Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 79

Hadrianus tan Clodius Albinus a Roma

■mparatorlar■ 2nd Edition Historia


Augusta
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/hadrianus-tan-clodius-albinus-a-roma-imparatorlari-2n
d-edition-historia-augusta/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Hadrianus 1st Edition Cassius Dion Historia Augusta

https://ebookstep.com/product/hadrianus-1st-edition-cassius-dion-
historia-augusta/

Über den Satzschluss in der Historia Augusta Hans


Leberecht Zernial

https://ebookstep.com/product/uber-den-satzschluss-in-der-
historia-augusta-hans-leberecht-zernial/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Antikça■ Felsefesi Homeros tan Augustinus a Bir Dü■ünce


Serüveni 1st Edition Çi■dem Dürü■ken

https://ebookstep.com/product/antikcag-felsefesi-homeros-tan-
augustinus-a-bir-dusunce-seruveni-1st-edition-cigdem-durusken/
La Historia Como Paisaje En Ruinas Tentativas a
propósito de las Tesis sobre el concepto de historia de
Walter Benjamin 2nd Edition Rios Lopez Martin

https://ebookstep.com/product/la-historia-como-paisaje-en-ruinas-
tentativas-a-proposito-de-las-tesis-sobre-el-concepto-de-
historia-de-walter-benjamin-2nd-edition-rios-lopez-martin/

Filosofia della Economia Riflessioni di un marxiano a


Roma First Edition Leonardo Dini

https://ebookstep.com/product/filosofia-della-economia-
riflessioni-di-un-marxiano-a-roma-first-edition-leonardo-dini/

A filha da Deusa da Lua O Reino Celestial 1 1st Edition


Sue Lynn Tan

https://ebookstep.com/product/a-filha-da-deusa-da-lua-o-reino-
celestial-1-1st-edition-sue-lynn-tan/

Roma come se Alla ricerca del futuro per la capitale


2nd Edition Tocci Walter

https://ebookstep.com/product/roma-come-se-alla-ricerca-del-
futuro-per-la-capitale-2nd-edition-tocci-walter/

Breve historia económica de Colombia 2nd Edition


Salomón Kalmanovitz

https://ebookstep.com/product/breve-historia-economica-de-
colombia-2nd-edition-salomon-kalmanovitz/
ROMA İMPARATORLARI
Hadrianus'tan Clodius Albinus'a
CİLT 1
HISTORIA AUGUSTA

Latince Aslından Çeviren


SAMET ÖZGÜLER

KRONİK KİTAP: 132 KRONiK KiT AP


2
Amik Çağ Dizisi: Şakayıklı Sk. N°8, Levent
lsıanbul 34330 Tıirkiye
- -

YAYIN YÖNETMENİ Telefon: (0212) 243 13 23


Adem Koça] Faks: (02 ı 2) 243 ı 3 28
kronik@kronikkitap.com
çEVtR1
Samet Özgüler Kültür Baltan/ığı Yayıncılık
Smifilta No: 34569
EDiTÖR
Can Uyar www.kronikk.itap.com
o o • luonikk.itap
KAPAK TASARIMI
Kutan Ural BASKI VE CiLT
Optimum Basım
MiZANPAJ Tcvfıkbey Mah.
Nurel Naycı Dr. Ali Demir Cad. No: 5 1/ 1
Küçükçckmccc / lsıanbul
1. Baskı, Aralık 20 19. lstanbul Telefon: (0212) 463 71 25
2. Baskı, Şubat 2020, lsıanbul Matbaa Sertifika No: 4 1707

ISBN
978-605-7635-37-2
HADRIANUS'TAN
CLODIUS·ALBI NUS'A

İMPARATORLARI

l.ATİNC:f ASl.INJl.�N
(,:fVİl{fN
SAMET ÖZGÜLER

K�ik
SAMET ÖZGÜLER

1994 yılında Ankara'da doğan Özgüler 20 1 7 yılında İstanbul


Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
Aynı üniversitede Eskiçağ Tarihi kürsüsünde yüksek lisans eği­
timine devam eden Ôzgüler'in Caesar, Ammianus Marcellinus
ve Vegetius çevirileri vardır.
İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ 7
GİRİŞ 9

BİR DÜZENBAZIN ELİNDEN ÇIKAN UYDURMA BiR METiN Mİ? 17

HADRIANUS
Yazan: AELIUS SPARTIANUS 25

AELIUS
Yazan: AELIUS SPARTIANUS 59

ANTONINUS PIUS
Yazan: IULIUS CAPITOLINUS 67

FİWZOF MARCUS ANTONINUS


Yazan: IULIUS CAPITOLINUS 81

VERUS
Yazan: IULIUS CAPITOLINUS 1 09

AVIDIUS CASSIUS
Yazan: VULCACIUS GALLICANUS, SENATÖR 12 1

COMMODUS ANTONINUS
Yazan: AELIUS LAMPRIDUS 135

HELVIUS PEKI1NAX
Yazan: IULIUS CAPITOLINUS 155

5
R O M A i M PARAT O RL A R I

DIDIUS IULIANUS
Yazan: AELIUS SPARTIANUS 1 69

SEPTIMIUS SEVERUS
Yazan: AELIUS SPARTIANUS 1 77

PESCENNIUS NIGER
Yazan: AELIUS SPARTIANUS 20 1

CWDIUS ALBINUS
Yazan: IULIUS CAPITOLINUS 213

BiBLİYOGRAFYA 225
DiZiN 227
ÖN SÖZ

1 972 yılında Sir Ronald Syme, Roma İmparatorluğu üzerine çalı­


şan bir öğrencinin Historia Augusta olmadan yapamayacağını söy­
lemiştir. Öte yandan aynı makalesinde bu biyografileri yazanın bir
sahtelcir olduğunu ve eserin de tarih metninden ziyade uydurma­
larla dolu bir metin olduğunu söyleyen Syme, Roma İmparatorlu­
ğu ile ilgili en önemli noktalardan birine değinmiştir: Gerçek -veya
gerçeğe en yakın olan- ile sahte olanın ayrımını yapmak. Renkli,
ilgi çekici, skandallarla dolu ve şok edici hayat öyküleri olan Ro­
ma imparatorlarına dair bilgilerimiz çoğu zaman kapsamlı sorgula­
malara ve araştırmalara muhtaçtır. Çeviriye söz konusu olan meşru
ve meşru olmayan on iki imparatora ait hayat öyküleri, yazarı ve
verdiği bilgiler son derece muğlak ve şüpheli olan bir eserde ihtiva
edilmektedir. Bu imparatorların doğrudan hayatlarına dair başka
kaynağımız neredeyse hiç yoktur; diğer kaynaklar ya günümüze
ulaşmamıştır, ya da imparatorların hayatlarından ziyade dönemle­
rini anlatan tarih kitaplarıdır. İşte bu yüzden, yer yer kesin olarak
yanlış bilgi verdiğini bilmemize rağmen Historia Augusta fazlasıyla
önemli bir kaynaktır. Zira 1 1 7-284 yılları arasındaki sayılı Latince
kaynaktan biridir.
Hadrianus'tan (MS 76- 1 38) Carinus'a (MS 250-285) kadarki
imparatorların hayat hilciyesini anlatan Historia Augusta' nın birinci
cildinde Hadrianus'tan Clodius Albinus' a kadarki (MS 150- 1 97) 1 2
imparatorun biyografisi anlatılmaktadır. İmparatorların askeri ve si­
vil.icraatlarından, hukuki ve askeri detaylardan ziyade şahsi hayatları,
7
R O M A i M PA RATO RL A R I

karakterleri, haklarındaki iddialar ve dedikodular, kehanetler ve


skandalların daha ön planda olduğu bir anlatım tarzı olan Historia
Augusta, günümüzde halen tartışmalı bir metindir ve incelenme­
ye devam edilmektedir. En azından diğer kaynaklarla karşılaştırma
yapmamızı sağlayan bu eserdeki Hadrianus ve Marcus Aurelius gibi
muhtelif biyografılerin çevirileri daha önce yayınlanmış olsa da bi­
yografılerin tamamı Türkçede henüz yayımlanmamıştır. Özellikle
Antik Çağ'da Anadolu topraklarında da büyük izler bırakmış Roma
imparatorlarının hayat hikayeleri büyük önem taşımaktadır. Çeviri
için bana her zaman destek olan ve yanımda bulunan dostlarıma ve
aileme teşekkür ederim. Faydalı olması dileğiyle.

Samet Özgüler
Ankara, 20 1 9
GİRİŞ

Vatikan Kütüphanesi'ndeki Codex Palatinus elyazması serisi içinde


bulunan, tam adıylaVitae Diversorum Principum et Tyrannorum a
Divo Hadriano usque ad Numerianum Diversis Compositae (Tan­
rısal Hadrianus'tan Numerianus' a Kadar Muhtelif İmparatorların
ve Gasıpların Çeşidi Kitaplardan Uyarlanan Hayadan) ve daha
çok Historia Augusta (Augustusların Tarihi) olarak bilinen eser,
imparator Hadrianus'tan Numerianus' a kadarki dönemde meşru
imparatorların ve tahtta hak iddia edenlerin biyografıleridir. Bu­
gün kullanıldığı Historia Augusta isimlendirmesi, Fransız klasik
fılolog Isaac Casaubon' a aittir, fakat kitabın asıl isimlendirmesi
muhtemelen Vita Caesarum veya Vitae Caesarum (İmparatorların/
Caesarların Hayacı/Hayadarı) idi. Eser içinde toplamda otuz tane
biyografi bulunur. Roma'da meşru imparatorlara Augustus deni­
yordu, fakat eser içinde meşru imparatorların varisleri olan Cae­
sarlar ve tahtta hak iddia eden veya tahtı gasp edenlerin (Tyranni)
de biyografıleri kısa da olsa yazılmıştır.
Elyazmalarındaki geleneğe göre biyografılerin alcı tane yazarı
vardır ve bu biyografılerin bazısı imparator Diocletianus'a, bazısı
Constancinus'a, bazısı da Roma'daki diğer önemli şahsiyetlere adan­
mıştır. Geleneksel sıralamaya göre biyografıleri şu yazarların yazdığı
düşünülmektedir:
Aelius Spartianus: Hadrianus, Aelius Verus, Didius lulianus,
Septimius Severus, Pescennius Niger, Caracalla ve Geta'nın biyog­
rafilerini yazmıştır. Bunlardan Aelius, lulianus, Severus ve Niger

9
RO M A i M PA RATO R L A R I

Diocletianus' a, Geta da Constantinus' a adanmıştır. Kendisini impa­


rator Diocletianus'un sadık hizmetkarı olarak belirten Spartianus,
Aelius biyografisinin ön sözünde Caesanar1 Galerius Maximianus ve
Constantius Chlorus'tan bahseder. Buradan, Diocletianus'a adanan
biyografilerin 293 ile 305 yılları arasında yazılmış olduğu sonucu çı­
karılabilir, zira bu tarihler arasında söz konusu Caesanarın taht adaylı­
ğı vardı ve Diocletianus 305 yılında tahttan çekilerek emekli olmuştu.

Iulius Capitolinus: Antoninus Pius, Marcus Aurelius, Lucius Ve­


rus, Pertinax, Clodius Albinus, Macrinus, Maximinuslar, Gordia­
nuslar, Maximus ve Balbinus'un biyografilerini yazmıştır. Bunlar­
dan Marcus Aurelius, Lucius Verus ve Macrinus Oiocletianus'a,
Albinus, Maximinuslar ve Gordianusların biyografileri, 324 yılında
Licinius'un yenilmesinden önce2 Constantinus'a adanmıştır.

Vulcacius Gallicanus: Avidius Cassius'un biyografisini Diocletia­


nus' a adamıştır.

Aelius Lampridius: Commodus, Diadumenianus, Elagabalus ve


Severus Alexander' ın biyografılerini yazmış, Elagabalus ve Severus
Alexander'ın biyografılerini Constantinus'a adamıştır. Yazara göre
bu biyografıler, imparatorun bizzat talep etmesi üzerine yazılmış ve
Licinius'un 323 yılında Hadrianopolis'te yenilgiye uğratılmasından
sonra tamamlanmıştır.

Trebellius Pollio: Philippus'tan il. Claudius'a kadarki imparator­


ların biyografılerini yazmıştır. Ne var ki bu yazarın eserlerinden,

Söz konusu dönemde (Dioclecianus'un dönemi, 284 sonrası) dörtlü bir impa­
ratorluk yöneıimi oluşmuşıu. İmparaıorluğun baıısında ve doğusunda birer üst
imparaıor (Augustus) varken Augurtu.rların birer ıane de yardımcısı (Caesar) �lu­
yordu. Bu dönemden önce de Augustus ile Caesar unvanları arasında bu şekilde
bir üsıünlük rüıbesi vardı, fakat kesin olarak Diocleıianus döneminde böyle bir
sisıem yürürlükıeydi. Bu yüzden meıin boyunca verilen iıalik Augusıus ve Caesar­
lar, Diocletianus dönemindeki ast ve üsı imparaıorlar içindir.
2 Büyük Consıanıinus'un son rakibi Licinius'u Chrysopolis'ıe (Üsküdar) yenerek
imparaıorluğun ıek hakimi olduğu zaman.

10
H I S T O R I A A U G U S TA

Philippus'tan Valerianus' a kadarki biyografileri içeren ilk kısım ko­


leksiyondan kaybolmuştur, elimizde yalnızca Valerianusların (kıs­
men) , Gallienusların, Otuz Tiran'ın3 ve il. Claudius'un biyografi­
leri vardır. Pollio'nun biyografileri bir imparatora değil, üst kademe
devlet görevlisi olduğu belli olan bir arkadaşına adanmıştır, fakat bu
kişinin ismi yoktur. Elimizdeki biyografiler, Constantius'un Caesar
ilan edildiği293 ve Otuz Tiran dolayısıyla Diocletianus Hamamla­
'
rı 298 yılından sonra yazılmış, bundan sonraki biyog­
nın yapıldığı
rafi yazarı Vopiscus'a göre ise 303 yılında tamamlanmıştır.

Flavius Vopiscus: Aurelianus, Tacitus, Probus, Firmus ve onun, taht­


ta hak iddia eden üç arkadaşı, Carus ve oğullarının biyografilerini
yazmıştır. Bu biyografiler de bir imparatora değil, yazarın muhtelif ar­
kadaşlarına adanmıştır. Vopiscus yazdığı ön sözde, şehir başkanı olan
arkadaşı lunius Tiberianus' un isteği üzerine biyografileri yazdığını.
söyler. Tiberianus, 303-4 arasında ikinci kez şehir başkanlığı yapmış­
tı. Bu biyografiler, 3 l 6'dan ve belki de 3 1 1 'den önce tamamlanmıştı.
Buradaki biyografi yazarlarının bu eser dışında başka çalışma­
ları yoktur ve kendilerinden de bu eserden başka bir konuda bah­
sedilmez. Roma edebiyatında ve tarihinde bu tür şahıslara fazlasıyla
rastlanmaktadır, mesela Publius Flavius Vegetius çok ünlü bir kitap
yazmış olmasına rağmen kendisine dair bilgileri yalnızca yazdıkların­
dan öğrenmekteyiz. Zaman zaman kendilerini imparatorun hizmet­
karı olarak sunabilen bu yazarlar, biyografilerde kendilerine ait hiçbir
bilgi vermemektedir. Daha sonraki sayfalarda ele alınacağı üzere bi­
yografileri bu altı yazarın değil tek bir yazarın yazdığı, bu yazarın da
kendisini altı farklı ismin arkasında gizlediği yönünde ünlü iddialar
ve tartışmalar vardır, ayrıca biyografilerin Diocletianus ve Constan­
tinus zamanında yazılıp yazılmadığı da.kesin değildir. Diğer taraftan
bu altı yazarın da kronolojik olarak imparatorların biyografilerini
paylaşmadığını görüyoruz, mesela Aelius Spartianus Hadrianus'un

3 imparator Gallienus'un (218-268) ve daha sonra da Maximinius Thrax ve il. Clau­


dius zamanında tahtta hak iddia eden yaklaşık 32 kişi vardı. Yunan tarihindeki ünlü
30 Tiran' a benzetmek amacıyla 30 Tiran olarak bu da Roma tarihine geçmiştir.

11
R O M A i M PARATO R L A R I

HI T R
AV G V S T AE
SCRIPTORES VI.
�liu Spartianus, Vukaıius Callicanus,
Iulius Copiıolinu., Trebcllius Poilio,
.&lius LampriJius, flauius Vopi(cus.

CLAV DIVS SAL MASIVS


EX VETERI*1S LIBRIS RECENSVIT, ET
ııu. nı AOUCIT NOTAP.VM AC. uıuH>AT!ONVM.

QXI 'JJ . AD!VNCT·d3 SVN'T NO<TA3 .AC


6ill NlJ"""IP'11:ZS zş"JCI CAl,dYIQN.I
IAU .ıiNT.Ci. IDLT&.

CVN J!'l\_!VlUlGIO '11.EGIS.

HiseqriaAugusta'nın Fransız klasik fdolog Claude Saumasie'nin hazırladığı 1620 Paris


edisyonu. Söz konusu dönemlerde bu tür edisyonlar elyazması kodekslerden edisyon
kritik yöntemiyle hazırlanıyor ve genelde ünlü ve önemli kişilere adaruyor ya da he­
diye ediliyordu. Kapakta Paris'in eski ismi Lutetia ve bir Fransız kadırgası görülüyor.

12
H ! S TO R ! A A U G U S TA

biyografisini yazmışken, Antoninus Pius'unkini Iulius Capitolinus


yazmıştır. Aynı şekilde aynı yazar bir biyografiyi Dicoletianus'a adar­
ken başka bir biyografiyi Constantinus' a da adamıştır.
Historia Augusta' nın genel olarak, lulius Caesar ile başlayıp Do­
mitianus' a kadarki imparatorların biyografilerini yazan Gaius Sue­
tonius Tranquillus'un devamı olduğu söylenebilir. Üslup olarak da
Suetonius'la başlayan biyografi tekniğini devam ettiren eser, önce
biyografisi yazılan şahsın ailesi ve kökeni, tahta çıkmadan önceki
hayatı, saltanatındaki politikaları ve olaylar, kişisel özellikleri, ölü­
mü, dış görünüşü ve ölümünden sonra kendisine adanan onurla­
rı veya lanetleri anlatmaktadır. Öte yandan Suetonius, imparator
Hadrianus'un katibiydi, bu yüzden imparatorluk arşivlerine erişimi
vardı ve arşivdeki belgelerden, mektuplardan ve diğer dökümanlar­
dan değerli bilgiler alarak biyografilerine eklemişti. Suetonius'un
bu yöntemini kendisinden sonraki diğer biyografi yazarları da takip
etse de onların bu imkana sahip olup olmadığı bilinmediği için Su­
etonius kadar güvenilir olmayabiliyorlar. Mesela Marius Maximus
ve Iunius Cordus' un biyografilerinin nasıl yazıldığı belli değildir,
Historia Augusta da her ne kadar iki büyük imparator Diocletianus
ve Constantinus ile bağlantılı olsa da bu, daha sonraki sayfalarda
ele alınacağı üzere kesin değildir ve metin boyunca verilen bilgilerin
çelişmesi ve zaman zaman kesin olarak yanlış olması, esere daha faz­
la kışku katar. Aynı şekilde Aurelius Victor da biyografi yazmıştır,
hatta MS iV. yüzyıl tarihçisi Ammianus Marcellinus dahi biyografi
yazmamasına karşın anlattığı imparatorların özelliklerine aynı şekil­
de yer vermektedir. Öte yandan Historia Augusta'daki biyografilerin
hepsi tam olarak aynı metotla da yazılmamıştır, zira biyografisi anla­
tılan şahsın ne kadar tahtta kaldığına, ne kadar önemli biri olduğu­
na ve neler yaptığına göre anlatım uzayıp kısayabilmektedir.
Historia Augusta, hem atıf yaptığı hem de yapmadığı birçok
kaynaktan yararlanmıştır. Bunların arasında Marius Maximus adın­
da bir yazardan özellikle yararlanılmıştır. Ünlü tarihçi Ammianus
Marcellinus da Marius Maximus'tan yararlanmıştı. Söz konusu
yazar, Nerva'dan Elagabalus' a ya da Severus Alexander' a kadarki

13
RO M A i M PA RATO R L A R I

Historia Augusta' nın Hollandalı bilgin Johann Meerman' ın hazırladığı 1671 edisyonu.
Kapakta Yeni Çağ Flaman ve Avrupa kültürüne has olaylar ve kişiler ön planda.

14
H I S T O R I A A U G U S TA

imparatorların biyografisini yazmıştı, fakat eseri günümüze ulaşma­


mıştır. Özellikle bu yazardan bazı dedikodular, skandallar ve im­
paratorların şahsına ait ayrıntılı bilgilerden faydalanılmıştır. Ayrıca,
Aelius lunius Cordus adında bir biyografi yazarına da toplamda 27
kez atıfta bulunulur. Eserde, Marcus Aurelius'un ölümünden ( 1 80)
III. Gordianus'un saltanatına kadarki dönemin (238) tarihini yaz­
mış olan Herodianos'tan da yararlanılmıştır ve eserine atıflar yapıl­
mıştır. Aemilius Parthenianus adlı, eseri günümüze ulaşmayan baş­
ka bir yazardan daha Historia Augusta vesilesiyle haberdar oluyoruz.
Eserde faydalanıldığı belli olmasına karşın atıf yapılmayan yazarlar
arasında dönemin diğer biyografi yazarı Aurelius Victor, ünlü tarih­
çi Cassius Dio ve diğer olası yazarlar da vardır.
Historia Augusta'da 68 mektup, 60 söylev ve halka veya senatoya
teklif, 20 senato kararı ve seçimi dahil olmak üzere 150 civarında
belge bulunmaktadır. Bunların ne kadarının doğru ve güvenilir ol­
duğu bilinmiyor, birçok belgede tarihsel yanlışların olduğu kesindir.
Bazı mektuplar ve söylevler ise açık bir şekilde, söz konusu impara­
torlara övgü amaçlı yazılmıştır ve kaynakları belirsizdir.
Eserdeki bazı biyografilerde -mesela Marcus Aurelius, Septimius
Severus, Caracalla- anlatıda bazı ek bilgiler, sonradan eklenen bölüm­
ler ve yorumlar vardır. Bunlar bazen kısa yorumlar, bazen de uzun
anlatılar olabilmektedir ve ne zaman, ne amaçla ve kim tarafından ya­
pıldığı tam olarak kesin değildir. Bu, metne daha sonradan başka bir
yazar ya da editör vasıtasıyla bir müdahale olduğu ihtimalini doğurur.
Historia Augusta' nın tarihi değeri olduğu kadar eserin edebi
değeri de, kompozisyon yöntemi dolayısıyla çok yüksek değildir.
Biyografi yazarları, yukarıda bahsettiğimiz gibi şahısların hayatlarını
belli bir anlatı sıralamasına göre yazsa da, konu bağlamına uygun
olup olmadığı gözetilmeksizin başka kaynaklardan alınan alıntılar
zaman zaman esere rastgele yapıştırılmıştır. Bazen, şahısların ka­
rakteri üzerinde gereksiz derecede fazla durulmuştur. Ayrıca, kimi
zaman anekdotlar akışı bozmaktadır, uydurma belgeler de anlatının
gidişatını sekteye uğratmakta ve öncesindeki tartışılabilir bilgileri
şüpheye düşürmektedir.

15
RO MA i M PARAT O R L A R I

Üslubundaki kusurlar, verdiği yanlış bilgiler ve tarihi değeri­


nin az olmasına rağmen Historia Augusta, özellikle imparatorlar ve
imparatorluğun MS il . ve 111. yüzyılları için önemli bir kaynak ve
araştırma konusu olmuştur. Bu doğrultuda biyografiler, VI. yüzyıl­
da Aurelius Memmius Symmachus tarafından kullanılmıştır. Daha
sonra Sedilius Scottus da eserden yararlanmıştır. IX. yüzyılda eserin
iki tane elyazma edisyonu vardı. Daha sonra Cermenler tarafından
XI. yüzyılda başka bir edisyon yapılmış, bu edisyon da Erasmus' a
gönderilerek farklı bir edisyonla 1 5 1 S'de Basel'de yayımlanmıştır.
XI ile XIY. yüzyıllar arasında İtalya'ya götürülen başka bir elyazması
da Verona'da İtalyan bilginler tarafından kullanılmış ve edisyonla­
rı yapılmıştır. Daha sonra Petrarca da eserden kütüphanesinde bu­
lundurmuş, eser üzerinde birçok not ve yorum bırakmıştır. Birçok
çalışmasında da, biyografilerden altıntılar yapmıştır. Söz konusu
kodeks (Pulda Codex) , Petrarca'dan sonra birçok İtalyan bilgininin
eline geçmiş, 1 628 yılında Bavyeralı Maximilian tarafından Roma'ya
gönderilmiştir ve kodeks burada Vatikan Kütüphanesi'ne girmiştir.
XVII. yüzyıl klasik fılologu lsaac Casaubon, Codex Palatinus adın­
daki kodekse yorum ve çizimler ekleyerek eserin ilk edisyonunu (edi­
tio princeps) yapmıştır ve bu, 1 603 yılında yayınlanmıştır. Ardından
161 1 yılında Hannover'da Flaman filolog Jan Gruter tarafından baş­
ka bir edisyon daha yapılmıştır. Bundan sonra, Fransız filolog Clau­
de Saumaise tarafından 1 620 yılında başka bir edisyon yayınlanmış­
tır. Bu ana kadar eser, Roma tarihi için bir kaynak olmaktan ziyade
metin kritiği ve yorumlanması için bir kitaptı. Tarihsel açıdan eserin
değerlendirilmesi ise bu tarihten sonra olmuştur. Hollandalı tarih­
çi Gerrit Janswon Vos (Gerardus Vossius) 1 627 yılında yayınlanan
tarih kitabı Historicis Romanis'de hem eserin verdiği tarihsel bilgiler
hem de biyografi yazarları üzerine yorum yapmıştır. Fransız tarih­
çi Lenain de Tillemont da eserden faydalanmıştır. XVIII. yüzyılda
ünlü tarihçi Edward Gibbon da biyografilerden yararlanmış ve eser­
de verilen yanlış bilgilere dikkat çekmiştir. XIX. yüzyılda Theodor
Mommsen dahi, biyografilerin şüpheli ve çoğu zaman güvenilmez
olmasına karşın esere çok sayıda not ve yorum katmıştır.

16
BİR DÜZENBAZIN ELİNDEN ÇIKAN
UYDURMA BİR METİN Mİ9

Tarih boyunca yazılan birçok kaynak, belli amaçlar doğrultusunda


yazılmış olması, yazarın bilerek veya bilmeyerek yanlış bilgi verme­
si, taraf tutması ve bir tarafı yüceltmek, diğer tarafı da kötülemek
istemesi, önyargı, bilgisizlik ve doğruluğunu teyit etmeden bazı bil­
gilere yer vermesi, propaganda, metinlerin bozulması, dini ve sosyal
durumlar gibi birçok sebepten tahrif olmuştur veya doğrudan güve­
nilmez kaynaklar olarak değerlendirilmiştir. Öteden beri Roma tarih
yazıcılığında Romalı yazarların kendilerini, soylarını ve devletlerini
yüceltmek ve karşı tarafı çoğunlukla kötü veya düşük görmek gibi
bir adetleri vardı. Mesela ünlü tarihçi Ticus Livius, eşi benzeri ol­
mayan çok değerli bilgiler vermesine karşın zaman zaman Roma' nın
mücadele ettiği diğer toplumlara karşı önyargılı yazmış, her ne ko­
şulda olursa olsun Roma'ya dair kötü bilgi vermekten çekinmiştir.
Büyük eseri boyunca bu her zaman geçerli olmasa da ve doğru bil­
giler de verse de yazarın bu eğilimi bilinen bir şeydir. İşte Historia
Augusta da bu eğilim veya teamülden etkilenmiş olabilir. Öce yandan
biyografilerin yazıldığı dönem, Livius' a göre çok daha karmaşık bir
dönemdir. Özellikle Hıristiyanlığın gittikçe yayıldığı ve paganlığın
da artık hakir görüldüğü ve hatta lanetlendiği bir dönemde yalnızca
Historia Augusta değil diğer kaynaklar da her zaman kuşku altında
kalmaktadır. Ne var ki biyografileri güvenilmez bir eser yapan bütün
bu dış etkenler değil, bizatihi eserin içindeki tutarsızlıklardır.
Historia Augusta ile günümüzde dahi halen sürmekte olan tar­
tışmaların fitilini, Theodor Mommsen' ın öğrencisi olan Hermann

17
RO M A i M PA RATO R L A R !

Dessau 1889'da ateşlemiştir. Ona göre Historia Augusta olarak bil­


diğimiz biyografiler, 1. Theodosius'un zamanında -MS iV. yüzyı­
lın sonları- imparatorun görevlendirmesiyle yazan tek bir yazarın
eseridir ve bunların Diocletianus ve Constantinus' a adanmalarının
edebi bir taktiktir. Dessau, Historia Augusta'da diğer biyografi ya­
zarı Aurelius Victor'dan ve Eutropius'tan faydalanıldığını düşüne­
rek böyle bir iddia ortaya atmıştır. Bu yazarlar da eserlerini yaklaşık
olarak 360 ve 369 yıllarında tamamlamıştı. Dessau'nun eseri altı
yazardan ziyade tek bir yazarın yazdığına dair iddiasının temelinde
ise eser boyunca gözlemlenen anlatım tarzındaki ve üsluptaki ben­
zerlik yatmaktadır, böylece Alman tarihçi yazarın altı ismin arkasına
gizlendiğini iddia etmiştir.4
Şunu unutmamalıyız ki 1889'da Dessau'nun ortaya attığı teori,
araştırmacıların Geç Antik Çağ ile ilgili bütün metin ve yazarlara
kuşku veya en azından temkinle yaklaştığı bir zamanda gelmiştir.
Dessau biyografilerin yaklaşık olarak 395 yılında tamamlandığını
tahmin etmektedir. Dessau' nun bu makalesi o gün bir şaheser ola­
rak tanımlandığı gibi bugün bile büyük değere sahiptir. Öte yandan
öğretmeni Theodor Mommsen eserin Constantinus ve Diocletianus
zamanında yazılmadığını kabul etmedi, ona göre biyografiler söz
konusu dönemde yazılmış, fakat MS iV. yüzyılın sonlarına doğru
başka bir editör vasıtasıyla bazı eklemeler yapılması suretiyle tekrar
bir araya getirilmiş ve gözden geçirilmiştir. Otto Seeck' e göre metin
daha geç bir tarihte, 407 yılında tamamlanmıştır. Hermann Peter
ise Seeck ile Dessau' nun görüşlerini reddederek eserin yazımının
330 yılında tamamlandığını iddia etmiştir. Bütün bu iddialar XIX.
yüzyılın sonlarına doğru ortaya atılmıştır ve bir sonraki yüzyılda
daha da büyüyecek olan tartışmalara yol açmıştır. 5
1 926 yılında İngiliz tarihçi Norman H. Baynes ise eserin son
pagan imparator lulianus' un saltanatına tekabül eden 362-3 yılla­
rında, imparatorun anayasal ve dini politikasına yardımcı bir propa­
ganda olarak yazıldığını iddia etmiştir. Bu iddia, lulianus' un fikirleri

4 Bu teori için bkz. Dessau 1 889: s. 337-392.


5 Mommsen, Seeck ve Peter'ın iddiaları için bkz. Momigl iano 1 954: s. 28.

18
H I S T O R I A A U GUSTA

ve geçmişteki pagan Roma'ya olan özlemi ve hayranlığı göz önünde


bulundurulduğunda oldukça muhtemeldir ve aslında diğer teoriler
kadar çok üstünde durulmamıştır. Bunun sebebi eser boyunca luli­
anus' a dair en ufak bir ipucunun olmayışıydı. Septimius Severus'un
biyografisinde 1 7 ila 1 9. yasaklar arasındaki bölüm, Aurelius Vic­
cor' un de Caesaribus adlı 36 1 yılında yazılan biyografisiyle neredeyse
aynıdır, o yüzden biyografi yazarlarının bu kaynaktan yararlanmış
olduğu ve eseri de Conscancinus ve Dioclecianus döneminde yaz­
mamış olduğu ve bir ihtimalle lulianus'un döneminde yazdığı dü­
şünülür.6 Öce yandan her iki biyografi eserinin yazar(lar)ı da bizim
bilmediğimiz başka ortak bir kaynaktan yararlanmış olabilir.
1 954 yılında İtalyan tarihçi Arnaldo Momigliano, Historia Au­
gusta' nın MS iV. yüzyılın başında mı yoksa sonunda mı yazıldığı­
nın cam olarak bilinemeyeceğini söylemekle birlikte, önemli olan
şeyin eserin yazıldığı yüzyıldaki siyasi ve sosyal durum olduğunu
belimi. Ona göre söz konusu dönemde iyice baskın hale gelen
Hırisciyanlığa karşı bu biyografiler, senatör sınıfının ve senatonun
ön planda, kehanet ve gizemlerle dolu geleneksel Roma dininin de
baskın olduğu, iyi hükümdar ve yöneticilerin görevde bulunduğu
ve Roma yazınında sık sık bahsedilen altın çağın hakim olacağı
döneme karşı duyulan özlemle yazılmıştır. Ayrıca Momigliano, bi­
yografileri tek yazarın mı yoksa alcı yazarın mı yazdığının da kesin
olarak bilinmesinin çok wr olduğunu fakat bu yazar(lar)ın kimliği­
ni gizlemeye çalıştığını söyledi.
Dessau'nun ileri sürdüğü teorinin ardından Yeni Zelandalı
Sir Ronald Syme ve Amerikalı Peter White 1 967 ve 1 968 yılın­
da tartışmalara başka bir boyut daha kazandırmıştır. Syme'a göre
Historia Augusta, kendisini alcı yazarın kimliği ardına gizleyen tek
bir kişi tarafından yazılmıştır. Ona göre eseri meydana getiren
kişi bir tarihçi değil düpedüz bir "yalancı" ve "dolandırıcı bir dil
öğretmeni" idi ve biyografilerin büyük bir kısmı da uydurmaydı.
Tarihleme konusunda ise eserin Diocletianus ve Conscancinus dö­
neminde değil, 395 ya da 396 yılında tamamlandığını öne süren

6 Bkz. Baynes 1 926.

19
R O M A İ M PA RATO R L A R I

Syme, Peter White ve Alan Cameron gibi diğer bilim insanlarıyla


birlikte biyografileri Hıristiyanlığa karşı bir pagan propagandası
olarak değerlendirir.7 Syme' ın ortaya attığı diğer iddia ise Hadri­
anus'tan Caracalla'ya kadarki biyografilerin kaynağının, MS 217
yılıyla sınırlı bizim bilmediğimiz başka bir kaynak olduğudur. Bi­
yografileri yazan yazarın ayrıca, çağdaşı olan ünlü tarihçi Ammia­
nus Marcellinus'u ve eserini de bildiğini iddia eden Syme, bugün
Ammianus' un günümüze ulaşmamış olan ve III. yüzyıl tarihi ve
imparatorlarını anlatan I. ile xıv. kitaplarına erişimi olduğunu fa­
kat bunlardan yararlandığına dair herhangi bir işaret bulamadığını
da aktarır. 8 White'a göre biyografilerde birçok kaynaktan yararla­
nılmıştır ve bu kaynakların da üslup farklılığı Historia Augusta'ya
doğrudan işlemiştir, bu yüzden eser boyunca üslup farklılığı gö­
rülmektedir, fakat Historia Augusta'nın tek bir y:\zarı vardır. Ay­
nı görüşte olan White ile Syme, Dessau' nun geleneksel teorisine
uyan bilim insanları arasındadır. 9
Biyografiler üzerine olan tartışmanın iyice alevlendiği v e ke­
sin olarak bir sonuca ulaşmadığı bu dönemde klasik yöntemlere
ek olarak bu sefer de, faydalı olacağı umularak bilgisayar analizi
yöntemine başvurulmuştur. 1 979 yılında lan Marriott, bilgisayar
analizi ve stilometri yöntemiyle metindeki cümle uzunluklarının
ve kullanılan kelimelerin benzer olduğunu öne sürerek, metni tek
bir yazarın yazdığını iddia etmiştir. Marriott'tan 1 7 yıl sonra aynı
yöntemle Historia Augusta üzerine çalışan Penelope J. Gurney ve
Lyman W Gurney' e göre ise biyografileri tek bir yazar değil, elyaz­
malarındaki geleneksel bilgi gibi altı farklı yazar yazmıştır. Bunun
ardından 1 998 yılında Emily K. Tse, Fiona J. Tweedie ve Bernard
Frischer'ın yaptığı analize göre yapısal sözcüklerin kullanımının
değişken olması metni birden fazla yazarın yazmış olabileceğini
ortaya koydu. Son olarak 20 1 6 yılında Justin A. Stover ve Mike
Kestemont' un stilometri çalışmasına göre biyografiler, stilometri

7 Syme 1 968a: 2 1 2; Cameron 1 968: 1 7, 1 9; White 1 967: s. 1 1 5 - 1 33.


8 Syme 1 968a: s. 25-7 1 , 92-93; Syme 1 968b: s. 497-502; Syme 1 972; s. 1 24-1 25.
9 Bkz. Syme 1 968a: s. 72- 22 1 ; Syme 1 968b: s. 494-502; White 1 967: s. 1 1 5- 1 33.

20
H I S T O R I A A U G U S TA

analizi için oldukça karışık bir yapıda olmasına karşın en azından


iki farklı yazardan kesin olarak bahsedebiliriz. Söz konusu makale­
de yapılan ayrıma göre meşru imparatorları farkl ı , tahtta hak eden
veya meşru olmayan imparatorları da başka bir yazar yazmıştır, bu
da muhtemelen metne daha sonradan başka bir yazar veya editör
vasıtasıyla müdahale ve eklemeler yapıldığı ihtimalini kuvvetlen­
dirmektedir. 10
Eğer biyografiler, elyazmalarındaki geleneksel bilginin tersine
tek bir yazara aitse yazar neden kendisini altı farklı isimde gizledi
veya gizleme ihtiyacı hissetmiş ve kitabını neden daha erken ya­
zılmış gibi göstermişti? Biyografilerde senatoya ve Roma'nın kla­
sik pagan özelliklerine sempati duyan bir anlatım vardır, miras
yoluyla babadan oğla geçen (bazen de meşru imparatorun evlatlık
edinmesiyle başkasına geçen) imparatorluk rej imine, ordunun çı­
kardığı isyan ve savaşlara ve ordu mensuplarının sık sık tahtta hak
iddia etmelerine karşı da bir eleştiri vardır. Böylece gizli bir şekil­
de Hıristiyanlığa ve imparatorluk sarayına bir eleştiri yapılıyor gibi
görünmektedir. Bu nedenle Historia Augusta bazı araştırmacılar ta­
rafından, Hıristiyanlığa karşı pagan propagandası yapan bir eser gibi
görülür. 11 Syme ve Cameron bu iddiaya göre biyografılerin impara­
tor 1. Theodosius döneminde yazıldığını kabul etmektedir. Bilindiği
gibi Theodosius, 380 yılında çıkardığı fermanla Hıristiyanlığı devlet
dini ilan etmesi, 39l'de de bütün tapınakları kapatması, pagan
kültlerini yasaklaması ve Hıristiyanlığı reddedenlere idam cezaları
vermesiyle paganlığa resmen savaş açmış bir imparatordu. Pagan
temalarla dolu bir eseri imparatorun döneminde açık açık yazmak
pek mümkün olmasa gerek. İşte bu yüzden biyografilerin yazarı,
böyle bir şey yapmış olabilirdi.
Günümüzde Dessau' nun başlattığı ve Syme' ın devam ettirdiği
bu görüşler, stilometri çalışmalarına rağmen halen baskın olan gö­
rüşlerdir. Roma edebiyatında ve yazınında bir yazarın kendi kimliğini

10 Marriott 1 979: s. 65-77; Gurney-Gurney 1 996: s. 1 23- 1 25; 1 997: s. 74-76; 1 998a:
s.1 0 5- 1 09; 1 998b: s. 1 1 9- 1 3 1 .
11 Syme 1 968a: 2 1 2;·Cameron 1 968: 17, 1 9.

21
RO M A i M PARAT O R L A R I

gizlemesi pek rastlanır bir şey değildir, fakat bu konuda bir başka
örnek bizzat Historia Augusta'da bulunur. Buna göre Hadrianus
kendi biyografisini yazmıştı ve bu kitabı eğitimli azatlılarına vere­
rek kendi adlarıyla yayınlamalarını emretmişti. İmparatorun azat­
lılarından biri olan Trallesli (Aydın) Phlegon bir kitap yazmıştı ve
bunun Hadrianus'un kitabı olduğu söyleniyordu. İmparatorun tam
olarak neden böyle yaptığı bilinmese de, Hadrianus'un döneminde
bizzat devlet eliyle Hıristiyanlık baskısı olmadığı düşünüldüğünde,
Theodosius'un döneminde baskıcı ortamda bu türden bir gizle­
me yapılmış olması kesinlikle olanaksız değildir. Historia Augus­
ta'yı kim yazmış olursa olsun, içindeki bilgiler de ne kadar şüpheli
olursa olsun bu biyografiler imparatorluk tarihi ile ilgili son derece
önemli bir kaynaktır ve daha fazla incelenmeye gerek duymaktadır.
Şunu unutmamalıyız: Biyografiler her halükarda Hıristiyanlığın
gittikçe baskın olduğu bir dönemde yazılmıştır ve Roma tarihi için
Geç İmparatorluk Dönemi olarak adlandırılan bu dönemde kay­
nakların birçoğunda zaman zaman şüpheli bilgiler bulunmaktadır.
Bu, geç dönem kaynakların karakteristik bir özelliğidir ve bu kay­
naklar klasik dönemlere nazaran halen çok daha az çalışılmaktadır.
Mesela Eusebius'un ünlü biyografisi Constantinus'un Hayatı ha.len
güvenilirliği ve içerisindeki belgeler dolayısıyla şüphelidir ve sor­
gulanan bir metindir. Öte yandan Historia Augusta bir Hıristi­
yan yazarın değil, pagan yazarın eseridir. Fakat MS iV. yüzyıl gibi
özellikle dini ve siyasi açıdan son derece çalkantılı bir dönemde
yazılmış olduğu için bu döneme özgü değerlendirmeler, yanlış
yorumlar, taraflı bakış açıları ve hatta iftiralardan da etkinlenmiş
bir üsluba sahiptir. Bütün bu bilgiler göz önünde bulunduruldu­
ğunda metne dair yorumlar biraz daha açık olabilir. Buna karşın
çevirisini sunduğumuz ilk ciltteki biyografiler yani Hadrianus, Ae­
lius, Antoninus Pius, Marcus Aurelius, Lucius Verus, Commodus,
Pertinax, Oidius Iulianus, Septimius Severus, Pescennius Niger ve
Clodius Albinus'un hayatları, diğer iki ciltteki biyografıler arasında
görece daha güvenilir olanlarıdır.

22
H I S T O R I A A U G U S TA

Çeviri Yöntemi
Latinceden Türkçeye bir bütün bilinde ilk kez tercümesi yapılan bu
eserin çevirisinde, Loeb serisinde üç cilt bilinde 1922,24 ve 32 yıl­
larında yayımlanan The Scriptores Historiae Augustae adlı edisyondan
faydalanılmıştır. Metin boyunca görülen bazı boşluklar ve eksikler
çeviride olduğu gibi bırakılmış, ayrıca yazarların üsluplarına müm­
kün olduğunca bağlı kalınarak cümleler daha basit hale getiril­
miştir. Söz konusu edisyonda verilen dipnotlardan faydalanılmış,
bunların bazıları çevirideki dipnotlarda L. kısaltmasıyla verilmiş­
tir. Ayrıca metin boyunca faydalanılan antik kaynaklar, Oxford
Classical Dictionary, 4. Ed. içerisindeki kısaltma listesine uyarak kı­
saltılmış hilde verilmiş, bu kaynaklar ve kaynaklar için yararlanılan
edisyonlar da Kaynakça kısmında verilmiştir. Metindeki Latince ve
Eski Yunanca terminolojiye, Türkçede karşılıkları olmadıkça sadık
kalınmıştır. Yer ve bölge isimlerinin transliterasyonu, günümüzde
yoğun şekilde kullanıl�lar haricinde orijinal hiliyle verilmiştir. Ro­
ma takvimine uygun şekilde verilen tarihler günümüzdeki takvime
uyarlanarak verilmiştir. Ayrıca başka yazarlarda değil de bu metinde
yer alan bazı edebi yazılar, orijinal dili ve çevirisiyle beraber sunul­
muştur. Okuyucu ve araştırmacıların dikkatine sunulan bu çeviri
çalışmasındaki bütün olası hatalar ve eksiklikler tarafıma aittir.

Samet Özgüler

23
HADRIANUS
Yazan: AELIUS S PA RTIA N U S

1. İmparator Hadrianus'un soyu eskilerin Picenum bölgesi olan İs­


panya'dan gelir. Zira Hadrianus kendi otobiyografisini yazdığı ki­
tabında 1 atalarının Hadria'dan2 geldiğini ve Scipioların zamanında
Italica' ya3 yerleştiklerini belirtir. Hadrianus'un babası, imparator
Traianus'un kuzeni olan Afer soyadlı Aelius Hadrianus idi, annesi
ile Gades4 doğumlu Domitia Paulinaydı. Kız kardeşi, Servianus'un
karısı olan Paulina, karısı Sabinaydı; dedesinin dedesi ise ailesinden
ilk Roma senatörü olmuş kişi Marullinus idi.
Hadrianus, Vespasianus'un yedinci ve T itus'un beşinci kon­
süllüğüne denk gelen yılın 25 ocak günü Roma'da doğdu.5 10 ya­
şında babasını kaybeden Hadrianus, o zaman praetof' ve gelecekte

İ mparator Hadrianus, kendi yapcıklarını ve hayacını anlaccığı bir otobiyografi yaz­


mışcır fakac bu çalışması kayıpcır.
2 Picenum (bugün Abruzzo) bölgesindeki, bugünkü Acri.
3 Baecis (Quadalquivir) Nehri civarı, Sevilla'nın 9 km. kuzeybacısında yaklaşık
olarak 206. yılında Publius Cornclius Scipio Africanus carafından kurulan Roma
şehri. Caesar veya Auguscus zamanında bazı haklar elde eden şehir, Hadrianus
carafından da kolonileşcirilmişcir. L.
4 Bugünkü Cadiz.
5 Mecnin hemen giriş kısmında Hadrianus'un ailesinin lcalica kökenli olduğu ve
aşağıda, il. Pasajda da memlekecine (lcalica) döndüğü söylense de burada Roma'da
doğduğunun bclircilmesi, mecin boyunca hem carihi hem de yazınsal birçok yanlı­
şın olduğuna dair ilk kanıccır.
6 Traianus, 85 yılında praetor olmuşcu.

25
R O M A i M PARAT O R L A R I

imparatorluk tahtına geçecek olan kuzeni Ulpius Traianus'un ve bir


adı sınıfı mensubu olan Caelius Attianus'un7 himayesine girdi. O
andan itibaren büyük ölçüde Yunan sanaclarına8 kendini adadı, bu
konuya fıtraten öylesine yatkındı ki bazıları tarafından "Küçük Yu­
nan" diye anılıyordu.

il. Hadrianus on beş yaşına geldiğinde memleketine döndü ve der­


hal askerlik görevine başladı. Avcılık yapmaya o kadar düşkündü
ki sırf bu sebepten Traianus onu memleketinden geri çağırdı ve
kendi oğluymuş gibi yetiştirdi. Hadrianus çok geçmeden miras
mahkemesinin on yargıcından biri yapıldı9 ve daha sonra da il.
Lejyon'un tribunusu, yani Adiucrix10 oldu. Bunun sonrasında, Do­
mitianus'un saltanatının son zamanlarında Aşağı Moesia11 eyaletine
nakledildi. Rivayete göre Hadrianus burada, bir astroloji uzmanı
olan büyük amcası Aelius Hadrianus tarafından daha öncesinden
yapıldığını bildiği, gelecekteki gücüne dair olan kehaneti başka bir
astrologdan da işitmiştir. Nerva, Traianus'u evlatlık edindiğinde
Hadrianus, ordusunu tebrik etmek için gönderildikten sonra Yu­
karı Germania'ya12 sevk edildi. Nerva öldüğü zaman13 Hadrianus
haberleri ilk veren kişi olmak için hızla Traianus'a giderken üvey
kardeşi Servianus tarafından alıkonuldu. Servianus, Hadrianus'un
müsrifliğini ve biriken borçlarını ifşa eden ve böylece Traianus'un

7 Caelius ismi ya metnin kopya edilişi sırasındaki hatadan ya da doğru bilgi veril­
memesinden ötürü yanlıştır. isim Acilius Aıcianus olmalıydı. Acilius, Traianus'un
zamanında muhafız alayı komutanıydı ve Hadrianus'un tahta çıkmasında büyük
payı olan biriydi. L.
8 Retorik, edebiyat ve şiir.
9 Decemviri stilitibus iudicandis adındaki bu yargıç heyeti, Cumhuriyet Dönemin­
de kişilerin özgürlük haklarıyla ilgili davaya bakıyordu. Fakat imparator Augustus
zamanında miras davalarına bakmaya başladılar. Bu makam, Roma'daki kamu gö­
revleri basamaklarının (cursus honorum) ilkiydi. L.
1O Vespasianus tarafından bahriye yardımcı birliklerinden (auxilarii) toplandığı için
bu ismi almıştır.
11 Balkanların güneydoğusundaki, bugün Tuna Nehri'nin güneyinde kalan Bulgaris­
tan ve Romanya topraklarını içeren Roma eyaleti; Moesia lnferior.
12 Bugün Almanya' nın güneybatısını, lsviçre' nin batısını ve Alsas bölgesini kapsayan
Roma eyaleti; Gennania Superior.
13 97 yılı.

26
H I S TO R I A A U G U S TA

ona nefret duymasını sağlayan kişiydi. Hadrianus, at arabası kastılı


olarak bozulduğundan daha uzun bir süre boyunca alıkonulmasına
karşın yayan bir şekilde yola devam etti ve Servianus'un özel muh­
birinin önüne geçti. Artık Traianus'un sevgisini kazanmıştı, ne var
ki Traianus'un büyük değer verdiği paedagog14 çocuklar sayesinde,
Gallus'un destek verdiği . . . kurtulamadı. 15 Hadrianus o zaman bile
imparatorun kendisine karşı tutumu hakkında endişeliydi ve Vergi­
lius'tan gelen şu kehaneti düşünüp duruyordu:

Kimdir orada duran, zeytin dallarıyla göze çarpan


Kutsal şeyleri taşıyan? Tanıyorum onu ak saçından
Sakalından, Roma'nın kralıdır o; Romayı yasalarla
En başında kuran, küçük Curia'n ın yoksul topraklarından gelen
Büyük bir hükümranlık kurandır o, ardından yükselecek . 16 . .

Başkalarının söylediğine göre bu kehanet ona Sibil Kehanetleri'n­


den17 gelmiş. Dahası, gelecekteki imparatorluk gücüne dair Nicepho­
rium'daki18 lupiter Tapınağı'ndan gelen ve Platoncu Suriyeli Apollo­
nius'un kitabında yer verilen başka bir üstü kapalı bildiri de almıştı.
Hadrianus en sonunda, Sura'nın19 destekleri sayesinde Traianus'un
dostluğunu hiç olmadığı kadar fazla şekilde kazandı ve imparatorun
kız kardeşinin kızı20 ile evlendi. Bu evliliği Plotina21 desteklemişken,
Marius Maximus'un22 söylediğine göre Traianus hiç istememişti.

14 Çocukların eğicimiyle ilgilenen köleler.


15 Çeviriye esas alınan edisyonda bu kısım boşrur.
16 Roma'nın iyi olarak anılan krallarından Numa Pompilius'a adanmış bu dizeler için
bkz. Am. VI. 808-8 1 2.
17 Yunaniscan'dan Güney ltalya'ya geldiği düşünülen kahin kadınların kehaneclerinin
coplandığı kicaplar.
18 Bugünkü Nusaybin ile Harran arasında aynı isimde bir bölge daha olsa da büyük
ihcimalle bugünkü Bergama (Pergarnon) yakınlarındaki bölge.
19 Lucius Licinius Sura, Traianus' un yakın çevresinden üç kez konsüllük yapmış se-
natördü. Ayrıca Dada savaşlarında da komucanlık yapmışcı. L.
20 Traianus'un kız kardeşi Marciana'nın kızı Vibia Sabina.
21 Traianus'un karısı.
22 MS III. yüzyılın başında, kendisinden önceki biyografi yazarı Sucıonius'un On
iki Caesar adlı biyografisini devam ecciren ve Nerva'dan Elagabalus' a kadar kendisi

27
R O M A i M PARAT O R L A R I

111. Traianus'un dördüncü, Articuleius'un birinci konsüllüğüne te­


kabül eden yıl23 quaestorluk24 yaptı. Görevini yürütüyorken bir gün
imparatorun bir konuşmasını senatoya okudu ve taşralı aksanı yü­
zünden kendisine gülündü. Bunun üzerine Hadrianus dilde üst se­
viye yetkinlik ve akıcılık kazanana kadar kendisini Latinceye verdi.
Quaestorluk görevinden sonra senatonun icraatlarını denetleme gö­
revini yaptı25 ve akrabalıkları dolayısıyla Traianus'a Dacia Savaşı'n­
da26 eşlik etti. Bizzat kendi belirttiğine göre Traianus'un alışkanlık­
larını benimseyerek fazlasıyla şarap sever birisi oldu ve bu sebepten
ötürü Traianus tarafından büyük ödüllere layık görüldü. Candidus
ve Quadratus'un ikinci konsüllüklerindeki yılda27 pleb tribunusu28
oldu ve bu görevi sırasında kendisine daimi tribunus yetkisi verildi­
ğine dair bir kehanet edildiğini iddia etti; zira imparatorların giyme­
diği fakat pleb tribunuslarının giydiği pelerini yağmurlu bir havada
kaybetmişti. O tarihten bugüne imparatorlar sivil halkın önüne
pelerin olmadan çıkarlar. Traianus, 11. Dacia Savaşı'nda29 onu Mi­
nervia lakaplı 1. Lejyonun komutasına atadı ve kendisiyle beraber
savaşa götürdü. Hadrianus bu savaşta çok sayıda dikkate değer ey­
lemiyle büyük ün kazandı. İşte bu sebepten kendisine, Traianus'un
bizzat Nerva'dan aldığı bir elmas sunuldu ve Hadrianus bu ödülle

de on iki tane imparator biyografisi yazmış olan yazar. Eseri kayıp olsa da Historia
Augusta içinde kullanılan esas kaynaklardan biridir ve metin boyunca birçok kez
kendisine atıf yapılmıştır.
23 1 0 1 yılı.
24 Mali işlerle ilgilenen kamu görevlisi.
25 Curator actorum senatus veya curator ab actis senatus olarak bilinen bu görevli, se­
natonun işlem ve icraatlarının kaydını tutuyordu.
26 Traianus'un yürüttüğü 1. Dacia Savaşı 1 0 1 - 1 02 yılında gerçekleşti. Traianus'un fe­
tihleriyle, bugünkü Romanya, Moldova, Bulgaristan ve Ukrayna'nın topraklarının
bir kısmını kapsayan Dacia bölgesi Roma eyaleti olmuştur.
27 1 0 5 yılı.
28 Cumhuriyet Döneminde pleb (avam) kesimini temsil etmesi için seçilen ve veto
etmek ve yasa tasarısı sunmak gibi son derece önemli yetkileri olan bu görev, Au­
gustus'un imparatorluk rejimi ile artık lağvedilmesine rağmen imparatorlar tara­
fından ismen de olsa devam ettirilmiştir. Bu yetki, imparatorların sivil yetkilerini
temsil ediyordu.
29 1 0 5- 1 06 yıllarında.

28
H I STO R I A A U G U S TA

tahta geçme umutlarını artırdı. 30 Suburanus ve Servianus'un ikinci


konsüllüğünde31 praetorluk görevini yaptı ve oyunlar düzenlemek
üzere Traianus'tan iki milyon sestertius32 aldı. Daha sonra muhafız
alayı komutanı olarak, Sarmadan bastıracağı Aşağı Pannonia' ya33
gönderildi, askeri disiplini muhafaza etti ve istedikleri gibi kendi
yetkilerinin dışına çıkan procuratorları34 dizginledi. Hadrianus bu
hizmetlerinin karşılığında konsül35 yapıldı. 36 Bu görevini ifa ediyor­
ken Sura'dan, Traianus tarafından evlatlık edinileceğini öğrendi ve
böylece Traianus'un dostlarının küçümsediği ve önem vermediği
biri olmaktan çıktı. Gerçekten de Suca'nın ölümünden sonra, özel­
likle de imparatora hazırladığı söylevlerden ötürü Traianus'un Had­
rianus'a karşı dostluğu arttı.

ıv. Hadrianus, Plotina'nın da desteğini kazandı ve Plotina' nın ken­


disine düşkünlüğü sayesinde daha sonra Parchlara karşı yapılan
seferde37 imparatorun legatusu38 olarak atandı. Aynı zamanda, her
ikisi de senatör atlı sınıfı mensubu olan Sosius Papius ve Platori­
us Nepos'un ve ayrıca üçü de atlı sınıfı mensubu olan Attianus'un

30 M Ö 23 yılında hastalanan imparator Augusıus, elmas yüzüğünü Agrippa'ya ver­


miş ve onu bir nevi halefi yapmıştı. Bu, daha sonra bir bakıma gelenek halini
almıştır. L.
31 Büyük ihtimalle metinde veya elyazmalarında kaynaklanan bir haca bulunuyor.
Söz konusu yıl 1 07 olmalıydı, bu yıldaki konsüller ise Sura ve Senecio idi.
32 Cumhuriyet Döneminde çeyrek denarius olan gümüş sikke, Augusıus'un refor­
muyla bakır olarak üretilmeye başlanmıştır.
33 Pannonia, Tuna Nehri'nin kuzeyinde bugünkü Macaristan, Doğu Avusturya,
Kuzey Hırvatistan, Kuzeybatı Sırbistan, Kuzey Slovenya, Bacı Slovakya ve Kuzey
Bosna-Hersek'i içeren bölge. Traianus'un fetihleriyle aşağı ve yukarı olarak ikiye
ayrılmıştır. Aşağı Pannonia, bugünkü Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan ve Bos­
na-Hersek'i içeren Tuna sınırıdıt.
34 Bir imparatorluk eyaletinde vergilerin ve diğer hasılat kaynaklarının toplanmasın­
dan ve bunların hükümdar hazinesine aktarılmasından sorumlu görevli. L.
35 Cumhuriyet Döneminde dictator (diktatör) olmadıkça e n üst seviye devlet görev­
lisi. i mparatorluk döneminde eski gücü ve saygınlığı kalmasa da formalite de olsa
devam ettirilmiştir.
36 1 08 yılında.
37 1 1 4 yılında.
38 Eyalet valisi veya ordu komutanı.

29
RO M A i M PA RATO R L A R I

-eskiden kendi muhafızıydı-, Livianus'un ve Turbo'nun dostlukla­


rını kazandı. Hadrianus'un ezeli düşmanları ve daha sonra bizzat
intikamını aldığı kişiler olan Palma ve Celsus imparatorluk tahtına
göz diktikleri yönünde şüphe çekince kendisinin evlatlık durumu
artık garanti edilmişti; bu konumu, Plotina'nın desteğiyle ikinci kez
konsül seçildiği zaman tamamen sağlamlaştırıldı. Hadrianus't.ın,
Traianus'un azatlılarına rüşvet verdiği, mahkemelere sürekli katıl­
dığı sırada imparatorun en gözde yakınlarına karşı yolsuzluk ve kur
yaptığı da gerçek olma ihtimali çok yüksek söylentiler arasındaydı.
Hadrianus, Suriye' nin39 valisiyken Ağustos ayının dokuzuncu
günü40 Traianus tarafından evlat edinildiğini öğrendi ve daha sonra
bu günün evlatlık edinilmesinin yıl dönümü olarak kutlanmasını
emretti. 11 Ağustos günü Traianus'un ölüm haberini aldı ve bu
günü de tahta çıkışının yıl dönümü olarak belirledi.
Hiç şüphesiz şöyle yaygın bir düşünce vardı ki Traianus, birçok
dostunun da onayıyla halefı olarak Hadrianus'u değil Neratius Pris­
cus'u41 bırakmıştı. Hatta bir keresinde Priscus'a şöyle demişti: "Artık
bana ciddi bir şey olursa, eyaletleri sana emanet ediyorum". Aslında
birçok kişi, Traianus'un Makedon İskender'in42 emsalini takip ede­
rek ardında bir halef bırakmadan ölmeyi amaçladığını söyler. Y ine
birçok kişiye göre Traianus, eğer başına bir şey gelecek olursa onlar­
dan Roma İmparatorluğu'na bir hükümdar tayin etmesini dileyerek
ve aralarından en iyisini seçecekleri bazı isimler vererek senatoya bir
konuşma yapmak istemişti. Hatta başka bir söylentiye göre Had­
rianus, Plotina'nın entrikaları sayesinde ancak Traianus'un ölümü
sırasında evlat edinilmişti; zira kadın, imparatoru taklit edebilecek
birini istemiş ve zayıf bir tonda konuşmuştu.

39 M Ö 1. yüzyılda Pompeius'un seferleri sonucu ele geçirilen Suriye bölgesi (Syria)


bir Roma eyaleti olarak bugün Türkiye'nin Anıakya bölgesini kapsayan güneydoğu
bölgesi, Suriye'nin baıısı ve kuzeyi ile Lübnan'ı da kapsıyordu.
40 1 1 7 yılında.
41 Lucius Neraıius Priscus, önemli bir hukukçuydu ve Traianus'un divan üyelerinden­
di. Bazı çalışmaları, imparaıor lusıinianus'un hukuk meıinlerini derlettirdiği Diges­
ta'da korunmuşıur. Priscus, daha sonra Hadrianus'a danışmanlık da yapmışıı. L.
42 Büyük lskender.

30
H I S T O R I A A U G U S TA

V. Hadrianus imparatorluk gücüne kavuşur kavuşmaz derhal ilk


imparatorların ilkelerini benimsedi43 ve bütün dikkatini dünyada­
ki barışın sürdürülmesine verdi. Zira Traianus'un boyunduruk al­
tına almış olduğu toplumlar ayaklanmaya başlamıştı; Mağrubiler
akınlar düzenliyor, Sarmadar savaş açıyor, Britanyalılar Roma bo­
yunduruğunda tutulamıyor, Mısır ayaklanmalarla karışıyor ve son
olarak da Libya ve Filistin de isyankar özelliklerini gösteriyordu.44
Bunun üzerine Hadrianus Fırat'ın ve Dicle'nin doğusundaki bütün
fetih hareketlerini terk etti. Boyunduruk altına alınamadıkları için
Makedonların özgür bırakılması gerektiğini söylemiş olan Cato'yu
örnek almıştı.45 Traianus'un Parthlara kral olarak atadığı Parthama­
siris'i4 6 de civardaki diğer kavimlerin kralı yaptı, çünkü bu adamın
Parthların nezdinde öyle çok değeri olmadığını görmüştü.
Hadrianus, daha en başından itibaren ılımlı olmak istediğini
gösterdi; saltanatının ilk günlerinde Attianus ona, imparatorluk
tahtına çıkmasına muhalefet ederse şehrin başkanı47 olan Baebius
Macer'i,48 o zamanlar imparatorluk tahtında gözü olduğu şüphe­
siyle bir adaya sürgüne gönderilmiş olan Laberius Maximus'u49 ve

43 lmparacor Augustus'un sınırların içindeki imparacorluk copraklarını elde cucma poli­


cikası vardı ve bu sınırlar, Ren, Tuna ve Fırac nehirlerinin oluşrurduğu doğal sınırlar­
dı. Traianus, Auguscus'un bu policikasını Dacia, Armenia, Mewpocamya ve Assyria
bölgelerine düzenlediği seferlerle terk etmiş ve yayılmacı politikaya geçmişti. Hadri­
anus ise Traianus' un cersine cekrar Augusrus' un savunmacı policikasına dönmüşcür.
44 Mısır'da ve Doğu Akdeniz bölgesinde özellikle Yahudilerin ayaklanmaları vardı.
Bkz. Dio LXVIII. 32.
45 Makedon Kralı Perseus'un ölümünden sonra Yaşlı Caco, M Ô 1 67 yılinda senacoya
verilen bir söylemde böyle bir cavsiyede bulunmuş ve Roma, Makedonya'yı dört
bağımsız bölgeye bölmüşcür. L.
46 Kaynakta bir yanlışlık olmalı; Parthamasiris Armenia kralıydı. Burada söz konusu
olan kral Parchamaspaces olmalıydı. Bu prens Parth kralı olan kuzenini bırakıp
Parth Savaşında Traianus' un tarafında yer almış, imparacorun l l 7 yılındaki za­
ferinden sonra da kral yapılmışcı. Parthlar onu tahttan indirince Hadrianus, bir
süreliğine de olsa onu Osrhoene'de kral yapmışcı. bkz. Dio, LXVIII. 30-33. L.
47 Praefectus urbiJ. Roma şehrinin idaresinden mesut görevli, ayrıca komutasında kü­
çük de olsa bir askeri birlik vardı.
48 Genç Plinius'un dostu ve mektup arkadaşı idi. Bkz. EpiJt. III. 5. L.
49 Manius Laberius Maximus görünüşe göre Dacia Savaşında yer almış ve 1 03 yılında
ikinci kez konsül seçilmişti. i mparatorluk tahtına göz dikmesine dair bir şey bilin­
miyor. L.

31
RO M A i M PA RATO R L A R I

Crassus Frugi'yi50 idam etmesini mektup yazarak tavsiye etmesine


karşın yine de hiçbirine zarar vermedi. 5 1 Bununla birlikte daha son­
raları, Hadrianus böyle bir emir vermemesine karşın procuratonı,
bir ayaklanma başlatmaya niyetlendiği gerekçesiyle adayı terk et­
meye çalıştığı zaman Crassus'u öldürmüştü. Hadrianus saltanatına
iyi bir başlangıç yapabilmek adına askerlerine çifte ikramiye verdi.5 2
Lusius Quietus'u,53 yönetmekte olduğu Mağrubi kavimlerin komu­
tasından azletti ve sonrasında onu ordudan çıkardı, çünkü ondan
imparatorluk tahtına dair planları olduğu yönünde şüphelenmişti.
ludaea'ya54 boyun eğdirdikten sonra ise Mauretania'daki55 ayaklan­
mayı bastırması için Marcius Turbo'yu görevlendirdi.
Hadrianus bunları yaptıktan sonra, Attianus, Plotina ve Matidia' nın
refakat ettiği Traianus'un naaşını incelemek üzere Antiochia'dan56 yola
çıktı.57 İmparator bunları aldı ve gemiyle Roma'ya gönderdikten sonra
Antiochia'ya geri döndü. Ardından Catilius Severus'u58 Suriye'nin valisi
olarak atadı ve Illyricum'dan59 geçerek Roma'ya geldi.60

50 Gaius Calpurnius Piso Crassus Frugi Licinianus, Nerva'ya komplo kurmuş ve


Tarencum' a sürgüne gönderilmişti. Daha sonra bu sefer Traianus' a karşı komplo
kurduğu gerekçesiyle yargılanmış ve idam edilmiştir. Bkz. Dio LXVIII. 3, 1 6.
5 1 Eser burada Hadrianus'un imparator olduğu zamana dair bir anlatıya geçerek kro­
nolojik sırayı bozuyor. Bu tür kronolojik düzensizlik, eser boyunca yer yer tekrar
edecektir.
52 Roma'da imparatorlar tahta çıktıklarında askerlere ve halka para dağıtıyordu, Os­
manlı Dönemindeki cülus bahşişi de buna benzer bir uygulamaydı.
53 Traianus'un Panh Savaşında komutan olan Mağrubi. Savaştan sonra Traianus onu
ludaea'nın valisi olarak atamıştı. Daha sonra Hadrianus'a karşı komplo kurduğu
yönünde suçlanmış ve idam edilmiştir. L.
54 Yahudiye bölgesi, Samarya, Edom ve Yahudiye bölgelerini kapsayan Roma eyaleti.
5 5 Kuzey Afrika'da bugünkü Cezayir ve Fas'ın kuzeyini içeren bölge; Mağrip bölgesi.
56 Bugünkü Antakya.
57 Traianus, Kilikya'daki Selinus'ta (Gazipaşa) ölmüştü ve cesedi muhtemelen Seleu­
cia'ya (Silifke) götürülmüştü. İ mparatorun cesedi burada yakıldı ve külleri Ro­
ma'ya gönderildi. L.
58 Lucius Catilius Severus, Genç Plinius'un dostu ve mektup arkadaşıydı. 1 20 yılında
ikinci kez konsül oldu, sonrasında Küçük Asya'da prokonsül oldu ve 1 38'de de
Roma şehir başkanlığı yaptı. Marcus Aurelius'un büyük dedesiydi. L.
59 Tuna'nın güneyindeki bölge; Traianus'un zamanında Dalmatia/Illyria ve Pannonia
olarak farklı eyaletlere bölünmüştü.
60 Hadrianus, 1 1 8 yılında Roma'ya ulaşmıştı.

32
H I S T O R I A A U G U S TA

VI. Hadrianus senatoya son derece uygun bir mektup göndererek


Traianus'a tanrısal onurların verilmesini istedi. Bu isteğini oybir­
liğiyle elde etti; aslında senato bu onurları vermeyi Hadrianus'un
istememiş olduğu kadar istiyordu. Ayrıca Hadrianus bu mektubun­
da, askerlerin kendisini imparator ilan etmek için yakışık almayan
bir şekilde acele etmesinin, devletin bir imparatorsuz yapamayaca­
ğı inancından kaynaklandığını açıklayarak tahta çıkışına dair karar
verme hakkını senatoya bırakmadığı için özür diliyordu.61 Daha
sonra senato, Traianus' a verilmesi gereken zafer alayı hakkını62 ona
teklif ettiğinde bunu reddetti ve merhumun heykelinin, imparator­
ların en iyisi ölümünden sonra bile zafer alayı onurundan mahrum
kalmasın diye, zafer alayında geçen bir at arabasında sergilenmesini
sağladı. Ayrıca, Augustus'un bile hayatının ancak son dönemlerinde
bu unvanı elde ettiğini mazeret göstererek kendisine tahta çıktığın­
da ve daha sonrasında da teklif edilen "Vatanın Babası" unvanını
reddetti.63 Geçit töreni için toplanacak taç parasında İtalya'nın pa­
yından vazgeçti, 64 eyalederinkini azalttı ve kamu hazinesinin zor­
luklarını yerinde ve dikkatli bir şekilde ortaya çıkardı.

61 Söz konusu dönemde ordunun birini imparator olarak selamlaması/ilan ecmesi,


imparacorluk yeckisi için güçlü bir fiili iddia olsa da, formalice de olsa imparator­
luk yetkisini (imperium) senato veriyordu. Senato, Cumhuriyec Döneminde muc­
lak güce sahip meclisci. Hadrianus, kendi döneminde eski gücü ve icibarı kalmasa
da yine de bazı çıkarları için senatoya karşı özür dilemişci.
62 Bir komucan veya imparacor büyük zafer elde eniğinde kendisine senaco carafın­
dan zafer kudamaları düzenlemesi hakkı veriliyordu (criumphus) ve bu, büyük bir
şerefci.
63 Yacanın Babası {Pacer Pacriae) unvanı ilk olarak M Ö 386 yılında, Roma'yı Galya­
lılardan kurcaran Marcus Furius Camillus'a verilmişci. Sonrasında, devleci Cacili­
na'nın komplosundan kurcaran Cicero'ya M Ö 63'de, Caesar'a da M Ö 45 yılında
verilmişci. Auguscus, imparator oldukcan yaklaşık 25 yıl sonra M Ö 2 yılında bu
unvanı almışcı, fakac imparator MS 14 yılında ölmüşcür. Tiberius'a da bu unvan
ceklif edilmişci fakat o bunu reddetmişti, Hadrianus ise bu unvanı 1 28 yılında
kabul ecmişcir. Aynı şekilde imparatorlar Pius ve Marcus Aurelius da bu unvanları
ilk başta reddetse de sonra kabul edecekci.
64 Zafer alayı düzenleyen komucan/imparacorun kafasının üzerinde cuculan alem caç
için coplanan para. Bu cür bağışlar ilk önce isceğe bağlı olsa da sonradan wrunlu
ha.le gelmişcir. Auguscus bu paranın coplanmasını iscememişci, fakac ondan sonraki
çoğu imparacor böyle yapmamışcı. L.

33
R O M A i M PA RATO R L A R I

Daha sonra, Sarmatların ve Roxolani kavminin65 akınlarını duydu­


ğu zaman ordusunu önden göndererek Moesia'ya yola çıktı. Maure­
tania seferinden sonra praefectus alametlerini Marcius Turbo'ya tevdi
etti ve onu bir süreliğine Pannonia ve Dacia'nın yönetimine atadı.
Roxolani kralı kendisine verilen ödeneğin azaldığından yakındığı
zaman Hadrianus onun davasını soruşturarak kralla barış yaptı.

VII. Bir kurban töreni esnasında Nigrinus, Lusius ve bir miktar yar­
dakçısıyla birlikte imparatora bir suikast girişimde bulundu; oysaki
Hadrianus Nigrinus'u66 halefi olarak düşünüyordu. İmparator bu
girişimden sağ salim kurtuldu. Bu komplo dolayısıyla Palma Tar­
racina'da, Celsus Baiae'da, Nigrinus Faventia'da67 ve Lusius da yol­
dayken idam edildi; Hadrianus'un otobiyografisinde yazdığına göre
kendisi bunu istememiş olmasına karşın infazlar senatonun emriyle
gerçekleştirilmişti. Bunun üzerine Hadrianus derhal Dacia'nın yö­
netimini, çok değer verdiği Turbo'ya verdi. Amacı, Mısır'ın prae­
fectusu rütbesine eşdeğer bir rütbeyle bu adamın otoritesini artır­
maktı. Bunun ardından, tek bir olaydan hareket ederek senatörlük
yapmış dört adamı harcadığı yönündeki inançtan ötürü kendisine
karşı düşman kesilen kamuoyunun desteğini kazanmak için hızla
Roma'ya gitti. Kendisi hakkında ortalıkta gezinen söylentileri de­
netlemek için, yokluğunda her bir vatandaşa üç aureuf8 verilmesine
rağmen kendi cebinden de halka çifte bağış yaptı. İmparator olanla­
ra karşı kendisini senatoda da pakladı ve senatonun bu doğrultuda
bir kararı olmadıkça kendisinin bir senatöre asla ceza vermeyeceğine
dair yemin etti. 69 Bölgesel yetkilileri bu yükten kurtarmak amacıyla

65 Volga, Don, Dinyeper ve Tuna nehirleri bölgesinde yaşamış lskit kavim.


66 Muhtemelen Genç Plinius'un mektuplarında bahsettiği (Epist. Ad Traian, LXV,
LXVI) Gaius Avidius Nigrinus. L.
67 Bugünkü Faenza.
68 Ağırlığı zaman zaman değişmekle birlikte söz konusu dönem için yaklaşık 5-6 gr.
arasındaki altın sikke; 25 dmarius.
69 Bu her dönem taraşma yaratan bir konuydu. Iulius-Claudius ve Flavius hanedan­
larından imparatorlar böyle bir şeye önem vermese de Nerva, bir senatörü idam
etmeyeceğine dair yemin etmişti ve Traianus da bu örneği takip etmişti. Bkz. Dio,
LXVIII. 2, 5. L.

34
H I S T O R I A AU GUSTA

düzenli bir imparatorluk nakliye ağı kurdu.70 Hadrianus, popülarite


kazanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı; Roma ve İtalya'daki bazı sivil
vatandaşların imparator hazinesine olan yüklü miktarda borçlarını
iptal ederken71 eyaletlerdeki borçluların yüksek meblağdaki borçla­
rını da sildi. Ayrıca, bütün insanlardaki güven duygusunu artırabil­
mek adına tanrısal Traianus'un forumundaki72 vaat içeren yazıların
yakılmasını da emretti. Mahkum edilmiş kişilerin mülkiyetinin
imparator hazinesine aktarılmamasını buyurdu, böylece bütün para
kamu maliyesine aktarıldı. Traianus'un para hibe ettiği çocukların
sahiplenilmesini yaygınlaştırdı.73 Şahsi hataları olmamasına karşın
bazı senatörlerin azaltılan servetlerini tamamladı; bunu, senatör­
lük kariyeri için yeterli olsun diye sahip oldukları çocuk sayısıyla
orantılı bir şekilde ödenek yaparak başardı.74 Bunların çok büyük
bir kısmına, kendi yaşamları için pay edilen miktarı bir gecikme
olmadan günü gününe ödedi. Yalnızca kendi arkadaşlarına değil
ayrıca uzaklardaki birçok kişiye de kamu görevlisi olabilmeleri için
para ödedi ve yaptığı bu bağışlarla bir miktar kadının da hayatlarını
sürdürebilmesine yardım etmiş oldu. Tahta çıkışını takiben altı gün
boyunca gladyatör oyunları düzenledi ve doğum gününde bin kadar
vahşi hayvanı arenaya çıkardı.

VIII. Hadrianus senatonun önde gelen üyelerini bir imparator haş­


metiyle yakın çevresine dahil etti. Doğum gününü kutlamak için
düzenlenenler haricinde hipodromda kendi onuruna yapılan bütün

70 Cursus publicus ya da cursus vehiculariusl munus vehicularium olarak bilinen bu


nakliye/posta ağının maliyetleri, Hadrianus'un reformundan önce eyaletteki şehir­
ler tarafından karşılanıyordu. Hadrianus ile maliyetler hazine tarafından karşılan­
maya başladı. Bu alandaki idare, prafectus vehiculorum adında atlı sınıfı mensubu
bir görevli tarafından yapılıyordu. L.
71 900.000.000 sestertiusluk bir meblağ. L.
72 Traianus Forumu, Roma'daki Esquilinus Tepesi'nin güneybatısında yapılmıştır.
Forumun bazı sütunları bugün hala ayaktadır.
73 Burada hibe edilen para olan 'alimentum, İtalya'daki fakirlerin çocuklarına impara­
torluk hükümeti tarafından ödenen bağışlardı. Bunu hayata geçiren Nerva olsa da
asıl uygulamayı Traianus gerçekleştirmiştir. L.
74 Senatör olmak için gereken para 1 milyon sestertius idi. L.

35
R O M A i M PA RATO R L A R I

oyunları reddetti.75 Hem halk hem de senato toplantılarında sık sık


devleti, insanların bunun bizzat kendisinin değil de halkın oldu­
ğunu bilecek kadar iyi bir şekilde yönettiğini söylerdi. Üç kez kon­
süllük yapmış birisi olarak birçok kişiyi üçüncü defa olmak üzere
tekrar tekrar konsüllüğe atadı; sayısız kişiye de ikinci kez konsül
olma onurunu bahşetti. Kendi üçüncü konsüllüğünü yalnızca dört
ay boyunca ifa etti ve görevi boyunca genelde mahkemeleri yönetti.
Roma'daysa veya şehrin yakınlarındaysa her zaman senato toplantı­
larına iştirak etti. Senatör atamalarında öylesine dikkatli davrandı
ki senatonun itibarını artırmış oldu; Attianus'u praefectus praetorio76
görevinden azledip konsüllerin sahip olduğu itibara sahip senatör
yaptığında77 ona bundan daha iyi bir şey bahşedemeyeceğini göster­
miş oldu. Hadrianus kendisi senatoda olsun veya olmasın Romalı
atlı sınıfı mensuplarının senatörleri dava etmesine de izin verme­
di. Zira o zamanlar, imparator davayı yönettiğinde hem senatörleri
hem de atlı sınıfı mensuplarını kendi divanına78 çağırması ve onlara
j üri kararına göre bir hüküm vermesi adettendi. Son olarak, kendisi
gibi senatörlere saygı göstermeyen imparatorları da lanetledi. Sa­
ray odasından geldiği zaman daima onu karşılamaya gidecek kadar
kendisine saygı gösterdiği kayınbiraderini üçüncü kez konsül yaptı
ki bu konuda Servianus'un ne bir isteği ne de niyazı olmuştu. Fa­
kat yine de onu kendi mevkidaşı yapmadı, çünkü Servianus ondan

75 Bir imparaıorun saltanatında gerçekleşen önemli olaylarda bir onur göstergesi ola­
rak hipodromda (circus) yarışlar düzenlenmesi geleneği vardı. Augustus'un zama­
nından beri imparaıorların doğum günü kutlanıyordu, Pertinax ve Severus gibi
bazı imparatorların da tahta çıkış günleri kutlanmıştı. L.
76 İ mparaıor Augustus tarafından oluşturulan muhafız alayının komutanı, daha son­
raki dönemlerde yetkisi ve gücü oldukça artacak bir makamdır.
77 Senatoda bir sandalyeye sahip olmasa da, kamuya açık gösterilerde ve kutsal ziya­
fetlerde, konsüllük yapmış senatörlerle birlikte oturma ve bu tür durumlarda ıoga
praetexıa giyme ayrıcalığına sahipti. Nero'nun zamanından beri bu tür onurlar,
görevden ayrılan muhafız alayı komutanlarına veriliyordu. L.
78 Consilium. Cumhuriyet Döneminde bir kamu görevlisi önemli bir karar almadan
önce güvenilir dostlarından tavsiye isterdi. Augustus'tan itibaren imparatorların
bir danışman çevresi olmaya başladı. Hadrianus'un zamanına dek bu danışmanlar
resmi veya kalıcı görevliler değildi fakat Hadrianus ile birlikte belirli bir makamda
olmaya ve maaş almaya başladılar. Seçkin hukukçular da bu ekipteydi. L.

36
H I STO R I A A U G U S TA

önce iki kez konsül olmuştu ve imparator kendisinin ikinci duruma


düşmesini istememişti.

IX. Aynı zaman içerisinde imparator, Traianus tarafından ele ge­


çirilen birçok eyaleti terk etti ve ayrıca çoğu kişinin oylarına karşı
olarak Traianus'un Campus Martius'da79 yaptırmış olduğu tiyatroyu
da yıktırdı . Bu eylemler keyif kaçıran türdendi, çünkü Hadrianus
kendisini töhmet altında bırakacağını düşündüğü bütün eylemlerin
gizlice Traianus tarafından yapılmış gibi davranıyordu. Kendisinin
praefectusu ve bir zamanlar muhafızı olan Attianus'un otoritesiy­
le başa çıkamayarak onu öldürmeyi düşündü; fakat, her ne kadar
bu cinayetleri gerçekten de onun planlarına dayandırsa da bu iş­
ten vazgeçti. Çünkü dört eski konsülü öldürttüğü için Attianus'a
zaten öfke duyulduğunu biliyordu. Bir isteği olmadıkça Attianus'a
bir halef atayamadığından onun bunu istemesi için uğraşcı80 ve bu
yetkiyi Turbo'ya aktardı. Aynı zaman içerisinde, diğer praefectus81
Similis'in82 yerine de Septicius Clarus'u83 getirdi.
Hadrianus, imparatorluk gücünü borçlu olduğu kişileri praefec­
tus makamından azlettikten sonra Campania'ya yola çıktı. Burada­
ki bütün kasabaları ödüller ve bağışlarla destekleyerek önde gelen

79 Bugün Roma'da Campo Marzio alanının orijinaline göre daha küçük bir alanı kap­
sadığı bu yer, zaman zaman askeri, ticari ve sosyal alanlarda kullanılan bir bölgeydi,
ayrıca güreş ve gösteri alanıydı.
80 Muhafız alayı komutanlığının süresi sınırsızdı ve genelde seçilen kişi ömür boyu
bu görevde olabiliyordu. Metnin bu kısmı, söz konusu makamdan en azından
gönüllü şekilde istifa etmenin gelenek olduğunu gösteriyor. Gelenek uyarınca At­
tianus senatör sınıfına terfi ettirilmişti. L.
81 Cumhuriyet Döneminde en üst seviye kamu gör�lisi olan konsülden her yıl iki
tane seçiliyordu. Bu gelenek Augustus tarafından yeni imparatorluk rejiminde mu­
hafız alayı komutanları için korunmuş ve eşit yetkileri olan iki muhafız komutanı
seçilmeye başlamıştı. Fakat bu ilke zaman zaman görmezden gelinebiliyordu; daha
sonraki imparatorların döneminde bazen aynı anda üç tane muhafız komutanı da
olabiliyordu. L.
82 Sulpicius Siınilis, Mısır'dan yapılan tahıl sevkiyatı görevinin başındaydı (praefectus)
ve sonunda da muhafız alayı komutanı olmuştu (praefectus praetorio). Dio'ya göre
(LXIX. 20) bu görevden çekilmek için Hadrianus'un iznini rorlukla almıştı. L.
83 Gaius Septicius Clarus, Genç Plinius'un ve biyografi yazarı Suetonius'un dostuydu.

37
R O M A i M PA RATO R L A R I

adamları kendi arkadaş çevresine ekledi. Roma'dayken ise praetor­


ların ve konsüllerin resmi faaliyetlerine sık sık iştirak etti, dostla­
rının verdiği ziyafetlere katıldı, hasta olduklarında yalnızca adı sı­
nıfı mensupları veya azatlılar olsalar bile onları günde iki veya üç
kez ziyaret etti, sözleriyle rahatlattı, tavsiyeleriyle cesaretlendirdi ve
ayrıca daima kendi ziyafetlerine davet etti. Kısacası Hadrianus her
şeyi sivil bir vatandaş gibi yaptı. Özellikle kayınvalidesinin onuruna
gladyatör oyunları ve başka çeşit seremoniler düzenledi.

X. Bunun ardından Hadrianus Galya'ya yola çıktı84 ve çeşitli cö­


mertliklerle bütün topluluklara yardım sağladı. İmparator buradan
Germania'ya geçti. Kendisi her ne kadar savaştan ziyade barış taraf­
tarı olsa da askerlerini sanki yakında bir savaş çıkacakmış gibi talim
etti, onları kendi dayanıklılığına dair kanıtlar sergileyerek cesaret­
lendirdi, bir askerin hayatına bizzat taburların arasında bulunarak
yön verdi. Ayrıca Scipio Aemilianus'un, Metellus'un85 ve üvey baba­
sı Traianus'un emsalini izleyerek seve seve açık havada asker yemek­
leri olan domuz eti, peynir ve sirke tüketti. Askerlerin, kendisinin
katı emirlerine isteyerek itaat etmelerini sağlamak için birçok kişiye
ödüller verdi, bazı kişilere de onurlar bahşetti. Hadrianus, halefleri­
nin umursamazlıklarından ötürü Octavianus'un86 zamanından beri
giderek zayıflayan askeri disiplini yeniden tesis etti. Ayrıca askerle­
rin yükümlülüklerini ve maaşlarını da yeniden düzenlemesi sayesin­
de artık hiç kimse ordugahtan hakkaniyetsiz bir şekilde ayrılamaz
oldu. Çünkü bir askerin tribunus rütbesine atanmasını sağlayan şey
askerlerin o kişiye verdiği destek değil, liyakattir. Hadrianus kendi
cengaverliğinin emsaliyle başkalarını da şevk etti; tam tekmil silahlı
bir şekilde yirmi mil87 boyunca yürüyebilirdi. Ayrıca ordugahları

84 Hadrianus 1 2 1 ila 1 2 5 yılları arasında imparacorluğun batısını gezmiş daha sonra


da Afrika'ya giderek 1 28 yılında Roma'ya dönmüştür. ikinci gezisini ise 1 28- 1 34
yılları arasında imparatorluğun doğu topraklarında gerçekleştirmiştir.
85 Kartaca fatihi Genç Scipio Africanus v e lugurtha'ya karşı MÔ 1 09- 1 07'de yapılan
savaşa komuta eden Quincus Caecilius Metellus Numidicus. L.
86 imparator Augustus.
87 Bir Roma mili yaklaşık olarak 1 479 metredir.

38
H I S T O R I A A U G U S TA

ziyafet çadırlarından, revaklardan, yeraltı odalarından ve kameriye­


lerden arındırdı. Genelde en sıradan kıyafetleri giyer, kılıç kayışında
bir altın veya kopçasında bir mücevher bulundurmazdı; yalnızca
kılıç kabzasının fıl dişiyle döşenmiş olmasıyla yetinmişti. İmparator
hasta askerleri kendi kaldıkları yerlerde ziyaret ederdi. Ordugah için
arazi seçer, bir yüzbaşı asasını kişi gayretli ve namı iyi biri olmadıkça
kimseye bahşetmezdi. Tribunus olarak yalnızca sakalı gürleşmiş veya
tribunusluğa basireti ve erginliğiyle büyük bir önem verecek yaşta
olanları seçerdi. Hiçbir tribunusun bir erbaştan hediye almasına izin
vermez, bütün lüks eşyaları her yerden defeder ve son olarak asker­
lerin silahlarını ve teçhizatını geliştirirdi. Dahası askerlik süresiyle il­
gili olarak herhangi bir kimsenin, kuvveti elvermediği şekilde erken
yaşta veya insan doğasına aykırı gelecek denli ileri bir yaşta askerlik
hizmetinde bulunarak kadim teamülü çiğnemesini önleyen bir ka­
nun çıkardı;88 bunun her zaman askerlerce bilinen bir şey olmasını
ve ayrıca askerlerin kendi sayılarını bilmelerini de sağladı.

XI. Bunlara ek olarak askeri ilme tam manasıyla vafık olmak için
çabaladı ve· herhangi bir olayda meydana gelebilecek açıkları ta­
mamlamak adına eyaletlerden alınan tahsilatları dikkatli bir şekilde
inceledi. Bununla birlikte Hadrianus, bütün diğer imparatorlardan
ziyade elverişli olmayan hiçbir şeyin satın alınmaması veya sürdü­
rülmemesi için de mücadele etti.
Böylece, tıpkı bir kral gibi askeri sistemi düzenledikten sonra
Britanya'ya yola çıktı ve orada birçok şeyi düzeltti; ayrıca barbarları
Romalılardan ayıracak seksen mil uzunluğunda bir sur yaptıran ilk
kişi oldu. 89
İmparator, praefectus praetorio Septicius Clarus'u, imparatorluk
katibi Suetonius Tranquillus'u90 ve diğer birçok kişiyi, kendi rızası
olmadan imparatorluk sarayındaki görgü kurallarının gerektirdiğin­
den daha laubali bir şekilde karısı Sabina'ya muamele gösterdikleri

88 Roma, en erken dönemlerinden icibaren askerlik için belirli bir yaş sının koymuş­
cur. Dönem dönem değişse de bu yaş aralığı genel olarak l 7-46 aralığındaydı.
89 Hadrianus Duvarı.
90 On iki Caesar biyografisi yazarı.

39
RO MA i M PA RATO R L A R !

gerekçesiyle görevden alarak yerlerine başka kişiler getirdi. Kendi


beyanatına göre eğer bir sivil vatandaş olsaydı, hırçınlığı ve asabi­
yeti sebebiyle karısını da kovardı. Dahası teyakkuzu yalnızca kendi
sarayında sınırli kalmayarak dostlarına da sıçradı ve kendi ajanları91
vasıtasıyla bütün gizli saklılarını de araştırdı. Bunu öyle bir şekil­
de yapmıştı ki dostları, bunları bizzat açıklayana dek imparatorun
kendi özel hayatlarına dair bilgi sahibi olduğunu fark etmemişlerdi.
Dostlarına dair birçok şey öğrenmiş bulunması ortada olduğu için,
bu konuda bir şeyler anlatmak tatsız olmayacaktır. Bir adamın karısı
kocasına bir mektup yazmış, adamın evine geri dönmek istemeyece­
ği ölçüde başka hazlarla ve hamamlarla meşgul olduğundan şikayet
etmişti. Hadrianus bu mektubu ajanları vasıtasıyla öğrendi. Bu koca
bir izin istediği zaman Hadrianus onu hamamlara ve zevk-ü sefaya
olan düşkünlüğü yüzünden azarlamıştı. Bunun üzerine adam "Ka­
rım, bana yazmış olduğu şeyi sana da mı yazmış?" demişti. Şüphesiz
insanlar, imparatorun bu alışkanlığının son derece yanlış bir şey oldu­
ğunu düşünürler. Ayrıca, yetişkin adamlara duyduğu tutku ve bağım­
lısı olduğu söylenen evli kadınlarla yaşadığı gayrimeşru ilişkileri de
eleştirirler ve dostlarına bile güven vermediği yönünde onu suçlarlar.

XII. Hadrianus Britanya'daki işlerini hallettikten sonra, Apis92 me­


selesinden ötürü İskenderiye'de çıkmış bir ayaklanmadan huzursuz­
luğa kapılarak Galya'ya geçti. Zira birçok yıl aradan sonra Apis ye­
niden bulunmuştu ve ona her birinin kendi bölgesinde tapınılması
gerektiğini ısrarla iddia eden toplulukların arasında uyuşmazlıklara
sebep oluyordu. İmparator aynı zaman içerisinde Plotina'nın onu­
runa Nemausus'da93 hayranlık uyandırıcı bir eser yaptırdı. Bunun
ardından İspanya'ya geçti ve kışı Tarraco'da94 geçirdi. Burada mas­
raflarını kendi cebinden ödeyerek Augustus Tapınağı' nı onardı.

91 Frumentarii. ilk önce ordunun levazım subayı ile bağlantısı olan önemsiz görev­
lilerken muhcemelen Traianus'un döneminde askeri iscihbarada görevlendirilmiş
ajanlar olmuşlardır. Birçoğu, bir nevi gizli polis gibi imparacorluk hizmecindeydi. L.
92 Mısırlıların gökcen gelen bir ışından doğduğuna inandığı ve capcığı kursal öküz.
93 Bugünkü Nimes.
94 Bugünkü Tarragona.

40
H I S TO R I A A U G U S TA

İmparator bütün Tarraco halkını bu bölgeye toplantıya çağırdı. Bizzat


Marius Maximus'un belirttiği üzere halk ve İtalyan yerleşmeciler şaka
yollu, diğerleri de son derece şiddetli bir şekilde askere alınmayı red­
dettiğinde imparator öngörülü ve dikkatli bir şekilde önlemler aldı.
Aynı zaman içinde fevkalade ciddi bir tehlikeye uğramasına karşın
bundan bir şan elde etti: Zira Tarraco'da bir bahçede yürüyorken
bir köle çıldırmış halde kılıcını çekip kendisine doğru koşmuştu.
Hadrianus bu adamı etkisiz hale getirerek kendisine yardıma koşan
hizmetkarlara teslim etti. Sonrasında bu adamın deli olduğu öğre­
nildiğinde onu tedavi etmeleri için hekimlere sevk etti ve bütün bu
olaylar esnasında hep sakin kaldı.
Bu süreç içerisinde ve diğer zamanlarda da sık sık, barbarların yal­
nızca nehirlerle değil yapay sınırlarla da uzak tutulduğu birçok bölge­
de imparator onları, zeminin derinliklerine saplanmış ve tıpkı bir çit
gibi birbirine bağlanmış uzun kazıklarla tecrit ediyorau. Hadrianus,
Cermenlere bir kral atadı, Mağrubiler arasında çıkan ayaklanmaları
bastırdı ve senatodan şükran törenleri kazandı. O zamanlar Parthlarla
olan savaş o kadar ciddi boyutlarda değildi ve Hadrianus kişisel bir
toplantı yaparak bu durumu kontrol altında tuttu.

XIII. Bunun ardından imparator Asya'dan95 ve Yunanistan adala­


rından geçerek96 Herkül'ün ve Philippos' un97 emsaline uyup Eleusia
gizemleriyle98 ilgilenmeye başladı. Atinalılara birçok destek sağladı
ve agonlara99 başkanlık etti. 1 00 Yunanistan'da kaldığı süre boyunca,
Hadrianus' un olduğu yere kimsenin silahlı bir şekilde gelmemesine
dikkat edildiği rivayet edilir. Zira bir kurban kesileceği sırada adet

95 Roma döneminde Asya (Küçük Asya) , Anadolu' nun batısı için kullanılan terimdi.
96 i mparator 1 23 yılının ilkbaharında İ spanya'dan Suriye'ye geçmişti. Daha sonra Fı­
rat'ı geçerek Galatia'daki Ancyra'ya (Ankara) oradan da Bithynia'ya gittikten sonra
Yunanistan'a ve Balkanlara gitmişti. Metinde bu kısımlar adanmış gibi görünüyor.
97 Büyük lskender'in babası il. Philippos.
98 Yunanistan'daki Eleusia (bugünkü Eleusis) şehrinde Demeter ve Persephone için
her yıl düzenlenen kült.
99 Spor ve güreş müsabakaları, şenlik ve oyunlar.
1 00 1 2 5 · yılı Mart ayında Dionysia festivaline başkanlık etmişti. i mparator bundan
önce Peloponnessos'daki (Mora Yarımadası) bazı şehirleri ziyaret etmişti. L.

41
R O M A i M PARAT O RL A R I

olduğu üzere birçok kişi yanında bıçak taşır. İmparator daha sonra
Sicilya'ya geçti101 ve rivayet edildiğine göre tıpkı bir gökkuşağı gibi
çok çeşitli olan güneşin doğuşunu görmek için Etna Dağı' na tır­
mandı. Buradan Roma'ya geri geldi102 ve eyaletlere karşı birçok ha­
yır işlediği Afrika'ya geçti. 103 Neredeyse hiçbir imparator böylesine
bir hızla bu kadar bölge gezmemişti.
En sonunda Afrika'dan Roma'ya döndüğünde vakit kaybet­
meden Atina'dan geçerek doğuya yola çıktı. Atinalıların şehrinde
başlatmış olduğu, Olympos luppiter'ine bir tapınak ve kendisi için
de bir sunak olmak üzere kamusal yapılar adadı, aynı şekilde As­
ya'dan geçerken kendi adına tapınaklar kutsadı. Daha sonra Kapa­
dokyalılardan, ordugahta hizmet edecek köleler aldı. Küçük çaplı
yöneticilere ve krallara, hatta Parth kralı Osdroes'e 104 bile arkadaşlık
teklifinde bul undu. Bu krala, Traianus'un tutsak olarak ele geçirmiş
olduğu kızını geri verdi ve aynı şekilde ele geçirilmiş olan tahtını da
geri vereceğine söz verdi. Bazı krallar kendisine geldiğinde Hadria­
nus onlara öyle bir muamele etti ki, ona gitmeyi istemeyen kişiler
bu kararlarına pişman oldu. Özellikle de, davetini küstah bir şekilde
küçümseyen Pharasmanes1 05 konusunda böyle yapmıştı. Hadrianus
eyaletleri ziyaret ettikçe, eylemleri böyle gerektiriyorsa procuratonarı
ve valileri cezalandırdı. Bunu öylesine şiddetli yapmıştı ki suçlama­
da bulunan kişileri cesaretlendirdiği düşünülüyordu.

XIY. İmparator bu gezileri esnasında Antiochia halkına karşı öyle


bir nefret kazandı ki , 1 06 bu şehrin onca topluluğun metropoli-

101 Korinch Körfezi'nden geçerek Delphi, Actium, Dyrrachium'u ziyaret etti ve ora­
dan Sicilya'ya gitti. L.
1 02 1 25 yılının yaz mevsiminde. L.
1 03 Hadrianus 125 yılında Roma'ya geldikten sonra 3 yıl boyunca ltalya'daki şehirlerle
ilgilenmiş ve 128 yılında Afrika'ya giderek ikinci gezisine başlamışcır. Metinde bu
3 yıllık dönem adanmış gibi görünüyor.
1 04 isim yanlış verilmiş, doğrusu Osrhoes. L.
1 05 Güney Kafkasya'da yaşayan Hibeci kavminin kralı.
1 06 Hadrianus bu şehirde birkaç tapınak inşa ettirmesine rağmen böyle bir şeyin ol­
ması, belki de Tyros (Sur) Damascus (Şam) ve Samosata (Samsat) şehirlerini de
mecropolis statüsüne yükseltmiş olmasından kaynaklanıyordu. L.

42
H I S T O R I A A U G U S TA

si 107 olarak anılmaması için Suriye' yi Filistin'den ayırmak istedi. 1 08


Aynı zaman içerisinde Yahudiler de, sünnet etmeleri yasaklandığı için
bir savaş çıkardılar. 1 09 Hadrianus, güneşin doğuşunu görmek için ge­
ceden çıkmış olduğu Casius Dağı'nda1 10 kurban kes(tir)mekte iken
bir fırtına çıktı, çıkan yıldırım hem kurbana hem de kurbanı kesene
çarptı. İmparator sonra Arabistan'dan geçerek Pelusium'a111 geldi ve
burada Pompeius'un mezarını görkemli bir şekilde yeniden inşa et­
tirdi.112 Nil Nehri üzerinde yolculuk ediyorken biriciği Antinous'u
kaybetti ve onun için bir kadın gibi gözyaşı döktü. 113 Bu olayla alakalı
çeşitli söylentiler vardır. Bazıları, Antinous'un kendisini Hadrianus
için ölüme adadığını, başkaları ise merhumun güzelliğinin ve Had­
rianus'un dileğinin buna yol açtığını iddia eder. 114 İşin aslı her ne ise,
Yunanlar Hadrianus'u talebi üzerine Antinous'u tanrısallaştırmışlar­
dır ve onun vasıtasıyla kehanetler vermişlerdir; fakat iddia edildiğine
göre bunlar bizzat Hadrianus tarafından tertiplenmişti. 1 1 5

1 07 Ana şehir; bu şekilde anılan bir şehir koloni kurma hakkına sahip oluyordu.
1 08 Suriye eyaleti o zaman Filistin copraklarını da kapsıyordu. Bu şekilde eyaleti ikiye
bölen Septimius Severus olacaktı.
1 09 Dio'ya göre (LXIX. 1 2- 1 4) Yahudiler, Yehova Tapınağı'nın olduğu bölgede luppi­
ter Capitolinus için tapınak yapılmasına öfke duyduklarından ötürü böyle bir şey
olmuştu. Fakat bu, 1 30 yılında yaşanmış olmalıydı. Bu da metindeki kronolojik
sıranın bir kez daha zaman zaman karışık olduğunu gösteriyor. Yahudilerin çıkar­
dığı ayaklanma savaşa dönünce Hadrianus bölgeye gelmek zorunda kaldı ve bu
ayaklanma 1 34 yılında kanlı bir şekilde bastırıldı. L.
1 1 0 Kel Dağı; Cebel-i Akra.
1 1 1 Mısır'ın kuzeydoğusunda, Dimyat'ın doğusundaki bölge.
1 1 2 Pompeius MÔ 48 yılında burada öldürülmüştü. Dio'ya göre (LXJX. 1 1 , 1) Had­
rianus, Pompeius'un ruhu için bir kurban kesmiş ve mezarında üzüncüsünü şiir
dizeleriyle dile getirmişti. Hadrianus, şiirle ilgili biriydi.
1 1 3 Antinous Bithynia'da doğmuş bir Yunandı. Hadrianus ile 1 23 yılı civarında tanış­
mış ve eğitim almışcı, daha sonra imparatora gezilerinde eşlik etmeye başlamışcı ve
kısa süre içinde Hadrianus'un çok sevdiği biri olmuştu. İmparator ile Nil Nehri
üzerindeki gezi esnasında boğulmuştur ve imparator kısa süre içinde onu küle ha­
line getirmiş ve onuruna Antinopolis adında bir şehir yapcırmışcır.
1 1 4 Dio'ya göre (l.XlX. 1 I , 2-4) Hadrianus, kendi yazdığı biyografisinde Antinous'un
nehre düşerek boğulduğunu yazmışcı, fakac Dio'daki ikinci bir ihtimale göre impa­
rator, kendi geleceği ile ilgili bir kehaneccen ötürü Antinous'u kurban etmişti.
1 1 5 Hadrianus'un gezisine dair anlan bwada bicse de imparator, Thebes'i ziyaret et­
tikten sonra lskenderiye'ye, oradan da Suriye'ye ve Küçük Asya'ya gitmiş, tekrar

43
RO MA i M PARAT O R L A R I

Hadrianus şiire ve edebiyata son derece düşkün biriydi. Aritme­


tik, geometri ve resimde tam bir uzmandı. Flüt çalma ve şarkı söyleme
bilgisini öve öve bitiremezdi. Zevklerine aşırı derecede önem verirdi,
kendi tutkularıyla ilgili birçok dize kaleme almıştır. Hadrianus aşk şi­
irleri de yazdı. Ayrıca büyük bir silah ustasıydı, büyük bir askeri bilim
alimiydi ve gladyatör silahlarını kullanmayı bilirdi. Aynı şekilde sert
ve ılıman, asil ve şakacı, bati ve eli çabuk, eli sıkı ve cömert, düzenbaz
ve dürüst, zalim ve merhametliydi ve her konuda istikrarsız biriydi.

XV. Böyle istekleri olmasına karşın dostlarını zenginleştirdi, iste­


yenler için de hiçbir şeyi geri çevirmedi. Buna karşın dostları hak­
kında fısıltıyla söylenen dedikoduları dinlemeye hazırdı; en sonun­
da en yakın olanlarını ve Attianus, Nepos ve Septicius Clarus gibi
en onurlu makamlara getirmiş olduğu neredeyse bütün dostlarını
düşman yerine koyardı. Mesela, imparatorluk makamına çıkması­
na yardım eden Eudaemon'u yoksuzluğa, Polaenus ve Marcellus'u
intihara sürükledi, Heliodorus' a son derece karalayıcı kelimelerle
saldırdı. Titianus'un imparatorluk tahtını gaspta suç ortağı olarak
suçlanmasına ve hatta kara listeye alınmasına göz yumdu. Ummidi­
us Quadratus' a, Catilius Severus' a ve Turbo'ya da şiddetli bir şekilde
zulmetti. Kendi kayınbiraderi olan Servianus'u, zulmünden mah­
rum etmemek için, adam artık doksan yaşında olmasına rağmen
intihara mecbur etti. Azatlılardan ve bazı askerlerden bile intikam
aldı. Düzyazıda, şiirde son derece usta ve bütün sanatlarda fevkalade
yetenekli olmasına karşın bütün bu sanatların öğretmenleriyle her
zaman, sanki kendilerinden daha eğitimliymiş gibi dalga geçer, alay
eder ve onları aşağılardı. Bu alimler ve filozoflarla, kitaplar ve şiirler
vasıtasıyla sırayla tartışırdı. Bir keresinde Favorinus adında biri, 1 1 6
kullanmış olduğu bir kelimeden ötürü Hadrianus' un eleştirisine
maruz kaldığında arkadaşları arasında neşeyle kahkaha attı. Zira

Atina'ya geçmiş fakat Yahudi isyanından ötürü tekrar Filistin bölgesine gitmişti.
1 34 yılında bu isyanı bastırınca Roma' ya geri döndü. l.
1 16 Galya'daki Arelate (Arles) bölgesinden gelen ünlü bir retorik uzmanı. Plutarkhos
ve Aulus Gellius'un dostuydu, hatta Gellius'un ünlü eseri Noctes Atticae ondan
sıkça bahseder. l.

44
H I S T O R I A A U G U S TA

arkadaşları, saygın yazarlar tarafından kullanılan bir kelimeyle Had­


rianus' a karşılık vererek yanlış yaptığı konusunda onu kınadıkları
zaman Favorinus "Otuz tane lejyonu olan birisini bütün insanların
en bilgini olarak değerlendirmeme katlanamayarak yanlış bir tutum
sergiliyorsunuz, dostlarım" demişti.

XVI. Hadrianus ününün artması konusunda öylesine istekliydi ki


kendi biyografisini bile yazmıştı, bu kitabı eğitimli azaclılarına ve­
rerek kendi adlarıyla yayınlamalarını emretti. Gerçekten de Phle­
gon' un 1 17 kitabının Hadrianus'un olduğu söylenir. İmparator, Anti­
machus'u taklit ederek son derece muğlak Catachannae adında bir
kitap yazmıştı . 1 1 8 Şair Florus 1 1 9 kendisine şu dizeleri yazmıştı:

Ego nolo Caesar esse Ben bir Caesar olmak istemiyorum,


Ambulare per Britannos Britanya topraklarında dört dönecek,
Latitare per . . . [Orada burada] sinsi sinsi dolanacak,
Scythicas pati pruinas lskit kışlarına katlanacak . . .

Hadrianus buna karşılık olarak:


Ego nolo Florus esse Ben bir Florus olmak istemiyorum,
Ambulare per tabernas Tavernalarda dört dönecek,
Latitare per popinas Yemek dükkanlarında sinsi sinsi dolanacak,
Culices pati rotundos Yuvarlak böceklere katlanacak . . .

Hadrianus ayrıca arkaik yazıyı severdi, tartışmalarda yer alırdı. Ci­


cero yerine Caco'yu, Vergilius yerine Ennius'u, 120 Sallustius yerine
Caelius'u1 2 1 tercih ederdi; aynı şekilde Homeros ve Platon'u da de-

1 17 Trallesli (Aydın) Phlegon bir Yunan yazardı ve Hadrianus' un azadısıydı.


1 1 8 Colophonlu ( lzmir, Menderes) Antimakhos, M Ö iV. yüzyıl Yunan şair ve dil­
bilimcisi. Birkaç destanı vardı, üslubu gizli ve kinayeli olarak biliniyordu. Fakat
Hadrianus'un yazdığı Catachannae ile ilgili bir şey bilinmiyor.
1 1 9 Publius Annius Florus. Şiirleri günümüze yalnızca birkaç parça halinde ulaşmıştır.
1 20 Quniıus Ennius, Yunan asıllı Romalı şair. Roma'da destan şiirinin öncüsü kabul
edilir ve Yunan edebiyatını Roma ile tanıştıran kişi olarak bilinir.
1 2 1 M Ö iL yüzyıl tarihçisi Lucius Caelius Antipater, il. Kartaca Savaşı ile ilgili yazmış­
tı. Eseri kayıptır, yalnızca birkaç fragmanı günümüze ulaşmıştır.

45
Another random document with
no related content on Scribd:
generally entertain a great distrust of the opposite sex, and not one
in twenty would willingly contract the more binding marriage.”[234]
Mr. Vivian confirmed this observation. “Marriage is not popular
with the women,” he wrote, “in either of these countries” (Abyssinia
and Somaliland), “and they will only consent to it when physical force
is actually used.” He added, with regard to Abyssinia, “The
permanent marriage seems to be very rare, only priests and persons
of extraordinary piety indulging in it.”[235] It is to be hoped that these
worthies do not resort to violence in order to gratify their wish.
Plowden said of this form of wedlock, that “it is usual in old age only
to take the sacrament together in the church, thereby pledging
themselves to fidelity.”[236]
Doubtless this account of the Abyssinian usage is correct, for it
agrees with the observations made by Parkyns. “Church marriages,”
he wrote, “are rarely solemnized except between persons, who,
having first been civilly married, and having afterwards lived happily
together till the decline of life, begin to feel that they could not hope
to suit themselves better, and so determine to sanctify the marriage
by going to church and partaking of the Sacrament. The bond is then
considered indissoluble.”[237] Stern stated that the Negus is in the
same position as the clergy with regard to monogamy.[238]
“According to the canons of the Abyssinian Church, the King is
bound by the same marital laws as a priest; and, consequently, if his
wife dies, he dare not marry another. The bereaved predecessors of
Theodoros scrupulously evaded such a contingency by substituting
the regularly stored harem in the place of the one lawful wife.”[239]
Rassam made the following observations on the third form of
wedlock: “This last is little better than concubinage. The contracting
parties merely engage to cohabit during pleasure, and while so living
are regarded as husband and wife. The national Church recognizes
only the sacramental marriage as valid; but the laity, as a rule, set all
ecclesiastical law in such matters at defiance. Hence, a wealthy
Abyssinian Christian, who is debarred by the two higher degrees of
wedlock from having more than one wife, may nevertheless have as
many third-rate wives as he pleases, and cohabit with them
simultaneously. In the course of my inquiries into these matrimonial
customs, and the laws affecting inheritances among this peculiar
people, I applied to the Abouna to aid me in the research. His reply
was, ‘My son, you have asked me questions which I am unable to
answer. This only I can tell you; Abyssinian marriages, with few
exceptions, are so abominably revolting that the issue are all
bastards.’”[240]
From the opinions quoted it may be judged that the inclination
towards conjugal constancy is usually greater in the wife than in the
husband, but this is not invariably the case. Rassam tells the
following story of a couple at Magdala. “The husband was in such
dread of losing his partner, knowing that, as he had been united to
her by the secondary (civil) marriage only, she might leave him any
day, that her refusal to accompany him to the altar, there to partake
of the Lord’s Supper with him, in token of their more indissoluble
union, nearly drove him mad. The matter was eventually referred to
the Abouna, my intervention being also sought, and after
considerable trouble we overcame the obstinacy of the lady, and
induced her to be sacramentally joined to her lovesick lord.”[241] Of
course this may have been only an instance of an Ethiopian
woman’s mistrust of the male sex.
Lobo gave some curious details of the penalties that followed
upon infidelity when he was in the country. “They have here a
particular way of punishing adultery: A woman convicted of that
crime is condemned to forfeit all her fortune, is turned out of her
husband’s house in a mean dress, and is forbid ever to enter it
again. She has only a needle given her to get her living with.
Sometimes her head is shaved, except one lock of hair which is left
her, and even that depends on the will of her husband, who has it
likewise in his choice whether he will receive her again or not. If he
resolves never to admit her, they are both at liberty to marry whom
they will. There is another custom amongst them yet more
extraordinary, which is, that the wife is punished whenever the
husband proves false to the marriage-contract; this punishment
indeed extends no farther than a pecuniary mulct; and what seems
more equitable, the husband is obliged to pay a sum to his wife.
When the husband prosecutes his wife’s gallant, if he can produce
any proofs of a criminal conversation, he recovers, for damages,
forty cows, forty horses, and forty suits of clothes, and the same
number of other things. If the gallant be unable to pay him, he is
committed to prison, and continues there during the husband’s
pleasure; who, if he sets him at liberty before the whole fine is paid,
obliges him to take an oath that he is going to procure the rest, that
he may be able to make full satisfaction. Then the criminal orders
meat and drink to be brought out, they eat and drink together; he
asks a formal pardon, which is not granted at first; however, the
husband forgives first one part of the debt, and then another, till at
length the whole is remitted.”[242]
According to Mr. Wylde, Abyssinian girls have many attractions for
men. “They perfectly understand the utility of ‘feeding the beast’ with
a nice dinner to keep him good-tempered, and from what I have
seen of these young ladies, they do everything they possibly can to
make a man happy, and being good-tempered, jolly girls, they
seldom ‘nag,’ and no wonder the southern Italians have taken a
liking for them, and find themselves perfectly happy in their society.”
He admits that “their great drawback is their dirtiness;” but adds, “all
those that get the chance of being clean keep themselves very neat
and tidy.” However, “nearly all the lower-class Abyssinian women
use oil or fat for their heads; this they do to keep the small parasites
quiet, as they cannot get about when the head and hair are thickly
besmeared and saturated, and the oil or fat also serves for softening
the skin of the face and preventing it from chapping in the cold
weather, or blistering during the hot season of the year.”[243] Mr.
Vivian remarked of the Ethiopian woman, “though her features are
comely, she is not the sort of person one would care to choose as a
companion. For one thing, I do not suppose that she ever washes
herself in her life, the butter on her hair grows rancid and emits a
peculiarly pungent odour, which affronts the nostrils when you pass
her in the desert, and wherever she goes she carries with her a large
black cluster of flies congregated on her back.”[244] Probably she
would “find herself” under the influence of a cleaner civilization.
Conceptions of medicine among the Abyssinians have changed
for the better during recent years. Harris has given an account of
some of the singular notions and practices which prevailed in his
day. He took a supply of medical stores into the country, and he and
the doctor with the expedition (Assistant-Surgeon Kirk) acted as
physicians extraordinary to the King, with the following results:—
“The most particular inquiries were instituted relative to the mode
of counteracting the influence of the evil eye, and much
disappointment expressed at the unavoidable intimation that the
dispensary of the foreigners contained neither ‘the horn of a serpent,’
which is believed to afford an invaluable antidote against witchcraft;
no preservative against wounds in the battlefield, nor any nostrum
for ‘those who go mad from looking at a mad dog.’ ‘We princes also
fear the small-pox,’ said his Majesty, ‘and therefore never tarry long
in the same place. Nagási, my illustrious ancestor, suffered
martyrdom from this scourge. Have you no medicine to drive it from
myself?’
“Vaccine lymph there was in abundance, but neither Christian,
Moslem, nor Pagan had yet consented to make trial of its virtues.
Glasses hermetically sealed, betwixt which the perishable fluid had
been deposited, were exhibited, and its use expounded. ‘No, no!’
quoth the King, as he delivered the acquisition to his master of the
horse, with a strict injunction to have it carefully stitched in leather,
‘this is talakh medanit, very potent medicine indeed; and henceforth I
must wear it as a talisman against the evil that beset my forefathers.’
“‘You must now give me the medicine which draws the vicious
waters from the leg,’ resumed his Majesty, ‘and which is better than
earth from Mount Lebanon; the medicine which disarms venomous
snakes, and that which turns the grey hairs black; the medicine to
destroy the worm in the ear of the Queen which is ever burrowing
deeper; and, above all, the medicine of the seven colours, which so
sharpens the intellect as to enable him who swallows enough of it to
acquire every sort of knowledge without the slightest trouble.
Furthermore, you will be careful to give my people none of this.’”[245]
Plowden, writing of the defterers, said: “They are often more
learned than the priests, and equally take advantage of the general
ignorance. Their principal gain is by writing amulets and charms
against every disease, almost against death. . . . They also profess
medicine, and as they do not much analyze the effects of their drugs,
many an unfortunate falls a victim to some poisonous plant
administered as a love philtre. Most of them are hangers-on of the
different churches; they are generally cunning, debauched, and
mischief-makers.”[246]
Mr. Wylde, speaking of the Abyssinian clergy of the present time,
says, “They know that the days are gone by when every one came to
them for some charm or a little holy water to cure a complaint; the
very practical nineteenth-century doctor is to be found, and not only
the congregation has deserted to the modern school of medicine, but
the priest himself will trust in the new treatment in preference to
running the risk in getting cured by faith or unfiltered holy water.”[247]
A peculiar disease is found in Abyssinia, chiefly but not
exclusively among the women. Dufton describes a typical case: “I
had the satisfaction of seeing in Gaffat a case of bouda. This term is
given to a phenomenon of mental abstraction, which the natives
explain as ‘being possessed by the devil.’ The case I am about to
mention happened to a female in the service of one of the
Europeans. Her symptoms began in a kind of fainting fit, in which the
fingers were clenched in the palms of the hands, the eyes glazed,
the nostrils distended, and the whole body stiff and inflexible.
Afterwards she commenced a hideous laugh in imitation of the
hyena, and began running about on all fours; she was then seized by
the bystanders, and a bouda doctor having been called in, this
individual began questioning her as to the person who had
possessed her with this hyena devil. She said he was a man living in
Gooderoo, south of Abyssinia, and also told how long the spirit
would be in possession, and what was required to expel him. Great
care must be taken of persons thus afflicted, as cases of this kind
sometimes end in death. All their demands for dress, food, trifles of
any sort, must be strictly attended to. In the height of the frenzy they
will sometimes carry out the idea of their hyena identity to such an
extent as to attack any animal that may happen to be in the way.
One woman fancied she would like a little donkey-flesh; so to gratify
her strange taste she seized hold by her teeth to the hinder part of
one which happened to be near. Off went the astonished beast at a
pace that nothing in the form of persuasion will lead him to adopt for
the gratification of man. Off, too, clinging tight with her teeth to his
haunches, went the frenzied girl. Only force would induce her to
forego the tender morsel.
“They have several cures for this strange attack; but the never-
failing one is a mixture of some obscene filth, which is concealed in
some part of the house, whereupon the woman is said to go directly,
on all fours, to where it is and swallow it. This would seem incredible,
but thousands of corroborative facts, known to Abyssinian residents,
put it beyond a doubt.
“The power of possessing persons with the devil is attributed
mostly to Jewish blacksmiths; and women and children are terrified
when they meet, in a solitary place, a blacksmith who is a Jew.
These sorcerers are also said to be endued with the power of
changing the shape of the object of their incantations.”[248]
Stern has given some interesting particulars with regard to these
seizures. “During the rainy season, when the weather, like the mind,
is cheerless and dull, the boudas, as if in mockery of the universal
gloom, celebrate their saturnalia. In our small settlement, the
monotony of our existence was constantly diversified by a bouda
scene. Towards the close of August, when every shrub and tree
began to sprout and blossom, the disease degenerated into a
regular epidemic; and in the course of an evening two, three, and not
unfrequently every hut occupied by natives would ring with that
familiar household cry. A heavy thunderstorm, by some mysterious
process, seemed invariably to predispose the people to the bouda’s
torturing influence.
“I remember one day, about the end of August, we had a most
terrific tempest. . . . The noise and tumult of the striving elements
had scarcely subsided, when a servant of Mr. Mayer, a stout, robust,
and masculine woman, began to exhibit the bouda symptoms. She
had been complaining the whole noon of languor, faintness, and
utter incapacity for all physical exertion. About sunset her lethargy
increased, and she gradually sank into a state of apparent
unconsciousness. Her fellow-servants, who were familiar with the
cause of the complaint, at once pronounced her to be possessed. To
outwit the conjuror, I thought it advisable to try the effect of strong
liquid ammonia on the nerves of the Evil One. The place being dark,
faggots were ignited; and in their bright flickering light we beheld a
mass of dark figures squatted on the wet floor around a rigid,
motionless, and apparently dead woman. I instantly applied my
bottle to her nose; but although the potent smell made all near raise
a cry of terror, it produced no more effect on the passive and
insensible patient than if it had been water from the newly formed
rivulets.”
The landlord of the settlement, “an amateur exorcist, almost by
instinct, as if anticipating something wrong in that part of his domains
occupied by the Franks, made his appearance in the very nick of
time. This bloated and limping dotard, who had wasted his youth and
manhood in folly and vice, for which, in his old age, he sought to
atone by discarding one after the other of his former wives, and by
poring over the legends of saints and martyrs, no sooner hobbled
into the hut than the possessed woman, as if struck by a magnetic
wire, burst into loud fits of laughter and the paroxysms of a raving
maniac. Half a dozen stalwart fellows caught hold of her, but frenzy
imparted a vigour to her frame which even the united strength of
these athletes was barely sufficient to keep under control. She tried
to bite, kick, and tear every one within reach; and when she found
herself foiled in all those mischievous attempts, she convulsively
grasped the unpaved wet floor, and, in imitation of the hyena, gave
utterance to the most discordant sounds. Manacled and shackled
with leather thongs, she was now partly dragged and partly carried to
an open grassy spot; and there under the starry vault of heaven, and
in the presence of a considerable number of people, the conjurer, in
a businesslike manner, began his exorcising art. The poor sufferer,
as if conscious of the dreaded old man’s presence, struggled
frantically to escape his skill; but the latter, disregarding her
entreaties and lamentations, her fits of unnatural gaiety and bursts of
thrilling anguish, with one hand laid an amulet on her heaving
bosom, whilst, with the other, he made her smell a rag, in which the
root of a strong scented plant, a bone of a hyena, and some other
abominable unguents were bound up. The mad rage of the
possessed woman being instantaneously hushed by this operation,
the conjurer addressed himself to the bouda (evil spirit), and, in
language not fit for ears polite, requested him to give his name.” The
demon is always masculine, whatever may be the sex of the person
possessed. Question and answer followed, and finally the “conjurer”
formally exorcised the demon. “‘I command thee in the name of the
Blessed Trinity, the twelve apostles, and the three hundred and
eighteen bishops at the council of Nicaea, to leave this woman, and
never more to molest her.’
“The bouda did not feel disposed to obey the conjurer; but on
being threatened with a repast of glowing coals, which the majority
do not relish, he became docile, and in a sulky and ventriloquizing
tone of voice, promised to obey the request.
“Still anxious to delay his exit, he demanded something to eat;
and to my utter disgust, his taste was as coarse as the torments
inflicted on the young woman were ungallant. Filth and dirt of the
most revolting description, together with an admixture of water, were
the choice delicacies he selected for his supper. This strange fare,
which the most niggardly hospitality could not refuse, several
persons hastened to prepare, and when all was ready, and the
earthen dish had been hidden in the centre of a leafy shrub, the
conjurer said to the bouda, ‘As thy father did, so do thou.’ These
words had scarcely escaped the lips of the exorcist, when the
possessed person leaped up, and, crawling on all fours, sought the
dainty repast which she lapped with a sickening avidity and
greediness. She now laid hold of a stone, which three strong men
could scarcely lift, and raising it aloft in the air, whirled it madly round
her head for two seconds, and then fell senseless on the ground. In
half an hour she recovered, but was quite unconscious of what had
transpired.
“Three other women had similar attacks that same evening, and
that, too, without any premonitory symptoms. I tried to deceive one,
and instead of the disgusting concoction, put a wooden dish with
bread and water in her way; but on smelling it she shrank from its
contents, and rapidly crept on till the strong effluvia brought her to
the spot where the loathsome viands were concealed. . . .
“Next in importance to the bouda is the zar. This malady is
exclusively confined to unmarried women, and has this peculiar
feature, that during the violence of the paroxysm it prompts the
patient to imitate the sharp discordant growl of the leopard. I
recollect that the first time I saw a case of this description, it gave me
a shock which made my blood run cold. The sufferer was a
handsome, gay, and lively girl, a little above fifteen. In the morning
she was engaged as usual in her work, when a quarrel ensued
between her and other domestics. The fierce dispute, though of a
trifling character, roused the passions of the fiery Ethiopian to such a
pitch that it brought on an hysterical affection. The natives all cried,
‘She is possessed,’ and certainly her ghastly smile, nervous tremor,
wild stare, and unnatural howl, justified the notion. To expel the zar,
a conjurer, as in the bouda complaint, was formerly considered
indispensable; but by dint of perseverance the medical faculty of the
country, to their infinite satisfaction, have at length made the happy
discovery that a sound application of the whip is quite as potent an
antidote against this evil as the necromancer’s spell.”[249]
Parkyns said that he had seen “above a hundred” cases of bouda.
He alluded to the superstition with regard to blacksmiths. “In
Abyssinia their trade is hereditary, and considered as more or less
disgraceful, from the fact that blacksmiths are, with very rare
exceptions, believed to be all sorcerers, and are opprobriously called
bouda. . . .
“Few people will venture to molest or offend a blacksmith, fearing
the effects of his resentment. The greater part of the ‘possessed’ are
women; and the reason of their being attacked is often that they
have despised the proffered love of some bouda, or for other similar
cause.
“It is a custom in Abyssinia to conceal the real name by which a
person is baptized, and to call him only by a sort of nickname, which
his mother gives him on leaving the church. . . . The reason for the
concealment of the Christian name is that the bouda cannot act upon
a person whose real name he does not know. Should he, however,
have obtained the true name of his victim, he takes a particular kind
of straw, and muttering something over it, bends it into a circle, and
places it under a stone. The person thus doomed is taken ill at the
very moment of the bending of the straw; and should it by accident
snap under the operation, the result of the attack will be that the
patient dies.
“This malady and the Tigritiya are no doubt often purposely
counterfeited by servant-maids to evade their work, and by others to
excite pity, attract attention, and get themselves pulled about by the
men. . . .
“The first case which I ever saw, and which I consequently
watched very attentively and noted down, was that of a servant-
woman at Rohabaita. The first day she complained of general
languor, and of a stupid heavy feeling about the head. Towards
evening this seemed to increase, when she cried a little, but was
perfectly reasonable, and excused herself by saying that it was only
because she felt low and melancholy. An hour after this, however,
she burst out into hysterical laughter, and complained of violent pain
in the stomach and bowels. It was at this stage that the other
servants began to suspect that she was under the influence of the
bouda. In a short time she became quiet, and by degrees sank into a
state of lethargy, approaching to insensibility. Either from excellent
acting and great fortitude, or from real want of feeling, the various
experiments which we made on her seemed to have no more effect
than they would have had on a mesmeric somnambulist. We pinched
her repeatedly; but pinch as hard as we could, she never moved a
muscle of her face, nor did she otherwise express the least
sensation. I held a bottle of strong sal-volatile under her nose, and
stopped her mouth, and this having no effect, I steeped some rag in
it and placed it in her nostrils; but although I am sure that she had
never either seen, smelt, or heard of such a preparation as liquid
ammonia, it had no more effect on her than rosewater. She held her
thumbs tightly bent inside her hands, as if to prevent their being
seen. On my observing this to a bystander, he told me that the
thumbs were the bouda’s particular perquisite, and that he would
allow no person to take them. Consequently, several persons tried to
open her hand and get at them; but she resisted with what appeared
to me wonderful strength for a girl, and bit their fingers till in more
than one instance she drew blood. I, among others, made the
attempt, and though I got a bite or two for my pains, yet either the
devil had great respect for me as an Englishman and a good
Christian, or she had for me as her master, for the biting was all a
sham, and struck me as more like kissing than anything else,
compared with the fearful wounds she had inflicted on the rest of the
party.
“I had a string of amulets which I usually wore, having on it many
charms for various maladies; but I was perfectly aware that none for
the bouda was among them. Still, hoping thereby to expose the
cheat, I asserted that there was a very celebrated one, and laid the
whole string on her face, expecting that she would pretend to feel the
effects, and act accordingly; but to my surprise and disappointment,
she remained quite motionless. Several persons had been round the
village to look for some talisman, but only one was found. On its
being applied to her mouth, she for an instant sprang up, bit at it, and
tore it, but then laughed, and said it was weak, and would not vex
him. . . . I deluged her with bucketfuls of water, but could not even
elicit from her a start or a pant, an effect usually produced by water
suddenly dashed over a person. At night she could not sleep, but
became more restless, and spoke several times. She once
remarked, in her natural tone of voice, that she was not ill, nor
attacked by the bouda, but merely wished to return to Adoua. She
said this so naturally that I was completely taken off my guard, and
told her that of course she might go, but that she must wait till the
morrow. The other people smiled, and whispered me that it was only
a device of the bouda’s to get her into the forest, and there devour
her.
“Singular coincidences not unfrequently occur in such a way as to
encourage superstitious persons in their credulity; and, strange to
say, that very night, for the first and last time that I ever heard him
during my stay at Rohabaita, the hyena kept howling and laughing
close to the village. . . .
“At night I ordered the people to close the door of the hut, and lie
across it, some inside and some out. These precautions, however,
did not satisfy them; and they insisted on having the young woman
bound hand and foot, as the only means of preventing her escape.
She lay pretty still, merely moaning, and occasionally starting up
when the hyena called. I was lying on a couch, she and the other
people on the floor. Determined to see the issue of the affair, I
watched her narrowly, and when the guard dropped off to sleep, one
by one, I pretended to do so likewise. She also was perfectly still for
near an hour, and I fancied that she too had fallen asleep, when
suddenly, the hyena calling close by, she, to my astonishment, rose
without her bonds, which I had seen, as I imagined, securely
fastened. She then crept on all-fours towards the door, which she
succeeded in partly opening. I was just going to spring on her when
one of the heavily sleeping guards made a noise, which sounded
something like a grunt or a snore, and it appeared to me that she
stifled a laugh. This led me to believe more and more that she was
shamming; but I said nothing, and she returned of her own accord to
her place. Although she did not sleep during the whole night, yet she
remained still as long as the people were quiet, only moaning a little
whenever any one, by yawning or otherwise, showed signs of
waking. Next day she appeared a little better, and talked more
rationally, but still very wildly, and would neither eat nor drink. Once
we allowed her to leave the hut for a moment, on pretence of
necessity, and she went quietly enough; but on her return being
delayed longer than we considered right, parties were sent out in
quest of her, and after a long search she was discovered more than
a mile from the hut, and making for the thickest of the jungle.
“The second night was passed much as the former one; but the
following day we prevailed on her to take a little bread. On
swallowing a piece about the size of a nut she became very sick;
and a draught of water produced a similar result. A better night
seemed to do her good, for on the following day she managed to eat
a little, and by slow degrees recovered her health.
“Since this occurrence I have witnessed many hoaxes easy to
discover, but also many which I could never see through, although I
tried every method that my small stock of ingenuity could invent.
“I remember once a poor weakly girl on whom I had tried several
false charms, but without her moving. She was lying, apparently
senseless, in the inner court of a house at Adoua, and numbers of
persons were passing to and fro to see her, when, suddenly starting
up, she screamed and struggled with so much strength, that, on
seizing her by the legs and shoulders, I and three other powerful
men could scarcely keep her down. A man near me said, ‘I am sure
some one has with him a strong charm; if so, let him produce it.’ All
denied the fact; but just then a stranger entered from the outer court,
when she cried out, ‘Let me alone, and I will speak.’ This man was
an Amhara soldier, perfectly unknown to all of us, but who, hearing
one of our people inquire for charms in a house where he was
drinking, had volunteered to try one which he wore, and which he
declared to be very potent. On placing the amulet near her, she
yelled and screamed horribly. The owner (addressing her as a
woman) said, ‘Will you declare yourself if I take it away?’ She howled
still more at this insult, as she called it, and said, ‘I am no woman.’
The question was then repeated several times in the masculine, but
she invariably attempted to evade a direct answer, till, as if worn out,
she exclaimed, ‘I will tell all; only take it far from me!’ It was
accordingly removed to some distance from her, and she
immediately sank down as if exhausted.”
When the cure had made some progress, “the bouda, anxious to
delay his exit as long as possible, demanded food (as he always
does) before leaving her. A basin was fetched, in which was put a
quantity of any filth that could be found (of fowls, dogs, etc.), and
mixed up with a little water and some ashes. I took the basin myself,
and hid it where I was positive she could not see me place it, and
covered it up with some loose stones which were heaped in the
corner. The bouda was then told that his supper was prepared, and
the woman rose and crawled down the court on all fours, smelling
like a dog on either side, till, passing into the yard where the basin
was, she went straight up to it, and, grubbing it out from the place
where it was hidden, devoured its abominable contents with the
utmost greediness. The bouda was then supposed to leave her, and
she fell to the ground, as if fainting. From this state she recovered
her health in a few days.
“I had forgotten to mention that one of the principal symptoms is a
great longing for charcoal, of which the patient will eat any quantity
she can obtain. The first proof of the devil’s leaving her is her
allowing her thumbs to be taken hold of.”
On another occasion Parkyns, suspecting a hoax, concocted a
charm which was composed of two or three bits of dry bamboo roots
wrapped in a piece of paper, an old leaf or two, some pipe-ashes,
and a tuft of hair cut from the tail of his dog. Then “proceeding to the
place where the sufferer lay, I ordered a large-mouthed jar to be filled
with dry mules’ dung and lighted. When this had been done, and the
smoke began to rise in clouds, I put into it a small quantity of my
charm, with every appearance of caution and care, which done, we
seized the unfortunate victim, and with some difficulty forced her
head close to the jar’s mouth, and then rolled a quarry (shama)
round it and the jar, so as at once to keep her fast, and prevent the
escape of the smallest quantity of smoke. As may be imagined, in a
moment she began to cough violently, and at last, being almost
suffocated, cried out, ‘Let me off, for pity’s sake; I am not ill, but only
shamming.’ I solemnly asserted this to be only a device of the Evil
One to get away from the charm, and held on, till her cries for pity,
for the sake of the Virgin, of Oubi, etc., becoming more confused,
and her cough more violent, I feared lest she might suffer too much if
kept longer.
“That magic vessel was preserved in a conspicuous situation in
the hut where the women worked till I left the place; and I must say
that the attacks of bouda were less frequent after this occurrence
than before; though I still had occasional cases where the sunken
eye and vacant stare cheated me into tenderness of heart, and I
refrained from the use of my singular but most efficacious remedy.”
Parkyns has also given an account of a similar disorder called
tigritiya, which may be the same as the zar mentioned by Stern,
though from the description, it appears to be more serious. The
tigritiya, says Parkyns, is the near relation of the bouda, “but
generally a far more disagreeable and dangerous devil than he. His
dependents are supposed to be found in great numbers in Godjam,
which province, indeed, is celebrated for sorcerers of all kinds. The
first symptoms usually are the gradual wasting away of the attacked
person, without any cause being apparent either to herself or her
relatives. At last, however, after dieting, and the ordinary medicines
have been unsuccessfully tried, it becomes a matter of suspicion to
her friends, who determine, on ascertaining, whether or no she be
afflicted with this devil. The first thing to be observed is to feed her
daintily and dress her neatly. As her complaint and this treatment
advance, she becomes peevish and fretful, and is always longing for
something or other. Whatever she demands must be procured, else
she will become sulky, and, covering up her head, remain sometimes
for days without eating or speaking. Ornaments of all kinds require to
be borrowed for her, often at much trouble to her unfortunate
relations; for she is rarely satisfied unless she gets an assortment of
those worn by both sexes, even to the lion’s skin of a warrior; and
these are frequently almost impossible to procure. With some
persons it is necessary to have recourse to music before the real
cause of their complaint can be discovered. Drums and other
musical instruments are collected outside the chamber door, and the
musicians suddenly strike up all together, when the patient is not
expecting it. If her illness be of an ordinary kind, she will, of course,
beg of them to desist, but, if possessed, she will leap or fall from her
couch to the ground, and commence shrugging her shoulders and
swinging her head to and fro in time with the music; beginning with a
slight movement, but gradually increasing in pace as she appears to
become excited, till at last her motions are so violent that a spectator
is led to fear for the safety of her neck. It is truly wonderful to see a
sick person whom you have just beheld stretched on a bed, a weak,
emaciated bag of bones, apparently without strength to rise, keeping
up this very fatiguing motion with a velocity and power of endurance
that would be astonishing even in an ordinarily strong person. On the
music’s ceasing she rests, and then begins to speak, telling his
name (that is, the devil’s) and his family; and it is usually after this
that she demands the trinkets, specifying each article that she
requires, and making their production the condition of her dancing
again. She, as I before said, generally contrives to name objects that
are most difficult to obtain, such as the silver-ornamented velvet
worn only by great war-chiefs; and much sorrow and trouble does
this cause to her relations, for she will not be persuaded to show any
sign of animation if a single article she has named be not
forthcoming; and on her dancing and singing is supposed chiefly to
depend her chance of recovery.
“The mode of ejecting the Old Gentleman from his temporary
possession is something similar to what we have already described.
After the patient has been induced to dance pretty frequently, it is to
be hoped that the devil is put into a tolerably good humour, which
desideratum can only be obtained by making frequent and polite
inquiries when he will be pleased to have music, and by promptly
procuring everything he may demand, by the mouth of the
possessed, whether it be food or wearing apparel. The auspicious
moment arriving, the friends of the sufferer inquire of her when he
will be disposed to quit his present residence and go to his own
place. The first time this question is ventured upon, the spirit
generally replies that he is not yet satisfied with the entertainment he
has received at their hands, and seizes the opportunity of
demanding something more. After a time, however, if things go on
well, he fixes a day for taking his leave, usually the seventh after the
day on which he makes his announcement. The happy time having
arrived, a large party is assembled in some wild spot in the country,
and there must be feasting, dancing, and music, as before, but, if
possible, carried on with more than usual spirit. The patient joins in
with the rest; and the devil, when satisfied, announces his intention
to depart. This he signifies through the medium of his victim, who
takes off her finery; then, bowing her head, she kisses her hands in
token of farewell, and starts off, running at a pace which few men
could equal. She cannot, however, keep it up for more than from fifty
to a hundred yards, when she falls to the ground senseless. At this
moment the spirit is supposed to have left her; and lest he should
find himself worse off outside than in, and, changing his mind, return
to her, five or six active young men are prepared beforehand, and as
soon as she starts they follow her, and, coming up with her just as
she is falling, place themselves in threatening attitudes round her
body, one holding a drawn sword, another firing a charge of powder
out of a matchlock, and a third brandishing a lance. This is supposed
to intimidate the fiend, and prevent his return, should he be so
disposed.
“The woman, who but a moment before was outdoing all the party,
both in the dance and in running, now lies stretched on the ground
helpless and emaciated, as if after a long illness. She faintly calls for
water, which is given her; and when a little restored, she is asked her
name, which she answers correctly; and as a conclusive proof of her
freedom from the power of the Evil One, she is requested to repeat
the formerly so much dreaded words—‘B’ism Ab, ou Weld, ou
Menfus Kouddos’ (in the name of the Father, and of the Son, and of
the Holy Ghost). A sheep or a fowl is killed, broiled on the embers,
and eaten with bread. The patient’s friends partake of this food when
the devil goes out of her. The bones and remains of the meat are
burned with fire, and the fragments of the bread buried in the ground.
These are so left for the devil, that if he should come back to the
place he may remain and feed, and not go on and bother the
woman. Thus is the cure complete, though it often takes a
considerable time to effect it.”
The characteristics of the disease have been mentioned fully
because they seem to have some bearing on certain Biblical
episodes.
Sometimes, in the case of bouda, recourse is had to a very simple
and direct method of cure. Parkyns wrote:—“Many instances have
been related to me, wherein the friends of the possessed, having
procured charms of sufficient power to force the spirit to declare his
name and residence, but not equal to turning him out, went at once
to the place indicated, and, seizing on the blacksmith, brought him
forcibly to their home, where, having fed him well, he was
commanded to quit his victim, and at the same time his life was
threatened, lances being pointed at his breast.”[250] It is not stated
whether this procedure is effective.
Mr. Wylde dismissed the demon lightly:—“The bouda, or evil spirit,
that attacks some of the young women, nearly always ugly virgins or
hysterical and plain-looking girls that men will never notice, is to my
mind the greatest fraud of all their superstitions. Every one has
written about it, and I am afraid that they have drawn a good deal on
their imagination, and the missionaries who have visited the country
have, perhaps, been quite as bigoted as the people they have tried
to describe. I believe that these peculiar fits which the women have,
when they do all sorts of filthy things, are nothing more than hysteria;
many women even in civilized countries are not responsible for their
actions when suffering from these complaints, and people who are
inclined to believe in the miraculous take for granted what the
ignorant peasantry say. I have seen several young women suffering
from the ‘bouda’ and a bucket of cold water that I have thrown over
them, and a good smacking from my servant, has soon sent the devil
away, and the only after effect has been that they have been sulky,
because they were not made much of.”[251]
Parkyns was not a missionary, and he was a shrewd and
levelheaded observer. His comments are to the point:—“To many of
my readers it will doubtless appear, and very naturally, that all these
symptoms are impostures resorted to by the pretended sufferers as
a means of procuring the borrowed finery, and enjoying the gaieties
and festivities which are considered as the means of curing the
disorder. This sounds very probable; and I cannot deny that such is
my own opinion, though there are still some points which have rather
puzzled me. First, as in the bouda, the extraordinary talent for acting
which they display, and then the fact that the imposture has not been
discovered and published centuries ago, but that it is still believed by
the very people among whom it has so long been and still daily
continues to be practised. How is it possible that a woman, who in
her youthful days may have been guilty of such a hoax, should suffer
herself to be imposed upon and led into so much trouble and
expense by her children afterwards? And yet this is of common
occurrence. From this last remark let it not be supposed that young
women are the only sufferers; men and women of all ages are liable,
though the young of the fair sex are perhaps the most frequently
possessed.
“One of my servants, who, by the great anxiety he showed in
watching and tending the patients, was evidently convinced of the
truth of their sufferings, had himself been attacked many years
before, and assured me that after his recovery he had not the
slightest recollection of anything that had taken place while the fit
was on him, but that his friends had told him all about it. How was it
possible that this man, supposing his own illness to have been
feigned, could be cheated by the same means?
“Lastly, the most puzzling thing of all is when a person acts
sickness to such perfection that Azrael himself is deceived, and,
mistaking the feigned malady for a real one, finishes it by seriously
taking away the life of the shammer.
“The following case will illustrate what I mean. I had a servant
named Bairou, a youth of about nineteen, who, from having been
several years in the service of Europeans, had acquired a few of
their notions; and, among others, had learnt to ridicule the
superstitions of his countrymen. He had a sister who had been ill for
several months, and no one knew what her complaint was. At his
request I went to visit her more than once, but was unable to do
anything for her. The fact is, my doctoring is on a very limited scale;
and, as even the most eminent physicians agree that the greatest
difficulty is to ascertain what is really the matter with the patient, I
stood very little chance with Bairou’s sister, who complained of
nothing, and showed no marked signs of ailing except in entire
prostration of strength, and a rapid falling off of flesh. She gradually
got worse, till one day her brother came to me and requested me to
lend him my ornaments, and also to beg some more from my friends
at the camp. I asked whether he was going to be ‘arkee’ to some
friend about to marry; but he answered with a melancholy smile that
he wanted them for his sister; as, having tried everything else, their
friends had proposed to see if she were possessed, and he, though
not believing in such nonsense, was willing to allow them to try the
experiment, lest, if anything happened to her, they should upbraid
him afterwards for having caused her death by his obstinacy and
incredulity.
“I, of course, quite approved of his determination, and easily
succeeded in obtaining the articles required of me. She was dressed
up in the borrowed finery as she lay on the couch; and at a signal the
musicians outside commenced playing. At the first notes her eyes
began to brighten, and, raising herself up for the first time during
many days, she swayed her body to and fro for a few moments, after
the manner of one possessed; but, becoming quickly exhausted, she
sank back, saying, with a faint smile, ‘It is too late now!’ She
repeated these words twice; they were the last I ever heard her utter.
Three hours after she was a corpse. Was this, too, a sham? Or what
may it be called? Possibly some freak of her disordered
imagination.”[252]
Stern had the tendency to moralize which prevailed at the time
when he wrote, but there can be little doubt that he offered a sound
opinion in the following passage:—“In bringing this demoniacal
subject to a close, I am forcibly reminded of the words, ‘Be sure your
sin will find you out.’ That there is something in these diseases and
in their mode of cure which transcends ordinary disorders no one
who has stood beside a frantic and agonized patient and wondered
at the sudden and more than dramatic transition from raving frenzy
to childlike docility can well deny; but without deciding whether it is
epilepsy, catalepsy, or hysteria, I am quite sure that fiends and spirits
have less to do with the matter than the irregular life and dissolute
course which so many pursue.”[253]
It would, indeed, be a matter for astonishment if marked nervous
affections did not occur in a country where, among the people of
both sexes, unwholesome diet and parasitical irritation so often
combine their results with those of sensual habits of body and mind
acquired early in life.
It has already been said that the Abyssinian soldier wears no
uniform, and is not easily distinguished by his appearance from the
civilian. But there is a distinct military class, with characteristics of its
own. “There is no harder worker,” said Mr. Wylde, “than the
Abyssinian peasant, and no more harmless and hospitable person
when left alone and properly treated[254]; and no more truculent,
worthless, conceited, lazy, and useless individual than the
Abyssinian soldier, who formerly did nothing but prey upon the
defenceless cultivator. Circumstances are now altering this, but
before the country settles down to modern civilization and makes
any great strides forward, a civil revolution must take place, which
may not be far distant.”[255] The same writer has pointed out that the
soldiery “were called into existence by Abyssinia being surrounded
by Mohammedan enemies, and little by little they increased and
multiplied till they got out of all proportion to the wants of a peaceful
country.” The king’s exchequer cannot provide pay for these men,
so, to keep them quiet, they are allowed to live by exaction. Mr.
Wylde’s strictures apply to the “lazy, loafing lot of mercenaries who
have never done anything in their lives except fighting and looting,
men without homes and without territory, ready to fight for those who
give the highest pay, and who do not value the lives of their fellow-
Christians at the price of a sheep or a jar of hydromel;” and he adds,
“I am writing only of the mercenary soldier whose father and
grandfather, perhaps, were the same, and not of the bulk of the
fighting force of the country, who are yeomen farmers and their
servants, or the peasants and their families.”[256]
The state of feeling between the peasantry and the soldiery might
have serious consequences if the Abyssinian monarch undertook an
important campaign outside his territory. “The great danger to an
unpopular king attempting such an expedition would be, in the
absence of the army, a rising of an oppressed peasantry, backed up
by some European Power, to put down the military party. The arming
of the peasantry and farmer class with modern weapons has not
altogether been a blessing to the present ruler, and may end not only
in his downfall, but in that of the barons as well.”[257]
The fighting value of the Abyssinian army is by no means a
quantité négligeable in the politics of Eastern Africa, and it would be
very easy to underrate it. Mr. Wylde, in his narrative of the battle of
Adoua, has given a very complete account of the numbers,
armament and temper of the Negus’s forces, and he does not agree
with the estimate formed by Mansfield Parkyns of their personal
valour.[258] He has also described the tactics which they customarily
adopt in attacking, and has made some interesting observations on
the employment of artillery, mounted infantry, and cavalry in the
country.”[259]
The limitations to the activity of the forces are chiefly determined
by commissariat difficulties. “The Abyssinian hordes are the same as
the locust, they live on what they can get from the surrounding
country; and when they have devoured everything, they have to
move on to another place where supplies are procurable. At the
outside an Abyssinian who is not one of the regular soldiers can
keep the field for a couple of months, and then he has to take one
transport animal with him, with a boy or girl, generally the latter, to
look after his riding animal and to cook his food. The regular troops
are the same; they have to bring supplies with them, which they get
from their leaders before they set out on the campaign; after these
are finished, unless fresh supplies come forward, they have to live
on the country.”[260]
Probably the most recently published paper dealing with the
Abyssinian army is the despatch, dated June 2, 1904, of Colonel
Rochfort, C.B., R.A., included in the official account of the operations
in Somaliland.[261] Colonel Rochfort accompanied the forces which
his Majesty Menelek II., on the invitation of the British Government,
sent in 1903, “to intercept the Mullah’s retreat, should he attempt to
escape to the south or west.” As might be imagined from the nature
of the document, it contains no descriptive account of the Abyssinian
Expedition, and very little critical comment upon it. But the following
particulars may serve to convey some idea of Abyssinian operations
in the field at the present time. The strength of the force first
employed was about five thousand men, nearly all of whom were
mounted on mules. It left Harrar for its destination (the Webi Shebeli,
near Hilowen) on February 18, 1903, under the command of Fituari
Gabri.
Surprise parties were sent out to visit all wells within reach to the
north, and “the Abyssinians carried out these raids with considerable
dash and some success, showing their mobility by the ease with
which they covered long distances, sometimes a hundred miles in
forty-eight hours; but as at this time they had no special
arrangements for carrying water, their scope was necessarily
restricted.
“During these operations the main body was attacked by a
considerable number of Dervishes. The attack was delivered in thick
bush on the arrival of the force in bivouac, and before the zareba
was formed; it was pushed home with resolution, but repulsed with
loss. The pursuit was carried out with vigour, and the Dervish
casualties were estimated at three hundred. The Abyssinians
returned their loss at thirty-one killed and wounded. The Abyssinians
were now living on the country, and exigencies of supply rendered it
necessary to move down stream to Mekunna. . . .
“On the morning of May 28 the Abyssinians left Hahi, and after a
series of forced marches surprised the Habr Suliman section of the
Bagheri tribe on the morning of May 31 at Jeyd, which is thirty miles
south of Bur. The Dervishes suffered heavy losses, and all their
camels and stock were captured. . . . This terminated the first phase
of the operations, and the force returned to Harrar.”
Later, the Negus consented to send another expedition, and
“expressed the wish for an increase in the number of medical officers
to accompany his force, and also suggested the issue of water-
bottles to his men. At the conclusion of the first phase of the
operations I had represented to the War Office that the absence of
any special arrangements for carrying water had seriously affected
the mobility of the Abyssinians; this want was now remedied by the
issue of one thousand twelve-gallon tanks; pumps and waterproof
sheets for improvising drinking-troughs were also supplied by his
Majesty’s Government.
“There is no organized system of supply in the Abyssinian army,
and hitherto arrangements made individually to carry one month’s
supply on a mule or donkey had been found sufficient to enable
expeditions to reach a district from which supplies could be drawn;
such a course did not meet the conditions under which the present
force was about to act, owing to the distance to be covered, the
necessity for carrying water, and the total absence of any grain,
either on the road or in the probable zone of operations. After some
unavoidable delay, arrangements were improvised for carrying two
months’ supply,[262] and his Highness Ras Makunnan,[263] who
personally interested himself in the despatch of the force,
subsequently supplemented this supply by sending three small
convoys as transport became available. The force commenced
concentration in the neighbourhood of Harrar on November 27,
1903. . . . The advanced party reached Wardair on January 12,
1904. . . . The resources of the country in the neighbourhood of the
River Fafan and the arrival of two more small convoys enabled the
force to keep the field until March 28, 1904, when the Abyssinian
commander (Fituari Gabri) was advised that the retreat of the Mullah
through the Sorl, pursued by the British columns, rendered the
presence of the Abyssinian expedition no longer necessary, and the
force marched for Harrar.”[264]
Those who wish to acquaint themselves with the home life of the
Abyssinian people should read the works of Mansfield Parkyns and
Mr. Augustus Wylde. The latter has given especially full details of the
surroundings and habits of the middle and lower classes of the
nation.
Mr. Wylde has chapters on “Shooting in Abyssinia” and “Outfit and
Rifles.” His book also contains an appendix on “Animals met with in
Abyssinia and on the Borders,” ranging in its scope from lions to
sand-martins. There are several passages dealing with sport and
natural history in Parkyns’s volume, and Mr. Vivian’s work contains
observations on the same subjects.
Stecker’s scientific notes have been frequently mentioned. His
brief but pithy treatise amply repays study. Harris’s “Highlands of
Ethiopia” has valuable appendices on the climate, geology, botany,
and zoology of the southern provinces (Vol. II).
Probably no country at the present time offers a better field for
research, sport, and exploration than Abyssinia.

FOOTNOTES:

[123]“The Highlands of Æthiopia,” by Major W. Cornwallis


Harris, of the H.E.I.C.’s Engineers, 1844, vol. iii. pp. 3, 4.
[124]“Wanderings among the Falashes,” p. 185.
[125]“Modern Abyssinia,” pp. 352, 353.
[126]Ib. p. 16.
[127]“The Highlands of Æthiopia,” vol. iii. pp. 84-86.
[128]“Modern Abyssinia,” p. 157.
[129]Mansfield Parkyns wrote: “The ordination of priests and
deacons is, I believe, tolerably simple; for instance, I have been
told that, on the arrival of the present Abouna from Egypt, the
candidates, who are only required to be able to read a little, were
collected in a mass near the place where he was. The bishop
then went through some ceremony, and ended by pronouncing a
blessing, and blowing in the direction of the assembled crowd,
who were thus all ordained. Among these was a woman with her
child in her arms, who had come thither from motives of curiosity.
She, too, was of course ordained; but I don’t remember hearing
that she ever officiated. If a priest be married previous to his
ordination, he is allowed to remain so; but no one can marry after
having entered the priesthood.” (“Life in Abyssinia,” p. 294.)
[130]See p. 240.
[131]“Wanderings among the Falashas,” pp. 307, 308.
[132]“Life in Abyssinia,” p. 321.
[133]“Wanderings among the Falashas,” p. 214 seq.
[134]“Wanderings among the Falashas,” pp. 201, 202. Major
Harris inspected the Cathedral of St. Michael at Ankóber, and in
his description of it wrote, “In the holy of holies is deposited the
sacred tabot, consecrated at Gondar by the delegate of the
Coptic patriarch; and around the veil that fell before this
mysterious emblem there hung in triumph four sporting pictures
from the pencil of Alken, which had been presented to the king.
They represented the great Leicestershire steeple-chase, and
Dick Christian, with his head in a ditch, occupied by far the most
prominent niche in the Cathedral of St. Michael!”
[135]Dufton, “A Journey through Abyssinia,” p. 90.
[136]“Wanderings among the Falashas,” p. 233 seq.
[137]“Life in Abyssinia,” p. 297 seq.
[138]“Life in Abyssinia,” pp. 160, 161.
[139]Ib. p. 277.
[140]“Life of Bruce,” by Major Head, p. 266.
[141]“Abyssinia,” p. 276 seq.
[142]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 139.
[143]Ib. p. 138.
[144]Major Head, “Life of Bruce,” p. 265.
[145]Ib. p. 268.
[146]“Modern Abyssinia,” pp. 361, 362.
[147]The Alaka is the superior of a monastery or other head of
an ecclesiastical establishment.
[148]Major Harris, “The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. pp. 134,
135.
[149]“Abyssinia,” p. 283.
[150]“British Mission to Abyssinia,” pp. 225, 226.
[151]“The British Mission to Abyssinia,” vol. i. p. 227. Cf. p. 107
of this book.
[152]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. pp. 133, 134.
[153]“The British Mission to Abyssinia,” vol. i. p. 217.
[154]“The British Mission to Abyssinia,” vol. i. p. 217. Stern did
not observe this separation of the sexes.
[155]“Abyssinia,” p. 277.
[156]“Abyssinia,” p. 288.
[157]Cf. p. 224.
[158]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 132.
[159]This appendix of Major Harris’s book was evidently
prepared with care, and it is therefore surprising to find the saints,
whose deeds are commemorated on October 4, described as
“Papa and Mamma”! Presumably the explanation is that there
was humour among the compositors of the year 1844, and that
the compiler neglected his proof-reading.
[160]“Abyssinia,” pp. 280, 285.
[161]“Life in Abyssinia,” pp. 277, 278.
[162]A province of Abyssinia.
[163]“Abyssinia Described,” by J. C. Hotten, p. 160.
[164]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 139.
[165]Parkyns, “Life in Abyssinia,” p. 294.
[166]“Wanderings among the Falashas,” p. 218.
[167]Harris, “The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 141.
[168]“Wanderings among the Falashas,” p. 181.
[169]“A Journey through Abyssinia,” p. 91.
[170]“Life in Abyssinia,” p. 163.
[171]“Abyssinia Described,” p. 164.
[172]“Modern Abyssinia,” p. 164.
[173]“Abyssinia Described,” p. 159.
[174]“Life in Abyssinia,” p. 91.
[175]“Wanderings among the Falashas,” p. 131.
[176]Ib.
[177]“Life in Abyssinia,” p. 289.
[178]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 148.
[179]Ib.
[180]This was the “Sultan Segued” who caused the still existing
bridge over the Blue Nile to be built. See p. 147.
[181]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 186.
[182]“Life in Abyssinia,” p. 295.
[183]“Wanderings among the Falashas,” p. 306.
[184]P. 136.
[185]“Narrative of the Portuguese Embassy to Abyssinia,”
1520-27, translated and edited by Lord Stanley of Alderley,
Hakluyt Society, 1881.
[186]“History of Ethiopia,” made English by J. P. Gent, 1684.
[187]The reader need hardly be reminded that the same
interdiction is in force elsewhere. It is the refusal of the
connubium that renders the British population in the East of
London and elsewhere unable to assimilate the large colonies of
Jews who have lately immigrated into this country, and in great
part causes the difficulties of the “Alien Question.” The subject
has been treated in Major Evans Gordon’s very interesting book,
“The Alien Immigrant” (1903).
[188]“Wanderings among the Falashas,” p. 187.
[189]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 145.
[190]“Wanderings among the Falashas,” pp. 185, 186.
[191]“Abyssinia,” p. 329.
[192]Major Head’s “Biography,” p. 162.
[193]Major Head’s “Biography of Bruce,” pp. 162, 163.
[194]“Wanderings among the Falashas,” p. 186.
[195]See “Wanderings among the Falashas,” chap. xiv. et seq.
[196]Hotten, p. 166.
[197]“Wanderings among the Falashas,” p. 188.
[198]Greenberg and Co., 80, Chancery Lane, London.
[199]Hotten, pp. 167, 168.
[200]Dufton, “A Journey through Abyssinia,” p. 143.
[201]The ancient city of Axum is remarkable for the ruins and
other traces of an early and extinct civilization which it contains.
These have been the occasion of much speculation among
archæologists. An account of the obelisks and other remains was
given by Bruce; Mr. Wylde has made some interesting comments
on the subject in his chapter on Axum; many writers on Abyssinia
have referred to it at some length; and the late Mr. Theodore Bent
dealt with the antiquities of the place in “The Sacred City of the
Ethiopians” (Longmans, Green and Co., 1893).
[202]Augustus Wylde, “Modern Abyssinia,” pp. 18, 407.
[203]See p. 143.
[204]Hotten, p. 167.
[205]Plowden, quoted by Hotten, p. 166. Plowden’s description
applies to the fifties of the nineteenth century.
[206]“The British Mission to Abyssinia,” vol. i. p. 209.
[207]“According to Abyssinian tradition, the King of Tigre, soon
after his conversion to Christianity, crossed the Taccazze, and
invaded Simien and Amhara. Here he met a people who were
neither Pagans nor Christians, a marvel which aroused the
monarch’s curiosity, and he inquired what they believed; to which,
in a laconic style, they replied in their own dialect, Kam Ant, i.e.
‘as thou,’ from whence they obtained their present appellation.”
[208]“Wanderings among the Falashas,” p. 42 seq.
[209]“Modern Abyssinia,” p. 144.
[210]“Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 393.
[211]Hotten, p. 120.
[212]Ib. p. 186.
[213]“Life in Abyssinia,” p. 366.
[214]“Wanderings among the Falashas,” chap. ix; Hotten, p.
121.
[215]See, e.g. “Life in Abyssinia,” p. 368.
[216]“Modern Abyssinia,” p. 310.
[217]Hotten, p. 183 seq.
[218]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. p. 184.
[219]Hotten, p. 158.
[220]See, e.g. p. 121.
[221]“Abyssinia,” p. 204.
[222]“Life in Abyssinia,” p. 254.
[223]“Life in Abyssinia,” pp. 255, 256.
[224]Parkyns, pp. 266, 267.
[225]“Modern Abyssinia,” p. 181 seq. “Life in Abyssinia,” p. 256
seq.
[226]“The British Mission to Abyssinia,” vol. ii. p. 219.
[227]In matters of detail this account applies, of course, to
Abyssinia in the first half of the nineteenth century.
[228]“The Highlands of Ethiopia,” vol. iii. pp. 166-168.
[229]Hotten, p. 137.
[230]“Wanderings among the Falashas,” p. 119.
[231]“Life in Abyssinia,” p. 268.
[232]Johnson’s translation.
[233]“Abyssinia,” p. 232.
[234]“The British Mission to Abyssinia,” vol. ii. pp. 215, 216.
[235]“Abyssinia,” p. 231.
[236]Hotten, p. 137.
[237]“Life in Abyssinia,” p. 268.
[238]See p. 223.
[239]“Wanderings among the Falashas,” p. 118.
[240]“The British Mission to Abyssinia,” vol. ii. pp. 219, 220.
[241]Ib. vol. ii. p. 216.
[242]Johnson’s translation.
[243]“Modern Abyssinia,” p. 245 seq.
[244]“Abyssinia,” p. 231.
[245]“The Highlands of Ethiopia,” vol. ii. p. 156 seq.
[246]Hotten, p. 166.
[247]“Modern Abyssinia,” 1901, p. 143.
[248]“A Journey through Abyssinia,” p. 167 seq.
[249]“Wanderings among the Falashas,” p. 154 seq.
[250]“Life in Abyssinia,” p. 300 seq.
[251]“Modern Abyssinia,” p. 385.
[252]“Life in Abyssinia,” p. 318 seq.
[253]“Wanderings among the Falashas,” p. 161.
[254]Compare Consul Plowden’s remarks quoted on p. 70 of
this book.
[255]“Modern Abyssinia,” p. 3.

You might also like