et d’Averroès qui s’étaient joints aux Maures revenant
d’Espagne après la conquête et qui allaient répandre leur science
dans le monde berbère. Or rien n’avait changé dans le Sahara
méridional, depuis ces époques lointaines, et le voyageur ressentait,
en s’enfonçant dans ce désert, ce parfum des mausolées d’Égypte
où l’on contemple la momie, souriante encore, derrière ses
bandelettes de deux mille ans.
Tant de rêves élevés, tant de mysticisme fleurissant en plein XXe
siècle, sur le sol le plus inhospitalier du monde, pouvaient très bien
émouvoir Maxence. Il avait la sensation fortifiante d’aller à des
excès, de s’élever au-dessus de la médiocrité quotidienne. Il était

You might also like