Full Download Fanatizm Bir Fikrin Kullanimlari Uzerine 1St Edition Alberto Toscano Online Full Chapter PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Fanatizm Bir Fikrin Kullan■mlar■

Üzerine 1st Edition Alberto Toscano


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/fanatizm-bir-fikrin-kullanimlari-uzerine-1st-edition-alber
to-toscano/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Forever united 1st Edition Alissa Toscano

https://ebookstep.com/product/forever-united-1st-edition-alissa-
toscano/

Prática Penal Diogo Toscano Geovane Moraes

https://ebookstep.com/product/pratica-penal-diogo-toscano-
geovane-moraes/

Séneca 1st Edition Alberto Monterroso

https://ebookstep.com/product/seneca-1st-edition-alberto-
monterroso/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/
Bir Kedi Bir Adam ■ki Kad■n 1st Edition Jun Ichir■
Tanizaki

https://ebookstep.com/product/bir-kedi-bir-adam-iki-kadin-1st-
edition-jun-ichiro-tanizaki/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Alberto Giacometti Biografia 1st Edition Catherine


Grenier

https://ebookstep.com/product/alberto-giacometti-biografia-1st-
edition-catherine-grenier/

La revolución cuántica 1st Edition Alberto Casas

https://ebookstep.com/product/la-revolucion-cuantica-1st-edition-
alberto-casas/

00 Eserciziario di Excel II edizione 155 esercizi


risolti e commentati Italian Edition Alberto Clerici
Clerici Alberto Alberto Clerici [Clerici

https://ebookstep.com/product/00-eserciziario-di-excel-ii-
edizione-155-esercizi-risolti-e-commentati-italian-edition-
alberto-clerici-clerici-alberto-alberto-clerici-clerici/
Alberto Toscano
Fanatizm
Bir Fikrin Kullanımları Üzerine
Kültür eleştirmeni, sosyal teorisyen, felsefeci ve çevirmen. Bil­
hassa Marksizm, "gerçek soyutlama" teorileri ve kapitalizmde
değer, siyasal öznelik, isyan, devrim ve toplumsal değişim, din
siyaseti ve sosyolojisi, operaismo ve otonomizm, maddi olma­
yan emek, biyopolitika, emperyalizm ve imparatorluk, sanat
politikaları ve iktisat estetiği gibi konularla ilgileniyor. Londra
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak araş­
tırmalarına devam eden Toscano, Marksizmin akademik çev­
relerde yeniden canlanmasında önemli bir rol oynayan Histo­
rical Materialism dergisinin de editörlerinden. Ayrıca Badiou'
nun Le Siecfe (Yüzyıl) ve Logiques des mondes (Dünyaların
Mantığı) gibi kitaplarının ve Antonio Negri' nin Descartes po/i­
tico'sunun (Siyasal Descartes) lngilizceye çevirisiyle tanınıyor.
Çağdaş felsefe, siyaset ve sosyal teori alanında pek çok maka­
lesi olan yazarın, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Fanatizm'in yanı
sıra The Theatre of Produdion (Üretim Tiyatrosu, 2006) adın­
da bir kitabı daha var.
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726

Fanatizm
Bir Fikrin Kullanımları Üzerine
Alberto Toscano

lngilizce Basımı: Fanaticism


On the Uses of an idea
Verso, 2010

©Alberto Toscano, 2010


Türkçe Yayım Hakları©Metis Yayınları, 2013
Çeviri Eser©Barış Özkul, 2013

ilk Basım: Kasım 2013

Yayıma Hazırlayan: Özge Çelik

Kapak Resmi:
Donna Ruff, "Spreads of lnfluence"
(Etkinin Yaprakları/Yayılması).
"Fireworks/ Ateş işleri" sergisi.
Fotoğraf: Urmila Mohan.

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No.12/197-203
Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003
Matbaa Sertifika No: 11931

ISBN-13: 978-975-342-909-2
Alberto Toscano

Fanatizm
BİR FİKRİN KULLANIMLARI ÜZERİNE

Çeviren:
Barış Özkul

@ı) metis
Nina için
İçindekiler

Giriş ................................................................................................................................... 11

1 . Aşırılık Figürleri .............................................................................................. 29

2. Modem Siyasetin Binyılcılık Ruhundan Doğuşu ............... 71

3. Akılla Cebelleşmek: Fanatizm ve Aydınlanma .................. 126

4. Doğu'nun Devrimi: İ slam, Hegel ve Psikanaliz ................ 177

5. Soyutlamalar Çatışması: Marx'ın Dinle İ lgili


Görüşlerini Yeniden Değerlendirmek . .
.................. ............ ......... 200

6. Soğuk Savaş ve Mesih: Siyasal Din Ü zerine .


......... ........... 231

Sonuç .
........................................................ .......... ::........................................................ 277

Teşekkür . .
............................. .......... ............................................................................ 283

Kaynakça .
............................................................ ...................................................... 285

Dizin . .
....... ............................................. ....................................................................... 301
Anabaptistlerin tarihini yazan, düşmanları değil de
kimdi?
Richard Overton

İnsanlığın haklarını savundular, fakat bunu vahşi


hayvanlar gibi yaptılar.

Voltaire, Essai sur fes moeurs


(Milletlerin Adabı Üzerine Deneme)

Yalnızca felsefi ve dinsel bir mesele olarak gördük­


leri şey aslında devrim ve siyasetle ilgiliydi.
Robespierre

Akıldışı olan her şeye aptallık deyip geçemeyiz.

Emst Bloch, Heritage of Our Times


(Zamanımızın M irası)
Giriş

"FANATİK", siyasi sözdağarımızdaki en ağır yaftalardan biridir. Hoş­


görü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi rasyona­
lite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edeme­
yen ve ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tar­
zı ortadan kalktığında yatışacak olan (bu onu yatıştırmaya yeterse
tabii) azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Winston Churchill'in
bir tarihte iğneleyici bir üslupla dile getirdiği gibi fanatik, "kafasını
değiştiremeyen, konuyu da değiştirmeyecek olan biridir". Fanatik
ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir. Fanatizmin un­
surları veya kaynaklarını çeşitli şekillerde açıklamaya çalışanlar ol­
sa da, müzakere alanının dışında yer alan fanatik eylem, toplumsal
ve siyasi davranışlarla ilgili değerlendirmelerimizi yönlendiren ras­
yonalite varsayımına layık görülmez çoğu zaman. Bu mantığa göre,
diyaloğu reddeden kimseler üzerine kafa yormaya değmez. "Empa­
ti kurma gücümüz", "başkalarının yüreğine dokunma yetimiz" "ma­
sumları düpedüz dingin bir hazla öldüren kişilerin donuk bakışları­
na nüfuz edemez." ı
Hegel fanatizm "soyut coşkusu"dur, demiştir. Fanatizmle ilgili
tüm siyasi ve felsefi mülahazaların merkezinde soyutlama meselesi
vardır. Fanatiği delinin birinden ayıran ve fanatizme aşırı tehlikeli
bir şey havası veren unsur, soyutlama ve dolayısıyla evrensellik ya
da eşitlikçiliktir. Fanatizmin aşikar hümanizm karşıtlığı çoğu za­
man bir tür hümanizme, etnik ve toplumsal sınırlan çiğneyen bir si-

1 . Barack Obama, "Preface to the 2004 Edition", Dreamsfor MyFather, New


York: Crown, 2004. Beni bu satırlardan haberdar eden Bart Moore-Gilbert'a te­
şekkür ederim.
12 FANATİZM

yasi evrenselciliğe vesile olur - gerçi böyle bir hümanizm asla in­
sancıl olamaz.2 Her türlü izaha ve diyaloğa kapalı da olsa, fanatizm
çoğu zaman rasyonalitenin yokluğundan ziyade aşırılığıyla özdeş­
leştirilir. Soyutlama meselesine odaklanmak -Marx'ın dinle ilgili
düşüncelerinin bıraktığı en önemli miras budur- fanatizmi yaygın
olarak sekülerleştiği varsayılan bir kamusal alana dinin mütecaviz
bir biçimde girmesinden ibaret sayan o basite kaçan fanatizm anla­
yışını derinleştirmemize olanak sağlar; dahası, fanatizmi siyasal bir
din başlığı altında ele alan, dinin içindeki sökülüp atılamaz bir po­
tansiyel ve komünizm gibi "totaliter" hareketlerin itici gücü olarak
gören fanatizm analizleriyle hesaplaşmamıza da olanak sağlar. Fa­
natizmi bir soyutlama siyaseti başlığı altında ele alarak, bu meflıu­
mu birbirlerinden farklı görünen düşünce disiplinleri, tarihsel dö­
nemler ve coğrafi alanlardaki sayısız değişimle birlikte izleyebili­
riz. Eleştirel ve tarihsel bir fanatizm incelemesini, günümüzde ev­
rensel kurtuluş ile soyut evrensellik arasındaki ilişkiye odaklanan
daha kapsamlı bir tefekküre açabiliriz böylece. Jacques Derrida'nın
şu sorusu söz konusu ilişkiyi iyi özetliyor: " Kişi kendini soyutla­
mayla mı kurtarmalıdır, yoksa soyutlama yapmaktan mı?"3 Fanatiz­
min tarih ve siyasetini yeniden düşünmek, kuşatılmış Batı'yı irras­
yonel düşmanları karşısında savunmaya yönelik manasız çağrılara
karşı çıkmanın bir yolu olduğu gibi, radikal bir özgürleşme ve eşit­
likçilik siyasetinin -yüzyıllardır defalarca fanatizm ithamıyla ka­
ralanan bir siyasetin- ne gibi açmazları olduğunu veya hangi açı­
lardan umut verici olduğunu da görme olanağıdır.
Bu kitap, ödün vermenin reddi ile evrensele yönelik sınırsız bir
dürtünün, esrarengiz ve istikrarsız bir biçimde, fanatizm bayrağı al-

2. Faysal Devji'nin El Kaide'nin kurban etmeye dayalı hümanizmini karşı­


sezgisel bir biçimde ele aldığı etkileyici çalışmasında belirttiği gibi, "günümüzde
pek çok [cihatçı] militan, insanlığı kurbanlıktan çıkarıp aktöre dönüştürmenin,
uyguladıkları şiddeti meşrulaştırmaktan ziyade bu şiddetin içeriğini oluşturduğu
. . . küresel bir insanlığı ön plana çıkardığı kanısındadır". Faysal Devji, The Terro­
rist in Search of Humanity: Militanı lslam and Global Politics, Londra: Hurst,
2008, s. 30, 17.
3. Jacques Derrida, "Faith and Knowledge: The Two Sources of 'Religion' at
the Limits of Reason Alone", Religion içinde, J. Derrida ve G. Vattimo (haz.),
Stanford: Stanford University Press, 1998, s. 6.
GİRİŞ 13

tında birleşmesi üzerinde duruyor. Kimi zaman, fanatizm suçlama­


sı bir kimlik veya toprağı savunurken esnek, hoşgörülü, sağduyulu
bir yaklaşım benimsemeyi reddedenlere yöneltilir. 19. yüzyılda İ n­
gilizler adına Hindistan'ı keşfe çıkan kaşifler, imparatorluğun idare­
cileri ve isyan bastırma uzmanları, Hindistan'dan Sudan'a çeşitli ül­
kelerde karşılaştıkları isyancıları "fanatik" olarak nitelemiş; parti­
zanca cesaretlerinin yanı sıra yerel dayanışmalarının da sağlam ol­
duğunu gönülsüzce de olsa teslim ettikleri bu insanların ortadan kal­
dırılmasını savunmuşlardır. Kimi zaman da, mülksüzleştirilmeye
direnen kimselerden ziyade, evrensel hakları ya da hiyerarşi ve ay­
rıma tabi olmayan evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız olum­
layan kimseler fanatik addedilmiştir. Edmund Burke, Hippolyte Ta­
ine ve daha nice düşünürün Fransız Devrimi'ne karşı etkili polemik­
leri bu kategoriye girer. Bu düşünürlerin yazıları, Jakobenleri mo­
dem fanatiklerin arketipi haline getirmiştir: Modem fanatik, "fana­
tikliği en aşırı raddeye vardıran bir misyonerlik ruhunun hükmetti­
ği"' dine "keşiş misali" bağnazca saldıran, örf ve adetleri, adabımu­
aşereti hiçe sayan, yeni yasalar dayatan ve toprakları bölen pervasız
bir yenilikçidir - bütün bunları yaparken de soyutlama çılgınlığına
kapılıp insani meselelere, sanki bunları matematiksel teoremler ve­
ya geometrik nesneler gibi ele almak mümkünmüş gibi, "korkunç
bir kurgu" dayatır.4 Burke'ün "siyaset teorisinin zorbalığı"na5 yö­
nelttiği zehir zemberek eleştiriler, radikal eşitlik yanlılarının tümü­
nün tehlikeli fanatikler olarak tanımlanması için bir model oluşturur
- bunun en belirgin örneğini 1 9. yüzyılda ABD'de kölelik karşıtı
harekete yöneltilen saldırılarda görürüz; ayrıca ister sosyalist, ister
anarşist, isterse komünist bir çizgi izlesin, işçi sınıfı hareketinin ta­
rihinde de aynı şeyle karşılaşırız. İ nsan haklarını ve koşulsuz eşitli­
ğe dayalı "siyasal metafiziği"6 yayan felsefi "fanatikler" le ilgili uya­
rılara, köklerinden kopmuş entelektüeller ile dürtülerinin emrindeki

4. Edmund B urke, Rej7ections on the Revolution iıı France, L. G. Mitchell


(haz.), Oxford: Oxford University Press, 1993 [ 1790], s. 1 1 0, 37.
5 . Conor Cruise O'Brien, "Edmund Burke: Prophet Against Tyranny of the
Politics of Theory", Edmund Burke. Refiections ofthe Revo/ution in France için­
de, F. M. Tumer (haz.), New Haven: Yale University Press, 2003 [ 1790].
6. Burke, Refiections on the Revolution in France, s. 58.
14 FANATİZM

fevri güruhlar arasındaki her an patlamaya hazır ittifaka odaklanan


komplocu bir sosyoloji eşlik eder genelde.7
Devrim karşıtı olan fanatizm eleştirisi oldukça kalıcı bir izah ve
polemik modeli geliştirmiş; ateist, soyut ve evrenselleştirici bir
doktrin olarak anlaşılan felsefenin toplumsal olarak uygulanmasını
fanatizmin esası olarak tanımlamıştır. Karşı-Aydınlanma'nın kurucu
jesti olarak görülebilecek bir hamleyle, Aydınlanma dönemi Fransız
entelektüellerinin dinsel fanatizme yönelik eleştirisini, bizzat bu fi­
lozofların temellerini attığı bir siyasete yönelterek şu tür sorular
sormuştur: "Bu dehşet verici fanatizm, dinden kaynaklanan fana­
tizmden bin kat daha tehlikeli değil mi?"8 Burke lafı hiç gevelemez:
Bu filozoflar fanatik; her türlü çıkardan bağımsız olarak (sırf ç ıkar me­
selesinin söz konusu olması bile onları daha yumuşak başlı yapardı) zıva­
nadan çıkmış bir hiddetle her türlü beyhude deneye sürükleniyorlar, o ka­
dar ki en önemsiz deneyleri uğruna bütün insanlığı feda edecek gibi görü­
nüyorlar . . . Mutlak bir metafizikçinin yüreğinden daha katı bir şey düşünü­
lemez. Bu yürek, insanın kırılganlığı ve tutkusundan ziyade, kötücül bir ru­
hun soğuk habasetine yakındır. Tıpkı kötülük ilkesi gibidir; cisimsiz, arın­
dırılmış, arıtılmış, katışıksız, safi kötülük . 9

7. Taine'e göre "Jakobenizm, ideoloji v e toplumsal uyumsuzluğun bileşimin­


den doğan doktriner bir hastalıktan ibarettir; Aydınlanma rasyonalizmi, müvekki­
li olmayan psikopat ve marjinal avukatlar, hastası olmayan doktorlar, bir kıymeti
olmayan diplomaların bir mevkisi olmayan, sahipleri vb.nin çıkarlarıyla kesişme­
seydi, bu kadar etkili olamayacak ütopik bir soyutlamaydı." Bkz. Patrice Higon­
net, "Terror, Trauma and 'Young Marx' Explanation of Jacobin Politics", Past and
Present, 191 (2006), s. 125. Liberal Benjamin Constant'ın kılavuzu Mme de Car­
riere şunu sormuştur: "Jakobenizmin kurucu unsurları nelerdir?" Yanıtı tipiktir:
"Üç beş fanatik ve bir sürü muhteris insanın zengin olmak isteyen yoksulların ha­
setlerini istismar etmesidir" (aktaran Higonnet, s. 1 37). Devrimci entelektüellerin
aktivizmini mali spekülasyonun yıkıcı etkisine bağlayan Burke'ün sosyolojisi ve
siyasal iktisadı için bkz. J. G. A. Pocock, "Edmund Burke and the Redefinition of
Enthusiasm: The Context as Counter-Revolution", F. Furet ve M . Ozouf (haz.),
The French Revolution an the Creation of Modern Political Culture, Vol: 3: The
Transformations of French Political Culture, 1 789-1848 içinde, Oxford: Perga­
mon Press, 1989.
8. Madame de Geniis, aktaran Darrin M. McMahon, Enemies of the Enligh­
tenment: The French Counter-Enlightenment and the Making of Modernity, New
York: Oxford University Press, 200 1 , s. 45. De Maistre ve Rivarol gibi su katılma­
dık gericileri de içeren epey faydalı bir çalışma.
9. Edmund Burke,"A Letter to a Noble Lord", Further Reflections on the Re­
volution in France, D. E. Ritchie (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1992, s. 3 14.
GİRİŞ 15

Soğukluk tam da Herder'in felsefenin tehlikeli fanatizmini ta­


nımlamak için seçtiği yüklemdir; Herder, Luther'in köylü isyanının
teoloj isini eleştirmek için türettiği Schwiirmerei terimini kullanmış­
tır. Ona göre felsefeyle fanatizm eşanlamlı hale gelmiştir: "Çağımı­
zı felsefe çağı olarak adlandıran kişi filozof idiyse şayet, soğuk
Schwiirmerei ve schwiirmender soğukluk çağını kastetmiştir belki
de . . . Schwiirmer en büyük filozof olmayı ister; en büyük filozof da
en büyük Schwiirmerdir."ıo Aydınlanma'yı eleştirenler, sözgelimi
Herder ve Lessing, soyutlama, karışıklık (kaynama) ve kitle davra­
nışı (yine kaynama) arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş, filozof ile -
Lessing'in deyimiyle- "insan hakları için schwiirmt" kişi arasında
yakın ve tehlikeli bir ilişki koyutlamıştır. Bu düşünürler "frenlen­
memiş öznelcilik ile kolektif delilik, daha doğrusu, tek bir benliğin
içpatlaması ile kolektif benliğin dış patlaması arasında sapkın bir
diyalektik"11 tespit etmiştir.
Bu kitapta fanatizm başlığı altında incelediğimiz terim ailesinin
dilsel ve etimolojik kaynakları böylece tahrip edilmiştir. Schwiir­
merei kargaşa, gerçekdışılık, tehditkar bir çokluk ve kaynama anla­
mına gelirken,ı2 coşku da (Enthusiasmus, enthousiasme) kaynağı ta

1 0. Johann Gottfried Herder, "Philosophei und Schwiinnerei, zwo Schwes­


tem", aktaran Anthony J. La Vopa, 'The Philosopher and the Schwiirmer: On the
Career of a Gennan Epithet from Luther to Kant', Enthusiasm and Enlightenment
in Europe, 1650-1850, San Marino, CA: Huntington Library, 1998, s. 92. Ayrıca:
"Dini coşkuda olduğu gibi devrimci siyasetin duygusallığında da bireysel içedö­
nüklükle kolektif hezeyan korkutucu bir diyalektik etkileşime girmiştir" (s. 1 05).
Teoriyle siyaset arasındaki ilişkiyi anlamak için kurulan bu şemanın esnekliğine
işaret eden Perry Anderson, "Parizyen irrasyonalizmin moda felsefesi"ni, bu fel­
sefenin temel mefhumu Arzudan hareketle, " 1968'deki toplumsal isyanla beraber
insanların gözünün açılmasını izleyen öznelci bir Schwiirmerei" olarak tanımla­
mıştır. Bkz. Arguments within English Marxism, Londra: New Left Books, 1980,
s. 1 6 1 ; Türkçesi: Marksizmde Tartışmalar, çev. Ahmet Özdemir, İstanbul: Göçe­
be, 1998.
1 1 . La Vopa, 'The Philosopher and the Schwiirmer', s. 98. Esasen bu tartışma­
nın felsefi mirasçılarından genç Schelling'in yazıları hakkında düşünürken fana­
tizm konusuyla ilgilenmeye başladım. Bkz. Alberto Toscano, "Fanaticism and
Production: Schelling's Philosophy of Indifference", Pli: The Warwick Journal of
Philosophy 8 ( 1999).
12. Coleridge unutulmaz bir pasajla Schwiirmerei'ın bilişsel ve kolektif bo­
yutları arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir: "Yaratıcı velinin zayıflığı Ve s'onüklü�
16 FANATİZM

Greklere, Platon ıJ felsefesine kadar uzanan ilahi bir esini çağrıştırır;


fanatizm (Fanatismus,fanatisme) ise kutsal bir mekana atıfta bulu­
nan Latince fanum teriminden türer (fanumun karşıtına profan, fa­
num un itibarını kaybetmesine de profanlaşma denir). ı4 Fanatici,
Roma'da Bellona olarak bilinen Kapadokyalı Tanrıça Komana'nın
müritlerine verilen addı. "Tanrıça'nın bayramını kutlarken kentin
sokaklarında koyu renk elbiselerle uygun adım yürür, korkunç çığ­
lıklar atar, borazan, davul ve zil çalar ve tapınakta bedenlerinde ya­
ralar açıp döktükleri kanı Tanrıçalarına sunarlardı."ı5 Şeceresinden

ğünün zorunlu sonucu olarak duyuların dolaysız izlenimlerine bel bağlanması.


zihni hurafe ve fanatizme yatkın hale getirir. Gereken içsel ve gerçek sıcaklıktan
yoksun kalan bu sınıfın zihinleri, tapınağın çevresindeki kalabalıkta kendi başla­
rına sahip olmadıkları müşterek bir sıcaklık ararlar. Kendi başlarına rutubetli ot
gibi soğuk ve duygusuzken kalabalıklarla hemhal olarak ısınıp coşarlar; bazen de
kalabalıkların artan coşkusuyla tıpkı anlar gibi kıpır kıpır olup hırçınlaşırlar. Al­
mancada fanatizm kelimesinin (en azından özgün anlamının) arıların üşüşüp top­
laşmasından, yani schwiirmen, schwiirmerey'den türemesinin öyküsü budur." Sa­
muel Taylor Coleridge, Biographia Literaria, New York: William Gowans, 1852,
s. 163; Türkçesi: Denemeler, çev. Halit Çakır, İstanbul: YKY, 1993. Schwiirmerei
ve toplaşmanın Freudyen ve Lacancı psikanalize atıfla yapılmış içgörülü ve öz­
gün bir analizi için bkz. Justin Clemens, "Man is a Swarm Animal", The Catastro­
pic lmperative içinde, D. Hoens, S . Jöttkandt ve G. Buelens (haz.), Basingstoke:
Palgrave, 2009.
13. Margot ve Rudolf Wittkower, Bom Under Saturn, New York: New York
Review of Books, 2007, s. 98.
14. Fanatizmin Fanatismus veyafanatisme ve Schwiirmerei olarak Almanca
ve Fransızcadaki tarihi için Wemer Conze ve Helga Reinhart'ın kaleme aldığı
"Fanatismus" başlıklı etkileyici maddeye bkz. Geschichtliche Grundbegrijfe:
Historisches Lexicon zur politisch-sozia/en Sprache in Deutschland, c. 2, O.
Brunner, W. Conze ve R. Koselleck (haz.), Stuttgart: Klett-Cotta, 1975. "Fanatiz­
min" Avrupa dışındaki diller ve düşünce geleneklerine yapılan çevirilerinin izini
sürmek ya da benzer biçimlerde kullanılan otokton kavramları araştırmak çok il­
ginç bir proje olur, fakat böyle bir şey benim yeteneklerimin ötesinde. Fanatizmin
modem Arapçadaki karşılığı olan ta'assubun kabile dayanışmasına ve partizan
hissiyata işaret ettiği gibi İbn-i Haldun'un 14. yüzyılda yazdığı evrensel tarih an­
latısı Mukaddime'de tartışılan asabiyyah teriminden türemesi kayda değerdir. Al­
Afghani, 1 879'da şu satırları yazar: "Aynı dine bağlı ve aynı itikadın ilkelerinde
mutabık kişilerin fanatizmi (ta'assub), topluluğu ilgilendiren meselelerde hakka­
niyetli olmaya özen gösteren sağduyulu bir mutabakatla dışa vurulur, farklı olanı
rencide etmez, onun korunmasını sağlar." Bu tanıma göre "fanatizm" hoşgörünün
karşıtı değildir. Bkz. Biancamaria Scarcia Amoretti, Tolleran:a e guerra santa
nelf/slam, Floransa: Sansoni (Scuola Aperta), 1974.
GİRİŞ 17

kaynaklanan safsatalara hiç girmeden (ileride göreceğimiz gibi fa­


natizmin bu kült modeliyle alakasız bir sürü kullanımı vardır), 16 te­
rimin kökeninde, başlangıçta dinle bir bağlantının yanı sıra, öteki­
nin diniyle (Bellona bir devlet kültü değildir, lejyonerler Anado­
lu'ya yaptıkları seferlerden dönerken bunu da beraberlerinde getir­
mişlerdir) ve kontrolsüz şiddetle iştigal etmenin izlerinin de oldu­
ğunu saptayabiliriz. Canetti'nin Kitle ve İktidar'ındaki Şiilerin Mu­
harrem törenleriyle ilgili anlatılanlardan, Voltaire'in Felsefe Sözlü­
ğü'ndeki kendini teolojiye kaptıranlara dair betimlemelere dek, kar­
şımıza çıkan boyun eğmez dinci "fanatik" portrelerinin pek çoğu­
nun habercisi, Bellona kültünün belli başlı özelliklerinin o dönem­
de yaşayan Romalı bir yazara ait tasviridir: "Bellona'nın aşkıyla
kendinden geçmişken, ne ateşten korkar ne de kamçıdan. Gözünü
bile kırpmadan bigennisle kollarında yaralar açar, tanrıçayı kanla
sular, yine de hiç acı hissetmez. Ayakta, kolları delik deşik bir halde,
kudretli tanrıçadan vahiy gelir ona. " 1 7 Fanatiğin sık kullanılan eşan­
lamlılarından bağnaz kelimesi de Roma İmparatorluğu'nda türetil­
miştir. Bağnaz bilhassa siyasi bir terimdir, kolonyal Roma'nın Filis­
tin'deki sömürgeci varlığına karşı dinsel saiklerle örgütlenen Yahu­
di direnişiyle ortaya çıkmıştır. İki bin yıllık karşı-isyan l iteratürü
çerçevesinde bu Yahudi direnişini aktaran vakanüvis Josephus, as­
keri zayıflığı telafi edecek milliyetçi ve manevi coşkudan, "sayısız

15. William Smith, "Fanum", Dictionary of Greek and Roman Antiquities


içinde, W. Smith, W. Wayte ve G. E. Marindin (haz.), 2. basım, Londra: John Mur­
ray, 1890.
1 6. Sözgelimi, semptomatik bir yanlış anlama sonucunda dini taşkınlığın se­
bebini psikopatolojide arayan modem yazarlar, terimi fantazi mefuumlarıyla iliş­
kilendirerek ona Yunan bir etimoloji icat etmiştir. Civil Society and Fanaticism
adlı eserinde fanatizmin kullanımlarına ilişkin ideolojik bakımdan saldırgan ol­
makla birlikte son derece faydalı bir inceleme sunan Dominique Colas, bu seman­
tik taşmaya işaret eder: "Kalvin.fanatique terimi henüz ortaya çıkmamışken onun
yarı-Yunan ikizi olan plıantastique kelimesini Latince fanaticusun eşdeğeri ola­
rak Anabaptistleri tanımlamak için kullanmıştır. Aslında iki Fransızca terim -
plıantastique (ki ilkin bu ortaya çıkmıştır) ilefanatique-ve iki imla-ph ile/­
arasında ikincisinin tedricen galip geldiği gizli bir rekabet yaşanmıştır." Domini­
que Colas, Civil Society and Fanaticism: Conjoined Histories, İng. çev. A. Ja­
cobs, Stanford: Stanford University Press, 1997, s. 12.
17. Tibullus, akı. Robert Turcan, The Gods of Ancient Rome, Londra: Rout­
ledge, 2001 , s. 1 16.
18 FANATİZM

insanın bile baş edemeyeceği hayvani cesaretten", "tutkularının em­


rinde" savaşan insanlardan bahseder. 18 Bu kitapta siyasal şiddet ve
uzlaşmaz duygular gibi meselelerle de ilgileniyorum elbette, ama
esasen fanatizm fikrinin felsefe ve teori alanındaki çok çeşitli bi­
çimlerine, özellikle de tartışmalı kullanımlarına ve bunların gerek
fanatizm eleştirileri gerekse bu eleştirilere zemin hazırlayan siyasal
tavırlar hakkında ne söylediğine odaklanıyorum.
Felsefe alanında, fanatizme verilen tepkiler belli başlı iki gruba
ayrılır: Kimi düşünürler fanatizmi aklın dışı olarak, patolojik parti­
zanlık veya ruhban sınıfı irrasyonalitesinin arz ettiği sürekli tehdit
olarak görürken, kimileri de ona evrenselleştirici bir rasyonalite ve
özgürleştirici bir siyasetin bünyesindeki koşulsuz ve boyun eğmez
bir soyut tutku addederler. Voltaire'in Lumieres'i ile Kant ve halefle­
rinin Aufkliirung'u (başka bir deyişle devrim-öncesi ve -sonrası Ay­
dınlanma) arasındaki fark kabaca buna dayanır. Voltaire'in temsil
ettiği gelenek felsefeyi fanatizmin düşmanı olarak görürken, Kant­
çı gelenek fanatizmi aklın bünyevi potansiyellerinden biri, siyasi
coşkuyu da rasyonel ve evrenselleştirici bir siyasetin olmazsa olma­
zı sayar. Bu kitapta Kant, Hegel ve Marx'ı -ayrıca Sigmund Freud,
Ernst Bloch ve Alain Badiou'yu- kateden eleştirel ve diyalektik bir
soykütüğü fanatizmin prizmasından yeniden yorumlayarak, ister İ s­
lami militanlık ister Hıristiyan fundamentalizmi kılığında olsun,
bizleri "bütün kepazelikleri ortadan kaldırmaya" * sevk eden, "Ay­
dınlanma il" olarak adlandırabileceğimiz bir şeye yönelik çağrıları
irdeleyeceğiz. "Fanatik" teriminin siyasi bir yakıştırma olarak bu­
günkü durumu, 1 8 . yüzyıl Aydınlanması'na özgü belirli bir imgeye,
özellikle de bu aydınlanmanın siyasal şiddet, toplumsal istikrarsız­
lık ve düşünsel açıdan geri kalmışlığın temel sebebi saydığı dinsel

•Voltaire, "ecraser l'infame. Voltaire'in yapıtlarında, özellikle de özel mek­


tuplarında "kepazelik" (l'infame) kelimesi ve "kepazeliğin ortadan kaldırılması/
başının ezilmesi" (ecraseı /'infame) tabiriyle sık sık karşılaşılır. Voltaire halkı is­
tismar eden kraliyet ve ruhban sınıfından bahsederken; ruhban sınıfının halk ara­
sına ektiği hurafe ve hoşgörüsüzlük tohumlarına değinirken bu tabiri kullanır.
-ç.n.
18. Josephus, The Jewish War, İng. çev. G. A. Williamson, E. M . Smallwood
(haz.), Londra: Penguin, 198 1 , s. 249. Ayrıca bkz. "Bandits, Terrorists, Sicarii and
Zealots" başlıklı ek bölümü, s. 46 1 -2.
GİRİŞ 19

hoşgörüsüzlüğe yönelttiği acımasız eleştiriye v e sloganlarına nos­


taljik bir geri dönüşe bağlanabilir.19 1 8. yüzyıl Aydınlanma entelek­
tüellerinin düşünsel yaratıcılık ve siyasi cesaret gibi bariz özellikle­
rinden yoksun olan bugünün "Aydınlanma rantçıları",20 akıldışılığı
eleştirip güçlü bir sekülarizm talep etmeyi yeterli buluyor - ayrıca
Aydınlanma'ya yöneltilen içkin felsefi ve toplumsal eleştirileri yer­
siz, Aydınlanma'nın sömürgeci ve emperyal amaçlarla kullanımıyla
ilgili tarihsel düşünceleri de önemsiz buluyorlar. Fanatizmi demo­
nik ve yüzeysel bir biçimde ele alma girişimlerinin yaygınlaşması,
geniş anlamda düşünce kültürünün - 19 ve 20. yüzyıl eleştirel siya­
sal ve felsefi düşüncenin bize mirası olan- dalga dalga Aydınlan­
ma eleştirisi, dönüşüm ve yer değiştirmeden çıkarılan dersleri bir
türlü bünyesine dahil edemediğinin de bir göstergesidir. Bu kitabın
siyaset ve felsefe tarihinde çıkacağı uzun yolculuğun bir amacı da
tek boyutlu bir Aydınlanma'ya dayanan bu tembelce ve zararlı yak­
laşımı ve onun bazı kaçınılmaz sonuçlarını temelsizleştirmektir:
özellikle de aşırı veya ödünsüz siyasal davranışın psikopatoloji ala­
nına ötelenmesini ve bununla bağlantılı olarak siyasal fanatizmin
Arap aklının, Asyalı despotizmin, İbrani teokrasisinin, vb. bir teza­
hürü olarak kültürelleştirilmesini. Edward Said'in (günümüzde fa­
natizm bahsini bir mıknatıs gibi çeken) terörizm hususunda söyledi­
ği gibi, bu tür özselleştirici vizyonlar "tarihin reddi ve feshinin ku­
rumsallaştırılması . . . amacına hizmet eder" ve "dehşetin bir tür me­
tafizik saflığı"yla siyasi idraki köreltirler.21 " İ lkel isyancılara savaş

19. Diğerlerinin yanı sıra bkz. Amos üz, How to Cure a Fanatic, Princeton:
Princeton University Press, 2006 (İsrail/Filistin çatışması üzerine); Alain Finki­
elkraut, " Fanatiques sans frontieres", Liberation, 9 Şubat 2006 ve Fernando Sava­
ter, " Fanaticos sans fronteras", El Pais, 1 1 Şubat 2006 (Bu iki yazı da Danimarka'
da Muhammed'in karikatürlerinin yayımlanmasından sonra patlak veren "karika­
tür tartışması"na katılır); Andre Grjebine, La guerre du doute et de la certitude. La
democratie face aux fanatismes, Paris: Berg International, 2008; Walter Laqueur,
The New Terrorism: Fanaticism and tlıe Arms of Mass Destruction, Oxford: Ox­
ford University Press, 1999. Christopher Hitchens ve Richard Dawkins'in eserle­
rindeki ateizm çağrıları da pek çok bakımdan bu modele dayanır.
20. Isabelle Stengers, Au temps de catastrophes. Resister ala barbarie qui vi­
ent, Paris: La Decouverıe, 2009.
2 1 . Edward W. Said, "The Essential Terrorist" ve "Michael Walzer's Exodus
and Revolution: A Canaanite Reading", Blaming the Victims içinde, Edward W.
20 FANATİZM

açan tek çağ bizimkisiyse eğer",22 isyankar ideolojilerin algısına


hükmeden düşünsel ve duygusal çerçeveleri incelemek, başka türlü
anlaşılması mümkün olmayan bir şimdinin kapılarını aralayabilir.
Fanatizmi tarihsel bir perspektiften ele almanın ironik bir tarafı
vardır, zira temel özelliklerinden biri yanıltıcı bir biçimde genellik­
le tarihdışı, hatta tarih-karşıtı bir fenomen olarak sunulmasıdır. B ir
aktörü veya eylemi fanatik addetmek ona tam bir değişmezlik atfet­
mektir. Fanatizmin bir siyasi mecaz olarak kullanılmasının en çar­
pıcı taraflarından biri de analoji, teşbih ve homolojiye duyulan gü­
vendir. İ ster Norman Cohn'un ufuk açıcı eseri The Pursuit of the
Millennium'da (Milenyum Arayışı; Fransızcaya isabetli bir tercihle
Lesfanatiques de l'apocalypse, yani "Kıyametin Fanatikleri" olarak
çevrilmiştir)23 Lenin, Hitler ve Thomas Müntzer arasında kolayca
kurduğu bağlar olsun, ister Michel Foucault'nun İ ran Devrimi'nde
"siyasetin manevileşmesi"yle Cromwell ve Savonarola24 figürleri
arasında kurduğu benzerlikler olsun, isterse Hegel'in Tarih Felsefe­
si nde Muhammed ile Robespierre'i eşleştirmesi olsun, fanatizm
'

söylemi çoğu kez, kayıtsız şartsız inanca dayalı siyaset ve öznelik


söz konusuysa, kronoloji ve coğrafyayı gözardı edebileceğimizi
ima eder gibidir.25 Liberaller, otoriter kimseler ve hatta radikal re­
formcular türlü türlü kılıkta karşımıza çıkar; buna karşılık ne -
inancı diyaloğa kapalı olduğu için- fanatik zamanla değişir, ne de
fanatikler birbirlerinden farklılık gösterir (din savaşları veya iç sa­
vaşlarda birbirlerine düşman olsalar da). Bu nedenle, acımasızlık,

Said ve Christopher Hitchens (haz.), Londra: Verso, 1988, s. 149, 176. Sol libera­
lizmin ve fanatizm karşıtlığının son zamanlardaki emperyalist tasarruflarının
eleştirel ve yol gösterici bir analizi için bkz. Richard Seymour, The Liberal Defen­
ce ofMurder, Londra: Verso, 2008.
22. Gopal Balakrishnan, Antagonistics, Londra: Verso, 2009, s. 7 1 .
23. Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium, 2 . basım, Londra: Mercury
Books, 1962, s. 307- 19. Stalinizm ve aşınlıkçı dini tutum arasındaki analojinin sı­
nırlarıyla ilgili bazı ilginç eleştirel yorumlar için bkz. Richard Stoker, "Fanaticism
and Heresy", New International içinde, 14: 1 ( 1 948), s. 31.
24. Michel Foucault, 'Tehran: Faith Against the Shah", lanet Afary ve Kevin
B. Anderson, Foucault and the Iranian Revolution: Gender and the Seductions of
Islamism içinde, Chicago: University of Chicago Press, 2005. Türkçesi: Foucault
ve İran Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslam'ın Ayartmaları, çev. Mehmet Do­
ğan. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınlan, 2012.
GİRİŞ 21

hoşgörüsüzlük ve sabit fikir listeleri v e tanımlarına başvuran "fana­


tizm" literatüründe tekrar tekrar karşımıza çıkan -ama pek analiz
edilmeyen veya tanımlanmayan- şey, değişmez bir çekirdek pos­
tulatıdır. Bu "tekdüzelik" sadece bağnazlara değil, bağnazları eleşti­
renlere de "kucak açmıştır". 26 Peki fanatizmin bir tarihi, en azından
suçları ve yanılgılarının bir listesi yok mudur? Bu soruyu "vardır"
diye yanıtlamak bazı sebeplerden ötürü zordur. Rousseau, Kant,
Emerson gibi düşünürlerin de dile getirdiği yaygın bir inanç vardır:
Hakiki bir insani kazanım ve tarihsel edim, basbayağı fanatizmi de­
ğilse de, en azından onun asil kuzeni coşkuyu gerektirir. Dahası,
tedrici değişim veya gelişim olarak anlaşılan tarihin şiddetle ve "fa­
natikçe" reddedilmesi -ki bu ret binyılcı ve mesihçi biçimlere de bü­
rünebilir- tam anlamıyla modem bir zaman deneyiminin, tarihsel
ve siyasal zamanın kopuşlar ve anakronizmalar, süreksizlikler ve
geri dönüşsüzlükler olarak deneyimlenmesinin olmazsa olmazıdır.
Böyle bir kavramsal ve tarihsel araştırmaya girişmenin en belir­
gin saiklerinden biri, fanatizm söyleminin nispeten yakın zamanlar­
daki yükselişidir. Francis Fukuyama'nın teorisi gibi tarihin sonunu
müjdeleyen anlatılar tarih-sonrası bir liberal düzende fanatik dürtü­
leri "tarihin alanlarına" havale etse de, bu meseleyi ele alan pek çok
deneme ve makale -kimi zaman çağdaş dinsel radikalizmin tekno­
lojik araçsallığına işaret ettiği halde- fanatizme tarihselcilik karşı­
tı, anakronistik ve atavistik bir şey muamelesi yapıyor: aşkınlığa
meftun ama tarihsiz halkların küresel modernlikten aldığı intikam.
Ü zerinde duracağım paradokslardan biri de bu: Fanatizmin bozgun-

25. Fanatizmi benimseyen ender siyasi aktörlerle düşünürler için de aynı şey
geçerli olabilir. Joel Olson'ın köleliğin feshini savunan Wendell Phillips hakkında
söylediği gibi: "Phillips, [Toussaint] L'Ouverture'ü Muhammed, Napolyon, Crom­
well ve John Byron gibi büyük tarihsel şahsiyetlerin yanına koyarak L'Ouvertu­
re'ün de "pek çok büyük lider gibi dini fanatizmden beslenen bir tarafı olduğunu"
kabul eder." Daha da önemlisi, Phillips'in bunlar arasında aynın yapmak için kul­
landığı bazı ölçütler vardı: "Fakat L'Ouverture, Cromwell ile Napolyon'dan bü­
yüktür, çünkü bu ikisinin dehaları askeri ganimetlerle sınırlı, ırkçılıkla maluldü."
Bkz. Joel Olson, "Friends and Enemies, Slaves and Masters: Fanaticism, Wendell
Phillips, and the Limits of Democratic Politics", Journal of Politics içinde, 7 1 : 1
(2009), s. 93.
26. William James, The Varieties ofReligious Experience: A Study in Human
Nature, New York: Macmillan, 196 1 [ 1902), s. 278.
22 FANATİZM

cu gücü, bir tedricilik ve dolayım alanı olarak tarihi açıkça reddet­


mesinden, bunun yanı sıra öngörülebilir birleşimlerin doğallaştırıl­
mış bir boyutu olarak tarihe bilfiil sekte vurmasından ileri gelir. Fa­
natizm tarihselcilik karşıtı mıdır, yoksa tarihin aldığı bir intikam
mı? - İ şte bu sorunun iyice içine işlemiş olan belirsizlik, değişime
ve eyleme dair tasavvurlarımızdaki derin gerilimlere işaret eder.
Dolayısıyla gelenek göreneğin ritminden ya da teemmül ve mü­
zakerenin zamanından -ister aklın hilesi, ister amaçların kendi
kendine ortaya çıkması aracılığıyla- şiddetli bir biçimde kopmak,
kaçınılmaz olarak ütopyacı, hatta aşkın bir boyut barındıran bir si­
yaset mefhumunun ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Burada fana­
tizm, hem tarihüstü olan hem de tarihin bir alt kategorisine tekabül
eden bir eylem tipine, dahası siyasal karşıtı ile aşırı siyasal arasında
gidip gelen öznelik biçimlerine işaret eder. Fanatizm suçlaması hem
tedrici hem de ebedi bir liberalizmin normalleştirilmiş veya normal­
leştirici konumundan belli başlı siyasal davranış veya bağlılık bi­
çimlerini hükümsüz kılmak ya da reddetmek için kullanılıyorsa, si­
yasal alandan ayrılmış başka yaşam biçimlerinin siyasalın alanına
tecavüz etmesine konan bir yasak mı söz konusudur (fanatizmin se­
ktiler eleştirisinde olduğu gibi), yoksa asıl mesele siyasetin bir aşı­
rılığı mıdır, işte bunu söylemek zordur.27 Aslında hegemonik bir li­
beralizmin semptomlarını incelerken fanatizm çok işe yarayabilir,
zira liberalizmin siyasetin mekanına ilişkin apolojetik söyleminde­
ki temel bir muğlaklığı açığa vurur. Dolayısıyla fanatizmi incele­
mek hem düşünsel anlamda liberal biri için hem de liberalizmin
muhtemelen fanatik olarak sınıflandıracağı kişiler için yol gösterici
olabilir.

27. Ahlaki ve siyasi tutumlar olarak liberalizmle fanatizm arasındaki özel bir
alternatifin felsefi bir beyanı için bkz. R. M. Hare, Freedom and Reason, Oxford:
Oxford University Press, 1963. Liberalizm çoğulcu ve hoşgörülü bir menfaat ah­
lakını desteklerken, fanatizm ( Nazizm örneğiyle açıklanan, hatta özdeşleştirilen)
ideallerin sadece içeriğiyle ilgilenen ve fanatiğin kendi menfaatlerini dahi aşan
sapkın bir ahlaki yargı biçimini simgeler. "Nazizmin korkunçluğu, estetik bir de­
ğerlendirme biçimini, insanların çoğunun böyle değerlendirmelerin başka insan­
ların menfaatlerine tabi tutulması gerektiğini düşündüğü bir alana doğru genişlet­
mesidir. Naziler kızıl kan yeşil çim üzerinde güzel durduğu için katliam yapan im­
parator Elagabalus'u andırıyordu" (s. 161 ).
GİRİŞ 23

Tekrarlayacak olursak: Kant-sonrası bir eleştirel geleneğin fana­


tizm analizi bakımından üstünlüğü, bu kritik muğlaklık ya da diya­
lektiği keşfetme kararlılığından ileri gelir. Bu sayede siyaset tasav­
vurumuzun potansiyel olarak aşırı siyasal veya siyasal karşıtı mut­
lak inanç mefhumlarından ayrılamayacağını, keza tarih mefhumla­
rımızın fanatik veya binyılcı siyasetin başlıca özelliklerinden olan
süreksizlik ve aşkınlığı ortadan kaldırdıklarında gelişmecilik veya
natüralizme kaydıklarını görürüz. David Hume'un hurafenin aksine
siyasi coşkunun barışçıl bir yönetimin bünyesine dahil edilebileceği
yönündeki görüşü, argümanımıza ilginç ve hiç kuşkusuz liberal bir
sonuç sağlar.28 Her ikisini de dinin yozlaşmış biçimleri olarak gör­
mesine rağmen, Hume için hurafe ile coşku farklı duygulanım kü­
melerine aittir: Hurafe zayıflık, korku, melankoli ve cehaletten ileri
gelirken; yine cehaletten ileri gelen coşkunun diğer kökenleri ümit,
gurur, cüret ve içten bir tahayyüldür. Bu klinik liste, epistemik kusu­
runa rağmen ve hurafeden farklı olarak, Hume'a göre neden coşku­
nun da -tıpkı "sağlam akıl" ve felsefe gibi- "ruhban iktidarına"
antinomiyanist bir direniş gösterdiğini açıklar. Hume "coşkunlar ki­
lisenin boyunduruğundan kurtulmuştur," der. Coşkuyu şiddetli öf­
keyle başlayıp ılımlılığa doğru ilerleyen bir gelişim yayı çizen bir
şey olarak tanımlar. Anabaptistler, Levellerlar ve Quakerları buna
örnek gösterir. "Coşkunun cüretkar karakteri . . . en aşırı kararhhkla­
ra" yol açarak "en korkunç kargaşalara" zemin hazırlar. Ama "onun­
kisi, kısa sürede sönüp giden ve gökyüzünü öncekinden daha dingin
ve berrak hale getiren bir gök gürültüsü ve fırtınanın öfkesi gibidir".
Dinsel öfkeyi yapılandırıp palazlandıracak resmi bir otoritenin red­
di, coşkuyu "yatıştırdığı" gibi -beklenenin aksine- sivil özgürlü­
ğün "dostu" haline de getirir: "Hurafe, papazların tahakkümü altın­
da ezilirken . . . coşku bütün bir kilise iktidarını yok eder . . . Cesur ve
muhteris mizaçların zaafı olan coşkuya bir özgürlük ruhu eşlik eder­
ken, hurafe insanları uysallaştırır, bayağılaştırır ve köleliğe yatkın
hale getirir."29 William James'in "partizan mizaç"30 olarak adlandır­
dığı şeyin erdemlerini böyle kavramak, bugün kendini liberal ilan

28. Bu nedenle Pocock, Hume'un "devrimci diyalektiğin deneyimini bağrına


basan son kişi" olduğunu düşünür. J. G. Pocock, "Enthusiasm: The Antiself of En­
lightenment", Enthusiasm and Enlightenment in Europe içinde, 1650-1850, s. 22.
24 FANATİZM

edenlerin pek çoğuna elbette yabancı bir şeydir; onlar için fanatizm
ilerici bir tarihin olmamasını ve mutabakata dayalı bir siyasete düş­
manlığı temsil eden, ille de bir kanıt gerekiyorsa eğer, sekülarizmi
dayatmanın ve Aydınlanma'yı güvence altına almanın aciliyetini ka­
nıtlayan atavistik bir geri tepmedir.
Hoşgörüsüzlüğün bu başdüşmanlarına göre, uzlaşmaz bir inanç
siyasetinden çoğulcu bir sorumluluk etiğine geçmek için fanatizmin
aforoz edilmesi gerekir. İster kendine özgü bir tarihi olsun isterse ta­
rihsel değişimde bir saik işlevi görsün, fanatizmin olmadığı bir tarih
düşünebilir miyiz peki? Hume'un yazısından yaklaşık yüz yıl sonra
yazılan ve dinsel hissiyatın şiddetiyle özgürleşme siyaseti arasında­
ki ilişkiye odaklanan bir metin, bu sorunun yanıtına dair bazı ipuç­
ları verir. "Hegel'in Hukuk Felsefesi ve Çağımızın Siyaseti" başlığı­
nı taşıyan bu yazı genç Hegelcilerden Amold Ruge tarafından yazıl­
mış ve 1 842'de Ruge ile Marx'ın birlikte çıkardığı muhalif bir dergi
olan Deutsch-Französische Jahrbücher'de yayımlanmıştır. Döne­
min başlıca sorunu olan Kilise ile Devlet arasındaki ilişki üzerine
düşünen Ruge, dinin özgürleşme arzusu (Lust) olarak tezahür etti­
ğini, fanatizmin ise "yoğunlaşmış din''i, daha doğrusu geçmişteki
bir başarısızlıktan, özgürlüğe açılan yolların kapanmasından doğan
bir özgürleşme tutkusunu (Wollust) temsil ettiğini öne sürer. Alman
siyasi ve felsefi düşüncesinin büyük bir bölümünde olduğu gibi,

29. David Hume, "Of Superstition and Enthusiasm", Essays Moral, Political
and Literary içinde, Eugene. F. Miller (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1985,
s. 75-78.
30. James, The Varieties of Religious Experience, s. 272.
3 1 . Amold Ruge, "Hegel's Philosophy of Right and the Politics of OurTimes",
The Young Hegelians: AnAnthology içinde, Lawrence S. Stepelevich (haz.), Cam­
bridge: Cambridge University Press, 1983, s. 326. Ruge daha ileri yaşlarda 20. yüz­
yılın siyasal din teorilerini sezecek ve komünizmi "ruhun diniyle fanatizmi fiilen"
birleştirdiği için kıyasıya eleştirecektir. Bkz. Conze ve Reinhart, "Fanatismus".
32. A.g.y.
33. Liberal demokrasiyi siyasetin yegane meşru ufku addeden önsel bir kabu­
le bel bağlamaması, bu kitabı, tarihselleştirmeye ve teşhise yönelik bazı eserler­
den ayrıştırıyor: Dominique Colas, Civil Society and Fanaticism (fanatizm karşı­
tı söylemin etkinliklerini incelemekten ziyade sürdürür); Josef Rudin, Fanati­
cism: A Psycho/ogical Analysis, İng. çev. E. Reinecke ve P. C. Bailey, Notre Da­
me: University of Notre Dame Press, 1969; Andre Haynal, Miklos Molnar ve Ge­
rard de Puymege, Fanaticism: A Historical and Psychoanalytical Stııdy, New
GİRİŞ 25

Fransız Devrimi ve Terör Dönemi, özgürlüğün önündeki engelleri


kaldırmaya yönelik "çılgınca" ama anlaşılabilir bir girişim olarak
ufukta belirir. Fanatiklerin "pratik pathosu"na ilişkin fenomenoloj i­
sinde, Ruge bize çağdaşımız olduğunu kanıtlar: "İnfilak edecek bir
şey varsa insan da onunla beraber toza dumana karışır, böylece son
kertede ne kendini esirgemiş ne de başkalarını kendi amaçları için
korkunç bir şekilde feda etmiş olur."31 B izim genelde boş konuşan
kanaat önderlerimizin çoğu bu pathosu (ya da patolojiyi) büyük ih­
timalle güdülendiği bağlamdan soyutlayarak yorumlayacaktır, hal­
buki Ruge için bu durum özgürleşme tutkusunu Devlet mekanizma­
larına entegre edememenin bir sonucudur. Bunun için şu iddiada
bulunur: "İnsanların canları pahasına savunacakları cepheler oldu­
ğu sürece fanatizm de olacaktır. "32
Fanatizmin pedagoji ve zorlamanın bir birleşimi sayesinde alt
edilebilecek akıldışı bir sapma olduğu gibi rahatlatıcı bir fikrin aksi­
ne, bu kitap Ruge'ninki gibi fanatizm ile özgürleşme arasındaki bağ­
ların farkında olan bir tavra sadık kalmak istiyor. 33 B u amaçla, siya­
si ve felsefi düşüncenin fanatik figürünün bünyesinde barındırdığı
tehdit, muğlaklık ve muhtemel vaade yoğunlaştığı bazı tarihsel dö­
nem veya konjonktürleri inceliyor. Fanatizm nadiren siyasal olum­
lamanın amacı olur, hatta hiç olmaz;34 hemen her zaman siyasetin

York: Shocken, 1983; Michele Ansart-Dourlen, Le Fanatisme. Terreur politique


et violence psychologique, Paris: L'Harmattan, 2007. Dourlen'in Jakobenlerle il­
gili nispeten ince ayrımlara dayanan yorumu, Sartre'ın "kardeşlik-terör" teorisine
sempatisi ve Reich'taki faşizmin kitle psikolojisine yönelik ilgisi yazarın siyasi
psikolojiye duyduğu aşırı güvene rağmen kitabı önemli bir katkı haline getiriyor.
34. Amerika'daki kölelik karşıtı hareketin pratiğinde ilham verici bir biçimde
kullanılsa da fanatizm terimine pozitif bir siyasal anlam atfedilen en çarpıcı vaka
-Nazizm- terimin erdemlerini vurgulamak için sığ bir muhalif telaşa kapılma­
nın ne kadar yanlış olduğunu gösterir. Lingua Tertii Imperii olarak adlandırdığı
şeyle ilgili enfes ve yürek parçalayıcı filoloji notlarında Victor Klemperer, Nazi
yönetiminde fanatisch ve Fanatismus kelimelerinin "kemanda bulunan notalar ya
da kumsaldaki kum taneleri" kadar sık kullanıldığını belirtmiştir. Klemper, Rous­
seau'nun Emile'deki uygar fanatizm savunusuyla "fanatizmin büsbütün bir erde­
me dönüşmesi"ni gizlemeye çalıştığını buna karşılık Nazi Almanyası'nda fanatiz­
min "Führer'e edilen bütün bağlılık yeminlerinde beliren anahtar bir Nasyonal
Sosyalist terim" haline geldiğini öne sürer. "3. Reich'tan önce kimse 'fanatik' keli­
mesini pozitif anlamda kullanmayı akıl edemeyecekken fanatizm temelinde kuru­
lan ve insanları fanatik yapmak için elinden geleni yapan" Nasyonal Sosyalist dü-
26 FANATİZM

doğru yolunu belirlemek için bir kontrast olarak kullanılır. Akrabası


coşku gibi o da "denetlenmesi zor bir kontrasttır" - çünkü hem eşit­
lik ve özgürleşme gibi " soyutlamalara" bağlı bir inanç siyasetinde
bir imkan olarak var olur, hem de fanatizm karşıtı siyaset genellikle
kendini bir tür karşı-fanatizmi meşrulaştırırken bulur; bu süreçte,
akıl ve Aydınlanma yanlıları, düşmanlarını harekete geçiren virüsü
kendilerine aşılayıp eylemlerini bir karşı-isyan edebiyatıyla meşru­
laştırırlar. En basitinden, Richard Nixon'ın "deli teorisi"ni düşünün:
ABD'nin düşmanları "emrinde olağanüstü yıkıcı bir güç olan, deli ve
sağı solu belli olmayan kimseler olduğumuzu bilirlerse, önümüzde
korkuyla diz çökeceklerdir".35 Fanatizmi yüzeysel biçimde eleştir­
mekten kaçınmamızı sağlayan etkileyici araştırmalar, fanatik olarak
yaftalanan siyasi davranış ile rasyonel ve özgürleştirici siyaset ara­
sında kayda değer, hatta sarsıcı yakınlıklar olduğunu gösterir.
B u kitap, tutkulu bağlılıklarla ilgili mevcut endişeyi fanatizmin
tartışmalı tarihsel bağlamı çerçevesinde ele alarak, inanç veya kanı
ile sorumluluk, hararet ile akla yatkınlık, karar verme ile düşünüp
taşınma arasında sabit karşıtlıklar kuran tartışmaların kavramsal uf­
kunu genişletmeyi amaçlıyor.36 B ir başka amacım da coşkuyu ve
soyutlamayı herhangi bir özgürleşme siyasetinin vazgeçilmez un­
surları olarak bünyesinde barındıran bir siyasal sözdağarı oluştur-

zende "fanatik kelimesi 3. Reich boyunca iltifat belirten bir sıfat olarak kullanıl­
mıştır". Victor Klemperer, "Fanatical'', The Language of the Third Reich: LTI -
Lingua Tertii lmperii: A Philologist's Notebook, çev. M. Brady, Londra: Continu­
um, 2006, s. 52-56. Son bölümler fanatizmin olumlanmasıyla ilgili çetrefil soruna
dair bazı içgörüler sunacaktır: Nazilerin fanatizme itibar kazandırması doğrudan
doğruya Aydınlanma'nın mirasını hedef alan bir hamleyken kölelik karşıtı hareke­
tin Burkeçü, kölelik yanlısı ve büyük ölçüde karşı-Aydınlanmacı bir kamptan ge­
len siyasi bir hakareti temellük ettiğini söyleyebiliriz. Naziler kötücül bir hiyerar­
şiye, kölelik karşıtları ise koşulsuz bir eşitliğe dayalı bir fanatizmi temsil etmiştir.
35. Noam Chomsky, Rogue States, Londra: Pluto, 2000, s. 20. Lee Harris'in
şu çalışmasına Batı liberalizminin radikal İslamcı fanatizmi alt etmek için fana­
tikleşmesi gerektiğini savunan yeni muhafazakar tez temel oluşturur: The Suicide
ofReason: Radical lslam's Threat to the West, New York: Basic Books, 2007.
36. Bu bakımdan siyasette duyguların "tarihdışı içgüdüler olarak değil inanç,
beklenti ve ümitlerin toplumsal tarihiyle eklemlenen tarihsel değişkenler olarak"
düşünülmesi gerektiğini öne süren Sophie Wahnich'e katılıyorum. La longue pa­
tience du peuple 1 792. Naissance de la Republique, Paris: Payot & Rivages, 2008,
s 38.
GİRİŞ 27

mak için, fanatizmle ilgili bazı teorik tartışmalara ve tartışmalı hu­


suslara eleştirel bir yaklaşımla odaklanmak. Dolayısıyla bu kitabın
bütün bölümleri hem fanatizmin kendisini şeytanileştiren bir söy­
lemdeki yerinin eleştirel bir arkeolojisi olarak, hem de bildiğimiz
fanatizm denip geçilemeyecek bir siyasal soyutlama teorisini yeni­
den kurmamıza yardımcı olabilecek kavramsal unsurlara yönelik
bir arayış olarak okunmalıdır.
Ne bir fanatizm tarihi ne de sistematik bir fanatizm teorisi olan
bu kitap, dünün büyük gericilerinin sergilediği derinlik ve içgörü­
den çoğu zaman yoksun bir biçimde, bugün bir kez daha aşağılama
amacıyla ve siyasi hakaret olarak kullanılan fanatizm teriminin ve
fikrinin yaşadığı karanlık serüvenleri yorumlamaya çalışıyor. Ayrı­
ca, muhaliflerinin hiç kuşkusuz soyut ve tehlikeli bir tutku olarak
algılamaya devam edeceği bir eşitlikçi siyaset düşüncesine katkıda
bulunmak için, fanatizmin kıyasıya eleştirildiği farklı dönemleri
anlamaya çalışıyor.
1
Aşırılık Figürleri

John Brown her zaman her yerde eylemin üstünlüğünü vaaz


ediyordu. " Kölelik kötüdür," dedi, "kaldırın."
"Ama bu sorunu araştırmamız gerekiyor. .. "
Kölelik kötüdür- kaldırın!
"Bir toplantı düzenleyeceğiz . . . "
Kölelik kötüdür - kaldırın!
"İyi de müttefiklerimiz . . "
.

Kölelik kötüdür - kaldırın.'


Lerone Bennett Jr.
Tea and Sympathy: Liberals and Other White Hopes
(Çay ve Sempati: Liberaller ve Umut Vadeden Niceleri)

FANATİK, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir düş­


man olarak girer. Fanatiğin tasfiyesi, onun ortaya çıktığı toplumsal
ve kültürel coğrafyanın yönetimiyle yakından ilgilidir. Bu yüzden,
fanatiğin bir söyleminin olup olmadığı belli değilse de, fanatizm,
fanatizmin sebepleri, kipleri ve çareleri üzerine sayısız söylem var­
dır. Özellikle de emperyal liberalizmin hem alt sınıflar hem de tabi
ırklara karşı mücadelesinin bir hayli yeğinleştiği ve fanatizm mef­
humunun zamanla birtakım yeni kullanım alanlarına kavuştuğu 19.
yüzyılın ikinci yarısı için geçerlidir bu durum. 20. yüzyıl siyasetin­
de, bilhassa da "aşırılık çağı"yla ilgili geçmişe dönük yargılarda aşi­
kar olan fanatik figürüyle -veya tutkulu ve partizan inançla- ilgi­
li teorik tartışmayı incelemek için, bu dönemi daha ayrıntılı ele ala­
lım isterseniz. Çünkü böylece kitabın sonraki bölümlerinde yer ver­
diğimiz fanatizm fikriyle ilgili tarihsel teorik araştırma için daha ge-
30 FANATİZM

niş bir bağlamımız olacak. Kitabın gerek bu ilk bölümünde gerekse


sonraki bölümlerinde, meselemiz, liberal düşüncenin fanatizmi ta­
nımlama ve kendini ondan ayırma kapasitesi olacak.

İmparatorluk Çağında Fanatizm

KÖLELİK YANLILARI FANATİZME K A R Ş I

Az ama azılı olan çağdaş düşmanları, liberalizmi köleliği destekle­


mekle suçlamıştır. İ lk bakışta bireysel negatif özgürlüklerin korun­
ması, sivil toplumun özerkliği, yönetimsel ayrıcalıkların sınırlandı­
rılması ilkelerine dayanan bir doktrin gibi görünen liberalizm, hak
ve özgürlüklerin akla gelebilecek en açık biçimde kısıtlanması kar­
şısında geri adım atmıştır. Fakat güncel eleştirel tarih anlatılarının
altını çizdiği gibi, düşünsel ve siyasal bakımdan en şanlı zamanla­
rında dahi, liberalizmi desteklemekle köleliği bir biçimde mazur
göstermek hep el ele gitmiştir. 1 İ talyan tarihçi ve filozof Domenico
Losurdo'ya göre bu belirgin çelişkinin nötrleştirilmesi, yurttaş öz­
gürlükleriyle ticari özgürlüklerin "kutsal mekanı"nın, bizzat kendi
varlığını borçlu olduğu zulüm, ırkçılık ve emperyalizmin "dindışı
mekanı"ndan ayrıştırılmasına yönelik çeşitli faaliyetler aracılığıyla
mümkün olmuştur. Klasik liberalizm gerek coğrafya gerek ırk vesi­
lesiyle (ki bu ikincisi çoğu zaman toplumsal antagonizmayla birle­
şip "sınıf ırkçılığı"nın değişik türlerine zemin hazırlar) bir üstün ırk
(ya da üstün sınıf) demokrasisi olarak ortaya çıkmıştır; kapitalist li­
beralizm ile işçilerin eşitliğini talep eden toplumsal hareketleri, em­
peryalist liberalizm ile ulusal özgürlük hareketlerini ve sömürgeci­
lik ve ırkçılık karşıtı hareketleri karşı karşıya getiren mücadeleler
sonucunda, bu demokrasi sadece kabuk değiştirmiştir. Bu tez çağ­
daş liberalizmin kendine dair yaygın imgesiyle karşıtlık içinde olsa
da, liberalizmin doktrinleri ile somut tarihsel seyri arasında bağ kur-

1 . Bu paragraftaki yorumlan öncelikle Domenico Losurdo'nun çalışmasına


borçluyum: Controstoria del liberalismo, Bari: Laterza, 2005. Aynca bkz. Ellen
M. Wood, Democracy Against Capitalism, Cambridge: Cambridge University
Press, 1995; Türkçesi: Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İstanbul:
İletişim, 2003.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 31

manın ikna edici v e etkili bir biçimi gibi görünüyor. Ü stelik ş u sığ
tarihselci teze de başvurmuyor: Liberalizm tedricen büyüyüp (önce
mülk sahibi orta sınıfa, ardından alt sınıflara, kadınlara, siyahi vb.
halklara doğru) yayılırken, hiç bozulmamış, özgün bir esini de ko­
rur. Liberalizmle birlikte, liberalizme karşıt olan ve genel geçer libe­
ralizmin ancak sonradan kabul edeceği şeyleri daha o zamanlar ta­
lep eden radikal ve eşitlikçi hareketlerin bulunması bu savı çürütür.
Losurdo'nun yazdığı liberalizmin karşı-tarihinde yer alan başlı­
ca karakterlerden biri - genel kabul gören bilgeliği revize ederken,
yazarı o bariz kölelik yanlısı liberalizm paradoksunu başlıca teması
haline getirmeye sevk eden kişi- ABD'de iki kez devlet başkanı
yardımcılığı yapan Güneyli siyaset düşünürü John C. Calhoun'dur.2
Calhoun'un yazı ve konuşmalarında, özellikle de Şubat 1 837'de ABD
senatosunda köleliği "pozitif iyi" olarak tanımladığı o meşhur ko­
nuşmada, kölelik karşıtı figür tekrar tekrar bir "fanatik" olarak kar­
şımıza çıkar. Calhoun, Kuzeyli nüfusun "fanatik kesimi"nin yol aç­
tığı o uğursuz ve bulaşıcı kölelik karşıtı ajitasyon tehdidi ile hükü­
metin iktidarının sınırlandırılmasından duyulan klasik liberal kaygı
arasında bağ kurar. Kölelik karşıtlığı tekrar tekrar "fitnecilik" olarak
tanımlanır ve ilginç bir şekilde aşağıdan yukarıya işleyen --cahil­
lerle yoksullardan kürsülere ve ardından Beyaz Saray'a uzanan­
bir hareket olarak görülür. Calhoun'a göre kölelik karşıtlığına ivme
kazandıran başlıca unsur merkezi hükümetin iktidarının genişleme­
sidir; bu durum "büyük, ulusal ve pekiştirilmiş bir demokrasi"3 uğ­
runa federalizmin sonuna işaret etmektedir. Kuzeyli kölelik karşıt­
ları devletin harekete geçecek güce sahip olduğunu tahmin ettikleri
için, bu "özel kuruma" son vermenin kesinlikle sorumlulukları ol­
duğu sonucuna varmışlardır. Dolayısıyla, köleliği Güney'in ideal
toplumsal oluşumu olarak sunan, ırksal üstünlüğe esaslı bir bağlılık,
hükümeti sınırlandırma gereği ve ABD'yi oluşturan eyaletlerin ya-

2. Losurdo, Controstoria del liberalismo, s. 3-9. Liberalizmle köleliğin "ikiz


doğumu" gibi daha kapsamlı bir meselenin yanı sıra Amerika ve Britanya libera­
lizmlerinin 1 8 ve 19. yüzyıldaki doğası için Losurdo'nun kitabının 2 ve 4. bölüm­
lerine bkz.
3. Calhoun, Union and Liberty: The Political Philosophy ofJohn C. Calhoun,
R. M. Lence (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1992, s. 582.
32 FANATİZM

sama alanındaki özerkliğiyle ilgili tam anlamıyla liberal bir argü­


manla birleştirilir. Calhoun'a kulak verirsek: "Bu kör fanatiklerin sa­
vaş açtığı, Güney'deki iki ırk arasındaki mevcut ilişki, özgür ve is­
tikrarlı siyasi kurumların dayanacağı en somut ve sağlam temel­
dir. "4 Calhoun'un siyasi doktrini fanatizmi açıkça krizle bağlantı­
landırır.5 Köle sahibi Güney'in "özgürlüğünün" korunmasına ilişkin
argümana, fanatik "kölelik karşıtlığı ruhu" ile finansal "spekülasyon
ruhu" arasındaki Burkeçü bağ eşlik eder.6 Calhoun'un kölelik kuru­
muna bulduğu mazeret, kapitalist sömürünün toplumsal düzlemde­
ki istikrarsızlaştırıcı etkileri ile ABD'nin kuzeyindeki ve Avrupa'da­
ki sınıf mücadeleleri arasındaki karşıtlık çerçevesinde sunulur ve
"emekle sermaye arasındaki çatışma"yı önlemeyi amaçlar.7 Ama
"kör fanatikler"e yöneltilen nihai suçlama, taleplerinin koşulsuz ol­
masıyla ilgilidir; bu durum, Güney'in dayandığı gelenek-görenekle­
rin toplumsal temelini ve farklılıkların kurumsal düzenini tehdit et­
mektedir. Calhoun'un Senato'da belirttiği gibi:

Eğer kendimizi savunmazsak bizi kimse savunmayacak, eğer karşı


koymazsak bizi daha çok sıkıştıracaklar, eğer boyun eğersek ayaklar altına
alınacağız. Bu fanatiklerin özgürleşmekle yetinmeyecekleri kesin -sonra­
ki adımlan zencileri toplumsal ve siyasal bakımdan beyazlarla eşit hale ge­
tirmek olacak; bunu başardıktan kısa süre sonra da iki ırk arasındaki mev­
cut durumu tersine çevirecekler.s

Bu konuşmanın sonundaki yargıyla pek çok fanatizm eleştiri­


sinde karşılaşmak mümkündür. Bu yargının doğal sonucu da genel­
likle bir tür fanatizm-karşıtı-fanatizm çağrısında bulunmaktır: Kö­
lelik karşıtlığının eşitleyici ve bölücü ruhunu yok etmek isteyen Gü­
neyliler "şevk ve enerjilerini yaklaşan tehlikeleri püskürtmek üzere
birleştirmelidir".9
Calhoun'un "pozitif iyi"ye dair konuşmasından bir yıl önce, The
South Vindicatedfrom the Treason and Fanaticism of the Northern
Aholitionists (Kuzeydeki Kölelik Karşıtlarının İhanetinden ve Fa-

4. A.g.y., s. 474. Trans-atlantik bir radikalizmin doğuşu bağlamında Calhoun'


un fanatizm idrakiyle ilgili yorumlar için bkz. Losurdo, Controstoria del libera­
lismo, s. 162.
5. Calhoun, Union and Liberty, s. 67. 6. A.g.y., s. 466.
7. A.g.y., s. 474-5. 8. A.g.y., s. 475. 9. A.g.y., s. 476.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 33

natizminden Aklanmış Güney) gibi çarpıcı bir başlıkla, yazarı meç­


hul bir kitap yayımlanmıştır - sonraları bu kitap bir başka Güney­
li siyasetçiye, Albay William Drayton'a mal edilmiştir. 10 Aslında o
"özel kurumu" meşrulaştırmayı amaçlayan ve bol bol ayrıntı ve dip­
not içeren bir karşılaştırmalı köle toplumları tarihi olan The South
Vindicated, fanatizmin siyasi bir hakaret olarak kullanımına örnek
olmaktan daha öte bir bir anlam taşımaktadır. The South Vindicated
daha derinlemesine incelendiğinde, fanatizm karşıtı retorikteki bazı
sabit özelliklere işaret ettiği görülür. Calhoun ile aynı telden çalan,
yani kölelik karşıtı fanatikleri ülkenin anayasası ve kurumlarının
iyileştirmeye çalıştığı milli yaraları kaşıyan bölücü ve fitneciler ola­
rak gören Drayton, fanatizmin geçmişten kalma felsefi tanımlarına
bağlı kalır. Fanatizmin bilişsel yetilerle ilgili bir kusur olduğunu ile­
ri süren Drayton, fanatiklerden "hararetli hayallerinin telkin ettiği
şeyleri -beyinlerinde tüten dökme kurşundan yükselen buharla­
rı- ilham sananlar" diye bahseder: Platon'un 1 8 . yüzyıldaki estetik,
siyaset ve din tartışmalarında önemli rol oynayan İon'undaki coşku
analizine geri dönen bir tahayyül söz konusudur burada. Drayton
fanatiklerin iflah olmazlığı karşısında ümitsizliğe kapılıp "bunlar
için tek etkili çözüm deli sandalyesi veya deli gömleğidir" " diyerek
söz konusu tahayyül ile fanatizmi tıbbi bir vaka addeden yaygın bir
tutumu birleştirir. Fanatizm söyleminin bir diğer dayanağı olan "bu­
laşıcılık", kölelik karşıtlarının hazırladığı "komplo"nun başat bir
özelliğidir; bu komplo Hıristiyanlığı saptırmaya yöneliktir -nite­
kim fanatikler "durmaksızın dine sert eleştirilerde bulunmakta­
dır"- ve kölelik karşıtlarının kışkırtmalarına karşı daha savunma-

1 O. Drayton'ın, Güney Carolina'da karşılaştığı ve ona kısa öykülerini derledi­


ği bir kitabını ithaf eden Edgar Ailen Poe'yla arkadaş olduğu ortaya çıkmıştır. O
zamanlar editörlüğünü Poe'nun yaptığı The Southern Messenger'da Drayton'ın ki­
tabına övgüler düzen kölelik yanlısı bir yazının yayımlanması epey tartışmaya yol
açmıştır. Bu olayı ve Poe'nun ırkla ilgili görüşlerini anlatan ve çözümleyen güncel
bir çalışma için bkz. Terence Whalen, Edgar Ailen Poe and the Masses: The Poli­
tica/ Economy of Literature in Antebellum America, Princeton University Press,
1999, 5. Bölüm.
1 1 . William Drayton, The South Vindicated/rom the Treason and Fanaticism
of the Northern Abolitionists, Philadelphia: H. Manly. 1836, s. xiv. Bu yaklaşım
kölelik karşıtı hareketin liderlerinin Drayton'ın elinden çıkan psiko-patolojik
portrelerinde de son derece belirgindir. Bkz. The South Vindicated, 13. bölüm.
34 FANATİZM

sız olan kadınları hedef almaktadır. Fakat Drayton'ın açıklamaları­


nın temelinde, fanatizm tartışmasının başlıca dayanağı olarak ta­
nımladığımız soyutlama vardır. The South Vindicated'de, fanatizm
mefhumunun bildiğimiz felsefe alanının dışına çıkarak eşitlik karşı­
tı (ama kendine sorsanız liberal) bir siyasal düşüncenin retorik cep­
haneliğindeki önemli bir silah haline geldiğini görürüz:

[Kölelik karşıtları] soyut fakat el üstünde tutulan aksiyomları sonuçla­


rını düşünmeksizin benimseyerek, sağlam ve pratik analizin ölçüsünü asla
tutturamayacak bir yol dayatıyorlar. Ülkemizin talihsizliği, soyutlamalarla
akıl yürütmemizden kaynaklanıyor. Herkesin özgür ve eşit doğduğunu il­
kesel olarak kabul edip sonuçlarını düşünmeksizin bu ilkeye bağlı kalarak,
bir iyiler topluluğunun insan haklarına ödünsüz saygıyı gerektirdiği sonu­
cuna varıyoruz. Devrimci Fransa'yı terör dönemine sürükleyen bu yanıl­
gıydı, hayalperest soyutlamaların yoluna pervasızca girmeye böylesine
yatkın olmasıydı. 1 2

Dolayısıyla bir soyutlama siyaseti olarak fanatizm, koşulsuzlu­


ğunun ("sonuçları düşünmeksizin") yanı sıra ölçüyü ve ölçülülüğü
gözetmediği için de eleştirilir. Fransız Devrimi'nin genel ilkeleri,
akla yatkın olmakla birlikte, "aşırı uçlara götürülüp" her türlü fayda
ve fizibilite hesabından ayrı tutulduğunda fanatikleşmektedir. "Ak­
lıselim" genellikle olduğu gibi bu argümanda da "fanatik ve coşku­
lu kişilerin puslu soyutlamaları" 13 ile karşıtlık içinde tanımlanır.
Drayton'ın kölelik karşıtlarının fanatizmi ile Fransız Devrimi'ni iz­
leyen Terör dönemi arasında kurduğu ilişkiyi göz önünde bulundu­
rursak, yükselen kölelik karşıtlığı dalgasına karşı Güney'de köleli­
ğin devamını savunan bu argümanda "Burke'ün muazzam felsefi
aklı"nın14 önemli bir rol oynaması hiç şaşırtıcı değildir. Burke köle­
ci Güney'deki "özgürlük ruhu"nu15 açık açık övdüğü gibi, Fransız
Devrimi'nin köleliğin feshine öncülük ettiğine dair kesin bir yar­
gıya da varmıştır. Burke'ün isabetli bir öngörüyle belirttiği üzere

12. A.g.y., s. 80. 13. A.g.y., s. 8 1 .


14. A .g.y., s . 107. İlkelerin aşırılığıyla hakların ampirik varoluşunun görenek­
sel ve yanılgıya açık koşulları arasındaki uçurum, Burke'ün argümanının temel
unsurlarındandır. Sözgelimi: "Bu teorisyenlerin varsaydığı bütün haklar aşın;
bunlar metafizik düzlemde doğru oldukları ölçüde ahlaki ve siyasi düzlemde yan­
lışlar." Burke, Reflections on the Revolution in France, s. 62.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 35

Fransız devrimciler, "kölelik karşıtlığının ilk ve en ateşli savunucu­


ları" ı6 oldukları gibi, soyut hakların "sonuçları düşünmeksizin" sı­
nırsız bir biçimde genişletilerek tüyler ürpertici siyasi etkiler yarat­
masını müjdeliyorlardı. Drayton, bu terörist eşitlikçilik mirasının
tehlikelerine delil olarak kadın sorununa döner - kölelik karşıtları­
nın fitneci dinsel retoriğinden kolaylıkla etkilenen ve tam da bu ne­
denle kölelik kalktıktan sonra "zencilerin" düzenleyeceği "kan ve
şehvet illemleri"nin tehdidi altında olan kadınlar. Burke'ün değindi­
ği gibi, "fanatikler köleliğin feshi meselesini kavrayışlarını, kadın
haklarını güvence altına alma yükümlülüğünü doğrudan doğruya
üstlenen Jakobenlerden almışlardır. . . Bu soyutlama düşkünleri de­
lice şevklerini bu boyutlara vardıracaktır" . ı1 "Soyutlama düşkünle­
ri" : Bu terim, fanatizm karşıtı Burkeçü geleneğin kendisinin ve bu
geleneğin hiyerarşi, farklılık ve işbölümüne dayalı bir toplumsal
düzeni -sonuçlara aldırmaması bakımından- tehdit eden bir siya­
sete yönelik eleştirisinin temel unsurudur. Kölelik karşıtlarının öl­
çüyü ve tedriciliği kabul etmemesinin sonuçları arasında, Dray­
ton'ın okurda muhtemelen büyük bir şaşkınlık ve endişeye yol aça­
cağını düşündüğü bir şey vardır. "İnsanlığın vesvesesi, en kuvvetli
fanatik dürtülerin emrinde olduğu zamanlarda dahi, şu ihtimal ka­
dar korkunç ve iğrenç bir saçmalığa" dönüşemez: "Başımıza siyahi
bir başkan getirebilirler." ı s Atlantik'in iki yakasındaki pek çok çağ­
daşı gibi Drayton da Haiti devrimini, siyasi evrenselciliğin gizli teh-

15. Drayton, The South Vindicated, s. 108. Ayrıca bkz. Losurdo, Controstoria
del liberalismo, s. 39-40. Burada Burke'ün 1775'te Amerika'yla uzlaşma mesele­
siyle ilgili yaptığı konuşmaya atıfta bulunulur. Bkz. Edmund Burke, The Writings
and Speeches of Edmund Burke, Vol. ili: Party, Parliament, and the American
War, 1 774-1 780, W. M. Elofson ve J. A. Woods (haz.), Cambridge: Cambridge
University Press, 1996, s. 122.
16. Drayton, The Soııth Vindicated, s. 1 7 1 .
1 7 . A.g.y., s . 1 8 1 (not). Bu son cümle Burke'ün tabiriyle Fransız devrimcilerin
insan haklarının . . . fanatik bir tutumla kadınlara şamil kılınmasından türettikleri
eşit boşanma hakk ı yla ilgilidir. ("Utanç denizinde kaybolan kadınlar" için bkz.
Rejlections on the Revolution in France, s. 69.) Bunun yanı sıra Drayton kölelik
karşıtlarının yeniden canlandırdığı, hem dinsel hem de siyasal bir mahiyeti olan
yıkıcı fanatizmle ilgili analojiler keşfetmek için "Cromwell günlerine" (s. 179)
geri döner.
18. A.g.y., s. 155.
36 FANATİZM

l ikelerine duyarsız kalan kimselerin gözüne sokulacak bir öcü ola­


rak görecektir:

[Fransa'nın] ilkeleri genel olarak akla yatkındı; ama aşın uçlara götürü­
lüp pratik sonuçlan hesaba katılmadan benimsendiler, dünyanın bugün da­
hi betini benzini attıran sonuçlara yol açtılar. Fransa'nın Santo Domingo'ya
yönelik siyasetine zemin hazırlayan, bu koloniyi Fransa'nın elinden aldığı
gibi kötü ruhların senelerce kendi kan karnavallarını düzenledikleri bir
Phlegethon haline getiren, [fanatizm ve soyutlama ruhunu hatırlatan] bir
şeyin hak.imiyetiydi. 1 9

Calhoun i l e Drayton'da, ödünsüz bir eşitlikçilik tehdidi karşısın­


da köleliği savunmak için fanatizm fikrine atfedilmiş güçlü retorik
ve siyasi anlamlarla karşılaşırız. The South Vindicated'de fanatizm
söyleminin bazı temel unsurlarının bugün bile sapasağlam ayakta
olduğunu gözlemleriz: eşitlikçi ve evrenselci soyutlamalara karşı
uyarılar, dinsel ajitasyon tehdidi, siyasi alanlara hakim analojiler,
fanatiklerin patolojik veya tıbbı vakalar olarak görülmesi, kadınla­
rın rolü. B asbayağı bir sapma değilse de aşırı bir uzlaşmazlık olarak
kölelik karşıtlığını eleştirenler elbette kölelik yanlısı kimselerle sı­
nırlı kalmamıştır. Abraham Lincoln, kölelik karşıtı hareketin büyük
militanı John Brown'dan şöyle söz eder: "Bu coşkulu kişi, insanla­
rın ezilmesi üzerine bir hayli kafa yorduktan sonra, nihayetinde
Tanrı'nın insanları özgürleştirmek için kendisini görevlendirdiğine
kanaat getirir." Lincoln, Brown'un Harper's Ferry'ye yönelik saldırı­
sına atıfla sözlerini şöyle sürdürür: "Kendi ölümüne sebep olacak
kadar ağır bir işe girişir. "20 ABD ile yakından ilişkilendirilen bir fel­
sefi akım olan pragmatizm, kölelik karşıtlarının ilke siyasetinden
dolayı "ülkeyi bir soyutlama uğruna savaş ve yıkımın eşiğine geti­
ren"21 bir travma addedilen İç Savaş'ın yol açtığı şiddet ve karışıklı­
ğa yönelik bir tepki olarak görülmüştür. Peki kölelik karşıtları ne

19. A.g.y., s. 80. Phlegethon, Yunan mitolojisinin yeraltı dünyasında alevler


saçarak akan bir ırmak: aynca Dante'nin Cehennem'inde zorbalarla tiranların diri
diri yakıldığı kan akan ırmak. Haiti'nin eşitlik karşıtı liberal söylemde ve radikal
bir geleneğin antagonistik oluşumundaki yeri için bkz. Losurdo, Controstoria del
liberalismo, 5. Bölüm.
20. Lincoln'den aktaran: Chicago Defender ( 1959), Benjamin Quarles (haz.),
Allies for Freedom & Blacks on John Brown, Cambridge, MA: Da Capo, 200 1 ,
s. 1 25.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 37

durumdaydı? Soyutlamanın pusları içinde beliren kör fanatikler


olarak damgalanmaya onlar ne tepki vermişti?

KÖLELİK KARŞ ITI FANATİ KLER

Joel Olson'ın "bağnazlığın eleştirel bir teorisi"22 olarak adlandırdığı


şeye -fanatizm analizinin liberal siyaset teorisinin sınırlarını zor­
ladığı bir teoriye- ender rastlanan bir katkıda bulunan güncel ça­
lışmasında gösterdiği gibi, "fanatik" yaftası kölelik karşıtı hareketin
radikal kanadında bir gurur nişanı olarak taşınmıştır.23 Dahası siya­
si retoriğin, ajitasyonun ve eylemin teorisiyle pratiğine dahil edil­
miştir. William Lloyd Garrison ve Wendell Phillips gibi önemli fi­
gürler "kendilerini fanatik olarak tanımlamıştır". Peki, bu ne de­
mektir? Uzlaşmazlığı demokrasinin kutsal sınırlarının dışına atan
siyaset teorileriyle zıtlaştığı gibi, fanatizmle terörizmi kestirme bir
yoldan özdeşleştiren çağdaş yaklaşıma da alenen karşı çıkan Olson,

2 1 . Louis Menand, The Metaphysical Club, Londra: Flamingo, 2002, s. 374.


Menand pragmatist bir perspektiften bakarak bir ilke siyasetini anlamanın nihai
olanaksızlığından bahseder: "Pragmatizm bir insanın bir fikir için nasıl ölebildiği
haricinde fikirlerle ilgili her şeyi açıklar" (s. 375). Bu bakımdan Menand'ın her şe­
ye rağmen kölelik karşıtlığının " anti-siyasetinden" söz etmeyi yeğlemesi ilginç
ama anlamlıdır (s. 20).
22. Joel Olson, "The Freshness of Fanaticism: The Abolitionist Defense of
Zealotry", Perspective on Politics 5: 4 (2007), s. 686. Bu yazının başlığı kölelik
karşıtı hareketin neferlerinden Abby Kelley'nin şu satırları içeren mektubundan
alınmıştır: "Fanatizmin bize kattığı canlılığı korumak için dua etmeliyiz." Olson'a
göre böyle bir eleştirel teori, "bağnazlığı kamusal alanı dönüştürmeye çalışan ak­
törlerin dahil olduğu bir siyasi etkinlikten ziyade bireysel, ahlaki veya psikolojik
bir kusur olarak" gören fanatizm anlayışına hakim "aşağılama geleneği"ni tartış­
maya açar (s. 685). Olson'ın Schmitt'in bir siyasi antagonizma biçimi olarak dost/
düşman ayrımına bel bağlamasına kendimi pek yakın hissetmiyorum ve tartışma­
ya açmak istediğim meseleler liberal siyaset teorisinin sorunlarını aşıyor, ama yi­
ne de bu kitabın ruhu Olson'ın "aşağılama geleneği"ne karşı kaleme aldığı son ya­
zılarındaki pek çok şeyle uyumlu. Olson'ın American Zealots (Amerikalı Bağnaz­
lar) başlığı altında bir kitaba dönüşecek projesi bu kitabın düşünsel gündemine
yakın olan yegane teorik fanatizm analizidir.
23. Kölelik karşıtı bir Demokratın "fanatik" terimini kullanmasının ilginç bir
örneği için bkz. William Legget, "Progress of Fanaticism" ( 1 837), Democratic
Editorials: Essays in Jacksonian Politica/ Economy içinde, Indianapolis: Liberty
Fund, 1984.
38 FANATİZM

kölelik karşıtlarının benimsediği siyasi duruş ve etkili retoriğin, si­


yasal olana dair bazı temel varsayımlarımıza meydan okuyan bir si­
yaset anlayışına işaret ettiğini gösterir. Müzakere ve mutabakatın
veya en azından tartışmacılık ve uzlaşmacılığın, ilkelerin kendileri­
ni bir uygulanabilirlik kıstasında ve rakip bir görüş karşısında sına­
malarını talep ettiği bir ortamda, kölelik karşıtı kamptaki "derhalci­
ler" kayıtsız şartsız özgürleşme haricindeki tüm seçenekleri reddet­
miştir. Bu tutum ne salt hoşgörüsüzlük veya diyaloğun reddiydi, ne
de sanıldığı gibi kölelik yanlıları ya da köle sahiplerinin kural ola­
rak teolojik bir biçimde demonize edilmesi anlamına geliyordu
(sözgelimi, kölelik karşıtı hareketin düzenlediği toplantılara kölelik
yanlılarıyla köle sahipleri de katılmıştır). Kölelik karşıtı kampın si­
yasi üslubu, kör bir cinnet veya "puslu bir soyutlama"ya tekabül et­
miyordu; daha ziyade ödün vermenin etik reddine, keza müzakere­
ci siyasetin köleliği sona erdirmekteki stratejik zayıflığına ilişkin
akla yatkın bir tahmine dayanıyordu. Yani kölelik karşıtlarının fana­
tizmi hem tutkulu bir inanca hem de uzun boylu düşünülmüş bir
stratejiye dayanıyor, sembolizm ve duygulanımın cezbedici tarafla­
rını güç ve hesaplamanın araçlarıyla birleştiriyordu. Radikal bir kö­
lelik karşıtı, araçlarla amaçların birbirinden ayrılamayacağını düşü­
nen "makul bir bağnaz"dı.24 Sınırlar çekmek ve bölünmeleri derin­
leştirmek -bunlar tam da Drayton ve Calhoun gibi kölelik yanlısı,
fanatizm karşıtı kişilerin ateş püskürdüğü şeylerdir- kölelik karşı­
tı pratiğin önemli bir unsuruydu. Wendell Phillips'e göre, kölelik
karşıtı söylem "düşüncenin isyanını" kışkırtacak ve tarafsızlarla
ılıml ıları saflarını belirlemeye zorlayacaktı. Amaç, müzakere veya
mutabakattan ziyade, " ırkçılık ve köleliğe karşı yeni bir kamuoyu
oluşturmak ve bu sayede dostlarla düşmanlar, kölelerle efendiler,
adalet havarileriyle insan tacirleri arasındaki mücadeleyi kazan­
mak"tı.25 Kölelik karşıtı radikal hareketin penceresinden fanatizm,

24. Olson, ''The Freshness of Fanaticism", s. 691 . Olson bu düşüncesini John


Brown ile kürtaj karşıtı hareketin militanı (katil) Paul Hill'i karşılaştırdığı provo­
katif bir analize doğru genişletmiştir: "The Politics of Protestant Violence: Aboli­
tionists and Anti-Abortionists" (yayımlanmadı). Olson'ın belirttiği gibi: "Dini şid­
det hem simgesel hem de stratejiktir, çünkü araçlarla amaçları birleştirir."
25. Olson, "Friends and Enemies, Slaves and Masters'', s. 90.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 39

"ödün vermenin reddinin siyaseten seferber edilmesi"dir.26 Hiç kuş­


kusuz liberal ve hoşgörülü değilse de, bazı siyasal müzakere para­
metrelerine sahip olduğunu varsaydığımız takdirde, fanatizm mak­
bul siyasi çerçevelere saldırısı bakımından vazgeçilmez bir özgür­
leştirme işlevi görebilir. Bir başka deyişle, kölelik karşıtlığı olarak
tezahür eden fanatizmden çıkarılacak ders, "uzlaşmaz çatışmanın
fanatik bir biçimde teşvik edilmesinde demokratik bir potansiyel
olabileceği"dir.27 Ancak Olson'ın Amerikalıların bağnazlığıyla ilgi­
li araştırmaları siyasi fanatizmin bir başka boyutuna işaret eder ve
biz bu boyuta Sloterdijk'in sol hınca, yani dayanışmaya yönelik sal­
dırısına vereceğimiz yanıt bağlamında değineceğiz. Fanatizm, özel­
likle de siyasi şiddeti meşrulaştırması bakımından, ezilenlerle kuru­
lan tutkulu bir özdeşlik haline gelir ve bu özdeşlikle duygudaşlık bir
ontolojiye dönüşür - antagonizmanın bizzat siyasi öznelere ve bu
öznelerin dayanıştığı kişilere kazındığı bir ontolojiye.28
Bununla bağlantılı olarak, W. E. B. Du Bois'nın yazdığı biyogra­
fide John Brown'dan "bütün Amerikalılar arasında, siyahların ruhu­
na dokunmaya belki de en çok yaklaşan kişi" olarak bahsetmesi an­
lamlıdır. Du Bois unutulmaz bir pasajında, fanatizm karşıtı söyle­
min cephaneliğindeki bazı izlekleri (dini inanç, uzlaşmazlık, Fran­
sız Devrimi) derinden insancıl bir siyaset addedilen soyutlama siya­
setine yakılmış bir ağıtla birleştirir:
John Brown münferit bir vaka mıydı yoksa ebedi bir hakikat mi? Eğer
hakikatse, bu hakikat bugün ne söyler? John Brown komşusunu kendisi gi­
bi severdi. Bu nedenle onu yoksul, bahtsız, ezik görmeye dayanamazdı. Bu
doğal duygudaşlık, tüm ruhların adil bir Tanrıya karşı kişisel sorumlulukla­
rını vurgulayan İbrani dininin iyice özümsenmesiyle perçinlenmişti. Kara
talihle kurulan duygudaşlık ve eşitliğe dayanan bu dinin yanına, siyasi ya­
şamda özgürlük ve güç vurgusuyla birlikte Fransız Devrimi'nin toplumsal
doktrinleri konmuştu. Bütün bunlar John Brown'un mülkiyetin adil ve eşit
bölüşümüne dair, tam anlamıyla olgunlaşmış olmasa da gitgide büyüyen

26. A.g.y., s. 83. 27. A.g.y.


28. Bkz. Olson, "The Politics of Protestan! Violence" . Brown'un (Quarles'dan
aktarırsak) "siyahi oryantasyonu"ndan Paul Hill'in doğmamış kişilerle kurduğu
apokaliptik dayanışmaya dek bütün özdeşliklerde Olsan derin siyasal müphem­
likler saptar. Olson'a göre bu iki örnekte de çatışma ve baskının ontolojik karakte­
ri bir şiddet eyleminin bir öz-savunma biçimi olarak deneyimlendiğini gösterir.
40 FANATİZM

inancına dayanıyordu. Brown bundan hareketle tüm insanların eşit ve öz­


gür yaratıldığı, özgürlüğün bedelinin baskının bedelinden daha az olduğu
sonucuna varmış ve bu sonuca istinaden eyleme geçmiştir. 29

Ama bu satırlarda işittiğimiz, kölelik karşıtı "derhalci" militan­


ların düşüncesine nüfuz eden koşulsuz bir evrenselcilik olarak fana­
tizm çağrısı, bütün o öğretici ve esinleyici değerine rağmen tecrit
edilmiştir. 1 9. yüzyıl pek çok cephede çoğul, toplumsal-bilimsel ve
yönetimsel bir fanatizm söyleminin yükselişine tanıklık etmiştir.
Bu söylem Calhoun ve Drayton gibi düşünürlerde karşılaştığımız
Burkeçü izlekleri sürdürmüş ve her şeyden önce devlet ya da İmpa­
ratorluğa istikrarsızlaştırıcı ve antagonistik hareketlere karşı bağı­
şıklık kazandırmaya odaklanmıştır. Dinsel saiklerle başlatılan siya­
sal direnişleri ırk esasına göre tanımlayan teorilerin emperyal are­
nada ortaya çıkışıyla birlikte fanatizm, sömürgecilik karşıtı bir siya­
set yürütmeye yönelik girişimlerde anahtar bir terim haline gelmiş­
tir.30 Avrupa bağlamında, bu durum radikal toplumsal değişim hare­
ketlerinin -bilhassa anarşizmin, keza yeni ortaya çıkan feminizm
biçimlerinin- patolojik vakalar olarak damgalanmasını beraberin-

29. W. E. B. Du Bois, John Brown, D. Roediger (haz.), New York: The Mo­
dem Library, 2001 , s. 225. Du Bois'dan önce Thoreau'nun " A Plea for Captain
Brown"u ( 1860) Brown'un "ölümsüz yaşamından" söz etmiştir. Bkz. Henry David
Thoreau , Civi/ Disobedience and Other Essays, New York: Dover, 1993, s. 47;
Türkçesi: Sivil İtaatsizlik ve PasifDireniş, çev. C. Hakan Arslan ve Fatma Ünsal,
Ankara: Vadi, 1997.
30. Fanatizmin emperyalist ve sömürgeci siyasetlere karşı çıkan insanları
damgalamak için başvurulan bir terim olarak kullanılması Britanyalılara mahsus
değildi. II. Katerina'nın hoşgörü ve "Müslümanlaştırma" esaslı 18. yüzyıl siyaseti­
ni tersine çeviren ve Aydınlanma'nın (lumieres) dini fanatizmi siyasi düzen ve bir­
liğe yönelik asli bir tehdit olarak gören anlayışına açıkça bel bağlayan Çarlık yan­
lısı Rus yöneticiler, fanatizmi Orta Asya'daki İslamcı siyasi hareketleri tanımla­
mak için kullanmıştır. Bkz. Abdel Khalid, Is/am After Communism: Religion and
Politics in Central Asia, Berkeley: University of Califomia Press, 2007, s. 37. Sö­
mürgecilik karşıtı hareketlere katılanları "dini fanatikler" olarak damgalama takti­
ğine Amerika'nın 20. yüzyılın başında Filipinler'de kullandığı "isyan karşıtı" reto­
rikte de başvurulmuştur. Bu retorikle bugün "teröre karşı verilen savaş" arasında
güçlü benzerlikler vardır. Bkz. Reynaldo C. Ileto, "Philippine Wars and the Poli­
tics of Memory", positions, 13: I (2005), s. 223. Tocqueville de Fransa'nın Ceza­
yir'de başlattığı savaş ve sömürgeci siyasetle ilgili raporlarında fanatizmi sömür­
gecilik karşıtı isyanların önlenmesi bağlamında ciddi bir mesele olarak tanımla­
mıştır. Bkz. Losurdo, Controstoria del liberalismo, s. 229-37.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 41

de getirmiştir. 19. yüzyılda fanatizmi denetlemeye yönelik çabalar­


la ilgili bir araştırma, terimin felsefi ve teorik düzlemde kullanımı­
na odaklanan daha kavramsal bir araştırma için gerekli temeli kura­
rak fanatizm fikrinin stratejik kullanımlarına dair anlayışımızı zen­
ginleştirebilir.

İ M PARATORLUKTA FANATİZM

Hindistan'ın Kuzeybatı Sınır Vilayeti'nde görevliyken dinsel grup­


ların silahlı direnişiyle karşılaşan sömürgeci yöneticiler, "Hintli fa­
natikler"in, "coşkunlar"ın, "yobaz Müslümanlar"ın yiğitliği ve mert­
liğinden hayranlıkla korku karışımı bir hissiyatla bahsetmiştir.31
1 857 isyanını izleyen yirmi yıl boyunca İmparatorluğun istihbarat
toplama ve bilgi işleme aygıtı, hem İngiltere-Afganistan Savaşların­
da hem de İmparatorluğun içinde baş gösteren, İngiliz komutası al­
tındaki Hintli askerlerin isyanının bastırılmasına verilen potansiyel
biçimde bozguncu bir tepki olan Vahhabilik tehdidini bertaraf etme­
ye çalışmıştır. Ranabir Samaddar'ı izleyerek, fanatizm retoriğini iş­
galci sömürgeci yönetimin icat ettiği "biyo-politik" yönetim kiple­
rinin ortaya çıkışına tekabül eden daha geniş bir bağlama oturtabili­
riz. Bu bağlamda yönetim, "sömürge halkının bedensel ve zihinsel
esenliğini sağlamak gibi oldukça önemsiz bir vazifenin yanı sıra, in­
sanların bedenleriyle zihinlerinin gözetim altında tutulması, hizaya
getirilmesi, belli bir yere konuşlandırılması ve yok edilmesi gibi fi­
ziksel vazifeler"le32 özdeştir. Vahhabi olmayan Müslüman muhbir­
lere bel bağlayan sömürgeci yöneticiler, Vahhabilerden, "mevcut
yönetimi devirmeyi amaçlayan ve öbür dünyadaki saadetin anahta-

3 1 . Charles Ailen, Gods Terrorists: The Wahhabi Culı and the Hidden Roots
ofModern Jihad, Londra: Abacus, 2007, s. 13- 14. Sansasyonel bir başlık taşıyan
bu tarih anlatısı, çağdaş Anglo-Amerikan yorumcularla onların sömürgeci atalan
arasındaki pek de şaşırtıcı olmayan özdeşlik üzerinde durarak kolonyal karşılaş­
malar ve analizlerle ilgili tutulan kayıtlardan içinde bulunduğumuz " 1 1 Eylül son­
rası" dönem için ders çıkarmayı amaçlar. Ailen kitabın sonuç bölümünde bazı sö­
mürgeci yöneticilerin dini fanatizm anlayışlanyla uyumlu bir tutum benimseye­
rek Filistin ve Irak'ta fanatizmi körükleyen sorunlar karşısında önleyici tedbirler
alınmasını savunur.
32. Ranabir Samaddar, Emergence of the Political Subject, Yeni Delhi: Sage,
201 0, s. 45.
42 FANATİZM

rının bir kafiri öldüretek veya bir kafirin ellerinde can vererek elde
edileceğine inanan, destekçilerinin sayısı ve gücü günbegün artan,
fanatik ve tehlikeli bir mezhep"33 olar:ak bahsetmiştir. Vahhabiler ilk
etapta sayıları ve stratejileri bakımından bir tehdit olarak algılanma­
mıştır; bunda daha ziyade "kimseden korkuları olmadan söyledikle­
ri sözlerin" koşulsuz uzlaşmazlığı ve aşkın otoritesi önemli bir rol
oynamıştır. 34 AncakSamaddar'a göre Vahhabilerin asıl tehditkar ta­
rafı, emperyalizm karşıtlığına eklemledikleri -işgalcilerin ırk an­
layışıyla uyumlu olmasa da- bir tür ırksal ontolojidir: "Sömürgeci
işgalin meşruiyetini temelden sarsan unsur, sömürgecilik bağlamın­
da kaçınılmaz olan karşı-ırkçılığın su katılmadık kibridir. "35 Aslında
fanatizmi çözülmez görünen bir sorunun şifresi addedebiliriz: Em­
peryal işgal ve kolonyal sömürünün yol açtığı bu sorun, en iyi ihti­
malle türevsel veya tabi bir biçimde hayrını gördükleri bir sektiler
modernliğin güçlerine karşı ancak dinsel erdemlerden ve muhalif
bir tavırdan beslenen tabi halkları yönetme sorunudur. Emperyalist
işgalin yanıltıcı evrenselciliği, fedakarlığın, kurbanın ve ölümün

33. İngiliz devletinin Hindistan'ın Kurnool vilayetinde görevli vergi tahsilda­


rının Devlet Gelirler Komisyonu başkanına gönderdiği mektup, 26 Nisan 1866,
aktaran Samaddar, Emergence ofthe Political Subject, s. 43. Samaddar, dini mez­
hepçiliğin temelinde sınıfsal farklılıkların mevcut olduğunu ima eder: "Zengin ve
kültürlü Müslümanlar Vahhabilerden nefret ederdi, tıpkı Vahhabilerin zengin, yoz­
laşmış, varlıklı ve müesses Müslümanlardan nefret ettiği gibi." Samaddar'ın iza­
hındaki diğer ilginç unsurlar arasında sömürgeci yöneticilerin Vahhabilerin bastı­
rılmasıyla İrlanda'daki Fenian (IRB) hareketinin bastırılması arasında kurduğu
benzerlikler vardır.
34. Vahhabilerin inatçı kararlılığına yönelik hayranlıkla korku karışımı hissi­
yat, Samaddar'ın bahsettiği raporlardan birinde oldukça belirgindir: " Vahhabilik,
bir tür diriliş hareketidir. Dinin saf öğretilerini tekrardan dayatmaya çalışıyorlar.
Ermişlerin şefaatini veya ermişlere yönelik ibadeti reddettikleri gibi her türlü bi­
çim ve seremoniyi de reddediyorlar. Kutsal ruh olarak yalnızca Tanrı'ya tapınıyor,
Muhammed'e herhangi bir tanrısal özellik atfedilmesini kabul etmiyorlar. Şu ana
dek ilkelerinden hiçbir şekilde sapmadılar ve din kardeşleriyle ciddi anlamda çe­
lişiyorlar. Bunların ciddi ve samimi insanlar olduğunu düşünürsek dinin bütün
emirlerini eksiksiz bir biçimde yerine getirmeye çalışmaları son derece tehlikeli
bir ihtimal; üstelik bu emirler arasında başka her türlü itikata doğrudan doğruya
husumet güdülmesini isteyen cihat da var. Bu mezhebin mensuplarının çok tehli­
keli bir ruha sahip olduğunu kendi deneyimlerimden biliyorum . . . " Emergence of
the Political Suhject, s. 62.
35. Ranabir Samaddar, Emergence of the Political Suhject, s. 84.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 43

önemli bir rol oynadığı teolojik ve antagonistik bir evrenselcilik tü­


rüyle karşı karşıya gelmiştir.
Belirli halkları özgül siyasi konjonktürlerde yönetmenin gerek­
lerince belirlenmekle birlikte, fanatizm fikrinin sömürgeci kullanı­
mının pek çok sabit özelliği vardır. Sudan'da 1 880'lerde patlak ve­
ren Mehdi isyanının ardından, İngiliz kamuoyu dinsel saiklerle hare­
kete geçen muhaliflerin korkusuzluğu ve acımasızlığını açıklamak
için "derviş fanatizmi" mefhumuna başvurmuştur. Salisbury Marki­
si, "kendi ülkelerinde savaşan, bu tür savaşlarda usta olan, görünü­
şe göre gizemli bir biçimde sadece İslam dininin kendi müritlerine
bahşettiği, dinsel fanatizm ile askerlik ruhunun korkunç karışımıy­
la hayat bulmuş" Araplardan bahseder. Calhoun'ın 1 837'de senato­
da yaptığı konuşmada olduğu gibi, İngiliz Ordusu'nun subayları da
"nüfusun fanatik kesimi"ni tanımlamaya çalışır.36 Fanatizm burada
bir tür kendiliğinden antropoloj iyle açıklanır; bu antropoloji askeri
erdem ve pratiklere "açıklama getirir", hatta özel bir saygı gösterir­
ken, bir yandan da sıfır hoşgörü politikalarım meşrulaştırır. Örneğin
Daily Telegraph şu gibi satırlara yer verebilmiştir:
En etkilisi dinsel fanatizm olan birtakım güçlü saiklerin etkisi altındaki
bu kişiler kolaylıkla mutlak kahramanlık mertebesine yükselebiliyor. Ka­
dınları etkilemeye yönelik romantik bir centilmenlik, bir Arabın ortaya
koyduğu cesaretin takdir görmesine çok fazla önem vermesine yol açıyor,
kendi şiirleri ise onu gerçek bir Don Kişotluğun ganimetleriyle ilgili doldu­
ruşa getiriyor. .. B ir Bedevi için şiddetten daha erkekçe bir şey olmadığı gi­
bi savaştan daha şerefli bir şey yoktur.

Sömürgecilik karşıtı "fanatik" şiddetin doğallaştırılması ve be­


lirli bir ırka mahsus kılınması, İngiliz askerlerin de kendi akıl almaz
acımasızlıklarını zorunlu bir şey olarak görmelerine olanak tanı­
mıştır: "Bugüne dek gördüğüm en cesur adamlar. . . Yaralıların hep­
sini vurup süngüden geçirdik, ellerinin uzanabildiği herkese mızrak
ya da bıçak sapladıkları için .onları öylece bırakamazdık." B ir başka
askerse "eski dostu olan kılıcını kara şeytanların bedenlerine boylu
boyunca sapladığını" anlatır: "Birinin kafasını kahvaltıda yumurta

36. Aktaran Edward M. Spiers, "Dervishes and Fanaticism: Perception and


Impact", Fanaticism and Conflict in the Modern Age içinde, Matthew Hughes ve
Gaynor Johnson (haz.), Londra ve New York: Frank Cass, s. 20-21 .
44 FANATİZM

kırar gibi ortasından ikiye ayırdım . . . Öfkeden deliye dönmüştüm . . .


B ir şeytan gibi savaştım ve o korku nedir bilmeyen şeytanları öldür­
mek, yalnızca ve yalnızca öldürmek istedim."37 Daha önce değindi­
ğimiz gibi fanatizm meflıumu çoğu zaman (bu örnekte "korku nedir
bilmeyen şeytan" figürü olarak) derinden mimetik bir itkiyi tetikler:
Düşmanım tam bir fanatik olduğu için, onun deliliğinin karşısına
ancak kendi deliliğimle çıkabilir, gazabının bir kara bulut gibi üstü­
me çökmesini ancak ondan erken davranarak kendi gaddarlığımla
önleyebilirim.
Bu sömürgeci metinlerin her köşesinde, çağdaş anti-emperyalist
fanatizmin gerçeklikleriyle uğraşan eleştirmenleri ve yöneticileri
bugün halii meşgul eden bir izah sorunuyla karşılaşırız. Dinsel is­
yanlan bastırmak isteyenler "nedensellik tartışmalarına" girer; bu
noktada etiyolojik soru -isyan niçin çıktı?- isyana nasıl tepki ve­
rileceğine dair siyasal, idari ve askeri sorudan ayrı düşünülemez.
Hindistan örneğini bir kez daha düşünelim: Britanya İmparatorlu­
ğu, barış zamanında çıkan huzursuzlukların tamamen militan-din­
sel kaynaklardan ileri geldiği varsayımını mı kabul etmeliydi, yok­
sa esasen sosyo-ekonomik sebeplere mi odaklanmalıydı? Amirleri­
ne şu tür görüşler bildiren yöneticiler vardır: "Birbhum'daki isyanı
fanatizmden başka bir şeye bağlamak mümkün değil. "38 Diğer yan­
dan, dinin esasen başka bir sebepten ileri gelen huzursuzluğun ör-

37. A.g.y., s. 22-23, 25.


38. Aktaran: Ranajit Guha, ''The Prose of Counter Insurgency", Suba/tern
Studies 2 içinde, R. Guha (haz.), Delhi: Oxford University Press, 1983, s. 35. Gu­
ha, madunun dini bilinciyle ilgili elitist teorilere yönelik eleştirisini, isyan ateşi
henüz sönmeden hazırlanan raporlarla isyanlara ilişkin geriye dönük açıklamalar
arasındaki fark üzerinde temellendirir. İsyan ateşi sönmeden hazırlanan raporlar,
dinselliği kendi başına seferber edici bir etken olarak görürken (raporlardan birin­
de aktarıldığı gibi: "Bu Santalhlar, Bhagalpur'daki kardeşlerinde de belirgin bir
biçimde gözlemlenen bir inançtan dolayı isyana katılmıştır. Kastlarını kurtardığı
gibi onları cehalet ve hurafeden kurtaran kadir-i mutlak bir Tanrının ortaya çıktı­
ğı inancı dizginsiz bir dini cinnete dönüşmüştür.") isyanlara ilişkin geriye dönük
açıklamalar ise dinin cahil kalabalıkların manipülasyonunda kullanılan bir araç­
tan ibaret olduğunu ileri süre sürer. Guha'nın belirttiği gibi bu bağlamda "isyancı­
lar, kendi iradeleri olmayan ve şefleri tarafından kolayca manipüle edilebilen akıl­
sız bir 'güruh'tur" (s. 35). Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi Guha, milliyetçi
ve Marksist tarihçilerin benimsediği tarih modelinin isyancılara tepeden bakan bu
lütufkar tutumu yinelediği kanısındadır.
Another random document with
no related content on Scribd:
unfinished work, about one hundred and fifty yards from the Lake-
shore, open in the rear, and mounting three guns. The American
engineers completed its rear bastions, and constructed an earthwork
seven feet high, with a ditch, to the shore, where a small stone-work
completed the defence on that side, and brought the lines to the
water’s edge. The stone-work was called the Douglass battery, after
the lieutenant of engineers who built it. Fort Erie, Battery Douglass,
and their connecting breastwork secured the camp on the right. A
similar breastwork, nearly at right angles with the first, was extended
three hundred and fifty yards westward parallel with the Lake-shore,
then turning slightly ran three hundred and fifty yards farther till it
neared the Lake-shore, where it was finished on Snake Hill by a
projecting battery called Towson’s. Traverses were constructed, and
a strongly intrenched camp, about seven hundred yards by two
hundred and fifty, was thus formed, open on its rear to the Lake.
Hindman had general charge of the artillery. Battery Douglass
mounted one gun; another was mounted on the neighboring line;
Fort Erie contained six,[108] under Captain Williams; Biddle’s and
Fanning’s (Ritchie’s) four guns were placed on the long line in the
front; and Towson had six field-pieces at the extreme left.[109] Scott’s
brigade, commanded by Lieutenant-Colonel Aspinwall, was posted
on the right; Porter’s volunteers and the First Rifles occupied the
centre; and Ripley with the Twenty-first and Twenty-third regiments
defended the left.
Drummond opened with six guns, August 13, and prepared for
assault the following day. His arrangements were somewhat
complicated. He divided the attacking force into three columns,
retaining another division in reserve. The strongest column,
commanded by Lieutenant-Colonel Fischer of DeWatteville’s
regiment, was composed of portions of four regular regiments, and
numbered about thirteen hundred men; these were to assault
Towson and Ripley on Snake Hill. The centre column, commanded
by Lieutenant-Colonel Drummond of the One-Hundred-and-fourth,
numbered only one hundred and ninety rank-and-file, including a
party of seamen and marines;[110] these were to attack Fort Erie.
The third column, under Colonel Scott of the One-Hundred-and-third
regiment, numbered six hundred and fifty rank-and-file; these were
to assault the breastworks between Fort Erie and Battery Douglass.
[111] According to these numbers, Drummond meant to assault with
twenty-one hundred and forty rank-and-file, or about twenty-four
hundred men all told. His reserve numbered one thousand men.[112]
Some further number must have been detailed in camp duty.
Drummond’s instructions, dated August 14, to Colonel Fischer
were minute.[113] Fischer’s column was to march immediately, in
order to pass through the woods before dark, and halt for the night
opposite the point of attack, with every precaution against discovery:

“You are to advance to the attack precisely at two o’clock. You are
to enter the enemy’s position betwixt Snake Hill and the Lake, which is
represented to be sufficiently open; but this is not to prevent your
making your arrangements for assaulting any other part of the position
by means of the short ladders and hay-bags with which you will be
furnished. In order to insure success, the Lieutenant-General most
strongly recommends that the flints be taken out of the firelocks, with
the exception of a reserve of select and steady men who may be
permitted to retain their flints, if you think it necessary or advisable,
not exceeding one third of your force. This reserve, with the
detachment of artillery, should take post on Snake Hill.”
A demonstration was to be made a few minutes before two
o’clock against the American pickets opposite the centre of the line.
Drummond’s general orders concluded by encouraging his men to
consider their task easy:[114]—
“The Lieutenant-General most strongly recommends a free use of
the bayonet. The enemy’s force does not exceed fifteen hundred fit for
duty, and those are represented as much dispirited.”
The British general under-estimated Gaines’s force, which
probably contained at least two thousand rank-and-file fit for duty
August 14, who though possibly overworked and inclined to grumble,
were ready to fight. Neither Gaines nor Ripley, nor any of the
excellent officers of engineers and artillery who defended the lines of
Fort Erie, were likely to allow themselves to be surprised or even
approached by a force no greater than their own without ample
resistance. They kept strong pickets far in advance of their lines, and
were alive to every sign of attack. Soon after midnight of August 14
the fire of the British siege-guns slackened and ceased. At the same
moment Gaines left his quarters and Ripley ordered his brigade to
turn out. Both officers looked for an assault, and were not mistaken.
At two o’clock the pickets fired and fell back, and at half-past two
o’clock Colonel Fischer’s advancing column moved against Snake
Hill.
There at the breastworks were Towson’s guns and the Twenty-first
regiment commanded by Major Wood of the Engineers, only two
hundred and fifty strong, but as steady as at Lundy’s Lane.[115] A
part of Fischer’s brigade marched gallantly up to the abattis,
bayonets charged and guns without flints, and approached within ten
feet of the breastwork, but failed to reach it. The other column,
DeWatteville’s regiment at its head, “marching too near the Lake,”
according to Colonel Fischer’s report,[116] “found themselves
entangled between the rocks and the water, and by the retreat of the
flank companies were thrown in such confusion as to render it
impossible to give them any kind of formation during the darkness of
the night, at which time they were exposed to a most galling fire of
the enemy’s battery.” A part of De Watteville’s regiment waded
through the water round the American line, and came into the camp
on the flank, but found there two companies posted to meet such an
attempt, and were all captured, so that Colonel Fischer, writing his
report the next day, seemed ignorant what had become of them.
The attack and repulse of Colonel Fischer on the extreme
American left were soon over, and the story was easy to understand;
but the attack on Fort Erie and the extreme right was neither quickly
ended nor easily understood. There a column of more than seven
hundred men, all told, under Colonel Scott of the One-Hundred-and-
third, was to attack the Douglass battery. Another column,
numbering somewhat more than two hundred men, all told, under
Lieutenant-Colonel Drummond of the One-Hundred-and-fourth, was
to assault Fort Erie. The American line between Battery Douglass
and Fort Erie was held by the Ninth regiment and the volunteers, and
was covered by the battery. Fort Erie was defended by about one
hundred and eighteen men of the Nineteenth regiment under Major
Trimble, and about sixty artillerists[117] under Captain Williams.
The most intelligible account of the battle at the eastern end of the
lines was given neither in Gaines’s nor Drummond’s reports, but in
some charges afterward brought against Gaines by Major Trimble,
who was angry at the language of Gaines’s report. Trimble’s charges
were judged to be frivolous, but his story of the battle was more
precise than any other.
According to Major Trimble, Lieutenant-Colonel Drummond’s
column was directed against the north curtain of the fort, and was
repulsed, but continued the assault. Colonel Scott’s column at the
same time advanced within about sixty yards of the Douglass
battery, but deterred by the fire of the guns served under the
direction of Major McRee and Lieutenant Douglass of the Engineers,
and by the loss of its commanding officer Colonel Scott, who fell
before the American line, the column moved quickly to the right,
gained the ditch of the northeast bastion of Fort Erie, and under
cover of the smoke and darkness entered the bastion. There they
were joined by Drummond’s men. They surprised the artillerists, and
in the scuffle Captain Williams and his lieutenants—McDonough,
Fontaine, and Watmough—were killed or disabled.
Without support the British columns could do no more, and
Lieutenant-General Drummond did not come to their support. None
of the reports mentioned the time at which the bastion was captured;
but the small British force, which could not have exceeded six or
seven hundred men, remained for more than two hours in or about
the bastion, exposed to the American fire, to which they could not
reply with effect, and waiting for Drummond and the reserve, which
the Americans also expected and trained their guns to enfilade. The
British in the bastion repeatedly attempted to advance from the
bastion to gain possession of the Fort, and twice tried to force the
door of the stone mess-house from which the men of the Nineteenth
regiment kept up a destructive fire. They repulsed the attacks made
by reinforcements ordered by Gaines into the Fort to recover the
bastion; yet their destruction was inevitable as soon as the dawn
should arrive, for they could neither advance nor escape, nor remain
where they were, under the guns of the garrison.
After maintaining themselves till five o’clock in this difficult
position, the British soldiers and sailors in the bastion were panic-
struck by the explosion of an ammunition-chest under the platform.
According to General Drummond’s official report, “Some ammunition,
which had been placed under the platform, caught fire from the firing
of guns in the rear, and a most tremendous explosion followed, by
which almost all the troops which had entered the place were
dreadfully mangled. Panic was instantly communicated to the troops,
who could not be persuaded that the explosion was accidental; and
the enemy at the same time pressing forward and commencing a
heavy fire of musketry, the Fort was abandoned, and our troops
retreated toward the battery.”
The explosion merely hastened the rout. Probably the attacking
columns would have fared still worse, had they remained. Even their
panic-stricken flight saved only a remnant. Of Drummond’s column,
said to number one hundred and ninety rank-and-file, one hundred
and eighty-eight officers and men were reported as missing,
wounded, or killed. Of Scott’s column, said to number six hundred
and fifty rank-and-file,—the Royal Scots and the One-Hundred-and-
third regiments,—four hundred and ninety-six officers and men were
returned as killed, wounded, or missing. Of the whole rank-and-file
engaged under Fischer, Scott, and Drummond, numbering two
thousand one hundred and fifty men, if the British report was correct,
seven hundred and eighty were officially reported among the
casualties. The loss in officers was equally severe. Colonel Scott
was killed before the lines. Lieutenant-Colonel Drummond was killed
in the bastion. One major, ten captains, and fifteen lieutenants were
killed, wounded, or missing. The total British loss was nine hundred
and five among some twenty-four hundred engaged. The total
American loss was eighty-four men.[118]
General Drummond was excessively mortified by his failure, in
truth the severest blow that British arms could suffer at that moment.
For the fourth time in six weeks a large body of British troops met a
bloody and unparalleled check, if not rout, from an inferior force. In a
private letter to Prevost, dated August 16, Drummond attributed the
disaster to the misconduct of DeWatteville’s regiment, a foreign
corps, which was struck by panic:[119]—
“It appears that part of the forlorn hope and about half of
Watteville’s Light Company, by wading through the water, though the
footing was excessively rough and rocky along the Lake-shore, turned
the left flank of an abattis which extended from the enemy’s battery on
Snake Hill, the left of their position, to the Lake, and part penetrated
through the abattis itself, and thereby gained the rear of the enemy’s
works. The fire of the enemy at this time being extremely heavy both
from artillery and musketry, it would seem as if a simultaneous shock
of panic pervaded the greater part of those not in immediate advance;
and the forlorn hope, not finding itself sufficiently supported, was
reluctantly under the necessity of relinquishing the advantages they
had gained, and of retiring again through the water under a most
galling fire. They lost many men, and DeWatteville’s Light Company
nearly half their number. The Light Company of the Eighty-ninth,
notwithstanding they were almost overwhelmed by the grenadiers of
DeWatteville in the precipitancy of their retreat, was the only body that
preserved its order and remained firm upon its ground. By this act of
steadiness they fortunately lost scarcely a man. The main body of
DeWatteville’s regiment retreated in such confusion that they carried
the King’s regiment before them like a torrent. Thus by the misconduct
of this foreign corps has the opportunity been totally lost.”
The mortification of Drummond was acute in having to charge
both his attacking columns with being panic-stricken: “The agony of
mind I suffer from the present disgraceful and unfortunate conduct of
the troops committed to my superintendence, wounds me to the
soul!” Yet he offered no evidence to show that his troops fled before
they were beaten, nor did he explain why he had thought it useless
to order the reserve to their support after they had captured the
bastion. In reality the battle of Fort Erie was more creditable to the
British than the battles of Chippawa or Lundy’s Lane, and the
Americans could not admit that in either of the three the conduct of
Drummond’s troops was “disgraceful.”
The defeat so much weakened Drummond that he could no
longer keep the field without support, and immediately sent for two
more regiments,—the Sixth and the Eighty-second from Burlington
and York,—numbering about one thousand and forty rank-and-file,
and making good his losses.[120]
At that time Chauncey was in control of Lake Ontario. The
anxieties and delays in fitting out his new ship had ended in a fever,
under which he was still suffering when he received General Brown’s
challenge of July 13 to meet him opposite Fort George. Chauncey
did not immediately reply except by message through General
Gaines. July 31, everything being at last ready, he was carried on
board his ship, and the next day he sailed, arriving August 5 off Fort
George. Brown’s army was then besieged in Fort Erie, and could not
approach the fleet. This situation gave to Chauncey the opportunity
of writing a letter to Brown, repaying the harshness that Brown had
shown to him.
“Was it friendly or just or honorable,” asked Chauncey,[121] “not
only to furnish an opening for the public, but thus to assist them to
infer that I had pledged myself to meet you on a particular day at the
head of the Lake, for the purpose of co-operation, and in case of
disaster to your army, thus to turn their resentment from you, who are
alone responsible, upon me, who could not by any possibility have
prevented, or retarded even, your discomfiture? You well know, sir,
that the fleet could not have rendered you the least service during
your late incursion upon Upper Canada. You have not been able to
approach Lake Ontario on any point nearer than Queenston.”
Brown’s quarrel with Chauncey made much noise in its day, and,
like the less defensible quarrel with Ripley, proved that Brown was
unnecessarily aggressive; but in the situation of the United States,
aggressiveness was the most valuable quality in the service. That
Brown might have become a great general was possible, had his
experience been larger; but whatever was his merit as a general, his
qualities as a fighter were more remarkable than those of any other
general officer in the war. Except immediately after receiving his
wound at Lundy’s Lane, when his army was exhausted by four hours
of extreme effort, he never seemed satiated with fighting. Among all
the American major-generals, he alone made raw troops as steady
as grenadiers, and caused militia to storm entrenched lines held by
British regulars.
Brown might have been well satisfied to let Drummond exhaust
his strength in attacking Fort Erie. From a military point of view, Fort
Erie was worthless for any other purpose than to draw the enemy to
the extreme end of their line, where they could with difficulty obtain
supplies, and could take no part in the serious campaigning intended
on Lake Champlain. For that object, no more pitched battles were
needed. Drummond’s force was wasting away by sickness and
exposure.[122]
After the battle of August 15, the British continued to bombard
Fort Erie. No great damage was done; but a shell exploded in
Gaines’s quarters August 29, injuring him severely and obliging him
to relinquish command. Brown was still unfit for service, but was bent
upon more fighting, and knew that Ripley preferred to abandon Fort
Erie altogether. Accordingly he resumed command at Buffalo,
September 2, and set himself to study the situation.
The situation was uncomfortable, but in no way perilous. The lines
of Fort Erie were stronger than ever, and beyond danger of capture
from any British force that could be brought to assault them, until
Drummond should discover some new means of supplying troops
with subsistence. The army return of August 31 gave the precise
strength of the garrison.

Strength of the Army at Fort Erie, Aug. 31, 1814.


Present for Duty. Aggregate.
Non-com. Officers, Officers. Present and
rank-and-file. absent.
Dragoons 27 1 48
Bombardiers, etc. 34 51
Artillery Corps 206 10 369
First Brigade 725 39 2311
Second Brigade 698 42 1646
Porter’s Brigade 220 16 599
First and Fourth Rifles 217 11 504
Total 2127 119 5528

The regular force in Fort Erie numbered two thousand and thirty-
three effectives[123] September 4, and though annoyed by the
enemy’s fire and worn by hard work, they were in both these
respects better situated than the besiegers. Sooner or later the
British would be obliged to retreat; and Brown was informed by
deserters that Drummond was then contemplating withdrawal.[124]
Brown estimated the British force very loosely at three or four
thousand;[125] and it was in fact about the smaller number.
Drummond’s situation was told in his reports to Sir George
Prevost. September 8 be wrote[126] that he should not fail to seize
any favorable opportunity to attack; “but should no such opportunity
present itself, I feel it incumbent on me to prepare your Excellency
for the possibility of my being compelled by sickness or suffering of
the troops, exposed as they will be to the effects of the wet and
unhealthy season which is fast approaching, to withdraw them from
their present position to one which may afford them the means of
cover. Sickness has, I am sorry to say, already made its appearance
in several of the corps.” Three days afterward, September 11,[127]
Drummond was warned by several signs that his lines were to be
attacked by Brown, although “whether the account which is
invariably given by deserters of his intention to act offensively ... be
correct, I have not yet been able accurately to ascertain.”
Drummond’s batteries had been almost silent for several days for
want of ammunition, and he could do nothing till the arrival of
reinforcements,—the Ninety-seventh regiment,—unaccountably
delayed. Rain had begun, and he dreaded its effect on the troops. In
his next despatch, dated September 14,[128] he said that the rain
had been incessant, and “as the whole of the troops are without
tents, and the huts in which they are placed are wholly incapable of
affording shelter against such severe weather, their situation is most
distressing.” The roads were impassable; the nearest depot of
supplies was Fort George, and Drummond had not cattle enough to
move a third of his heavy ordnance if a sudden movement should be
necessary. The enemy seemed about to cross the river in his rear,
and the Ninety-seventh regiment had not yet arrived:—
“In the mean time I have strong grounds for thinking that the enemy
will risk an attack,—an event which though from the necessity of
defending my batteries in the first instance with the pickets alone I
shall have to meet under every possible disadvantage, yet I am very
much disposed to hope may be the most fortunate circumstance
which can happen, as it will bring us in contact with the enemy at a far
cheaper rate than if we were to be the assailants.”
While Drummond struggled between the necessity of retreat and
the difficulty of retreating, Brown was bent on attacking his lines. The
plan was open to grave objections, and a council of war, September
9, discouraged the idea. Brown was much disappointed and irritated
at the result of the council, especially with Ripley; but while giving the
impression that he acquiesced, he brought over all the volunteers he
could obtain.[129] The number was never precisely given, but
according to the official reports of General Peter B. Porter who
commanded them, and of General Brown himself, they did not
exceed one thousand.[130] With these, and an equal number of
regular troops, Brown undertook to assault Drummond’s
entrenchments.
The nearest British line was about six hundred yards from old Fort
Erie. From the first British battery on the Lake-shore, to Battery No. 3
in the woods, the line extended nearly half a mile, covered by
abattis, but defended only by the brigade of troops on actual duty. If
carried, the first line could not be held without capturing the second
line, about fifty yards distant, and a third line, farther in the rear;
while the main British force was encamped, for reasons of health
and comfort, a mile behind, and was supposed to number at least
three thousand six hundred men, or quite sufficient to recover their
works. Brown professed no intention of fighting the British army. He
proposed only “to storm the batteries, destroy the cannon, and
roughly handle the brigade upon duty, before those in reserve could
be brought into action.”[131]
Although Drummond expected and wished to be attacked, he kept
no proper pickets or scouts in the woods, and all day of September
16 American fatigue parties were at work opening a path through the
forest the distance of a mile, from Snake Hill on the extreme left to
the extremity of the British line in the woods. So little precaution had
Drummond’s engineers taken that they left the dense forest standing
within pistol-shot of the flank and rear of their Battery No. 3 on their
extreme right, and the American parties opened a path within one
hundred and fifty yards of the flank of the British line without being
discovered.
At noon, September 17, General Porter led a column of sixteen
hundred men—of whom one thousand were militia volunteers, and a
part were the Twenty-third regiment—along the path through the
woods, in three divisions, commanded by Colonel Gibson of the
Fourth Rifles, Colonel E. D. Wood of the Engineers, and Brigadier-
General Davis of the New York militia. At three o’clock, under cover
of heavy rain, the whole force fell suddenly on the blockhouse which
covered the flank and rear of the British battery No. 3, and
succeeded in capturing the blockhouse and mastering the battery
held by DeWatteville’s regiment. While detachments spiked the guns
and blew up the magazine, the main column advanced on Battery
No. 2, while at the same time General Miller, promoted to the
command of Scott’s old brigade, moved with “the remains of the
Ninth and Eleventh Infantry and a detachment of the Nineteenth”
from a ravine in front of Battery No. 3 to pierce the centre of the
British line between Battery No. 3 and Battery No. 2.[132]
Within half an hour after the first gun was fired, Porter and Miller
had effected their junction within the British lines, had captured
Battery No. 2, and moved on Battery No. 1, by the Lake-shore.
There the success ended. Battery No. 1 could not be carried. By that
time the Royal Scots, the Eighty-ninth, the Sixth, and the Eighty-
second British regiments had arrived,—probably about one thousand
men.[133] A sharp engagement followed before Brown, after ordering
his reserve under Ripley to the assistance of Porter and Miller, could
disengage his troops. The three commanders of Porter’s divisions—
Gibson, Wood, and Davis—were killed or mortally wounded,—
Gibson at the second battery, Davis and Wood in assaulting the
shore battery. Ripley was desperately wounded at the same time.
General Porter, Lieutenant-Colonel Aspinwall of the Ninth, and Major
Trimble of the Nineteenth, as well as a number of other officers, were
severely wounded. That the last action was sharp was proved by the
losses suffered by the British reinforcements. According to the British
official return, the four regiments which came last into the field—the
Royal Scots, Sixth, Eighty-second, and Eighty-ninth—lost thirty-six
killed, one hundred and nine wounded, and fifty-four missing,—a
total of two hundred men, in a short action of half an hour at the
utmost, without artillery.
The American forces were recalled by Brown and Miller as soon
as their progress was stopped, and they retired without serious
pursuit beyond the British lines. Their losses were very severe,
numbering five hundred and eleven killed, wounded, and missing, or
about one fourth of their number. Among them were several of the
best officers in the United States service, including Ripley, Wood,
and Gibson. Drummond’s loss was still more severe, numbering six
hundred and nine,[134] probably almost one man in three of the
number engaged. The British killed numbered one hundred and
fifteen. The Americans reported seventy-nine killed,—sixty regulars,
and nineteen militia.
The next day Drummond issued a general order claiming a victory
over an American force of “not less than five thousand men,
including militia;” but his situation, untenable before the sortie,
became impossible after it. Three out of six battering cannon were
disabled;[135] he had lost six hundred men in battle, and his losses
by sickness were becoming enormous. “My effective numbers are
reduced to considerably less than two thousand firelocks,” he
reported, September 21. Immediately after the sortie, although
reinforced by the Ninety-seventh regiment, he made his
arrangements to retreat.
“Within the last few days,” he wrote to Prevost, September 21,[136]
“the sickness of the troops has increased to such an alarming degree,
and their situation has really become one of such extreme
wretchedness from the torrents of rain which have continued to fall for
the last thirteen days, and from the circumstance of the Division being
entirely destitute of camp-equipage, that I feel it my duty no longer to
persevere in a vain attempt to maintain the blockade of so vastly
superior and increasing a force of the enemy under such
circumstances. I have therefore given orders for the troops to fall back
toward the Chippawa, and shall commence my movement at eight
o’clock this evening.”
CHAPTER IV.
Weak as was the army at Niagara, it was relatively stronger than
the defence at any other threatened point. Sackett’s Harbor
contained only seven hundred effectives.[137] On Lake Champlain,
Major-General Izard tried to cover Plattsburg and Burlington with
about five thousand regular troops.[138] Already Armstrong knew that
large British reinforcements from Wellington’s army were on their
way to Canada;[139] and within a few weeks after the battle of
Lundy’s Lane eleven thousand of the best troops England ever put in
the field were camped on or near the Sorel River, about to march
against Izard’s five thousand raw recruits.
They could march nowhere else. Not only was the line of Lake
Champlain the natural and necessary path of an invading army, but
the impossibility of supplying any large number of troops in Upper
Canada made Lake Champlain the only region in which a large
British force could exist. Sir George Prevost had reached the limit of
his powers in defending Upper Canada. His commissary-general, W.
H. Robinson, wrote to him, August 27, expressing “the greatest
alarm” on account of deficient supplies at Burlington Heights and
Niagara, where instead of nine thousand rations daily as he
expected, he was required to furnish fourteen thousand, half of them
to Indians.[140] Much as Prevost wanted to attack Sackett’s Harbor,
and weak as he knew that post to be, he could not attempt it,
although he had thirteen or fourteen thousand rank-and-file idle at
Montreal. In October he went to Kingston expressly to arrange such
an attack, and found it impossible.
“An investigation of the state of the stores at this post,” he wrote to
Lord Bathurst October 18,[141] “proved that the articles for the
armament and equipment for a ship of the class of the ‘St. Lawrence,’
carrying upward of one hundred guns, had absorbed almost the whole
of the summer transport-service from Montreal, leaving the materials
for an undertaking of the magnitude of the destruction of Sackett’s
Harbor still at the extremity of the line of communication; and now, by
giving precedence to that supply of provisions and stores without
which an army is no longer to be maintained in Upper Canada, its
removal is inevitably postponed until the winter roads are established.”
Not only were military operations on a large scale impossible in
Upper Canada, but for the opposite reason occupation of Lake
Champlain by a British force was necessary. Northern New York and
Vermont furnished two thirds of the fresh beef consumed by the
British armies. General Izard reported to Armstrong, July 31,[142]—
“From the St. Lawrence to the ocean, an open disregard prevails
for the laws prohibiting intercourse with the enemy. The road to St.
Regis is covered with droves of cattle, and the river with rafts,
destined for the enemy. The revenue officers see these things, but
acknowledge their inability to put a stop to such outrageous
proceedings. On the eastern side of Lake Champlain the high roads
are found insufficient for the supplies of cattle which are pouring into
Canada. Like herds of buffaloes they press through the forest, making
paths for themselves.... Nothing but a cordon of troops from the
French Mills to Lake Memphramagog could effectually check the evil.
Were it not for these supplies, the British forces in Canada would soon
be suffering from famine, or their government be subjected to
enormous expense for their maintenance.”
After Chauncey, August 1, regained possession of Lake Ontario,
any British campaign against Sackett’s Harbor or Detroit became
doubly impossible, and the occupation of Lake Champlain became
doubly necessary. Prevost wrote to Bathurst, August 27,[143]—
“In fact, my Lord, two thirds of the army in Canada are at this
moment eating beef provided by American contractors, drawn
principally from the States of Vermont and New York. This
circumstance, as well as that of the introduction of large sums in
specie into this province, being notorious in the United States, it is to
be expected that Congress will take steps to deprive us of those
resources; and under that apprehension large droves are daily
crossing the lines coming into Lower Canada.”

The fear that Izard might at any moment take efficient measures
to cut off the British supplies gave double force to the reasons for
occupying Lake Champlain, and forcing the military frontier back
beyond Plattsburg and Burlington.
The political reasons were not less strong or less notorious than
the military. England made no secret of her intention to rectify the
Canadian frontier by lopping away such territory as she could
conquer. July 5, the day of the battle of Chippawa, Lieutenant-
Colonel Pilkington sailed from Halifax, and under the naval
protection of Sir Thomas Hardy in the “Ramillies,” landed at Eastport,
July 11, with the One-Hundred-and-second regiment, some
engineers and artillery,—a detachment of six hundred men,—and
took possession of Moose Island.[144] Fort Sullivan, with six officers
and eighty men, capitulated, and Great Britain took permanent
possession of the place.
Moose Island was disputed territory, and its occupation was not
necessarily conquest; but the next step showed wider views. August
26, Lieutenant-General Sir J. C. Sherbrooke, the British governor of
Nova Scotia, set sail from Halifax with a powerful fleet, carrying near
two thousand troops, and arrived September 1 at the Penobscot.[145]
At his approach, the American garrison of the small battery at
Castine blew up their fort and dispersed. In all Massachusetts, only
about six hundred regular troops were to be found, and beyond the
Penobscot, in September, 1814, hardly a full company could have
been collected. The able-bodied, voting, male population of the
counties of Kennebeck and Hancock, on either side of the
Penobscot River, capable of bearing arms, was at that time about
twelve thousand, on an estimate of one in five of the total population;
but they offered no resistance to the British troops.
One misfortune led to another. A few days before Sherbrooke’s
arrival at Castine the United States ship “Adams,” a heavy corvette
carrying twenty-eight guns, having escaped from Chesapeake Bay
and cruised some months at sea struck on a reef on the Isle of Haut,
and was brought into the Penobscot in a sinking condition. Captain
Morris, who commanded her, took the ship up the river about twenty-
five miles, as far as Hampden near Bangor, and removed her guns in
order to repair her. Sherbrooke, on occupying Castine, sent a
detachment of some six hundred men in boats up the river to destroy
the ship, while he occupied Belfast with another regiment.[146]
Captain Morris hastily put his guns in battery, and prepared to
defend the ship with his crew, numbering probably more than two
hundred men, relying on the militia to cover his flanks. On the
morning of September 3, in a thick fog, the enemy’s boats
approached and landed their infantry, which attacked and routed the
militia, and obliged Captain Morris to set fire to the “Adams,”
abandon his guns, and disperse his men.[147] The British force then
marched to Bangor, which they occupied without opposition. Their
entire loss was one man killed and eight wounded.[148] At Bangor
they remained nearly a week, destroying vessels and cargoes; but
Sir John Sherbrooke had no orders to occupy the country west of the
Penobscot, and his troops returned September 9 to Castine.
At Castine the British remained, while another detachment
occupied Machias. All the province of Maine east of the Penobscot
was then in Sherbrooke’s hands. The people formally submitted.
One hundred miles of Massachusetts sea-coast passed quietly
under the dominion of the King of England. The male citizens were
required to take, and took, the oath of allegiance to King George,
[149] and showed no unwillingness to remain permanently British
subjects. After September 1 the United States government had every
reason to expect that Great Britain would require, as one condition of
peace, a cession of the eastern and northern portions of Maine.
For this purpose the British needed also to occupy Lake
Champlain, in order to make their conquests respectable. The British
general might move on Plattsburg or on Burlington; but in order to
maintain his position he must gain naval possession of the Lake. In
such a case the difficulties of the American government would be
vastly increased, and the British position would be impregnable.
Armstrong knew these circumstances almost as well as they were
known to Sir George Prevost.
In May the British flotilla entered Lake Champlain from the Sorel
River, and cruised, May 9, as far southward as Otter Creek, terrifying
Vermont for the safety of the American flotilla under Lieutenant
Thomas Macdonough at Vergennes. Irritated and alarmed by this
demonstration, Armstrong ordered Izard to seize and fortify Rouse’s
Point, or the mouth of Lacolle River, or Ash Island, and so close the
entrance to the Lake.[150] Apparently Armstrong gave the order in
ignorance that Lacolle River and Ash Island were strongly fortified
British positions,[151] and that a battery established at Rouse’s Point,
in the relative situation of forces, must have fallen into British hands.
On this point the opinion of Izard was more valuable than that of
Armstrong; and Izard, after much study and inquiry, decided to erect
his fortifications at Plattsburg. He preferred the task of taking a
position which he could certainly hold, although it would not prevent
the enemy from passing if they chose to leave it behind them. At
Plattsburg, therefore, he collected his troops, amounting to five or six
thousand men, and constructed strong forts, while Macdonough’s
fleet took position in the bay.
While thus occupied, Izard cast anxious glances westward,
doubting whether, in case of a reverse at Niagara or Sackett’s
Harbor, he ought not to move on the St. Lawrence and threaten the
British communications between Montreal and Kingston.[152] The
same idea occurred to Armstrong, who in a letter dated July 27
recommended Izard to carry it out.[153] The letter reached Izard
August 10, when he had advanced with his army to Chazy, and had
learned enough of the concentration of British troops in his front to
be assured that they meant to direct their serious attack against
Lake Champlain. He wrote Armstrong a letter, August 11, which
failed only in saying too little, rather than too much, of the dangers
risked in obeying Armstrong’s order:[154]—
“I will make the movement you direct, if possible; but I shall do it
with the apprehension of risking the force under my command, and
with the certainty that everything in this vicinity but the lately erected
works at Plattsburg and Cumberland Head will in less than three days
after my departure be in the possession of the enemy. He is in force
superior to mine in my front; he daily threatens an attack on my
position at Champlain; we are in hourly expectation of a serious
conflict. That he has not attacked us before this time is attributable to
caution on his part, from exaggerated reports of our numbers, and
from his expectation of reinforcements.... It has always been my
conviction that the numerical force of the enemy has been under-
rated. I believe this to be the strong point of our frontier for either
attack or defence, and I know that a British force has been kept in
check in Lower Canada for many weeks past, greatly superior to that
which I could oppose to it.”
Izard was right. Every week new British forces poured into
Quebec and were forwarded to Montreal. The arrival of the first
division at Quebec was announced in the American newspapers
early in August. Within a few weeks three brigades arrived and were
sent to the front. When Izard wrote, he was probably faced by ten
thousand veteran British troops within twenty or thirty miles of his
position, and more were known to be on their way. At such a
moment the danger of attempting a diversion was great; but
Armstrong refused to believe it. Irritated by Izard’s remonstrance, the
secretary not only persisted in his own opinion, but, abandoning the
idea of a movement against the British communications along the St.
Lawrence, ordered Izard to march his army to Sackett’s Harbor, and
from there to operate either directly in force against Kingston,[155] or
to go on to Niagara and assist Brown, then hard pressed at Fort Erie.
“It is very distinctly my opinion,” wrote the secretary August 12,[156]
“that it has become good policy on our part to carry the war as far to
the westward as possible, particularly while we have an ascendency
on the Lakes.”
Izard obeyed. His troops, numbering four thousand men, began
their march August 29 for Sackett’s Harbor, and for several weeks at
the crisis of the campaign ceased to exist for military purposes.
Within the fortifications at Plattsburg Izard left a miscellaneous body
of three thousand, three hundred men,[157] without an organized
battalion except four companies of the Sixth regiment. Brigadier-
General Alexander Macomb, who as senior officer was left in
command, reported his force as not exceeding fifteen hundred
effectives.[158]
Armstrong’s policy of meeting the enemy’s main attack by
annihilating the main defence never received explanation or excuse.
At times Armstrong seemed to suggest that he meant to rely on the
navy,[159]—and indeed nothing else, except Izard’s forts, was left to
rely upon; but in truth he rather invited the invasion of a British army
into New York to “renew the scene of Saratoga.”[160] As Izard
predicted, the enemy crossed the frontier at once after his departure,
occupying Chazy September 3, and approaching, September 5,
within eight miles of Plattsburg.
Great Britain had never sent to America so formidable an
armament. Neither Wolfe nor Amherst, neither Burgoyne nor
Cornwallis, had led so large or so fine an army as was under the
command of Sir George Prevost. According to his proposed
arrangement, the light brigade, under Major-General Robinson,
contained four battalions of the Twenty-seventh, Thirty-ninth,
Seventy-sixth, and Eighty-eighth foot, with artillery, and numbered
two thousand eight hundred and eighty-four rank-and-file. The
second brigade, under Major-General Brisbane, contained battalions
of the Eighth, Thirteenth, and Forty-ninth, De Meuron’s regiment and
Canadian voltigeurs and chasseurs, numbering four thousand and
forty-eight rank-and-file. The third brigade, under Major-General
Power, contained battalions of the Third, Fifth, Twenty-seventh, and
Fifty-eighth, and numbered three thousand eight hundred and one
rank-and-file. The reserve, under Major-General Kempt, contained
battalions of the Ninth, Thirty-seventh, Fifty-seventh, and Eighty-first,
numbering three thousand five hundred and forty-nine rank-and-file.
Finally, fourteen hundred and eighty-eight men of the Sixteenth and
Seventieth regiments, under the command of Major-General
DeWatteville, were stationed between Coteau du Lac and
Gananoque on the St. Lawrence.[161]
Thus the left division of the British army in Canada numbered
fifteen thousand seven hundred and seventy effectives, or, including
officers, probably eighteen thousand men, without reckoning the
Canadian militia, either incorporated or sedentary. Two lieutenant-
generals and five major-generals were in command. Amply provided
with artillery and horses, every brigade well equipped, they came
fresh from a long service in which the troops had learned to regard
themselves as invincible. As they were at last organized, four
brigades crossed the border, numbering not less than “eleven
thousand men with a proportionate and most excellent train of
artillery, commanded in chief by Sir George Prevost, and under him

You might also like