Professional Documents
Culture Documents
Full Download Eski Koye Yeni Roman Koy Romaninin Tarihi Kokeni Ve Sonu 1950 1980 1St Edition Erkan Irmak Online Full Chapter PDF
Full Download Eski Koye Yeni Roman Koy Romaninin Tarihi Kokeni Ve Sonu 1950 1980 1St Edition Erkan Irmak Online Full Chapter PDF
Full Download Eski Koye Yeni Roman Koy Romaninin Tarihi Kokeni Ve Sonu 1950 1980 1St Edition Erkan Irmak Online Full Chapter PDF
https://ebookstep.com/product/harry-potter-ve-felsefe-tasi-1st-
edition-j-k-rowling/
https://ebookstep.com/product/100-tanya-jawab-mengenai-kanker-
payudara-zora-k-brown-karl-k-boatman/
https://ebookstep.com/product/valis-philip-k-dick/
https://ebookstep.com/product/yukseklerde-1st-edition-r-k-lilley/
Sométase alteza Wells K C
https://ebookstep.com/product/sometase-alteza-wells-k-c/
https://ebookstep.com/product/tarama-sozlugu-k-n-tdk/
https://ebookstep.com/product/imunologia-basica-abul-k-abbas/
https://ebookstep.com/product/ombak-sekanak-rida-k-liamsi/
https://ebookstep.com/product/ganz-wien-in-7-tagen-ein-
zeitreisefuhrer-in-die-k-u-k-monarchie-1st-edition-anton-holzer/
ERKAN IRMAK 1983 yılında lstanbul'da doğdu. Lisans, yüksek lisans ve doktora de
recelerini Boğaziçi Ü niversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı. Kayıp
Destan'ın izinde adlı Nazım Hikmet'in Kuvc2yi Milliye ve Memleketimden insan Man
zaralan'na odaklanan yüksek lisans tezi, 2009 Memet Fuat Eleştiri/inceleme ôdü
lü'ne layık görüldü. Aynı adla lletişim Yayınlan'nca yayımlanan kitabı ise 201 l'de
Cevdet Kudret Jüri Özel ôdülü'nü kazandı. Azade Seyhan'ın Modem Türk Romanı
isimli çalışmasını Türkçeye çevirdi. Makale, deneme, çeviri ve eleştiri yazılan çeşitli
dergi ve kitaplarda yer almıştır. 201 l'den bu yana İstanbul Şehir Üniversitesi'nde
eleştirel okuma ve yazma dersleri vermektedir.
Eski Köye
Yeni Roman
Köy Romanının Tarihi,
Kökeni ve Sonu
(1950-1980)
�"'''
- . ,
iletişim
İÇİNDEKİLER
Önsöz ..................................................................................................................................................... 7
BİRİNCİ BÖLÜM
Giriş Mecburi: Türkçe Romanda Köy 11
. . .................................................................
İKİNCİ BÖLÜM
Vatanı Olmayan Tür: Roman .........................................................................................47
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Hepimiz Makal'ın Bizim Köyünden Çıktık ...................................................... 75
Köylü köyünde güzel ....................................................................................................................79
BEŞİNCİ BÖLÜM
Köy Romanlarının İçinde . .. . . . . . .
. ........ . .......... .. ..... .... .... ..... . . . .......... . . . . . ....... .. .......... ........ 179
Sonuç . . . . . . ..
................. ...................... .......... . . . .. . . . . .
..... .... .... ..... .. ....... ...... . ..... ....... ...............................291
7
ler bu ilk bariyeri aşmak için kullanılabilir. Öte yandan, " tez
yazan" -genellikle- ikinci soruyu cevaplamaya hem daha ha
zırlıklı hem de daha heveslidir. Konu ne kadar ilgi çekici olur
sa, ilk sorunun yarattığı potansiyel baskı da o denli kolay ber
taraf edilebilir çünkü. Ne var ki, benim açımdan beklenenden
daha uzun süren tez yazma yıllarımda ikinci sorunun cevabı,
karşı tarafta hep ilkinden daha fazla üzüntüye yol açtı. Ve sene
ler içinde, akademi içinden ya da dışından yöneltilen "ne çalı
şıyorsun? " sorusuna verdiğim "köy romanı," yanıtı sonrasında
sıklıkla tanık olduğum yüz ekşimesinin ardından gelen "çok il
ginç, neden?" tepkisinin, aslında tezimin temeli olması gerek
tiğini anladım.
Çünkü , sanının, edebiyat tarihimizin yakın geçmişinde bu
kadar ses getirmiş olmasına karşın, günümüzde hakkında bu
denli az konuşulan bir başka tür bulunmuyor. Her ne kadar
köy romanları denilince kafamızda hemen bir fikir belirse de,
bu türe dair bilgimizin son derece kısıtlı ve çoğu durumda ön
yargı değilse de, önkabullerden oluşması da bunun bir göster
gesi. Bu yüzden, başlarken bir edebiyat tarihi araştırması ola
cağını düşündüğüm bu tez, zaman içinde daha çok bir tür tar
tışması, kültür tarihi ve alımlanma süreci çalışmasına dönüştü .
Dolayısıyla, vaatlerim ve meraklarım da tez üzerinde ilerledik
çe yeniden şekillendi. Öncelikle, "köy romanı" teriminin ken
disini açıklamanın kaçınılmaz olduğunu fark ettim. Bunun için
de hem roman türünü hem de köyllü kavramını yorumlama
ya çalıştım. Ardından böyle bir tür varsa bile, hangi koşullar
da ortaya çıktığını ve dünyada bir karşılığının olup olmadığını
sorgulamam gerekti. Elde ettiğim sonuçlar, beni Köy Enstitüle
ri'ne ve buradan mezun olan yazarların metinlerine yönlendir
di ve sonunda Fakir Baykurt'un romanları odağında bu türün
Türkçe edebiyattaki ayırt edici yönlerini belirlemeye uğraştım.
Bunu yaparken tür tartışmalarının yanında, bu romanların ka
baca 1 950- 1980 arasında nasıl bu kadar çok popülerleşip, ade
ta edebiyat ortamının hakimi haline geldiğini, ardından da hız
la gözden düşüp unutulmak istenen kötü bir macera gibi geri
de bırakıldığını anlamaya uğraştım.
8
Yine de her tezin cevapladığı ölçüde yanıtsız bıraktığı ya da
ortaya attığı yeni sorular olduğu gerçeğini de kabul etmem ge
rekiyor. Bu anlamda okuyacağınız çalışmanın, her ne kadar
meseleyi birkaç yönden ele almaya uğraşsa da, alanın büyüklü
ğü ve metinlerin hacminin devasalığı nedeniyle tek tek bütün
köy romanlarını yorumlayamadığını, aynı şekilde bu türle ya
kından ilişkili başka tür ve edebiyat dönemleriyle derinleme
sine ilgilenemediğini belirtmem gerekiyor. Bu yüzden tezi ta
mamladığım noktada "ne çalıştın? " sorusuna sanının verebile
ceğim en gerçekçi yanıt, genel çerçevesiyle şöyle olmalı: "Köy
romanı nedir; neden yazılmış, neden okunmuş ve sonrasında
neden unutulmuştur?"
Elbette, bu kısa soru cümlesinin altını doldurabilmek için,
pek çok kişinin fikirlerinden ve desteğinden yararlandım ve bi
liyorum ki onlarsız kat ettiğim bu yol hem çok daha engebeli
hem de şimdikinden çok daha kısa olurdu. Bunun için öncelik
le danışmanım Erol Köroğlu'na ve jürimde yer alan Jale Parla,
Zeynep Uysal, Halim Kara ve Fatih Altuğ'a teşekkür etmeliyim.
Jürimin bir parçası olmasalar da bu çalışma henüz düşünce aşa
masındayken bile beni sabırla dinleyen, akıl veren, onlarla aynı
mesleği yapmaktan büyük mutluluk duyduğum, hem dostluk
ları hem de eleştirileriyle yolumu bulmama yardım eden Nü
ket Esen, Yalçın Armağan, ishak Reyna ve Selin Sabit ile, tezin
kitaplaşması sırasındaki yardımlarıyla hatalarımı azaltan Özge
Özgür, Yavuz Türk, Kerem Ünüvar ve lleıişim Yayınlan teşek
kürden de fazlasını hak ediyorlar. Sadece edebiyata dair bakış
açımın şekillenmesinde değil, aynı zamanda karakterimin bi
çimlenmesinde de üzerimdeki etkisi büyük olan, 200 1 yılında
lisans eğitimime başladığımdan bu yana bir parçası olmaktan
onur duyduğum Boğaziçi Üniversitesi'ne ve Türk Dili ve Ede
biyatı Bölümü'nün her birinden pek çok şey öğrendiğim hoca
ve çalışanlarına da emeklerinden ötürü teşekkür borçluyum.
Öğrenmek bir ömür sürse de, "resmi" öğrencilik hayatımın bu
son aşamasına dek daima yanımda olduklarını bildiğim, des
teklerini hiçbir zaman benden esirgemeyen, çocukları oldu
ğum için kendimi hep şanslı hissettiğim anne ve babama; sız-
9
lanmalarımı ve heyecanlarımı paylaştığım İstanbul Şehir Üni
versitesi'ndeki meslektaş-arkadaşlarıma; kimi zaman tezleri
mi üzerlerinde onlardan habersiz sınadığım öğrencilerime; se
kiz yıldır kendine ait olduğuna inandığı evini büyük bir alçak
gönüllülükle benimle paylaşan kedim Leyla'ya ve elbette -adla
rını çalışmanın kaynakça kısmında görebileceğiniz- neredeyse
hiçbirini şahsen tanımasam da geceler boyunca ufkumu geniş
leten yazar ve kitaplara beni hiç yalnız bırakmadıkları için te
şekkür ediyorum.
10
BİRİNCİ BÖLÜM
Giriş Mecburi: Türkçe Romanda Köy
11
ka söyleşide yer alan kısa bir yorumundan yararlanmıştım. Ko
çak orada, Batı romanındaki ruhsal olgunlaşma ve aydınlanma
temalannın Türkçe edebiyatta roman değil öykü türünce üst
lenildiğini ve bu tür kaymasının, üzerine düşünülmeyi hak et
tiğini söylemişti. Ben de bu iddiayı hatırlatıp türler hakkında
epeyce genel ve uzun bir kuramsal soru yöneltmiştim. Koçak'ın
(20 1 0) yanıtının bizi ilgilendiren kısmı şöyleydi:
12
üzeri örtülecek bir ayıp gibi değil, düşünceyi yeniden tetikleye
cek itici bir güç gibi de algılıyordu. Nitekim "zehirli zevk" de
burada devreye giriyor ve Koçak söyleşinin devamında tür me
selesini de içine alan pek çok konuyu ufuk açıcı bir biçimde ye
niden değerlendiriyordu. Konuşmamızın başlığı için bu cümle
yi kullanmam da, büyük oranda Koçak'ın bana yönelttiği tatlı
sert eleştiri oklarının rövanşını almak niyetiyle değil, onun et
kileyici mizahına az da olsa dahil olma çabamla ilgiliydi.
Söyleşi çıktıktan sonra da, Koçak'ın cümlesi aklımda kalma
yı sürdürdü. Aynı derginin, yeniyazı 'nın veda sayısında Dosto
yevski'nin Kumarbaz'ı hakkında bir yazım vardı. Yazıda Dosto
yevski'nin romanının yazılış hikayesiyle hayatı arasındaki iliş
kiyi yorumlamaya çalışmıştım (Irmak, 20 1 2) . Başlıkta "zehir
li zevk" , epigraf olarak da Koçak'ın yukarıdaki alıntısının son
kısmı yer alıyordu. Ancak burada da, zehirli zevki tattırdığını
kişi Dostoyevski'ydi; bir kumarbazın kumar ve kumarbazlık
hakkındaki romanını ele alıyordum. Birkaç sene sonra farkına
vardığım kendi enayiliğim ise okumakta olduğunuz çalışmanın
ortaya çıkmasına neden oldu.
Yüksek lisans tezimde ve tezimin daha sonra yayımlanan ki
taplaşmış halinde, Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye ve Memle
ketimden insan Manzaralan kitaplarını ideoloji, milliyetçilik ve
propaganda bağlamında karşılaştırmalı bir okumaya tabi tuta
rak, yazılış ve yayımlanış öyküleriyle birlikte yorumlamaya ça
lışmıştım (Irmak, 20 1 1 a) . Söz konusu metinlerin tarihsel arka
planlarını ve dahil oldukları edebiyat anlayışını açıklamak için
de Türkçe edebiyatta çok sık karıştırılan toplumcu gerçekçilik
ile sosyalist gerçekçilik akımlarının birbirinden farkını tartış
mıştım. Vardığım sonuç, Kuvayi Milliye'nin sosyalist gerçekçi
liğe, Memleketimden insan Manzaralan nınsa toplumcu gerçek
'
13
Türkçe edebiyatın toplumcu gerçekçilik damarını Sovyet sos
yalist gerçekçiliğiyle aynı çizgide düşünmek hem güç hem de
altı boş bir temellendirmedir. Türkçe edebiyatta mutlaka Sta
linist sosyalist gerçekçi modelle eşleşecek bir kanal arıyorsak,
doğru bir frekans "köy romanı" adı verilen, ilerlemeci, köylü
sınıfını Cumhuriyet'le ilişkilendiren ve inkılaplarla biçimlen
miş propaganda metinleri olabilir. (s. 27)
14
umuyorum sonunda bu "zehirli zevk"ten de geriye, çözümler
ve kanıtlar kadar yeni sorular ve ihtimaller yaratan kusurlar
da kalır. O halde işe, köy romanlarının hangi kabullerle ede
biyat tarihinde konumlandırıldığına ve çalışma boyunca han
gi problemli noktaların üzerinde durmayı hedeflediğime baka
rak başlayabiliriz.
15
olmasının etkisi bulunur. Zira cumhuriyetin kurucu kadroları
için bu iddia rejimin temel düsturlarından biridir. Marksist ta
nımlamalarla çerçevelenmese de, bu fikrin erken örneklerinin
ve izdüşümlerinin kendine yer bulduğu önemli mecralardan
biri olan Kadro dergisinde de, yazarlık kariyerlerini cumhuri
yetin bekasına ve sağlamlaştırılmasına adamış şair, düşünür ve
romancılar tarafından ton farklılıklarıyla bu bakış sıklıkla tek
rar edilmiş, bir bakıma, kendileri de başta olmak üzere bütün
topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. 2 Erken cumhuriyet dö
nemi yapıtlarında yoğun biçimde göze çarpan söz konusu ba
kışta, yine de hiçbir sınıfsal ayrışma bulunmadığını düşünme
mek gerekir. Evet, yazarlar eserlerinde hep birlikte, el ele iler
lenecek bir ülkü , zaman zaman da ütopya izlenimi bırakan bir
cumhuriyet resmetmişlerdir; ama burada hala iki temel unsur
bulunur: Birincisi, rejimin kurucu kadrolarının en tepede ko
numlandığı, idarecilerden oluşan yönetici piramididir, dene
bilir. Aralarında dönemin yazarlarının da bulunduğu, kendile
rini ilerici, çağdaş, Batılılaşmış, devrimci, idealist gibi sıfatlar
la tanımlayan bu "sınıf' , elbette Marksist sınıflandırmalarla de
ğerlendirilemez; ancak toplumsal bir ayrışmadan ve "imtiyaz
sız" olmaktan bahsedilince durum değişir. 3 Zira rejimin hem
kurucusu hem yaşatıcısı hem de koruyucusu bu dar kitledir ve
bir "kaynaşmışlıktan" ziyade, diğerleri için kararlar alan sınırlı
bir zümreden söz etmek daha doğru olacaktır. Aynı durum, bu
kez negatif biçimde, toplumun diğer ve büyük kısmını oluştu
ran köylüler için de geçerlidir. Bir farkla: erken cumhuriyet dö
nemi metinlerinde yer alan köylüler (ki Marx da onları bir sı-
2 1 932- 1935 yıllan arasında aylık olarak yayımlanan Kadro'nun kuruculan, daha
sonra da Türkiye düşünce hayatında önemli bir yer edinecek olan Yakup Kad
ri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Mehmet Şevki Yazman, Vedat Ne
dim Tör, Burhan Asaf Belge ve lsmail Hüsrev Tökin'dir. Derginin yayın hayatı
kısa olsa da, sayfalannda yer verilen fikirler gerek derginin aktif olduğu dönem
de, gerekse sonrasında büyük yankı uyandırmış ve üzerine farklı disiplinlerde
çok sayıda çalışma yapılmıştır. Dergi hakkında yazılanlara dair külliyat geniş
bir yelpazede yer almakla birlikte, temel bir fikir edinmek için şu yayınlara ba
kılabilir: Tekeli ve llkin, 2003; Türkeş, 1 999; Fırat, 2004; Dalak, 1993.
3 Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte yaşanan yapısal, iktisadi, sosyo
lojik ve tarihi değişimler hakkında daha fazla bilgi için bkz. Keyder, 20 1 7.
16
nıf olarak kabul etmez) 4 gerçekliklerinden çok, olumlu ya da
olumsuz projeksiyonlarla betimlenir. Yazarlar kimi kez roman
tik bir köycü söylemle betimledikleri toplumun bozulmamış
özü olarak (Karaömerlioğlu, 20 1 1 ; Karakoç, 20 1 2) , kimi kez de
hala bir türlü istenilen ilerlemeleri kaydedemedikleri için şika
yetle takdim ederler köylüleri.
Nitekim Türkçe romanın özellikle erken dönemlerinde bah
sedilen bu iki köylü algısını da içeren çok sayıda metin bulmak
mümkündür. Bunlardan en ilginç ve en iyi bilinen ikisi, aynı
yazarın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Ankara ve Yaban ad
lı romanlarıdır. 1934 tarihli Anhara'da, cumhuriyetin yirmin
ci yılını kutlamak üzere başkente akın eden, "yeni" bir köylü
ütopyası sayfaları doldururken; 1 932'de yayımlanan Yaban'da
onlar için girişilen kurtuluş hareketine kayıtsız kalan ve ufuk
taki rejimin vaat ettiklerinin değerini bir türlü idrak edememiş,
l 920'lerin başındaki köylülerle karşılaşılır. iki romanın anlatı
zamanlarının baş ve sonlarını belirleyen yaklaşık 25 senelik sü
reç, bir anlamda yapılmak istenilenle, elde bulunan arasında
ki farkı imlemesi açısından da önem kazanır (Karaosmanoğ
lu, 2004, 2005).
Bu bakımdan kişisel olarak benim yorumum, meselenin bir
yönünün toplumun erken cumhuriyet döneminde "imtiyazsız,
sınıfsız kaynaşmış bir kütle" olmasıyla değil, köylüleri anlatan-
4 Kari Marx (1852/1 976), küçük toprak sahibi köylülerin neden bir sınıf sayıla
mayacağını açıklarken oldukça sert bir üslup kullanır: "[K]üçük köylüler ara
sında ancak yerel, yani yaşadıklan yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve on lann
çıkarlannın benzeşmesi onlar arasında hiçbir ortaklık, hiçbir ulusal bağ, hiçbir
siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. Bu
nun içindir ki, onlar, kendi sınıf çıkarlannı kendi adlanna, ister bir parlamen
tonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildir
ler. Onlar, kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar.
Onlann temsilcileri, onlara, aynı zamanda, kendilerini öteki sınıflara karşı ko
ruyan ve onlara yukandan yağmuru ve güneş ışığını gönderen efendileri gibi,
üstün bir yetkili gibi, mutlak bir hükümet gücü gibi görünmelidir. Şu halde,
küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yü
rütme gücüne bağımlılığında bulur" (s. 1 32). Bu bakış açısı, erken cumhuri
yet döneminde köylülerin neden ısrarla bulunduklan yerlerde tutulmaya çalı
şıldıklannı anlamlandırmaya da yardımcıdır. Aynı tutum, sonraki bölümlerde
aynntılı olarak açıklanmaya çalışılacağı gibi, Köy Enstitüleri'nin ve dolayısıyla
yeni bir köy edebiyatının oluşmasında da etkili olmuştur.
17
ların bu sınıfsızlığa inanmalan ya da diğerlerini buna inandır
maya çalıştıklarıyla ilgili olduğu yönündedir. Öte yandan, bu
da bize bütün bir resmi görme imkanı sunmaz. Zira, köyün/
köylünün edebiyatın konulanndan biri olarak görülmesinin ta
rihi hem cumhuriyet öncesiyle hem de 1950'lerin, yani Kema
lizm'le yan yana ilerleyen birinci kuşak romancılann ardından
eser veren yazarların yapıtlanyla ilişkilidir. O halde Moran'ın
tespitine geri dönüp bunun nedenlerine de kısaca bakılabilir.
1950- 1975 arasında yazılan romanlann çoğunun bir tür ezen
ezilen ilişkisini yansıtmasının diğer sebepleri nelerdir?
Sorunun, kanımca, hem kişisel hem toplumsal hem de kıs
men tesadüfi yönleri bulunur ve bunların tümünün bir araya
gelmesi bizi daha bütünlüklü bir yoruma ulaştırmaya yardım
cı olabilir. Öncelikle, 1950'de nüfusun köylü-kentli oranı hala
% 75 ile köylülerden yanadır ve bu oran cumhuriyet dönemi
ne ilişkin en eski istatistik olan 1927'de de aynıdır (tuik.gov.
tr) . Kısacası, yeni rejimin ilk yirmi beş yılında köylülüğün çö
zülmek bir yana, dünyadaki şehirli nüfus artışı da düşünüldü
ğünde aynı oranda kalarak gücünü daha da artırdığını söyle
mek mümkündür. Bu , elbette daha önce de açıklamayı denedi
ğim gibi Türkiye'nin iktisadi ve toplumsal programının bir te
zahürüdür ve durum böyle ele alındığında hedefine ulaştığı da
savunulabilir. Dolayısıyla, hiç değilse bir tema olarak köylülük
ya da bir mekan olarak köyün edebiyat metinlerinde görünür
olmasında yadırganacak bir durum bulunmadığı gibi, dar gelir
lilerin sıkıntılarına toplumsal açıdan değinmek isteyen bir ro
mancının elinde de, o yıllarda yüzünü dönebileceği başka pek
bir seçenek yoktur.
1950'lerden itibaren Moran'ın işaret ettiği köy üzerinden ku
rulan bir ezen-ezilen ilişkisinin romanlarda hakim izlek olma
sının hem toplumsal (demografi) hem kişisel (yazarların sahip
oldukları ideoloji, hayat deneyimleri) hem de tesadüfi nedenle
ri olduğunu iddia etmiştim. Nüfusun köylerde yoğunlaşması,
yukarıda da belirttiğim gibi, toplumsal meselelere eğilmek is
teyen romancıların kaçınılmaz olarak bakışlarını köye yönelt
melerine neden olmuştur. Ancak bu durum aynı zamanda "ki-
18
şisel" olarak değerlendirdiğim ikinci gerekçenin de temelidir.
Zira, henüz şehirlerdeki işçi sınıfı-sermaye arasındaki ideolo
jik gerilimin kurulmadığı ya da yükselmediği dönemlerde, ya
zarlar genel anlamda "sol" olarak tanımlayabileceğimiz dünya
görüşlerinin geçerliliğini sınayabilmek için aradıkları çatışma
yı kentlerde değil köylerde aramak zorundaydılar. Kaldı ki, is
ter Köy Enstitüleri'nden mezun olsun ister olmasın, bu dönem
de ele aldığımız romancıların hemen hepsinin yolları az ya da
çok köyle kesişmiş, hayata bakışları da köylülerle şekillenmiş
tir. 5 Ancak bir üçüncü gerekçe olarak sunduğum tesadüfi ko
şulunu açıklayabilmek için, Türkçe edebiyatta köy romanları
ve geniş anlamda bir köy edebiyatı dendiğinde ne kastedildiği
nin bir dökümünün yapılması, bu konuda kaleme alınmış ede
biyat tarihlerindeki temel bakış sorunlarının yorumlanması ge
rekmektedir.
19
Yenigün, Güney, Yeni Adımlar, Yürüyüş, Halkın Dostlan, Yeni A
gibi adlarıyla da dönemin ruhunu yansıtan dergilerin yanın
da Varlık, Milliyet Sanat, Milliyet, Cumhuriyet, Vatan, Yôn, Ant,
Türk Dili gibi daha köklü ve bu sürecin öncesinde-sonrasın
da da sayılar çıkaran süreli yayınlarda (gazete ve dergi) , döne
min yazar ve eleştirmenlerinin köyü konu edinen metinlerle il
gili yüzlerce söyleşi, tanıtım, değerlendirme, eleştiri, soruştur
ma yazısını bulmak mümkündür. Bununla birlikte bahsedilen
yazıların, dergilerin eksiksiz kopyalarını içeren koleksiyonla
rın azlığı, yayınların çeşitliliği ve sık sık kesintiye uğraması gibi
nedenlerle oldukça dağınık ve bir araya getirilmesi pek de ko
lay olmayan bir görüntü sunduğunu da belirtmek gerekir. Bu
na karşın, genel bir izlenim sağlaması açısından Mehmet Bay
rak'ın (2000) hazırladığı Köy Enstitüleri ve Köy Edebiyatı adlı
çalışmada yer alan kaynakça son derece iyi bir başlangıç nok
tasıdır. Kuşkusuz bu dergilerin -ve adı anılmayan daha fazla
sının- tamamı aynı dönemde yayın yapmadıkları gibi, içlerin
de köy edebiyatına bakış açısından da keskin farklılıklar vardır.
Öte yandan, bu bolluğun akademide ya da dönemin edebi
yatını değerlendiren kitap hacmindeki daha kapsamlı incele
melerde karşılığını bulmak kolay değildir. Dergiler bağlamın
da söz ettiğim bolluk, sıra eleştirel yöntemlerle veya genel ola
rak akademik hassasiyetlerle incelenen çalışmalara geldiğinde
yerini büyük oranda bir sessizliğe bırakır. Bunda şüphesiz, üni
versitelerin, güncel politik sorunlara da değmek duru munda
kalacakları alanlardan özenle uzak durmak istemesi gibi, "köy
edebiyatı"nın yeterince incelemeye değer bulunmaması şeklin
deki elitist sayabileceğimiz tavırların da etkisi vardır. Nihaye
tinde, akademik çalışmalar söz konusu olduğunda (2000 son
rasında, özellikle makale düzeyinde daha fazla yayın yapıldığı
nı belirtmekle birlikte) elimizdeki incelemelerin sayısı, ele alı
nan dönemin ve bu dönemde ortaya çıkan edebiyat metinle
rinin hacmi düşünüldüğünde tatmin edici olmaktan uzaktır.
Dahası, mevcut az sayıdaki akademik çalışmada da ya birbiri
ni tekrar eden ya da yöntemsel eksiklikler dolayısıyla ikna ka
biliyetini kaybeden argümanlarla karşılaşılır. Edebiyat tarihle-
20
rinde de, az sonra açıklamaya çalışacağım gibi benzer bir gör
mezden gelme veya bütün metinleri aynı potada eritme kolay
cılığının izleri görülür. Bu konudaki en büyük sorunlardan bi
ri de, dolayısıyla, "köy romanı" denilince neyin kastedildiğinin
bir türlü yeterince tanımlanamamasıdır.
Erken tarihli sayabileceğimiz bir araştırma olan Gündüz
Akıncı'nın Türk Romanında Köye Doğru ( 196 1 ) adlı kısa incele
mesi, bu alandaki temel metinlerden sayılabilir. Esasen yalnız
ca Karabibik, Küçük Paşa ve Yaban'dan oluşan üç romanı (Ka
rabibik'in hangi türe mensup olduğu süregelen bir başka eğlen
celi edebiyat tarihi konusudur) tartışmasına dahil eden Akın
cı, önce betimleyici bir Türk romanı açılışı yapar. tık romanlar
dan o güne kadarki belli başlı temel, kanonik metinleri/akımla
rı bir-iki cümlelik özetlerle anarak, çalışmasına bir zemin oluş
turmayı dener. Ardından incelemeye girişeceği üç romanı seçiş
sebebini de "Türk köyünün gerçeklerini bize anlatsın" diye ya
zılmaları olarak gösterir (s. 7) . Konu köy romanlarının ne ol
duğuna geldiğindeyse, aslında verimli olabilecek bir soru yö
neltir: "Romanları köylü, kasabalı, şehirli diye bölüklere ayır
mak doğru mudur? Konunun köyde geçmesi, bir romanı ora
lı yapar mı? " (s. 1 5 ). Ancak bu cevaplanması elzem sorudan
herhangi bir yöntem ya da tür tartışmasına varılamadan hız
la uzaklaşılır. Akıncı, alıntının hemen devamında "Bu sorula
rı tartışa dururken, ben gene de, kesin sınırlara vardırmadan,
büyük yığınların acısına, özlemine, sevincine ışık tutan roman
lar olduğunu düşünüyorum" (s. 1 5) diyerek, köy romanlarını,
nüfusun büyük kısmını oluşturan köylülerden herhangi bir bi
çimde söz eden metinler olarak tanımsız bir alana yönlendirir.
Bu tanımsızlık kaçınılmaz olarak Memleket Hikayeleri'nden Ça
lıkuşu'na, Yeşil Gece' den Çıknklar Durunca ve Kuyucaklı Yusufa
kadar uzanan geniş bir kümenin köy romanlarına dahil edilme
si sonucunu doğurur. Problemin farkına varan Akıncı, söz ko
nusu romanların neden çalışmaya dahil edilmediğini ise, "bun
lar, üzerinde durduğum romanlarla bir açıya girmezler," (s. 15)
şeklinde yanıtlar. Ancak seçilen romanların hangi "açıya" men
sup oldukları konusu çalışma boyunca netleşmez . Oysa ay-
21
nı kısmın altında yer alan bir dipnotta, o güne dek bu külliya
ta katkıda bulunmuş olan Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Kemal
Tahir, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Orhan Kemal gibi yazar
ve eserlerinin adlan da zikredilir (s. 1 6). Akıncı, söz konusu bu
yeni köy romanlarıyla inceledikleri arasında nasıl bir bağ oldu
ğunu göstermenin "kolay olmayacağını" kabul eder. Ne var ki,
daha ilk elden köy romanlarının ne olduğu sorusunun yanıtla
namaması bu erken fırsatın kaçırılmasına neden olur.
Akıncı'dan sonra, özellikle Makal'ın Bizim Köy'ünün yayım
lanmasıyla hız kazanan "köy edebiyatı/romanı" meselesi yıllar
boyunca aynı tarifi yapılmamış bakışla ve bu tanımsızlık üze
rinde gelişen bir ön kabulle tartışılmaya devam eder. "Köy ro
manı nedir? " sorusu, temelde köyde geçen ya da köylülerin an
latıldığı roman olarak cevaplanmaya çalışılır.
Köy romanı literatüründe belki de en önemli ve kurucu me
tin olarak kabul etmemiz gereken Ramazan Kaplan'ın Cumhu
riyet Dönem i Türk Romanında Köy adlı çalışmasıysa 1 988 yılın
da yayımlanır. Kaplan'ın 1 987'deki doktora tezinin kitaplaşmış
hali olan bu inceleme, bugün dahi konu hakkında yapılmış en
kapsamlı ve en geniş dönemi tarayan metin olma özelliğini sür
dürür. Dolayısıyla Kaplan'a konu hakkında yazan hemen her
kesin atıfta bulunduğunu ve yaptığı dönemselleştirme ve ta
nımlamaların norm haline geldiğini, bu yüzden de alanın sınır
larının ve mitolojisinin kökeninde bu araştırmanın bulunduğu
nu iddia etmek mümkündür. Nitekim, Kaplan da ( 1988) çalış
masının öncülüğünün farkındadır ve "Önsöz"üne şöyle yazar:
"Bu araştırma, Türkiye'de uzunca bir süre romanda etkili ol
muş, tartışmalara yol açmış bir edebiyat hareketinin, romanda
ki uygulamalarını, tek taraflı ve çoğu makale sınırlarını aşma
yan görüşlerden kurtarıp ilmi esaslar çerçevesinde ele almak
ihtiyacından doğmuştur. Bugüne kadar da Türkiye'de köy ko
nusunun romanda ele alınışını inceleyen ilmi bir araştırma ya
pılmamıştır" (s. vi). 6
6 Kaplan'dan önce Türkçe edebiyatta köyü konu alan, ancak hem İngilizce ya
zılmış olduğu hem de meseleye pek fazla bakış farklılığı katamadığı için adı
nadiren anılan erken tarihli bir başka çalışma Carole leslie Rathbun tarafın-
22
Kaplan, kitabının adından da anlaşılacağı gibi, inceleyece
ği metinleri olayın geçtiği mekanı esas alarak belirler. Bir baş
ka deyişle köy romanı, yeniden, köyde geçen romanlar olarak
kategorilendirilir ve bu anlamda Akıncı'nın çalışmasıyla da pa
ralellik taşır. Nitekim kendisi de "Önsöz"ünde, yaptığı tanım
lamayı mevcut kabuller üzerinden gerçekleştirdiğinin hakkı
nı teslim eder: "Bu araştırmada, 1 923- 1980 yıllan arasında ya
yınlanan ve yaygın olarak 'köy romanları' diye tanınan roman
lar, konulan yönünden değerlendirilmiştir. Konusu köyde ge
çen, roman kişileri köylü olan ve köylünün problemleri üze
rinde duran bu romanlar -herhangi bir seçme yapılmadan
[ vurgu eklendi) incelenmiştir" ( 1 988, s. v) . Kaplan'ın literatü
re asıl katkısıysa yaptığı dönemselleştirmede ortaya çıkar. Bu
na göre, 1 923- 1950, 1 950- 1 960 ve 1 960- 1980 olarak bölüm
lendirilen tarihsel süreç, her bir dönemde yazılmış metinler
de öne çıkan kavram ya da ele alınan sorunlar bağlamında şe
killendirilir. Giriş kısmında ise bir tür prolog olarak değerlen
direbileceğimiz dördüncü bir dönem, 1876- 1 923 arası incele
nir. Böylece, hakkındaki türsel tartışmalara karşın (roman mı
yoksa bir uzun öykü müdür?) köy romanlarının ilki olarak ka
bul edilen 1890 tarihli Karabibik de, tahtını Ahmet Mithat'ın
sırasıyla 1 876 ve 1 885'te yayımlanan "Bir Gerçek Hikaye" ve
"Bahtiyarlık" öykülerine bırakır ve böylece bir kez daha hika
ye ve roman türleri iç içe geçer. Ancak köy romanının kurulu
şunu 14 yıl geriye çekebilmenin önemi, bu karmaşıklığın ya
nında ikinci planda kalır. Kaplan bu sorunu "Tanzimat'ın ilk
yıllarından başlayarak uzunca bir zaman 'hikaye'nin terim ola
rak roman karşılığında da kullanıldığı hatırlanırsa, burada üze
rinde durulan yönüyle tür ayrımı yapmanın gereksizliği de or
taya çıkar" (s. 5) argümanıyla çözmeyi dener. 7 llginç olansa,
23
Kaplan'ın sonrasında yazılan hemen her incelemede 1876 tari
hi ve "Bir Gerçek Hikaye" öyküsü köy romanları için başlangıç
noktası olarak alınmayı sürdürür. Bu durum Cumhuriyet Döne
mi Türk Romanında Köy'ün neden kurucu bir metin olarak gö
rüldüğünü ve Kaplan'ın yaptığı kavramsallaştırmanın farklı ça
lışmalarda nasıl hiç değiştirilmeden kullanılageldiğini kanıtlar
niteliktedir. Bu yüzden ben de kitabımın ikinci Bölümü'nü da
ha genel, ancak elzem olduğuna inandığım kuramsal bir me
seleye, romanın ne olduğu ve köy romanlarının nasıl tanımla
nabileceği sorusuna ayırmayı tercih ettim. Bu doğrultuda ikin
ci Bölüm'ün temel amaçları, roman türünün diğer edebi tür
lerden nasıl ayırt edilebileceği, ontolojik ve epistemolojik kay
naklarının neler olduğu, roman hakkında öne sürülen farklı te
orik yaklaşımların nasıl yorumlanabileceği ve nihai olarak da
bu tartışmaların sonunda bir "köy romanı" fikrinin hangi özel
likler etrafında çerçevelendirilebileceği olacak. Bu bölümde ay
nca, sonraki bölümlerde kullanılacak temel kavramların belir
lenmesine, böylelikle argümanların nasıl şekilleneceğinin açık
lanmasına da çalışılacaktır.
Kaplan'ın kitabı bağlamında dile getirmemiz gereken bir baş
ka önemli konuysa, bu incelemede kurulan yapının, metinleri
büyük oranda yazarından ve yazılan dönemden soyutlama ar
zusunda olduğudur. Kaplan'ın temel gayesi çeşitli aralıklarla
birbirinden ayrıştırdığı romanları konuları yönünden grupla
mak, bu grupları alt kategorilerle ayrıntılandırmak ve buradan
yola çıkarak bir içerik dökümü sunmaktır. Nitekim, Kaplan'la
-çok daha küçük bir ölçekte de olsa- benzer bir yöntem izle
yen Moran da (2005b) , köy romanlarını beş temel içerik/bakış
karakteristiğiyle çerçevelemeyi dener. Buna göre, köy roman-
meselesi cevapsız kalır. Nitekim, böyle bir durumda Tanzimat romanlarını sı
ralarken o dönemde yazılmış bütün hikayeleri de listeye dahil etmek ya da Ser
vet-i Fünun romanlarıyla birlikte bir anda hikaye ve roman türlerinin birbirin
den ayrıştığını kabul etmek gerekir (bu arada sorunun ne denli çetrefilli oldu
ğunu anlamak için, bir Servet-i Fünun romancısı olan Halit Ziya'nın roman ta
rihini anlattığı kitabının adının Hik4ye olduğu da hatırlanabilir). Dolayısıyla,
bu çeşit bir genellemenin işleri daha da karmaşık hale getirmekten başka yarar
sağlamadığı açıktır.
24
larında en çok görülen durumlar: 1 ) bu metinlerin tahlil de
ğil eylem odaklı olmaları; 2) kıtlık-bolluk karşıtlığının hemen
her seferinde kullanılması; 3) roman kişilerinin kurban-asi iki
liğiyle kurulması ve içlerinden birinin ilkinden ikincisine dö
nüşmesi; 4) mekan olarak köyün temel odaklardan biri olarak
ele alınması ve 5) buna bağlı olarak köy-kasaba/kent karşıtlığı
nın vurgulanmasıdır (s. 3 1 5-3 18) . Hemen belirtmek gerekir ki,
sonraki yıllarda tümüyle içerik çözümlemesine adanmış ben
zeri makale ya da tezlerde, Kaplan ve Moran'da gördüğümüz
çeşitlilik ve yorumlama çabalan, yerini hızla roman özetleri ile
karakter-mekan-olay örgüsü üçlemesinden oluşan doğrudan
aktarımlara bırakır ve literatür görünürde genişlerken, içerik
ne yazık ki aynı ölçüde zenginleşmez.8
Akıncı ve özellikle de Kaplan'ın tanıttığım bu iki öncü ve be
lirleyici çalışması, dolayısıyla, köy romanlarını tanımlarken
içerikle mekanın, karakterlerle olay örgüsünün birbirine ka
rıştırılması gibi sonraki yıllarda içinden çıkılmaz hale gelen so
runların da kaynağını oluşturur. Sözgelimi, Orhan Kemal'in
Bereketli Topraklar Üzerinde adlı kitabı bütün çalışmalarda bir
köy romanı olarak anılır; ancak romanın yalnızca birkaç say
fası gerçekten köyde geçer ve metnin asıl derdi Çukurova'daki
çalışma koşullarının değişmesiyle yeniden düzenlenen şehir ve
kapitalizm ilişkilerinin (kısmen) köylüler üzerinden anlatılma
sıdır. Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu ve Yeşil Gece'si ile Yakup
Kadri'nin Yaban'ı da belirli bölümlerinde mekan olarak kendi
ne köyü seçer, fakat pek çokları için haklı olarak bu romanlar
köylüleri değil, köylülerle karşılaşan şehirlilerin meselelerini
ele alan ve türü bu bakış açısıyla şekillendireceksek pekala "şe
hirli romanı" olarak tasnif edebileceğimiz metinlerdendir. El
bette bir roman aynı anda birden fazla kategoriye dahil edilebi
lir; örneğin polisiye bir roman postmodemist tekniklerle yazıl
mışsa ve 16. yüzyılda geçiyorsa hem polisiye hem postmoder-
8 Sözü edilen çalışmalardan örnekler, ilerleyen bölümlerde tanıtılacak ve han
gi açılardan geliştirilmeye ihtiyaç duyduklan tartışılacaktır. Bu incelemeler
den yakın tarihli, ilginç bir örnek, Ömer Solak'ın Cumhuriyet Dönemi Türk Ro
manında Merkez-Taşra Karşıtlığı adlı, Kaplan'ın yöntemini merkez-taşra ilişki
si üzerinden tasnif etmeyi deneyen kitabıdır. Bkz. Solak, 20 1 2.
25
nist hem de tarihi roman altında sıralanabilir. Ne var ki, köy ro
manlarındaki türsel belirsizliğin aksine her üç olası roman türü
için de edebiyat eleştirisinin ölçütlerinde asgari bir uzlaşma ve
değerlendirme ölçütü bulmak mümkün olacaktır.
Kısmen Akıncı, büyük oranda da Kaplan üzerinden ilerle
diğini iddia ettiğim bu köy romanı literatürünün sunduğu dö
nemselleştirme ve ucu açık tanımlama, sonraki akademik çalış
maların da temelini oluşturur. Kaplan'ı takip eden makale, tez
ya da kitaplar bu yüzden mevcut kabullerin içindeki daha sı
nırlı alanlara dönük incelemelerle, sözgelimi on yıllık herhan
gi bir sürece odaklanılarak yazılmış ya da tek bir yazarın kale
minden çıkmış romanların yakın okumalarıyla sınırlı kalmıştır.
Dolayısıyla, çalışmamın Üçüncü Bölümü'nde, yeniden yorum
lanması gerektiğine inandığım bu sürece yakından bakan bir
"köy romanı tarihi" kılavuzu oluşturmayı, böylelikle de Türki
ye'ye özel kültürel, sosyolojik ve siyasi koşulların bu edebiyatın
şekillenmesinde nasıl rol oynadığını göstermeyi deneyeceğim.
Bu doğrultuda ilk olarak, edebiyattan bağımsız biçimde Os
manlı'dan cumhuriyete dek köyün ya da bir başka deyişle bir
sorun olarak köylülerin nasıl algılandığına, devletin köylüler
le ilgili tasarruflarına ve bunun sonuçlarına kısaca değinece
ğim. Ardından daha belirleyici olan erken cumhuriyet yılların
da köylülüğün nasıl yorumlanıp hangi politikalarla ne tür top
lum mühendisliklerine tabi tutulduklarına bakacağım. Deva
mındaysa, türsel olarak "köyde geçen" veya "köy temalı" ola
rak adlandırdığım romanlarla, çok farklı bir türsel konumlanışı
ve epistemolojisi olduğunu öne sürdüğüm "köy romanları"nın
ortaya çıkmasını sağlayan Köy Enstitüleri'nin kuruluşuna, he
deflerine ve iktisadi, toplumsal, kültürel sonuçlarına yakından
bakmaya gayret edeceğim. Böylelikle hem bambaşka ajandalar
la hayata geçirilen, ancak kuruluş gayelerini koruyarak on yıl
bile hayatta kalamayan bu ilginç okulların kendine özgülükle
rini anlamlandırmaya hem de ilerleyen yıllarda bir mite dönü
şümünün ardındaki gerekçeleri sorgulamaya çalışacağım. Köy
Enstitüleri'ni kurarken kimsenin hesap etmediği bu yeni ede
biyatçı kuşağının doğuşu ve bu okullardan mezun olan öğren-
26
cilerin yarattığı "köy edebiyatı"nı ve "köy romanı" nı da başlık
lar halinde açıklamayı deneyeceğim.
Üçüncü Bölüm'ün devamında ise, köy romanlarının ardın
daki kurucu metin olan ve diğer bütün köy edebiyatçıları gibi
Enstitü mezunu olan Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ünü yakın
dan ve daha önce değinilmemiş yönleriyle ele almaya çalışaca
ğım. Kişisel ve demografik gerekçeler dışında, ortaya çıkışında
bir de tesadüfi yan bulunduğunu iddia ettiğim köy romanının
çekirdeğini oluşturan Bizim Köy'ü ve "köy notu " türünü ya
kından inceleyecek ve bu türün kendine özgülüklerini, neden
köy romanlarının kurucu metni olduğunu, hangi epistemolojik
kaynaktan beslendiğini ve bu türün Köy Enstitüleri'nde verilen
eğitimle ilişkisini yorumlayacağım. Köy Enstitüleri, köy notu
ve köy romanı arasında organik ve hesaplanmamış bir bağ, bir
neden-sonuç ilişkisi olduğu iddiası bu çalışmanın da omurga
sını oluşturduğundan, devam etmeden önce sonraki bölümler
de detaylandıracak olduğum Köy Enstitüleri meselesine burada
da kısaca değinmekte fayda olduğunu sanıyorum.
Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ünden parçaların 1 948'den iti
baren Varlık dergisinde yayımlanmaya başlamasını bir kenara
bırakırsak (kitap haline 1950'de gelir) , köy edebiyatının ve do
layısıyla köy romanlarının başlangıcının 1 950'lerde olduğunu
söylemek mümkündür. Yine bir başlangıç önermesi olarak, bu
edebiyatın kurucu metninin Bizim Köy ve bütün bir edebiya
tın oluşmasını sağlayan kurumun da Köy Enstitüleri olduğunu
vurgulamak gerekmektedir. Öte yandan, bu çalışma bağlamın
da öne süreceğim temel iddialardan biri, Köy Enstitüsü mezu
nu yazarların romanlarında köy-köylü-köylülük temalarını iş
lemelerinin (hiç değilse bu akımın 1960'ların ortalarına kadar
ki sürecinde) bir tercihten ziyade, kaçınılmaz bir sonuç oldu
ğudur. Aldıkları eğitimle şekillenen zihin dünyaları doğrultu
sunda bakış açıları tümüyle köye yönelmiş olan Enstitü me
zunu yazarlar, elbette dönemin diğer romancılarını da oku
muş, onlardan etkilenmişlerdir. Ne var ki, "köy temalı roman
lar" denince akla ilk gelen Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal
Tahir gibi romancılar için köy hemen her seferinde daha bü-
27
yük bir meseleyi göstermek, açıklamak ya da bir çözüm öneri
si sunmak, bir tarihselleştirme veya ideolojik konumlandırma
da bulunmak için araçsallaşırken; Enstitü mezunu romancıla
rın temel kaygısı köyü kendi iç dinamikleriyle kaydedip, tekil
ve dışa kapalı bir bakışla "aktarmak"tır. Yorumlamaktan ziya
de fotoğraflamakla ve dönüştürmek yerine olduğu gibi bırak
makla (elbette dini dogmalarının yerini Kemalizm'in tanımla
dığı biçimiyle Aydınlanmacı fikirlerin alması şartıyla) ilgilenir
ve yetinirler ki, bu da aralarında türsel bir çıkış farklılığı oldu
ğuna inandığım köy romanlarını, köy temalı romanlardan ayı
ran en temel özelliktir. Bu yüzden yalnızca Türkiye'de ve ol
dukça kısa süre açık kalmış bu okullardan yetişen romancılar
kaçınılmaz biçimde köye yönelirken, yukarıda adını andıkla
rım başta olmak üzere diğer toplumcu gerçekçiler ihtiyaç duy
dukları ve dönemin şartlan gerektirdikçe köyden yararlanmış
tır. Nitekim 1 970'lere gelindikçe bu romancıların köye ilgile
ri giderek azalmış, bunun sonucunda eski köylü yeni şehirli iş
çilerin peşinden ya kentlere yönelmiş ya da Kemal Tahir' de ol
duğu gibi farklı meseleleri tartışmaya açmak için yüzlerini ta
rihe dönmüşlerdir.
Elbette, Enstitü mezunu romancılarla diğerleri arasındaki bu
temel farkın Türkçe edebiyat üzerine çalışma yapan araştırma
cıların gözünden tamamen kaçtığını öne sürmeyeceğim. Örne
ğin Moran (2005b) , bu dönemde yazılmış köyü anlatan roman
ların "Türk okurunun bilmediği taze ve çarpıcı bir gerçekliğin
roman konusu olarak başarıyla işlenebileceğini," gösterdiğini
kaydeder. Ancak ona göre, bu olumlu sonucun bir de olumsuz
yönü bulunur: "Ne var ki bir tehlike de bekler onları," diye de
vam eder, "çünkü bu haşan, yazan, ilgi çeken roman malzeme
sine, gereğinden fazla abanmaya iter" (s. 18) . Moran'ın rahat
sızlığı adressiz kalmaz, nitekim hemen bu cümlelerin devamın
da sorunun kaynağına da işaret eder: "Enstitü çıkışlı yazarlar
da, genelde, bu tuzağa düştüler kanımca. lyi bildikleri köy ger
çeğini dile getirmek, oradaki güç yaşam koşullarını sergilemek,
yoksulluğu, haksızlığı anlatmakla yetinebilecekleri ve bireysel
liği olmayan tiplerle öyküyü yürütebilecekleri sanısına kapıldı-
28
lar" (s. 18) . Aslında Moran'ın pek çok noktada olduğu gibi bu
rada da hem sorunu tespit etmede hem de sorunun kaynağını
belirlemede öngörülü davrandığını söylemek yanlış olmaz. Ni
tekim Moran'ın Enstitülü yazarların metinlerinde hissettiği ak
saklıklar, sadece eleştirmenler düzeyinde değil, okur cephesin
de de benzer hisler uyandırmış olmalıdır ki, Enstitülü yazarla
rın eserleri 1 970'lerin ardından fazlaca ilgi çekmezken, diğer
romancılar daha talihli bir okur sayısı tutturabilmişlerdir. Öte
yandan, Moran'ın eksik bıraktığına ve bu yüzden de çözüm
lemesinin nihayete eremediğine inandığım kısım, tespit etti
ği problemin nedenlerine inmekten hızla vazgeçmesi, "Anado
lu romancıları" olarak ele aldığı Enstitülü olmayan ve köy hak
kında yazan isimlerin diğerlerinden ayrıldığını söylerken bu
nun yapısal bir aynına işaret ettiğini vurgulamamasıdır (s. 1 8) .
Moran'ın sezgilerine bir başka koşut yargı da Taner Ti
mur'dan gelir. Timur (2002) , bu dönemde yazılan ve köyü ko
nu edinen romanlar hakkında Moran'a benzer olumlu ve olum
suz görüşlerini belirttikten sonra çalışmasının ilerleyen kısım
larında, "Türkiye'de 'köy romanı' başlığı altında toplanan ya
zınsal ürünün Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal gibi
temsilcilerinde 'köy' realitesini çok aştıklarını ve ulusal ya da
en azından bölgesel boyutlu toplumsal çözümlemelere giriştik
lerini," görmenin mümkün olduğunu öne sürer (s. 38 1 ) .9 Köy
romanlarını Fransızca ve Rusça yazılmış köy konulu roman
larla kıyaslayan Timur, her ne kadar tarihçi kimliğinin de et
kisiyle meseleyi bir mülkiyet sorununa sıkıştırma eğilimindey
se de, yaptığı karşılaştırmalı okumada altı çizilmeye değer pek
çok kısım bulunmaktadır (s. 97-209 ) . Buna karşın, Moran gi
bi Timur da Enstitülü yazarlarla diğerleri arasında meseleyi ele
alış açısından bir farklılık olduğunu hissetse de, o da bu ayn
ını yalnızca yazarlar arasındaki bir nitelik farkına, daha iyi ya
da daha zayıf romancılar olmalarına bağlar. Yukarıda söz etti-
29
ğim Kaplan'ın çalışmasında da, ayn bir bölüm olarak ele alınan
1950-60 dönemi için Enstitülü yazarların etkinliğinden ve ya
rattıkları büyük etkiden bahsedilir. Kaplan ( 1 988) , "Köy Ens
titüleri ( 1 940- 1 954) kanalından, köyün meselelerini yakından
tanıyan ve bunu edebi eserlerde vermeye çalışan yeni bir ne
sil," yetiştiğini vurgular (s. 75) ; ancak bütün yerinde tespitleri
ne karşın Enstitülü yazarlarla diğerleri arasındaki farkın teme
linde üslup veya bakışla açıklanamayan daha derin ve episte
molojik bir ayrışma olduğunu göstermez. Kaplan'ın Köy Ens
titüleri ve edebiyatta yarattığı etkiyle ilgili yorumlan kayda de
ğer ve dönemi için oldukça özgün olsa da (s. 75- 1 49) , çalışma
sının devamında o yıllarda ürün veren bütün yazarlar aynı baş
lıklar altında incelemeye ve konuları bakımından gruplandır
maya devam eder.
Örnekleri çoğaltmak mümkünse de, araştırmacıların -tespit
edebildiğim kadarıyla- tamamı farklı oranlarda da olsa bu gö
rüşleri tekrarlar. Sözgelimi Fethi Naci ( 1 98 1 ) "köye bir roman
cı yaklaşımıyla değil de, bir toplumbilimci yaklaşımıyla eğilen
yazarların romanları, genellikle, bir 'edebiyat eseri' katına ko
lay kolay erişemiyor; sıkıcı olmalarının [ . . ] nedenini burada
.
30
sebeplerini sunarken yaptığı gerekçelendirme "insan, her şey
den önce gelir," biçimiyle oldukça tanımsız ve eleştirel argü
manlarla değerlendirilemeyecek bir nitelikle karşımıza çıkar.
Bu ölçüt eksikliğinin ya da temellendirme sorununun sonuçla
rından birini, Naci'nin Köy Enstitüsü mezunu yazarlardan Ta
lip Apaydın'ın San Traktör adlı romanı için yazdığı son dere
ce sert bir eleştiri yazısında da bulmak mümkündür (2007, s.
4 1 1 -4 1 3 ) . Fethi Naci, Yaşar Kemal'in başarısını insan sevgisiy
le açıklamasının kaçınılmaz bir sonucu olarak Apaydın'ın başa
rısızlığını da edebiyat dışı kriterlerle yorumlamaya çalışır. Nite
kim lnci Enginün (2008) , Naci'ye bu konuda haklı olarak katıl
maz ve "Fethi Naci'nin Yaşar Kemal hakkındaki sözlerine ben,
şahsen katılmıyorum. Onun da bir yığını andıran eserlerinde,
ancak bir şeyleri aramak niyetiyle okursak, insanı da bazı özel
likleriyle bulabiliriz," der (s. 348) . Ne var ki, Naci'nin "insan,
her şeyden önce gelir," ölçütünün herhangi bir eleştirel yakla
şımla tanımlanmasının zor olması gibi, Enginün'ün ona katıl
mamak üzere öne sürdüğü "niyetli bir okumanın sonunda or
taya çıkan insan"ın neye benzediğini kavramak ve bir kategori
olarak ele almak da aynı ölçüde güçtür.
Bu bağlamda kaynaklarda buna yakın pek çok yorum bulu
nabilir. Öte yandan, benim burada altını çizmek istediğim ko
nu, eleştirmenlerin bütünüyle hemfikir olmasalar bile, Türkçe
de yazılmış köyü konu edinen romanların kendi içlerinde fark
lılıklar gösterdiklerini tespit etmiş olmaları, ancak bunun ne
denlerini ve hangi açılardan ayrıştıklarını değerlendirirken ta
nım ve argümanlardan hızla uzaklaşıp his ve sezgilerine yöne
len öznel ölçütlerini dile getirmekle yetinmeleridir. Bu yüzden,
çalışmamın Dördüncü Bölümü'nde köy romanlarıyla köy te
malı romanlar arasındaki farkın nerelerde aranması gerektiğine
ve bunun hangi tezlerle desteklenebileceğine odaklanmaya ça
lışacağım. Bunu yaparken de, bir yandan 1950-80 arasının si
yasi, kültürel, demografik yapısından bahsedecek, bir yandan
da köy bağlamında ortaya çıkan ürünlerin o dönemin yazar ve
eleştirmenlerince nasıl alımlandıklarına, söz konusu yıllarda
köy romanlarının nasıl bir hakimiyet ve etkinlik alanı kurdu-
31
ğuna bakacağım. Bu doğrultuda en büyük yardımcım ise, gün
cel edebiyat ortamını en gerçekçi biçimde yansıttığına inandı
ğım edebiyat yıllıkları olacak. Dördüncü Bölüm'de tartışmaya
açmak istediğim ikinci bir başlık ise, bizzat Enstitülü köy ro
mancılarıyla köy hakkında romanlar yazan dönemin toplum
cu gerçekçi diğer kalemlerinin, köy edebiyatı hakkındaki birbi
riyle ayrışan fikirlerinin yorumlanmasına odaklanacak. Böyle
ce, örneklediğim eleştirmenlerin yeterince tanımlayamadıkları
bu romanlar arasındaki farklılık, Fakir Baykurt, Mahmut Ma
kal, Talip Apaydın, Kemal Tahir ve Orhan Kemal'in dahil ol
dukları bir açıkoturumun kayıtlarını bir araya getiren Beş Ro
mancı Tartışıyor adlı kitap üzerinden netleştirilmeye çalışıla
cak. Talihsiz bir biçimde edebiyat eleştirisinin ufkundan çı
kan bu benzersiz metin, sadece dile getirilen fikirler bakımın
dan değil, aynı zamanda satır aralarına sıkışan hiyerarşi, kişi
sel dengeler, farklı kökenlerden gelen yazarlar arasındaki geri
limler gibi tanık olması oldukça zor anların yorumlanmasına
da imkan tanıyacaktır.
Buna karşın, yine belirtmek gerekir ki, köyü konu edinen
metinler ve bu metinlerin ortaya çıktığı döneme ilişkin, özellik
le 2000'ler sonrasında üzerinde durulmayı hak eden yeni bakış
açılan da geliştirilmiştir. Bunların bir kısmı durumu siyasi yö
nüne yoğunlaşarak açıklamaya çalışırken, bazıları da kimi ede
biyat eleştirileri yöntem ve/veya kuramlarını döneme uyarla
mayı dener. Bu analizlerin en başarılılarından biri Levent Can
tek'in (200 1 ) makalesidir. Cantek yazısında cumhuriyet döne
mi boyunca siyasi bir nesne olarak görülen köyün ve köylünün
hangi politikalara maruz bırakıldığını, 1 940'lara gelene kadar
nasıl romantik bir söylem içine sıkıştırıldığını ve bunun edebi
yattaki yansımalarını ele alır. Ardından 1950'lerle birlikte, yu
karıda andığım başka araştırmacıların da tespit ettiği gibi, ye
ni ve devletin jargonundan/kontrolünden kurtulan, romantik
köycü söylemin altım oyan bir başka dalganın ortaya çıkışını
açıklar. Tahmin edileceği gibi Mahmut Makal ve Fakir Baykurt
üzerinden tanımlanan bu çizgi daha eleştirel ve beklenmedik
bir yapıdadır. Cantek yazısının sonunda 1960'ların ikinci yarı-
32
sıyla birlikte Enstitü mezunu romancıların bakış açısını karşısı
na alan, ideolojik yönü kuvvetli bir başka damarın da varlığını
hissettirdiğini Kemal Tahir üzerinden aynntılandınr.
Cantek'e benzer biçimde Ömer Türkeş de (2004) , haklı bi
çimde 1950 sonrasında yazılan köy romanlarındaki içeriğin de
ğiştiğine işaret eder:
33
şan yanlan ve bu farklılık ve koşutluklann gerekçelerini açıkla
maya ayırdım . Bunu yaparken temel olarak yakın okuma yön
teminden faydalanmayı, önceki bölümlerde tür, tarih/siyaset,
alımlanma açılarından tanımlamaya gayret ettiğim köy roman
larını, bu kez de doğrudan metinlere yakınlaşarak ele almayı
deneyeceğim. Elbette, yıllar içinde sayılan oldukça artmış bu
türün örneklerinin tamamını incelemek mümkün olamayaca
ğından, özellikle Fakir Baykurt'un romanlarına yöneldim. Bu
nun temel sebebi, hem Yılanlann Ôcü'yle birlikte Baykurt'un
bu türün en karakteristik örneklerinden birini vermesi hem de
köy romancıları arasında tanınmışlık, konu çeşitliliği, anlatım
gücü, yayımladığı eser sayısı, diğer köy romancılarının sözcü
sü olarak konumlandırılması gibi örneklemimi zenginleştire
cek bir içerik sunması oldu. Buna karşın, diğer köy romancıla
rının yapıtlarından da zaman zaman argümanlarımı destekle
mek için olabildiğince faydalanmaya gayret edeceğim.
Çalışmamın aynı zamanda en uzun bölümü de olan bu yakın
okuma kısmında önemli olduğuna inandığım bir başka mese
leyse, Baykurt'un metinleri üzerinden karakteristik özellikleri
ni, epistemolojik altyapısını ve Köy Enstitüleri'yle olan ilişkisi
ni belirlemeye çalıştığım, dahası ayrı bir roman türü olduğunu
düşündüğüm "köy romanı"nın "köy temalı" romanlardan nasıl
ayrıldığını göstermek olacak. Bunun için kullanacağım temel
metinler Baykurt'un köy romanı türünün başlangıcından so
nuna dek yazdığı kitaplar olsa da, zaman zaman hem diğer köy
romancılarından hem de köy temalı romanlar yazan dönemin
toplumcu gerçekçi edebiyatçılarından yararlanacağım. Top
lamda dört büyük altbaşlık altında bir araya getireceğim Son
Bölüm'deki yakın okumaların ilk üç altbaşlığı köy romanları
nın kendine özgü , ayırt edici yanlarına odaklanırken; sonun
cusu l 960'lann sonlarından itibaren toplumcu gerçekçi edebi
yata yakınlaşmaya çalışan köy romancılarının eserlerindeki dö
nüşüme yakından bakmaya ve bu yeni durumun sebep ve so
nuçlarını yorumlamaya gayret edecek. Giriş kısmına son ver
meden, sözünü ettiğim meselelere daha yakından bakmadan
önceyse, üzerinde durulmayı gerektiren son bir konu daha bu-
34
lunuyor: dünyada yazılmış "köy romanları" ve bu romanların
Türkçe edebiyattaki türdeşlerinden ayrılan nitelikleri.
35
rını Toroslar bağlamında "bölgesel" saymak mümkün olabile
ceği gibi, Orhan Pamuk'un romanlarını da lstanbul'u anlatma
sından yola çıkarak bölgeselleştirebiliriz. Nitekim, edebiyat te
rimleri sözlükleri de, bölgesel romanları tanımlarken altını çiz
diğim bu özelliklerini vurgularlar (Cuddon, 1 999 , s. 73 7-738) .
Pastoral romanlar ise, hem çok daha geniş bir tarihsel süre
ce sahip olan hem de son derece katı sınırlarla belirlenmiş bir
tanımı bulunan "pastoral" kavramıyla doğrudan ilişkilidir. An
tik Yunan'dan itibaren çoğunlukla çobanlar, kimi kez de balık
çı, ormancı, çiftçi vs. gibi başka meslek gruplarından insanların
kahraman olarak seçildiği pastoral anlatılar genellikle şiir for
mundadır ve bu metinlerin asıl motivasyonları dini, ahlaki, fel
sefi kimi öğreti ya da bilgileri sembolik biçimde ele almak, yo
rumlamak ya da tartışmaktır. Dolayısıyla pastoral metinler -is
ter şiir, ister roman olsun- kahramanlarının gerçek dünyadaki
yaşamıyla değil, onların sembolik anlamlarıyla ve pastoral ya
zına ve onun kendine özgü geleneğine bağlıdır (Cuddon, 1999,
s. 644-649; Sole-Leris, 1 980; Squires, 1974) .
Kır/taşra romanı ise, köy romanı denince zihinde canlanan
yukarıda tarif ettiğim muğlak tanıma en yakın adlandırma gö
rünümündedir. Tespit edebildiğim kadarıyla pek çok yerde bir
birinin yerine de geçebilen bu iki tamlama arasındaki ayırıcı en
net özellik, "kır/taşra" ifadesinin zaman zaman köy-kasaba ara
sı büyüklükteki yerleşim birimleri için de kullanılmasıdır. An
cak bu da , hane sayısını mı, nüfus büyüklüğünü mü , yoksa
kaplanan alanı mı kastettiğimiz açık olmadığından köyden bü
yük-kasabadan küçük yerleşim birimleriyle neyin anlaşılması
gerektiğini belirsiz bırakır. Kır/taşra romanının köy romanı ifa
desinden uzaklaştığı bir başka durumsa, l<öy romanı olarak ad
landırılan metinlerin -genellikle- köylü nüfusun yakın zama
na kadar çoğunlukta olduğu mekanlara odaklanmasıdır. Dola
yısıyla köy romanlarına "köy/köylü sorunu" yaşayan ülkeler
de rastlanırken, kır/taşra romanlarıyla daha çok geleneksel an
lamdaki köylülüğün çözüldüğü bölgelerde karşılaşılır. Kır/taş
ra romanlarının kahramanları da köy romanlarından farklı ola
rak ya taşrada yaşamayı bilinçli olarak tercih eden eski kentli-
36
lerden, ya bir biçimde oraya yolu düşen/seyahat eden insanlar
dan ya da taşrada yaşayan fakat ülkenin genel kalkınmışlık se
viyesi sayesinde şehrin sahip olduğu bilgiye erişimi bulunan ve
bundan az ya da çok faydalanabilen taşralılardan oluşur (Ke
ith, 1988; Storey, 20 13; Parkinson, 1984; Katamble, 2008) . Ne
var ki, bu küçük ayrımlar da kimi araştırmacıların yorumların
da iç içe geçer ve adlandırmalar içinden çıkılması imkAnsız bir
görünüm kazanır. Kaldı ki, eldeki tespitlerin tamamı geçerli ol
sa dahi, böyle bir ayrım yaparken hangi tarihte yazılmış roman
ları esas alacağımız sorusu yanıtsız kaldığından, 19. yüzyılda
ki bir Fransız taşra romanıyla, 20. yüzyıldaki Nijerya köy ro
manını karşılaştırmadaki tuhaflıktan kurtulmak mümkün ol
mayacaktır.
Dolayısıyla, köy romanı türü -eğer böyle bir türün varlığı
nı kabul ediyorsak- edebiyat tarihçiliği bakımından da üzerine
düşünülmesi gereken ve henüz tanımlanmaktan çok uzak bir
toz bulutu görünümündedir. Şu halde, adlandırma çabasından
vazgeçip dünya edebiyatlarında yazılmış köyde geçen roman
lardaki içerik, yazarsa! niyet ve tarihsel arka planla uğraşmak,
bu metinlerin geneline dair bir fikir edinmek için daha doğru
bir adım olabilir.
Yukarıda da değindiğim üzere , köy romanlarının -Türkçe
edebiyatta olduğu gibi- belirli bir dönemde görünürlük ve yay
gınlık kazanabilmesi için, söz konusu coğrafyada köylülük ile
ilgili olumlu ya da olumsuz kimi gelişmelerin yaşanması bek
lenir. Bu bağlamda, son derece geniş olan mevcut literatürden
birkaç örneğe, daha net bir fikir vermesi için biraz daha yakın
dan bakmakta fayda vardır. Köyü konu edinen romanlarla ilgili
ele alacağım üç edebiyatı sırasıyla Nijerya/Batı Afrika, Mısır ve
Sovyetler Birliği olarak belirledim. Bu seçimimde, üç bölgede
de geçtiğimiz yüzyılda önemli toplumsal, siyasi ve kültürel dö
nüşümlerin tecrübe edilmesi kadar, yaşanılanlara verilen ede
bi tepkilerin odağında köy ve köylülük meselesinin bulunma
sı, ayrıca tartışmayı derinleştirebilecek kapsamlı araştırmaların
varlığı da etkili oldu. Şüphesiz yakından bakacağım bu üç ede
biyatta yazılmış köyle ilgili romanları birinci elden derinleme-
37
sine tahlil ettiğimi iddia etmeyeceğim. Ancak amacım bu me
tinlerin yakın okumasını yapmak değil, köyle ilgili tasavvurla
rını ve konulan hangi açıdan ele almayı tercih ettiklerini anla
mak olduğundan, ikincil kaynakların da bize yeterli bakış açı
sını sunacağını sanıyorum.
Alanında temel kaynak olarak kabul edilen The West African
Village Novel kitabında George Nyamndi ( 1982) , sadece Nijer
ya'da değil, genel olarak Batı Afrika bölgesinin tamamında ya
zılan köy hakkındaki romanları inceler. iki temel kısma ay
rıldığını söyleyebileceğimiz çalışmasının ilk bölümünde ken
di "köy romanını" tanımlar ve Batı Afrika edebiyatında bu tü
rün kökenlerini tartışırken, ikinci bölüm metin odaklı ilerler ve
Elechi Amadi'nin The Concubine adlı romanı üzerinden bu tü
rün özellikleri detaylandınlır. Nyamndi köy romanlarını değer
lendirirken asıl vurgunun mekana yapılması gerektiğini savu
nur. Zira bu romanların ayırt ediciliği, olayların geçtiği mekan
la, yani köyle ilgilidir ve onları özel kılan da köy hayatındaki il
ginç yaşam deneyimlerini kayda almalarıdır (s . 1 ) . Nyamndi'ye
göre çağdaş Batı Afrika romanının önemli bir kolu olan köy
romanları, "siyasi bağımsızlığın hız kazandırdığı kültürel far
kında l ığın bir sonucudur ve bu türün "kökeni ve gelişimi, bu
"
38
ni ve yaptığı tanımlamaların ufuk açıcı olduğunu savunur (s.
625 ) . Batı Afrika romanı hakkındaki diğer kayda değer çalış
malar arasında özellikle Obiechina ( 1 975) , Sullivan (2006) ve
Osinubi (20 1 5) anılabilir. Genel bakış açılan bakımından ko
nuya Nyamndi denli kuramsal ya da tarihsel bir ivme kazandı
ramamış olsalar da her üç yazarın metni de alana girmek için
zihin açıcıdır. Obiechina'nın kitabı Batı Afrika romanı üzeri
ne genel bir değerlendirme yapmayı amaçlar. Yazar üç bölü
me ayırdığı kitabının ilk kısmında Batı Afrika romanının tarih
sel kaynaklarını ve arka planındaki motivasyonları incelerken,
ikinci kısımda içerik ve biçim açılarından romanın Afrikalılaş
masını tartışır. Son bölümde ise romanın hangi kültürel ilişki
leri ve karşıtlıkları konu edindiğini ve meseleleri bu bağlam
da nasıl ele aldığını yorumlar. Sullivan'ın makalesi ise, Afrika
lı yazarların okurlarının ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına Ba
tılı roman tanımlarını nasıl dönüştürdüklerini ve bunun biçim,
içerik, üslup, karakter gelişimi gibi pek çok noktaya etkilerini
değerlendirir. Osinubi ise çok daha yakın bir döneme odakla
nır ve 2000 sonrasında Nijerya'da yazılmış romanlarda köyün
ve köylülerin nasıl ele alındıklarını inceler.
Öte yandan, Nijerya edebiyatındaki köy romanları hakkın
daki yazısında Wendy Griswold ( 1996) , meseleye bütün bu adı
geçen eleştirmenlerden farklı bir açıdan yaklaşır. Griswold köy
romanlarında "geleneksel düzen; Batı'nın yol açtığı rahatsız
lık ya da kargaşa; yenilenme/onanın gayretleri; dönüm/kırılma
noktası; ve dağılmanın ardından düzenin yeniden kurulması"
(s. 573) biçiminde özetlenebilecek beş ayn aşamanın görüldü
ğünü öne sürer. Metinlerin ortaya çıkış koşullan ve içeriklerin
deki başat konular bakımından Nyamndi ( 1 982) ve Obiechina
( 1 975) gibi araştırmacılarla hemfikir olsa da, Griswold ( 1 996)
Nij erya'da yazılan romanların yalnızca % 20'sinin gerçekten
köyde geçtiğinin, % 7 1 gibi büyük bir kısmınınsa mekan ola
rak şehirleri seçtiğinin altını çizer. Griswold'a göre dikkat çeki
ci olansa Batılı yayıncı ve okurların kalıplaşmış bakış açıları yü
zünden Afrika'da yazılan romanların çoğunda köylülerin anla
tıldığına dair bir önyargıya sahip olmalarıdır (s. 578) . Bir başka
39
deyişle Griswold'un şikayeti Batı'nın ısrarla Afrika'yı tümüyle
köylü ve geri kalmış bir coğrafya olarak görme arzusuna ve bu
nun dışında kalan hikayelere kulaklarını tıkamasına yöneliktir.
Mahmut Makal'ın Bizim Kôy'ünün 1 950'de yayımlanmasının
ardından hızla pek çok Batı diline çevrilmesi ve art arda baskı
lar yapan kitap hakkında çıkan yazıların çoğunun metni dün
yanın geri kalmış bir toplumuna dair antropolojik bir deney gi
bi yorumlaması da, Griswold'un Nijerya romanına dair tespit
leriyle paralellik taşır.
Toparlamak gerekirse , büyük oranda sömürgecilik sonra
sı Afrika kültürünün yeniden inşasını ve ulusun kimliğini geri
kazanmasını sağlamak, böylece kültürel bir uyanışın tetiklen
mesine katkı sağlamak için yazılan Afrika'daki "köy romanla
rı" , biçim ve dil özellikleri bakımından da eski anlatılardan ve
sözlü gelenekten yoğun biçimde faydalanmıştır. Batı Afrika ro
manıyla benzer güdülerle yükselen bir başka "köy romanı" akı
mı ise Kuzey Afrika'da, Mısır'da karşımıza çıkar.
Nedenleri Batı Afrika'dan farklı olsa da, 19. yüzyıldan itiba
ren siyasi, sosyolojik, iktisadi, dini, kültürel , kısacası toplu
mun bütün sinir uçlarında hızlı ve radikal dönüşümler geçiren
bir başka ülke olan Mısır'da da, köyü ve köylüleri konu edinen
pek çok roman yazılmıştır. ikincil kaynaklardan edindiğim bil
giler, bu metinler hakkındaki ilk kapsamlı çalışmaların Arap
ça olarak yapıldığını gösterse de (Hafez, 2000, s. 299) , söz ko
nusu araştırmalar İngilizceye çevrilmediği için ne yazık ki bu
tartışmada yer alamadı. Öte yandan, Mısır'da yazılan köye da
ir romanlar hakkındaki ilk geniş kapsamlı Ingilizce yayın olan
Ami Elad'ın ( 1 994) The Village Novel in Modem Egyptian Lite
rature adlı kitabı da eleştirmenlerce hem kavramsal ve tarihsel
bakış açısındaki aksaklıklar hem de barındırdığı maddi hatalar
dolayısıyla yetersiz bulunmuş, alanında pek fazla etki bıraka
mamıştır (Hafez, 2000, s. 298-300) . Bu yüzden, konuyu tartış
maya açmak için en verimli ve güvenilir kaynak Samah Selim'in
kitabı olarak gözükmektedir. Selim (2004) 1880- 1 985 arasında
Mısır'da yazılan romanlardaki taşra tahayyülünü incelediği ça
lışmasının hemen başında "20. yüzyılla birlikte Mısır köylüsü-
40
nün [ . . . ] modem Mısır ulus-devletinin toplumsal söylemini ve
siyasi ideolojisini hegemonyası altına aldı [ğını] ve fallah'ın bir
denbire ulusal kimliğin baskın simgesi olarak belirdi [ğini] " (s.
1) kaydeder. Öyle ki, Selim'e göre Mısırlı yazarlann büyük bir
kısmı -isteyerek ya da kendilerini mecbur hissederek- kariyer
leri boyunca fallah ve yaşadıklan köylerle ilgili en az bir roman
kaleme almışlardır (s. 2). Bu bakımdan Mısır'daki köye dönüş
hareketini, cumhuriyetin erken dönemlerinden itibaren Türk
çe edebiyatın tecrübe ettiği köycü söylemle ilişkilendirmek de
mümkündür. Nitekim, Selim'in kitabında ilerledikçe Mısır'la
Türkiye arasındaki tarihsel ortaklığın edebiyatta da pek çok
noktada kesiştiğini görmek ilginçtir.
Selim, yine çalışmasının ilk sayfalannda, Necib Mahfuz bir
yana bırakılırsa modem Mısır edebiyat kanonunun çoğunluğu
nun köy romanlarından oluştuğunu , şehirde geçen romanlar
da dahi köylü imgesinin ya da temsil ettiği kimliğin büyük bir
etkiye sahip olduğunu iddia eder (s. 2) . Bunda, köylü ve top
rak sorununun sürekli gündemde kalmasının yam sıra devle
tin meseleye yaklaşımının da payı bulunmaktadır. 1940'lardan
itibaren Türkiye siyasetini de belirleyen meselelerden biri olan
köylünün toprak sorunu , uzun yıllar boyunca tartışılmış ve
edebiyatın da kayıtsız kalamadığı bir gündem maddesi haline
gelmiştir. 10 Selim'in Mısır'daki köy romanlanyla ilgili vurgula
dığı bir diğer nokta, köy romanlanmn toplumsal kimlik konu
sunun altını çizmedeki ısrandır. Hem kişisel hem de siyasi açı
lımları bulunan bu mesele romanlarda sürekli tekrarlanırken,
en sık kullanılan motif de taşra ile şehir arasındaki çatışma olur
(s. 3 ) . Hemen akla geleceği gibi, Türkçe edebiyatta da hem köy
romanlannda hem de köy temalı romanlarda köy-şehir/köylü
şehirli karşıtlığı çok sık vurgulanır ve bu çatışmadan yola çıka
rak siyasi ve toplumsal tahliller yapılmaya çalışılır. Dolayısıy
la, Selim'e göre fallah, bir yandan yeni milliyetçi edebiyat anla
yışının ihtiyaç duyduğu hammaddeyi sağlarken, bir yandan da
41
kozmopolit şehirli öznelerin ötekisi haline gelecek arketip an
latılan oluşturmuştur (s. 5 ) . Bu bakımdan da, Mısır ve Türki
ye edebiyatları arasındaki koşutluğun daha kapsamlı ve ayrın
tılı incelemeleri hak ettiğini söylemek mümkündür. Son olarak
değinmek istediğim bir başka "köy romanı" ekolü ise Sovyetler
Birliği'nde bulunmaktadır.
Mısır edebiyatına benzer biçimde, ne yazık ki Rusçada kal
mış pek çok araştırma da, burada yapmayı deneyeceğim köy
romanı tartışmasına dahil olamadı. Öte yandan, yine Selim'e
(2004) benzer biçimde Kathleen F. Parthe de ( 1 992) konuyu
yorumlamak için ihtiyaç duyduğumuz tarihsel ve kavramsal ar
ka planı somutlaştıracak yeterli malzemeyi fazlasıyla sunmak
tadır. Parthe'nin Russian Village Prose adını verdiği çalışması,
başlığından da anlaşılacağı üzere, yalnızca roman türüyle de
ğil, Rusça yazılmış köy hakkındaki kurmaca düzyazılann tama
mıyla ilgili bir yorumda bulunmayı amaçlar. Rusça köy litera
türüyle ilgili bilmemiz gereken ilk şeyse, bu edebiyatta kendine
mekan olarak taşrayı seçen iki ayn akımın mevcut olduğudur.
Bunlardan ilki, sosyalist gerçekçilik anlayışıyla biçimlenen
bir edebiyatı yansıtan ve kolhozlar etrafında örgütlenen metin
lerden oluşur. Özel mülkiyetin olmadığı Sovyetler Birliği'nde
ki kolektif tanın çiftliklerinin genel adı olan kolhoz, bireysel ya
da aile çiftliklerindeki zirai üretimin bir antitezi olarak kurul
muştur. Başlangıçta, 1 9 1 7 Devrimi'nin ardından ülkeyi dola
şan propaganda işçilerinin etkisiyle kendiliğinden ortaya çıkan
kolhozlar, l 930'lann ilk yıllarından sonra kanunlarla da daya
tılan kurumlar haline gelir. Merkezi planlamaya göre ekip bi
çilen ve üyelerinin mesleklerine göre maaşa bağlandığı büyük
kooperatifler olarak da düşünebileceğimiz kolhozlar, zaman
içinde yalnızca iktisadi iştirakler olmaktan çıkar ve Sovyetler
Birliği'nin ideolojik simgelerinden birine dönüşür. Dolayısıyla
daha en başından kolhozlarla sosyalist gerçekçilik arasında sıkı
ve tanımlı bir ilişki söz konusu olduğu söylenebilir. 1 1
42
lkinci taşra edebiyatı ekolü ise, böylece, kolhoz dışında kalan
bölgelerde ortaya çıkar. Parthe bu ayrımı daha belirgin hale ge
tirir ve köy edebiyatına mensup yazarların büyük bölümünün
köyde doğup büyüdüklerini, buna karşın kolhoz edebiyatı üye
lerinin genellikle şehir kökenli ve "şehirli kılıklı" olduğunu ya
zar (s. 4) . tlerleyen sayfalarda bu durumun yol açtığı ikiliği ise
şöyle açıklar: "Kolhoz edebiyatının yazarları kendilerini önce
likle taşra aktivistleri, cephe hattı muhabirleri, ve elbette, 'insan
ruhunun mühendisleri' olarak tanımlarlar. Köy edebiyatı yazar
ları ise kendilerini geleneksel köy yaşamının tanıkları ve bu ya
şamın hızlı kaybının vakanüvisleri olarak görürler" (s. 18) .
Parthe'nin bu keskin cümlelerinde Sovyetler Birliği'nin yı
kılmasından sonra , komünizmin uygulanmasında ortaya çı
kan olumsuzlukları gerekçe göstererek bütün Sovyet geçmişiy
le bağı koparma duygusunun ve incelenen dönem ve yazarlar
la kurulan yakınlık hissinin de payı var gibidir. Ancak yine de,
eldeki veriler Sovyet taşrasında inşa edilmiş iki ayrı köy edebi
yatı geleneği bulunduğuna ikna olmak için yeterlidir. 1 2 Parthe
çalışmasının devamında köy edebiyatında tespit ettiği tema ve
üslup özelliklerini ayrıntılı olarak ele alır. Bunlardan en dikkat
çekeni, eski köylünün -kısa süreliğine de olsa- köklerinin bu
lunduğu topraklara geri dönüşüdür (s. 19). Bu dönüş aynı za
manda kahramanın kendi geçmişine de yeniden kavuşmasını
sağlar. Dönüş anlatılarındaki baskın duyguysa melankolidir.
Melankolinin kaynağı , hem köklerinden uzaklaşmanın, geri
de bırakılanların artık orada olmadığını anlamanın hüznü hem
de köy yaşamının kendisinin giderek kaybolmasının, bir bü
tün olarak Rus halkının aslından uzaklaşmasının fark edilmesi
nin acısıdır. Dönüş anlatılarıyla benzer özellikler taşıyan Part
he'nin dikkat çektiği diğer izleklerden bazıları, köylerinden zo
runlu olarak ayrılanların anlatıldığı "köksüzleşme" öyküleriy-
tarafından başta önerilen ardından da dayatılan bir sanat anlayışı olarak özetle
yebileceğimiz sosyalist gerçekçilik uzun ve çetrefilli bir tartışma konusu oldu
ğundan, bu bölümde derinlemesine ele alınmayacaktır. Ô te yandan, bu akım
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Robin, 1 992; James, 1975; Günther, 20 1 1 .
1 2 Rusça roman hakkında farklı bir bakış açısı ve daha genel bir resim için bkz.
Clark, 198 1 .
43
le, köyünden uzaktaki kahramanın geçmiş günlerini hatırladı
ğı "çocukluk" hatıralarıdır (s. 19-2 1 ) . Parthe, köy düzyazıların
da anlatılan mekanın yalnızca başkent Moskova'dan değil, aynı
zamanda diğer şehirlerden, fabrikalardan, trenlerden de uzak
olduğunu aktarır (s. 2 1 -22) . Dolayısıyla, bu metinleri köyü ya
da köylüleri anlatan nostaljik hikayeler olduğu kadar, endüstri
leşmeyle her an biraz daha yok olan köy yaşamına kaçış ya da
bir ağıt gibi de ele almak mümkündür. Nitekim, Parthe de köy
edebiyatının en baskın temalarının ve bu türün karakteristikle
rinin "taşra/kent ayrışması, hükümetin kırsal bölgelerdeki poli
tikalarının eleştirisi, Rusya'nın milli ve dini hissiyatlarının can
landırılması, milli değerlerin vurgulanması, doğaya dair endi
şeler ve geleneksel taşra hayatının ortadan kalkmasının yarattı
ğı nostalji duygusu" olduğunu belirtir (s. 3) .
Kuşkusuz, yalnızca üç örnekten yola çıkarak köyü konu alan
romanların dünya edebiyatlarındaki tezahürlerine dair genelle
melerde bulunmak mümkün değildir. Üstelik benzerliklere de
ğil farklılıklara odaklanmış bir göz, köyü anlatan metinlerin ge
nel içinde kapladığı oran, etkili olduğu dönemin uzunluğu, ve
rilen eserlerin nitelik ve nicelikleri, metinlerde hakim ideoloji
nin ne olduğu gibi pek çok açıdan, bu karşılaştırmanın işe ya
rar sonuçlar doğurmayacağını da ikna edici biçimde savunabi
lir. Nitekim bu soruların her biri tek tek incelenmeyi ve üzerin
de düşünülmeyi fazlasıyla hak etmektedir.
Öte yandan, her üç örnekte de kendini gösteren ve vurgu
lanmasının anlamlı olabileceğini düşündüğüm kimi ortaklıklar
da dikkat çekicidir. Öncelikle, ele aldığım üç bölgenin/ülkenin
edebiyatında da hızla çözülmekte olan köylülüğün gelenek
sel kültürel değerlerin kaybına yol açacağı endişesinin metin
lerde öne çıkan bir tema olduğu görülmektedir. Bununla bağ
lantılı olarak, nedeni farklı dönemlerde, farklı tarihsel süreçle
rin sonunda ortaya çıksa da, milliyetçilikle az ya da çok tanış
tıktan sonra uluslaşma sürecine giren toplumların kendilerine
milli bir kimlik inşa ederken yüzlerini döndükleri ilk yerin de
köy olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, incelediğimiz edebiyat
lardan yaklaşık bir yüzyıl önce şehirleşme ve modemiteyle ta-
44
nışan Batı Avrupa toplumlarında daha erken tarihli metinler
de kendine yer bulmuş olsa da, kimi zaman ırkçılığın yükseli
şe geçtiği ikinci Dünya Savaşı gibi kırılma noktalarında da, ulu
sun kaynağına dönme arzusunu karşılamak için gözlerin yeni
den köye çevrilmesine tanık olunur. Bu bağlamda, Türkçe ede
biyattaki köy temalı romanların da kısaca incelediğimiz bu ede
biyatlardaki tavırlardan çok uzak bulunmadığı, pek çok ortak
noktaya sahip olduğu söylenebilir. Ele alınan edebiyatlar bağla
mında göze çarpan bir başka koşutluk ise, eser veren yazarların
kökenleri köy olsa bile, zihinlerinin modernist, şehre ait, soyut
bir eğitimle şekillenmesidir. Dahası, köyü konu alan metinler
yazmaları -bazı durumlarda mahalle baskısı hissedilse de- ka
çınılmaz bir son değil, bilerek ilerlenmiş bir güzergah, bir ter
cihtir. Ve içlerinden pek çoğu, yalnızca köyle ilgili değil şehirde
geçen ve şehirlilerin hayatlarıyla ilgili eserler de vermişlerdir.
Köy Enstitülü yazarları diğerlerinden farklı kılan ve " köy
romanı" nı yukarıda dünya edebiyatlarından da örneklerini
gördüğümüz "köy temalı roman"lardan ayıran gerekçe de bu
rada bulunmaktadır. Enstitülü yazarlar aldıkları eğitimin oluş
turduğu zihin dünyası nedeniyle köy meselesini diğer roman
cılardan farklı bir epistemolojik temellendirmeyle kurgulamış,
yazarlık kariyerleri boyunca da her biri edebiyatlarını köyle sı
nırlandırmış, köy hakkında yazmaya yazgılı olduklarını düşün
müşlerdir. Bu temeldeki aynın, "köy romanı"nı Türkçe edebi
yata özgü, endemik bir tür olarak konumlandırmayı gerektir
mektedir. Bir sonraki bölümle birlikte kavramsal olarak roma
nı tartışmaya açmaktaki niyetim de --dolayısıyla- köy roman
larının türsel açıdan romanın ortaya çıkış koşullarından fark
lı bir soyağacına sahip olduğunu göstermek olacak. Böylelik
le, Türkçe romanda köy tartışmalarında üzerinde durulmadan
geçilen, bu yüzden de tarifsiz, tanımsız, hadan kaybolmuş, altı
boş genellemelerle baş başa bırakılmış "roman nedir?" ve "köy
romanı bu türün içinde nasıl bir yer kaplar? " sorularını yanıt
lamaya çalışacağım.
45
Another random document with
no related content on Scribd:
your shoes such an enduring polish, or call you up for an early train
with such unerring punctuality.
With these sentiments, fancies, and prejudices in favour of the
past, joined to a fastidious, quaintly luxurious taste, and limited
funds, it is hardly to be wondered at that I have searched long and
vainly for my ideal dwelling. I might, perhaps, have found it readily
enough in the country, but my habits only allowed me to seek it in
town. I am a London man—London born and London bred—a
genuine cockney, I hope, of the school of Dr. Johnson and Charles
Lamb. I cannot tear myself away from old taverns, old courts and
alleys, old suburbs (now standing in the very centre of the town), old
print-shops, old mansions, old archways, and old churches. I must
hear the London chimes at midnight, or life would not be worth a jot.
I hear them, as they were heard a century and more ago, for they
are the last things to change; but forty or fifty years have played sad
havoc with land, and brick, and stone. Fire has done something;
metropolitan improvements have done more. Not only do I mourn
over what is lost, but what is gained. The town grows newer every
day that it grows older. I know it must be so; I know it ought to be so;
I know it is a sign of increased prosperity and strength. I see this with
one half of my mind, while I abhor it with the other. I cannot love New
Oxford Street, while St. Giles’s Church and old Holborn still remain. I
have no affection for Bayswater and Notting-hill, but a tender
remembrance of Tyburn Gate. I feel no sensation of delight when I
hear the name of St. John’s Wood or the Regent’s Park; and
Camden Town is a thing of yesterday that I treat with utter contempt.
If I allow my footsteps to wander along Piccadilly and through
Knightsbridge, they turn down, on one side, into Chelsea, or up, on
the other side, into Kensington, leaving Brompton unvisited in the
middle. I am never tired of sitting under the trees in Cheyne Walk; of
walking round the red bricks and trim gravel pathways of Chelsea
Hospital; of peeping through the railings at Gough House, or
watching the old Physic Garden from a boat on the river. I am never
weary of roaming hand-in-hand with an amiable, gossiping
companion, like Leigh Hunt, listening to stories at every doorstep in
the old town, and repeopling faded, half-deserted streets with the
great and little celebrities of the past. I never consider a day ill spent
that has ended in plucking daisies upon Kew Green, or in wasting an
hour or two in the cathedral stillness of Charter-House Square. I am
fond of tracing resemblances, perhaps imaginary, between Mark
Lane and Old Highgate, and of visiting old merchants’ decayed
mansions far away in tarry Poplar. I could add a chapter to Leigh
Hunt’s pleasant essay upon City trees,[14] and tell of many fountains
and flower-gardens that stand under the windows of dusky counting-
houses.
Humanizing as such harmless wandering ought to be, it seems
only to make me break a commandment. I am sorely afraid that I
covet my neighbour’s house. When I find the nearest approach to
my ideal—my day-dream—my toy dwelling—it is always in the
occupation of steady, unshifting people. Such habitations, in or near
London, seem to descend as heirlooms from generation to
generation. They are never to be let; they are seldom offered for
sale; and the house agent—the showman of “eligible villas”—is not
familiar with them. I will describe the rarity.
It must be built of red brick, not earlier than 1650, not later than
1750, picked out at the edges with slabs of yellow stone. It must not
be too lofty, and must be equally balanced on each side of its
doorway. It must stand detached, walled in on about an acre of
ground, well surrounded by large old trees. Its roof must be sloping,
and if crowned with a bell-turret, so much the better. Its outer
entrance must be a lofty gate of flowered ironwork, supported on
each side by purple-red brick columns, each one surmounted by a
globe of stone. Looking through the tracery of this iron gate, you
must see a few broad white steps leading up to the entrance-hall.
The doorway of this hall must be dark and massive, the lower half
wood and the upper half window-framed glass. Over the top must be
a projecting hood-porch filled with nests of wood-carving,
representing fruit, flowers, and figures, brown with age. Looking
through the glass of the hall-door, you must see more carving like
this along the lofty walls; and a broad staircase with banisters, dark
as ebony, leading up to a long narrow window, shaded by the rich
wings of a spreading cedar-tree. The rooms of this mansion will
necessarily be in keeping with its external features, presenting many
unexpected, irregular closets and corners, with, perhaps, a
mysterious double staircase leading down to the cellars, to which a
romantic, unauthenticated story is attached. Such houses are none
the worse for being filled with legends; for having one apartment, at
least, with a reputed murder-stain upon its floor; and for being
generally alluded to as Queen Elizabeth’s palaces, although
probably not built for nearly a century after that strong-minded
monarch’s death. The window-shutters are none the worse for being
studded with alarm-bells, as thick as grapes upon a fruitful vine; as
an additional comfort is derived from the security of the present,
when we are made to reflect upon the dangers of the past. A few
rooks will give an additional charm to the place; and it will be
pleasant, when a few crumbs are thrown upon the gravel, to see a
fluttering cloud of sparrows dropping down from the sheltering
eaves.
With regard to the neighbourhood in which such a house should
stand, it must be essentially ripe. Better that it should be a little
faded; a little deserted; a little unpopular, and very unfashionable;
than so dreadfully raw and new. It should have a flavour of old
literature, old politics, and old art. If it is just a little obstructive and
High Tory—inclined to stand upon the ancient ways—no sensible
man of progress should blame it, but smile blandly and pass on. It
will, at least, possess the merit, in his eyes, of being self-supporting;
asking for, or obtaining no government aid. While Boards of Works
are freely supplied with funds to construct the new, there is no board
but unorganized sentiment to maintain the old.
This house and this neighbourhood should not be far from London
—from the old centre of the old town. They should stand in Soho, or
in Lincoln’s Inn Fields, or in Westminster, like Queen’s Square, near
St. James’s Park; or even in Lambeth, like the Archbishop’s Palace.
Better still if in the Strand, like Northumberland House; or in Fleet
Street, like the Temple Gardens. What luxury would there be, almost
equal to anything we read of in the Arabian Nights, in turning on one
side from the busy crowd, unlocking a dingy door that promised to
lead to nothing but a miserable court, and passing, at once, into a
secret, secluded garden! What pleasures would be equal to those of
hearing the splash of cool fountains; the sighing of the wind through
lofty elms and broad beeches; of standing amongst the scent and
colours of a hundred growing flowers; of sitting in an oaken room
with a tiled fireplace, surrounded by old china in cabinets, old folios
upon carved tables, old portraits of men and women in the costume
of a bygone time, and looking out over a lawn of grass into a winding
vista of trees, so contrived as to shut out all signs of city life, while
the mellow hum of traffic came in at the open window, or through the
walls, and you felt that you were within a stone’s throw of Temple
Bar!
In such a house, on such a spot, a man might live, and his life be
something more than a weary round of food and sleep. His nature
would become subdued to what it rested in: the clay would happily
take the shape of the mould. I believe more in the influence of
dwellings upon human character, than in the influence of authority on
matters of opinion. The man may seek the house; or the house may
form the man; but in either case the result is the same. A few yards
of earth, even on this side of the grave, will make all the difference
between life and death. If our dear old friend Charles Lamb was now
alive (and we all must wish he was, if only that he might see how
every day is bringing him nearer the crown that belongs only to the
Prince of British Essayists), there would be something singularly
jarring to the human nerves in finding him at Dalston; but not so
jarring in finding him a little farther off, at Hackney. He would still
have drawn nourishment in the Temple and in Covent Garden; but
he must surely have perished if transplanted to New Tyburnia. I
cannot imagine him living at Pentonville (I cannot, in my uninquiring
ignorance, imagine who Penton was that he should name a ville!),
but I can see a certain appropriate oddity in his cottage at Colebrook
Row, Islington. In the first place, we may agree that this London
suburb is very old, without going into the vexed question of whether
it was really very “merry.” In the second place, this same Colebrook
Row was built a few years before our dear old friend was born—I
believe, in seventeen hundred and seventy. In the third place, it was
called a “Row,” though “Lane” or “Walk” would have been as old and
as good; but “Terrace” or “Crescent” would have rendered it
unbearable. The New River flowed calmly past, the cottage walls—
as poor George Dyer found to his cost—bringing with it fair
memories of Izaak Walton and the last two centuries. The house
itself had also certain peculiarities to recommend it. The door was so
constructed that it opened into the chief sitting-room; and this,
though promising much annoyance, was really a source of fun and
enjoyment to our dear old friend. He was never so delighted as when
he stood on the hearthrug receiving many congenial visitors, as they
came to him on the muddiest-boot, and the wettest-of-umbrella days.
His immediate neighbourhood was also peculiar. It was there that
weary wanderers came to seek the waters of oblivion. Suicide could
pitch upon no spot so favourable for its sacrifices as the gateway
leading into the river enclosure before Charles Lamb’s cottage.
Waterloo Bridge had not long been built, and was not then a
fashionable theatre for self-destruction. The drags were always kept
ready in Colebrook Row, and are still so kept at a small tavern a few
doors from the cottage. The landlord’s ear, according to his own
account, had become so sensitive by repeated practice, that when
aroused at night by a heavy splash in the water, he could tell by the
sound whether it was an accident, or a wilful plunge. He never
believed that poor George Dyer tumbled in from carelessness,
though it was no business of his to express an opinion on the matter.
After the eighth suicide, within a short period, Charles Lamb began
to grow restless.
“Mary,” he said to his sister, “I think it’s high time we left this place;”
and so they went to Edmonton. Those who are painfully familiar with
the unfortunate mental infirmity under which they both laboured, will
see a sorrowful meaning in words like these. Those who, like me,
can see an odd harmony between our dear old friend and Colebrook
Row, will lament, the sad necessity which compelled them to part
company.
Without wishing for a moment to erect my eccentric taste in
houses as an unerring guide for my fellow-creatures (especially as
the ancient London dwellings are growing fewer every day, and I am
still seeking my ideal toy), I must still be allowed to wonder at that
condition of mind which can settle down, with seeming delight, in the
new raw buildings that I see springing up on every side. I am not
speaking of those who are compelled to practise economy (I am
compelled to practise it myself), nor of those whose business
arrangements require them to keep within a particular circle; but of
those who have the power, to a certain extent, of choosing their
ground, and choose it upon some principle that I am unable to
understand.
I have a sensitive horror of regularity, of uniformity, of straight
lines, of obtrusive geometrical forms. I prefer a winding alley to a
direct street. I detest a modern, well-advertised building estate. The
water-colour sketch of such a place is meant to be very fascinating
and attractive as it hangs in the great house-agent’s office or
window, but it has no charms for me. My theory is that a man must
be perpetually struggling if he wishes to preserve his individuality in
such a settlement. The water may be pure; the soil may be gravelly;
the neighbourhood may be well supplied with all kinds of churches
and chapels; the “red book” may not pass it by as being out of the
fashionable circle; blue books may refer to it approvingly as a model
of perfect drainage; it may be warmed up by thorough occupation;
perambulators may be seen in its bare new squares; broughams
may stand by the side of its bright level kerbstones; but the demon of
sameness, in my eyes, would always be brooding over it. I should
feel that when I retired to rest, perhaps eight hundred masters of
households were slumbering in eight hundred bedchambers exactly
the same size and the same shape as my own. When I took a bath,
or lingered over the breakfast-table, I should be haunted by the
knowledge that eight hundred people might probably be taking
similar baths and similar breakfasts in precisely similar apartments.
My library, my dining-room, and my drawing-room would correspond
in shape and size with eight hundred other receptacles devoted to
study, refreshment, and recreation. If I gazed from a window, or
stood at a doorway, I should see hundreds of other windows, and
hundreds of other doorways, that matched mine in relative position
and design. I should look down upon the same infant shrubs, and the
same even, level walls, or up at the same long, level parapets,
without break, the same regular army of chimney-pots, without
variety,—until I should feel as if I had settled in a fashionable
penitentiary, to feed upon monotony for the rest of my days. My
dreams at night would probably be a mixture of the past and the
present, of my old tastes and my new sufferings. The builder, whose
trowel seemed ever ringing in my ears, would dance over me in
hoops and patches; and the whitewasher, whose brush seemed
always flopping above my head, would be mixing his composition in
my favourite punch-bowl. My old books, my old prints, my old china,
my old furniture, my old servants, would pine away in such a
habitation; and I should have to surround myself with fresh faces and
fresh voices, according to the latest model. Finally, I should die of a
surfeit of stucco, and be the first lodger entered in the records of the
adjoining bleak, unfinished cemetery.
If I have little sympathy with those people who dwell in such tents
as these,—who neither belong to the town nor the country,—who
hang upon the skirts of London in mushroom suburbs that blend as
inharmoniously with the great old city as a Wandsworth villa would
blend with Rochester Castle,—I am totally unable to understand the
character of those other people whose love for the modern carries
them even farther than this, and who take a pride in planting damp
and comfortless homes in the very centre of wild, unfinished
neighbourhoods. Who are they? Have they human form and shape,
with minds and hearts; or are they, as I have often suspected, merely
window-blinds? If they are not policemen and laundresses in charge
of bare walls and echoing passages; if they are not hired
housekeepers put in to bait the trap, and catch unwary tenants; if
they are not restless spirits, who, for an abatement of rent, are
always willing to lead the advanced posts in suburban colonization,
—whence springs that singular ambition which is always anxious to
be literally first in the field, and the oldest inhabitant in a settlement
of yesterday? Surely, there can be little pleasure in living, for months,
amongst heaps of brick-dust, shavings, mortar and wet clay; in
staring at hollow shops that are boarded up for years until they are
wanted, and at undecided mansions which may turn out to be public-
houses; or in being stared at, in a tenfold degree, by rows of spectral
carcases and yawning cellars? There can be little pleasure in
contemplating cold stucco porticos of a mongrel Greek type, that
crack and fall to pieces in rain and frost; or gaping gravel-pits; or
stagnant ponds; or lines of oven-like foundations waiting for more
capital and more enterprise to cover them with houses. There can be
just as little pleasure in seeing your scanty pavement breaking
suddenly off before your door, and your muddy, hilly road tapering
away in a few rotten planks that lead into a marshy, grassless field,
where you may stand and easily fancy yourself the last man at the
end of a melancholy, unsuccessful, deserted world, looking into
space, with no one person or thing behind you.
The old places that I shall always cling to are unhappily often
visited by decay; but it is the decay of ripe old age, which is always
venerable. My ideal toy-house—the nearest approach to it that I can
find—may become uninhabitable in the fulness of years, but it will
still be picturesque; and those who may despise it as a dwelling will
admire it upon canvas. In this form it is often brought within my
humble reach, and I secure the shadow if I cannot obtain the
substance. I still, however, look longingly at the reality, as my little
girl looked at her toy-house in her morning’s walk; and, like her, I
shall doubtless be swept past it, still looking back, until I am sucked
into that countless crowd from which there is no returning.
FOOTNOTES
[14] The Town: its Memorable Characters and Events.
Dante.
I wait, in patience, and in trembling hope,
The last sands in my glass; a few brief grains
Divide me from the Angel in yon cope,
Whose studded azure never sheltered pains
Keener than mine! But, from my mount of years,
I look on my past life, as one whose chains
Have fall’n, saint-touched; and thro’ the mist of tears
Sweet glimmerings of the Empyrean come
Athwart the troubled vale of doubts and fears;
And as a child, who, wandered from his home,
Sees, suddenly, with speechless joy, his cot,
Thus seems the hour, when I no more shall roam,
But, in a blessed, and abiding lot,
Merge my long exile. Florence! when these eyes,
So long athirst! shall gaze upon the spot,
This atom-earth, in space, with ken more wise
Than erring nature would permit to clay,
Methinks that sorrow, for thy destinies,
Will yet pursue me to the realms of day;
For, wert not thou the life-hope of my breast?
Altho’, my grief-schooled spirit gave not way
To its deep yearning, so, at thy behest,
To tread thy streets once more: I could not bend
Truth to the shameless compromise! Unrest,
Want, banishment, were better, than to lend
Myself to falsehood! More thou neededst me
Than I thee. So, I know, unto the end,
How hard ’tis to climb others’ stairs; to see
Anarchy’s gory reign; to beg my bread
In alien courts, midst lewd society;
At times without a shelter for the head
A price was set on! Centuries follow this,
When thou shalt think upon thy Dante dead,
And his poor tomb; which ever the abyss
Of waves shall moan to: Yes, my Florence, then,
When bright Italia, ’neath the brutal kiss
Of the barbarian ravishers, shall plain,
In useless struggles, growing faint to death!
How shalt thou wish thy Dante back again!
But, even then, an echo of my breath
Through the long years, with trumpet inspiration,
Shall lead thy Best to victory, or death!
And, if no more they may be called a Nation,
Shall teach them how to fall with Samson-wrath;
Yea! fall in triumph, midst the desolation
Of throne, and rostrum, altar, and of hearth!
Nor, where the blessed corn-crop fail, to leave
To poisonous weeds the heirship of the earth.
Oh! well these tried and aged eyes may grieve,
To read, in spirit, this fore-acted doom;
Which others neither can see, nor believe!
But laugh upon the threshold of the tomb;
As sports the summer-fly, whilst spiders weave
Their fateful nets! Well, let the earth resume
This failing garment of my flesh; I feel
My present life has not been without bloom,
Or fruits: Due time their flavour will reveal!
And if the Statesman’s sole reward hath been
Long years of wandering, seeking to conceal
A forfeit life: If spoken words, like wind
Have passed away! My fame seared, in its green;
I leave, at least, one testament behind,
Of which my Florence shall not say, I ween
(However callous, and unjustly blind),
It dies, along with the old Ghibelline!
No: with Italia’s land my Book shall live;
Her thoughts, and very language be of mine!
Yes, what my City was too false to give,
A world will yet award me! So, I end:
My strength hath been in patience, whose close sieve,
Well-used, the Garner’s labour will befriend.
Florence, my mighty wrongs I can forgive!
Honour me in my ashes; this thou must!
Now, Sainted Name, in whose pure memories live
The all, that shall make glorious my—dust;
My sole thoughts turn with speechless love to thee!
Thou wert my Alpha and Omega: First
And Last! Let me return to liberty;
I found it but in Paradise—with Thee!
The Last Sketch.
Not many days since I went to visit a house where in former years
I had received many a friendly welcome. We went in to the owner’s
—an artist’s—studio. Prints, pictures, and sketches hung on the
walls as I had last seen and remembered them. The implements of
the painter’s art were there. The light which had shone upon so
many, many hours of patient and cheerful toil, poured through the
northern window upon print and bust, lay figure and sketch, and
upon the easel before which the good, the gentle, the beloved Leslie
laboured. In this room the busy brain had devised, and the skilful
hand executed, I know not how many of the noble works which have
delighted the world with their beauty and charming humour. Here the
poet called up into pictorial presence, and informed with life, grace,
beauty, infinite friendly mirth and wondrous naturalness of
expression, the people of whom his dear books told him the stories,
—his Shakspeare, his Cervantes, his Molière, his Le Sage. There
was his last work on the easel—a beautiful fresh smiling shape of
Titania, such as his sweet guileless fancy imagined the Midsummer
Night’s queen to be. Gracious, and pure, and bright, the sweet
smiling image glimmers on the canvas. Fairy elves, no doubt, were
to have been grouped around their mistress in laughing clusters.
Honest Bottom’s grotesque head and form are indicated as reposing
by the side of the consummate beauty. The darkling forest would
have grown around them, with the stars glittering from the
midsummer sky: the flowers at the queen’s feet, and the boughs and
foliage about her, would have been peopled with gambolling sprites
and fays. They were dwelling in the artist’s mind no doubt, and would
have been developed by that patient, faithful, admirable genius: but
the busy brain stopped working, the skilful hand fell lifeless, the
loving, honest heart ceased to beat. What was she to have been—
that fair Titania—when perfected by the patient skill of the poet, who
in imagination saw the sweet innocent figure, and with tender
courtesy and caresses, as it were, posed and shaped and traced the
fair form? Is there record kept anywhere of fancies conceived,
beautiful, unborn? Some day will they assume form in some yet
undeveloped light? If our bad unspoken thoughts are registered
against us, and are written in the awful account, will not the good
thoughts unspoken, the love and tenderness, the pity, beauty,
charity, which pass through the breast, and cause the heart to throb
with silent good, find a remembrance, too? A few weeks more, and
this lovely offspring of the poet’s conception would have been
complete—to charm the world with its beautiful mirth. May there not
be some sphere unknown to us where it may have an existence?
They say our words, once out of our lips, go travelling in omne
ærum, reverberating for ever and ever. If our words, why not our
thoughts? If the Has Been, why not the Might Have Been?
Some day our spirits may be permitted to walk in galleries of
fancies more wondrous and beautiful than any achieved works which
at present we see, and our minds to behold and delight in
masterpieces which poets’ and artists’ minds have fathered and
conceived only.
With a feeling much akin to that with which I looked upon the
friend’s—the admirable artist’s—unfinished work, I can fancy many
readers turning to these—the last pages which were traced by
Charlotte Brontë’s hand. Of the multitude that has read her books,
who has not known and deplored the tragedy of her family, her own
most sad and untimely fate? Which of her readers has not become
her friend? Who that has known her books has not admired the
artist’s noble English, the burning love of truth, the bravery, the
simplicity, the indignation at wrong, the eager sympathy, the pious
love and reverence, the passionate honour, so to speak, of the
woman! What a story is that of that family of poets in their solitude
yonder on the gloomy northern moors! At nine o’clock at night, Mrs.
Gaskell tells, after evening prayers, when their guardian and relative
had gone to bed, the three poetesses—the three maidens, Charlotte,
and Emily, and Anne—Charlotte being the “motherly friend and
guardian to the other two”—“began, like restless wild animals, to
pace up and down their parlour, “making out” their wonderful stories,
talking over plans and projects, and thoughts of what was to be their
future life.”
One evening, at the close of 1854, as Charlotte Nicholls sat with
her husband by the fire, listening to the howling of the wind about the
house, she suddenly said to her husband, “If you had not been with
me, I must have been writing now.” She then ran upstairs, and
brought down, and read aloud, the beginning of a new tale. When
she had finished, her husband remarked, “The critics will accuse you
of repetition.” She replied, “Oh! I shall alter that. I always begin two
or three times before I can please myself.” But it was not to be. The
trembling little hand was to write no more. The heart, newly
awakened to love and happiness, and throbbing with maternal hope,
was soon to cease to beat; that intrepid outspeaker and champion of
truth, that eager, impetuous redresser of wrong, was to be called out
of the world’s fight and struggle, to lay down the shining arms, and to
be removed to a sphere where even a noble indignation cor ulterius
nequit lacerare, and where truth complete, and right triumphant, no
longer need to wage war.
I can only say of this lady, vidi tantum. I saw her first just as I rose
out of an illness from which I had never thought to recover. I
remember the trembling little frame, the little hand, the great honest
eyes. An impetuous honesty seemed to me to characterize the
woman. Twice I recollect she took me to task for what she held to be
errors in doctrine. Once about Fielding we had a disputation. She
spoke her mind out. She jumped too rapidly to conclusions. (I have
smiled at one or two passages in the Biography, in which my own
disposition or behaviour forms the subject of talk.) She formed
conclusions that might be wrong, and built up whole theories of
character upon them. New to the London world, she entered it with
an independent, indomitable spirit of her own; and judged of
contemporaries, and especially spied out arrogance or affectation,
with extraordinary keenness of vision. She was angry with her
favourites if their conduct or conversation fell below her ideal. Often
she seemed to me to be judging the London folk prematurely: but
perhaps the city is rather angry at being judged. I fancied an austere
little Joan of Arc marching in upon us, and rebuking our easy lives,
our easy morals. She gave me the impression of being a very pure,
and lofty, and high-minded person. A great and holy reverence of
right and truth seemed to be with her always. Such, in our brief
interview, she appeared to me. As one thinks of that life so noble, so
lonely—of that passion for truth—of those nights and nights of eager
study, swarming fancies, invention, depression, elation, prayer; as
one reads the necessarily incomplete, though most touching and
admirable history of the heart that throbbed in this one little frame—
of this one amongst the myriads of souls that have lived and died on
this great earth—this great earth?—this little speck in the infinite
universe of God,—with what wonder do we think of to-day, with what
awe await to-morrow, when that which is now but darkly seen shall
be clear! As I read this little fragmentary sketch, I think of the rest. Is
it? And where is it? Will not the leaf be turned some day, and the
story be told? Shall the deviser of the tale somewhere perfect the
history of little Emma’s griefs and troubles? Shall Titania come forth
complete with her sportive court, with the flowers at her feet, the
forest around her, and all the stars of summer glittering overhead?
How well I remember the delight, and wonder, and pleasure with
which I read Jane Eyre, sent to me by an author whose name and
sex were then alike unknown to me; the strange fascinations of the
book; and how with my own work pressing upon me, I could not,
having taken the volumes up, lay them down until they were read
through! Hundreds of those who, like myself, recognized and
admired that master-work of a great genius, will look with a mournful
interest and regard and curiosity upon this, the last fragmentary
sketch from the noble hand which wrote Jane Eyre.
W. M. T.
Emma.
(A FRAGMENT OF A STORY BY THE LATE CHARLOTTE BRONTË.)
CHAPTER I.
We all seek an ideal in life. A pleasant fancy began to visit me in a
certain year, that perhaps the number of human beings is few who
do not find their quest at some era of life for some space more or
less brief. I had certainly not found mine in youth, though the strong
belief I held of its existence sufficed through all my brightest and
freshest time to keep me hopeful. I had not found it in maturity. I was
become resigned never to find it. I had lived certain dim years
entirely tranquil and unexpectant. And now I was not sure but
something was hovering round my hearth which pleased me
wonderfully.
Look at it, reader. Come into my parlour and judge for yourself
whether I do right to care for this thing. First, you may scan me, if
you please. We shall go on better together after a satisfactory
introduction and due apprehension of identity. My name is Mrs.
Chalfont. I am a widow. My house is good, and my income such as
need not check the impulse either of charity or a moderate
hospitality. I am not young, nor yet old. There is no silver yet in my
hair, but its yellow lustre is gone. In my face wrinkles are yet to
come, but I have almost forgotten the days when it wore any bloom. I
married when I was very young. I lived for fifteen years a life which,
whatever its trials, could not be called stagnant. Then for five years I
was alone, and, having no children, desolate. Lately Fortune, by a
somewhat curious turn of her wheel, placed in my way an interest
and a companion.
The neighbourhood where I live is pleasant enough, its scenery
agreeable, and its society civilized, though not numerous. About a
mile from my house there is a ladies’ school, established but lately—
not more than three years since. The conductresses of this school
were of my acquaintances; and though I cannot say that they
occupied the very highest place in my opinion—for they had brought
back from some months’ residence abroad, for finishing purposes, a
good deal that was fantastic, affected, and pretentious—yet I
awarded them some portion of that respect which seems the fair due
of all women who face life bravely, and try to make their own way by
their own efforts.
About a year after the Misses Wilcox opened their school, when
the number of their pupils was as yet exceedingly limited, and when,
no doubt, they were looking out anxiously enough for augmentation,
the entrance-gate to their little drive was one day thrown back to
admit a carriage—“a very handsome, fashionable carriage,” Miss
Mabel Wilcox said, in narrating the circumstance afterwards—and
drawn by a pair of really splendid horses. The sweep up the drive,
the loud ring at the door-bell, the bustling entrance into the house,
the ceremonious admission to the bright drawing-room, roused
excitement enough in Fuchsia Lodge. Miss Wilcox repaired to the
reception-room in a pair of new gloves, and carrying in her hand a
handkerchief of French cambric.
She found a gentleman seated on the sofa, who, as he rose up,
appeared a tall, fine-looking personage; at least she thought him so,
as he stood with his back to the light. He introduced himself as Mr.
Fitzgibbon, inquired if Miss Wilcox had a vacancy, and intimated that
he wished to intrust to her care a new pupil in the shape of his
daughter. This was welcome news, for there was many a vacancy in
Miss Wilcox’s schoolroom; indeed, her establishment was as yet
limited to the select number of three, and she and her sisters were
looking forward with anything but confidence to the balancing of
accounts at the close of their first half-year. Few objects could have
been more agreeable to her then, than that to which, by a wave of
the hand, Mr. Fitzgibbon now directed her attention—the figure of a
child standing near the drawing-room window.
Had Miss Wilcox’s establishment boasted fuller ranks—had she
indeed entered well on that course of prosperity which in after years
an undeviating attention to externals enabled her so triumphantly to
realize—an early thought with her would have been to judge whether
the acquisition now offered was likely to answer well as a show-
pupil. She would have instantly marked her look, dress, &c., and
inferred her value from these indicia. In those anxious commencing
times, however, Miss Wilcox could scarce afford herself the luxury of
such appreciation: a new pupil represented 40l. a year,
independently of masters’ terms—and 40l. a year was a sum Miss
Wilcox needed and was glad to secure; besides, the fine carriage,
the fine gentleman, and the fine name gave gratifying assurance,
enough and to spare, of eligibility in the proffered connection. It was
admitted, then, that there were vacancies in Fuchsia Lodge; that
Miss Fitzgibbon could be received at once; that she was to learn all
that the school prospectus proposed to teach; to be liable to every
extra; in short, to be as expensive, and consequently as profitable a
pupil, as any directress’s heart could wish. All this was arranged as
upon velvet, smoothly and liberally. Mr. Fitzgibbon showed in the
transaction none of the hardness of the bargain-making man of
business, and as little of the penurious anxiety of the straitened
professional man. Miss Wilcox felt him to be “quite the gentleman.”
Everything disposed her to be partially inclined towards the little girl
whom he, on taking leave, formally committed to her guardianship;
and as if no circumstance should be wanting to complete her happy
impression, the address left written on a card served to fill up the
measure of Miss Wilcox’s satisfaction—Conway Fitzgibbon, Esq.,
May Park, Midland County. That very day three decrees were
passed in the new-comer’s favour:—
1st. That she was to be Miss Wilcox’s bed-fellow.
2nd. To sit next her at table.
3rd. To walk out with her.
In a few days it became evident that a fourth secret clause had
been added to these, viz. that Miss Fitzgibbon was to be favoured,
petted, and screened on all possible occasions.
An ill-conditioned pupil, who before coming to Fuchsia Lodge had
passed a year under the care of certain old-fashioned Misses
Sterling, of Hartwood, and from them had picked up unpractical
notions of justice, took it upon her to utter an opinion on this system
of favouritism.
“The Misses Sterling,” she injudiciously said, “never distinguished
any girl because she was richer or better dressed than the rest. They
would have scorned to do so. They always rewarded girls according
as they behaved well to their school-fellows and minded their
lessons, not according to the number of their silk dresses, and fine
laces and feathers.”
For it must not be forgotten that Miss Fitzgibbon’s trunks, when
opened, disclosed a splendid wardrobe; so fine were the various
articles of apparel, indeed, that instead of assigning for their
accommodation the painted deal drawers of the school bedroom,
Miss Wilcox had them arranged in a mahogany bureau in her own
room. With her own hands, too, she would on Sundays array the little
favourite in her quilted silk pelisse, her hat and feathers, her ermine
boa, and little French boots and gloves. And very self-complacent
she felt when she led the young heiress (a letter from Mr. Fitzgibbon,
received since his first visit, had communicated the additional
particulars that his daughter was his only child, and would be the
inheritress of his estates, including May Park, Midland County)—
when she led her, I say, into the church, and seated her stately by
her side at the top of the gallery-pew. Unbiassed observers might,
indeed, have wondered what there was to be proud of, and puzzled
their heads to detect the special merits of this little woman in silk—
for, to speak truth, Miss Fitzgibbon was far from being the beauty of
the school: there were two or three blooming little faces amongst her
companions lovelier than hers. Had she been a poor child, Miss
Wilcox herself would not have liked her physiognomy at all: rather,
indeed, would it have repelled than attracted her; and, moreover—
though Miss Wilcox hardly confessed the circumstance to herself,
but, on the contrary, strove hard not to be conscious of it—there
were moments when she became sensible of a certain strange
weariness in continuing her system of partiality. It hardly came
natural to her to show this special distinction in this particular
instance. An undefined wonder would smite her sometimes that she
did not take more real satisfaction in flattering and caressing this
embryo heiress—that she did not like better to have her always at
her side, under her special charge. On principle Miss Wilcox
continued the plan she had begun. On principle, for she argued with
herself: This is the most aristocratic and richest of my pupils; she
brings me the most credit and the most profit: therefore, I ought in
justice to show her a special indulgence; which she did—but with a
gradually increasing peculiarity of feeling.
Certainly, the undue favours showered on little Miss Fitzgibbon
brought their object no real benefit. Unfitted for the character of
playfellow by her position of favourite, her fellow-pupils rejected her
company as decidedly as they dared. Active rejection was not long
necessary; it was soon seen that passive avoidance would suffice;
the pet was not social. No: even Miss Wilcox never thought her
social. When she sent for her to show her fine clothes in the
drawing-room when there was company, and especially when she
had her into her parlour of an evening to be her own companion,
Miss Wilcox used to feel curiously perplexed. She would try to talk
affably to the young heiress, to draw her out, to amuse her. To
herself the governess could render no reason why her efforts soon
flagged; but this was invariably the case. However, Miss Wilcox was
a woman of courage; and be the protégée what she might, the
patroness did not fail to continue on principle her system of
preference.
A favourite has no friends; and the observation of a gentleman,
who about this time called at the Lodge and chanced to see Miss
Fitzgibbon, was, “That child looks consummately unhappy:” he was
watching Miss Fitzgibbon, as she walked, by herself, fine and
solitary, while her school-fellows were merrily playing.
“Who is the miserable little wight?” he asked.
He was told her name and dignity.
“Wretched little soul!” he repeated; and he watched her pace down
the walk and back again; marching upright, her hands in her ermine
muff, her fine pelisse showing a gay sheen to the winter’s sun, her
large Leghorn hat shading such a face as fortunately had not its
parallel on the premises.
“Wretched little soul!” reiterated this gentleman. He opened the
drawing-room window, watched the bearer of the muff till he caught
her eye, and then summoned her with his finger. She came; he
stooped his head down to her; she lifted her face up to him.
“Don’t you play, little girl?”
“No, sir.”