Professional Documents
Culture Documents
PDF of Siyasi Kultur Okumalari 1St Edition Cemil Oktay Full Chapter Ebook
PDF of Siyasi Kultur Okumalari 1St Edition Cemil Oktay Full Chapter Ebook
Cemil Oktay
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/siyasi-kultur-okumalari-1st-edition-cemil-oktay/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...
https://ebookstep.com/product/turkiye-de-iki-partili-siyasi-
sistemin-kurulus-yillari-1945-1950-cilt-5-uzlasma-1st-edition-
cemil-kocak/
https://ebookstep.com/product/turkiye-de-iki-partili-siyasi-
sistemin-kurulus-yillari-1945-1950-cilt-6-chp-iktidarinin-
sonu-1st-edition-cemil-kocak/
https://ebookstep.com/product/turkiye-de-iki-partili-siyasi-
sistemin-kurulus-yillari-1945-1950-cilt-4-donusum-ordu-din-hukuk-
ekonomi-ve-politika-1st-edition-cemil-kocak/
https://ebookstep.com/product/siyah-gozler-1st-edition-cemil-
suleyman/
Yolda■ Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme 1st Edition
Jodi Dean
https://ebookstep.com/product/yoldas-siyasi-aidiyet-uzerine-bir-
deneme-1st-edition-jodi-dean/
https://ebookstep.com/product/modern-turkiye-de-siyasi-dusunce-
cilt-10-feminizm-1st-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/
https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/
https://ebookstep.com/product/cin-yeni-buyuk-goc-ve-degisen-
dunya-dengeleri-4th-edition-fatih-oktay/
CEMİL OKTAY
1944'te Çanakkale'de doğan Prof. Dr. Cemil Oktay, orta öğrenimini Çanakkale Lisesi'nde ta
mamladıktan sonra 1966'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Doktora öğrenimini
Fransa'da Universite de Droit, d'Economie et de Sciences Sociales de Paris'de (Paris il) tamamla
dı. İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğretim üyeliği görevle
rinde bulundu. Paris Nanterre Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı. İstanbul
Üniversitesi'nden emekliye ayrıldı. Halen Yeditepe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü'nde görevli olan Oktay'ın başlıca kitapları şunlardır: Siyasal Sistem ve Bürokrasi (Birin
ci Baskı, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1983; İkinci Baskı, Der Yayınları, 1997), Siyaset Yazı
ları (Der Yayınları, 1998), Hum Zamirinin Serencamı (Bağlam Yayınları, 1991), Siyaset Bilimi
incelemeleri (Alfa Yayınları, 2003; Yedinci Baskı, 2011), Modern Toplumlarda Savaş ve Barış
(İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları; İkinci Baskı, 2014). Ayrıca Türkçe ve Fransızca makalele
ri, kitap bölümleri, çevirileri bulunmaktadır.
•
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
CEMiL OKTAY
SiYASi KÜLTÜR OKUMALAR!
KAPAK KANUN·I ESASl'NIN ILANI, 23 ARALIK 1876. THE ILLUSTRATED LONDON NEWS, 6 OCAK 1877.
ISBN 978-605-399-466-4
© BiLGi iLETiŞiM GRUBU YAYINCILIK MOZIK YAPIM VE HABER AJANSI LTD. ŞTI.
YAZIŞMA ADRESi: INöNO CADDESi, No: 43/A KUŞTEPE Şişli 34387 lsTANBUL
TELEFON: 0212 311 64 63 - 311 61 34 f FAKS: 0212 216 24 15 • SERTiFiKA No: 11237
www.bllglyay.com
E·POSTA yayin@bilgiyay.com
DA4ıTıM dagitim@bilgiyay.com
vıı Takdim
1 Bazı örnekler şunlardır: Gelibolulu Mustafa Ali'nin Nushatü's-Se/atin; Lütfi Paşa'nın Asafn/Jme;
Kınalızade'nin Ahlak-i Alili; Tursun Bey'in Tarih-i Ebu'l-Feth; Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig;
Hezarfen Hüseyin'in Kavanin-i Ali Osman; Nizam'ül Mülk'ün, Siyasetname; Koçi Bey'in 4. Mu
rad'a sunduğu Risale'si; Akhisari'nin Usulü'l-Hikem fi Niziimi'l-Alem; Yazarı bilinmeyen Kitab-i
Müstetab; Mesalih'ül Müslimin; Hırzü'l-Müluk. Bu son üç metin Prof. Dr. Yaşar Yücel'in özenli
çalışmalarıyla Latin harfleri ve orijinal örnekleriyle basılmıştır. Bkz. Yaşar Yücel, Osmanlı Devlet
Teşkilatına Dair Kaynaklar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988. Yücel'in çalışması, bu makale
mizde yararlandığımız başlıca kaynaklardan biridir.
2 Adaletnameler hakkında en özenli çalışma Prof. Dr. Halil İnalcık tarafından gerçekleştirildi. Bkz.
" Adaletnameler", Türk Tarih Belgeleri Dergisi, Cilt 2, Sayı 3-4, 1 965.
3 Örneğin Naima Tarihi gibi. Özellikle birinci cildin girişi. Bkz. Naima Tarihi, Zuhuri Danışman
Yayınevi, 1 967. Birinci dipnotta zikredilen Tursun Bey'in Tarih'i de başka bir örnektir.
2 siyasi kültür okumaları
il III. Selim'e takdim edilen Islahat Layihaları en ünlüleridir. Bkz. Enver Ziya Kara!, "Nizam-ı Ce
dide Dair Layihalar", Tarih Vesikaları, N. 6-8. Keza bkz. Ergin Çağman, 111. Selim'e Sunulan
Islahat Layihaları, Kitabevi, 2010. Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı hatta Birinci Meclis-i Me
busan'ın açılışında okunan Nutk-u Humayun metinleri de başvuru kaynakları arasında sayıla
bilir.
5 lmmanuel Kant, La Raison Pure, textes choisis, PUF, 1 9 7 1 , s. 72.
6 Lucien Levy-Bruhl, La Mentalite Primitive, Alcan, 1 922, s. 20.
osmanlı siyasi düşüncesinde çark-ı felek (la fortuna) anlayışı 3
Mitsel zaman anlayışına gelince, bu, zaman dilimi olarak çok eskiler
de kalmış, ideal olanı ifade eden bir zamandır. Doğurgan, yaratıcı, kurucu
unsurlar içeren, ilklerin yaşandığı, tekrar edilebilir ve örnek olarak alınan
zaman oluyor.9 Çok yaygın adlandırılmasıyla bu zaman, bir tür " altın çağ " ı
işaret eder; veya "asr-ı saadet"tir. En önemlisi, altın çağ her şeyin başında
meşruiyet kaynağıdır. Yaşanan zamanın vazettiği sorunların çözülmesinde,
altın çağa bakılır. Bu mitsel dönemin sürdürülmesi meşruiyeti sağlamanın
bir yöntemidir. Dolayısıyla meşru olmak ve meşru kalmak için sürekli altın
çağ mitine dönülür. Dolayısıyla siyaset, doğrusal bir zaman boyutunda de
ğil, daha çok ve özellikle döngüsel bir zaman boyutunda cereyan eder. 10 Mit
sel anlatım her şeyden önce, bir yorumlama, yaşamın içinden çıkan sorunla
rın çözümünde gayri ihtiyari kullanılan bir kalıptır. Gerçekten de mitsel söy
lemin yapısı, " alabildiğine zengin ve akışkan çeşitli durumların er geç içine
yerleştikleri bir tür kalıbı " işaret eder. 11 Mitlerin toplumsal eylemlerde gay
ri ihtiyari kullanılması, tıpkı dilin kurallarının söze dökülmesindeki gibi gö
rülebilir. Ferdinand de Saussure, dili ikiye ayırıyordu. Dilin tarihsel olma
yan, ses uyumlarından ve gramer kurallarından oluşan bir yönü vardı; yanı
sıra söze dönüştüğünde ortaya çıkan tümüyle tarihsel ikinci bir yönü vardı.
Dilbiliminin tayin ettiği söz ve dil düzeylerine bir yeni düzey eklenmektedir.
Bu üçüncüsü mitlere ilişkin bir düzeydir. Mit, ne anlattığı ile değil daha çok
ve özellikle nasıl anlattığıyla ilgili olarak hem dile hem söze bağlıdır. Dil, za
mana yayılan bir özellik taşır; söz ise, muayyen bir zamanın ürünüdür. " Oy
sa mit, hem söz gibi tekrar yaşanamaz bir zamanın içindedir; hem dili andı
ran bir şekilde zamana yayılabilir. Bu, onun ikili doğasının sonucudur. " 12
" Bir zamanlarda " veya " hatırlanamayacak kadar eskilerde " telaffuz edilmiş
bir söz olan mit, yaratıldığı ve seslendirildiği zamanın dışında da anlam ta
şır. Dolayısıyla geçmiş, hal ve gelecek ortaklaşa kullandığı zamansal dilim
lerdir. Mitin bu ikili özelliği, miti tarihin içine yerleştirdiği kadar, tarihin dı
şında bir tür tarihsizliğin düzleminde işleyen yeni bir dil haline getirir. Bu
şekliyle mitler, dile dönüşebilen daha doğrusu dönüşmüş sözlerdir. Dolayı
sıyla, yaşanan zaman içinde ifade edilen toplumsal eylemleri yönlendirirler;
bu eylemleri içerdikleri kalıba dökerler. Somut olarak ifade edilecek olursa,
denebilir ki, söz mertebesindeki toplumsal eylemin dili mitlerdir. Mitlerin
vazettiği gramer kuralları ki bunlara söylem kalıpları da denebilir; tarih, bu
kalıplar kullanılarak yaşanır. Mitlerin üslubuna uymayan, mitlerin kalıpları
içine girmeyen eylemler ve siyasetler, meşruiyetlerini kazanamazlar. Cassi
rer'in hükmünü hatırlayalım:
12 A.g.e., s. 230.
13 Ernst Cassirer, La Pensee Mythique, Minuit, 1 972, s. 20.
6 siyasi kültür okumaları
sı, geleneğin iznine tabidir. Kendiliğinden değil atfen meşrudur. Atıf kaynağı
da mitsel zamanın içinde barınır. Asıl uyulması ve sürdürülmesi gereken de
ğerler oradadır. Mitsel zamanın değerlerine atıfta bulunmak, yaşanan zama
nın üzerine bir tür sihir serper ve bu yolla onu meşrulaştırır. Yukarıda belir
tildiği gibi Osmanlı metinleri ve siyasi uygulamaları, bu bakımdan örnek teş
kil ederler.
Mitsel zamanın başlangıcı ve sonu kronolojide kesin olarak tayin edi
lemez. Sıklıkla, Osmanlı kurucu ataları, Kadim Yunan kültürünün Aristote
les, Platon, Büyük İskender gibi isimlerinin yanı sıra, İslamiyet'in asr-ı saadet
döneminden Ali ve Ömer örnekleri ve İslam öncesinin Cemşit, Nuşirevan, Af
rasiyap, Keyhüsrev gibi İrani ve Türki kahramanlar ve tabii kadim kanunlar
ve örf, adeta aynı sahnede ve mitsel zamanın içinde bir aradadırlar. Her biri
kendine özgü vasıflarıyla örnek alınması gereken, yaşanan hayata hükmede
bilecek figürlerdir. Onların zamanlarında vazedilen kurallar, içinde bulunu
lan ve yaşanan zaman için de geçerlidir. Ducelier'nin tespitlerine göre, Bi
zans'ta da aynı anlayış söz konusuydu.15 Bu türden anlayışlar, geleneksel ta-
Padişahlar, sahib-i tedbir kulları ile müşavere[dedir] ... [İş başında] alim, fa
zıl ve arif ve kamiller [vardır] ... Vezirler, ham tamadan bürra[dır] . . . Kitabet
fenninde mahir[dir] . . . Salah ve diyanetle vasıflanmış[tır] . . . Felah ve adalet
le tanınmış[tır] . . . hüsn-ü tedbir[lidir] . . . hod rey [değildir] . . . [Asker ise),
Aleme bela olan rüşvet. . . Hazine berbat . . . Kul ta'ifesi here ü merc . . . Para
kesik . . . da'ima su-i tedbir . . . Kanun-u kadim gözetilmez ... Zorbalar ve fitne
ve fesad zuhuru . . . Memleket ve re'aya ahvalleri muhtel ve müşevveş . . . Üs
lub-i sabıktan çıkup ... Alem'de ihtilal... Adaletliklerinde kusur . . . Kura ve
mezari' harab ... Re'aya ve beraya perakende [dağınık] ... Vükela-i devlette
hased . . . Kul ta'ifesi, arasına yabancı karışmakla saflığını [ve hasletlerini]
kaybetmiş ... Garez ve intikamla hareket ... Keç tarike salik [eğri büğrü tavır
lı] . . . Kanun-ı Al-i Osman bozulmağla . . . Ahval-i alem here ü merc. . . Vükela,
ayin ve erkan bilmez; padişah ekmeğiyle perverde olmamış; Devlet-i Aliy
yeyi kayırmaz. . . Hazinede kıllet [kıtlık] . . . Kuzatda rüşvet ... canib-i düşmen
de fırsat ... Kurbiyette hıyanet . . . Ulemada tama' ve hamakat ... Hala tarik-i
18 A.g.e.
19 Bkz. Bernard Lewis, "Ottoman Observes of Ottoman Dedine'' , Islamic Studies, 1 962, s. 7 1 -87.
osmanlı siyasi düşüncesinde çark-ı felek Oa foıtuna) anlayışı 9
tida zuhurunda ila-yevmina haza mazhar olduğu fütuh ve galibiyet ve şan u şevket ittihad ve itti
fak ve ref'i nefsaniyet ve şikak ile hasıl olduğu vareste-i kayd-ı işaret iken bir müddetten beru ikri
za-i gerdiş-i çerh-i gerdan ile şiraze-i ecza-i nizam perişan [ . . ] Saltanat-ı Seniye'nin kuvveti suret-i
.
22 " Zabt-ı memalik ve muhafaza-i re'aya onlara [yöneticilere] vedi'a olmağla" . Unutmamak gerekir
ki, Mustafa Ali'nin kendine yakıştırdığı sıfatlardan biri " hadim'ül-ahali"dir. Keza III. Selim'in di
linde " halka hizmet, [kendisi için] mahz-ı safa "dır. Yani tam bir mutluluktur.
23 Cemil Oktay, "' ... Ve bunun Gibi Tedbire Siyaset Dider'; Tursun Bey'in Siyaset Tanımı Üzerine
Notlar", 1.ü., Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, N. 40, Mart 2009, s. 43-5 1 .
24 Helene Ahreweiler, L 'ldeologie Politique de L 'Empire Byzantin, PUF, 1 975, s . 142.
25 Alain Ducelier, Les Byzantins, Histoire et Culture, Seuil, 1 988, s.5 1 .
osmanh siyasi düşüncesinde çark-ı felek (la fortuna) anlayışı 11
rini bağlayan ciddi kurallar olarak görülmezler. Kanımca bu, Türk siyasi ha
yatının öteden beri süregelen müzmin rahatsızlıklarından biridir. Yasalar,
hiçbir zaman iktidarların üstüne çıkamamıştır. Yasalar, iktidar gücünün be
ğenisine uygun düştüğü ölçüde uygulanırlar. Dolayısıyla yasalar, iktidarın işi
ne geldiği ölçüde yasadır. Bu açıdan da yasa olmaktan çıkar. Her kurum ve
kişinin üstünde evrensel anlam içeren yasa düşüncesi, ciddi ölçülerde cılız kal
maktadır. Bağımsız yargı, yargiç teminatı, idarenin yansızlığı türünden so
runların çözüme ulaştırılamamasının gerisinde yatan temel nedenleri bu açı
lardan da düşünmek gerekir.
Çark-ı felek anlayışını sadece Osmanlı kültürüne ilişkin bir anlayış gi
bi görmemek gerekiyor. Ünlü Ortaçağ tarihçisi Jacque Le Goff'un tespitlerini
izlersek, La roue de fortune, orta zamanların yaygın anlayışları arasındadır.26
Zamana hükmeden güç, La roue de fortune, Türçesiyle Çark-ı felek'tir. Çark
ı felek, denetimimiz dışında cereyan eden hayatı işaret eder. Bu denetim dışın
daki döngüyle amel etme zorunluluğu vardır. Bir bakıma çark-ı felek zamana
ve zamanın getirdiklerine katlanma halidir. Faal, hayata katlanmayıp hayatın
üzerine yürüyen, bu anlayışıyla hayata hükmeden bir birey ve bu türden bi
reylerden oluşan toplum söz konusu değildir. Organcı denge anlayışının yay
gın kabul gördüğü, değerler ve statülerin hiyerarşik bir hat izlediği geleneksel
tarım toplumlarını tamamlar. Osmanlı değerler sistemi hiyerarşisini belki en
iyi anlatan tespitleri Üstad Şekip Tunç'a borçluyuz. Tunç, Osmanlı divan ede
biyatını işaretle der ki,
dır. Wessex Krallığı, çok farklı değildir. Orada da, toplum ve siyasi düzen
benzer üç sınıf üzerine bina edilmiştir. Bunlar, gebedmen; fyrdmen ve weorc
men' den oluşur.28 Charles Loyseau'nun 1 7. yüzyıl başındaki sözcükleriyle
"Tanrının evi [yeryüzü beşeri düzeni] tek gibi görünse de aslında üç gözden
[toplumsal sınıflardan] oluşur. "29 Loyseau'nun sözcüklerine dikkat edilirse,
toplum tanrısal bir yapıdır; başka bir deyimle yaratılmıştır; oluşan bir şey de
ğildir. Kınalızade Ali de toplumu ilahi varlığın yeryüzündeki bir yansıması gi
bi görür ve peygamberlik dahil her sıfat adalet gereğidir.30 Bu konuda Ali'nin
toplum anlayışı Bizans'ın entelektüel imparatoru Porfirogenetis ile benzeşir.
Erguvani imparator, yazılarında "yeryüzünün semavi olanı aynen yansıttığı
nı " savunuyordu.31 Toplum yapısı da, toplumu yöneten imparator da Tanrı
iradesiyle oluşmuştu; değiştirilemezdi; sonsuza kadar kalıcıydı. Bireylerin
toplum içindeki yerlerini itirazsız kabullenmeleri adeta ibadet hükmünde gö
rülmüştür. İşaret edilen bu üç sınıfın oynadığı " kutsal" oyun, Batı coğrafya
larında Le Goff'un ifadesiyle bir oyunbozan tarafından bozulmuştur. Oyun
bozan aktör, burjuvazidir.32 Oyunun bozulması, toplumun tanrısal değil in
sani, dolayısıyla değişebilir olması gerçeği sonucudur. Oyun biraz da röne
sansla ve rönesansın zihniyet düzleminde getirdiği yeniliklerle bozulmuştur.
Rönesans kalemlerinden Machiavelli'nin orta zamanların la roue de
fortune anlayışından hareketle la fortuna kavramını üretmesi yeni zamanla
rın da habercisidir. Aynı kalemin "yeni düzen" arayışlarını tamamlar.33 Flo
ransalı yazarın la fortuna'sı, biraz eskinin uzantısıdır; biraz da yeniyi anlama
ya ve yeniyi kurgulamaya çalışır. Ortaçağ'ın Kuzey Afrikalı usta tarihçisi İbn
i Haldun da la fortuna anlayışını baht sözcüğüyle nitelendiriyordu. 34 Baht da,
hayatın içinde ve irademiz dışında önümüze gelen beklenmeyen koşulları ta
nımlıyordu. İradeyle birlikte insani eylemlerin sonuçlarını tayin ediyordu.
Baht veya La fortuna, sadece siyasi eylemlerin önüne çıkan engelleri değil, ay
nı zamanda fırsatları da işaret eder. Siyasi eylem, La virtu'nün La fortuna'yı
değerlendirerek kamusal alanda başarılı olmasına yönelikti. La virtu, ahlaki
bir değeri değil, daha çok ve özellikle siyasi bir değeri ifade eder. Cesaret, ka-
28 Geroges Duby, Les Trois Ordres ou L 'lmaginaire du Feodalisme, Gallimard, 1 976, s. 1 27, 1 2 8 .
29 Georges Duby, a.g.e., s. 1 1 .
30 Kınalızade Ali, Ahtak i Alai, Bulak baskısı, 1 833, s . 47.
-
rar alma ve önünü görebilme gibi yetenekleri içerir. Aynı zamanda müdebbir,
Yunanca dilinin sözcükleriyle, phronimos kişiliği betimler.
Osmanlı yöneticilerinin, önlerine gelen koşullar çerçevesinde ve geç
mişten beri süregelen mitlerini de kullanarak yeni bir sistem oluşturmak veya
modernleşme döneminde itibar ettikleri hedefi anlatan söylemleriyle " alem-i
medeniyetin terakkiyat-ı hazırasına ulaşmak " için belli bir La virtu örneği
sergilediklerini söyleyebiliriz. Tanzimat'la birlikte, eskinin temeddün kavra
mından hareketle ve geçmişin altın çağ kalıbını geleceğe yansıtarak, yeni siya
setleri meşrulaştırma becerisini gösterdiler. Cumhuriyetin kurucu kuşakları,
böyle bir iklimin içinde yetiştiler ve yetiştikleri iklimin gereği yeniliklere te
reddütsüz açıldılar. Dünün mitsel kalıpları, onların tarih içindeki amellerini
önceki kuşaklarda hep olageldiği gibi alttan alta belirledi. Bu tespit yerinde
bir tespit ise, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerindeki yenilikleri kopuş diye
adlandırmak, kaba ve yüzeysel bir tahlil olmaktan öteye geçemez.
2
"Hum" Zamiri'nin Serencamı:
Kanun-ı Esasrnin ilanına Muhalefet Üzerine
Bir inceleme
GİRİŞ
ndokuzuncu yüzyılın son çeyreğine girerken, Osmanlı siyasi sisteminin
O karşılaştığı önemli değişimlerin başında, Kanun-ı Esasi ilanı ve bunun
doğal sonucu olan Meclis-i Mebusan'ın 1 8 77 Martı'nda küşadı gelir. Bir ba
kıma, Kanun-ı Esasi'nin ilan edildiği 23 Aralık 1 8 76 tarihini, yüzyılı aşan
parlamento yaşamının ve anayasacılık geçmişinin milat noktası olarak düşü
nebiliriz. Bu tarih, gravürlerden öğrendiğimize göre, İstanbul'un yağmur al
tında olduğu bir gündür ve aynı gün Kasımpaşa Bahriye Nezareti'nde ulusla
rarası İstanbul Konferansı'nın Balkan sorunlarına çözüm bulmak için toplan
dığı tarihtir.
O günlerin yönetim kadroları tarafından bu miladın nasıl yaşandığını
bilmek, sonraki dönemlerin siyasi gelişmelerini anlamaya yarayacak önemli
ipuçlarının yakalanmasını sağlayabilir. İpuçlarına ulaşmanın başlıca yolların
dan biri, Kanun-ı Esasi'nin ilanına muhalefetin özelliklerini tanımayı gerekti
riyor. Görüleceği gibi, Yeni Osmanlıların 1 866 ortalarından beri yürüttükle
ri anayasacılık hareketlerine karşı sergilenen muhalefetin anlaşılması, yalnız
ca 1. Meşrutiyet düzeninin neden çok kısa soluklu kaldığı sorusunu yanıtla
makla kalmaz; aynı zamanda, Osmanlı siyasi üslubunun derinlerde kök sal
mış özelliklerini de gün ışığına çıkartabilir.
Kanun-ı Esasi üzerindeki en hararetli tartışmaların sonuçta bir gramer
tartışmasına dönüşmesi, günümüzde belki birçok kişiye yadırgatıcı görünebi
lir. Ne var ki, "Hum" zamirinin kimleri belirlediği sorusunun yanıtı, tartış-
16 siyasi kültür okumalan
maların en can alıcı noktasını oluşturmuştur. " Hum" a verilen anlama göre,
anayasa ve onun getireceği yenilikler arasında Meclis-i Mebusan meşru veya
gayrimeşru olabiliyordu. Dahası, "Hum " un anlamı, o gün için yorumcusuna
ikbal kapılarını ardına kadar açabildiği gibi, sürgün yollarını da işaret edebi
liyordu. Böylesine önemli hale gelen " Hum" zamiri tartışması nereden kay
naklanıyordu ?
Al-i İmran Suresi'nde "Veşavir hum fi'l-emr " denilmişti. " Bir hüküm
verirken, bir şey yaparken onlara [hum] danışınız" diye ifade edilebilecek bu
Kur'an ayetindeki "onlar" dan kimlerin anlaşılması gerektiğine gelince, yak
laşımlar o denli farklı olabiliyordu ki, taraflardan birine göre diğeri, en ölçü
lü deyişle " fesat erbabı"ydı. Sonuçta, Osmanlı siyasi üslubunun değişmez ku
ralı işledi ve iktidar yorumunun karşısında kalan yorumlayıcıları "fesat erba
bı " diye nitelendirdiler. Üstelik resmi dille " nefy" ettirdiler. Çok kısa bir süre
sonra ise, iktidar dengeleri değişmesi dolayısıyla bu kez de anayasacılardan
bazıları ki onlar arasında bizzat yeni seçilip gelen meb'usları da saymak gere
kir; " fesatçı " sayıldılar ve sürgüne gönderildiler. Bilindiği gibi, sonradan otuz
yılı aşkın bir dönem boyunca, Kanun-ı Esasi ve Meclis-i Mebusan adlandır
maları başta gelmek üzere, bu kurumları anımsatan her türlü sözcük sansür
konusudur. Telaffuz etme cesareti gösterenler de başlarını ciddi belalara so
karlar. Sözcüklerin yeniden gündeme açıkça gelebilmesi için tüm bir Rume
li'nin ayağa kalkması ve Sarayla Babıali'yi tehdit etmesi gerekmiştir.
"HUM" VE İKTİDAR
1 9 . yüzyıl Avrupa tarihinin en temel özelliklerinden birisi, siyasi iktidarın gi
derek daha fazla halk yığınlarına dayanması olgusudur. Genel oy henüz bir
çok ülkede geçerli olmamakla beraber, Batı'nın önde gelen ülkeleri, halkı
temsil eden parlamentolarla yönetilmektedir. Siyasal iktidarlar artık halk yı
ğınlarının eğilimlerine kulak vermektedir. Örneğin Tanzimat yıllarının ka
lemlerinden Sadık Rıfat Paşa, bir risalesinde kamuoyunun Avrupa ülkelerin
de ne denli etkili olduğunu anlatır. Paşa'nın kendi deyişiyle, " . . . mizac-ı asr ve
efkar-ı zamane cuş-u huruşa gelmiş bir nehre şebihtir. Ve cihanda def ve iza
lesi muhal olan ahvalden biri, itikad ve diğeri efkar-ı ammedir " .1 Bireyin,
1 Sadık Rıfat Paşa, " İdare-i Hükümetin Bazı Kavfüd-i Esasiyyesini Mutazammın Risale" , Muntaha
bat-ı Asar, Yeni harflerle yayınlayanlar: M. Kaplan, İ. Ei:ıginün, B. Emil, Yeni Türk Edebiyatı An
toloiisi 11839-1965, 1.0. Edebiyat Fak. Yay. No. 1 874, s. 39. Aynı metnin daha sade bir dille ör
neği için bkz. Abdurrahman Şeref, (Sadeleştiren: Mübeccel Nami Duru), Tarih Söyleşileri, İstan
bul, 1 980, s. 108. Sadık Rıfat Paşa için bkz. Ali Fuat, "Rical-iTanzimattan Rıfat Paşa " , Türk Ta
rih Encümeni Mecmuası, Yeni Seri, Cilt 1, Sayı 1 -2, Letafet Matbaası, İstanbul, 1 930.
•hum" zamiri'nin serencamı: kanun-ı esasrnin ilanına muhalefet üzerine bir inceleme 17
içinde bulunduğu toplumsal statüden bağımsız olarak bir değer haline geldi
ği Batı toplumlarında, bu bireylerden oluşan halk, siyasi iktidarın adeta yeni
tanrısıdır. Meşruiyet halktan kaynaklanır; iktidarların izleyeceği siyaseti, so
nuçta halkın eğilimleri belirler. Özetle, Batı Avrupa toplumları giderek artan
bir biçimde "demos "un egemen olduğu toplumlar haline gelmektedir.
Oysa Osmanlı toplumu geçen yüzyılda hala daha geleneksel bir top
lumdur. Başka bir ifadeyle, birey, toplumsal statüden bağımsız değerlendi
rilen bir varlık değildir. Toplum, hukuk açısından eşitleşmiş bir toplum
manzarası göstermez. Hukuk, eşit bireylerin ilişkilerini düzenleyen bir hu
kuk değil, statüleri düzenleyen bir hukuktur. Tanzimat'la başlayan yenileş
me girişimlerinin başarıları henüz bu alanda pek cılızdır. Müslim veya
" gayrimüslim " olmak, birçok hukuki ilişkiyi düzenleyen temel bir ölçüdür.
Bireyi, içinde doğup büyüdüğü etnik ve dinsel cemaati şekillendirir.
1 8 3 9 'dan beri Hat'lar ve Ferman'lar ne derlerse desinler, Osmanlı insanının
kafasındaki yerleşik değerler açısından bireyin statüsü her şeyden önce ge
lir. Ait olduğu cemaate göre, ya da toplumsal hiyerarşideki sırasına göre,
herkesin hakkı ve hukuku ayrıdır; herkesin "haddi" bellidir. Tanzimat'ın
bütün yenileşme çabalarına karşın, 1 8 70'li yıllarda, vergi açısından bile bi
reyin dinsel cemaati önemli bir ölçüdür. Yeni açılan okullarda Müslüman
çocuğu ile Hıristiyan çocuğunu yan yana oturtmaktan, Müslüman olma
yanların askere alınmalarına kadar her şey yerleşik değerleri altüst eden so
runlardır.
Bütün bunların yanı sıra, Osmanlı insanı geleneksel toplumun kurum
larını yüzyılın başlarından beri yadırgamaya başlamıştır. Tanzimat'la birlik
te, geleneksel olanın, bir kısım bireyler tarafından yadırganır ve rahatsız edi
ci bulunmasının daha da hız kazandığını biliyoruz. Bu anlamda Tanzimat,
farklı zihniyetlerin, farklı görüşlerin yaşamın birçok safhasında derinden de
rine çatışmaya başlamasının bir adıdır.2
Yukarıda işaret edilen gramer tartışmasının altında yatan asıl neden de
işte bu çatışma oluyor. "Hum " u yalnızca Müslümanlarla sınırlandırmak, ya
da " Hum" dan dinsel cemaati ne olursa olsun bütün ahaliyi anlamak, zihni
yet farklılıklarına göre belirlenen değişik yorumlardır. Bu arada kafalarda ki
mi belirliyor olursa olsun, " onlar " a danışma fikrini bile zor benimseyenler
vardır. Fetva Emini Halil Efendi'nin anlayışı örneğin böyledir. Abdülaziz'in
halledilmesi için "çarşaf kadar fetva " vermeye hazır Halil Efendi, halkın eği-
2 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, "Tanzimatta içtimai Hayat", Tanzimat l, Maarif Matbaası, İstanbul,
1 940.
18 siyasi kültür okumalan
Fetva Emini, bu sözleri çok köklü bir geleneğin temsilcisi sıfatıyla söy
lüyordu. Hükümet etmenin temsil yeteneğini değil, malumat sahibi ve umur
dide olmayı gerektirdiği bir sistemde, " bir takım cahil "lere danışmak ve on
ların " rey"lerini almak ciddi bir iş olamazdı. Fetva Eminliği'nin bu görüşün
de yalnız olmadığını belirtmek gerekiyor. Örneğin Sadrazam Rüşdü Paşa'ya
göre, " meşrutiyet idaresinde vatandaşlarda kabiliyet yoktur. Ahalinin hürri
yetinde her türlü mazarrat vardır. "11
Kısacası, yerleşik Osmanlı zihniyeti açısından, siyasi iktidar ilişkilerin
de ve iktidarın kullanılması konusunda " onlar" ın yani halk faktörünün yeri
olmaması gerekir. Siyaset daha çok seçkin işi, bilme, devlet idaresinden anla
ma sorunudur. Bu açıdan bakıldığında, geleneksel anlayışa göre yorumu ne
olursa olsun, " Hum ", siyasetin temeli olamaz.
Kanun-ı Esasi çerçevesinde siyasi iktidarı sınırlandırmaya gelince, bu
na da gerek olmadığı geleneksel kalıplarla ifade ediliyordu. Cevdet Paşa'ya
göre, " Madem ki makam-ı muallay-ı saltanata bir padişah-ı akil cülus
etmiş [ti] . O halde Kanun-u Esasi'nin ilanına lüzum kalmamış[tı] . " 5 Muhafa
zakar kanadın bu ünlü ismi, kuşkusuz bu sözleriyle "makam-ı muallay-ı
saltanat" a oturan Abdülhamid'e yaranma gayreti içinde değildir. Ancak dü
şünce tarzı her unsuruyla gelenekseldir. O gelenek de, siyasi iktidar karşısın
da güvenceyi, belirli, herkese ve her durumda uygulanabilir a priori yasal dü
zenlemelerde değil; iktidar sahibinin erdeminde arayan anlayışa dayanır.
3 Süleyman Paşa, Hiss-i inkılap, Berksoy Matbaası, İstanbul, 1 958, s. 50. Yaklaşık bir yüzyıl sonra
söylenen ve Cevdet Kerim İncedayı'ya mal edilen şu sözler, Halil Efendi'nin ifadesiyle ne kadar da
uyuşur: "ülkenin yönetimini Hasolara, Memolara [veya Hüssolara da olabilir] bırakacağız" . Bkz.
Turan Güneş, Araba Devrilmeden Ônce, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1 982, s. 1 0 1 .
4 Süleyman Paşa, a.g.e., s. 48-49.
5 Bekir Sıtkı Baykal, "93 Meşrutiyeti ", Belleten, Cilt VI, Sayı 2 1 -22, 1 942, s. 57. Keza bkz. Enver
Ziya Kara!, Osmanlı Tarihi, Cilt VIII, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1 983, s. 22 1 . Ahmet Sa
ib, Abdülhamid'in Evail-i Saltanatı, Kahire, 1 326, s. 72.
"'hum" zamiri'nin serencamı: kanun-ı esasi'nin ilanına muhalefet üzerine bir i nceleme 19
kişmeyi saraydan izlemekle geçer. Özetle, Biibıiili'nin rakipsiz patronu Ali Pa
şa'nın ölümünü izleyen beş yıl, bir yazarın deyimiyle " kaos dönemi " dir. 11
Önce Bosna ve Hersek, onların ardından Bulgaristan ayaklanmaları bu kao
su daha da yaygınlaştıran olaylardır. Kaos, İmparatorluğun merkezinde ilk
işaretini Mayıs 1 8 76 başındaki Talebe-i Ulum hareketiyle verir. 12 Artık
"Meşrutiyet" , " Konstitüsyon ", "Kanun-ı Esasi" sözcükleriyle ifade edilen
yeni bir rejim arayışı, Yeni Osmanlıların yayınladıkları fikirlerin arasından
çıkmış, İstanbul'un sokaklarına inmiştir. Ne var ki, bir Fransız tarihçisinin
kendini beğenmiş tavrıyla dediği gibi, İstanbul'da, Divanyolu'nda ve Sirke
ci'de " konstitüsyon" isteyenler, "isteklerinin somut olarak ne anlama geldiği
ni bilecek durumda değillerdir. "13
Midhat Paşa'nın önderliğini yaptığı anayasacıların yönlendirdiği Tale
be-i Ulum hareketi sonunda, Babıali' den Mahmud Nedim Paşa, Saray' dan da
Abdülaziz uzaklaştırıldı. Bu her yönüyle askeri bir darbe sonucu gerçekleşti.
Darbenin temel amacı da, bir kısım darbeciler açısından meşruti bir rejim
kurmaktı. Süleyman Paşa, Hiss-i İnkılap'ta bu noktayı açıkça belirtir: " . . . Te
beddül-ü saltanat hiil-i hazır istibdadı vikaye için olmadı. Herkes milletin is
tikbalini temin için bu fedakarlığı deruhte etti " . 14
" . . . Tebeddül-Ü Saltanat" konusunda anlaşan ekibin, kurulması düşü
nülen yeni rejim üzerinde sanıldığı kadar aynı görüşlere sahip olmadığını gö
rüyoruz. Şeyh-ül-Vüzera Namık Paşa'nın hiç değilse yalnızca Müslümanlar
dan bir meclis kurulması önerisi bile " ruj " (kızıl ve ihtilalci) olmakla nitelen
dirilecektir . 1 5 Başka bir deyişle, "ahaliyi " temsil yetkisine sahip meclis açıl
ması ve iktidarın anayasa hükümleriyle sınırlandırılması, "aşırı ", dahası faz
la "ihtilalci" bir çözümdür. "Ruj olma "ya Osmanlı yöneticilerinin rıza gös
termesi, Balkanlar'daki ayaklanma girişimleri ve savaşın doğurduğu uluslara
rası bunalım sonucunda mümkün olacaktır. Avrupa diplomasisi, yönetimden
11 Roderich H. Davison, Reform in The Ottoman Empire1856-1876, Bölüm VIII, Princeton Univer
sity Press, 1 96 3 .
1 2 Süleymaniye v e Fatih Medreselerinin öğrencileri, İbnülemin'in yazdığına göre, "Devlet v e memle
ketin hukuk ve istiklali pamali ada olduğu bir zamanda derslerle iştigal, muvafıkı hamiyyet ve di
yanet değildir" diye düşünmektedirler. A.g.e., s. 300-301 . Talebe-i Ulum hareketinin bir tahlili
için bkz. tlter Turan, "Osmanlı İmparatorluğu Son Döneminde Öğrenci Siyasal Faaliyeti " , l. Ü. ik
tisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 29, No. 1 -4, 1 969-1 970. Keza Andre Daniel, L'Annee Politique,
1876, Paris, 1 877.
13 Frantz Despagnet, La Diplomatie de Troisieme Repub/ique et Le Droit des Gens, Sirey, Paris,
1 904, s. 39.
14 Süleyman Paşa, a.g.e., s. 49. Darbecilerin siyasi eğilimi konusunda bkz. Henri Eliot, Bir Hakika
tin Tezahürü, İstanbul, 1 946, s. 12.
15 A.g.e., s. 49.
11hum" zamiri"nin serencamı: kanun·ı esasrnin ilanına muhalefet üzerine bir inceleme 21
18 Mahmut Celaleddin Paşa (haz. İsmet Miroğlu), Mir'at-ı Hakikat, Berekat Yayınları, İstanbul,
1 983, s. 1 75 . Burada özenle belirtmek gerekir ki, Midhat Paşa'nın Anayasa ilanını yalnızca dış si
yaset sorunu olarak görmediği açık bir gerçektir. Anayasal meşruti rejim istekleri, Abdülaziz'in ilk
saltanat yıllarına kadar uzanır. Yeni Osmanlılar ise bu tür isteklerin militan kadrosunu oluşturur
lar. M.C. Paşa'nın ifadesini değerlendirirken Kanun-ı Esasi'ci bir kadronun varlığını ve bu kadro
nun Midhat Paşa tarafından yürütülen önderliğini gözden ırak tutmamak gerekiyor. Ancak, 1 876
Aralık ayında Kanun-ı Esasi'nin ilan edilmesi, daha çok dış siyasetin dinamiklerinden yola çıkıla
rak mümkün olmuştur.
19 Ahmet Saib, Abdülhamid'in Evail-i Saltanatı, Kahire, 1 326, s. 74.
20 Olaylar zorladığı ve gerekli görüldüğü zaman, ideal şema olarak Şeriat her şeyi içine almaya elve
rişli bir çerçevedir. A. F. Başgil'in deyimiyle "o, boş bir ambar" dır. Bkz. A. F. Başgil, Türkiye Si
yasi Re;imi ve Anayasa Müesseseleri, Ders Notları, Teksir, İstanbul, 1 955, s. 20.
"hum• zamiri'nin serencamı: kanun-ı esas1'nin ilanına muhalefet üzerine bir inceleme 23
21 Hakkı Tarık Us, Meclis-i Mebusan, İstanbul, 1 940, s. 10. Nutk-u Humayun. Keza bkz. Recai Ga
lip Okandan, Amme Hukukumuzda Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet Devirleri, İstanbul, 1 946, s.
1 1 8.
22 Midhat Paşa'nın kaleme aldığı Cülus Hattı müsveddesinde geçiyor. Nakleden: A. Saib, a.g.e., s. 25.
23 Ahmet Midhat Efendi'nin lttihad'da çıkan yazısı. Nakleden: Mithat Cemal Kuntay, Namık Ke
mal, Cilt il, Maarif Basımevi, İstanbul, 1 956, s. 1 37.
24 Hakkı Tarık Us, a.g.e. Nutk-u Humayfin, s. 1 0- 1 1 ve R. G. Okandan, a.g.e., s_ 1 1 8 .
24 siyasi kültür okumalan
Ahmet Midhat Efendi, Üss-ü lnkılab başlıklı yapıtında, Kanun-ı Esasi öneri
si karşısında tavır alışları "tarafgiran " ve " hilafgiran " başlıkları altında ikiye
ayırır.25 Gerek Kanun-ı Esasi fikrini benimseyen, gerek bu fikre muhalif olan
taraflar da kendi içlerinde türdeş özellikler göstermezler.26 Örneğin, meşruti
monarşi önerisini benimseyen, Batılı yazarların "liberaller" diye tanımladığı
grup, kendi içinde iki ayrı eğilimden oluşuyordu. Bu eğilimlerden birincisine
göre, " Kanun-ı Esasi'yi devlet vermez[di] , millet alır[dı] " . 27 Bu grup, aynı za
manda anayasal rej im meselesini toplumsal gelişmeyle birlikte ele alan bir
gruptur. Toplumsal gelişmeci grubun düşüncelerini en iyi özetleyen Vartan
Paşa'nın " Beylerbeyi Sarayı'nın yanında bir fabrika açılmasına [tanık olma
dan] , memleketin adam olduğunu görmeyeceğim" yolundaki sözleridir.28 Ge
ne aynı gruba göre, devlet tarafından Kanun-ı Esasi ilan edilmesi " milletin
rüşdünü" ispat etmezdi.
Tarafgiran'ın ikinci eğilimine göre ise, imparatorluğun özel şartları do
layısıyla -ki bu yaklaşım "biz farklıyız" sözleriyle dile getiriliyordu- Kanun-ı
Esasi, ancak devlet otoritesinin üstesinden gelebileceği bir iş oluyordu. He
men Yeni Osmanlıların tamamı, özellikle siyasi plandaki önderleri Midhat
Paşa, böyle düşünenler arasındadır. Bu görüşü Ahmet Saib şöyle ifade eder:
Bu maksadı [yani Kanun-ı Esasi'yi ilan] elde etmek için bizim gibi cahil ef
rattan müteşekkil milletin başında hükümdar olan zad, bu fikrin mürevvi
ci bulunması şarttır. 29
25 Ahmet Mithat Efendi, "Kısm-ı Sani Cülus-u Humayun'dan Bir seneye kadar", Üss-ü lnkıliip, Tak
vim-i Vekayi Matbaası, İstanbul, 1 295, s. 1 78 - 1 79.
26 Tarık Zafer Tunaya, ilk siyasi bölünmelerin bu dönemde ortaya çıktığını yazar. Bkz. T. Z. Tuna
ya, " Osmanlı Anayasacılık Hareketi ve Hükümet-i Meşruta" , Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Cilt
6, 1 978, s. 228.
27 A. M. Efendi, Üss-ü lnkıliip , s. 1 79.
28 M. C. Kuntay, a.g.e., s. 1 06. A. M. Efendi'ye göre bu grup, "efkar-ı müfrid erbabı "ndan oluşuyor
du. A.g.e., s. 1 8 9.
29 A. Saib, a.g.e. , s. 1 9.
.. hum• zamiri'nin serencamı: kanun-ı esasrnin ilanına muhalefet üzerine bir inceleme 25
tur.40 " Rusya devletinde bulunan Müslümanların böyle bir meclise girme
hakkı olmaması, bizde de Meclis-i Umumi'nin lüzumsuzluğuna delil " dir.41
Bu arada İngiltere'nin de " Hindistan Müslümanlarına pek hak tanımadığı "
ileri sürülüyordu.42 Ayrıca Kanun-ı Esasi, Saltanat makamının yetkilerini sı
nırlandırması nedeniyle muhaliflerin görüşünde "hukuk-u hilafet"e dokunan
bir girişimdi.43 Bunun geleneklere çok ters düştüğünü düşünüyorlardı.
Muhalifler, "tarafgiran" ın ünlü kalemi Namık Kemal tarafından İtti
had gazetesinde yayınlanan makaleleriyle bir güzel haşlandılar. Namık Ke
mal onlardan, "rüfeka-yı şekavet", " Moskoflu '' , "cemiyet-i fesat'' , " on-oni
ki budala '' , " birtakım müfsitler'' , " hain '', "hain değilse, meclisin ne demek
olduğunu bilmez" , "arada dönen pol altınlarının" tesirinde kişiler olarak söz
etti.44 Ahmet Midhat Efendi'ye gelince, o, muhaliflerin "ümmet-i Muhamme
di kozaklara esir" etmeye çalıştıklarını yazıyordu.45 Bütün bu nitelemeler, Ba
bıali'nin muhalifler hakkındaki sürgün kararını alkışlama amacıyla İstanbul
Basını'nda sıralanıyordu.
lışını onarmaya çalıştığını yazar.47 Ne var ki, meşruti rej ime geçilme çalışma
larının yapıldığı bir dönemde, Babıali ve Genç Osmanlılar, meşruti rejimin
belki en önemli kuralını görmezlikten gelebilmişlerdir.
Sürgüne gönderilen muhalifler"' hakkında hükümetin yayınladığı bil
diriden, olayın iktidar tarafından nasıl değerlendirildiğini daha iyi izleyebili
yoruz. Bildiri metninde rastlanan muhaliflere yönelik nitelemelerden bazıları
şöyle:
En başta, muhalifler, "agraz-ı şahsiyesini devlet-Ü memleketin mazar
rat-Ü hasarında arıyan ve bu yolda her türlü su-i ef'ali irtikaba mail olan ba
zı erbab-ı mefsedet" ifadeleriyle tanımlanıyorlar. İzleyerek, bu kişilerin " bir
takım eracif-ü ekazip neşriyle eshan-ı umumiyeyi tahdiş ve devletin böyle ga
ileli zamanında umur-ı mülk-ü milleti teşviş " ettikleri, "neşriyat-ı muzırrala
rını artırarak ve enva-ı riyakarlık ile suret-i haktan görünerek iğfal edebile
cekleri adamların efkarlarını bozacak ve zabıta-i memleket-i karıştıracak hal
ü harekette bulundukları " ileri sürülüyordu.49
İktidar mensuplarının, muhalif cepheye yönelttikleri ithamlar genel
çizgileriyle bu merkezdeydi. Hükümetin muhalifler hakkında vardığı karar,
onların Arkadi Vapuru'na bindirilerek ivedi olarak Ege Adaları'na sürülme
leri oldu.
Bu ne ilk, ne de son sürgün hareketidir. Sürgün kararını alkışlayanla
rın bir kısmı sürgünden yeni dönenlerdi. Sürgün kararını verenler ise aynı akı
bete, ama bu kez anayasa çerçevesinde muhatap olacaklardı. Bu monist ve
otoriter siyasi geleneğin, hele ünlü hikmet-i hükümet anlayışının50 çok sıra
dan ve doğal bir uzantısı idi. Öyle bir doğal miras ki, " onlar"ın "kayıtsız şart
sız" egemenliğini ilan eden dönemde bile, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin,
dahası güçlenerek sürüp gidiyor. Başka metinlerde, muhalefet ve iktidarın eş
zamanlı olamaması diye nitelendirdiğimiz olgunun tam da buna işaret ettiği
ni belirtmek gerekiyor. Gerek Osmanlı dönemi gerek Cumhuriyet dönemi si
yasi geleneklerinde, iktidarın muhalefete, muhalefetin de iktidara tahammül
süzlüklerinin somut bir örneğiyle karşılaşılıyor.
ursun Bey, 1 5 . yüzyıl Osmanlı siyasi düşüncesinde, yer yer aşırı süslü üs
T lubuna karşın, konulara nüfuzu ve ne fazla ne eksik anlatımlı metinleri
nin ekonomisiyle temayüz eden bir kalem. Özellikle, siyaset tanımı yaparken
sade ve saydam ifadelere iltifat eder. Fatih ve il. Beyazıt dönemlerinin önde
gelen düşünürlerinden olan Tursun Bey, değişik resmi görevlerde bulunuyor.
Bunlar arasında en başta amcası Cebe Ali ile birlikte İstanbul'un fethi sonra
sında gerçekleştirilen kentin mukataa yazımı gelir. Bu işinde Fatih'e yakıı:ılığı
ve fıkıh bilgisi etkili olmuş görünüyor. Bursa'daki tımarını bu görevi dolayı
sıyla terk eden Tursun Bey, sonraki yıllarda çok değişik görevlere atanır. Fa
tih ve Beyazıt saltanatlarının birçok fetih seferlerine resmi sıfatlarla katılır.
Uzunca bir süre defterdarlık makamında da bulunacaktır. Hayatının sonuna
doğru kaleme aldığı Tarıh-i Ebü 'l-Feth, onun zamanımıza kadar gelen ünlü
metnidir. Tursun Bey'in kaleme aldığı tarih, İstanbul Fetih Cemiyeti'nin des
teğiyle ve Dr. Mertol Tulum'un özenli çalışmasıyla Latin harfleriyle 1 977'de
yayınlandı.1 Ben, bu tarihçinin adını ilk kez rahmetli hocam Prof. Dr. Yavuz
Abadan'ın derslerinde duydum. Prof. Dr. Halil İnalcık hocanın da " İdari Teş
kilat Tarihi" derslerinde sözünü ettiğini hatırlarım.2 Tursun Bey'in metnine
nüfuz etme fırsatını Dr. Tulum'un çalışması sayesinde buldum. İstanbul Üni-
1 Tursun Bey, Tarih-i Ebü'I Feth, haz. Dr. Mertol Tulum, Baha Matbaası, İstanbul, 1 977. İstanbul
Fetih Cemiyeti Yayınları'nda çıkmıştır.
2 Halil İnalcık, "Osmanlı Padişahı", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 1 3 ,
Sayı 4 , 1 958. İnalcık, b u makalesinde Tursun Bey'in saltanat anlayışını tartışır.
30 siyasi kültür okumalan
3 Tursun Bey hakkında açıklamalara yer veren ansiklopediler şunlardır: ls/am Ansiklopedisi, Kültür
ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 1 988, C. 1 212, s. 1 32. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Ana
dolu Yayıncılık, s. 5372. Dünde11 Bugüne lstanbu/ Ansiklopedisi, C. 7, 1 994. AnaBritannica, C.
2 1 Tursun Bey maddesi. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, Tursun Bey maddesi.
,
4 Aristoteles öğretisi izleyicileri, ustanın derslerini gezinerek anlatmasından esinlenerek birçok Batı
dilinde bu sıfatla anılırlar.
• ••. ve bunun gibi tedbire siyaset dirler": tursun bey'in siyaset tanımı üzerine notlar 31
ki . . . "; " hükemadan menkuldür ki" gibi veya "erbab-ı hikmet ve ashab-ı na
zar u tecribet' [in beyanlarından öğrenmek] "; "azizler demiş ki . . . " türünden
ifadeler onundur. Kesin yargılarını dile getirirken, "icma'-ı hukema bu üzre
dür ki " vurgusunu yapmayı ihmal etmez.5 Başka bir deyişle, arkasında kök
leri kadim Helen dünyasına kadar inen, Acem ve Arap kültürlerinin süzgecin
den geçerek İslami akidelere uyarlanmış köklü bir kültür tabanı vardır. Buna,
Türk-Moğol siyaset geleneklerini ve zaman çizgisinde ona çok yakın duran
Bizans'ın dingin birikimini de ekleyebiliriz. Metnin içinde sıklıkla bazen bir
ayet veya hadis, bazen de anlam güçlendiren beyitler zikreder. Temel esin
kaynağının Aristoteles olması çok görünür bir gerçektir. Esinlenilen Aristote
les öğretisi, tüm · Ortaçağ metinlerinde olduğu gibi inanç alanına uyarlanmış
bir öğretidir. Yazarın kendi kaleminden atıfta bulunduğu kaynak Hace Nasi
ru'ddin et-Tfısi'dir. Tfısi'yi "re'is-i hukema'-i İslamiyyfın, "6 İslam dünyası fi
lozoflarının başı olarak nitelendirir. Deneyim ve görüş sahipleri diye sözünü
ettiği isimlerin arasında en başta maiyetinde uzun süre bulunduğu Sadrazam
Mahmut Paşa'yı saymak gerekir. Tüm bu atıf kaynaklarına Fatih döneminin
düşünce iklimini de eklemeliyiz. Mehmet Ali Ayni'nin Türk Ahlakçıları met
ninde sözü edildiği gibi, Gazali-İbn Rüşt yaklaşımlarının padişah huzurunda
tartışıldığı bilinen bir husustur.7 Yine Adnan Adıvar'ın nakillerinden biliyo
ruz ki, bu dönem, Alaeddin Kuşçu'nun da dahil olduğu önemli düşünür ve
yazarların, İstanbul'a gelerek entelektüel yaşamı canlandırdıkları bir dönem
dir.8 Hüseyin Hatemi, Kuşçu'nun, Tfısi'nin Tecrid (soyutlama) başlıklı yapı
tını şerh ettiğini, ama bu yönüyle değil, daha çok matematikçi ve gökbilimci
yönüyle tanındığını belirtir.9 İbn Rüşt, bir peripatetik düşünürdür ve Aristo
teles'i Endülüs'ten itibaren Ortaçağ Avrupası'na taşıyan kalemdir. 1° Keza,
Kuşçu'nun ele alıp incelediği Tecrid'in yazarı Tfısi, tüm yönleriyle olmasa bi
le, Aristoteles öğretisini derli toplu nakleden önemli metinlerin sahibidir.
Maşrek coğrafyasının filozofları arasındaki peripatetikler, "meşaiyyun " diye
lum, " iyi bir yaşam" için gereklidir.13 " Ortak bir iyi" yaratılması, toplum ha
linin " telos "u, nihai amacıdır. " Ortak iyi ", toplum üyelerinin erdemlilikleri
çerçevesinde "orthos logos " la ( doğru akılla, aklıselimle) algıladıkları " iyi "
diye tanımlanıyor. Tursun Bey, " insanın siyasi bir canlı " olduğu kabulünü,
" insan, ünsten müştaktır"14 cümlesiyle ifade eder. Demek istediği şey şudur:
İnsan, diğer insanlara sokulma, onlarla ünsiyet (yakınlık) kurma arayışında
dır ve bu eğilim, onun "physis " inin, yani tabiatının bir sonucudur. Şöyle der:
" [Bunu] tabi'atten ister ve nice istemeye ki, yardımlaşmak içün birbirine
muhtacdur" . Devam eder: "Ve bu emr-i te'avün müyesser olmaz, illa bir ara
da cem' olmağla olur. " 15 (Her bireyin bir diğerinin ihtiyaçlarını karşılamak
anlamında karşılıklı yardımlaşmak, ancak toplum varsa olanaklıdır. Toplum
dışında, insanın hemcinslerine yararının dokunması olanaksız bir durumdur. )
Toplumsal i ş bölümü, Tursun Bey'in b u son tespitiyle, birlikte yaşamanın, ör
gütlü toplum olmanın gereği olarak işaret edilir. "Polis " veya " Civitas " . . . İs
lami gelenekler çerçevesinde ifade edersek, "Siyaset-i Medine " ; yani medeni
yet düzeni . . .
İkinci nokta, insanın çelişkili tabiatına ilişkindir. İnsan, bir taraftan di
ğer insanlarla birlikte olma eğilimindedir; diğer taraftan yine tabiatından ile
ri gelen özellikler nedeniyle farklı çıkarlara, toplum içinde farklı duruşlara sa
hiptir. Başka bir deyişle toplum, tekdüze bir bütün oluşturmaz; özellikle he
terojen bir birlikteliktir. Tursun Bey'in kendi dilinden dinleyelim:
13 Aristote, Ethique de Nicomaque, J . Voilquin çevirisi, Flammarion, Paris, 1 965, s. 124- 1 25 . "Or
tak iyi" anlayışı, farklı yaklaşımlar çerçevesinde ve zaman içinde çok değişik biçimlerde adlandı
rılmıştır. Akinolu Aziz Thomas'nın dilinde " bonum commune"; Rousseau'nun metinlerinde "ka
mu yararı "; Hobbes'un kaleminde " salus populi" olarak geçer. Hegel, o malum üslubuyla "devlet
yararı" diye adlandırır. Tocqueville'nin ifade şekli "ülke yararı "dır. Bkz. Julien Freund, Qu'est-ce
que la politique, Sirey, 1 965, s. 39.
14 Tursun Bey, a.g.e., s. 12, 7b. "İnsan ünsten müştaktır" ifadesinde insan sözcüğünün türediği mas
tardan dolayı tartışmalar olmuştur. Tartışmalar konu üzerinde yaklaşım farklılıklarını gösterir.
Bazılarına göre türetildiği mastar, üns değil, ins'tir. Bazılarına göre de üns 'tür. Üns mastarından
türemiş olduğunu düşünen ve iddia edenler, buradan itibaren insanın sosyal ve siyasi bir canlı ol
ma özelliğiyle de bağ kurarlar. Aynı kökten gelen "enes" sözcüğü, "vahşet" sözcüğünün karşıtı
dır. Yine Türkçede kullanılan " ünsiyet", samimi olmayı, uyum sağlamayı ve başkalarına alışmayı
ifade eder. Ünsiyet de üns'ten türemiş başka bir sözcüktür. Aynı kökle bağlantısı kurulan teennüs,
insan olma anlamındadır; isti'nı2s da, cana yakınlık ve başkalarına yaklaşma anlamını taşır. Bkz.
llhan Kutluer'in İnsan maddesi, lslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları. Bu maddede Kutlu
er, Ragıb el Isfahani'nin el Müfredılt'ına atıf yapar. Kutluer'e göre de insanın yaradılışı itibariyle
sosyal varlık olarak tanımlanması bu nedenledir. Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus, Tur
sun Bey'in ifadesine verdiği anlamdır. Metnin içinde değerlendirildiğinde, açıkça görülmektedir ki,
Fetih Tarihi'nin yazarı, insanın sosyal ve siyasi bir varlık olması gerçeğini vurgulamaktadır. Dola
yısıyla sözcük kökenleriyle ilgili tartışmalar birincil bir öneme sahip değildir.
15 Tursun Bey, a.g.e., s. 12.
34 siyasi kültür okumalan
16 A.g.e., s. 1 2, Sa.
17 A.g.e., s. 1 2 - 1 3 , 8b, 9a.
" ... ve bunun gibi tedbire siyaset dirter": tursun bey'in siyaset tanımı üzerine notlar 35
ya "tenazü ve temanü" diye ifade edilen durumlar, birkaç yüzyıl sonra başka
bir yazarın, Hobbes'un "insan, insanın kurdudur" veya "bellum omnium con
tra omnes [herkesin, herkese karşı savaşı) " özdeyişini andıran durumlardır.
Aristoteles'in Politika'sında uyardığı gibi, toplumsallaşamamış insan, büyük
ölçüde Homeros'un "Ocaksız, ailesiz, yasasız insan" olarak nitelediği insandır
ve bu tür insan, savaşa eğilimli olur; onu hiçbir şey durduramaz; diğer insan
ların üzerine saldırırken vahşi yırtıcı kuşlardan farksızdır.18 Siyasi toplum,
Tursun Bey'in adlandırmasıyla temeddün, yani medeni birliktelik, insanların
nesillerini devam ettirebilmelerinin, huzurlu ve varlıklı yaşamalarının gereği
dir. Siyasetin amacı, farklı olanları bir arada tutabilen, bu sayede de barışı ve
huzuru sağlayan toplumu inşa etmektir. Keza toplum, yani polis, aşırılıklar
dan uzak kalınabilecek, vasata ve dengeye uygun bir alandır. Daha doğrusu
toplumun, aşırılıklara tahammül edemeyen, ortaya çıktığı oranda onları buda
yabilen, yaşamı makule doğru çeken bir tabiatı olduğu söylenebilir.
Vasat, denge, orta yol ya da ifrat ve tefritten uzak durup, itidal üzere
hareket etmek . . . Bu yoldan giderek " ortak iyi"ye, adil topluma ulaşmak . . . İş
te Aristoteles öğretisinin Tursun Bey'e kadar gelen üçüncü önemli mirası. Tüm
orta zamanlar, daha öncesinde kadim Helen uygarlıkları, Doğu'da ve Batı'da
sahip olunması gerekli erdemleri, ölçülülük ve ihtiyatlılık kavramları üzerine
inşa eder. Toplum üyelerine her düzeyde öğütlenen şey, yaşamın bütün alanla
rında ihtiyatlı ve ölçülü olmaktır. Otorite sahiplerinin payına düşen de aynı
şeydir. Mutlak otorite sahibi padişahlardan, prenslerden bu konuda özellikle
aşırı duyarlılık beklenir. Çünkü, tek ve mutlak hakim olan padişahların otori
tesinin sınırlandırılmasını sağlayacak saltanat, ancak erdemli davranış ve ka
rarlar sayesinde olanaklıdır. Bu nedenledir ki, davranış ve kararlarda itidal an
layışı, orta zamanlarda dizginsizce coşturulmuş bir anlayıştır. ifrat ve tefritten,
yani aşırılık ve eksiklikten olabildiğince uzak durmak; cüretli değil, ama cesur;
savurgan değil, ama cömert olmak; vurucu kırıcı değil, gereği kadar yumuşak
ve istimaletle (herkesin onayını alarak ve güzellikle), hilmle davranmak; top
lumsal eylemi aklın güdümünde " evvel'ül-fikr; ahır'ül-amel"19 (önce düşünce,
sonra eylem), anlayışı doğrultusunda ve tutkulardan arınmış olarak gerçekleş
tirmek. Aristoteles'in sözcükleriyle phronesis (aklı başındalık) gereği karar
vermek; phronimos (aklı başında ve müdebbir) kişi olmak.20 Anlatılmaya ça-
18 Aristote, La politique, s. 1 6 .
19 Tursun Bey, a.g.e., s. 3 6 .
20 Phronesis v e phronimos sözcüklerinin Türkçe karşıtları için bkz. Aristoteles, Nikomakhos'a Etik,
Saffet Babür çevirisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1 9 88, s. 1 36-1 37.
36 siyasi kültür okumalan
lışılan, genel bir itidal tanımı yerine, her görgü} durumun vazettiği koşullar
doğrultusunda bir itidali tanımlamaktır. Parça başına tanımlanan bu itidal an
layışı, öğretinin bir başka yönüdür.
Aristoteles'in ölçülülük öğretisi hakkında geniş bir çalışma yayınlayan
Pierre Aubenque, öğretinin temel özellikleri arasında şunları belirtir: Öğreti
de ölçülülük entelektüel bir erdem olarak ele alınmış görünse de, genellikle
ölçülü kişiye gönderme yapılır. Başka bir deyişle ölçülü davranış, görgülden
itibaren ve yaşamın içinden tanımlanacaktır. Aristoteles'in kendi kaleminde
siyaset adamları arasında anılan örnek, Pelepones Savaşları'nda Atina'nın
ünlü yöneticisi Perikles'tir.21 Aslında phronesis (aklı başındalık, ölçülülük,
itidal), bazı metinlerde usta tarafından sophia ( bilgelik) anlamında da kulla
nılmıştır. Metafizik üzerine yazılan metin örneğin böyledir. Oysa Nikomak
hos 'a Etik 'de, phronesis kuramsal içeriğinden çok -ki artık sophia bağlantısı
yok gibidir-, eylemle ilişkisi açısından ele alınır. Artık söz konusu edilen, ph
ronimos (ölçülü, ihtiyatla davranan kişi) örneğidir ve tamamen görgü! bir du
rumdur; örnek hükmündedir. Sophia, ebedi bilgiyi içerir; oysa phronimos ki
şi, yaşanan koşullar içinde ve belli bir resmin ortasındadır.22 Diyelim ki, asıl
vurgulanan husus, varlık etiği değil; eylem etiğidir.23 İşaret edilen bu yönüy
le, insani yetenekler ölçüsünde ve imkan dahilinde gerçekleşebilir olanı elde
etmeye yöneliktir. Dolayısıyla, itidalli eylem ve kararı zamana ve zemine gö
re tanımlamak ve anlamak önemlidir. Tüm zaman ve zeminlerde geçerli bir
itidalden söz edilmiyor. Zamanla, zeminle sınırlı, yaşamın akışı içinde ortaya
çıkan, engelleri aşan veya fırsatları değerlendiren bir itidal. Maksimum değil,
optimum noktada bir itidal. Amaçsal değer ifade eden bir itidal değil, araçsal
değer ifade eden bir itidal.
Tursun Bey'in atıfta bulunduğu itidal genel çizgileriyle bu türden bir
itidaldir. Örneğin somut ve yaşanmış örnekleri öne sürer. Satır aralarında ve
ya açıkça hep olabilirlerin peşindedir. Afrasiyap, Kisra, Çemşid, Nuşirevan,
İskender, Ömer, Nizam'ül-Mülk gibi tarihi örnekleri veya sıklıkla yaptığı gi
bi hadisleri metnine alırken, amaç, tüm zamanları ve tüm zeminleri kapsayıcı
gerçekleri vurgulamaktan çok, belli bir durumda itidal ne anlama geliyor so
rusunu yanıtlamaktır. Büyük İskender, huzuruna getirilen bir mücrimi kesin
kanıtlara rağmen affeder. Tursun Bey, mutedil ve makul olduklarında iktidar
sahiplerinin "af ve ihsan lezzeti "ni, intikam ve cezalandırma halinden daha
The animal capturing season is pretty near over, and we have had a
meeting of all the white men connected with the expedition and
decided to break up the camp and take our animals to the coast and
sail back to Europe and to the States.
It was decided that Pa and I and the cowboy and a negro dwarf
belonging to a tribe we have been trying to locate should start for the
coast in the airship, and the rest of the crowd should go with the
cages, and all round up at a place on the coast in three weeks, when
we could catch a boat for Hamburg, Germany. So we got the airship
ready and made gas enough to last us a week and filled the tank that
furnishes the power for the screw wheel with gasoline, and in a
couple of days we were ready to let her go Gallagher.
It was a sad parting for Pa, ’cause all the captured animals wanted to
shake hands with him, and some of them acted more human than
some of the white men, and when the cages were all hitched up and
ready to move and the negroes had been paid off and given a drink
of rum and a zebra sandwich, Mr. Hagenbach embraced Pa, and Pa
got up on the framework of the ship and took hold of the gear, and
we got on and Pa told them to cut her loose, and a little after daylight
we sailed away towards the coast and left the bunch we had been
with so long with moistened eyes. Pa saluted the crowd and throwed
a kiss to the big ourang outang which had become almost like a
brother to Pa, the drivers whipped up the horses and oxen hitched to
the cages, and as the procession rattled along to the main road
going south Pa said, “Good-bye, till we meet again,” and just then
the wind changed, and in spite of all Pa could do the airship turned
towards the north and ran like a scared wolf the wrong way.
The procession had got out of sight, or Pa would have pulled the
string that lets the gas escape, and come down to the ground; but he
realized that if we landed alone we would starve to death and be
eaten by wild animals, so he let her sail right away from where we
wanted to go, and we all said our prayers and prayed for the wind to
change again.
Gee, but we sailed over a beautiful country for an hour or two, hills
and valleys and all kinds of animals in sight all the time, but now we
didn’t want any more animals, ’cause we had no place to keep them.
But the animals all seemed to want us. The lions we passed over
would roar at us, the tigers would snarl, the hyenas would laugh at
Pa, the zebras on the plains we passed over would race along with
us and kick up their heels like colts in a pasture, and the cowboy
stood straddle of the bamboo frame and just itched to throw his lasso
over a fine zebra, but Pa told him to let ’em alone, ’cause we didn’t
want to be detained.
We passed over rivers where hippopotamusses were as thick as
suckers in a spring freshet, and they lookd at us as though they
wouldn’t do a thing to the airship if we landed in their midst.
We passed over rhinoceroses with horns bigger than any we had
ever seen, and we passed over a herd of more than a hundred
elephants, and they all gave us the laugh.
We passed over gnus and springboks and deer of all kinds, and
when they heard the propellor of the airship rattle, they would look
up and snort and run away in all directions. Some giraffes were
feeding in the tree tops at one grove, and Pa let the ship down a little
so we could count the spots on them, and I had a syphon of seltzer
water, and I squirted it in the face of a big giraffe, and he sneezed
like a cat that has got a dose of smelling salts, and then the whole
herd stampeded in a sort of hipty-hop, and we laughed at their
awkwardness.
We sailed along over more animals than we ever thought there were
in the world, and over thatched houses in villages, where the
negroes would come out and take a look at us and then fall on their
knees and we could see their mouths work as though they were
saying things.
Along towards noon Pa yelled to the cowboy that we would have to
land pretty soon, and to get the drag rope ready, ’cause we were
going the wrong way to hit the coast, and the first big village we
came in sight of he was going to land and take our chances.
Pretty soon a big village loomed up ahead on a high plane near a
river, with more than a hundred houses and fields of corn and
potatoes and grain all around it, and one big house like about forty
hay stacks all in one, and Pa gave the word to stand by, and when
we got near the village the whole population came out beating tom-
toms and waving their shirts, and Pa pulled the string, some of the
gas escaped, and we came down in a sort of plaza right in the center
of the village, and tied the drag rope to a tree and anchored the gas
bag at both ends.
The crowd of negroes stood back in amazement and waited for the
king of the tribe to come out of the big shack, and while he was
getting ready to show up we looked around at the preparations for a
feast which we had noticed.
It was a regular barbecue, and the little dwarf we had brought along
began to sniff at the stuff that was being roasted over the fire, and Pa
looked at him and asked him what the layout was all about, and the
dwarf, who had learned to speak a little English, got on his knees
and told Pa the sky ship had landed in the midst of his own tribe,
where he had been stolen from a year ago by another tribe, and that
the feast was a canibal feast, got up in honor of the tribal
Thanksgiving, and that the bodies roasting were members of another
tribe that had been captured in a battle, and the dwarf got up and
began to talk to his old friends and neighbors, and he evidently told
them we were great people, having rescued him from the tribe that
stole him, and had brought him back home in the sky ship, safe and
sound.
The people began to kneel down to Pa and worship him, but Pa said
it made him sick to smell that stuff cooking, and he told us that he felt
our end had come, ’cause we had landed in a cannibal country, and
they would cook us and eat us as sure as cooking.
Pa said if they roasted him and tried to eat him they would find they
had a pretty tough proposition, but he thought the cowboy and I
would make pretty good eating.
We got our Winchesters and revolvers off the airship and got ready
to fight if necessary, when suddenly all of the negroes, dwarfs and
full-grown negroes, got down on the ground and kissed the earth, all
in two lines, and up to the far end of the line, near the king’s house,
out came the king of the tribe, dressed like a vaudeville performer,
and he marched down between the lines with stately tread towards
Pa and the cowboy and your little Hennery.
He had on an old plug hat, fifty years old at least, evidently only worn
on occasions of ceremony, and the rest of him was naked, except a
shirt made of grass, which was buckled around his waist, and he
carried an empty tomatoe can in one hand and a big oil can, such as
kerosene is shipped in, in the other, and around his neck was a lot of
empty pint beer bottles strung on a piece of copper wire, and he had
his nose and ears pierced, and in the holes he wore tin tags that
came off of plugs of tobacco.
He was a sight sure enough, but he was as dignified as a southern
negro driving a hack. Pa kept his nerve with him, rolled a cigarette,
scratched a match on the seat of his pants and lighted it, and blew
smoke through his nostrils and looked mad as he laid his Winchester
across his left arm. The cowboy was trembling, but he had his gun
ready, and I was monkeying with an automatic revolver, and the King
came right up to Pa and looked Pa over, and walked around him,
making signs. Then he looked at the airship and gas bag and sniffed
at the feast cooking, and finally his eye fell on the dwarf, who had
been mourned as dead, and he called the dwarf one side to talk to
him, and Pa said to the dwarf, “Tell him we have just dropped down
from Heaven to inspect the tribe and take an account of stock.” The
king and the dwarf talked awhile, and then the king came up to Pa
and got down on his knees and in pigeon English, broken by sobs,
he informed Pa that he recognized that Pa had been sent from
Heaven to take the position of king of the tribe, and he announced to
the tribe that gathered around him that he abdicated in Pa’s favor,
and turned his tribe, lands, stock and mines over to the Heaven-sent
white man, and for them to look upon Pa as king and escort him to
the palace and turn over to him all his property, wives, ivory, copper
and gold, and he would go jump in the lake, and in token of
abdication he turned over to Pa the plug hat, and was taking off the
beer bottles from around his neck when Pa stopped the deal and
said he would take charge of the property and the palace, but he
would not have the wives or the hat, and he would try to govern the
tribe so it would soon take its place besides the kingdoms of Europe,
but the old king must sit on his right hand as adviser and friend and
run the family.
The king agreed, and the tribe escorted Pa and the cowboy and me
to the palace and placed Pa on the throne, the cowboy on the left,
the old king on the right and me at Pa’s feet, and then about one
hundred of the king’s wives came in with cow tails tied around their
waists and danced before Pa, and Pa covered his eyes and said to
the cowboy, “Take this thing easy and don’t get rattled and we will
get out of it some way, but I’ll be cussed if I eat any of that roasted
nigger.”
After they danced awhile a tom-tom sounded afar off and the crowd
started for the feast, and some niggers brought in a tray of meat for
us, but Pa said we were vegetarians and the great Spirit would be
offended if we ate meat, and Pa made a sign of distress, and they
took away the boiled ham of a colored person and brought us some
green corn and sweet potatoes, and then they all drank something
out of gourds, and all got drunk except the old king and Pa and the
cowboy.
When everybody was good and drunk Pa called us all into executive
session and took charge of the affairs of the tribe, and we were
assigned to a room, as it was night, and when we got in and shut the
door Pa says to the cowboy, “How does this compare with life with
the Digger Indians?” and the cowboy said, “This takes the cake,” and
Pa examined the old king’s valuables and found gold enough to pay
the national debt, and diamonds by the quart, as big as walnuts, and
Pa said, “This sure looks good to me, and we will tarry a while. You
plug up that gas bag so no guilty gas can escape, and some day we
will load up with diamonds and things and make a quick get away.”
CHAPTER XIX.
The Boy’s Pa Becomes King Over the Negroes—Pa Shows the Natives
How to Dig Wells—Pa Teaches the Natives to Become Soldiers—The
Boy Uses a Dozen Nigger Chasers and Some Roman Candles—The
Boy, His Pa and the Natives Assist at the 4th of July Celebration.
Pa told him that often King Edward, Emperor William and the Czar of
Russia were roped and dragged around by the neck, and they
enjoyed it.
Pa’s diplomatic talk to the negro king so impressed him that he
wanted the cowboy to rope Pa, and drag him some, but Pa pointed
his finger to the sky and said he was so good that no rope could
touch him. Gee, but those niggers are easy marks.
Pa and the cowboy have been training the male members of the
tribe in the military drill, and we have got eight Companies that can
march by fours and in platoons, and come into line just like soldiers,
and they are proud of what they can do, but they only use clubs for
guns, though Pa has promised them that when he gets money
enough he will buy Winchesters for the whole army, and we will go
and wipe out a tribe about twenty miles away, and take all their gold
and diamonds, and they are going to dig up their gold and diamonds
and give them to Pa to buy guns. That is about when we will skip out
for the coast and sail for Paris and New York.
I suppose I ought to be killed, but I couldn’t help having some fun
with Pa’s colored troops. One night Pa had brought them into line,
after drilling them, and had made them break ranks and sit down
around the big camp fire while the women served a barbecue
banquet.
All day the women had been cooking an ox and some pigs over a big
fire, under Pa’s supervision, cause Pa used to be a soldier and a
politician and had superintended political barbecues lots of times,
and he had the meat cooked so nice that wild animals had come
near camp to smell of the barbecue, and Pa’s soldiers sat there
watering at the mouth, and thinking how much better oxen and pigs
were for food than human beings, and Pa felt that he had made a big
triumph for civilization, and that his name would be handed down to
future generations with the names of Stanley, Livingston and
Roosevelt.
The negroes were resting around the fire, talking over the day’s
drilling, and how, when they got the guns Pa was going to buy for
them, they would go on the war path, when the women began to
bring the food, the meat cut up in chunks, and sweet potatoes on big
leaves and straw mats, and all began to eat like wild animals. It was
too peaceful a scene for me to enjoy, so I went to a knapsack that I
brought along from Paris, and got out my fireworks, which I always
carry along for emergencies.
I got about a dozen nigger chasers and some Roman candles, and
told the cowboy I was going to have some fun scaring Pa’s troops, to
see if they were brave enough to fight an enemy.
Told the Cowboy I Was Going to Have Some Fun Scarring
Pa’s Troops.
The cowboy had been drinking some berry juice and he said he
would assist at the Fourth of July celebration by taking his
Winchester and firing at some of the jackals and hyenas that had
been attracted by the barbecue smell, just as I touched off my
fireworks.
Well, it was a crime to do it, but what is a boy going to do when he is
away off in a strange country and he has to create his own fun.
Well, just as the troops had got filled up with the meal, and the
women who had served the banquet had sat down with the colored
soldiers to eat what was left, and everybody was laughing, and Pa
stood up by a tree in the light of the fire, like a fat statue, patting
himself on the back and thinking he was the greatest man since
Julius Caeser, I got a coal of fire and touched off my nigger chasers
and pointed them towards the crowd sitting around the fire, and
touched off a pinwheel I had fastened to a tree by a thorn, and
opened up my battery of Roman candles, pointing them at Pa and
the ex-king, who were the only ones standing up, and the cowboy
cut loose with the Winchester at the wild animals, with a cowboy yell
such as they give when they are shooting up a town out west.
O my, O my! I hope I may live to see another such a circus some
day, but I guess not, for if Pa does not kill me the niggers will, if they
ever come back. Those nigger chasers started the stampede. You
know how nigger chasers such as boys use in America, rush around
in every direction spitting fire, and acting like crazy snakes. Well,
they went into that crowd like pizen, run up the legs of the men, and
chased the women, and there was a stampede for fair. Men and
women fell over each other, clawed hair and got on their knees and
said their “now I lay me,” dodged the nigger chasers, and when they
got away from one chaser another one would meet them and run up
their frames and jump off and go for another and there was the
scardest bunch of negroes that ever danced a war dance, and when
the balls from the Roman candles began to strike all around Pa and
the old king, and the pinwheel began to revolve, and spatter out
different colored lights, and the cowboy’s Winchester boomed, and
the wounded jackals howled, and a lion that got pretty near the camp
let out a roar that shook the earth the whole crowd made for the
woods and I touched off a rocket and let it go into the crowd there
was a breaking of brush and a yelling in the negro dialect, and all
that was left around the campfire was Pa and the cowboy and your
little Hennery.
Pa knew what was the trouble. He knew it was his little boy that
created the disturbance. “They’re off” says I, walking up to Pa, and
putting my arm around him. “That scarce pays me for all I have
suffered since I came to Africa on this fool expedition,” said the
cowboy, as he picked up a piece of roast pig and began to gnaw it.
“Hennery,” says Pa, picking up a club, “You have stampeded the
noblest army in Africa, and broken up a tribe that were my subjects,
and left me a white king with nothing to king it over; you have broken
up the whole show and I must proceed to kill you.”
I dodged and gave Pa the laugh, and told him his tribe would be
back in the morning, and he could make up a story that the Great
Spirit had become offended at the tribe, and turned loose the
elements on them, and Pa said, “Good idea, Hennery,” and we
climbed trees to sleep while the hyenas came into camp and ate up
the remains of the banquet. Pa said, “Hennery, you always raise
hades on your watch, but I fear you have overdone it this time,” and I
said to Pa, “You wait till daylight and the whole bunch will be back
here worshipping you because they think you are a baldheaded God,
see?” and Pa said, “Mebby, boy, mebby so.”
CHAPTER XX.
The Boy Goes Home from Church with a Girl—The Boy Meets the
Girl’s Pa at a Barbecue—Pa Fills the Gas Bag and They Get Ready
to Sail the Airship—Pa, the Boy and the King Take a Ride up in the
Clouds—Pa Meets a New Tribe and They Take Him for Mr. Roosevelt.
This looked good to the old king, and he went and dug up all the gold
and diamonds they had, and put them in a bag, which was tied to the
bamboo frame of the airship, and after breakfast we got ready to sail.
We fixed a sort of chair for the king to ride in, tied with rawhide to a
cross stick right in front of where the cowboy always sits, and I heard
Pa whisper to the cowboy that he would head the ship direct to the
coast, and when we got away from camp a few miles, Pa would give
the signal and the cowboy was to cut the rawhide rope and let the
king take a fall out of himself.
Pa steered the airship South, and occasionally the negro king would
yell and point to the East, where the tribe was located whose wives
we had designs on, but Pa kept his direction, and after running an
hour or so we came to a beautiful lake of blue water, and Pa told the
cowboy to get ready to throw off about two hundred pounds of dead
weight. The cowboy said, “Aye, aye, sir,” and got his knife ready. Pa
let the airship down about fifty feet above the water of the lake, so
the fall would not kill the negro king, and when we got nearly across
the lake, Pa said, “Cut the rope,” and the cowboy reached over with
his knife and cut it, and down went Mr. McGinty, hanging on to the
rope, and turning over in the air a dozen times, and striking the
surface of the lake with a spash that shot the water up nearly to the
airship. “So long, you senegambian cannibal,” said Pa as the king
struck the water, and the airship shot up about fifty feet higher.
“Give my love to forty or fifty of your wives,” said the cowboy as he
sheathed his knife. “Take that from your little Hennery,” says I as I lit
a giant firecracker and threw it down near him, where it exploded like
a bomb. And then as we went along through the air we watched him
loosen himself from the chair and strike out for the shore, swearing
in negro dialect that he would eat us yet, without salt, and then we
got out of sight of the lake, laughing at our escape and wondering
where we would land.
“Take That from Your Little Hennery.”