Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Romain Gary 1st Edition Dominique

Bona
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/romain-gary-1st-edition-dominique-bona/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Latium I 1st Edition Romain Lucazeau

https://ebookstep.com/product/latium-i-1st-edition-romain-
lucazeau/

Une sale Française 1st Edition Romain Slocombe

https://ebookstep.com/product/une-sale-francaise-1st-edition-
romain-slocombe/

La nuit du faune 1st Edition Romain Lucazeau

https://ebookstep.com/product/la-nuit-du-faune-1st-edition-
romain-lucazeau/

Rivière fantôme 1st Edition Dominique Botha

https://ebookstep.com/product/riviere-fantome-1st-edition-
dominique-botha/
Geiger 01 1st Edition Geoff Johns Gary Frank

https://ebookstep.com/product/geiger-01-1st-edition-geoff-johns-
gary-frank/

Geiger 02 1st Edition Geoff Johns Gary Frank

https://ebookstep.com/product/geiger-02-1st-edition-geoff-johns-
gary-frank/

Season for Surrender Theresa Romain

https://ebookstep.com/product/season-for-surrender-theresa-
romain/

Season for Temptation Theresa Romain

https://ebookstep.com/product/season-for-temptation-theresa-
romain/

Latium INTÉGRALE 1 et 2 1st Edition Romain Lucazeau

https://ebookstep.com/product/latium-integrale-1-et-2-1st-
edition-romain-lucazeau/
R._OMAIN QARY

Dominique Bona

Fransızca Aslından Çeviren


Ertuğrul Efeoğlu
••Gefrika

RomainGary
Dominique Bona

Orijinal Adı
Romain Gary

Kasım, 2017

ISBN

978-605-82672-6-8

Fransızca Aslından Çeviri


Ertuğrul Efeoğlu

Editör
Önder Yetişen

Mizanpaj ve Kapak Tasanmı


Tefrika Tasarım

Redaksiyon ve Son Okuma


Ayşe Ceren Çelik - Behlül Berk Parça

Tefrika Yayınlan
Adres: Osmanağa Mah. Nüzhetefendi Sok.
No. 18 Kat: 5 Kadıköy /İstanbul
Tel.: 0216 345 83 85
Sertifika No. 30373

Baskı
Deniz Ofset Matbaacılık
Adres: Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin iş Merkezi
No. 403/2 Topkapı /İstanbul
Tel.: 0212 613 30 06
Sertifika No. 29652

Kitapta yer alan yazıların yayın hakları saklıdır. Yazılar, yayıncının izni olmadan
kısmen veya tamamen basılamaz, çoğaltılamaz ve dijital ortama taşınamaz. Ayıptır.

f - @
tefrikayayinlari tefrikayayin tefrikayayinlari


info@tefrikayayinlari.com www.tefrikayayinlari.com
Babama...
Dominique Bona
(29 Temmuz 1953, Perpignan, Fransa)

Roman ve biyografi yazandır. Romain Gary adlı yapıtıyla


Academie Française'in biyografi büyük ödülünü, Malika adlı
yapıtıyla Interallie ödülünü, Le manuscrit de Port-Ebene adlı
yapıtıyla l 998'de Renaudot ödülünü almıştır.

Ertuğrul Efeoğlu
(1951, İstanbul)

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız


Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi . Marguerite Duras üzerine
yaptığı Doktora tezini İstanbul Üniversitesinde Tahsin Yücel
yönetiminde gerçekleştirdi. İnönü Üniversitesi ile Uludağ Üni­
versitesinde görev yaptı. Yıldız Teknik Üniversitesinde öğre­
tim üyesi olarak çalışmayı sürdürmektedir. Milliye t gazetesi
ile Milliyet Sanat dergisinden iki ayn ödül aldı . Dergilerde ve
gazetelerde deneme, öykü, eleştiri türlerinde yazılar yayımladı,
çeviriler yaptı.
İçindekiler

Bir Paryanın Gençliği ................................................................. 11


Rus Bilmecesi ............................................................................. 29
Avrupa Oteli'nde ........................................................................ 47
Özgür Fransız Yurttaşı .............................................................. 61
.

Gökte Serüven ............................................................................ 87


Lesley 105
Paris Güldürüsü .......................................................................... 113
Karadeniz Kaygılan ................................................................... 119
Ortak Pazar Gemisinin Amban ................................................. 135
Ayı Çukurunda ........................................................................... 149
Amerika'da İlk Adımlar 155
"Bay" Blanch .............................................................................. 177
La Paz'da Bir Bomba ................................................................. 181
Los Angeles'ın Işıklan ................................................................ 197
Y ıldınm Aşkı .............................................................................. 217
Boğa ile Akrep ............................................................................ 23 l
Kopmalar 245
Şu Ayrıksı Kuşlar 253
Sığınmalar 269
Hayali İkinci Baba......................................................................... 275
Ak Köpek ileKara Panter 29 l
Kadınlar ve Yolculuklar 305
Baron............................................................................................. 325
Karnaval.. ...................................................................................... 3 3 l
Fantastik Bir Güldürü . ................................................................... 35 l
Kendi Ağına Düşen Kişi................................................................ 373
Çağdaş Başkente Elveda ................................................................ 39 l
Bir Çocuk-Kadının Ölümü ........... .. ...... ....... ...... ....... ..... .....
. . ... . .. . . 399
Kendi Gölgeleri Tarafından Büyülenen İllüzyonist....................... 405
lnvalides'te T ören .......................................................................... 423

Teşekkür 429
"Onun düşü . . . Bunu bir düşte mi
Görüyor yoksa? Yoksa Yaşamımız
Bir hiç mi, yalnızca bir düş mü?
Gökyüzünün yeryüzüne yaptığı bir şaka mı yoksa?"

Puşkin / Tunç Atlı


ROMAINGARY

Bir Paryanın Gençliği

İ nce, uzun boylu, koyu renk tenli, açık renk gözlü, düşlem­
lerini Baie des Anges'da 1 gezdiren bir yeniyetme. Güney
Fransa onu kendine bağlamış. Çocukluğunun korkunç kış­
larıyla karşılaştırınca ona cenneti çağrıştıran bir iklimin ola­
ğanüstü gösterişini, o iklimin güneşini seviyor. Adı Romain
Kacew, on beş yaşında, Yahudi, yoksul, yetim; l 927 'de, en
çok iki yıl önce Polonya'dan gelip annesiyle Nice kentine
sığınmış. Wilno'da, Varşova'da yaşadığı savaşın acı anılan
bu kıyı şeridinde, insanı bir serap gibi şaşırtan göz alıcı çev­
renin görünümü önünde siliniyor. Côte d'Azur'ün hurma
ağaçları, begonvilleri, yaseminleri . . .
Doğu'da doğmuş olan Romain Kacew, Güney'in bu
kentine, krem şanti gibi ak sarayların önüne limuzinlerin
prensesleri, dansçıları, sinema ve sahne yıldızlarını getirip
bıraktığı, bu hem canlı hem uyuşuk, sevinçli, çiçekli, geveze
kente bağlanmış. Burada düşlem, elin uzanabildiği yerde­
!. Fransa'nın güneyinde Nice ile Antibes-kentleri arasında uzanan, adını
benekli balıklanndan (anges de mer) alan koy.
DOMINIQ1JE BONA

dir, çünkü deniz, gökyüzü ve kentin ışıklan masalsı umutlar


yansıtır. Romain'e artık hiçbir şey Akdeniz'in suyunda yü­
züp ceket omuzda, kafasında uçuk düşlemlerle dalgakıra­
nın oralarda gezip dolaşmaktan daha güzel görünmez.
Bir İtalyan gibi esmer olmasına karşın, Côte'da insan­
lar onu hiç ikirciksiz, bir Türk sanırlar. Bakır rengi teni,
çıkık elmacık kemikleri, badem gözleri uzak güney ülkele­
rinin ha_lklannı çağrıştırır hemen. Daha doğrusu bir Moğol
gibidir. insanı şaşırtan bakışları vardır; açık renk, neredeyse
saydam, çok tatlı bir maviyle hareli, ağır gözkapaklarının
altına gizlenmiş maviye çalar büyüleyici gözleri, kökeni­
nin gizemini ilk anda ortaya çıkarmaktadır. Romain Ka­
cew yakışıklıdır, ama onun yakışıklılığı Fransa'ya yerleşmiş
olan o pis yabancılara özgü bir yakışıklılıktır. Kimi kez bir
sövgü duyduğu olur. Geçmişi gizemliyse de sert çizgileri,
kalın boynu, iri dudaklı yüzü her şeyini Doğu'dan almıştır.
Dahası, mavi gözleri Zaporojeli bir Kazak'ın ya da Cengiz
Han'ın gözleri gibi olabilmektedir.
Blazer ceket giyer, boyunbağı takar. Yoksuldur, o yüz­
dt'n davranışla nna Özt'n göstnir, mf'tdiksiz bir göçmene
benzemekten özellikle korkar. Kendine iyi bir delikanlı ha­
vası verir, filmlerdeki briyantin saçlı kahramanlara hayran­
dır, . giyim kuşam inceliğini bütünlediğini düşündüğü eski
bir lngiliz yağmurluğu alır bit çarşısından.
Nice'te, Shakespeare Bulvan'ndaki iki odalı bir dairede
yalnızca iki ay yaşamıştır. Yurdu bir oteldir, tıpkı kentteki
gibi her soydan, her ülkeden gelen insanların yaşadığı Mer­
monts Otel-Pansiyonu. "Deniz gibi ve aynı zamanda dağ
gibi . . . " der kendisi. Günümüzde François-Grosso Bulvarı
olan Carlonne Bulvan'nın 7 nolu binası, Dante Caddesi
kavşağında, krem renkli, ön yüzünde sıradan bir 1 900 ya­
zan uzun yüzeyden başka hiçbir özelliği olmayan, yedi katlı
kocaman bir yapı. Romain oranın giriş katında, pencereleri
küçük bir bahçeye bakan geniş bir oda tutar.
ROMAIN GARY

Annesiyle birlikte yaşar. Bayan Kacew bir aile fotoğra­


fında, ince uzun, iri yapılı ama epeyce zayıf bir kadın ola­
rak görünmektedir. Kırk altı yaşındadır, kırlaşmış saçlarını
topuz yapmakta, külrengi ya da açık mor gösterişsiz giysiler
giymektedir. Sürekli olarak çok sert içimli mavi Gauloise
sigara içmektedir. Boşanmış, belki de dul kalmış bir kadı­
nın yan yas rengini taşıyan giysileri içinde, erkeksiz bir ka­
dındır. Bununla birlikte biricik oğlunu yılmadan yetiştiren,
hfila güzel bir kadın. Gözleri yeşil. Adı Nina.
Servetini Doğu'ya yatırmış varlıklı bir Litvanyalı olan
Mermonts Oteli'nin sahibi, Nina'yı otel müdürü olarak
atar. Nina, yoksulluğa karşı sürdürülen uzun bir yanşın
sona erdiği o otelde artık kendi evinde gibidir. Sonunda,
devrimlerden ve yoksulluktan kurtulmuş olarak, kendisine
çatı katında havasız, en küçük odayı ayırırken, oğlunu otele
bir prens gibi yerleştirmiştir. Özellikle İngiliz ya da Belçi­
kalı yolcuların geldiği bu uğrak yeri, bu sıradan, bu sade
pansiyon Nina ile Romain'in demir atıp yerleşme yeri olan
Nice'teki biricik ve gerçek evleri olmuştur. Delikanlı, pan­
siyona gelenlerin işlerine doğal olarak karışmamaktadır.
Arada sırada bavul taşıdığı ya da müşteriye anahtar verdiği
oluyorsa da zamanının çoğunu odasına kapanıp kitaplarıy­
la, defterleriyle geçirmektedir.
Nice'in bir mahallesinde Kiev ya da Saint-Petersburg
özlemi yaşatan bu otel, türlü dil ve ağızlarla, özgün renkler­
le dolu bir adadır. Gezinti yeri Promenade ile Pare lmperial
arasında kalan, Ortodoks kilisesi ve çarların eski konutları­
nın çevrelediği bir alanda, soylu, burjuva, bakkal, avukat,
nedime, sanatçı, her konumdan Rus ve hatta Nina'nın ta­
nıdığı bir Grandük, dinsel göstergelerini ve semaverlerini
bir araya getirmişlerdir. En varlıklılar yukarılara, kilisenin
türkuaz ve altın renkli kubbelerinin çevresine yerleşmişler.
En yoksulları beride, denize yakın yerdeler. Mermonts Pan­
siyonu ikisinin ortasında yer alıyor.

13
DOMINIQYE BONA

Romain oradakilerle -Çar ordusunun eski subayı Al­


bay Aprelev, yaşlı Bayan Bilderling ya da Prenses Canta­
cuzen- Rusça konuşur. Prenses Cantacuzen pintilik edip
Dante Caddesi'ndeki Washington adlı kahvenin üstünde bir
yere yerleşmiş, kendisine Windsor Düşesi Wallis'in arma­
ğan ettiği altından bir dört yapraklı yoncayı boynuna tak­
mıştır. Ama bu sürgünler topluluğunda, Kacew'lerin özgün
bir konumu vardır.
Her şeyden önce onlar Yahudi'dir. Bu da kendi arala­
rında bütün arkadaşlık bağlarının kurulduğu yer olan kili­
seye giden ve Rus da olsalar bütün Yahudilere karşı körü
körüne güvensizlik ve aşağılama gösteren Ortodoks toplu­
lukların onları dışlamalarına yetmiştir. Onlarla sokakta se­
lamlaşsalar bile, evlerinin kapılarını onlara kapatmışlardır,
anlan Caucade Mezarlığı'na bile almamaktadırlar. Yahudi­
ler başka yerlere, dağda bir yerlere gömülmektedir.
Romain ve Nina Kacew hiçbir dinin gereğini yapma­
maktadır. Deloye Caddesi'ndeki sinagoga da gitmezler. Nüfus
kaydına göre Yahudidirler ama kendi dinlerinden olan öbür
aİlt'lt'rlt' kaynaşmaya çalışmazlar. Nina Kact>w sonımı çöz­
müştür: Tanndan söz etmemekte ve kökenlerini anımsatmak­
tan kaçınmaktadır. Dahası, belki de o kökenleri unutturmaya
çalışmaktadır. Romain'e gelince, henüz bir yeniyetme olan Ro­
main, farklılıklarından övünç duymayı bilmemektedir daha.
Nice'teki Ruslar, Rus topluluğu içindeki Yahudiler, Ya­
hudilerin içindeki tanrıtanımazlar . . . K� cew'ler hiçbir oy­
mağa, hiçbir topluluğa bağlı değildirler. ikisi yalnız başları­
na, sürgün kardeşliğinin dışında, birbiri için yaşamaktadır.
Çünkü Nina ile Romain'i öbür Rus göçmenlerden ayı­
ran, dinsel inançlarından çok, onlardaki Fransa'yla bütün­
leşme arzusudur. Nanssen pasaportu onlan hfila yurtsuz
sınıfına koymaktadır, ne var ki konu komşu Ruslar Büyük
Rusya'nın, Rusya'nın görkeminin, Rusya'nın gelenekleri­
nin düşlerini kurmayı sürdürürlerken, Kacew'ler Mosko-

14
ROMAIN GARY

va'yı, Wilno'yu, Varşova'yı unutmak istemektedirler. Geç­


mişleri, anlan ülkelerine özlemden kıvrandırmayacak denli
kötüdür. Buraya daha iyi bir yaşam istenciyle gelmişlerdir.
Bu yüzden, gözlerini bütün umutlarıyla İ nsan Haklan ve
Özgürlükleri ülkesinin kendilerine söz verdiği geleceğe dik­
mişlerdir. Romain kimi kez bulanık bir soy sop duygusuyla
damarlarında Tatar ya da Çingene kanının aktığım duyum­
sasa da başka bir gelecek düşlememektedir. Bir gün gelecek
Fransız olacaktı. Aslında istediği vatandaşlığı ona vermekte
öyle çok gecikmeselerdi şimdiye olmuştu bile. Sürgüne gö­
türen aşamaları artık anımsamak istemiyor. Romain, gele­
ceğe ilişkin bütün tasarımlardan kopup Nice'e büyük bir
sığınma kentiymişçesine üşüşenler arasında, daha o zaman­
dan iyi bir Fransız genci olmuş olarak yerleşmeye çalışmak­
ta ve yitirilmiş ülkelerinden kesinlikle söz etmemektedir.
Nina onu Fransa sevgisiyle yetiştirmiştir. Fransızca ko­
nuşmayı ona öğreten, daha Wilno'dayken Fransız ulusal
marşı La Marseillaise'i kendisine belleten odur. Nina, 1 9 1 4
ve 1 9 1 7 yıllarının sıkıntıları sırasında ve Polonya'da yoksun­
luklar içinde yaşarlarken Fransa')'l imgeleminde hep haşa­
n ve mutluluk düşünceleriyle bağdaştırmıştır. Kendisinin
yoksun kaldığı özlemleri, tutkuları oğluna yöneltmektedir.
O özlemler, o tut�ular öylesine yüksek, öylesine çılgındırlar
ki görünüşe göre Ispanya'da şato kurmaya benzemektedir.
En sıkıntılı anlarda bile Romain'in geleceğinden hiç umut­
suzluğa düşmemiştir. Taşkın bir sevgiyle sevdiği oğlunun
ilerde öğretim üyesi ya da Fransa büyükelçisi olması için
her türlü özveriye hazırdır.
Bu yüksek rütbeleri beklerken, Romain Nice'te hala bir
Polonya Yahudisi, toplum dışı pis bir yabancıdır. Lisedeki
en iyi arkadaşları, adlan Fransızca olmayan Kardo-Ses­
soeff, Glicksmann ya da Ziegler'dir. Onlar da onun gibi
göçmendir. Jeanne d'Arc'ın ve Victor Hugo'nun ülkesinde,
Kacew adı da yabancı bir addır. Romain, ayağım Fransa

15
DOMINIQYE BONA

toprağına basar basmaz kimlik değiştirmeyi düşler. Alacağı


öç bir tane değildir.
Yazlığa çıkan Orta Avrupa milyarderlerinin sıkça gel­
dikleri Fransız Rivierası'nın güneşli ve ışıltılı görünümü,
daha sert, daha tiksinç bir gerçekliği güçlükle örtüp giz­
ler. Romain Nice'te uzun süre yokluk çekmiştir. Buradaki
yoksulluk Wilno'dakinden daha azdır, Varşova'dakinden
daha azdır, ama Romain buraya yeniyetmelik yaşında
geldiği için, yo�ulluğu daha bilinçli olarak, daha hınçla
duyumsamıştır. ilk aylarda, ülkelerindeki yıkımlardan kur­
tarabildikleri semaveri ve birkaç gümüş parçayı satmakta
annesine yardım etmek için Nina'ya kentteki sıkıntıların­
da, eski takılar alınıp satılan yerlerde eşlik etmiştir. Boşuna
çaba! Nina ayakta kalabilmek için en düşük işleri kabul
etmek zorunda kalmıştır. Kuş-köpek barınağında işe başla­
mış, orada köpeklerin temizliğini yapmış, ortalık işleri gör­
müştür. Güzel olduğundan ve yüksek tabakadan bir kadın
gibi davrandığından Hotel Negresco'da küçük bir vitrin
tutmayı başarmıştır. Orada komisyon ödeyerek otel müş­
tf'ıilf'ıinf' hoyunhağı, ful ar, parfüm satmış , daha sonra takı
işportacılığı yapmıştır. Kendini düşmüş bir Rus soylusu gibi
gösterip yaradılışındaki davranış inceliğini de kullanarak ve
aynca Fransızcada bile edinemediği gündelik konuşma di­
lini -çünkü Fransızcayı dilbilgisi kurallarına sıkı sıkıya bağlı
kalarak konuşmaktadır- Rusçada kullanıp Rusça ağız takli­
di yaparak, satılacak mallarını sergilemek için dört ve beş
yıldızlı Winter-Palace, Hermitage, Negresco otellerinin en
zengin müşterilerinin kapılarını çalmaya gider.
Çoğu kez para yoktur. Ama Romain açlık nedir bilmez.
Nina kendisini etten yoksun tutsa da onun yemeklerinde
her zaman et vardır. Nina ona her şeyi adamaktadır. Öyle
olmakla birlikte yaşam Romain'e bir anda tehlikeli ve kı­
rılgan gibi, otel kapıcılarının tehditleri karşısında Nina'nın
hünerine bağlı gibi görünebilmektedir. Otel Mermonts'da

16
ROMAIN GARY

artık güvendeyken bile, yazgısı, hiçbir şeyden hiçbir zaman


zaten yakınmayan annesinin iş yapma gücüne, çalışıp çaba­
lamasına bağlıdır.
Nina şeker hastasıdır, birçok kez hipoglisemi komasına
girmiştir, günlerini insülinle açıp insülinle bitirmekte, "Şe­
ker hastasıyım. Beni baygın durumda bulursanız çantam­
daki küçük şeker keselerinden bir tanesini lütfen ağzıma ko­
yun. Teşekkür ederim." diye yazan bir etiketi mantosunun
yakasına iğnelemeden sokağa hiç çıkmamaktadır. Hastalığı
onun ne çalışmasına ne de gülümsemesine engeldir. Her
sabah saat altıda ayaktadır, Mermonts'un alışveriş işlerini
gören, yemek listesini düzenleyen, odaların dağılımını ya­
pan, az sayıdaki otel çalışanını -işlerin iyi olduğu yıllarda
dört kişi- yöneten, hesabı tutan odur. Nina, pansiyonun
merdivenlerinden, özellikle de merdivenin bodrum katta­
ki mutfağı yemek salonuna bağlayan dimdik bölümünden
günde yirmi kez döne döne inip çıkarken görülür.
Kapılan Otel Mermonts'a iki adım uzaklıktaki Buffa
Çarşısı'ndaki balıkçı, peynirci, manav takımının genç ku­
ş aktan olanları, otelin alışverişi için eskiden her gün gelip
alınacakları kendisi seçen Nina Kacew'in yüzünü unut­
muşlar. Pantaleoni, Renucci, Buppi, Cesari, Fassoli . . . Sa­
tıcıların tezgahlara konmuş İtalyanca adlan kulağa ken­
disininkinden daha Fransızcaymış gibi gelmiyordu, ama
onlar kendisine bildik tanıdık görünüyorlardı, arkadaş ol­
muşlardı. }$uffa Çarşısı'na renkleri, kokulan, kendisini her
günkü işlerin tatsızlığından sıyıran ve Mermonts'un kapalı
dünyasından bir parça çıkaran bağırış çağınşlan nedeniyle
bir bayram yerine gider gibi gidiyordu. Nina'nın yakın ar­
kadaşı yoktu.
Sıkılgan ve dahası yabansı bir kişi olan Romain, ken­
disine hala küçük bir çocuk gibi boyun eğdiği bu yürekli ve
gururlu annenin gölgesinde büyür. Romain'in Rus arkadaşı
Kardo-Sessoeff, "Yahudi bir anne; önünde eğilinen ve bas-

17
DOMINIQYE BONA

kıcı, tuttuğunu koparan ve baskın" diyecektir. Nina haşan


kazanması ve kendisini aşması için Romain'i arkasından it­
mektedir. Romain kendisinden istenileni saygı gereği oldu­
ğu ölçüde sevgiyle de yerine getirir. Çünkü Nina'yı güçlük
içine çalışmaya tutsak eden adaletsizlikten acı duymakta,
ona yardım etmeyi istemesine karşın, onun isteklerini ye­
rine getirmekte kendini yetersiz görmektedir. O, güçlükle
ayırt ettiği bir geleceğe doğru uzanan ve oraya nasıl yana­
şacağını bilmeyen bir ergendir. Hiç kimseye açmadığı tasa­
nmlan ve bir kaygısı üzerine yoğunlaşmış, ciddi bir ergen.
Koşar, yüzer, böyle sporlar yaparak içini boşaltır. Plaj­
da bir deniz sporlan kuruluşu olan Grande Bleue'nün yüzme
hocası onu şampiyon yapmak ister. Gerçekte o, dalgalann
üzerindeyken öcünü almakta, hıncını öyle çıkarmaktadır.
Epeyce sakıngan, epeyce sakin görünümlü olmakla birlikte,
içinde öfke ve şiddet vardır. Bir gün, annesi ödeme yapama­
dığı için dükkanının kapısını annesine kapatan bir satıcıyı
tokatlar. Başka bir günse Nina'ya söven bir bakkalı tokatlar.
Son olarak semtteki Ruslann kendi dillerinde enfeksiyon anla­
mma gel('n :;:,araza sözcüğünden türeterek Zarazoff adını tak­
tıklan bir tefeciyi eşek sudan gelinceye kadar döver. Zarazoff,
Kacew'lerden alacağını istemek üzere gelince Romain onun
üzerine atılır, onu döver ve sokağa atar. Zarazoff bir hafta
sonra öldürülmüş olacaktır! Cinayet işlendiği sırada kendisi­
nin Grasse'taki pinpon turnuvasında bulunduğunu kanıtla­
yamadığı için polisçe üç kez sorguya çekilmiş olan Romain'in
yaşam çizgisi, adli sicil yoluna öylece geçmiş olur.
Romain Kacew, şiddete başvurmasıyla ve umutsuzlu­
ğuyla Côte'un başkaldıranlan ve genç aylaklan ile kendisi
arasında kurulabilecek bir benzerlikten daha çoğunu gös­
termektedir. Arkadaşı Glicksmann'la birlikte banka soyma,
hali vakti yerinde olanlara tiyatro ya da kumarhane çıkı­
şında saldırma planlan yapmaktadır . .. Çok sonra Romain
Gary'nin Grand Vestiaire adlı romanının anlatı kişisi olan on

18
ROMAIN GARY

dört yaşındaki kindar serseri Luc Martin, Romain Kacew'i


yoksunlukları ve hırçınlıklarıyla anımsayacaktır.
Aşın öfke bir üreteçtir, Nice de Romain'e öfkelenilecek
yeni konulan durmadan vermektedir. Tenis oynamayı -tenis
bir burjuva sporudur- düşler. Bir kankası ona bir raket ver­
miş ve oyunun temel kurallarım öğretmiştir. Ama Pare lmpe­
rial'daki tenis kulübünün üyelik ödentileri onun olanaklarım
çok aşmaktadır, bu yüzden o güzel tenis kortlarına giremez.
Büyük yasak! Nina duruma el atar. Bastonuyla Parc'a dek
çıkar, soluk soluğadır ama bastonunu elinde bir silah. gibi
kaldırmıştır, kulüp başkanından, oğlunu kulübe almasını is­
ter. Kuşkusuz, kendisi Romain'in yeteneklerine güvenmekte­
dir . . . Başkandan oldukça kuru bir karşılıktan başkasını ala­
mayınca ünlü hasır şapkasından tamyıverdiği İsveç Kralı'na
bile bağırıp seslenir. Kral, Côte'a sık sık gelenlerden biridir
ve çok iyi bir tenis oyuncusudur. Nina -ilerde Fransa şampi­
yonu olacak olan- oğlunun davasını savunur. Nina'da hiçbir
kompleks, hiçbir sıkılganlık yoktur, tutkuları bu tür duygula­
n ona yasaklamıştır. Romain'se annesinin tersine utançtan
ölmektedir. Kral V. Gustave kendi çalıştırıcısıyla karşılıklı
birkaç top çevirmesini ister sonunda Romain'den. Romain,
kralın tenis çalıştırıcısıyla karşılıklı top oynarken gülünçtür,
ağlanacak durumdadır, debelenip durmaktadır ama yılmaz.
Acıya sonuna dek katlanacaktır. Gülüşme sesleri havada uç­
maktadır. Kral V. Gustave kımıldamadan bakmaktadır. Bu
gösterinin sonunda, kulüp başkanım yanına çağırır ve Roma­
in'in üyelik ödentisini kendisinin karşılayacağım söyler. Nina
sevinçten uçmaktadır, Romain en iyisidir. Ama Kacew, aya­
ğın1 Pare Imperial'a hiç basmayacaktır. Stadyuma gidip topu
duvara karşı oynayacak ya da plajda hayali bir filenin iki ya­
nında top çalışacaktır.
Öç alma arzusu onu kanatlandırmak.tadır. Bir tek
tutkusu vardır, o da başarmak, Nina'mn bütün dileklerini
yerine getirmek için -çabuk başarmak- ve sonunda, içinde
DOMINIQYE BONA

beslediği sonsuz tutkuların tepesine yükselmek. Annesinin


geniş ve verimli imgelemi altın ve ışık görünümlü olağa­
nüstü bir bahçe kurmuştur ona, bu bahçe onların sığınağı,
avuntusudur. Romain, Nina'nın gülümsemesiyle kendini
koyuverir, içi rahatlar, annesi yarınları betimlerken bir ka­
hin gibidir. Kendilerini henüz tanımayan bu ülkedeki ün ve
servetin varlığını sürekli olarak Romain' e haber vermekte­
dir. Bu ülkede oğlunun kendini sırasıyla büyükelçi, general
ya da Olimpiyat Madalyalı bir sporcu olarak göstereceğini
öngörmekt� dir. . . Sevgi, yaşlanmakta olan, sağlığı kırılgan
bu anneyi Iskandinav söylencelerinin ışık saçan savaş tan­
rıçası Walkyrie'ye dönüştürmektedir. Yıldızlara, şansa, Wil­
no'nun çoktanrılılık dönemi perilerinin koruyuculuğuna
inanmakta ve tek bir tanrıya, yani oğluna iman etmektedir.
Romain, her şeyden çok sevdiği bu gururlu annenin gözün­
den düşmemek için olanaksıza karşı bahse girer: Bir gün
büyük ve ünlü bir adam olacaktır.
Dünyaya beslediği kin ve yoksulluklarının etkisiyle en
öfkeli başkaldırı ve kargaşa nöbetlerini yaşarken, annesine
karşı yumuşak ve sevgi dolu olan hu yt>niyetme kendisine
biçilen yazgının kalıbına girmeye razı olur. Bu kalıp, madal­
yaların ve üniformaların konformist ve burjuva dünyasıdır.
Gambetta Bulvarı'nın bakkalları. gülsünler bakalım, o belki
de öğretim üyesi olacaktır . . . Kimi kez öfkeyle soluğu kesil­
diğinde denize dalmaya gider ve deli gibi yüzdükten sonra
yatışmış düşlerle kıyıya çıkar.
Romain Kacew, yeteneklerini tanımlayamamıştır
daha, bir değeri olup olmadığını bilmemektedir, ama içi
tutkularla doludur. Yönelimlerini bir araya getirip tartacak
bilinci yoksa da bütün çarpışmalara hazırdır.
Nice'te gündelik yaşam büyüden yoksun değildir. Sha­
kespeare Caddesi 'ne, ardından Carlonne Bulvarı 'na, Ro­
main'in okul dönüşlerinde Nina'nın kendisine pencereden
salladığı gizemli para ödeme havaleleri gelmektedir. O
ROMAIN GARY

küçük mavi kağıtlar uğurlu günlerin belgeleridir. Nereden


ve kimden geldikleri bilinmeyen o havaleler eve biraz bol­
luk ve bir güven havası getirirler. Nina hafiflemiş görünür,
Romain'e sarılır, mavilikten başının dönmesi için gözlerini
gökyüzüne çevirir, Çigan müzisyenleri dinlemesi için Ro­
main'i Hotel Royal'e götürür.
Promenade'daki o ak otel her akşam Rus eğlenceleri­
nin gösteri yeridir. Terasta bir orkestra, acımasızlıkların ya­
şama tutkusundan koparamadığı bir göçebe toplumun eski
nakaratlarının özlem dolu, dokunaklı havalarını çalmakta­
dır. İ çki şarkıları, sevgi şarkıları anne ile oğlunu bir coşku ve
mutluluk düşlemine daldınrlar. Romain'in yakalayamadığı
bütünlük duygusu o zaman ona elle tutulur ve neredeyse
içine girilebilir bir şey olur. Yoksunlukları onu daha az bu­
naltır. Müzik, yeryüzü ağırlıklarından, ilk coşkularını hala
engelleyen zincirlerinden onu kurtarır. Anne ile oğul göste­
riden sonra denize karşı otururlar. Anne çantasından esmer
ekmek ve Malossol hıyarı çıkarır, birlikte mutluluk içinde
sessizce yerler.
Rus hıyarı da denilen o salatalıkların şaşılacak etkile­
ri vardır, insana sevinç verip yatıştırır, Çigan şarkıları gibi
insanın içine su serpip ferahlatırlar. Romain Gary, kökle­
rinden kopan ve kendisinin bütün göçebeliklerine tanıklık
etmiş eski bir dost gibi o salatalıklara bütün yaşamı boyun­
ca bağlı kalacaktır.
Yüzü görünmeyen bir sihirbazın Alaaddin lambası sa­
yesinde Nice'e kimileyin ilginç armağanlar gelir, örneğin
Romain'in binip bütün kentte dolaştığı, turuncu renkli, göz
alıcı şu Thomann yarış bisikleti gibi. Hiç kuşkusuz Romain,
İ ncil'deki hayırsever Samiriyeli2'yi andıran ya da varlıklı bir
2. Yahudilerin Asur kralı il. Sargon tarafından yapılan sürgünü ile bugün­
kü İran ve Harran bölgeleri civarına gönderilmesiyle sonrasında arkala­
rında bıraktıkları topraklara Asur kralı tarafından özel olarak gönderilip
yerleştirilen halk.
DOMINIQYE SONA

koruyucu olan, kendisiyle hep ilgilenen, onu şımartmaya


uğraşan, sonra aylar boyunca Romain'i unuttuktan sonra
gizemli öteberisiyle yeniden ortaya çıkan, kim olduğu ne
olduğu bilinmeyen o maskeli adamı kendine sormuştur. Ni­
na'nın hangi eski kocası, hangi eski arkadaşı ya da hangi
eski sevgilisi Romain'i anımsayabilirdi ki? Para havaleleri
Romain'in merakını uyandırmakta, Romain'i silinip giden
ya da ona yasak olan yüzlere, belirsiz ufuklara doğru sa­
vurmaktadır. Romain, eli açık o gizemli aracı kişinin adını
öğrenmeye hiç çalışmadı. Annesine o konuda hiç soru sor­
madı. Gizemi benimsiyor, yaşamında bir babasının olmayı­
şını yadırgamıyordu.
Mor ya da külrengi giysiler içindeki Nina her türlü süsü
püsü bırakmıştır. Kendisini tavlamaya çalışan son çapkın­
ları geri çevirip serbest kalmış, kendini tümüyle Romain'e
adamıştır. Çay içmekte, Gauloise sigarasını tüttürmekte,
oğlundan başka hiçbir tutku tanımamaktadır.
Oğlu ona Jeanne Lanvin markalı giysiler, pahalı ko­
kular ya da gül buketleri armağan etmek isterdi. Ancak
bunlar yerine, okulda aldığı yüksek notlar onun en güzel
armağanları oldu.
Romain Kacew Nice Lisesinde iyi bir öğrencidir. Hatta
Fransızcada sınıfın en başındakilerden biridir. Daha Fran­
sızcada yeterli değilken ve öbür çocuklarla karşılaştırılınca
öğrencilik düzeyinde önemli bir gerilik gösterirken o ünlü
kuruma beşinci sınıftan kaydolmuş, ertesi yıl onur listesine
girmiştir. Okulun girişindeki camlı panoda 1 929 yılında,
dördüncü yıl B3 grubu içinde şunlar okunabilir:
Onur Listesi
ANDRE Jean, Nice'li
BIZEUL Maurice, Nice'li
DEMAGISTRI Charles, Nice'li
DULEVANT, Edmond, Nice'li
KACEW, Romain, Wilus'lu.
ROMAIN GARY

Wilus diye yazılmıştır, ama utkusundan çok hoşnut


olan Kacew, Polonya kentinin adındaki yazım yanlışlığını
düzelttirmeyi düşünmemiştir. Canı buna pek sıkılmaz . O
gün yalnızca, Charles adlı, tarih-coğrafyada birinci, ma­
tematikte birinci, fen bilgisinde birinci, Fransızcada birin­
ci olup sınıflarının her alanda en üstün öğrencisi olduğu
için Onur Ödülü kazanan Demagistri'yi düşünmüştür.
Romain onun elinden ezberden okuma birinciliğini ko­
parıp almıştır gene de. Ezberden okuma, güç derslerden
biridir. Romain'in, sesleri kusursuz bir durulukla çıkar­
ma yetisi, doğru tonlama ve elini kolunu uygun biçimde
kullanma içgüdüsü, tiyatrodaymış gibi gürleyen parlak
bir sesi vardır. Onun Nina'ya borçlu olduğu bu tartı­
şılmaz yetenek, Baudelaire'i ya da Ronsard'ı herkesten
daha iyi ezbere okuyan kişinin bir tek Kacew olduğunu,
Demagistri'yi bile bir tek Kacew'in geçebileceğini bütün
liseye kabul ettirme olanağı verir ona .
İkinci sınıftayken, Nice'li genç bir yazın öğretmeni
olan Antony Musso, Romain'in Fransızca sınav kağıdı­
nın tüm�nü ışıklı sesiyle okur. Romain, 20 üzerinde 1 7 ,5
almıştır. ikinci gelen Paul Darmon ise ancak 12,5 almış­
tır. Romain'in "Fransızcada parlak" öğrenci ünü artık
sağlamdır.
Birinci sınıftayken ilk Fransızca kompozisyon ödü­
lünü alır. İşte, gerçekleşen büyük düş! Öğretmeni Louis
Oriol bir maluldür. Tekerlekli sandalyesine oturmasına,
kürsüye çıkmasına öğrenciler yardım etmek zorundadır.
Öğretmen Oriol, 1914- l 9 l 8 Savaşının yiğitlerindendir,
yüreği kadar geniş kültürüyle de bir insanseverdir, Ro­
main'e öğütler verir, kendi yazılarını yazması için onu
yüreklendirir, ona XVIII Y üzyıl Avrupasının kapılarını
açar. O yıl, l 932'de, lise bitirme sınavlarının ilkini "orta"

23
DOMINIQYE BONA

dereceyle başarır.
Lisede B Bölümüne yazılır, B Bölümü Moderne
Bölümdür, o bölümde İngilizceyi birinci dil, Almancayı
ikinci dil olarak· okur. Altı yıllık öğrenimi boyunca, son
derece iyi olduğu Almancadan yalnızca bir "aferin kağı­
dı" alır. Bütün öbür derslerde neredeyse sıfırdır. Adı, ku­
rumun hiçbir ödül çizelgesinde, çok şaşırtıcı bir şey ama
beden eğitimi çizelgesinde bile yer almaz .
Felsefe derslerinde, Tours kentinden olan, Bruns­
chwig'in eski öğrencilerinden, üniversite çıkışlı öğretmen
Bay Fouassier'nin verdiği dersler, Romain'ni coşturur.
Kant'ı ve Spinoza'yı yutarcasına okur ve l 933'deki lise
bitirme sınavlarında felsefeden "çok iyi" notuyla başanlı
olur.
Romain Kacew hiç Latince okumamıştır ama Roma
yazınını bilmekte, klasikleri ezberden okumaktadır. Ken­
di seçtiği öğretmenlerle söyleşmeyi sevmektedir ama eski
soneleri, on iki dizeli trajedi dizelerini ya da Aydınlanma
Yüzyılının güzel düzyazılannı okumayı daha çok sev­
mektedir.
Lisede Romain'in çok az arkadaşı vardır. O, bütün
öğrenci topluluklanndan uzak duran, yaban bir ergendir.
Cepleri küçük cep defterleriyle doludur, ders aralarında
ya da matematik, fizik, kimya gibi onu sıkan derslerde
cep defterlerine notlar çiziktirir. Bir vaşak kadar yalnız­
dır. Arkadaşlan ona saygı duyarlar. Arkadaşlanndan iki
ya da üç yaş daha büyük olan Romain'in, yazı yazma
yeteneği ve öbürlerini etkileyen bir olgunluğu vardır. Sı­
nıfça çekilen fotoğraflarda Romain uzun boyuna karşın
birinci sıradadır, öbürleri onun omzuna gelir. Yetişkin bir
erkek gibi, öğretmenlerden daha zarif giyinir. Ü zerinde,
Alain Fournier'nin romanındaki Grand Meaulnes'ün

24
ROMAIN GARY

çok olgun, çok ağırbaşlı havası vardır. Yakın arkadaşları­


nın görüşü ortaktır; Kacew'i severler ama onu aralarına
almak için uğraşmazlar.
Romain gerçekte kendi iç dünyasında, arkadaşlık­
lara kapalı yaşar. Nina'nın çılgınlıklarıyla süslü o gizli
bahçede, seveceği kadınlan, yazacağı kitapları düşünür.
Sonsuz düşüncelerden sonra büyük bir aşık ve büyük bir
yazar olmaya kendi kendine söz vermiştir artık sonunda .
En azından bir Don Juan ve bir Dostoyevski olacaktır!
Alçakgönüllülük onun becerebileceği bir iş değildir.
Romain on dört yaşındayken Bayan Kacew'in yer
taşlarını haftada bir silmeye gelen Nice'li kız Mariettc'i
daha ancak yeni yeni sevmeye başlamıştır. Öpüşüp kok­
laşmaları ona ilk öğreten, Mariette olmuştur.
Lise arkadaşlarıyla birlikte, Paillon'a yakın Saint-Mi-.
chel Caddesindeki geneleve gitmeye karar verir. Gene-.
lev parasını ödeyebilmek için elinde olan ne varsa -teni!;
raketini, Fransızca ödülü olarak kendisine verilmiş olan.
Balzac'ın yapıtlarını- hepsini satar ve elinde olmayant
-Wilno'dan getirdikleri semaveri- rehine koyar. Ama ge·.
nelevin eşiğini aşamaz . Hastalık korkusu vardır, özellik.
le de frengi onun saplantılı korkusudur ve hep de öyl�
kalacaktır. O da tıpkı peri masallarındaki gibi yaşamır1
kendisine bulacağı güzel, ideal ve gizemli kadını bekle..
meyi yeğler.
Annesi onu iki salgına karşı uyarmıştır; biri kesinlikl�
frengi, öbürü de Çingene kadınlar. Kaldı ki Çingene kadı:ıı
sözü Rusların uydurduğu anlayışa göre frengi demektiı:-.
Yavrusunu koruyan bir dişi sezgisiyle onu ömründe ilk kez
Oscar-11 Caddesindeki büyük kiliseye götürüp katmerli bir
önlemle aziz resimleri önünde ona yemin ettirir.
Romain öyle acelecidir ki romanlarının hep son bö-
DOMINIQJ,JE BONA

lümünü yazarak, yani sondan başlayarak işe girişir. Çek­


mecelerinde şiirler, öyküler, tiyatro oyunlan üst üste yığı­
lır. Her türden, her çeşitten metinleri destan ya da ırmak
roman taslaklan izler; onlann da yalnızca birkaç satır­
lan, hep de son satıdan kağıda geçirilmiş olur. Romain
aralıksız yazı yazar. Oğlunun yazmakta olduğu yapıta
kendini vermiş olduğu kanısına varan annesinin izniyle
kendini sık sık okuldaki yoklama defterine yok yazdınr.
Annesinin kendisine armağan ettiği Balzac'ınkine ben­
zer robdöşambnnın içinde odasına kapanıp kalın defter­
lere günler boyu yazılar karalar. O esinli yalnızlıklann
içine, elindeki meyve tabaklan ve parmaklanndaki Gau­
loises'ının dumanıyla sessizce ve yardım etme duygusuy­
la yalnızca Nina girebilir.
Nina, onun çalışmalannı hiç bölmez . Sıkıntılannı ya
da kaygılannı onun üzerine hiç boşaltmaz . Ona ayak­
kabılannı boyamasını bile söylemez . Romain'e verdiği
tek ödev, okuması ve yazı yazmasıdır. Romain, daha yeni
yazdığı tümceleri annesine okuduğu ve annesin de onun
yeteneğinden bir an bile kuşku duymadığı zamanlarda,
ortak geleceklerinin, ortak refahlannın sorumluluğunu
omuzlannda duymaktadır. Bir eleştiri olsun, bir ikircik
olsun gelmez dudaklanna, oğlunun yetenekleri çok yük­
sektir onun gözünde. Oğlunun bulup yazdığı her şeyden
büyülenip kalır. Romain, kendine şiirlerinin basılmış ol­
duğu izlenimini vermek için, onlan matbaa harfleriyle
harf harf yazar.

"Kimi kez kısa pantolonumla masaya oturup göz­


lerimi anneme doğru kaldırdığımda, dünya, sevgi­
mi içine sığdıracak denli büyük değilmiş gibi gelirdi
bana", diye yazacaktır Şefakta Verilmiş Sö"<,üm ı-&r­
dı'da.
ROMAINGARY

Dili dolaşan bir aşık, kitapsız bir yazar olarak Roma­


in Kacew, düşlemlerini üzerine geçirebileceği bir roman
kişisi arayışındadır. Bütün iç sıkıntısı, gençliğinin bütün
ateşi, kibirli ve yoksun yeniyetmelik büyüklenmesi gelip
bir ad arayışı üzerinde toplanır, o arayış, düşlenip y'aratı­
lan kimliklerden şaşırtıcı bir şiirsel güzellik çıkarır!
Racine'den önce ya da Montherlant'dan önce o
adlan alamadığına yanar! Shakespeare adına, Goethe
adına, Victor Hugo adına imrenir. Bütün gün büyüle­
yici adlar çizelgesi çıkarır: ·�exandre Natal, Roland de
Chanteclerc, Vasco de la Fernaye, Romain de Mysore,
Alain Brisard, Romain Cortes . . . " Akşam o adlan onu
büyülcnmişçesine dinleyen Nina'ya okur. O adlara da­
larak yazmaya giriştiği romanı, yarım kalmış öyküyü
unutup adlan en engin yazgıları övüp yücelten roman
kahramanları dizisinden kendine bir yer arar. "Roland
Campeador, Hubert de Longpre, Armand de la Tor­
re . . . "Daha hiçbiri yeterince güzel, yeterince ötümlü
df'ğiklir. Ortaçağ romanlarında olduğu gibi, Roman
Kaccw de kendine yabancı bir Meçhul Yakışıklı, bir Bel
Inconnu'dür daha .
Romain Gary, Nice'te geçen o yeniyetmelik dönemi­
ni yapıtlarının içinde kendisinin en özyaşamöyküsel ro­
manı olarak bilinen, ün ve haşan kazanmış bir yazarın
görüntüsü altında, eski delikanlının bütün sevecenlikle­
rinin, bütün yaralarının kendilerini gösterdikleri Şefakta
Verilmiş Sözüm Jilırdı'da belli belirsiz çizgilerle anlatacaktır
ileride bir gün . Bununla birlikte o yapıtta bir yaşamöy­
küsünün kesin ayrıntılarını aramak boşuna olur. Orada
betimlenmiş olan, baştan çıkarıcılıklarıyla ve yoksulluk­
larıyla Nice dünyasıdır. O öykünün merkezinde yer alan,
seçilmiş birkaç bölüm içinde çok sıkılgan bir kalemle be-

27
DOMINIQYE BONA

timlenmiş bir anne ile bir oğulun birbirinin üstüne titre­


yen, birbirini sahiplenen sevgisidir özellikle.
Nina Kacew, Şafalrıa Verilmij Sözüm Vardı'da yeşil göz­
leri, şeker hastalığı, külrengi mantosuyla görünecektir, ama
Romain bu birazcık silik ve son derece dokunaklı görün­
tüsü dışında onun gerçek tablosunu hiç vermeyecektir. Ne
lisedeki yaşamım, onur çizelgesindeki adım ne de Fransızca
ödülünü anacaktır. Eski arkadaşlarının adlarım yazmaya­
caktır. Renkli anlatımında, yaşayabildiği ve hiç kuşkusuz
geçmişinin üzerine bile bile belli bir belirsizlik koyduğu
olaylar karşısında belli bir geri çekilme göstermiştir.
Öyle olunca, dağılmış anılarının yapbozunu yeniden
kurmak için, yeniyetmelik dönemi arkadaşlarının -Pier­
re Darmon, François Bondy, Sacha Kardo-Sessoeff gibi
sınıf arkadaşlarının, Sylvia ve Rene Agid gibi en yakın
arkadaşlarının, Buffa Çarşısındaki satıcıların ya da söz­
gelimi Cafl Washington'un patronlarının- tanıklıklarına
başvurmak gerekecektir. Mermonts Oteli, ön yüzünü
bugün de korumaktadır ama artık otel de ği ldi r, bahçesi
de yoktur. Buffa Çarşısı, genç kuşak satıcılar Bayan Ka­
cew'i de oğlunu da artık pek anımsamasalar bile hiç de­
ğişmemiştir. Club du Pare lmpirial ya da Hotel Royal yerli
yerindedir. Ve Massena Lisesi arşivi Roman Kacew 'in iz­
lerini, onur çizelgesini, Fransızca ödüllerini doğal olarak
saklamıştır.
Bütün tanıklara göre Romain Gary, yaşamının ro­
manında ne bir şeyi çarpıtmış ne de yalan söylemiştir.
Annesinin onun adına biraz çılgınca kurduğu hemen he­
men bütün tasanmlan bir kabuklu hayvanın kabuğunu
kırdığı gibi bir gün birer birer gerçekleştireceği, ama so­
nuçta acı geçen -okuyup yazmaya ve düş kurmaya adan­
mış- bir yeniyetmeliği, şiirsel bir sisle sarmış olacaktır.

28
ROMAINGARY

Rus Bilmecesi

Annesi ona oralardaki gibi Roman, Romançik ya da Ro­


muşka diye seslenir.
Oralarda, yani Rusça konuşup Yiddişçe dua eden Lit­
vanya Yahudilerinin uzak Avrupasında, anne ile oğlunun
içgüdüsel olarak tabuya dönüştürdükleri, halklarına karşı
çok sert, sefalette ve gaddarlıkta oldukça cömert olan Do­
ğu 'nun o geniş ovalarında. Anne ile oğul, geçmişlerini akıl­
larına hiç getirmezler, Nice'ten önceki yıllarını utanç dolu
bir sessizlikle içlerinde saklı tutarlar.
Ailenin beşiği, Kara Toprak'taki Tuksor ile Kura'nın
birleştiği yerde, Moskova'nın beş yüz kilometre güneyinde,
eskiden Litvanya'ya ait olan bir toprakta, Kursk'tadır. Bak­
kal, hububatçı, dokumacı olan Oweczinski ailesi orada çok­
tandır geleneksel ticaretle, zanaatla uğraşmaktadır. Şafakta
Verilmiş Sözüm Mırdı'ya göre, Nina'nın babası saatçi olmalı­
dır. Nina da 1 883'te orada doğar ama bir başkaldırma eği­
limiyle kendini tiyatroya adamak için on altı yaşındayken

29
DOMINIQYE BONA

atak bir davranışla ailesini terk ederek toplumsal çevresinin


göreneklerini ilk o yıkar.
Nina o sıralarda her akşam Ostrovski'nin, Gogol'un
dramlarını ve kendisinin son gözbebeği olan Arıton
Çehov'un içli güldürülerini alkışlamaya giden, boğazına
düşkün, tutkulu bir halkın yaşadığı, büyük bir tiyatro ate­
şinin yandığı Moskova'ya çıkmak ister. Halk kesiminden,
burjuva kesiminden Moskovalılar Büyük Tiyatro, Mali Ti­
yatro, Tiyatro Korch, Halk Tiyatrosu gibi ya da Stanislavski
ve Nemiroviç Dançenko'nun gelip kurdukları ve gönderinde
Çehov'un ak martı flaması dalgalanan, birincilere göre öncü
tiyatro olan ünlü Artistik Tiyatro gibi özel tiyatroların ve im­
paratorluk tiyatrolarının s<ı.lonlannı doldurmaktadırlar.
Nina, Büyük Rusya'yı dolaşan tiyatro �umpanyala­
nndan birinde rol alır, şatolarda, samanlıklarda, köy mey­
danlarına kurulan cambaz tiyatrolarında oynar. Mesleğini
kendi kendilerini yetiştiren amatörlerle birlikte -onların
aralarındaki en görgülülerin öğütlerine uyarak taşradaki
illerine arada sırada turneye gelen Moskova ve Saint-Pe­
tersburg lu kadın oyuncuların ses ve sahne davranışlarına
öykünerek- öğrenir. Özgür bir kız, bir çingene kızı gibi hok­
kabazların gezgin yaşamını sürdürür. Şarkı söylemeyi, dans
etmeyi, istediği gibi ağlayıp gülmeyi bilir, rollerini ilerde bir
gün bir Iermolova, bir Fedotova olmayı düşleyerek yollar­
da öğrenir. Kursk'taki zanaatkar ailesinin gözünde o, utanç
verici bir duruma düşmüş, birer küçük fahişe, büyük birer
orospu olan tiyatrocu kadınların potinlerine yapışan bir pis­
lik olmuştur. Nina sokak soytarılarının ayrıksı düşlemlerini
küçük burjuva sınıfının saygınlığına yeğlemiştir. Elinde de­
ğildir, tiyatro onun kanındadır.
Yeşil gözlü bir esmerdir, saçlarını ortadan ikiye ayırıp
açık tenli, çıkık elmacık kemikli yüzünün iki yanına tarar.
Boylu boslu, zarif, ince belli, dolgun göğüslüdür; daha o za­
mandan baca gibi sigara içer, parmaklarının sararmaması

30
ROMAINGARY

için en uzun ağızlıkları kullanmaya özen gösterir yalnızca.


Böyle sigara içmek Rusya'da ne bayağı kaçar ne de özgün
bir şeydir, çünkü her sınıftan pek çok kadın, sofrada, yemek
yerken bile, sokakta, herkesin içinde, hiç sıkılmadan, Ukray­
na ya da Volga tütünlerini parmaklarıyla sararak sigara içer.
Nina'nın oyunculuk yeteneği gerçekten de vardır; işte
onu sonunda Moskova'da, tam da savaş öncesi, Fransız
Tiyatrosu sahnesinde Lope de Vega'nın Bahçwanın Köpeği,
adlı oyununun kadın başrolü genç Belflor kontesi Diane
rolünde görüyoruz. Rolünü, salt seçkin görünmek ve Mos­
kova'nın en şık tiyatro salonlarının sahnelerinde görünmek
için öğrendiği Fransızca dilinde oynamaktadır. O sahne­
lerde, sözü, kendisini ikinci planda, gölgede bırakan yıldız
oyunculara veren hizmetçi kız rolünde oynar çoğu kez. Bü­
yük on yedinci yüzyıl Fransızcası konuşsa da, en iyi rolü
olan Umudun Batışı oyunundaki Rosa rolünden daha ileriye
gidemeyecektir.
Sahnede kullandığı adıyla Nina Borisovskaya, herhangi
bir üstün başarı kazanamamış, silik bir oyuncudur. Ama ya­
kında anne olacak ve en güzel rolünü öylecf' oynayacaktır.
Romain 8 Mayıs l 9 l 4'de, Moskova'da doğar. Nina,
ikinci kocası Lebja Kacew'den Romain daha doğar doğ­
maz boşandığı için, Romain'e o hayalet babadan tek hatıra
olarak kalan ve bir Yahudi soyadı olan Kacew soyadım alır.
Romain kendisinin gerçekten de Kacew'in oğlu olup olma­
dığını hiçbir zaman bilemeyecektir.
Romain'e babasından hiç söz edilmez, sorduğu so­
rulara kaçamak yanıtlar verilir. Kalıtım açısından annesi­
ninkinden başka kesinlik taşıyan bir yanı olmayacaktır hiç.
Nina o biricik çocuğunu, bir çocuk-anne gibi, hiçbir erkek
desteği olmadan, yalnız büyütecektir. İkisi daha ilk günden
bir çift oluşturur.
Nina yaşamını, çocuğuna hem bir bakıcı tutmaya hem
de onun giyim kuşamını karşılamaya yetmeyecek ölçüde kıt

31
DOMINIQYE BONA

kanaat kazandığından, alacaklılara, uğursuzluk habercisi


kapıcılara karşı hemen bir savaşım başlatır, "ödeme emri"
anlamına gelen Almanca wechsel sözcüğü diline pelesenk
olur. Evlere ders vermeye gider, en önemsiz rollerde bile
oynamak için bütün sahne önerilerini kabul eder. Savaş çok
şefil bir gelecek başlatsa da, Devrim, Nina'nın tiyatroculuk
yaşamını kesin olarak yıkacaktır. Gene yollara düşer, ama
bu kez sokak soytarısı arkadaşlarının arasında olduğu gibi
kaygısız ve başıboş değil, bu kez yapayalnız, kimsesiz, çocu­
ğu kucağında, kargaşadan ve açlıktan gözü korkmuş olarak
yollardadır.
Romain, Moskova'yı Çarın tahtından düşmesiyle birlik­
te 191 7 Martında bir hayvan vagonunda terk ettiğinde kenti
bilemeyecek denli küçüktür. Boynunda, tifo bitlerine karşı en
büyük en etkili önlem olarak kafur bir gerdanlık vardır.
Trenleri, on sekizinci yüzyıldan beri Vilnius adıyla bir
Rus kenti olan ama o sıralarda General von Eichhorn ko­
mutasındaki Alman birliklerinin işgali altında bulunan, Lit­
vanya'nın başkenti Vilna'da durur. Nina artık daha öteye
kaçamaz, Paris'ten Berlin'e dek bütün Avrupa ateşler için­
dedir, Polonya sınırlan aşılamayacak durumdadır. Vilna,
sürgün yolu üzerinde onların ilk durağı, ilk sığınağı olur.
Romain Gary, Moskovalı kökeninin üzerine bir çizgi
çekip Vilna'da doğduğunu belirtecektir. Lehçenin yazım
kuralına uygun olarak "Wilno'da doğmuş" diye yazacaktır
her yerde.
Üzerine değerli taşlar takılmış uzun mantosu içindeki
bir Bakire Meryem yontusunun yeni gelenleri karşıladığı
güneydeki Tanyeri Kapısı'ndan Botanik Bahçesi'ne ve ku­
zeydeki Saint-Stanislas Katedrali'ne varıncaya dek içinde
yüzyıllık ağaçlar bulunan Tiyatro Alanına değin, taşlan
biçimsizce döşenmiş, kıyılarında ağaç kaldırımlar uzanan
dar sokaklar onların önüne kümes gibi evleri ve Ortaçağ
sonunun büyük kiliseleriyle, küçük dükkanları ve görkemli

32
ROMAINGARY

otelleriyle eğri büğıü bir uzam çıkanr. Evlerin kimilerinde


düne dek oralarda oturmuş olan Polonyalı ya da Rus ailele­
rin kartal simgeleri vardır daha. On altıncı yüzyılda Ukray­
na'ya, Belarus'a dek uzanan bir imparatorluğun başkenti
olan Vilna, göz kamaştıran parlak zamanlanndan pek az
ışık koruyabilmiştir. Nina'yı, Romain'i kabul eden, havan
toplanyla delik deşik olmuş, bir patates için dilenecek denli
çökmüş yalınayak başıkabak çocuklann doldurduğu ölü bir
kenttir.
Prens von Isenburg-Birstein yönetimince ele geçirilip
Almanlaştınlan Vilna, işgalcinin despotluğu yüzünden,
buğday tarlalannın, besicilik yapılan otlaklann göbeğinde
açlıktan can çekişmektedir. Dört yüzyıl boyunca Polonyalı,
onun ardından üç yüzyıl boyunca da Rus olarak yaşadıkla­
n için işgalciler konusunda uzun bir geçmiş deneyimi olan
kent halkı, kent yeniden ele geçirilince oluşan bu yeni kar­
gaşadan sağ çıkabilmek için savaşım vermektedirler.
Bayan Kacew ile oğlu doğuda Şato'ya dek çıkan, on
sekizinci yüzyıla dek Wilno başpiskoposlannın görkemli
konutuykf'n önce genel valilik makamının sonra da impa­
ratorlann sarayı olan konutun yer aldığı kentin en varlıklı
semtinde Büyük Cadde'de Wielka-Pohulanka sokağının 1 6
nolu evine yerleşir. Nina, bir getto olmamakla birlikte gele­
nekleri, görenekleri, alışkanlıklan, aynksı giyim kuşanılan,
yasalan, dualan olan merkezdeki ve güneydeki semtlerde
kent halkından ayn yaşayan Yahudi çevresine sırtını kesin
olarak döner, Katolik ve Yunan Ortodoksu olan eski burju­
va çevreye sık gitmeyi yeğler. Kendisinin kesinlikle konuş­
madığı Yiddişçeyi Roman'a da öğretmeyecektir, çünkü bu
dil ona yoksulluğu ve Yahudi kınmlannı çok fazla anımsat­
maktadır. Duygu ve düşüncelerini yalnızca Rusça ve Fran­
sızca dile getirir.
Wilno'nun Yahudileri yalnızca Yahudi mahallelerin­
de oturmamaktadırlar. Litvanya kendilerine ayncalıklar,

33
OOMINIQYE BONA

yaşama ve zenginleşip gelişme hakkı verdiğinden beri kent


nüfusunun yansından çoğunu oluşturdukları bir Yahudi
kenti olan bütün Wılno'ya yerleşmişlerdir. Ne var ki Ka­
cew soyadı, sert geçen Yahudi karşıtlığı yıllarının etkisiyle
Wilno'da bile taşınması güç bir soyadıdır. Çünkü kent nüfu­
sunun yansı Yahudilere karşı duyulan kin ve nefret gelene­
ğini sürdüren Polonyalılardan, Almanlardan ve Ruslardan
oluşmaktadır.
Romain Gary, çocukluğunu anlattığı Şafakta Verimiş
Sözüm lizrdı'da ne Rus Devrimi'nden -Devrim'in adı bile
geçmez- ne de Dünya Savaşından söz eder. Wılno'nun bü­
yük yoksulluğu üzerine, Yahudi karşıtlığı üzerine ve korku
üzerine hiçbir şey söylemez. Her biri kankası olan kırmızı
suratlı maskara sokak çocukları içinde güleç bir çocuk res­
mi biçiminde çizer kendini. Michka'nın pastalarını, anne­
sinin müşterileri olan güzel burjuva kadınların giysilerini
betimleyerek yazar. Gıcır gıcır bir bisikletin üzerinde kentte
gezip dolaşmalarını anlatır, diksiyon, güzel yazı, dans, es­
krim, şarkı, atıcılık derslerini veren, çar çocuklarını eğiten
öğretmenlf'rin sayı sına dt>nk düşt>cf'k sayıdaki eğitmenleri­
nin adlarını sıralar.
Bu konuda yalan mı söylemektedir? Ama neden? Savaş
ortalığı kasıp kavururken, Devrim yaklaşırken ve Wilno aç­
lıktan can çekişirken, yoksul bir göçmen çocuğunun erinç
içinde yıllarca yaşayabildiği Wilno'nun bir huzur limanı ol­
duğuna, onun yazılarını okuyunca insan inanacak gibi olur.
Yoksa Bayan Kacew kendisine özel olarak gerilen bir
kol kanada mı kavuşmuştur? Kendisine yardım edecek güç­
lü, oldukça etkili, oldukça varlıklı bir tanıdığı mı vardır? O,
işi gücü olmayan, yalnız bir kadındır, anne olmasına karşın
çok güzeldir; elindeki bütün serveti, oğlu için ne pahasına
olursa olsun, neye patlarsa patlasın güçlüklerden sıyrılmayı
emreden müthiş iradesi, demir leblebi kadın iradesi yanın­
da, belki de o güzelliğidir.

34
ROMAINGARY

Yoksa oğluna sunduğu yaşamda oğlu yalnızca tatlı, iç


açıcı renkler görsün diye onu soğuktan, açlıktan, korkudan
koruyarak gurk tavuklarınkine benzer bir annelik sevgisiy­
le çocuğundan pis bir gerçeği mi gizlemektedir yalnızca?
Nina, oğlunun hiçbir şeyinin eksik olmaması için kendisi
her şeyini yitirmiş olabilir.
İnsanın dünyayı annesinin gözleriyle algıladığı o üç,
dört, beş ve sonra altı yaşlarındaki saf Romançik'i eteğinin
altına alıp onu bir karınca gücüyle Wilno'nun bataklığında
"tarih"ten korurken Nina'nın tek başına canının çıkmış ol­
ması olasıdır.
Nina dikiş diker, çıkrıkta şapka yapar. Romain
Gary'nin, Paul Poiret'nin şubesi Yeni Ev ürünü diye sözünü
ettiği o şapkalar öyle ahım şahım şapkalar değildir herhal­
de, ama işi, dışarıdan ev işi alan bir terzi kızın işi gibi sürek­
lidir, bitkin düşürücüdür. Nina'nın küçük ticarethanesi ola
ki Brest-Litovsk Barışı'ndan sonra iki ya da üç çırak çalıştır­
maya varacak denli verimli olabilmiş ya da büyüyebilmiştir.
Gary, diktiği giysileri, yaptığı şapkaları satmak için Paris
Fransızcasıyla ağız kalabalığı yaparak yeteneğini kullanan,
övüngen, kurnaz bir Nina portresi çizecektir. Gary bu ko­
nuda abartmayacaktır, Nice'lilerin iyi tanıdığı Nina'nın bir
inceliği, bir yeteneği vardır; sıradışı kişiliğini çevresine de
hissettirir. Rus çılgınlığı altında sürgünlüklere, yoksulluklara
karşı koyma yeteneği olan, kafalı bir kadındır Nina.
Romain Gary, burjuva bir anne tarafından değil, genç­
liği savaş ve Devrim'e ve herhalde uğıuna bir çılgın gibi ifla­
hı kesilircesine çalışmak zorunda kaldığı bu oğlana kurban
edilmiş, aklı başında, sağlam bir anne tarafından, sevgisi
güçlü ama sert bir Yahudi anne tarafından yetiştirilecektir.
Otuz beş yaşındayken saçları kırlaşmış, etleri dökülmüştür.
Gary onun hep yalnızca yeşil gözlerinin betimlemesini ya­
pacak, yalnızca bir kez, Söz'ün bir bölümünde onu hasta,
yaşlı bir kadın imgesiyle resmedecektir.

35
DOMINIQYE BONA

Romain Gary geçmışı uzerine yalan söylememiştir.


Hiçbir şeyi uydurmamıştır. Daha çok, kendisine acı veren
iğrenç, çok çirkin bir gerçeğe değişik bir görünüm vermiştir.
Öykü anlatırken anlattıklarını güzelleştirir, pudralar, süsle­
yip püsler, kendi yaşamını pullarla donatır. Her şeye şiirsel
bir anlatımla büyü kattığı sıralarda, bir yalancı olmaktan
çok bir illüzyonistdir.
Andre Malraux da bir banka memurunun oğluyken,
kendinden bir bankerin oğluymuş gibi söz ederdi. Hiçbir
babanın oğlu olmayan Romain Gary'ye gelince, o da ken­
dine, kesin olmamakla birlikte görünüşe göre bir sessiz sine­
ma yıldızı olan Ivan Mosjukin'i baba olarak alacaktır.
Bir roman, Serge Baba, Maça Kızı, Kean, Moğol Aslanı, Ateş
Mathias Pascal filmlerinin o kahramanı çevresinde, kesin ol­
mamakla birlikte, böylece oluşmaya başlar. Başı göklerde,
ulu bir söylence prensinin inceliği içindeki lvan Mosjukin,
Orta Volga'daki Penza'nın eski soylularından toprak sa­
hibi bir ailenin oğlu olarak doğmuş olan, doğal ve gerçek
olmaktan çok, Jules Verne'in Rusya'yı baştanbaşa geçen
anl atı kişisi Micht>I Strogoffu andıran , şövalyt>lert>, geçmiş
zamanlara özgü, büyüleyici bir kişilik oluşturur. Onun sah­
neye koyucuları olan Çareviç, Gonçarov, Çardinin ve Bau­
er, ona yalın kılıçlı Kazakları, Puşkin'den, Gogol'den, Dos­
toyevski'den sahneye uyarladıkları romantik kahramanları
yorumlatırlar. Döneminin en ünlüsü olan bu oyuncunun
bütün çekiciliği, açık mavi renkli opal gibi yarısaydam göz­
lerindedir. Şeytan işi yay gibi kaşlarının altındaki Viking
gözleri, Doğululara özgü yüzüyle birlikte daha da büyüleyi­
ci, teni Moğolistan'dakiler gibi koyudur.
1 889 doğumlu olup Nina'dan altı yaş küçük olan lvan
Mosjukin, Nina'yı, savaş öncesinde, onun Moskova Dra­
matik Tiyatrosu'nda oyunculuğa başladığı günlerde tanı­
yabilmiştir. 1 9 1 7 Devrimi'nde, Rusya'da yetmiş filmde oy­
namıştır, halkın taparcasına sevdiği sinema oyuncusudur.
ROMAINGARY

Rusça konuşmaktadır ve yirmili yıllarda Fransa'da sürgün­


ken bile yalnızca Rusça konuşacaktır. Nina'nın, sinemada
Mosjukin'i düello yaparken ya da aşktan ağlarken görmek
için oğlunu sinemaya götürmesinin özel nedenleri var mı­
dır acaba, yoksa her şeyden tümüyle yoksun kaldığı bir ya­
şamda bir parça düşlem mi aramaktadır?
Roman, doğumuna ilişkin bir gizin kendisinden inatla
saklandığını çok erken yaşta ayırt eder. Wilno'da bir çocuk
bisikleti, Nice'te para havaleleri ve sonra turuncu bisiklet
gibi, gizemleri anlaşılamayan armağanları gökten iniyor­
larmış gibi algılar. Ola ki kendisinin uydurduğu bir sahne­
yi de unutmak istemez. O sahnede, filmlerdeki Çerkezlere
benzeyen çok yakışıklı bir adam, çok çarpıcı sarışın bir ka­
dınla birlikte annesini ziyarete, Wielka-Pohulanka Cadde­
si'ne gelmektedir. Adam, Roman'ın bisikletleri kadar gıcır,
san bir araba kullanmaktadır! . . Mosjukin o yıllarda Fran­
sa'ya daha yeni göçüp geldiği için, Roman'ın anlattığı öykü
pek inandırıcı görünmemektedir. Üstelik l 9 l 9'da, l 920'de,
o delilik yıllarında, Doğu'nun geniş ovasını onun arabayla
geçti�ni kolay kolay düşünemeyiz. . . Romain Gary, Mos­
jukin'i Nice'te sık sık görmeye gittiğini, onu çoğu kez La
Grande Bleue'nün önündeki masalarda otururken bulduğunu
ve hatta oyuncunun Otel Mermonts'a birkaç gece geçir­
meye geldiğini anlatmıştır. Gary'nin eski arkadaşlarından
hiçbiri bu güzel öyküyü de Mosjukin'in ikinci düzeyde rol
aldığı, Jacques de Baron'un 1 936 çevrimi Nitchevo filminde
Gary'nin figüran olarak göründüğünü ileri sürdüğü katkı­
yı da doğrulayamayacaktır. Bugün artık yitip gitmiş olan
Mega-Films Productions ve filmin yapım direktörü Oscar
Dantziger, figüranlarının bir dökümünü saklayamamış­
lar. . . Romain Gary'nin anılarını, oldukça bilinçli bir bi­
çimde oluşturulmuş bir belirsizlik bürüyecektir.
Mosjukin, yükseklerde uçan o büyüleyici kişi, Nina ile
oğluna en azından oynanması kolay bir oyun bırakmıştır.

37
DOMINIQY E BON A

Şöyle: Nina üzgünken, yaşam kararmaya yüz tuttuğunda,


hiçbir şey yolunda gitmediğinde, oğluna bakar ve ondan
gözlerini gökyüzüne çevirmesini ister yumuşakça. Romain
bir açıklama beklemeden denileni yapar ve ışığa çevrilmiş
gözlerini dakikalarca kocaman açık tutar. Nina o gözlerden
kendine cesaret çekip alır, yeni bir mutluluk edinir. Roman,
bakışlarında biraz büyü ve çok çok etkileme gücü olduğunu
daha küçük yaşlardan bilmektedir.
Gary ile Mosjukin arasındaki, Roman ile Ivan ara­
sındaki dış görünüm benzerliği olağanüstüdür. İkisinde de
aynı doğulu yüzler, aynı açık renk gözler vardır. Aynı koyu
esmer cilt, aynı kaşlar, çıkık elmacık kemikleri, geniş ve
yuvarlak alın. İ kisi de aynı Slav ve Asyalı uzaksallığı, -açık
renk gözlerin yasak ya da yabanıl cinsel birleşmeleri, bir Vi­
klng tecavüzünü ya da bir Çingeneyle yatmışlığı da çağrış­
tırdığı- Doğu'yla karışmış bir kan taşıdıklarını göstermekte­
dir. Her ikisi de Rus topraklarını egemenlikleri altına almış
olan Cengiz Han'ın ya da Timur'un ordularındaki Tatar
savaşçıların boylarını, yanık benizlerini anımsatmaktadır.
Onların, Altınordu Devleti'nde ortak atalan olmuş olabilir.
lvan Mosjukin Yunan Ortodoksu olsa da, doğduğu
Volga, Tatar kökenlilerin bölgelerinden biridir. Romain
Kacew aynada kendine bakarken o öyle şaşkınlık veren ve
kesinliği çok tartışılabilir soyağacını yorumlamakta hiç güç­
lük çekmez. Ayna ona, Yahudi olmaktan çok bir Moğol'un,
bir Doğulunun yansısını gösterir.
Gary'nin Bac Caddesi'ndeki odasında masasının üze­
rinde duran yaldızlı bir çerçeve içindeki Mosjukin fotoğrafı
aynı yanıtsız soruyu sonuna dek sorup duracaktır.
Çünkü Roman Kacew şampanyaların içildiği ya da
bunalıma düşülen bir gecenin, rastlantıyla gelişiveren bir
birleşmenin oğludur belki de yalnızca. O pek güzel, o pek
canlı Nina'nın bir sevgilisi herhalde olmuştur. Bir prens, bir
burjuva, bir sosyete adamı, bir serüvenci, toprak sahibi bir
ROMAINGARY

Rus soylusu . . . bütün olasılıklar akla gelebilir. Karabasan­


lar da bu olasılıkların içinde. Bunlar da kuşkusuz insanın
"hiçbir adam"ın ya da "herhangi bir adam"ın oğluymuş
gibi kendinden kuşkulanmasına yol açan şeylerdendir. Ama
bunlar, Roman'ın kendini kesinlikle koyu bir Yahudi olması
gereken, sıradan, herhangi bir Kacew'in oğlu olarak bil­
mesinden -gerçi Roman, soylu, şerefli bir Beyaz Rus olan
Mosjukin'in sisli belirsizliğine kaçmayı yeğlerdi ama- daha
iyidir.
Nice'te, Gary'nin bir gün kendisiyle - İkinci Dünya
Savaşı sırasında oluşmuş- Özgür Fransız Güçleri içinde
karşılaşacağı ve iyi bakılınca onda aileden bir hava olarak
bir benzerlik bulabildiği, hava kuvvetleri şövalyesi General
E douard Corniglion-Molnier'nin nikahsız bir evlilikten
doğmuş kardeşi olduğu dedikodusu çıkar. Nina savaş öncesi
Nice'ini ve Paris'ini iyi bilir. Maxims'de dans etmiştir. Gary,
Moskova'da olduğu kadar -ününün doruğundaki bir oyun­
cu babadan gelmekten pek de az şiirsel olmayan ve daha az
bir olasılık da göstermeyen bir kökenden- Paris'te de ana
karnına düşmüş olabilir.
Yumurcak, Wilno'da, her zaman barınacağı tek ocak
olan bir kadının, annesinin kanatlan altında yalnız büyür.
Okula gitmez. Belki de Yahudiler ile Polonyalılar arasın­
daki kaçınılmaz ayrımcılıktan sakınmak için, Bayan Ka­
cew Roman'a Rusça ve Fransızca okuyup yazmayı öğre­
tir. Roman'a yoksul işçilerin konuştukları Yiddişçeden çok,
aristokratların dili olan Fransızcayı öğretmeyi yeğler. Ona
Çarlanrikinden çokjeanne d'Arc'ın ya da Napolyon'un ya­
şamlarına ilişkin ilk tarih bilgilerini yüksek sesle okuyarak
verir. Roman yedi yaşındayken Fransız ulusal marşı La Mar­
seillaise'i ezberden okumayı bilir. La Fontaine'in fabllannı,
Victor Hugo'nun birkaç dizesini bilir. Fransızca, Nina'ya
oyunculuk yaptığı o güzel geçmişini anımsatmaktadır ay­
nca. O yüzden Nina tüm özgürlüklerin ve yaşama tadının

39
DOMINI®E BONA

toprağı olan ve geleceklerinin orada olduğundan emin ol­


duğu bir Fransa'nın safça düşlenmiş bir imgesini kutsallaş­
tırır.
Nina oğlunu en iyi biçimde yetiştirmeyi ister, ona her
türlü şansı vermeye kendini adar. Roman'ın, kafasındaki
ideal erkek olan "sosyete adamı" olması için hiçbir şeyi esir­
gemez, ona dans etmeyi, kadınların elinin nasıl öpüleceğini
öğretir . . . Roman, akşamlan Nina'yı kollarına alıp yerdeki
parkeyi dolduran dikiş ipliklerinin üzerinde, Tango Milan­
go'yu, Güzel Mavi Tuna valsini ıslıkla çalarak bir . . . iki . . . üç . . .
diye dans adımlan ata ata üstün nitelikli bir dansçı olur.
Nina sigarasını söndürür, dansı bir Boni de Castellane'a ya­
kışır kusursuzlukla elini öperek bitireceğinden kıvanç duy­
duğu küçük oğlunun kollarında düşlere dalar. Roman daha
o zamandan Fransız çapkını rolünü oynar, ama bu rol onu
bütün gün Lehçe konuşmaktan, Nina çalışırken mahalle­
nin çocuklarıyla koşturmaktan ve salgın hastalık korkusuyla
annesinin yemeyi kendisine yasakladığı karpuzları arakla­
ma işinden alıkoymaz. Tanyeriyle birlikte kültür eğitimini
anadili Rusçayla, kabul edildikleri ülkenin dili Lehçeyle ve
muştular söyleyen yarınları kurmasında Nina'ya yarayacak
olan Fransızcayla alır.
Roman'ın yüreğine kök salan ilk doğa görünümü, bir
ormandır. Söylencelerdeki gibi, ama Wilno'yu kuşatan, Lit­
vanya kadar yaşlı iri meşeler, gürgenler gibi gerçek ağaçla­
rın yükseldiği, sık ağaçlı, karanlık bir orman. Çocuk bu or­
manın karanlıklarından korkar, ama ormanın gizemlerine,
öyküsüne ilgi duymuştur. Ormanın koruduğunu, orman
sayesinde insanın en kötü canavarlar olan Teuton atlıların­
dan, Kazaklardan kaçıp kurtulabildiğini bilmektedir. Nina
onu orman boyunca inen buharlı gemiyle Werki'ye dek gö­
türmek istediğinde, annesinin eşliğinde ormanın kıyısında
tehlikeleri göze alarak ormanın gizemini azar azar ortaya
çıkarır. Tarihe düşkün olan annesi, Rus masallarından bile-

40
ROMAINGARY

bildiği, çocukları ve kuşlarıyla birlikte içinde ağaçların ko­


nuşmayı, şarkı söylemeyi bilip ağladığı yerel peri masalları­
nı Babas Yagas'a hemen eklemiştir. Oğluna, insanların en
çirkin kusurlarıyla, aptallıklarıyla, kör tutuculuklarıyla ya
da korkaklıklarıyla oyun oynayan kötü ruhlu orman perile­
ri ve cinlerle birlikte ormanda yaşayan, yıldırımlarla ve gök
gürültüleriyle silahlanmış Perkunas adlı çok korkunç bir tan­
rıyı anlatır. Uzun süre yaban kalmış çoktanrılı bir ülkenin
bütün tanrılarını yeniden bir araya getirip onları oğlunun
gözlerinde canlandırır.
Litvanya'nın o eski imgeler evreni, küçük Roman'ın
gecelerine beşik olmuş, onu yoksulluğa, kin ve nefrete karşı
avutmuş, çevresine peri masallarının koruyucu ve büyüle­
yici perdesini örmüş olabilir. Çocukluğuna yoldaşlık eden
düşsel anlatıların içinde, baskı altında ezilmiş bir bölgenin
saf bilgeliğinden bir parçayı, bölgenin totemlerini ve ya­
ban orman sevgisini, bilincinde olmadan özümler. Her şey­
den önce Rus olmasına karşın, Wilno'ya Lehçedeki adını
(Vilna Litvanyalıların kullandıkları addır) vermeyi sürdür­
'
mf"sİnf" karşın, hir gün dönüp kavuşacağı doğa parçası, ço­
cukluğunun hem cana yakın hem de sıkıntıyla dolu olan o
görünümdür.
Litvanya ormanı onun ilk romanının dekoru olacak­
tır. Otuz beş yıl sonra buraya yeniden gelecektir, ama bu
kez son romanı için. Avrupa Eği.timi'nden Uçurtmalar'a dek
buranın anılarını hep koruyacaktır. Bayan Kacew'in biraz
alçakgönüllüce anımsatmaktan hoşlandığı gibi, Roman
Wilno'da bir süreliğine yaşamış olsa da jagellons'ların im­
paratorluğunun yakılıp yıkılmış bu başkenti, onun imgele­
minde silinmez bir iz bırakacaktır.
Wilno'dan iki ırmak geçer, Wilia ile Wilenka ırmakları.
Ama kimsenin ayrımına varmamış olduğu bir üçüncüsü,
büyük kilisenin altından akıp gizlice Wilia'ya dökülen bir
yeraltı ırmağı olan Koczerga, ırmağın yatağını bulup gize-

41
DOMINIQYE BONA

mini ortaya çıkarmak isteyen yaramaz çocukların merakla­


rını dürtükler.
Romain Gary'nin benzer biçimde gizemli, derinleme­
sine gizli kalan geçmişi bir bilmece koyar ortaya, onun en
otobiyografik yapıtları bile o bilmeceyi yan gerçeklerle yan
yalanlarla örterek, bilmecenin üzerine göz aldatıcı ışıklar giy­
direrek onu daha da derine gömmeyi başarır. Hiçbir şey onun
Wılno'daki, Varşova'daki küçük çocukluk yaşamından daha
gerçek değildir ve hiçbir şey, üzerine çullanan bütün güçlere
-her biri fazlasıyla gerçek olan, sözünü etmek istemediği o ku­
durganlıklara, dünya savaşına, iç savaşa ve Yahudi düşmanlı­
ğına- karşı bir meydan okuma biçimi olarak onun kendisine
yakıştırmış olduğu yaldızlı söylenceden daha sahte değildir.
Nice'te en yakın arkadaşlarına bile sürgünün, sefaletin
ya da Yahudilere gösterilen kin ve nefretin, -o korkunç geç­
mişi- kesinlikle konusunu açmayacaktır. Sacha Kardo-Ses­
soeffe ya da Edouard Glicksmann gibi adları Fransız adı ol­
mayan en iyi arkadaşlarının da kendilerini atan ülkeleriyle
ya da kendilerine yalnızca sıkıntı veren dinleriyle, geçmişle­
rinden kopuk birt>r göçmt>n, hirt>r kaçkın olduklan hi r gf'r­
çektir. l 960'ta yazılmış olan Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı'da,
gerçekliği çok da çarpıtmadan gizlemek için, çocukluk anı­
larına temelden bağlılığı pek öyle dışlamaksızın, geçmişini
yeniden kaleme almak için bütün ince oyunlar yer alacaktır.
Sami kanı ile Rus-Polonyalı kafasının şaşırtıcı bir ka­
rışımı olan Romain Gary, sefil ve kanlı bir Avrupa'da, As­
ya'nın sınırlarındaki Avrupai Avrupa'da, Doğu'dan gelmiş
barbar toplulukların pasaport işlemlerinden kaçarken iyice
tanımlanmamış bir toprak üzerinde birden durmak zorun­
da kalmış oldukları tam o yerde, ulusalcı sınırların uzağında
büyüyen bir Slav Yahudisidir.
Wılno'dan beri o ne Polonyalıdır artık ne de Rus, ama
Litvanya Devletinin l 920'de doğmasına karşın Litvanyalı
da değildir. Yahudi olarak kalmak istemez. Fransa uzak bir

42
ROMAINGARY

seraptır yalnızca, Roman kendini bir Avrupa yurttaşı ola­


rak değil de nasıl tanımlayacaktır ki? ..
Geometricilerden, politikacılardan çok uzak olduğu
çocukluk yaşında bile kendine kökenler arıyorsa da onları
kendisini sıkmayacak denli geniş, ona her şeyi sağlayacak
denli büyük bu yeryüzü uzanımda bulabilecektir ancak. Rus
atasözlerinden Polonya şakalarına, Yahudi özdeyişlerinden
Fransız söylencelerine, Litvanya masallarından -öğrenmeye
başladığı- Almanca sözdizimine dek, kendine ait, özgün, eşi
benzeri olmayan bir dünyayı, kendisinin gerçek yurdu olan
bütün bir iç evreni kurabilir. Yalanlarına, kılık değiştirmele­
rine varıncaya dek o iç evrene hep bağlı kalacaktır.
Bayan Kacew 1 922 ya da 1 923'te Varşova'ya gitmek
üzere Wilno'dan ayrılır. Romain Gary'nin dediği gibi bu
ayrılış Wilnolu alacaklılardan kaçmak için midir yoksa elve­
rişli bir iklimi, o dönemde çok güzel bir geleceğe aday gibi
görünen, yerleşmeye geldiği özgür Polonya'da, daha batıda
aramak için midir? Litvanya'nın l 920'de başkenti Kau­
nas'ta devlet olarak görünmesi ile Polonya ordularının Wil­
no'yu işgal ettiği ve böylece Wilno'nun Litvanya toprağının
içinde bir Polonya bölgesi durumuna girdiği 1 920 arasında,
"tarih" çok değişmiştir. Polonya, özgürlüğüne kavuşmuştur.
Weygand'ın ordusundan yardım görünce Rusya'ya kar­
şı savaş kazanmış, Tukaçevski'nin ve Troçki'nin askerleri
geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Gücünü yitirmiş olan
Petrograd'da, Moskova'da karışıklıklar artmaktadır: Hasta
olan Lenin l 924'te ölecektir, Varşova ve Krakov yeni bir
ışıkla parlamaktadır. Pilsudski, bağımsızlığına yeniden ka­
vuşmuş olan ülkeyi ele alır. Dirilmiş bir ulus vardır, kendini
çılgın bir umuda kaptınrcasına eğlenceye vermiş bir ulus.
Eğlenceli günler Kacew'ler için kısa süreliğine olacaktır
yalnızca. Roman ve Nina'nın sefaleti Varşova'da artmakta­
dır. Dikiş dikme işi onları yaşatmaya yetmemektedir, Nina
birkaç Ziloti karşılığında evde sigara sarar. Ünlü Fransız

43
DOMINIQYE BONA

lisesine çok pahalı olduğu için oğlunu pek de saygınlığı ol­


mayan Kreczmar Gymnasiumu'nda Polonya eğitim dizgesi
içinde öğrenim görecektir. Roman oraya l 924'te girer, evde
annesi ona ilerde büyük okullara geçmek için çok gerekli
olan yazım, hesap, tarih derslerinin temel bilgilerini verir.
On yaşındadır, o yaş, resimli kitapların bırakılıp serüven
romanlarının alındığı yaştır; Roman, Walter Scott'u, Kari
May'ı, Mayn Reed'i Lehçe okur.
Sınıfta Adam Mickiewicz'in, Julius Slowaki'nin ya da
Zygmunt Krasinski'nin şiirlerini ezberden okur, yazdığı parça­
lar Boleslaw Prous'tan ya da Dtefan Zeromski'den alınmadır.
Roman, annesinin her sabah okul çantasına ekmek, çi­
kolata koyduğunu ileri sürecektir, üzerine titrenilen bir çocuk
olarak hiçbir şeyden yoksun değildir. Ama gerçekler, savaşın
o tarihsel koşullan içinde, daha da iğrenç olmuş olmalıdır.
Görünüşe göre, Nina Varşova'da erkek kardeşi Lova'yı, kan­
sını ve Roman'ın yirmi yaşına basacak olan dayıkızı Dinah'ı
bulmuştur; Nina Varşova'da artık pek öyle yalnız değildir
ama beş kişilik aile bir süre bir dişçinin muayenehanesinde
yaşamıştır. Beşi bir arada bekleme salonunda uyuyup sabah­
lan salonu boşaltmak zorunda kalıyorlarmış.
Nina kısa bir süre sonra oğluyla birlikte mobilyalı bir
oda tutar, ev sahibi kendisini kapı dışarı edince bir ikin­
cisini, hemen ardından bir üçüncüsünü tutar, üçüncü ye­
rinde dikiş dikmekten ya da savaş öncesi koşullarında sarı
sigara kağıdına tütün sarmaktan gözlerini yıpratır, sıkıntı
içinde yaşar.
Romain Gary'nin Pilsudski yönetimindeki mutluluk
yıllarında hep gizli tuttuğu kişi, afacan bir Polonyalı oğ­
landır. Varşova'dan hiç söz etmezken, Nina'nın okşayışla­
rı altında kötü anıların silinip gittiği Wilno'yu hoşnutlukla
anımsar. Söz'de arkadaşlarından adını vermediği yalnızca
birini anar, onunla evin hava boşluğu na atlama oyunu,
daha doğrusu hava b o şluğunu n duvarlarına sürünerek yere

44
ROMAINGARY

düşme oyunu oynar, bir kez de, dördüncü katın pencere


pervazına böğrünü çarpmış, sonra iyileşmiştir. Bu olduk­
ça yazınsal nitelikli bir anıdır, Rus ruletini, Tolstoy'u, onun
Pierre Bezukhov'unu çağrıştırır ve yeniyetmenin düşlediği
kendi canına kıyma hayalini ortaya çıkarır.
Roman, yaşamının anlatısında mutsuzlukları hep usta­
ca atlayacak, kötülüğün ve iğrençliğin üzerini örterek ailenin
ağlanacak durumlarını bir gülmece tadında anlatacaktır.
Polonya'daki bütün okullarda, kendi kolejinde, Varşova'nın
üniversitelerinde ortalığı kasıp kavuran, Kacew adının bile
kendisine karşı daha baştan aşağılama ve kin uyandırdığı
Yahudi karşıtlığına ilişkin de öyle yapar, onlardan hiç söz
etmez. Kacew, puan kazanmak için lokmaları ağzına çif­
ter çifter koymak, iki kez daha fazla çalışmak, iki kez daha
fazla çabalamak ve yumruklarını kullanarak kendini küçük
Katoliklere kabul ettirmek zorundadır. Varşova'nın ırk­
çı iklimi, ister ırksal ister sınıfsal olsun, ona bütün yaşamı
boyunca adaletsizliğe ve önyargılara karşı bir kin duygu­
su verecektir. Yirmili yılların utku kazanmış Polonya'sında
yoksul bir Yahudi olarak güçlüklerden sıyrılmak için kendi
gücünden başka hiç kimseye güvenmemeyi öğrenir. Nina
onu artık Wilno'daki gibi sırtlanlardan koruyamaz. Roman
kendini tek başına kurtarmak zorundadır. Roman, Gymna­
sium çayırında bir kurt olmayı öğrenir.
Doğum belgesinin sureti ya yitmiştir ya da bulunama­
maktadır, Roman Kacew Rusya'da bir kaleden daha kapalı
olan nüfus memurluğunun arşivlerinde durup bekleyecek­
tir. Fransız yetkililer bile Polonya'dan gelen bu Rus'un, göz­
lerini dünyaya açtığı doğum yerini ve doğum tarihini. onun
sözlü bildirimine dayanarak kaydetmek durumunda kala­
caklardır. Roman Kacew 1 O Ağustos 1 927 tarihli yasanın
6. Maddesi ve 1 . Paragrafı uyarınca, 1 4 Temmuz 1 935'te,
işleri daha iyi karıştırmak için Polonya uyrukluğu üzerin­
den Fransız yurttaşı yapılacaktır.

45
Another random document with
no related content on Scribd:
— … Pas toujours pareil… cela dépend des fois. Il y a des jours,
c’est « Mon petit Victor » ; d’autres, « Mon grand poilu »… ou encore
— elle eut un petit rire qui fit envoler les frisettes — je l’appelle
« Mon gros loup chéri ! »
Mlle de Trivières avait vingt ans, son rire fit écho à celui de
l’ouvrière…
— Mais tout ça, dit Rose après avoir toussé, c’est des manières à
nous. Chez nous, on n’a pas les façons du grand monde !
— Supposez, dit Diane en reprenant son sérieux, que vous
écriviez pour la première fois à un monsieur, un officier, comment
diriez-vous ?
— Je dirais… je dirais : monsieur l’officier.
Et Mlle de Trivières, de son écriture ferme et élégante, écrivit :

« Monsieur l’officier,
« Un de mes amis que vous connaissez m’a appris que plusieurs
hommes de votre compagnie manquaient de marraines ; je vous
serais très reconnaissante d’en choisir un et de me l’indiquer, car je
suis à la recherche d’un filleul. Bien que possédant de faibles
ressources, je lui enverrai de temps en temps quelques douceurs et
je serai heureuse si… »
La plume s’arrêta, Diane se relut, puis :
— Aidez-moi, Rose, je ne sais comment finir ma phrase : « … lui
envoyer quelques douceurs, et je serai heureuse, si… »
— Si, dicta Rose, « s’il pense quelquefois à sa petite marraine
qui, de son côté, fera tous les matins pour lui une bonne prière… et
pour vous aussi, monsieur l’officier, afin que vous soyez protégé…
parce que, des braves, il nous en faut pour défendre notre cher
pays. »
— Merci.
Diane continua seule.
« Si vous éprouvez vous-même du plaisir, monsieur l’officier, à
continuer à correspondre, j’en serai charmée. Je sais que vous
n’avez plus de famille, si mes lettres doivent rompre l’ennui de votre
solitude, veuillez me le dire, et nous reprendrons cette
correspondance.
« Recevez, monsieur… »
— Rose, comment diriez-vous, pour finir ?
— Pour finir ? Voyons…
« Au revoir, cher monsieur l’officier, je vous envoie mes
respectueuses salutations. »
— Non, dit Diane en souriant, j’ai déjà mis « Recevez,
monsieur ». Ah ! j’y suis ! « mes sincères salutations ».
Elle signa lentement d’une écriture appuyée :
« Rose Perrin ».
… Puis elle écrivit l’adresse lisiblement : « 183, rue de
Longchamp, Paris. »

La lettre relue et cachetée, Mlle de Trivières contempla son


œuvre.
L’enveloppe, adressée au lieutenant H. de Louvigny, 10e
régiment d’infanterie, secteur postal 322, se détachait toute blanche
sur le velours vert du petit bureau.
Maintenant que son idée avait pris corps, Diane jugeait son
action téméraire, hasardeuse ; elle la regrettait presque.
Puis elle eut un geste d’insouciance contraire à ses habitudes, et
elle pensa :
« Qu’importe ! c’est presque anonyme, puisque je ne me suis pas
nommée. Si bon ami me gronde, plus tard, je lui dirai tout,
j’expliquerai mon idée, et je crois qu’il la comprendra. »
Mlle de Trivières s’avisa qu’elle devait bien une récompense à la
modeste fille dont elle venait d’emprunter le nom. Elle prit dans un
tiroir à clef de son bureau un billet de cent francs, et allant elle-
même au cabinet, elle le tendit à l’ouvrière.
— Tenez, ma fille, prenez ceci, vous l’ajouterez à vos économies.
Rose, d’un mouvement indigné, repoussa sa chaise et se leva.
— Oh ! Mademoiselle !… Mademoiselle avait pensé que ça
pourrait être pour de l’argent ? Ah ! non ! par exemple, non ! Rose
Perrin ne prend que l’argent qu’elle a gagné avec ses doigts.
Elle hochait la tête… toutes les bouclettes se soulevaient dans
un mouvement de réprobation… et ses yeux gris devenaient
presque noirs.
Mlle de Trivières avait eu si souvent sous les yeux le spectacle
d’indignations semblables, qui se terminaient par une main tendue,
qu’elle crut devoir insister :
— Allons, Rose, ne faites pas de façons ! Ce sera un petit appoint
pour monter votre ménage.
Mais Rose, la gorge serrée, les larmes aux yeux :
— Merci bien de l’intention, mademoiselle. Oui, je sais qu’une
pauvre fille ne devrait pas être si fière. Mais… si j’acceptais de
l’argent que je n’ai pas mérité, je ne serais plus digne d’être la
femme de mon poilu, et je croirais me manquer à moi-même… Que
mademoiselle excuse ce que je dis… il ne me serait pas possible de
faire autrement… Victor ne m’aimerait plus !
L’accent dont l’ouvrière prononça ces derniers mots était si
pathétique, si sincère, que Mlle de Trivières ne sourit pas ; elle mit
au fond de sa poche le billet bleu et dit doucement :
— Oubliez cet incident, Rose, nous n’en parlerons plus ! Mais je
veux quand même faire quelque chose pour vous, ne serait-ce que
par simple… intérêt (elle avait hésité à dire charité…). Je vous
trouve en mauvais état ; vous toussez et vous ne vous soignez pas.
Vous devez vous soigner.
— Oh ! un simple rhume, mademoiselle ; ça n’en vaut pas la
peine !
— Vous vous soignerez parce que je le veux… et aussi pour me
faire plaisir. Voici ce que vous allez faire…
En parlant, Diane était revenue à son bureau. Elle écrivit
rapidement quelques mots sur une de ses cartes qu’elle mit sous
enveloppe.
— Vous porterez cette carte et vous la présenterez de ma part au
docteur Beauchamp, rue de l’Université. Vous voyez : l’adresse est
dessus. Il vous examinera, et vous n’aurez plus qu’à exécuter son
ordonnance.
— Merci, mademoiselle, dit la lingère d’un air gêné. Seulement…
ces grands médecins, c’est très cher…
— Cette question me regarde, dit Mlle de Trivières de son ton
tranchant. Le docteur ne vous demandera rien ; il vous auscultera et
vous me direz le résultat. Il est bien entendu que je me charge des
remèdes : vous me porterez l’ordonnance.
— Oh ! mademoiselle ! s’écria Rose.
Elle fondit en larmes et saisit la main de la jeune fille qu’elle
couvrit de baisers. Que vous êtes bonne et que vous savez faire la
charité sans blesser ! Ah ! les autres peuvent dire que vous êtes
froide, hautaine et orgueilleuse ? Je sais bien, moi, maintenant, que
vous avez un noble cœur, si pitoyable aux misères des pauvres
gens !
Diane était devenue pâle et elle reculait en retirant sa main
lentement.
Était-ce seulement pour se dérober à cette débordante
reconnaissance ou bien par peur de la contagion ?
Son cœur était remué profondément par une émotion encore
jamais éprouvée.
Elle reprit très vite son empire sur elle-même et dit en se
détournant :
— Allons, ma fille, calmez-vous ! Vous allez encore tousser.
Désormais, vous viendrez travailler ici. Tâchez de finir mon peignoir
aujourd’hui et n’oubliez pas de rectifier la manche gauche, qui est un
peu plus longue que l’autre.
— Oh ! oui, mademoiselle ! Ça sera fait, et bien fait ! Les petits
plis que je vais faire ! Et mon ourlet à jour donc ! Mademoiselle verra.
Ah ! ah ! si je vais m’appliquer !
Rose riait, montrant toutes ses fossettes, cependant que des
larmes roulaient encore sur ses joues.
Ces larmes et ce rire mêlés en ondée d’avril, c’était toute Rose
Perrin…
CHAPITRE IV

C’était la fin du jour au cantonnement. Un cavalier mit pied à


terre devant la maison de paysans la plus cossue du village, qui
avait à ce moment l’honneur d’abriter la popote des officiers de la
compagnie. Grand, fort et blond, l’œil et le teint animés par la
course, il avait un air de jeunesse et d’entrain qui séduisaient au
premier abord.
Comme il sortait de la poche de son dolman un paquet de lettres
et de journaux, les officiers présents tendirent les mains :
— Pour moi ! pour moi ! Louvigny, ici ! ici !
— Il répondit en riant :
— Attrape ! attrape ! Il y en aura pour tout le monde ! Tenez,
Jacquet, pour vous ! Kéravan, mon vieux, c’est ta princesse.
Claudal, deux lettres… Roysel, avec tes armes et ta couronne, lettre
du paternel… Et deux pour moi ! Les journaux, qu’on se les partage !
Une ordonnance vint annoncer au seuil de la maison que « ces
messieurs étaient servis ». Mais ils étaient absorbés par la lecture de
leur courrier ; cela primait tout ; et le cuistot dut faire mijoter encore
un quart d’heure le lapin de garenne qui courait le matin même dans
le petit bois ; un coup de feu de Kéravan, grand chasseur.
Ce dernier, de même que ses camarades, avait reçu une lettre ;
mais, au lieu de la dévorer, il l’avait mise tranquillement dans sa
poche.
De Kéravan était un grand garçon de vingt-sept à vingt-huit ans,
aux cheveux noirs, abondants et lisses, aux yeux bleu foncé qui
étonnaient par leur regard profond, d’une timidité farouche, sur
lesquels s’abaissaient très vite les paupières, sur un heurt, une
parole vive. Kéravan appartenait à la vieille souche bretonne. De sa
race, il tenait la volonté énergique, l’endurance à la peine,
l’obstination têtue, les convictions religieuses, le courage simple… et
rarement — quelques privilégiés, seuls — apercevaient en lui une
très fine et très ombrageuse sensibilité. Certains hommes de sa
compagnie aussi le connaissaient sous ce jour — généralement les
plus déshérités, les malheureux. Ces derniers le nommaient entre
eux affectueusement : « le petit père Kéravan ».
Lorsqu’un soldat allait mourir, c’était lui parmi les autres officiers
qu’on allait prévenir. Lui seul était capable de recevoir les dernières
recommandations, les souvenirs, les bouts de lettres maculés de
terre et de sang qu’il fallait envoyer aux familles avec un mot ému,
des délicatesses pour annoncer les tristes nouvelles…
Kéravan était encore le seul qui savait dire, sans livre, les prières
des agonisants, quand le prêtre ne pouvait venir. Lui seul trouvait, à
la minute suprême, les paroles qui réconfortent.
On avait confiance en lui.
Si, au moment des attaques, les regards se portaient avec
ensemble sur le lieutenant de Louvigny, commandant de compagnie,
les plus faiblards pensaient :
— Le petit père Kéravan est là, à côté, quand on y sera (dans la
tranchée ennemie) il se battra avec nous.
Et ils se redressaient… rassurés.
C’était, à cette popote, devant le lapin sauté du cuistot Bertrand,
un joyeux quintette, tous anciens de l’École, sauf Jacquet et Claudal.
Le premier avait passé par les rangs et monté rapidement en
grade depuis les premiers jours de la guerre où il s’était distingué sur
la Marne.
De Roysel, irréprochable, astiqué comme à la parade, ce qui ne
l’empêchait pas, disaient ses hommes, d’en « mettre un coup »
quand il le fallait.
Claudal, avocat, beau parleur, détonait un peu dans ce milieu de
soldats.
Et enfin Louvigny, plus jeune que les autres, et déjà commandant
de compagnie en remplacement des anciens, tués.
Il avait fait la Marne, il s’était battu dans la Somme, dans l’Aisne,
et maintenant en Champagne, n’attrapant jamais que des blessures
insignifiantes pour lesquelles il refusait de se faire évacuer.
Il avait gagné sa Croix de guerre et sa Légion d’honneur à force
de bravoure entraînante et de mépris de la mort.
Malgré son air sérieux, Kéravan montrait dans l’intimité joyeuse
de ces repas en commun une pointe d’esprit qui souvent frappait
juste ; il avait une manière à lui de jeter son mot piquant dans la
conversation quand il était en belle humeur.
Alors ses camarades déclaraient :
— Voilà l’homme sérieux qui s’émancipe !
A cause de la distribution des lettres, on parla de Paris, de ses
plaisirs… presque tous en étaient ou y avaient vécu, ils
s’intéressaient avec passion à ce qui s’y passait, revoyant toujours
dans leurs souvenirs le Paris d’avant guerre, pimpant, bruyant et
lumineux.
Entre ces cinq hommes de conditions diverses, la guerre avait
fait disparaître l’inégalité des positions sociales.
Dans la vie civile, Jacquet pouvait être le fils d’un gros directeur
d’usine ; Claudal, l’avocat élégant des causes parisiennes ; Kéravan,
modeste propriétaire provincial de vieille famille sans éclat, et Roysel
et Louvigny des jeunes gens riches et titrés appartenant à la plus
haute société. Ici, dans ce trou de village, à six kilomètres des
Boches, ils n’étaient que cinq camarades que les dangers affrontés
en commun et la vie hasardeuse avaient unis, plus que l’eussent fait
vingt ans de vie civile, parmi les conventions et les barrières
sociales.
C’était vraiment l’union sacrée, dans toute sa beauté.
Louvigny, bavard, amusant, présidait, découpait, servait, sans
oublier de soigner son robuste appétit.
— Tu es gai, tu as reçu de bonnes nouvelles ? lui dit de Kéravan.
— Deux lettres, l’une de mon vénéré oncle, le général, l’autre
d’une belle inconnue.
— Belle, fit Jacquet, puisqu’elle est inconnue, tu le supposes ?
— C’est pourquoi rien ne m’interdit de l’imaginer aussi belle que
Vénus !
— Que te dit ton oncle ? s’informa Kéravan. Comment se porte-t-
il ? Quel brave homme c’était de mon temps ! Je me demande s’il se
souviendrait de moi ?
— Comment donc ! Il se souvient de tous ! Une mémoire ! Et
solide pour son âge… droit comme un piquet ! C’est un beau
vieillard ; je vous en souhaite à tous autant !
Roysel laissa tomber du haut de son cou :
— Peu probable, mon cher, que ces messieurs d’en face nous
permettent d’en arriver là.
Louvigny reprit :
— Mon oncle est parti en tournée d’inspection. Il m’avertit qu’il
m’écrira à peine deux ou trois fois… Trop occupé, mais !… Suivez-
moi bien : le cher homme m’annonce qu’il sera avantageusement
remplacé par une certaine personne dont je dois reconnaître le nom,
car je l’ai connue dans ma prime jeunesse.
— Au maillot ?
— Il paraît que nous avons joué ensemble ! Il m’engage à
répondre dans le plus bref délai à la personne en question ; il espère
que notre correspondance deviendra des plus actives et ajoute qu’il
ne peut en sortir pour moi rien que d’excellent et d’agréable…
Maintenant, messieurs, les paris sont ouverts : est-ce un homme ?
est-ce une femme ?
— Tu n’as pas la plus légère idée ?
— Pas la moindre !
— C’est un cachottier, ton vieil oncle, dit Jacquet ; il l’est presque
autant que notre petit père Kéravan qui dissimule dans sa poche le
dernier poulet de sa princesse.
Kéravan changea de visage ; il prit un air gêné et ennuyé qui fit
dire à Louvigny, toujours prêt à défendre son ami :
— Laisse-le donc tranquille avec sa princesse, puisqu’il ne veut
pas en parler !
Kéravan, pour rompre les chiens, sourit au jeune lieutenant et lui
demanda :
— Et toi, Hubert, tu nous as annoncé deux lettres. Que te dit la
belle inconnue ?
Louvigny fredonna : « Un ange, une femme inconnue », en
sortant de sa poche une enveloppe froissée sur laquelle s’étalait une
écriture droite et élégante.
— Voici : « Monsieur l’officier. »
— Une femme du monde, plaisanta Roysel.
— Une ouvrière, dit Claudal.
— « Un de mes amis, que vous connaissez… » Elles
commencent toujours par là, seulement l’ami, on le connaît, c’est la
petite annonce de trois lignes que j’ai fait paraître, il y a quinze jours,
dans l’Œuvre des marraines du poilu ; elle tombe mal, tous mes
hommes sont déjà pourvus. Mes amis, la jeune demoiselle est en
quête d’un filleul…, qui en veut ? Qui en veut ?
Le jeune homme élevait la lettre en l’air et la tendait aux autres
convives qui refusaient en souriant, d’un : « Occupé ! occupé ! »
Kéravan, le dernier, la prit et, pendant qu’il la parcourait, son ami
lui dit à demi-voix :
— Il y a dans le milieu une phrase sur la prière de tous les
matins… c’est gentil ! Tu sais, Hervé, je crois que cette petite
marraine-là ferait bien ton affaire !
— Mais c’est à toi qu’elle écrit, protesta l’officier, ton adresse est
très bien mise. Pourquoi ce qu’elle te dit ne serait-il pas vrai ?
— En effet ! s’écria Claudal, frappé d’un trait de lumière, ne
serait-ce point la personne mystérieuse que t’annonce ton oncle ?
— Tu oublies que je dois reconnaître son nom, or, je n’ai jamais
même entendu celui-ci.
Kéravan regarda au bas de la lettre.
— Un petit nom tout simple, dit-il, « Rose Perrin ».
— Rose Perrin, répéta Louvigny, cherchant dans ses souvenirs,
non, je n’ai jamais entendu ce nom-là… Occupe-t’en, Kéravan !
Le Breton mit la lettre dans sa poche en disant :
— En tout cas, il est facile de lui procurer un filleul ; plusieurs
hommes de ma compagnie se sont fait inscrire…
— Ne l’offre pas au grand Plisson, Victor, il en a quatorze, ce
mâtin-là, les colis pleuvent sur lui, et déjà trois d’entre elles l’ont
demandé en mariage !…
Après une dernière tournée d’inspection, Kéravan remonta dans
la chambre du premier étage qu’il partageait avec Louvigny.
En fait de meubles, deux étroites couchettes sans matelas, une
table à trois pieds qui tenait contre le mur par un miracle d’équilibre
et deux chaises dépaillées.
En guise d’ornements, Louvigny avait eu l’idée de recouvrir les
murs de gravures découpées dans des journaux illustrés, ce qui
produisait une galerie de portraits et des effets de couleur
saisissants.
Ils se sentaient là chez eux, bien que jamais sûrs d’y revenir
après chaque voyage à l’avant.
Qu’importe !
Ils y dormaient, sans souci des marmites, de lourds sommeils
d’enfants.
Louvigny s’était couché de bonne heure, après une partie de
piquet avec Roysel ; il dormait déjà quand Hervé rentra, fatigué.
Mais avant de s’étendre sur ses fils de fer, le sous-lieutenant vint
s’asseoir devant la table.
C’était le moment qu’il avait attendu pour prendre connaissance
de sa mystérieuse missive, celle de « sa princesse ». Penché sur un
grossier papier de cuisine, l’officier déchiffra péniblement cette épître
dont nous corrigeons l’orthographe :

« Monsieur Hervé,
« C’est pour vous dire que Mme la baronne va bien. Je lui donne
des œufs à la coque, ça passe toujours. Nous avons des nouvelles
poules sur le balcon, elles vont bien. L’autre soir, on a rapporté à
Mme la baronne qu’on s’était battu en Champagne et j’ai été mettre
un cierge à Notre-Dame-des-Victoires à votre intention.
« Rien d’autre à vous mander, monsieur Hervé ; madame vous
fait répéter qu’elle n’a besoin de rien et que tout va bien.
« Elle vous embrasse, et moi, cher monsieur Hervé, cher enfant
que j’ai vu naître, je vous dis que le bon Dieu vous préserve et vous
ramène bientôt.
« Votre fidèle servante,
« Corentine. »
« P. S. — Madame n’a pas payé le loyer, mais la propriétaire ne
nous tourmente pas. »

Kéravan sourit, content, tout allait bien. Ce loyer arriéré, il s’en


occuperait à sa prochaine permission.
Il revit en pensée le modeste salon de l’avenue Malakoff avec
ses vieux meubles de province, son petit piano droit devant lequel il
avait passé tant d’heures heureuses, et la tapisserie ancienne qu’il
avait fait porter de Kirvanac’h en s’installant à Paris : Anne de
Bretagne et Charles VIII fiancés… Il avait senti le besoin, chez lui,
de ce rappel de sa Bretagne.
Il revit encore, devant la porte-fenêtre du balcon où picoraient les
poules, la chère aveugle, assise dans sa bergère, cherchant le soleil
et levant son visage ridé aux paupières fermées, vers les rayons du
jour qu’elle ne voyait plus.
C’était afin que son aïeule, sa dernière et plus proche parente, —
avec ses trois sœurs, toutes mariées, — afin que l’infirme fût
environnée d’air et de lumière que le jeune homme avait choisi, en
arrivant à Paris, ce petit appartement de l’avenue Malakoff, bien
exposé, assez confortable et d’un prix modéré.
Ils n’étaient pas riches, tirant toutes leurs ressources de leur
domaine de Kirvanac’h, en Morbihan, tout l’argent liquide dont les
enfants avaient hérité de leur père, disparu en mer dix ans
auparavant, ayant servi à doter Mlles de Kéravan, qui auraient couru
grand risque de rester filles.
Elles étaient bien mariées, heureuses dans leur Bretagne, où
elles élevaient des nichées d’enfants ; elles s’intéressaient de loin au
succès de leur unique frère, parti à Paris pour compléter sa
préparation à Saint-Cyr.
La baronne douairière de Kéravan avait tenu à accompagner son
petit-fils.
Pour la sainte femme, Paris représentait la Babylone moderne où
les garçons sans foyer perdent irrémédiablement leur foi, leur âme et
leur santé.
Elle s’était décidée, non sans peine, à quitter son manoir et la
baie d’où elle avait vu partir pour la dernière fois son fils, le père
d’Hervé, que l’Océan n’avait jamais rendu.
Depuis, lentement, la cataracte s’était étendue sur ses pupilles
qui avaient trop pleuré et pour la pauvre femme, l’éternelle nuit avait
commencé.
Telle qu’elle était, âgée, faible, aveugle, Mme de Kéravan s’était
sentie de force à lutter contre les enchantements pernicieux de la
capitale.
Et de fait, durant ses années d’école, son petit-fils n’avait point
goûté de plaisir plus vif que celui qu’il prenait auprès d’elle, les
dimanches, lorsqu’il lui faisait la lecture, ou l’obligeait dans les beaux
jours à sortir dans les avenues, à s’en aller à son bras, à petits pas,
jusqu’au bois de Boulogne.
C’étaient les jours de fête de l’aveugle. Et aussi de ce grand
garçon qui savait qu’il était la joie, les yeux, la vie de l’infirme.
A cause d’elle, il s’était tenu à l’écart des tentations de la vie
parisienne et il avait gardé intacte son âme bretonne, inaccessible
comme le granit de ses grèves, sentimentale et poétique comme ses
vieilles légendes.
Ayant lu la lettre hebdomadaire de la servante, les yeux d’Hervé
tombèrent sur l’autre enveloppe qu’il avait sortie en même temps…
C’était la lettre de la personne qui demandait un filleul.
Il la relut avec soin, quelque chose dans le style simple, dans
l’écriture souple, hardie, l’attirait.
Il voyait tous ses camarades s’amuser à entretenir des
correspondances plus ou moins sérieuses avec des soi-disant
marraines, et l’idée ne lui était point venue de les imiter.
Par principe, il s’écartait de ce qui pouvait devenir une occasion
de dépense…
Ce n’était pas tout que de correspondre. On faisait souvent
connaissance au temps des permissions, et il devenait difficile de ne
pas se laisser entraîner par ces marraines si séduisantes.
Pourtant, celle-ci paraissait modeste… Le milieu de la lettre avec
sa phrase naïve et pieuse le rassurait… cela ne lui paraissait pas si
effrayant…
— Si j’essayais ? murmura-t-il.
Un mouvement derrière lui le fit retourner.
Il vit Hubert, assis sur son lit, qui le regardait.
— Tu es rentré tard !… fit-il en bâillant, que dit-elle, ta princesse ?
— Que tout va bien. Mais, dis… mon vieux, parlons d’autre
chose ; cela ne te contrarie pas de me céder cette lettre que tu as
reçue ce soir ?
— Qu’est-ce que tu veux que ça me fasse ? Toi ou un autre ? Est-
ce que je la connais, cette Blanche Perrin ?
— Rose… Rose Perrin !
— Rose ou Blanche, je m’en moque ! Écris-lui donc, on verra qui
c’est.
— Ce qui m’ennuie, c’est que sa première phrase indique bien
que c’est à toi qu’elle s’adresse, et il est fort possible que, voyant
que tu ne lui réponds pas, toi, Louvigny… elle ne réponde pas non
plus…
— Eh bien ! c’est très facile : signe de mon nom !
— Oh ! quelle idée, mon cher ; cela ne se fait pas !
— Mon pauvre Hervé, tu ne seras jamais de ton temps !… Quand
je te regarde, je cherche toujours où tu as posé ton armure. Sois
jeune, que diable ! Penses-tu que ces choses-là ont une grande
importance ?… Une personne qu’on ne connaît pas !… Que tu ne
verras sans doute jamais. C’est dit ! Tu vas lui écrire, tout de
suite !… Et si tu crains qu’elle ne réponde pas, signe carrément de
mon nom ! A cette distance, elle n’y verra que du feu ! Tu sais… pour
les dangers que tu lui feras courir… Ah ! mon vieux, tu ne t’emballes
pas, toi ! non…
Hervé se fit encore prier, mais comme il avait, dans le fond,
bonne envie d’écrire, il se décida et dit tout à coup :
— Voyons, toi qui es au courant ? Dirons-nous madame ou
mademoiselle ?
— Mademoiselle. Si c’est une jeune fille, ça tombera bien, si c’est
une vieille dame, ça la flattera.
Hervé écrivit :

« Mademoiselle,
« Je suis charmé de la bonne pensée que vous avez eue de vous
adresser à moi pour vous aider à choisir un filleul.
— « Il s’agirait cependant de s’entendre, souffla Hubert de son lit,
et de savoir ce que vous désirez : si c’est un filleul des pays envahis,
j’en aurai quelques-uns à vous proposer, très dignes d’intérêt, si,
comme certaines expressions de votre lettre me le font supposer,
vous cherchez un correspondant… »
— Tu ne trouves pas que c’est aller bien vite ?…
— Tiens ! tu me fais hausser les épaules !… arrange-toi !
« … c’est-à-dire un combattant sans famille, privé de recevoir de
temps à autre un mot de sympathie, continua Hervé, j’avoue,
mademoiselle, que je suis moi-même dans ce dernier cas, et je me
mettrai volontiers sur les rangs… trop heureux, si… »
— Aide-moi, Hubert, « trop heureux, si… »
— Ah ! tu vois, tu ne t’en tires pas ! Marche :
« … Trop heureux, si vous consentez à vouloir bien faire de moi
le plus dévoué et le plus reconnaissant des filleuls…
« Agréez, mademoiselle, mes respectueux hommages.
— Et signe : « H. de Louvigny. »

— C’est fait.
— Attends, dit Hubert, il faut penser à tout. Ajoute : « Au cas où
vous consentiriez à m’agréer comme correspondant, ayez
l’obligeance de me donner sur vous-même quelques précisions. Je
répondrai volontiers aux questions que vous voudrez bien
m’adresser… »
— Après cela, est-ce tout ?
— Après cela, mon vieux, tu peux souffler la chandelle qui coule,
et je te souhaite une bonne nuit ! dit le comte de Louvigny en se
retournant du côté du mur.
CHAPITRE V

« Lieutenant Hubert de Louvigny,


Secteur postal 322.
« Monsieur l’officier,
« C’est avec grand plaisir que je vous accepterai comme filleul.
« Je vois que vous avez compris tout de suite quelle sorte de
correspondant je désirais.
« C’est très aimable à vous d’avoir répondu si vite à une petite
jeune fille inconnue, très insignifiante, alors que vous devez recevoir
d’autres lettres bien plus attrayantes ; cependant, je veux espérer
que vous lirez les miennes sans trop de déplaisir et que vous y
répondrez.
« Vous me demandez des précisions ?
« J’imagine que cela signifie : Comment est ma marraine ? Jeune
ou vieille ? Brune ou blonde ? Laide ou jolie ? Quelle est sa situation
dans le monde ? Son genre de vie ? et peut-être vous demandez-
vous davantage encore ?…
« Je veux bien satisfaire votre curiosité jusqu’à un certain point,
mais je vous demanderai, en échange, la même confiance.
« Voici mon portrait : au physique… Eh bien ! non ! Je ne vous le
dirai pas ! Quand vous saurez que votre correspondante est brune,
élancée, qu’elle a les yeux comme ceci, la bouche comme cela, me
connaîtrez-vous davantage ?
« Je vous laisse libre d’imaginer une marraine suivant votre
fantaisie ; c’est la meilleure manière d’être certain qu’elle vous plaira.
« Quant à son caractère, à ses idées, vous en jugerez par ces
lettres, où je veux vous parler non comme à un inconnu, — l’état de
guerre autorise un peu plus de sans-façon — mais un ami ou un
confident.
« J’ai entendu faire votre éloge par une personne qui vous
connaît beaucoup, je sais donc que je puis me fier à votre honneur
et à votre discrétion.
« Mais continuons à « préciser ».
« Ma condition sociale est modeste, ma fortune nulle, cependant
j’ai reçu une certaine instruction.
« J’aurais peut-être pu la prolonger par quelques lectures, mais la
lecture m’ennuie, et du reste… »
— Comment dites-vous cela, Rose ?
« … Étant obligée de travailler pour vivre, il ne me reste pas
beaucoup de temps pour mes distractions… »
(Rose dictant) : « … excepté le cinéma où je vais quelquefois le
dimanche. »
— Oh ! non, Rose, pas cela ! Cherchez autre chose.
— Oui, mademoiselle… voilà :
« Je cultive les fleurs qui sont sur ma fenêtre. Quand mes
résédas seront sortis, je vous en enverrai un brin, et je serai
heureuse désormais de les soigner en me disant qu’ils vous
porteront un peu de la pensée de votre petite amie… Elle n’a pas
grand’chose à donner, mais c’est de bon cœur !… et si vous avez
besoin de quelque chose, livre ou journal, qu’il soit en mon pouvoir
de vous procurer, dites-le-moi tout simplement, et vous l’aurez !
« Votre nouvelle amie vous souhaite bonne chance.
« Au revoir, monsieur le lieutenant, et à bientôt une lettre.
« Rose Perrin. »

« Mademoiselle Rose Perrin,


« 183, rue de Longchamp, Paris.
« Bonjour, petite amie Rose ! Vous permettez, n’est-ce pas ?
Mademoiselle est sous-entendu.
« Voulez-vous que nous laissions de côté les mots encombrants
de marraine et filleul pour nous en tenir à ces appellations si
douces : « Ami »… « Amie » ?
« Voulez-vous que, sans nous être vus, nous essayions de nous
bien connaître et d’ébaucher une de ces amitiés entre homme et
femme qui sont d’autant plus précieuses qu’elles sont rares ?
« Merci de la confiance si touchante que vous me témoignez…
Je vous réponds de suite et je dois avouer que je suis déjà très
enthousiaste de mon amie et correspondante. »
Après avoir lu par-dessus l’épaule d’Hervé, Hubert de Louvigny :
— Tu aurais dû mettre « emballé », tu ne sais rien dire de neuf !
— Écoute, mon vieux, tu me donneras ton avis quand je te le
demanderai… Enthousiasme me plaît, à moi ! Me l’as-tu cédée ; oui
ou non ?
— Là !… là ! ça va bien ! Je ne te dirai plus rien !
Hervé continue :
« Vous voudrez bien alors, puisque cette idée charmante vient de
vous, petit à petit, dans chacune de vos lettres, m’apporter un
élément nouveau qui me permette de préciser, au fur et à mesure,
l’image très vague encore de la jeune Parisienne prénommée Rose,
qui cultive avec amour le réséda et que la lecture ennuie.
« De moi, que vous dirai-je ?
« L’ami auquel vous faites allusion, — cet ami que vous vous
refusez à nommer m’intrigue passablement ! — cet ami a dû, du
moins, vous faire mon portrait physique… Je ne m’y étendrai donc
point.
« Comme âge… »
— A propos, Hubert, quel âge as-tu, au juste ?
— Ça ne te regarde pas, ni ta demoiselle non plus ! Il me plaît à
moi de ne pas le dire !
— Idiot, va !
Un haussement d’épaules et Kéravan continue :
« Mettons entre vingt-cinq et trente… Donc, vieux ! Comme
caractère : fantasque, souvent triste, rarement très gai, en un mot,
un sauvage ! »
Hubert, après avoir regardé de nouveau :
— Dis donc, tu m’arranges bien ! Parle pour toi…
— C’est pour moi que je parle… Mais, tu sais, le plus sauvage
des deux…
— Quel animal !
Hervé écrivant :
« Quant à mon être moral, cette correspondance vous le fera
connaître.
« Pour moi, je crois voir d’ici la gentille Rose penchée sur son
ouvrage.
« Je sais déjà qu’elle a le cœur compatissant puisqu’elle s’offre à
combler la solitude morale d’un pauvre soldat, je sais qu’elle aime
les fleurs et j’en suis enchanté : ce goût nous est commun, et je la
soupçonne de posséder, sans qu’elle s’en doute, une âme d’artiste,
un peu poète. Je l’ai reconnue à la dernière phrase de sa lettre d’une
sensibilité exquise.
« Me suis-je trompé ?
« Et maintenant, charmante amie (mademoiselle toujours sous-
entendu), si mon style, mon écriture, mon portrait ou toute autre
chose vous déplaisent en moi, dites vite, sans détour.
« Je tâcherai, dans ce cas, de vous dénicher un autre filleul qui
vous donne satisfaction.
« En tant que nouvel ami, vous m’autorisez, je l’espère, à
déposer sur votre jolie main un baiser très respectueux.
« H. de Louvigny.
« P.-S. — Envoyez moi quelques livres, si vous voulez. »

Hubert, furieux :

You might also like