Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Sava■ç■ Anlaml■ ve Co■kulu Bir

Ya■am ■çin 75th Edition Do■an


Cücelo■lu
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/savasci-anlamli-ve-coskulu-bir-yasam-icin-75th-edition
-dogan-cuceloglu/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/
Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st
Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

■■■■■■■■■■ ■■■■ ■■■ ■■■■■■■■■■■ B1 B2 3rd Edition ■


■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29840068/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/

Un giorno diverso A2 B1 Primi Racconti 1st Edition


Marco Dominici

https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

100 DELF B1 Version scolaire et junior 1st Edition


Sylvie Cloeren

https://ebookstep.com/product/100-delf-b1-version-scolaire-et-
junior-1st-edition-sylvie-cloeren/
DOGAN CÜCELOGLU
SAVAŞÇI
DOGAN CÜCELOGLU, lstanbul Üniversitesi psikoloji bölü­
münü bitirdi. ABD'de lllinois Üniversitesi'nde Bilişsel Psikoloji
(algılama, düşünme, iletişim) alanında doktorasını yaptı.
Daha sonra Türkiye'de Hacettepe ve Boğaziçi üniver­
sitelerinde görev alan Cüceloğlu, Fulbright bursuyla bir yıl
süreyle Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nde ziyaretçi
öğretim üyesi olarak çalışmalarda bulundu.
1980-1996 yılları arasında ABD'de Fullerton şehrindeki
Kaliforniya Eyalet Üniversitesi'nde görev yapan Cüceloğ­
lu'nun, kırkı aşkın Türkçe ve lngilizce bilimsel makalesi
yayınlandı. 1996 yılından itibaren Türkiye'de üniversite öğren­
cilerine, öğretmenlere, ana-babalara ve iş insanlarına yönelik
seminerlere, konferanslara ve atölye çalışmalarına ağırlık verdi.
1990'dan sonra Türk insanının düşünce, duygu ve davra­
nışlarını psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar hazırla­
yan Cüceloğlu'nu 16 Şubat 2021'de kaybettik.

YAYINEVIMIZDEN ÇIKAN KiTAPLAR!


Başarıya Götüren Aile• Bir Kadın Bir Ses
• Damdan Düşen Psikolog (söyleşi: Canan Dila)
• Derviş'in Aklı (Prof. Ahmet Dervişoğlu ile söyleşi)
• içimizdeki Biz• içimizdeki Çocuk• insan ve Davranışı
• iletişim Donanımları• Korku Kültürü
• 'Mış Gibi' Yaşamlar• 'Mış Gibi' Yetişkinler
• Onlar Benim Kahramanım• Savaşçı

www.dogancuceloglu.net


Doğan Cüceloğlu

Anlamlı ve Coşkulu
Bir Yaşanı İçin

SAVAŞÇI

@
Remzi Kitabevi
SAvAŞÇI / Doğan Cüceloğlu
Felsefi Psikoloji

T ürkçe Yayın Hakları


© Remzi Kitabevi, 2001

Her hakkı saklıdır.


Bu yapıtın aynen ya da özet olarak
hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin
yazılı izni alınmadan kullanılamaz.

Kapak düzeni: Ömer Erduran


Kapak görseli: 123RF/Eugene Sergeev

ISBN 978-975-14-0825-9

BİRİNCİ-ON BEŞİNCİ BASIM: Sistem Yayıncılık, Kasım 1999


ON ALTINCI BASIM: Remzi Kitabevi, Kasım 2001
YETMİŞ BEŞİNCİ BASIM: Kasım 2022

Kitabın bu basımı 5000 adet yapılmıştır.

Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul


Sertifika no: 10705
Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090
www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr
Baskı ve cilt: Güven Mücellit, Mahmutbey Mah. 2622. Sokak
Güven İş Merkezi No: 6 Bağcılar-İstanbul
Sertifika no: 45003 / Tel (212) 445 0004
Bir Anı/Bir Sunuş

Ben yedi yaşında okula başladım.


İlk gün öğretmen bir oğlanı cetvelle dövdü; kıpır kıpır yerinde
duramayan, bugünkü bilgiler çerçevesinde olsa, büyük bir olasılıkla
hiperaktif tanısı konacak olan, Şükrü adında ufak bir oğlan çocuğu.
Çok korktum. Ertesi gün hastalandım. Sıtma oldum.
Sarhoş iğnecinin iğnesi sinire geldiği için sol bacağım kurudu,
zayıfladı ve topal oldum. O yıl okula gidemedim.
Rahmetlik annem bacağıma aylarca sıcak kepek lapası sardı, geceler
boyunca kan yürüsün diye o bacağımı ovdu. Ve ayağıma kan yürüdü,
can geldi, dokuz ay sonra topal aksak, yine yürümeye başladım.
Ertesi yıl sekiz yaşında, korkarak okula gittim. Okulun ilk günü,
güler yüzlü, sıcacık bakışlı bir öğretmen bizimle beraber çocuk şarkıları
söyledi, "Aferin çocuklar, ne güzel söylediniz," dedi. Ve benim saçımı
okşadı. Gözümün içine baktı, gülümsedi.
Son dersten sonra eve koşarak gittim, yolda coşkuyla şöyle bağır­
dığımı hatırlıyorum: "Ben okulumu seviyorum! Ben okulumu seviyo­
rum!"
İki yıl sonra annem öldü. Okula gittiğimde yine aynı öğretmenim
başımı okşadı, gözleri nemliydi.
Şimdi ben altmış bir yaşındayım. Ve bu satırları yazarken gözlerim
nemli. Öğretmenimi özledim.
Ne mutlu bana ki öğretmenimin sağlığında ona bu kitabımı arma­
ğan etme fırsahnı buldum.

Öğretmenim Muazzez Aktolga, bu kitabı size sunabildiğim için


mutluyum.
6 SAVAŞÇI

Sevgili öğretnıenim, benim başımı yine okşayın. Yine gülerek bakın


yüzüme. Yine beraber şarkı söyletin bize.
Sizin sevgi dolu sözlerinize ve takdir dolu bakışlarınıza hep ihtiya­
cım oldu; onların yeri başka.
Kimse öğretmen gibi bakamıyor, kimse öğretmen gibi sevemiyor,
sizin sevginiz bir başka öğretmenim.
TEŞEKKÜR

Kitabın ilk 111iisveddesi11i kafasının ve gönlünün zenginliğine inandığım,


yakın bildiğim, nazını geçen arkadaşlarıma verdim. Saatlerini harcadılar,
müsveddeyi gözden geçirdiler, düzeltmeler yaptılar ve önerilerde bulundular.
Filizleııirken
Kitabın ilk tohumlanmasını ve filizlenmesini izleyen, ilk müsveddeleri
süratle gözden geçirip beni yüreklendiren gönül dostum Yıldız Hacıevliyagil
oldu.
Nurdoğan Arkış, kitabın oluşumuna katkıda bulunmak için tatilinden
zaman ayırdı; Duygu Karaca, oğlu Can'la beraber geçireceği zamanın bir kıs­
mını kitaba verdi.
Yolculuk başladı
llk çalışmalardan sonra ortaya çıkan müsveddeyi büyük bir sabır ve titiz­
likle gözden geçiren, notlar alarak bana düşüncelerini bildiren, onunla yetin­
meyip ayrıca mektup yazan dostlarımın isimlerini alfabetik sırayla veriyorum:
Aclan Acar, Ahmet Uyar, Anıl Adanalı Koçbeker, Ataman Onar, .
Aylin H. Menkü, Aynur Yılmaz, Beşir Özmen, Çayhan Dervişoğlu,
Funda Andırın Çar, Hadi Sağın, llksen Bilge, lmge Kiner, Mehmet Ali
Güçray, Naime Çakmak, Nejat Bilginer, Nur Karaalp, Ömer Uzun,
Özgür Çetinel, Rasim Akpınar, Reşat Atalar, Rüçhan Çandar, Sami
Cüceloğlu, Tanju Akdeniz, Tanol Türkoğlu, Yavuz Durmuş, Yeşim Der­
vişoğlu ve Yusuf Karabulut.
Ve yayınevi...
Kitabın ilk baskısında Sistem Yayıncılık'tan dostlarım Şermin Yenice ve
Erdoğan Yenice kitabımı birçok kez gözden geçirerek içerik, biçim, organizas­
yon ve teknik ayrıntılarda yardımcı oldular. Erdoğan Yenice, lstanbul'un
değişik kahvehanelerini benimle gezerek Arif Bey'le buluşmalarımızın geçtiği
yerleri tasvir etmeme yardımcı oldu.
8 SAVAŞÇI

ETA'lar
Kitabın büyük bir kısmını yazın Kaliforniya'da yazdım. Maalesef bazen
çocuklarıma vermem gereken zamandan çaldım. Ama, kızlarım Ayşen ve Elif,
oğlum Timur (ETA'lar) bana anlayış gösterdiler ve desteklerini esirgemediler.
Yazarlar
Daha önceleri de belirttiğim gibi, her yazar ,ağının cocugudur ve kendin­
den önce gelenlerin yetiştirmesidir. Kaynakta verdiğim yazarların bu kitabın
içeriğine büyük katkıları olmuştur.

Gözden geçirilmiş yeni baskı


Savaşçı ilk baskısını Kasım 1999' da Sistem Yayıncılık aracılığıyla yaptı
ve bir yıl içinde yüz binin üstünde sattı. Kitabın gözden geçirilmiş bu yeni
baskısında en çok emeği geçen, hem içerik hem de üslup yönünden önemli
katkılarda bulunan kişi asistanım Sabiha Kocabıçak'tır. Ayrıca, yeni baskı­
sında, metne ve kapak çalışmalarına Remzi Kitabevi çalışanları özenle emek
vermişlerdir.
Ve teşekkür
Elinizdeki kitap yukarıda sözünü ettiğim kişilerin çabaları ve katkılarıyla
benim tek başıma yapabileceğimden daha kaliteli oldu. Yukarıda adı geçenlere
sadece kendi adıma değil, okurlarım adına da içtenlikle teşekkür ediyorum.

Doğan Cüceloğlu
Ekim 2001
İçindekiler

Önsöz .......................................................... 11
1 Arayış .......................................................... 15
2 Uyanış ......................................................... 40
3 Niyet ........................................................... 72
4 Geleceği Yaratmak .................................. 104
5 Güç ............................................................ 153
6 Sorumluluk .............................................. 195
7 Ölüm Bilinci ............................................. 236
8 Değişim ..................................................... 265
9 Bitmemiş İşler .......................................... 315
10 Savaşçı Olmak İçin .................................. 352
11 Devam Edelim ......................................... 391
Kavramlar Sözlüğü ................................. 393
Kaynaklar ................................................. 398
Okurların Düşünceleri ........................... 400
••
Onsöz

e.e.cummings der ki:

Seni diğerlerinden farksız yapmaya


Bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,
Kendin olarak kalabilmek,
Dünyanın en zor savaşını vermek demektir.
Bu savaş bir başladı mı,
Artık hiç bitmez! ...

Kitapta bu tür bir savaşçıdan söz ediyoruz. Söz ediyorum değil, söz
ediyoruz; çünkü kitabı Arif Bey'le beraber oluşturduk.
Birinci bölümde arayıştan söz ediyoruz. Anlamını yitiren bir yaşa­
mın temel sorunu, kendi yaşamının dansını yapamamakhr; 'mış gibi'
yaşamaktır. Arayışa geçmek zamanı gelmiştir.
Farkına varınca uyanış başlıyor. İkinci bölümde uyanıştan söz
ediyoruz. Kişi ancak uyandıktan sonra, daha önce uyuyor olduğunu
kavrıyor. Uyuyan uyuduğunu bilmezse, gördüğünün rüya olduğunu
anlayamaz.
Peki ne yapalım şimdi? Niyet edelim. Üçüncü bölümde niyet
etmekten söz ediyoruz. Neye niyet edeceğiz? Anlamlı ve coşkulu bir
yarın yaratmaya.
Peki nasıl yaratacağız bu yarını? Kişisel bütünlük içinde bildikle­
rimizi bildiğimizi bilerek, bilmediklerimizi bilmediğimizin farkında
olarak, ikisi arasındaki farkın bilincinde, gerçeğe sürekli saygılı olarak.
Dördüncü bölümde, kişisel bütünlük içinde yarını yaratmaktan söz
ediyoruz.
Yarını yaratmak için güçlü olmak gerekir: Gücümüz nereden gele­
cek? "Kim olduğunu bil," diyoruz; "kişinin gerçek gücü orada." Ve
12 SAVAŞÇI

devam ediyoruz: "Nasıl konuşacağını bil: kiminle, neyi, nerede, ne


zaman ve nasıl konuşacaksın? Ve en önemlisi, niçin konuşacaksın?
Bil." Beşinci bölüm bu tür bilmekten söz ediyor.
Yaşam kimin sorumluluğunda? Kimine göre ana-babanın; kimine
göre evlendiği eşinin; kimine göre komşusunun; kimine göre onu çalış­
tıran şirketin; kimine göre devletin sorumluluğunda. Kimin e göreyse
yaşamda sorumluluk diye bir şey yok. Altıncı bölümde savaşçının
sorumluluğundan söz ediyoruz.
"Şimdiyi ve şu anı yaşama tembelliği" neden bu kadar yaygın?
Neden görmeyiz bize bakan gözleri, neden kırarız gönülleri, neden
pişmanlıklar içinde yuvarlanır gideriz? Yedinci bölümde bu soruların
yanıbru savaşçının ölüm bilinci içinde irdeliyoruz.
Peki bu sıradan insan, kaybolmuş, güçsüz insan, savaşçı olabilir mi?
Evet!
Nasıl?
Değişerek!
Nasıl değişir?
Farkına vararak ve farkına vardığını yaşama cesareti göstererek.
Sekizinci bölümde bu değişimden söz ediyoruz.
Yaşandıkça ağırlaşan, yükü artan bir yaşam içinde, değişime nasıl
cesaret edilir?
Bitmemiş işleri bitirerek.
Dokuzuncu bölümde sizi bitmemiş işlerle tanıştırıyoruz.
Bitmemiş işler bitmeden gücümüzü kazanamayız; şimdinin ve şu
anın tembelliğinden kurtulamayız.
Örnek mi istiyorsunuz?
Onuncu bölümde savaşçının özelliklerinden söz ediyoruz.

Arif Bey kimdir?


Arif Bey, bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni. O beni
bulmadı, aslında ben onu buldum. Uzun zamandır öğretmenlere ulaş­
mak, onlarla bir diyalog başlatmak gereksinmesi duyuyordum. Arif
Beii böyle bir anlayışın sonucunda buldum.
Arif Bey'in yüreğinde sıkıntı var. Çabalıyor. Anlamak istiyor,
yapmak istiyor. Destek bulamıyor. Ve yalnız.
Bazen bilgece, bazen şaşılacak derecede basit sorular soruyor.
Niye? Çünkü Arif Bey okuru düşünüyor: Ne zaman konu karmaşık­
laşıp ipin ucu kaçıyor gibi görünüyorsa, soru basitleşiyor. Arif Bey'in
ÖNSÖZ 13

bütün amacı, siz okuyucuya yardımcı olmak. Onun için ara sıra tutar­
sız görünebilir; affola.
Bu kitap kitnin için yazıldı?
'Anlamlı ve coşkulu bir yaşam' sözü size bir şey ifade ediyorsa, o
yönde öğrenmek, o yönde değişmek, eylem içinde olmak istiyorsanız,
bu kitap sizin için yazıldı.
Daha önceki kitaplarımda açıkladığım, irdelediğim kavramları
burada yinelemedim. İlgilenen okuyucu diğer kaynaklardan bulabilir
diye düşündüm.

'Sen' ve 'Siz'
Arif Bey'le konuşmalarımda ona bazen 'sen' diye hitap ediyorum,
bazen de 'siz'. Kitapta 'sen' ve 'siz' konusunda tutarsızlık görebilirsiniz.
Bu tutarsızlığı gidermek üzere kitap üzerinde çalışırken kitabı gözden
geçiren arkadaşlarımdan biri, Ataman Onar, bu farklılığın tesadüfi
olmadığına, o andaki duygusal dinamikler içinde doğal olarak oluş­
tuğuna dikkatimi çekti. Kendine özgü söyleyişiyle, "Abi, hoca birine
'sen' diyorsa, onun kerameti vardır. Hoca, 'siz' dediği zaman kork!"
diye algılayışını belirtti ve bu farklılığın kitapta kalmasını önerdi. Ben
de öyle yaptım.
1
Arayış

Seminer sonrası beni kapıda yakaladı. Yüzünde heyecan, ger­


ginlik, mutluluk ve kaygı birbirine karışmıştı sanki. Göz göze gel­
dik: "Hocam, bir .sorum vardı, acaba bana birkaç dakikanızı ayıra­
bilir misiniz?" Gözlerimiz birbirini anladı, onlar anlaştıktan sonra,
istekler genellikle olumlu yanıtlanır. Ben de öyle yaptım.
"Birkaç dakika ayırabilirim."
"Ben öğretmenim. Oğretmenliğe inanıyorum; ama mutsuzum.
Sizin tüm kitaplarınızı okudum. Sizinle konuşmak istiyorum."
"Adınız?"
"Adım Arif efendim. Arif Okurer. Dediğim gibi sınıf öğretmeni­
yim. Öğretmenliği istediğim için seçtim. Ama, şimdi öğretmenliği
seçtiğim için kendimi biraz aptal hissediyorum. Kaybolmuş gibi­
yim. Ve neden aptal hissettiğimi, neden kaybolmuş hissettiğimi de
tam bilmiyorum."
Bu kadar kestirmeden ve yalın bir dille anlam arayışını anlatışı
beni etkilemişti. Karşımda, yaşamı anlamsızlaşmadan yakalamak
isteyen, buna çabalayan, ama neyi nasıl yapacağını pek bilemeyen
birini görüyordum.
"Arif Bey, bu birkaç dakika içinde konuşulacak bir konu mu?"
"Doğan Bey, size ulaşmak zor; bu benim tek fırsatım. Size mek­
tup yazdım ama cevap alamadım. Birkaç dakika için bile olsa ko­
nuşmak isterdim. O kadar bunalıma girdim ki, bütçemi zorlayarak
psikoloğa gittim, ama pek yararlanamadım."
"Anlıyorum. Konuşmamız gerektiğini görüyorum."
"Evet."
16 SAVAŞÇI

"Ama, birkaç dakikadan daha uzun zamana gereksinmemiz


var."
"Siz ne zaman derseniz, ben istediğiniz yere gelirim."
"Yarın Cumartesi. Yarın öğleden sonra saat ikide Kabataş Deniz
Otobüsü İskelesi'nin yanındaki çay bahçesinde buluşalım mı?"
"Ben Üsküdar'dan geleceğim, bana uygun."
"Oldu. Yarın saat ikide bulaşmak üzere."
Gülümseyerek elimi sıktı. Heyecanlıydı. Yüzünü mutlu bir ifa­
de kaplan1ıştı. Onu daha yakından tanımak istediğimin farkına var­
dım.

Arayış içinde olan insana pek kolay rastlamıyorum toplumu­


muzda. Benimle konuşmak isteyen insanların çoğu, aslında bir baş­
kasını nasıl değiştirebileceklerini soruyorlar:
"Kocam benimle iletişim kurmuyor. Sizin kitaplarınızı okuması­
nı söyledim, onları da okumuyor. Ne yapmalıyım?"
"Annem ve babam sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar. Onların
kavga etmemesi için ne yapabilirim?"
"Çocuğumuzun öğretmeni, öğrencilerini azarlıyor. Asık suratlı
biri. Daha iyi bir öğretmen olması için ona ne söylemeliyim? Acaba
öğretmeni değiştirmeli miyim?"
"Karımın annesi bizim her işimize burnunu sokuyor. Kanın
bundan rahatsız değil, ama ben rahatsızım. Ne yapayım, nasıl ha­
reket edeyim de bizim kayınvalidenin işimize karışmasını önleye­
yim?"
Tabii, en sık sorulan, "Bu memleketin insanını nasıl değiştirece­
ğiz, nasıl adam edeceğiz hocam?" sorusu oluyor.
Arif öğretmen, bir başkasını değiştirmek için soru sormadı.
Aslında bana soru sormadı. Yaşamının anlamsızlığının farkına var­
dığını, bu boşluğun içinde kıvrandığını söyledi. Bir arayış içinde
olduğunu paylaştı.
Arif öğretmeni sevdim. Arayış içinde olan insan benim için de­
ğerlidir. Bu insan bir öğretmen ise, o zaman gözümde değeri bir kat
daha artar. Ona zaman ayırmaya karar verdim.
* * *
ARAYIŞ 17

Cumartesi günü öğleden sonra saat bir buçukta evden çıktım,


Akyol'dan Fındıklı'ya doğru yürüyerek indim. Köşedeki sigorta
şirketinin genel müdürlük binasının önündeki ışıklardan karşıya
geçtim. Yüzüm denize dönük yürürken sağımda bir cami, önüm­
de bir park ve parkın hemen içinde bir çocuk bahçesi yer alıyor.
Kırık dökük salıncakları, yeşile boyanmış, oturacak yerleri kırık
bank ları var bu parkın. Banklar kırık olmasına rağmen yine de
insanlar oturuyor üzerinde. Anababalar çocuklarını sallıyor, bazı
çocuklar kaydırağa tırmanıyorlar; kuşlar yerlerde yiyecek kırıntı­
sı arıyor. Oldukça kuvvetli bir esinti çıkmış ve bu esinti görün­
mez bir el gibi yerdeki kağıt parçalarını, plastik torbalan hava­
landırıp önüne katıyor ve parktaki tüm çöpleri harekete geçiri­
yor.
Kuvvetli esinti yere atılmış boş bir hamburger torbasını sürük­
lemeye başladı. Dört yaşlarında bir kız çocuğu torbanın arkasından
koştu, onu yakaladı ve kendisini gözleriyle takip eden, muhtemelen
kendisinden bir yaş büyük ağabeyine, "Bak! Ben buldum," diyerek
övgüyle elindeki kağıt torbayı gösterdi. Ağabeyi bununla gerçek­
ten ilgilendi; üzeri resimli, parlak renkli, büyük yazıları olan, göz
alıcı bir torba olduğu için, kıza gıptayla baktı. Küçük kız ağabeyin­
den daha güçlü durumda olmaktan memnun, zafer kazanmış bir
edayla, elinde torba, ona bakıyordu. Torbayla bir şeyler yapması
gerektiğini düşünüyor, ama ne yapacağını bilemiyordu. Ve ağabe­
yinin tekliflerine açık olduğu her halinden belliydi.
Kahveye Arif Bey'den önce gelmiştim. Kıyıya yakın bir masaya
oturdum. Arif Bey'i görünce gülümseyerek ayağa kalktım; el sıkış­
tık.
Arif öğretmen otuz yaşlarında, açık renk saçlıydı; hatta koyu
saçlıların bol olduğu ülkemizde ona sarışın bile denebilirdi. Bıyığı,
saçlarının rengindeydi; ince, bakımlı ve kibardı. Elindeki kitabı ma­
samızın üzerine bıraktı. Yolda geçen zamanını kitap okuyarak de­
ğerlendirmiş olmalıydı.
Oturduktan hemen sonra servis yapan genç geldi ve hiçbir şey
söylemeden öylece yüzümüze baktı; yüz ifadesi ve duruşuyla, belli
ki siparişimizi bekliyordu. İki çay söyledik. Arif öğretmenin, "Sizin
18 SAVAŞÇI

ıhlan1ur içeceğinizi sanıyordum," sözleri üzerine ikimiz de gülüm­


sedik.
Deniz otobüsü iskelesi tam karşımızdaydı. İskeleye gelen her
deniz otobüsünden yüzlerce insan iniyor, birkaç dakika sonra, is­
kelede bekleyen yolcular inen yolcuların yerini almak üzere gemiye
biniyorlar ve gemi kısa bir anonstan sonra hareket ediyordu.
Güneşli bir gündü. Oturduğumuz masanın yarısı güneşteydi.
Ben gölgeli kısma oturmuştun1. Kesme şekerler plastik kutular için­
de örtüsüz masaların üstüne konmuştu. Birkaç kağıt peçete rüz­
garın etkisiyle yerlerde uçuşuyordu. Rüzgar biraz kuvvetli esince
kağıt peçeteler denize sürükleniyordu. Daha önce de bu parkta ki­
tap okurken dikkatinü çekmişti; insanlar, çikolata, şekerleme gibi
yiyeceklerin ambalajlarını masalarının üzerine bırakıyorlar ve rüz­
gar bu döküntüleri alıp denize savuruyordu. Bu durum kimsenin
umurunda değildi.
Arif öğretmen denize doğru sürüklenen bir kağıt peçeteyi aldı,
masanın üzerindeki kitabının altına sıkıştırdı. Arif öğretmene içim
yeniden ısındı; onu sevmiştim.

Tanışıyoruz
"Evet, Arif Bey, birkaç dakika konuşmak istiyordunuz," diye
söze başladım. "Şimdi birkaç dakikadan daha çok zamanımız var.
Sizinle saat dörde kadar kalabilirim. İki saat zamanımız var." O da,
bir an önce konuşmaya başlamak ister gibi hemen yanıtladı:
''Doğan Bey, bana ayırdığınız bu zaman için teşekkür ederim.
Sizinle bu kadar süre konuşabileceğimi hayal dahi etmiyordum. Çok
mutluyum. Sizinle konuşabilmemin benim için anlamı büyük."
"Öğretmen olduğunuzu, öğretmenliğe inandığınızı, ama mut­
suz olduğunuzu söylemiştiniz."
"Evet. Öğretmenliği istediğim için seçtim. Ama şimdi, öğretmen­
liği seçmekle aptallık yaptığımı düşünmeye başladım. Kaybolmuş
gibiyim. Neden aptal hissettiğimi, neden kaybolmuş hissettiğimi de
pek bilmiyorum."
"Nerelisiniz?"
"Eskişehirli' yim."
ARAYIŞ 19

"Eğitiminizi nerede yaptınız?"


"Eskişehir' de liseyi bitirdim. Ege Üniversitesi'nde yüksek tahsi-
limi yaptım."
"Kaç yıllık öğretmensiniz?"
"Beşinci yılımdayım."
"Ne zamandan beri aptal olduğunuzu düşünmeye başladınız?"
"Üç yıl önce böyle düşünmeye başladım, son iki yıldır bu duygu
gittikçe arttı."
"Ne oldu, Arif Bey? Herhalde durup dururken aptallık yaptım
diye düşünmediniz; bazı olaylar, gözlemler, düşünceler sizi bu
duyguya götürmüş olmalı."
"Evet; öyle oldu."
"'Öyle oldu,' demekle ne kastettiğinizi biraz açar mısınız?"
Çaylar geldi. İkimiz de birer şeker attık, karıştırdık; birer yudum
aldık. O cıvıldayan gözler durgunlaştı, bir ara daldı Arif Bey; son­
ra yeniden canlandı, bana baktı, gülümsedi; gülümsemesinde hafif
bir utangaçlık vardı. Anlatacaklarının beğenilmeyip yargılanacağı
kuşkusu içinde, kaygıyla içini çekti. Utangaç bir gülümsemeyle ko­
nuşmaya başladı:
"Annem ve babam benim öğretmen olmamı istemediler.
İşletmecilik, bilgisayar mühendisliği, elektronik mühendisliği gi­
bi, piyasada talep edilen mesleklerden birini seçmemi istemişlerdi.
Ben öğretmen olmakta ısrar ettim."
"Neden?"
"Sizin kitaplarınızı okuduğum zaman şunu gördüm: Toplumu­
muzda anababalık konusunda önemli aksaklıklar var. Bu aksak­
lıkların büyük bir kısmı öğretmenler tarafından giderilebilir diye
düşündüm."
"Ana babaların eksikliklerinin bir kısmını belki bir derece gide­
rebilirsiniz, diye düşündünüz."
"Evet, Doğan Bey."
"Ama, umarım şunun bilincindesinizdir; anababaların evde
çocuklarına verdikleri eğitim, birçok yönden okuldakinden fark­
lı içerik ve kapsamı oluşturur. Yani, siz hiçbir zaman öğrencilerin
anası ve babası yerine geçemezsiniz. Ne var ki, çocukların sağlıklı
20 SAVAŞÇI

gelişimi yönünden önemli katkılarda bulunabili r, değerli hizmetler


sunabilirsiniz."
"Doğan Bey, özellikle ilköğretim bana anlamlı bir hizmet olana-
ğı olarak gözükmüştü."
"Şimdi hizn1et olanağı olarak gözükmüyor mu?"
"Hayır, artık öyle düşünmüyorum."
"Niçin?"
"Her şeyden önce bazı öğretmenlerin öyle düşünmediğini gör­
düm. Benim ilk meslek aylarımda şevkimi, heyecanımı, coşkumu en
çok yadırgayanlar okulumdaki bazı tecrübeli öğretmenler oldu. Ben
öğretınenliğe büyük bir hizmet olanağı d�ye bakarken onlar öğret­
menliğe, 'çaresizlikten yapılan bir meslek' olarak bakıyorlardı."
"Mesleğe neden öyle baktıklarını onlara sordunuz mu?"
"Sormaz olur muyum, sordum tabii. Bizim toplumda eğitimin,
bilginin bir değeri olmadığını, öğretmenin ancak lafta değerli oldu­
ğunu, aslında öğretmenlere ne anababaların, ne toplumun, ne de
devletin değer verdiğini söylediler. Okulların durumu, yönetim
tarzı, verilen maaş, yöneticilerin öğretmenlerle ilişkisinin sertliği ve
'evet efendimcilik', anababaların çocuklarının gelişimine gösterdiği
duyarsızlık, onların şevkini kırmış.
"Şimdi onlar 'geçim için öğretmenlik' yapıyorlar. 'Gelişim için
öğretmenlik' hayalden ibaret diyorlar. Evli değilken, aile geçindir­
mezken veya öğrenciyken insanın rahat rahat hayal kurabildiğini,
ama aile kurup gerçek yaşamın içine girince, hayallerin sadece ha­
yal olduğunu anlayacağımı söylüyorlar."
Durdu; bir süre düşündü, daha sonra konuşmaya devam etti:
"Ve 'hayal içinde bir ömür geçiremeyeceğimi, benim de nihayet
gerçeği anlayacağımı,' belirtiyorlar. Galiba ben de anlamaya başla­
dım."
"Ama öyle anlaşılıyor ki, bu gerçeği anlamaya başlamanız sizi
pek mutlu etmiyor."
"Hayır! Mutlu etmiyor! Bir kere bunun bizim gerçeğimiz oldu­
ğunu kabul etmek benim için zor. İkincisi, eğer bu bizim toplumun
gerçeği ise, bu gerçek içinde öğretmenlik mesleğini seçmem haki­
katen aptallık. Bunu görememek de büyük bir safdillik. Bu kadar
ARAYIŞ 21

enayi olduğumu kabul etmekte de zorlanıyorum. Sözün kısası ber­


bat bir durumdayım."
"Anlıyorum."
"Bunu duyduğuma sevindim; çünkü ben artık kendimi anlamı­
yorum."
"Arif öğretmenim, size Arif Bey yerine, Arif öğretmenim demek
geldi içimden, izin verir misiniz?"
"Yani öğretmenliği kabul etmemi mi istiyorsunuz?"
"İster kabul edin, ister etmeyin. Benim umurumda olan o de­
ğil. Benim önem verdiğim, sizin ilk başta öğretmenliğe bakış tar­
zınızdaki niyetiniz, motivasyonunuz. Bu niyetle siz, 'gelişim için
öğretmen' olmaya hak kazanmışsınız. Başkası ne derse desin, siz
bir öğretmensiniz."
"Peki, kendimi niye aptal hissediyorum? Kafam niye karışık?"
1
' Büyük resmi göremediğiniz, geniş çerçeveyi çizemediğiniz
için. 'Geçim için öğretmenliğin' yapıldığı bir bağlam içinde 'geli­
şim için öğretmenliği' yorumlamaya çalışıyorsunuz. 'Gelişim için
öğretmenlik' bambaşka bir yaşam felsefesi. Böyle bir yaşam felse­
fesinin sınırları içinde siz Arif öğretmensiniz. Ve Arif öğretmenle
tanıştığım için kendimi şanslı hissediyorum."
"Sağ olun Hocam."
"Bu yaşam felsefesi belirginleştikçe, bu yaşam felsefesinin te­
melleri atıldıkça, neden böyle düşündüğümü siz de anlamaya baş­
layacaksınız. Ama, izin verin bir gözlem yapayım burada; seminer­
den sonra benim birkaç dakikamı istediğinizde, size, 'Arif Bey, bu
birkaç dakika içinde konuşulacak bir konu mu?' diye sormuştum.
Umarım konunun birkaç dakika içinde konuşulacak bir konu olma­
dığını şimdi görüyorsunuzdur."
"Evet, görüyorum. Ama, herhalde sizden saatler isteyemez­
dim."
"Tabii, haklısınız. Geniş kapsamlı bir etkileşim, bir sohbet içinde
bu konuyu ele alalım istiyorum. Ne dersiniz?"
"Ben seve seve saatlerimi veririm. Ama size yük olmak, sizin
değerli zamanınızı almak istemem; bunun tedirginliği içindeyim."
"Arif öğretmenim, bu sohbetin yaratacağı yolculuk, benim için
22 SAVAŞÇI

de anlamlı. Bu sohbette, sizin gelişiminiz kadar benim gelişimim


de söz konusu olacak. İkimiz de öğretmeniz ve bana öyle geliyor
ki, ikimiz de arayış içindeyiz. Ve öğretmen olmak isteyişimizin
temelinde bizim çocuklarımız var; onlara ulaşmak, onların olabil­
diğince gelişmeleri, olabildiğince mutlu bir yaşam oluşturmaları
var."
"Peki Hocam, nereden başlayalım?"
"Şimdi ve buradan başlayalım."
"Yani nasıl? Anlayamadım."
"Şimdi ve burada olup bitenden."
"Şimdi ve burada benim kafamın karışıklığından, kendimi aptal
hissedişimden söz ederek başladık."
"Evet, ondan başlayalım."
"Siz, 'Arif öğretmenim' diyerek beni onurlandırdığınızdan beri,
eskisi kadar aptal, saf, enayi hissetmiyorum kendimi."
"Peki, bu gözlem size ne diyor?"
"Kendimi eskisi kadar aptal hissetmeyişim mi?"
"Evet."
"Demek ki düşündüğüm kadar aptal değilmişim, diyorum ken­
dime."
"Niçin?"
"Çünkü, size, sizin düşüncenize değer veriyorum, saygı duyu­
yorum."
"Niçin?"
"Öğretim üyesısınız. Çok sayıda bilimsel araştırmanız var.
Kitaplarınız yayınlandı ve okuyucuların beğenisini kazanmış du­
rumda. Sizi birkaç kez televizyonda beğeniyle izledim. Siz bu top­
lum için değerli bir insansınız. Ve böyle bir insanın bana değer ver­
mesi, benim de kendimi değerli görmeme yol açıyor."
"Arif öğretmenim, öğretmenliği hizmet olanağı için seçtiğinizi
söylemiştiniz."
"Evet."
"'Şimdi hizmet olanağı olarak gözükmüyor mu?' diye sormuş­
tum. O zaman; 'Hayır, artık öyle düşünmüyorum,' demiştiniz.
'Niçin?' diye sorduğumda, 'Her şeyden önce öğretmenlerin öyle
ARAYIŞ 23
düşünmediğini gördüm,' diye başlayan bir açıklama getirdiniz.
'Her şeyden önce,' diye başlamanız dikkatimi çekti. Sizin meslekle
ilişkinizi etkileyen, öğretmenlerin dışında başka kişiler, olaylar ya
da etkenler oldu mu?"
"Evet, oldu. Üniversitede okurken oldukça yakın ilişki kurdu­
ğum, beğendiğim bir kız arkadaşım, öğretmen olmakta ısrar etti­
ğim için benimle evlenmek istemedi, şimdi bir elektronik mühen­
disiyle evli."
"Oldukça geleneksel düşünce içinde sıkışıp kalmış bir kız arka­
daşınız varmış. Öğretmen olmak istediğiniz için sizi takdir edecek
birçok aydın genç kadın olduğundan eminim. Herhalde, henüz on­
lardan biriyle tanışma olanağı bulamamışsınız."
"Henüz öyle bir imkan bulamadım. Pek arayış içine girdim de
denemez. !ki yıl önce kiralık ev ararken, bir ev sahibi, öğretmen yeri­
ne evini ticaretle uğraşan bir başkasına vermeyi yeğledi. Kendisiyle
konuştuğum zaman, 'Siz öğretmensiniz, kirayı vermekte zorlana­
bilirsiniz!' diye, kaygısını açıkça yüzüme söylemekten çekinmedi.
Kendi annem ve babam, yeteneklerime uygun bir meslek seçme­
diğim için beni hala eleştirirler. Lisedeki arkadaşlarım, benimle
alay ederler, 'Çok safsın lan sen. Millet kendi çıkarı peşinde cebini
dolduruyorken, sen onların lafına kanarak, memleket çocuklarına
kendini adamışsın. Bu kafayla senin burnun daha çooook sürtülür.
Kendini düşünmüyorsun, ama, bil ki ilerde onlar senin çocuklarını
düşünmeyecek,' diyorlar."
"Arif öğretmenim, izin ver bir manzara çizeyim. Bu manzara
içinde kendinizi nasıl hissettiğinizi bana söylemenizi isteyece­
ğim."

Varsayalım ki ...
Manzara şu: "Farz edin ki ailelerin çocuklarını yaşama tam ha­
zırlamadığını, onları geliştirmediğini kamu, medya, hükümet anla­
mış durumda. Biz biliyoruz ki, bu eksikliği gidermenin en iyi yolu
anababaları eğiterek onları geliştiren anababalar haline getirmek.
Ama bunu yapmak güç; büyük planlama, organizasyon, takip,
eğitim stratejisi ve en önemlisi, uzun zaman ister. O nedenle, farz
24 SAVAŞÇI

edelim ki, çocukların ailede bulamadığı eğitimi, gelişimi, yaş ama


hazırlanrnyı okulda öğretmenlerin yapabileceğini anlayan bir top­
lun1la, bir yönetimle karşı karşıyayız.
"Varsayalım ki, bu anlayış her yerde yaygın; özellikle, öğret­
menler arasında. Öğretmenler kendilerine toplumun en değerli
elen1anları olarak bakıyorlar ve 'biz bu toplumun geleceğinin mi­
marlanyız,' diyorlar.
"Öğretmenliğe büyük bir hizmet olanağı diye bakarak öğretm en
olduğunuz için meslektaşlarınız sizi kutluyorlar. Bir insanın yaş a­
mının bundan daha anlamlı olamayacağını, parası pek iyi olmasa
dahi en doyurucu, en anlamlı, en coşkulu mesleklerden birini seçti­
ğiniz için sizi övüyorlar. Üniversitedeki kız arkadaşınız, öğretmen
olduğunuz için sizi takdir ediyor ve hayranlık duyuyor. Anneniz
ve babanız, 'Oğlum, sen daha çok para kazanacak meslekler seçebi­
lirdin ama, hiçbir meslek, öğretmenlik kadar anlamlı ve doyurucu
olamazdı. Seni kutlarız,' diyorlar. Lise arkadaşların, 'Arif senin­
le gurur duyuyoruz. İçimizde en anlamlı mesleği sen seçtin. Para
önemli ama, anlamlı bir hizmet yapbğın duygusu daha da önemli.
Seni takdir ediyoruz,' diyorlar ..."
Ben konuşmamı sürdürürken Arif öğretmen gülümseyerek
önüne bakıyordu.
"Ne dernek istediğinizi anlıyorum, Doğan Bey."
"Ben yine de size soracağımı sorayım. Farz etmiş olduğumuz bir
ortamda da, yine sizin aklınız karışır, öğretmen olmaya karar verdi­
ğiniz için kendinizi aptal, safdil hisseder miydiniz?"
"Sanırım hissetmezdim. Dernek ki ben, kendi mesleğimi değerli
görüp görmeyeceğime karar verirken, başkalarının tepkisini, de­
ğerlendirmesini esas alıyorum."
"Bu 'başkası' kategorisine ben de giriyorum."
"Anlayamadım, Hocam."
"Sizi, 'Arif öğretmenim' diyerek onurlandığırndan beri, kendi­
nizi eskisi kadar aptal, saf, enayi hissetmediğinizi söylemiştiniz.
Çünkü, bana, benim düşünceme değer verdiğinizi, saygı duyduğu ­
nuzu söylemiştiniz. 'Niçin?' diye sorduğumda, öğretim üyesi oldu­
ğumu, bilimsel araştırmalarımın olduğunu, kitaplarımın yayınlan-
ARAYIŞ 25

<lığını, vb. şeyler söylemiştiniz. Ve, 'Böyle bir insanın bana değer ver­
mesi, benim de kendimi değerli görmeme yol açıyor,' demiştiniz."
"Şimdi anladım."
Sustu. Uzun süre suskun kaldık.
Karşıdan, beyaz kasketli, yetmiş yaşlarında bir adam, başı ör­
tülü kendisinden biraz daha genç gösteren, altmış yaşlarında göz­
lüklü bir kadının koluna girmiş, birlikte, park tarafından kahveye
doğru, ağaçların arasından yavaş yavaş yürüyorlardı. Yaşlı adam
ceketinin içine beyaz uzun kollu bir gömlek, keten pantolon, keten
ayakkabı, kadın ise uzun bir palto giymişti. Onları izlerken kafam­
da bir senaryo canlandı: Adam bir bürokrat olmalıydı ve otorite
kurduğu bir çalışma ortamında korkulan, saygı duyulan bir kimse
gibi davranmaya alışmıştı. Şimdi, pek önemsemediği, zayıf gördü­
ğü kadının koluna yaslanmak zorundaydı. Geçirdiği felçten sonra
artık kendi başına rahat yürüyemiyordu.
Garsonu aradı gözlerim ve göz mesajımı alan farklı bir garson
geldi bu kez. Otuz yaşlarında, kırçıl saçlı, ciddi görünüşlü, sağlıklı
biriydi. Önü gri, kollan ve arkası siyah renkte, önden düğmeli, uzun
kollu bir gömlek giymişti. Bol, ince ketenden bir pantolonu vardı,
pantolonunun arka cepleri bir şeylerle doldurulmuş gibi şişkindi.
Bir neskafe ve su istedim. Arif Bey yine çay tercih etti. Garson, "Sütlü
mü olsun?" diye sorarken, 'siz buranın yenisisiniz galiba' der gibi
bakıyordu. Saygılı bir tavırla yanımızdan ayrıldı.
Arif Bey, "'Bunu aştığımı sanıyordum," diyerek konuşmaya baş­
ladı ve devam etti: "Ama ortamın gerçekleri yavaş yavaş beni etkisi
alhna aldı, herhalde."
"Daha önce söylediğimi yeniden söyleyeceğim. Büyük resmi,
göremediğiniz geniş çerçeveyi çizemediğiniz için, 'ortamın gerçek­
leri' sizin gerçekleriniz haline geliyor. 'Geçim için öğretmenliğin'
yapıldığı bir bağlam içinde 'gelişim için öğretmenliği' yorumlama­
ya çalışıyorsunuz. Halbuki, 'gelişim için öğretmenlik' bambaşka bir
yaşam felsefesi."
Garson istediklerimizi getirmiş ve masamıza bırakmıştı. "Afiyet
olsun," dedi ve uzaklaştı. Arif Bey çayına bir şeker atıp karıştırır­
ken, ben de kahvemden bir yudum aldım.
26 SAVAŞÇI

Anlam Arayışı
"Arif Bey, biraz anlam arayışından söz etmek istiyorum; çünkü
o sürecin tam içindesiniz."
"Evet, ben de öyle görüyorum."
"Sanırım psikoloğa gidişinizin temelinde de bu var."
"Haklısınız. An1a, üzülerek söyleyeyim, bu konuda, benim gitti-
ğim psikolog bana pek yardımcı olamadı."
"Belki de kendisinin anlam arayışına yardımcı olamayan bir psi­
koloğa gittiniz."
"Bilmiyorum, belki de. Bana pek anlam ifade etmeyen, kalıp­
lanmış sözler söyledi: 'Kafanıza çok takıyorsunuz; biraz kalender
olun; başkalarının sözlerine o kadar önem vermeyin; insanlar ha­
yatta umduklarıyla değil, bulduklarıyla yetinmeli,' gibi. Bunları
kendime ben de söyleyebilirdim. Daha doğrusu sokaktaki biriyle
konuşsam da buna benzer şeyleri bana söyleyebilirdi."
"Türkiye' de henüz kiıriin klinik psikolog olarak çalışabileceğini
belirleyen yasalar oluşmamış durumda. O nedenle, kendine psiko­
log diyen herkese yetkin psikolog olarak bakmamak gerekir. Bir ön
araştırma yaparak, psikoloğun ne gibi bir eğitimsel ve mesleksel
hazırlıktan geçtiğini öğrenmek gerekir."
"Bir arkadaşımın tanıdığı olduğu için o psikoloğa gitmiştim.
Yetkinliği konusunda hiçbir fikrim yoktu."
Kahvemden bir yudum daha aldım.
"Anlam arayışında ilk adım, kritik ve can alıcı sorulan sorabil­
mektir. Bu soruları kişi kendine sorabilir ya da bir başkası sorarak
onun düşünmesini sağlayabilir."
"Ne gibi sorular?"
"Basit sorular. Çocukların masumiyetleri içinde sordukları tür-
den sorular."
"Örneğin?"
"Örneğin, 'Ben kimim?' sorusu gibi."
Arif Bey, karşısında küçük bir çocuk varmış da ona bu soruyu
soruyormuş gibi durdu; bir süre düşündü ve daha sonra,
ARAYIŞ 27

"Anlam arayışında ilk adım kritik soru­


lar sorabilmektir dediniz; peki ikinci adım Anlam arayışında
ilk adım, kritik ve
ne?" dedi.
can alıcı soruları
"O soruların yanıtını aramak." sorabilmektir. ikinci
"Ben kendime hangi sorulan soracağımı adım ise, soruların
bilemediğim için onların cevabını da araya­ yanıtını aramaktır.
mıyorum, herhalde."
"Bence siz, hangi soruları soracağınızı bilmeden, soramadığınız
soruların cevaplarını arıyorsunuz."
"Nasıl yani?"
"İçinde bulunduğunuz ruh halinin farkındasınız; kendinizi ap­
talın biri olarak görüyor, mutsuz hissediyorsunuz, yanlış bir seçim
yaptığınızı düşünüyorsunuz."
"Evet, doğru."
"Neden böyle hissettiğinizi anlamak istiyorsunuz; ve daha son­
ra, tabii bu duygulardan kurtulmak istiyorsunuz."
"Ama size göre, hangi soruları soracağımı bilmiyorum."
"En önemli adım, kritik soruyu sorabilmek ve siz henüz o kritik
soruyu sormuş değilsiniz."
"Soruların basit olduğundan, bunların çocuk masumiyeti içinde
sorulması gerektiğinden söz ettiniz. Örneğin, 'Ben kimim?' gibi."
"Gerçekten öyle. Küçük çocuklara bu soruyu sorarsanız onlar
cevabı hemen bilirler: Kimisi, 'Ben babamın oğluyum,' der, kimi­
si 'Ben annemin oğluyum,' der; çevresinde en güçlü, en güvenilir,
en yakın gördükleri kişiyle ilgi kurarak bu soruya cevap verirler.
Çocuğun yaşamında güçlü kişi 'baba' ise, 'Babamın oğluyum,' 'an­
ne' ise 'Annemin oğluyum,' der. 'Ben babamın ve annemin oğlu­
yum,' diyen çocuk, anne ve babasının her ikisini de güçlü ve yakın
görmektedir."
"Büyüdükçe ne yaparlar?"
"Büyüdükçe kişinin sosyal boyutları karmaşıklaşır. 'Ben ki­
mim?' sorusuna hangi sosyal bağlam içinde yanıt verecekse, o bağ­
lama uygun yanıt bulur."
"Sosyal bağlamdan neyi kastettiğinizi pek anlayamadım, Doğan
Bey."
28 SAVAŞÇI

"Hangi sosyal durumda, kimlerle iken, hangi konu konuşu­


lurken, nerede gibi boyutları kastediyorum. Örneğin, bir 'baba '
çocuğunun okulunda diğer anababalarla beraberken, biri gelse
ve 'Beyefendi, siz kimsiniz?' diye sorsa, sanırım hiç düşünmeden,
'Efendim, ben Mustafa'nın babasıyım,' diye cevap verir. Çünkü
sosyal bağlam anababalann bulunmasını gerektiren bir yer. Aynı
kişi, 'Siz kimsiniz?' sorusuna, içinde bulunduğu bağlama göre,
'Leman Hanım'ın kocasıyım,' 'Doktorum,' 'Sizin komşunuzurn,'
'Hüsnü Bey'in büyük oğluyum,' ve benzeri türünden cevaplar da
verebilir."
"İçinde bulunduğu sosyal duruma göre bu kişi, 'Türküm,' veya
'Elhamdülillah Müslümanım,' diye de cevap verebilir; öyle değil
mı.'?"
"Evet, doğru."
"Peki ama, bu soruya vereceğim cevabı zaten siz bana söylediniz.
'Sen kimsin?' diye bana sorarsanız, sizinle geliştirdiğim ilişki bağla­
mı içinde, 'ben Arif öğretmenim,' diye cevap vermem gerekiyor."
"Bu noktada ben soru sormaya devam edeyim, siz de bütün iç­
tenliğinizle cevap vermeye çalışın."
"Ş'ım d'ı mı.'?"
"Evet, şimdi!"
"Peki!"
"Öğretmenliğinizin ötesinde siz kimsiniz?"
"Dürüst, çalışkan, iyi niyetli, insanları seven, hizmet etmeye ça­
lışan bir insanım."
"Dürüst, çalışkan ve diğer özellikleri olan bir insan olmanın öte­
sinde siz kimsiniz?"
Arif Bey cevap vermeden bir süre düşündü, gözlerini kısh, cam­
dan dışarı bakh. "İnsan olmanın ötesinde ben kimim?" diye kendi
kendine mırıldanarak soruyu tekrar etti. Daha sonra bana baktı,
"Bilmiyorum," dedi "aklıma bir cevap gelmiyor."
Birbirimize bakhk ve güldük.
"Soru basit görünüyor ilk başta, ama biraz deşince, o kadar ko­
lay olmadığı ortaya çıkıyor, değil mi?"
"Evet gerçekten de öyle. Benim gibi eğitim görmüş birine bu ba-
ARAYIŞ 29

sit soru bu kadar zor geliyor ise, sokaktaki sıradan insana herhalde
daha zor gelir."
"Onlar bu soruyu sorma şansına hiç
sahip değiller. İçinde yetiştikleri sosyal Sorunların hepsinin
ortam onlara sürekli hangi bağlamda ne temelinde bir felsefi
olduklarını hatırlatıyor. İçinde yetiştiği boyut yatmaktadır. Bu
kültürel ve sosyal bağlamların ötesinde felsefi boyutu açık seçik
kim olduklanru sorgulayanların sayısı ortaya koymadıkça,
sorunları çözecek güce
az, hem de çok azdır."
ve yeterliliğe hiçbir
"Bu soruyu kimler sormuş?" zaman ulaşamazsınız.
"Bu soruyu sorabilmiş ve sormaya,
deşmeye devam edebilmiş olanların çoğu düşünürler, filozoflar-
dır."
"Peki onlar ne gibi bir cevap bulmuşlar?"
''Filozoflar birbirlerinden farklı cevaplar bulmuşlar ve bu ne­
denle de, farklı felsefeler geliştirmişler."
''Farklı felsefelerin gelişmesine yol açtığına göre, bu soru filozof­
lar için de temel bir soru olmalı."
''Modem felsefede bu konuya ontoloji adını veriyorlar. 'Onto'
Latice 'varlık' anlamına geliyor, bildiğiniz gibi 'loji' de 'inceleme
alanı-bilim-kuram-doktrin' anlamına gelebiliyor. Ontoloji keli­
mesini 'varlığı inceleme alanı, varlık kuramı, varlık bilimi' olarak
Türkçe'ye aktarabiliriz. Sanırım felsefe öğretmenleri 'ontoloji' ola­
rak kullanıyorlar. Kısacası, varoluşun ne olduğuyla ilgili düşünme,
inceleme alanına verilen isim."
"Doğan Bey, felsefe alanında özel bir çalışma mı yaptınız?"
"Hayır, özel bir çalışma yapmadım. Ama, felsefeyi temel bir ça­
lışma alanı olarak gördüğüm için fırsat buldukça temel felsefe ko­
nularında okuyorum. Özellikle felsefede çağdaş gelişmeleri takip
ediyorum."
"Niçin?"
"Çünkü, farkında olalım ya da olmayalım, birey olarak ya da
toplum olarak uğraştığımız sorunların hepsinin temelinde felsefi
bir boyut yatmaktadır. Bu felsefi boyutu açık seçik ortaya koyma­
dıkça çözmeye çalıştığımız sorunu tümüyle anlayamayız; ve tabii
30 SAVAŞÇI

tümüyle anlayamadığımız sorunları ger­


içinde bulunduğunuz
çekten çözecek yetiye hiçbir zaman erişe­
sorunların 'felsefi'
meyiz." boyutlarını
"Bu toplumlar için geçerli olduğu kadar, kavramadıkça,
herhalde bireyler için de geçerli." hayatın anlamını
"Bence kesinlikle öyle." bulamazsınız.
"Demek oluyor ki, içinde bulunduğum
sorunların felsefi boyutlarını kavramadıkça, hayahmı niçin anlam­
sız bulduğumu ve kendimi aptal hissettiğimi bilemem ve bunları
bilmeyince de sorunlarımı çözemem."
"Evet. Onun için seminer sonrası benimle birkaç dakika konuş­
mak istemeniz, sorununuzun felsefi boyutları hakkında pek bir şey
bilmediğinizi ifade etti bana."
"Şimdi o felsefi boyutların farkına varmanın süreci içindeyiz,
öyle mi?"
"Evet. Şu anda sizin kafanızı kurcalayan sorunların felsefi te­
mellerini araştırıyoruz."
"Şimdi neyi konuştuğumuzu ve niçin böyle konuştuğumuzu
daha iyi anlıyorum."
"Felsefenin üç temel alanı var. Bunlardan biri biraz önce sözünü
ettiğimiz ontoloji, varoluşun incelenmesi.
"Bir diğer temel felsefe alanı da epistemolojidir. Episteme ve lo­
ji kelimelerinden oluşur. Episteme eski Yunanca' da bilgi anlamına
gelir. Epistemoloji bilginin doğasını, kaynağını, sınırlarını incele­
yen bir alandır. Epistemoloji alanında çalışan biri, bir insan bir şeyi
'bilmiyorum' dediği zaman, o kişinin ne demek istediğini, yani 'bir
şeyi bilmek ne demektir' konusunu inceler.
"Felsefenin bir diğer temel alanı da etiktir. Latince ethica, eski
Yunanca ethike kelimelerinden türetilmiştir; ahlaki ve sosyal dav­
ranışın incelendiği alandır. Bu alanda çalışanlar, 'bir insan olarak
yapmamız gerekenler'in ne olduğunu incelerler."
"Bu konular birbirinden ayrı ayrı mı inceleniyor?"
"Bu konular birbirinden ayrı imiş gibi düşünülebilir, ama, felsefe
tarihine baktığımızda birçok filozofun bu alanlar arasında organik
ilişkiler kurarak düşünce sistemlerini geliştirdiklerini görüyoruz."
ARAYIŞ 31

"Ne demek organik ilişkiler kurmak?"


"İnsan bir bütün olduğu için, insanla uğraşırken, insanla ilgili
herhangi bir konuyu irdelerken, insanın bütünlüğünü gözden ka­
çırmadan, onun bütünlüğüyle ilişkiler kurarak konuyu tartışmaya,
'organik ilişkiler kurarak' tartışmak diyorum."
"Anladım."
"Farklı filozoflar bu alanlara farklı ağırlıklar vermişlerdir.
Doğal olarak her filozof kendi bildiği alana daha önem ver­
miş ve o alanda daha ayrıntılı kavramlar geliştirmiştir. Orneğin,
Eflatun'un temel alanı ontolojidir. Bilmeyle ve davranmayla ilgili
fikirlerini bu varoluş felsefesinin üzerine kurmuştur. Öte yandan
ünlü Fransız düşünürü Descartes bilmeye önem vermiş; davran­
ma ve varolmayı bilme alanını temel alarak oluşturmuştur. Michel
Foucault gibi, nasıl davranılmalı konusuna önem verip inceleyen­
ler ise, bilme ve varolma felsefelerini etik felsefeleri üzerine kur­
muşlardır."
"Yani bu temel felsefe alanlarından biri en temeldir, diğerinden
daha önceliklidir diye bir durum yok."
"Hayır, böyle bir durum yok. Her filozof kendi anlayış sistemi
içinde bu önceliği belirliyor."
uKendiınle ilgili olarak bu alanları tanımlayacak olursam, şöyle
diyebilir miyim: 'Ben kimim?' sorusunu sorduğum zaman ontoloji
alanında bir düşünür oluyorum; 'Ben ne biliyorum, veya öğrenci­
lerimin neyi bilmesini, nasıl bilmesini istiyorum?' sorularıyla ilgi­
lendiğim zaman epistemoloji sorunlarına yöneliyorum; ve, 'Nasıl
davranmam gerekir, ne yapmalıyım?' sorularını sorduğum zaman
da etik alanına girmiş oluyorum."
"Evet, söylediğiniz gibi."
'"Ben kimim?' sorusunda tıkanmış kalmıştım. Siz, 'Dürüst, ça­
lışkan ve diğer özellikleri olan bir insan olmanın ötesinde sen kim­
sin?� diye sorduğunuzda nasıl cevap vereceğimi bilememiştim.
Şimdi oraya dönsek olur mu?"
On üç-on dört yaşlarında bir boyacı çocuk, bir elinde boyacı ku­
tusu, diğerinde dört-beş kiloluk boş bir konserve kutusu ile dola­
şıyordu. Üç masa ilerimizde, esmer bir hanımla oturan pos bıyıklı
32 SAVAŞÇI

bir adam çocuğa işaret etti. Çocuk, teneke kutunun üstüne, adamın
önüne oturarak ayakkabısını boyamaya başladı. Kadının omzuna
saldığı saçları düz ve uzundu. Doğu Anadolulu havası vardı ama,
o yörenin çoğu kadınları gibi ezik ve utangaç görünmüyord u.
Sigarasını tuttuğu sağ elini yüzüne dayamış, bileğine de, saçlanru
toplayıp bağlarken kullandığı siyah kumaş tokayı dolamışh. Boyacı
çocukla oldukça ilgili görünüyordu; iri gözlerini ondan ayırmıyor,
sürekli ona bir şeyler anlatıyordu. Çocuk hiç kadına bakmadan işini
yapıyor, ara sıra bir-iki kelimeyle cevap veriyordu. Ayakkabısı bo­
yanan adam orada olmaktan pek mutlu gözükmüyordu, kısa kollu,
çizgili ince bir gömlek giymişti; göbeği hafifçe pantolonun kayışı­
nın üstüne taşıyordu.
Şimdi ve burada bulunan her insanın oldukça karmaşık ama
mutlaka kendine özgü bir anlam düzeni olduğunu düşündüm. O
kadın bu boyacı çocuğa neden bu kadar ilgi duyuyordu? O çocu­
ğun, kendi yaşamında dokunduğu bazı şeyler olmalıydı. Ama, ne?
Bilebilsem, kendine özgü bir Anadolu öyküsü oluşurdu. Her bir in­
sanın öyküsünü bilebilmeyi isterdim. Her bir insanı kendi öyküsü
içinde tanıyıp, onlarla yaşamımın ilişki içinde olmasını isterdim.
Onları yargılamadan kabul edecek olgunluğa eriştiğimi düşün­
düm. İçimde adı konmamış bir sevginin enerjisi vardı.

Ben Kimim?
Aynı enerji içinde Arif Bey'le ilişki kurduğumu düşündüm.
Konuştuğumuz konuya geri dönmek istedim.
"Arif Bey, kısa bir deney yapmama izin verin."
"Nasıl bir deney?"
"Oturduğunuz yerde, gözlerinizi kapatarak yapacağınız bir de­
ney."
"Peki."
"Sandalyenizde rahat oturun ve gözlerinizi kapahn. Şimdi bede­
ninizin farkına varın. Ayak ucunuzdan tepenize kadar şöyle bir göz­
den geçirin . Gergin yerler var mı? Rahat hisseden yerlerin, rahatsız
hisseden yerlerin, hamlamış, yorulmuş ya da zinde, dinç kısımların
farkına varın.
ARAYIŞ 33

"Şimdi duygularınızı gözden geçirin. Şu anda ne gibi duygular


içindesiniz? Heyecan mı hissediyorsunuz? Kaygınız var mı? Mutlu
musunuz? İçinizde biraz rahatsızlık var mı? Sakin misiniz?
"Şimdi düşüncelerinizi gözden geçirin: Neler düşünüyorsu­
nuz?... Aklınızdan şu anda ne gibi düşünceler geçiyor?... Şimdi
ve burada olan şeyleri mi düşünüyorsunuz, yoksa geçmişle ya da
gelecekle ilgili düşünceleriniz var mı?... Sadece konuştuğumuz ko­
nulan mı düşünüyorsunuz, yoksa kişisel yaşamınızla, öğretmenli­
ğinizle veya yaşamınızın başka yönleriyle ilgili düşünceler geliyor
mu aklıruza?.... "
Bu arada garson yandaki masaya su ve ayran getirdi ve ayrılrr­
ken bizim masaya sürtünerek geçti. Arif Bey'in gözlerini açmak is­
ter gibi bir hali vardı.
"Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz."
Garson gittikten sonra konuşmaya başladık.
" 'Ben kimim?' sorusuna 'Ben bedenimirn,' biçiminde cevap ve­
rebilir misiniz?"
"Bedenim bir parçam ama, 'Ben kimim?' sorusunun cevabı ola­
maz."
"Gerçekten de olamaz. Siz küçükken, size yine 'Arif' diyorlar­
dı. Size birçok çocukla birlikte çekilmiş bir resim gösterseler ve,
'Sen hangisisin, göster,' deseler, kendinizi o grup içinde bulur gös­
terir ve, 'İşte ben buyum,' dersiniz. Halbuki çocukluk bedeninizle
şimdiki Arif'in bedeni birbirinden çok farklı. Sizin bedeninizde
milyarlarca hücre yenilendi. Ama, siz yine o çocuğun ve şimdiki
Arif'in aynı insan olduğunu rahatlıkla ve kuşkusuzca söyleyebi­
lirsiniz."
"Evet, söyleyebilirim."
"Ayru şeyi duygularınız ve düşünceleriniz için de söyleyebilir
miyiz?"
"Yani, 'Ben duygularım değilim!' anlamın- Ben kimim? Ben
da mı?" bütün bu soruları
soran, farkında
"Evet, o anlamda."
olan, gözlemleyen
"Tabii, söyleyebiliriz. Ben düşüncelerim
bilincim.
değilim ve duygularım da değilim."
52
34 SAVAŞÇI

"Psikoloğa gittiğinizden söz etmiştiniz değil mi?"


"Evet."
"An1a, o psikoloğun size pek yararı olmadığını da söylediniz."
"Evet, doğru. Hatta sıkıldın1.".
"Bilimsel psikoloji, uzun yıllar, bilincin kendisiyle, bilincin içe­
riği arasında bir ayının yapamadı: Bilinç farkında olan, bilincin içe­
1
riği ise farkında olunan şeydir. İkisi aynı şey değildir. Algılayan,
gözlentleyen bilinçtir. Algılanan, gözlemlenen ise bilincin içeriğini
oluşturur.
"Gözünüzü kapattığınızda bedeninizi, duygularınızı, düşünce­
lerinizi gözlediniz. Gözleyen sizin bilincinizdi, bedeniniz, duygu ve
düşüncelerinizle ilgili algılamalarınız ise içerikti."
"Evet, bunu anlayabiliyorum ama, bütün bu konuştukları.mızın
'Ben kimim?' sorusuyla ilgisi ne?"
"Bakın size bir öykü anlatayım. Belki o zaman, konuştuğumuz
şeylerle sorunun ilişkisini daha iyi anlarsınız:
"Baraj yapımında çalışan bir grup işçi ırmağın sığ kısmından
karşıya geçmişler. Karşıya geçince ustabaşı, 'Galiba arkadaşlar­
dan biri eksildi,' diyerek grubu saymış. Ve gerçekten de bir ki­
şi eksik çıkmış; çünkü ustabaşı kendini saymayı ihmal etmiş.
Ustabaşı yardımcısına, 'Bir de sen say,' demiş; ama yardımcısı da
kendini saymayı unuttuğu için, o da bir kişinin eksik olduğunu
söylemiş. Bundan sonra her işçi sırayla gruptaki kişileri saymışlar,
fakat her biri aynı hatayı yaptığı için bir kişi sürekli eksik çıkmış.
Nihayet o civardan geçen bir köylü bunların durumunu görmüş,
sorunlarını öğrenmiş ve bir de o saymış, 'Eksiğiniz yok,' demiş.
Ancak o zaman, grubu sayanın kendisini de sayması gerektiğini
anlamışlar.
'"Ben kimim?' sorusuna cevap ararken hep bilincin içeriğini
saymışızdır; ben öğretmenim, ben anneyim, doktorum, evladım gi­
bi. Çoğu kez o soruyu soran bilinci hesaba katmadık. Halbuki, 'Ben
kimim?' sorusunun cevabı orada yatıyor: Ben bütün bu sorulan so­
ran, farkında olan, gözlemleyen bilincim."
"Çocukluğumdaki Arif'le, şimdiki Arif arasındaki ilişki de bu
bilincin sürekliliğinden mi kaynaklanıyor?"
ARAYIŞ 35

"Resimde, 'İşte ben buyum,' demenizi sağlayan sizin gözlem­


leyen bilincinizin sürekliliğidir. Duygularınız, düşünceleriniz, be­
deniniz, sosyal rolleriniz değişse de, 'ben' özdeşimini ayakta tutan
sizin bilincinizin sürekliliğidir."
"Cinsiyet değiştirenlerde de herhalde gözlemleyen bilincin bu
sürekliliği, cinsiyet değişin1inden önceki insanla sonraki insanı aynı
olarak gösteren şey olsa gerek."
"Nasıl, pek anlayamadım?"
"Yani, hayatının bir kısmını erkek olarak geçirip, daha sonra
ameliyatla kadın olanlar var. Onlardan söz ediyordum. Onlar da
cinsiyet değişiminden önce çekilmiş bir resmini gösterip, 'Ben bu­
yum,' diyebilirler."
"Ha, evet, anladım. Gerçekten güzel bir örnek."

Özel Bir Hapishane


"Bilimsel psikoloji uzun zaman, bu farkında olan, gözlemleyen
bilinçle, gözlemlenen arasındaki farkı pek önemli görmedi. Böylece
ne oldu biliyor musunuz?"
"Hayır, bilmiyorum, ne oldu?"
"Gözlemleyen benle, gözlemlenen ben arasındaki fark bilinme­
yince insanlar gözlemlenen şeyin içinde hapsoldular. 'Ben öğretme­
nim, marangozum, babayım, anneyim, Müslümanım, kadınım, er­
keğim' gibi sosyal rollerin içinde kendilerini tanımlamaya çalıştılar
ve tabii ki boğulup kaldılar."
Bir süre sustum. Kahvemden bir yudum aldım. Arif Bey'in gö­
zünün içine bakarak, tane tane şunu söyledim:
"Sizin bunalımınızın temelinde, sizin de böyle bir hapishane
içinde olmanız yatıyor."
Arif Bey söylediklerimi dikkatle dinliyordu. Gözleri heyecanını
saklayamıyordu. Şu anda birçok şeyi gördüğünü ve anladığını se­
zinliyordum.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra, konuşmaya başladı:
"Beni tıpış tıpış hapishaneye sokmuşlar da haberim yokmuş.
Hatta onlar sokmamışlar, ben hapishaneye kendi ayaklarımla git­
miş, hapishanenin kapısını da üstüme kilitlemişim. Daha sonra
36 Sı\VAŞÇf

hapishanenin penceresinden bakarak, 'Batsın bu dünya' arabeskini


söylüyorum."
"Arif öğretmenim, konuyu kesinlikle kavradınız. Bu öyle bir ha­
pishane ki, kapısını ancak kişinin kendisi açabilir."
"Ben açtım mı Hocam? Yani artık hapishanede değil miyim?"
"Sana hem iyi, hem de kötü haberlerim var. Kötü haberim iki ta­
ne. Birinci kötü haberim şu: Henüz hapishaneden çıkmış değilsiniz.
İkinci kötü haberim ise şu: Ben de hala hapishanedeyim."
"Siz de mi hapishanedesiniz?"
"Evet. Belki bütün haftamı orada geçirmiyorum, ama hala ha­
pishanedeyim. Önceleri her konuda düşünürken, konuşurken,
eylem yaparken hep hapishanede idim. Şimdi bazı konulan dü­
şünürken, konuşurken, planlarken, gerçekleştirirken hapishanede
değilim, ama bazı konularda hala hapishanedeyim. Sanki önceleri
yedi günümü de hapishanede geçiriyordum, şimdi sadece salı ve
çarşambaları hapishanedeyim gibi geliyor."
"Neden salı ve çarşambaları Doğan Bey?"
"Sözgelişi öyle söyledim. Yani hapishane hala, farkına varma­
dan benim sığındığım, bilmeden gelip yaşamımın bir kısmını geçir­
diğim bir yer."
"Hapishaneden yüzde yüz kurtulanlar var mı?"
"Evet, var. Sayıları az ama, yine de var."
"Onlar kim."
"Onların özel bir ismi var. Kelimeyi duymuşsundur, ama bu an­
lamda kullanıldığını pek duymamışsındır."
"Hangi kelimeyi?"
"Hapishaneden yüzde yüz kurtulan ve sayıları az olan insanla ra
verilen isim."
"Onların ismi ne?"
"Savaşçı!"
"Savaşçı mı?"
"Evet."
"Hiç de barışı, bilgeliği, özgürlüğü, mutluluğu çağrıştıran bir
kelime değil."
"Evet, hapishanedeki biri olarak savaşçıyı tanıyamazsın. Sa-
ARAYIŞ 37

vaşçıyı tanımak, anlamak için hapishaneden


çıkmış olman gerekiyor." Hapishanede
olduğunuzu fark
"Peki ara sıra olsa da bu hapishaneden çı­ ettiğiniz an,
kabilecek miyim?" SAVAŞÇI olma
"Önce kötü haberimden söz etmiştim. yolunda ilk adımı
Şimdi iyi haberimi vereyim. İyi haberim şu: atmış olursunuz.
Hapishanede olduğunu keşfettiğin an, savaşçı
olma yolunda ilk adımını atmış olursun."
"Hocam, farkına varmadan ilk adımı atmış olduğumu söyledi­
niz, ama savaşçı yolculuğunu yapabilecek miyim?"
"Bilmiyorum. Sizinle böyle bir yolculuğa çıkmak isterim. Bu sa­
dece sizin yolculuğunuz olmayacak, benim için de anlamlı bir yol­
culuk olacak."
"Böyle bir yolculuğa çıkmak beni heyecanlandırıyor Doğan Bey.
Nasıl oldu, onu bile pek bilmiyorum, ama şimdi sizinle ilk karşı­
laşhğım andan daha güçlü, daha umutlu, daha diri bir Arif olarak
görüyorum kendimi."
Saate bakhm, dörde geliyordu. Benim saate bakhğımı görünce,
o da kendininkine bakh.
O sırada ilerdeki bir masadan biri başörtülü iki kız ve iki erkek
olmak üzere dört kişi kalktı. Arkamdaki masaya oturmaya hazırla­
nan bir kadın, 'Bak orası boşaldı,' diyerek sandalyelerin ve masa­
ların arasından hızla yürüdü, son kişi çantasını ve ufak paketlerini
alır almaz masaya kendi elindeki çanta ve paketleri koymaya başla­
dı. 'Haydi Ömer, bak burası daha iyi buraya gel,' dedi. Bu çağrı üze­
rine elli yaşlarında, temiz giyimli, keçi sakallı bir adam felçli olduğu
için sol ayağını sürükleye sürükleye yanımdan geçti. Kadın tered­
dütlü adımlarla yavaş yavaş ilerleyen adamın yeni tıraşlı yüzüne
bakarken onu bu masa ve sandalye karmaşası arasından yürüttüğü
için biraz tedirgindi ama, daha ferah bir masa seçmiş olmanın zaferi
de vardı yüzünde.
Arif Bey,
''Vakit gelmiş," dedi. "Sizi bir daha görebilecek miyim?"
r
1

38 SAVAŞÇI

"Evet, zan1anıınız doldu. Bugünkü konuşmamız bizi nereye ge­


tirdi biliyor musunuz?"
"Benim sığ, maymun iştahlı, başkalarının dediğine göre yaşamı­
nı yöneten biri olduğuma getirdi."
"Kendinizi ağır yargıladınız, Arif Bey. Felsefi bir soru sormak
istedim: Bugünkü konuşmamızda biz, kişinin yaşamında anlam
arayışı konusunu irdeledik; bunu dernek istedim."
"Anladım, Hocam. Bir daha ne zaman buluşabileceğiz?"
Takvimimi çıkardım, baktım. "Önümüzdeki Cumartesi buluşa­
biliriz," dedim. Okullar tatil olduğu için hafta içinde de buluşabile­
ceğimizi söyledi. Önümüzdeki hafta Cumartesi gününün bana en
uygun gün olduğunu söyledim.
"Karşıda Fenerbahçe parkında buluşalım. Önümüzdeki Cumar­
tesi günü Piramit'in önünde saat ikide buluşabilir miyiz?"
"Tamam Doğan Bey, orada olacağım."
Birbirimize iyi günler dileyerek ayrıldık. Deniz kıyısından
Fındıklı yönünde yürümeye başladım. Dört yaşlarında bir küçük
oğlan ayakta, Boğaz'ın kıyısında olmaktan heyecanlı, sağ eliyle
yanında duran ağabeyi, ya da amcası veya dayısı olan on yedi-on
sekiz yaşlarındaki bir delikanlıya sıkı sıkıya tutunmuş. Genç adam
çocuğun yanında çömelmiş, sol koluyla onu kucaklamış. Küçük,
durup durup heyecanla bir şeyler söylüyor; genç adam onu dinli­
yor ve ciddi ciddi cevaplar veriyor. Delikanlı ile bu şanslı çocuğun
insan insana konuşmasını izlemek içimi sıcacık bir insan sevgisiyle
doldurdu. İçimden, gidip o delikanlıyı kutlamak geldi.
Yürümeye devam ettim. Birçok kişi banklara, bazıları ise kenar­
daki taşların, otların üstüne oturmuş, sadece bir kişi elindeki gaze­
teye göz atıyor. Diğerleri bomboş gözlerle hareket etmeden uzakla­
ra bakıyorlar.
Karşıdan bana doğru gelen bir genç kız ve bir oğlan dikkati­
mi çekti. Oğlan sağ kolunu kızın boynuna öyle dolamış ki, sanki,
'dünya alem bu kızın bana ait olduğunu bilsin!' diyor. Kız halinden
memnun, oğlan halinden memnun; ikisi de heyecanlı, ikisi de biraz
şaşkın.
ARAYIŞ 39

Onları izlerken kendi gençliğim gözlerimin önüne geldi; önemli


olan yanımdaki kişi değil, onun kafamdaki imajı karşılayıp karşıla­
madığıydı. Üniversitede mini etekli, sigara içen bir kız arkadaşım
olsun istiyordun1. Figen ınini etekliydi ve bol bol sigara içiyordu.
Onunla ilk yürüyüşümüzü anımsadım.
Köşedeki sigorta binasının yanından yukarıya, Cihangir' e doğ­
ru yavaş yavaş tırmanmaya başladım.
2
Uyanış

Cumartesi günü, Fenerbahçe' deki Piramit eğlence merkezinin


önünde buluştuk ve yavaş yavaş parka doğru yürümeye başladık.
Arif Bey'in üzerinde kısa kollu bir gömlek ve blucin pantolon vardı .
Ben de blucin ve üzerine de bir tişört giymiştim.
Güneşli bir gündü ve park, gezmeye gelen gençler, çocuklarını
getiren anababalar, köpekleriyle yürüyüşe çıkan insanlarla doluy­
du. Yelken Kulübü'nü sağda bırakarak Fenerbahçe Kulübü tesis­
lerini geçtik ve ortada ulu bir çınar ağacının altına kurulmuş olan
kahvehanedeki masalardan birine oturduk. Ben su istedim, Arif
Bey de ayran söyledi.
Arif Bey bir an önce konuşmaya istekli görünüyordu. Onun
böyle istekli olmasından memnundum.
"Geçen buluşmamızda konuştuklarımız üzerinde düşündüm.
Şimdi şunu görebiliyorum: Kendi anlam dünyamı yaratmaya yö­
nelmişim, ama bilincim hazır olmadığı için farkına varmadan her­
kes gibi hapishaneye girmişim. Ve şimdi hapishanede olduğum
gerçeğini anlamaya yönelik bir uyanışın içindeyim."
O sırada bir karga 'gak' diye bir ses çıkardı ve konduğu daldan
havalandı.
"Bakın karga sizin dediğinizi onaylıyor," dedin1.
!kimiz de güldük.
"Arif Bey, sizinle hemfikirim. Bir uyanış sürec.i içindesiniz. Sizi
bu uyanış sürecine getiren ise, sizin anlam arayışınız."
"Evet, hayatımın anlamını bulmaya çalışıyorun1."
"Öğretmen olmak anlam dolu bir yaşam vaat ediyordu. Zan1anla
UYANIŞ 41

o anlam kayboldu. Sıradan bir öğretmen olmaya doğru gitmek sizin


yaşamınızı anlamsızlaştırdı."
Dikkatle dinliyordu; ben suyumdan, o da ayranından birer yu­
dum aldık.
"Bu tür anlamsızlığı yaşayan ve gözlemleyen düşünürler yeni
bir düşünce tarzı geliştirdiler: Varoluşçu yaklaşım. Varoluşçu felse­
fe yaşamın anlamsızlığına bir tepki olarak doğmuştur; temelinde de
fenomenolojik yaklaşım yatar."
"Fenomenolojik yaklaşım ne demek?"
"Alman filozofu Edmund Husserl, bizim dışımızdaki dünya ile
bu dünyayı yaşayan, duyumlayan insan arasındaki ilişkiye baktı.
Şu anda aynı fiziksel çevre içindeyiz; ama sizin ve benim duyum­
ladığımız dünya, yani algılama ve yaşantı dünyamız aynı değil. Bu
algılanan ve yaşanan dünyaya fenomen diyoruz. Yani aynı fiziksel
çevre içinde birbirinden farklı fenomenleri olan iki insanız."
"Bir örnek verebilir misiniz?"
"Biraz önce bir karga uçtu, hatırlıyor musunuz?"
"Evet 'gak' diye uçtu ve siz, 'Bakın karga sizin dediğinizi onay­
lıyor,' dediniz."
"Peki ben söylemeden önce karganın 'gak' dediğinin farkında
mıydınız?"
"Hayır değildim."
"Demek ki karganın sesi o an sizin fenome­
Bilinciniz
niniz içinde yer almıyordu. Ben ise hem duy­
gelişmeden, o
dum, hem de bir anlam yükledim. Ama sanırım
bilince uygun
şunu söylememe gerek yok; her ikimiz de bili­ olan fenomenleri
yoruz ki, ikimiz de fiziksel olarak aynı ortamda algılayamazsınız.
bulunuyorduk."
"Evet, ikimizin de aynı fiziksel ortam içinde bulunduğunu ke­
sinlikle kabul ediyorum."
"İşte varoluşçu felsefe, insanların kendi varoluşlarını kendi fe­
nomenleri içinde, yani algıladıkları, yaşadıkları, anlam verdikleri
fenomenler içinde oluşturduklarını söyler. Husserl, kişinin farkın­
da olması ile, farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki olduğunu
söyler."
42 SAVAŞÇI

"Yani ...?"
"Yani, bilinciniz gelişmeden o bilince uygun olan fenomenler i
algılayamazsınız. Örneğin, benim seminerime geldiniz ve semin er­
de duyduklarınız sizi etkiledi. Seminerime gelen, fakat hiç etkilen­
meyen insanlar da var."
"Bu gözlem sizin bir kitabınızda ele aldığınız paradigma kavra­
mıyla benzerlik gösteriyor. Kişinin bir konuda paradigması oluş­
mamışsa, o konuyu algılayamaz."
"Evet, paradigma kavramı ile ilgisi kesinlikle var. Ama, Hus­
serl'in düşünüşünde 'niyetlilik' kavramı da var. Husserl der ki,
'Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir. Ve bu niyet o bilincin
neyi, nasıl anlamlandıracağını etkiler.'"
"Herhalde bilimsel çalışmalar bunun dışında kalıyor, çünkü
orada bilim insanı nesnel olmaya çalışıyor."
"Husserl, bilimin de kendine özgü tutumları ve niyeti olduğu­
nu söylüyor; örneğin, nesnellik tutumu. Bilimin bu nesnellik tutu­
munun, incelediği olayların insancıl yönlerini çoğu kez çarpıthğını
ifade ediyor."
"Bu söylediklerinizin benim anlam arayışımla ilgisi ne olabilir,
Doğan Bey?"
"Önce şunu sorayım: Bir anlam arayışı içinde olduğunuzun far­
kında mısınız? Daha doğrusu böyle bir süreç içinde olduğunuzu
kabul ediyor musunuz?"
"Önceden farkında değildim, ama şim­
di farkındayım ve evet, böyle bir süreç Her bilinç kendine
özgü bir niyet geliştirir.
içinde olduğumu kabul ediyorum."
Ve bu niyet o
"Önceden farkında değildiniz dernek bilincin neyi, nasıl
.
k ı. il

anlamlandıracağını
"Hayır değildim." etkiler.
"Niçin farkında değildiniz?"
Husserl
"Çünkü öyle bir bilince sahip değil-
dirn."
"Şöyle söyleyebilir miyiz: Daha önce, hapishanenin içinde oldu­
ğunuz halde, hapishanede olduğunuzun farkında değildiniz?"
"Evet, söyleyebiliriz."
UYANIŞ 43
"Ve hapishanede olduğunu bilmeyen bir insanın fenomenolojisi
içinde kendinizi var ediyordunuz?"
"Evet, onu da diyebiliriz. Şimdi görüyorum. Şimdi yine hapis­
hanedeyim, ama artık hapishanede olduğumu biliyorum. Ve hapis­
hanede kalmak ya da hapishaneden çıkmak, benim gerçekleştirebi­
leceğim bir süreç haline geldi. Çünkü şunu açıkça görebiliyorum ki,
benim hapishanemin kapısını açacak ve beni özgürlüğe kavuştura­
cak anahtar, benim bilincimin içinde."
"Hapishaneden çıkmak, özgür olmak, yaşamını kendi özgür ira­
denle yapılandırmak. Bütün bunlara Husserl 'niyetlilik' der. Yani
bilincin, yeni bir 'niyet'le kendi fenomenolojisini yaratıyor."
"Evet, şimdi daha açık görebiliyorum."
"Sizin hapishaneye girmeniz de tesadüf değil. Sizi herkesle be­
raber hapseden kültürün de, bir bilinç düzeyi ve niyetliliği var."
"Çok ilginç. 'Kültürün niyetliliği' olabileceğini hiç düşünme­
miştim."
"Böyle bir kavramı ortaya koymakla Husserl insanlık düşünce
tarihine önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu kavramın sizin yaşa­
mınızla ilgisi şu: Siz çıkmaya çalıştıkça 'kültürün niyetliliği' sizi bı­
rakmamak için elinden geleni yapacaktır."
"Bunu nasıl yapacak?"
"Daha önce konuştuğunuz deneyimli öğretmen arkadaşlarınız,
şu konuşmalarımızda bizimle beraber olsalardı, onların yüz ifade­
lerinde, konuşmalarında, genel olarak tepkilerinde bunun bol bol
örneklerini görürdünüz."
Arif Bey, ayranından bir yudum alırken, ne dediğimi kavramış
bir insanın yüz ifadesiyle gülümsüyor, hafifçe başını sallıyordu. Ne
demek istediğimi iyi anlamıştı; bu dediğim şeyi sık sık yaşadığının
farkına varıyordu.
"Benden etkilenmemeniz için onlar ellerinden geleni yaparlardı.
Benim hayalci olduğumu, size yarar yerine zararım dokunacağını,
boş hayaller peşinde koşacağınıza artık aklınızı başınıza toplama­
nız gerektiğini söyleyeceklerdi. Hele hapishanede olduğunuz gibi
laflar duyarlarsa, benim anarşist olduğumu, pek yakında gerçekten
hapishanede yer alacağımı ifade edebilirlerdi."
44 SAVAŞÇI

''Yani benim değişmeme benim çevremin direnç göstereceğini


söylemek istiyorsunuz."
"Evet, siz ne kadar değişirseniz, çevreniz o şiddette size direne.
.
cektir."
"Sizin lnsan lnsana kitabınızda bir söz vardı, farklı olmaya çalı.
şırsaruz, herkes size karşı tavır alır, gibi."
"e.e.cummings'in sözü; şöyle der:

Seni diğerlerinden farksız yapmaya


Bütün gü.cüyle gece gü.ndüz çalışan bir dünyada,
Kendin olarak kalabilmek,
Dünyanın en zor savaşını vermek demektir.
Bu savaş bir başladı mı,
Artık hiç bitmez! ... "

Bir süre sustuk.


Yeni yürümeye başlayan bir kız çocuğu, anne ve babasının he­
yecanlı bakışları, gülüşleri ve destekleyici sözleriyle birkaç adım
ath.Durdu, geri döndü, baktı. Arkasına bakmak için dönünce den­
gesini kaybetti ve poposunun üzerine düştü.
Babası kalktı, küçük kızı kollarının altından tuttu, kaldırdı:
"Aferin kızıma, ne de güzel yürüyor!" dedi.
Arif Bey neye baktığımı görmek üzere yan tarafa döndü. İkimi­
zin de yüzünde bir gülümseme belirdi.
Çocuk sevgisini paylaştığımızı sezinliyordum.
e.e.cummings'in sözünü bilincimize daha iyi sindirebilmek için
bir süre sustuk .
Daha sonra konuşmama devam ettim:
"Biliyor musunuz Arif Bey, değişimin olduğu her yerde mutla­
ka direnç oluşacaktır. Bu son derece doğal."
"İnsanların direneceğini bile bile değişmek, hatta değişmeye te­
şebbüs etmek zor değil mi, Doğan Bey?"
"Eğer savaşçı olma yolunda iseniz, başka türlüsünün olmaya­
cağını bilirsiniz, bir daha 'zor' veya 'kolay' terimleri içinde düşün­
mezsiniz."
"Peki hangi terimler içinde düşünür savaşçı?"
Another random document with
no related content on Scribd:
bebizonyítja, hogy K. a cserét nem vette észre! (Somit haben wir das
wundersame Resultat, dass Kant, trotzdem er die Stelle vor Augen
hatte, die Blattversetzung in seinem eigenen Buche selbst nicht
gemerkt hat).
Az egész okoskodás sarkpontja nyilván az, hogy Kant a
metafizikai itéletek szintetikus természetének fejtegetését a 2. §-ban
igéri és csak a 4. §-ban adja. De Witte helyesen jegyzi meg, hogy
Kant a 2. §-ban azért szorítkozik a mathematikai itéletek
fölemlítésére, mert ezek érvényessége kétségen felül áll, holott az
egész metafizika még kétséges tudomány (l. id. h. 153. l.). Ez az
argumentum az én nézetem szerint is helyt áll, főleg ha
hozzátesszük, hogy a Prolegomena nem rendszeres, hanem
előkészítő mű, mely a hallgatót be akarja vezetni a metafizikába,
nem pedig a metafizikát mintegy már föltételezni. Vaihingernek a 2.
§. hiányosságára vonatkozó kifogása tehát legalább is inog. Ha most
bebizonyítható, hogy a 4. §-ba minden beletartozik, amit most benne
találunk, egész okoskodása megdűl. Igaza van Wittének, hogy a 4.
§. gondolatmenete sehol ugrást, kapcsolatlanságot nem mutat, csak
kár, hogy a gondolatmenet föltűntetése és logikai összefüggésének
egyszerű fölmutatása helyett a polemia kedvéért kevéssé világossá
és áttekinthetővé teszi okoskodását, melyet néhány ide nem tartozó
szempont belekeverésével is kissé megzavar. A 4. §. 1. pontja kifejti,
hogy a metafizika kétséges tudomány. Vannak ugyan biztos tételei,
de azok analitikusok, tehát nem mondanak újat. Vannak szintetikus
tételei is, de azok meg nincsenek bebizonyítva, és a metafizikusok
velük élvén, ellentétes eredményekhez jutnak. Ez a paragrafus
általános bevezetése. Ezért kell azt a kérdést fölvetni, mely a §.
feliratában foglaltatik: Lehetséges-e egyáltalán metafizika? Azután
kezdődik a fejtegetés. Ennek kell a mathematikából indulni, mert
hiszen a mathematikai tételek bizonyítják, hogy a priori itéletek
lehetnek szintetikusok. Ezt nem látta Hume, innét az ő nagy
tévedése. Ha látta volna, akkor nem hitte volna, hogy a metafizikai
tételek is tapasztalatiak (2., 3. pont). Már pedig a voltaképi
metafizikai itéletek mind szintetikusok és a prioriak; azok a
metafizikai itéletek, melyek aprioriak ugyan, de csak analitikusak,
másodrendű fontosságúak. Az eredmény tehát az: a metafizikának
tulajdonkép szintetikus a priori itéletekkel van dolga (4., 5., 6. pont).
Ennélfogva, visszatérve a §. bevezetéséhez, mely a metafizika mai
állapotáról szól és kimutatja, hogy az dogmatizmus és szkepticizmus
közt támolyog, a 7. pont azt mondja, hogy sem a dogmatizmus, sem
a szkepticizmus nem elégíthet ki bennünket, hanem (8. pont) arra a
kritikai álláspontra kell helyezkednünk, melyen a Tiszta Ész Kritikája
áll és (9. pont) szerencsénkre itt arra a biztos alapra állhatunk, hogy
mint a mathematika is bizonyítja, szintetikus a priori itéletek
valósággal vannak, tehát csak azt kell kutatnunk, mikép
lehetségesek. Míg tehát a §. felirata azt kérdezte: Lehetséges-e
egyáltalán metafizika, az eredmény, melyhez eljut, ez: Metafizikai
tételek mindenesetre lehetségesek, mert hiszen vannak, csak az a
kérdés, mikép lehetségesek. Ez a gondolatmenet pedig oly logikus,
oly kapcsolatos, hogy Vaihinger egész okoskodása összedűl és
ennek részleteibe bocsátkozni egészen fölösleges.5)
TARTALOM.

Előszó a második kiadáshoz V


A fordító bevezetése VI
Kant Prolegomenái 1–128
Bevezetés 3
Figyelmeztetés a metafizikai ismeretek
sajátosságáról §. 1–3. 12
A prolegomenák általános kérdése: Lehetséges-e
egyáltalán metafizika? §. 4. 17
A prolegomenák általános kérdése: Mikép
lehetséges tiszta észből való ismeret? §. 5. 22
A transscendentalis főkérdés első része: Mikép
lehetséges tiszta mathematika? §. 6–13. 27
A transscendentalis főkérdés második része:
Mikép lehetséges tiszta természettudomány? §.
14–39 40
A transscendentalis főkérdés harmadik része:
Mikép lehetséges metafizika általán? §. 40–45.
73
I. Pszikhologiai eszmék §. 46–49 79
II. Kozmologiai eszme §. 50–54. 84
III. Theologiai eszme §. 55. 93
Általános megjegyzés a transc. eszmékhez §. 56.
94
Befejezés. A tiszta ész határainak
megállapításáról §. 57–60. 96
A Prolegomenák egyetemes kérdésének
megoldása: Mikép lehetséges a metafizika mint
tudomány? 111
Függelék arról, a mi a metafizikának mint
tudománynak megvalósítására történhetnék.
117
A Kritikáról való oly ítélet próbája, mely annak
vizsgálatát megelőzi 118
A Kritika oly vizsgálatának javaslata, melyre ítélet
következhetik 125
PROLEGOMENÁK
MINDEN LEENDŐ METAFIZIKÁHOZ
MELY TUDOMÁNYKÉNT FOG SZEREPELHETNI.
1783.
E prolegomenák nem tanulók, hanem leendő tanítók
használatára valók; nekik se arra szolgáljanak, hogy egy már kész
tudomány előadását rendbe szedjék, hanem hogy mindenek előtt
magát ezt a tudományt megalkossák.
Vannak tudósok, kiknek maga a filozófia története (az ókori,
valamint az újé) az ő filozófiájok; ezek számára nem írtam e
prolegomenákat. Ezeknek be kell várniok, míg azok, kik magának az
észnek forrásaiból iparkodnak meríteni, dolgukat befejezték; azután
előállhatnak majd, hogy a történtekről a világot tudósítsák. Ellenkező
esetben semmit se mondhatnánk, amit az ő nézetük szerint már
azelőtt ne mondtak volna, ezt pedig valóban minden leendőről
csalhatatlanúl meg lehet jósolni; minthogy tudniillik az emberi elme
számtalan dologról sok évszázadon keresztül mindenféléket
összeábrándozott, nem nagyon nehéz lesz minden újhoz oly valami
régit találni, ami némiképen hasonlít hozzá.
Az én szándékom az, hogy mindazokat, kik érdemesnek találják
metafizikával foglalkozni, meggyőzzem arról, hogy egyelőre
okvetetlenül abba kell hagyniok munkájokat, ami eddig történt, nem
történtnek tekinteniök s mindenek előtt azt a kérdést felvetniök:
«Lehetséges-e egyáltalán metafizika»?
Ha a metafizika tudomány, honnét van az, hogy nem tudott úgy
mint más tudományok, általános s állandó tetszést biztosítani
magának? Ha meg nem tudomány, mikép lehetséges, hogy folyton a
tudomány színével büszkélkedik s az emberi elmét soha ki nem
haló, de soha sem is teljesedett reményekkel ámítja? De akár
tudásunkat, akár nem-tudásunkat bizonyítsuk: ez állítólagos
tudomány mivoltára vonatkozólag végre valahára biztos
megállapodásra kell jutnunk, mert úgy amint most áll, a dolog nem
maradhat. Szinte nevetségesnek látszik, hogy míg minden más
tudomány folyton előre halad: ebben a tudományban, mely maga a
bölcseség akar lenni, melytől mindenki fölvilágosítást kér, mindig
ugyanazon a helyen körben forogjunk, anélkül, hogy csak egy lépést
is előre tennénk. El is maradoztak nagyon hívei, s akik elég erőt
éreznek magukban, hogy más tudományokban kitünjenek, nem igen
kockáztatják dicsőségöket oly tudományban, melyben mindenki, ki
minden egyéb dologban tudatlan, döntő ítéletre tartja magát
jogosúltnak; mert ebben az országban valóban nincs még biztos súly
meg mérték, melynek segítségével az alaposságot az üres
fecsegéstől meg lehetne különböztetni.
Nem is oly hallatlan, hogy valamely tudomány hosszú mívelése
után, a mikor azt hisszük, hogy tudja isten mennyire jutottunk benne,
valakinek eszébe jut kérdezni: Lehetséges-e ez a tudomány s mi
módon lehetséges? Mert az emberi ész annyira szeret építkezni,
hogy már többször tornyot emelt, de azután ismét lebontotta, hogy
lássa, milyen is az alapzata. Soha sem késő észre térni; de mennél
később nyilik meg eszünk, annál nehezebben indítjuk meg.
Amidőn azt kérdezzük, hogy valamely tudomány lehetséges-e, e
tudomány valóságát vonjuk kétségbe. Ámde e kétség bántja
mindazokat, kiknek eme vélt kincs talán mindenük; azért, aki ily
kétségre vetemedik, minden oldalról való ellentállásra legyen
elkészülve. Némelyek régi s ép azért jogosnak hitt birtokuk büszke
tudatában, metafizikai kézi könyveikkel kezükben, megvetéssel
fognak reá lenézni; mások, akik nem látnak meg egyebet, csak ami
olyan, amilyet már azelőtt valahol láttak, nem fogják megérteni; s
egy ideig minden úgy marad, mintha mi sem történt volna, ami közeli
változás reményét vagy aggodalmát kelthetné.
Mindazáltal előre merem mondani, hogy e prolegomenák önálló
gondolkozású olvasója nemcsak eddigi tudományában fog
kételkedni, hanem csakhamar teljesen meg fog győződni róla, hogy
amíg az itt kifejtett követeléseknek, melyeken a metafizika
lehetősége fordúl meg, eleget nem tesznek, minden metafizika
lehetetlen; minthogy pedig ez eddig nem történt, metafizika
egyáltalán nincs még. Mivel azonban másrészt a metafizika
szükséglete sem veszhet ki,6) mert az egyetemes emberi ész
érdekeivel a legbensőbb módon kapcsolatos: át fogja látni, hogy a
metafizika teljes reformja, jobban mondva újjászületése, eddig
teljesen ismeretlen tervrajz alapján, bármennyire ellene szegüljenek
is egy ideig, okvetetlenül be fog következni.
Locke s Leibniz kísérletei óta, jobban mondva a metafizika
keletkezése óta, ameddig csak története ér, nem történt semmi,
aminek döntőbb hatása lehetett volna e tudomány sorsára, mint az a
támadás, melyet David Hume ellene intézett. Nem világította ugyan
meg az ismeretnek e fajtáját, de mégis szikrát ütött, mellyel, ha
fogékony taplóra talál, melynek tüzét gondosan ápolják s növelik,
világosságot gyújthattak volna.
Hume leginkább a metafizikának egyetlen egy, de fontos
fogalmából, tudniillik a z o k s o k o z a t k a p c s o l a t a
fogalmából (tehát e fogalom származékfogalmából is, minő erő és
cselekvés stb.) indúlt ki, s fölhívta az észt, amely azt állítja, hogy e
fogalmat saját belsejében teremtette, mondaná meg neki: mely
joggal gondolja ő, hogy valami olyan mivoltú lehet, hogy ha tétetik,
ezzel szükségképen valami más is tétetik; mert hiszen ezt jelenti az
ok fogalma. Megcáfolhatatlanúl bizonyította, hogy az ész teljesen
képtelen ily kapcsolatot a priori és fogalmakból gondolni; ez a
kapcsolat ugyanis szükségességet foglal magában; már pedig
elgondolhatatlan, miért kelljen, mert valami van, azért valami
másnak is szükségkép lennie; mikép állítható tehát, hogy ily
kapcsolat fogalma a priori? Ebből azt következtette, hogy az ész
teljesen csalódik e fogalmával: tévesen tartja tulajdon édes
gyermekének, holott nem egyéb, mint fattyúhajtása a képzeletnek,
mely a tapasztalattól megtermékenyítve bizonyos képzeteket
gyakran összetársított s az ebből eredő szubjektiv szükségességet,
tudniillik megszokást, objektiv, észbeli szükségességnek tüntette föl.
Ebből meg azt következtette, hogy az ész egyáltalán nem képes ily
kapcsolatokat még általánosságban sem gondolni, mert fogalmai ez
esetben pusztán költöttek volnának; az észnek állítólagos a priori
ismeretei mind nem egyebek hamisan bélyegzett közönséges
tapasztalatoknál, ami más szóval annyi, hogy metafizika egyáltalán
nincs s nem is lehetséges.7)
Bármily elhamarkodott s helytelen volt is Hume következtetése,
de legalább kutatáson alapúlt s e kutatás megérdemelte volna, hogy
korának kiváló gondolkodói egyesüljenek avégett, hogy a föladatot
abban az értelemben, melyben ő előadta, ha lehet,
szerencsésebben megoldják, amivel azután okvetetlenül a tudomány
teljes reformja járt volna.
De a sors, mely sohasem kedvezett a metafizikának, úgy akarta,
hogy senki meg ne értse. Az ember bizonyos kínnal látja, hogy
ellenfelei Reid, Oswald, Beattie s még legutóbb Priestley is
mennyire félreértik föladatának sarkpontját; s mindig elfogadottnak
tekintve, amit épen kétségbe vont, ellenben nagy hévvel s többnyire
nagy szerénytelenséggel is igaznak bizonyítgatva, amit kétségbe
vonni soha eszébe nem jutott: oly kevés hasznát vették útbaigazító
gondolatának, hogy minden a régiben maradt, mintha semmi se
történt volna. Nem az volt a kérdés, hogy az ok fogalma igaz,
hasznavehető s a természet megismerésében mellözhetetlen-e,
mert ezt Hume soha kétségbe nem vonta; hanem Hume azt kutatta,
hogy az ész a priori gondolja-e ezt a fogalmat, aminek
következtében azután minden tapasztalattól független belső
igazságú s alkalmasint szélesebb körben, mint csak a tapasztalat
tárgyaira alkalmazható volna. Csak e fogalom eredetéről volt szó,
nem alkalmazásának szükségességéről; ha egyszer eredetével
volnánk tisztában, a többit, alkalmazásának föltételeit s
érvényességének körét, könnyen meg lehetne állapítani.
A föladat megértésére azonban a híres férfiú ellenfeleinek igen
mélyen be kellett volna nyomúlniok az ész mivoltába, amennyiben
ez csakis tiszta gondolatokkal foglalkozik, ami terhükre volt.
Föltaláltak tehát egy kényelmesebb eszközt, hogy tudomány nélkül
is hetvenkedhessenek, tudniillik hivatkoztak a józan észre. – Való
igaz is, hogy a józan ész nagy adománya az égnek; de tettekkel kell
bizonyságot adnunk róla, gondolkodásunk s beszédünk megfontolt s
okos voltával, nem pedig azzal, hogy amidőn okos dolgot
igazolásunkra mondani nem tudunk, ő reá mint oraculumra
hivatkozunk. A józan észre akkor s nem előbb hivatkozni, amikor
tudásból, meg tudományból kifogytunk, egyike az újabb idők
agyafúrt találmányainak, melynek segítségével a legüresebb
fecsegő bátran kiállhat s mérkőzhetik a legalaposabb eszűvel. Amíg
csak egy csöpp belátásunk marad, tartózkodni fogunk ily
kétségbeesett segítségtől. S ha közelről nézzük, ily fölebbezés nem
egyéb, mint hivatkozás a tömeg ítéletére, oly tapsokra, melyeken a
filozófus elpirúl, míg a népszerű élcelő diadalmaskodik s nagyra van
velük. De talán szabad hinnem, hogy Hume csakúgy tarthatott
számot józan észre, mint Beattie s még azonfölül, amivel Beattie
bizonyára nem rendelkezett, kritikai észre is, amely a közönséges
értelmet korlátok közé szorítja, hogy fönjáró spekulációkra ne
vetemedjék; vagy pedig ha csak ilyenekről van szó, döntő itélettől
tartózkodjék, mert nem bír számot adni a maga alapelveiről; csak így
maradhat meg azután egészséges józan értelemnek. Véső s
kalapács igen alkalmasak lehetnek ácsmunkálatok teljesítésére, de
a rézmetszésben a metszőtűvel kell élnünk. Hasonlóképen mind a
józan, mind a spekulativ ész, de mindegyik a maga módján
hasznavehető; amaz, ha oly ítéletekről van szó, melyek a
tapasztalatban találnak közvetetlen alkalmazást; emez, ha
általánosságban, tiszta fogalmak alapján itélnek, mint például a
metafizikában, melyben az úgynevezett józan észnek, mely maga
magát, de gyakran csak per antiphrasin nevezi annak, nincs szava.
Nyiltan vallom: épen David Hume emléke szakította először
félbe, sok évvel ezelőtt, dogmatikai álmomat s adott egészen más
irányt a spekulativ filozófia terén folytatott kutatásaimnak.
Következtetéseit éppenséggel nem fogadtam el. Ezek úgy jöttek
létre, hogy Hume nem egész kiterjedésében vette szemügyre a
föladatot; csak a föladat egy részére gondolt, mely, ha nem az
egészet tekintjük, nem adhat fölvilágosítást. De ha alapos, habár
nem egészen kifejtett gondolatból indulunk ki, melyet más valaki
ránk hagyott, akkor biztosan remélhetjük, hogy messzibbre jutunk,
mint az az éleseszű ember, kinek e világosság első szikráját
köszönjük.
Én azért először is megkísérlettem, nem lehetne-e Hume
kifogását egyetemesíteni és csakhamar láttam, hogy az ok meg
okozat kapcsolatának fogalma távolról sem az egyedüli, mely által
az értelem dolgok kapcsolatát a priori gondolja, hanem hogy a
metafizika csakis ily fogalmakból áll. Iparkodtam számukat
megállapítani s miután ez kivánságom szerint t. i. egyetlen egy elv
alapján sikerült, hozzáfogtam e fogalmak dedukciójához, melyekről
most már biztosan tudtam, hogy nem a tapasztalatból, mint Hume
gondolta, hanem a tiszta észből erednek. Ez a dedukció, mely
éleseszü elődömnek lehetetlennek látszott, melyre rajta kívül soha
senki még csak nem is gondolt, habár mindenki, anélkül, hogy
objektiv érvényességük jogosultságát kutatta volna, élt e
fogalmakkal, – mondom – e dedukció volt a legnehezebb föladat,
melyre valaha valaki a metafizika érdekében vállalkozhatott; a
legnagyobb baj pedig az volt, hogy e munkában az egész metafizika,
amennyi csak belőle található, legkisebb segítségemre sem lehetett,
mert hiszen e dedukcióval kell előbb a metafizika lehetőségét
bizonyítani. Miután pedig a Hume-féle problemát nemcsak egy
részleges esetben, hanem egész kiterjedésében megoldanom
sikerült: biztosan, habár még mindig csak lassan, előre haladhattam,
hogy végre a tiszta ész egész körét, mind határaira, mind pedig
tartalmára vonatkozólag, teljesen s egyetemes elvek alapján
meghatározhassam, amire a metafizikának szüksége volt, hogy
rendszerét biztos terv szerint fölépíthesse.
Tartok azonban tőle, hogy a Hume-féle problemának lehető
legnagyobb kiterjedésében való k i v i t e l e (tudniillik a Tiszta Ész
Kritikája) úgy fog járni, mint maga a p r o b l e m a járt, midőn először
fölvetették. Helytelenül fogják megítélni, mert félreértik; félre fogják
érteni, mert a könyvet át fogják ugyan lapozni, de át nem gondolni;
ily fáradságot pedig azért nem akarnak majd reá fordítani, mert a mű
száraz, homályos, a megszokott fogalmakkal ellenkezik s hozzá még
hosszadalmas is. Megvallom ugyan, hogy meglep, ha filozófusoktól
hallok panaszt népszerűség, kellemesség s kényelem hiányáról oly
esetben, midőn egy dicsőített s az emberiség számára
mellözhetetlen igazság létéről van szó, melyet csak a tudományos
pontosság legszigorúbb szabályai alapján lehet megállapítani; a
népszerűség itt idővel bekövetkezik ugyan, de kezdetben nem járhat
vele. Jogosúltnak ismerem azonban el azt a kifogást, hogy itt-ott
művem homályos, ami részben onnét származik, mert a terv
terjedelmes volta megnehezíti a főpontok áttekintését; ezen fogok is
e prolegomenák által segíteni.
Ama mű, mely a tiszta ész tehetségét egész kiterjedésében s
határaiban tárgyalja, amellett megmarad annak az alapnak, melyre a
prolegomenák csak mint előkészítő gyakorlatok vonatkoznak; mert
ama Kritikának mint rendszeres és legkisebb részeiben teljes
tudománynak készen kell lennie, mielőtt metafizikára csak
gondolhatnánk is.
Régóta megszokták, hogy avúlt, kopott ismereteket azáltal
tüntetnek föl újaknak, hogy előbbi kapcsolataikból kiveszik s
önkényes szabású rendszeres ruhát aggatnak reájuk új címekkel;
ama Kritikától sem vár majd az olvasók legnagyobb része egyebet.
De e prolegomenák majd megértetik vele, hogy az merőben új
tudomány, melynek eddigelé gondolata sem jutott eszébe senkinek,
melynek puszta eszméje is ismeretlen volt, s melyhez abból, mi
eddig volt, semmi egyebet se lehetett fölhasználni, mint Hume
útbaigazító kételyeit. De Humenak sem volt sejtése egy efféle
valóságos tudomány lehetségéről. Ő, hogy biztosságba helyezze
hajóját, a partra (a skepticizmus partjára) húzta, a hol heverhet s
elrothadhat; míg én kalauzt adok neki, aki a hajókormányzásnak a
földgömb ismeretéből levont biztos szabályai alapján, tökéletes
tengeri mappával s kompasszal fölszerelve, biztosan vezetheti,
ahová kedve tartja.
Ha valaki egy új tudományhoz, mely egészen elszigetelten áll s
egyetlen a maga nemében, azzal az előitélettel közeledik, hogy már
meglévő állítólagos ismeretei segítségével megitélheti, holott
mindenek előtt ép ez ismeretek valóságában kell kételkednie; akkor
nem érhet el egyebet, mint hogy, talán a kifejezések hasonlósága
miatt, mindenben azt véli látni, mit már különben tud, csakhogy
minden elferdítettnek, értelmetlennek, zavarosnak látszik előtte, mert
nem a szerző gondolataiból indúl ki, hanem saját, hosszú
megszokás folytán természetévé vált felfogásmódjából. A mű
hosszadalmassága azonban, amennyiben magából a tudományból s
nem az előadás módjából ered, a szükségkép vele járó szárazság
és skolasztikus pontosság nagy hasznára válhatnak ugyan az
ügynek, de magának a könyvnek csakugyan ártalmára kell hogy
legyenek.
Igaz, hogy nem mindenkinek adatott oly mélyrehatóan s egyúttal
oly vonzóan írni, mint David Humenak, vagy oly alaposan s amellett
oly elegánsan, mint Moses Mendelssohnnak; de népszerűséget,
azt hiszem, én is adhattam volna előadásomnak, ha csak tervet
akartam volna csinálni s annak végrehajtását másoknak dicsérőleg
ajánlgatni, s ha nem a tudomány érdeke, mely oly régóta
foglalkoztatott, feküdt volna szívemen. Mert különben nagy
állhatatosság, sőt nem csekély önmegtagadás kellett ahhoz, hogy a
korai kedvező fogadtatás csábításával szemben, későbbi ugyan, de
tartós tetszés reményének adjak elsőséget.
Te r v e k e t c s i n á l n i gyakran kényelmes, dicsekvő szellemi
foglalkozás, mellyel az ember teremtő lángész színét adja magának,
másoktól követelvén, mit maga sem tud teljesíteni, gáncsolván, mit
maga sem tudna jobban csinálni s olyanokat ajánlgatván, miket
maga sem tudna hol keresni; habár az ész általános Kritikájának jó
tervéhez is, ha az a rendes jámbor óhajtások nyilvánításánál egyéb
akar lenni, több kell, mintsem az ember gondolná. De a tiszta ész oly
elkülönített és maga magában teljesen kapcsolatos kör, hogy egyik
részéhez sem nyúlhatunk anélkül, hogy a többieket is ne érintsük, és
semmit sem végezhetünk, ha csak előbb mindenik résznek nem
állapítottuk meg helyét, s az egyiknek a másikra való hatását.
Minthogy ugyanis semmi sincsen rajta kívül, ami körén belül
ítéletünket helyre igazíthatná: azért mindenik résznek érvényessége
és használata attól a viszonytól függ, melyben ez magának az
észnek többi részeihez van, amint egy szerves test alkatánál az
egyes tagok célja csak az egésznek teljes fogalmából
származtatható le. Azért ily Kritikáról mondhatni, hogy ha csak nem
t e l j e s és a tiszta ész minden alkotó részét ki nem m e r í t i ,
megbízhatatlan; e képesség köréről vagy m i n d e n t meg kell
határoznunk és állapítanunk, vagy pedig s e m m i t .
De habár puszta terv, amely megelőzi a tiszta ész kritikáját,
érthetetlen, megbizhatatlan és haszontalan volna, annál hasznosabb
a terv, ha a kész műre következik. Mert a terv alapján azután
áttekinthetjük az egészet, egyenkint megvizsgálhatjuk a főpontokat,
melyeken minden megfordul és ez előadást egyben-másban jobban
rendezhetjük be, mint a mű első kidolgozása alkalmával lehetett.
Ime, ez ilyen t e r v , mely a befejezett műre következik és amely
a n a l i t i k a i m ó d s z e r szerint haladhat, holott magát a művet
egészen s z i n t e t i k a i m ó d s z e r szerint kellett készítenem,
hogy a tudomány minden izületében, mint egészen sajátos
ismereterő alkata, természetes kapcsolatában előtünjék. Aki e tervet,
melyet mint minden jövendő metafizikához való bevezetést előre
bocsátok, ugyancsak homályosnak találja, az fontolja meg, hogy
nem kell mindenkinek ép metafizikát tanulni, s hogy sok oly ember
van, ki alapos, sőt mélyebb tudományokban is, ha csak közelebb
állnak a szemlélethez, szépen előrehalad, míg oly kutatásokban,
melyek csupa elvont fogalmak körül forognak, nem tud boldogulni,
amely esetben legjobb lesz tehetségeit más tárgyra fordítani. De aki
arra vállalkozik, hogy metafizikát ítéljen meg, sőt maga írjon: annak
okvetetlenül eleget kell tennie az itt fölállított követelményeknek,
akár úgy, hogy elfogadja az én megoldásomat, akár pedig, hogy
alaposan megcáfolja s mást tesz helyébe, – mellőzni nem
mellőzheti. Ami pedig azt a sokat hánytorgatott homályosságot (a
kényelmesség vagy rövidlátás e szokott köpenyét) illeti, annak is
megvan a maga haszna; mert mindazok, kik minden más
tudományban óvatosan hallgatnak, azok metafizikai kérdésekben
mesterként beszélnek, bátran ítélnek, mivel tudatlanságuk itt nem üt
ugyan el nagyon mások tudományától, de igenis az igazi kritika
alapelveitől. Ezekről tehát méltán mondhatni:

Ignavum, fucos, pecus a praesepibus arcent.

Virg.
PROLEGOMENÁK.

Figyelmeztetés a metafizikai
ismeretek sajátosságairól.

1. §.
A metafizika forrásairól.

Ha valamely ismeretet t u d o m á n y k é n t akarunk előadni,


előbb pontosan meg kell állapítani tudnunk, ami mástól
megkülönbözteti, ami tehát s a j á t o s benne, máskülönben a
tudományok határai összezavarodnak s egyiket sem tárgyalhatjuk
alaposan, amint mivolta megkívánja.
Akár a tudomány t á r g y á n a k , akár a m e g i s m e r é s
forrásainak vagy a megismerés módjának
különbségéből, akár ezek egynehányából vagy valamennyiből
együttvéve ered e sajátosság, de csak ezen alapúlhat a lehető
tudomány s körének eszméje.
Ami először valamely metafizikai ismeret f o r r á s a i t illeti, már
fogalmukban rejlik, hogy e források nem lehetnek tapasztalatiak.
Elvei tehát (s ezekhez nemcsak alaptételei, hanem alapfogalmai is
tartoznak) nem meríthetők a tapasztalatból; mert nem fizikai, hanem
metafizikai, azaz a tapasztalat körén túl levő ismeret akar lenni.
Tehát nem alapúlhat sem külső tapasztalaton, mely forrása a
tulajdonképeni fizikának, sem belsőn, mely alapja a tapasztalati
lélektannak. Tehát a priori, vagyis tiszta értelemből és tiszta észből
való ismeret.
De ezzel még nem különböznék a tiszta mathematikától; azért
tiszta f i l o z ó f i a i i s m e r e t n e k kell nevezni. Ami e kifejezés
jelentését illeti, hivatkozom a Tiszta Ész Kritikájára 712. l. stb., ahol
az ész használata e két fajának különbségét világosan s kielégítően
előadtam. Ennyit a metafizikai megismerés forrásairól.

2. §.
Az ismeretnek ama fajáról, mely egyedül

metafizikainak nevezhető.

a)

A szintetikai s analitikai ítéletek különbségéről általában.

Metafizikai ismeretnek csupa a priori itéletekből kell állnia; ezt


forrásainak sajátos mivolta követeli. De bármily forrásból
származnak is ítéletek, vagy bármilyenek is logikai formájukat
illetőleg: különbözhetnek egymástól tartalomban, aszerint mint vagy
pusztán m a g y a r á z ó k , midőn az ismeret tartalmát semmivel se
növelik, vagy pedig b ő v í t ő k , midőn az ismeret tartalmát növelik;
az előbbiek a n a l i t i k a i , az utóbbiak s z i n t e t i k a i ítéleteknek
nevezhetők.
Az analitikai ítélet állítmánya nem mond egyebet, mint a mi az
alany fogalmában valósággal, habár nem oly világosan és
tudatosan, gondoltatott. Ha azt mondom: minden test kiterjedt, ezzel
semmivel sem bővítettem fogalmamat a testről, csak fölbontottam;
mert a kiterjedést már az ítélet előtt, habár nem külön kifejezve, a
test fogalmában valóban gondoltam, az ítélet tehát analitikai.
Ellenben ez a mondat: némely test nehéz, olyasmit foglal az
állítmányba, amit a test általános fogalmában tényleg nem
gondoltam, tehát ez az ítélet, növelvén fogalmamat, bővíti
ismeretemet, s azért szintetikai ítélet a neve.

b)

Valamennyi analitikai ítélet közös alapelve az ellenmondás

tétele.

Az analitikai ítéletek mind egészen az ellenmondás tételén


alapúlnak s mivoltuknál fogva a priori ismeretek, akár empirikusak
ama fogalmak, melyek anyagúl szolgálnak nekik, akár nem.
Minthogy ugyanis valamely állító analitikai ítélet állítmányát már az
alany fogalmában gondoljuk, azért ellenmondás nélkűl nem
tagadható róla; hasonlóképen analitikai, de tagadó ítéletben az
állítmány ellentétét okvetetlenül tagadnom kell, ugyancsak az
ellenmondás tételénél fogva. Példák ezekre e mondatok: Minden
test kiterjedt, és: egy test sem kiterjedés nélkül való (egyszerű).
Ugyanezért minden analitikai tétel, ha fogalmai empirikusak is, a
priori ítélet, példáúl az arany sárga fém; mert ennek megtudására az
aranyról való fogalmamon kívül, mely magában foglalja azt, hogy e
test sárga fém, további tapasztalatra nem szorulok, mert ép ezekből
áll fogalmam, melyet csak föl kellett bontanom, anélkül, hogy rajta
kívül egyebet keressek.

c)

Szintetikai ítéletek egyéb elvre szorúlnak, mint az ellenmondás


tételére.
Vannak szintetikai a posteriori ítéletek, melyeknek eredete
empirikus; de vannak olyanok is, melyek a priori bizonyosak s tiszta
értelemből meg észből erednek. De mindkettő megegyezik abban,
hogy pusztán az analizis alaptétele, tudniillik az ellenmondás tétele
alapján nem származhatnak; még egészen más alaptételre
szorúlnak, ámbár bármely alaptételből is, de minden esetre a z
e l l e n m o n d á s t é t e l e s z e r i n t származtatandók le, mert
ezzel a tétellel, habár nem minden belőle származtatható le,
ellenkezni nem ellenkezhetik semmi. Előbb osztályozni akarom a
szintetikai ítéleteket.
1 . Ta p a s z t a l a t i í t é l e t e k mindig szintetikaiak. Mert
képtelenség volna analitikai ítéletet tapasztalatra alapítani, hiszen ily
ítélet alkotásánál nem is szabad a fogalom körét elhagynom, tehát
nem szorúltam a tapasztalat bizonyságára. Hogy valamely test
kiterjedt, a priori bizonyos, nem pedig tapasztalati ítélet. Mert mielőtt
a tapasztalathoz fordulok, megvannak az itéletemhez szükséges
föltételek a fogalomban, melyből az állítmányt az ellenmondás tétele
alapján csak ki kell vonnom, miáltal egyszersmind ítéletem
s z ü k s é g e s s é g é n e k tudatára juthatok, melyre a tapasztalás
nem is taníthatna.
2 . M a t h e m a t i k a i í t é l e t e k mind szintetikaiak. Ez a tétel
az emberi ész taglalóinak úgy látszik teljesen elkerülte figyelmüket,
sőt homlokegyenest ellenkezik is föltevéseikkel, habár
tagadhatatlanúl igaz, s a következőkben nagy fontosságú. Mert
midőn látták, hogy a mathematikusok következtetései mind az
ellenmondás tételének fonalán haladnak (amit minden apodiktikus
bizonyosság mivolta követel), elhitették magukkal, hogy az
alaptételek is mind az ellenmondás tételéből ismerhetők meg,
amiben nagyon tévedtek; mert szintetikai ítélet az ellenmondás
tételéből átlátható ugyan, de csak ha más szintetikai tétel megelőzi,
melyből leszármaztatható; nem pedig magában.
Mindenekelőtt megjegyzendő, hogy tulajdonképi mathematikai
tételek mindig a priori ítéletek, nem pedig empirikusak, mert
szükségességet foglalnak magukban, mely tapasztalatból nem
eredhet. De ha ezt nem fogadnák el, akkor tételemet a t i s z t a
m a t h e m a t i k á r a szorítom, melynek már fogalmával vele jár,
hogy nem empirikus, hanem tiszta a priori ismeretet zár magában.
Kezdetben ugyan azt gondolhatná az ember, hogy e tétel 7 + 5 =
12 pusztán analitikai tétel, mely hét meg öt összegének fogalmából
az ellenmondás tétele alapján következik. De ha közelebbről
tekintjük, azt találjuk, hogy 7 meg 5 összegének fogalma nem foglal
egyebet magában, mint a két számnak egy számba való
összefoglalását, amiből még nem tudom meg, melyik az a szám,
mely a kettőt egybefoglalja. Tizenkettőnek a fogalmát meg
épenséggel nem gondoltam azzal, hogy pusztán a hét meg ötnek
egybefoglalását gondolom; s ha ily lehetséges összegről való
fogalmamat még annyit taglalgatom is, a tizenkettőt nem találom
meg benne. E fogalmak körét át kell lépnem, segítségül véve a
szemléletet, mely a kettő egyikének megfelel, teszem az öt ujjamat
vagy (mint Segner aritmetikájában) öt pontot s így egymás után a
szemléletben adott ötnek az egységeit a hétnek fogalmához
hozzáadnom. E tétellel tehát 7 + 5 = 12 valóban bővítem fogalmamat
s az előbbi fogalomhoz újat teszek hozzá, mely amabban épen nem
foglaltatott; az aritmetikai tétel tehát mindig szintetikai, amiről még
inkább meggyőződünk, ha nagyobb számokat veszünk; ilyenkor
világosan átlátjuk, hogy bármikép forgassuk is fogalmunkat, ha a
szemléletet nem hívjuk segítségül, fogalmaink puszta
taglalgatásával az összeget nem találhatjuk meg soha.
Ép oly kevéssé analitikai a tiszta geometriának valamely tétele.
Szintetikai tétel, hogy két pont közt az egyenes vonal a legrövidebb.
Fogalmam az egyenesről ugyanis nem foglal magában mennyiséget,
csak minőséget. A legrövidebbnek a fogalma tehát tisztán
hozzájárúlt és semmiféle taglalgatás által nem vonható ki az
egyenes vonal fogalmából. A szemléletet kell itt segítségűl hívnom,
csak ennek alapján lehetséges a szintezis.
Néhány más tétel, melyet a geometerek fölvesznek, valóban
analitikai ugyan s az ellenmondás tételén alapúl; de ezek csak mint
azonos tételek a módszer láncolatáúl szolgálnak, nem pedig
alapelvek; ilyen példáúl a = a, az egész maga magával egyenlő vagy
(a + b) > a, azaz az egész nagyobb valamely részénél. S még ezek
is, habár puszta fogalmak alapján érvényesek, a mathematikában
csak mert a szemléletben föltüntethetők, nyernek bebocsátást.
Rendesen csak a kifejezés kétértelműsége hiteti el velünk, hogy ily
apodiktikus ítéletek állítmánya már benfoglaltatik fogalmunkban, az
ítélet tehát analitikai. Ta r t o z u n k ugyanis egy adott fogalomhoz
egy bizonyos állítmányt hozzá gondolni s e szükségesség már vele
jár a fogalommal. De nem az a kérdés, hogy mit t a r t o z u n k
h o z z á g o n d o l n i valamely adott fogalomhoz, hanem hogy
v a l ó s á g g a l habár homályosan mit g o n d o l u n k b e n n e e
ekkor kitünik, hogy az állítmány ama fogalmakhoz szükségkép
ugyan, de nem közvetetlenül, hanem csak valamely szemlélet
segítségével járúl.

3. §.
Jegyzet az ítéleteknek analitikaiakra és

szintetikaiakra való általános beosztásához.

Ez a beosztás az emberi értelem kritikája szempontjából


mellőzhetetlen s azért megérdemli, hogy benne k l a s s z i k u s
legyen; nem igen tudom, hogy más egyebütt nagyobb haszonnal
járna. S ebben találom meg okát annak, hogy dogmatikai filozófusok,
kik metafizikai ítéletek forrását mindig csak magában a
metafizikában, nem pedig rajta kívül a tiszta ész törvényeiben
keresték, ezt a beosztást, mely magától látszik kinálkozni, mellőzték,
és mint a híres Wolf vagy a nyomdokait követő éleselmű
Baumgarten, az elegendő ok tétele bizonyítását, mely nyilván
szintetikai, az ellenmondás tételében kereshették. Ellenben már
Locke művében az emberi értelemről találom e beosztás sejtését.
Mert a negyedik könyv harmadik főrészének 9. §-ában és tov.,
miután már előbb a képzeteknek ítéletekben való különböző
kapcsolatáról s e kapcsolat forrásairól beszélt, melyek egyikét az
azonosságban vagy ellenmondásban keresi (analitikai ítéletek),
másikát azonban a képzeteknek egy alanyban való létében
(szintetikai ítéletek), kimondja a 10. §-ban, hogy ismeretünk (a priori)
ez utóbbiakról igen szűk, s jóformán semmi. De amit az ismeretnek e
fajáról mond, oly kevéssé határozott s szabályokra fejtett, hogy nem
csudálhatni, ha senki, még Hume sem talált benne alkalmat ily fajta
tételekről elmélkedni. Mert efféle általános s mégis határozott
elveket nem igen tanulhatunk másoktól, kik előtt csak homályosan
lebegtek. Előbb saját gondolkodásunkkal kellett rájuk akadnunk,
csak azután találjuk meg őket másutt is, ahol először bizonyára nem
leltük volna, mert maguk a szerzők sem tudták, hogy
megjegyzéseiknek ily eszme szolgált alapúl. Akik maguk soha nem
gondolkodnak, mégis vannak oly éleselműek, hogy mindent, amit
megmutatnak nekik, kifürkésznek abban, amit már azelőtt mondtak,
ahol pedig azelőtt ugyancsak nem látta meg senki.

You might also like