Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 13

II.

ULUSLARARASI MİTOLOJİ SEMPOZYUMU VE SERGİSİ 8-10 Haziran 2021 Ardahan/TÜRKİYE


II. INTERNATIONAL SYMPOSIUM AND EXHIBITION ON MYTHOLOGY 8-10 June 2021 Ardahan/TURKEY

https://mythologysymposium.com/
https://ardahan.edu.tr/isom/

DİN BİR “ASİL YALAN” MIDIR?

Mustafa Yıldız ∗

Öz: İslam düşüncesinde fetih hareketi sonrasında uzun bir dönem kelamcıların İslam
dininin Yunan, İran ve Hint medeniyetlerinde hüküm süren dinlere göre üstünlüğünü ortaya
koymaya yönelik dini çabaların ötesinde bir diğer tartışma Yunan medeniyetinin bir ürünü
olarak görülen felsefenin dini açıdan meşruiyeti üzerine yaşanmıştır. İslam dünyasındaki
ilk filozof olarak kabul edilen Ebû Yakup el-Kindi bile Bağdat’ın entelektüel ikliminde
sorunu bu açıdan ele almıştır. Oysa tam da sorunu bu şekilde ele almak, dinin felsefeden
önceliğini ve üstünlüğünü bir önyargı olarak merkeze almak ve aslında bu merkezden
hareket ederek düşünmek demektir. Bu açıdan Farabi’nin önemi ise bu önyargıyı baş aşağı
çevirmesi, yani felsefenin değil tam tersine dinin felsefî açıdan meşruiyetini sorun olarak
görmüş olmasıdır. Daha açık bir ifade ile Farabi, felsefenin hakikatinden kuşku duymayıp
bilakis dinin bir yalan olup olmadığını belirleyecek ölçütün ancak felsefe olabileceğine
yönelik bir bakış açısı geliştirir. Bu bağlamda bildirimin temel problematiği Farabi’nin
metinlerinden hareketle herhangi bir din ya da din yorumumun hakikati ne ölçüde temsil
ettiğini belirlemektir. Her ne kadar Farabi’nin konuya ilişkin açıklamaları soyut ve örnek
içermiyor olsa da zihninin arka planında mitos ile din arasında bir ayrım yapmış olduğu
düşünülebilir. Bu durum tercüme hareketi döneminde neden mitsel anlatıların çevirisinin
yapılmadığını bir ölçüde açıklar. Nitekim bu dönemde Eski Yunan felsefesine ait neredeyse
tüm metinler Arapçaya tercüme edilmesine karşın mitsel metinler görmezden gelinmiştir.
Zira bu metinler bir tür sahte ya da batıl din olarak telakki edilmiş ve herhangi bir kıymeti
haiz görülmemiştir. Bunun yanı sıra Tevrat ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da da bu tür mitsel
anlatıların olduğu görülmektedir. Öyleyse din ile mit arasında bir ayrım yapma ve dindeki
mitsel anlatıların, kıssaların ve imgesel ifadelerin hakikatini belirleme bir zihinsel ihtiyaç
olarak ortaya çıkmaktadır. İmdi Farabi merkezinde gelişen klasik İslam felsefesi


Prof. Dr., Ardahan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, Türkiye. (Prof. Dr.,
Ardahan University, Faculty of Theology, Department of Philosophy and Religious Sciences, Turkey)
e-mail: mustafayildiz_1@ardahan.edu.tr

|1|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

geleneğinde bu sorunun ontolojik bağlamda sudur öğretisinden yararlanarak peygamberin


varlık düzeni içerisindeki yerini belirlemek suretiyle; epistemolojik bağlamda sofistik,
retorik, diyalektik ve analitik söylem biçimlerini birbirinden ayırmak suretiyle;
toplumsal/siyasal bağlamda ise toplumsal örgütlenmenin telosu ve yetkinliğini belirlemek
suretiyle çözülmeye çalışıldığı söylenebilir.

Anahtar Kelimeler: Din, Mitos, Asil Yalan, Farabi, Mantık.

Abstract: Beyond the religious efforts of theologians to reveal the superiority of the religion
of Islam over the religions prevailing in Greek, Iranian and Indian civilizations for a long
period after the conquest movement in Islamic thought, another debate was experienced
over the religious legitimacy of philosophy, which is seen as a product of Greek civilization.
Even Abu Yaqub al-Kindi, who is considered to be the first philosopher in the Islamic world,
addressed the problem from this perspective in the intellectual climate of Baghdad.
However, overcoming the problem in this way means centering the priority and superiority
of religion over philosophy as a prejudice and actually thinking from this center. In this
respect, the importance of Farabi is that he turned this prejudice upside down, that is, he
saw the philosophical legitimacy of religion as a problem, not philosophy. With more explicit
expression, al-Farabi does not doubt the truth of philosophy. On the contrary he develops a
point of view that the criterion to determine the legitimacy of religion can only be
philosophy. In this context, the main problematic of this presentation is to determine to
what degree any religion or interpretation of religion represents the truth, based on al-
Farabi's texts. Although al-Farabi's explanations on the subject are abstract and do not
contain examples, it can be thought that he made a distinction between myth and religion
in the background of his mind. This explains to some extent why mythical narratives were
not translated during the translation movement period. Indeed, although almost all texts
belonging to Ancient Greek philosophy were translated into Arabic in this period, mythical
texts were ignored. Because these texts were considered as a kind of false or superstitious
religion and were not deemed to have any value. . In addition, it is seen that there are such
mythical narratives in the Qur'an, as in the Torah and the Bible. So, making a distinction
between religion and myth and determining the truth of mythical narratives, stories and
imaginary expressions in religion emerges as a mental need. Now, in the classical Islamic
philosophy tradition that developed in the center of al-Farabi’s thoughts, by determining
the place of the prophet in the order of existence by making use of the doctrine of emanation
in the ontological context; separating the sophistic, rhetorical, dialectical and analytical
forms of discourse in the epistemological context. And in the social/political context, it can

|2|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

be said that it is tried to be solved this problem by determining the telos and competence of
the social organization.

Key Words: Religion, Myth, Noble Lie, al- Farabi, Logic.

Giriş

Karl Marx’ın 1844’te kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserinde dile
getirdiği meşhur “Din halkın afyonudur” sözü, dinin toplum geneli için bir yanılsama ve
hatta uyuşturucu işlevi gördüğü varsayımına dayanır. Aslında çok da orijinal olmayan ve
felsefe tarihinde birçok filozof tarafından farklı şekillerde ifade edilen bu sözün köklerine
gittiğimizde ise karşımıza Platon’un Devlet adlı eserinde “toprağın oğulları” olarak bilinen
bir Finike miti hakkında dile getirdiği “asil yalan” nitelemesiyle karşılaşırız. Bu bağlamda
Platon, devlet teorisinin temeline toplumsal birliği koyar ve inanç düzeyinde toplumsal
sınıflar arasında uyum tesis etmek için onlara “asil yalanlar” anlatılması gerektiğini
düşünür.

Özetle tüm insanların toprağın oğulları olduğu, ancak Tanrı’nın yönetici olarak
yarattıklarının mayasına bir parça altın kattığını, yardımcılarının gümüş parçasıyla ve işçi
ve çiftçilerin de demir ve tunçla doğdukları miti aracılığıyla toplumu oluşturan sınıfların
kendi konumlarını benimsemesi sağlanabildiği ölçüde aralarında bir uyum tesis edilebilir.
Dolayısıyla Platon, insanları toplumun gelişmesine ve toplumsal bağların güçlenmesine yol
açacak şeylere inandırmak ve böylece bir tür zihinsel tatmin sağlamak için yöneticilerin
mitleri kullanmalarına salık verir. (Platon, 2001. 414a). Dahası kendi eserlerinde de mitleri
kullanmaktan çekinmez; mecaz ve alegori yoluna gider ve temel söylemi retorik ve
diyalektiğe dayanır. Bunun yanı sıra Aristoteles’in geniş halk kitlelerini eğitmek ya da yetkin
bir devlet kurmak gibi amacı yoktur. Bu yüzden eserlerinde mitlere yer vermediği gibi
mecaz, benzetme ve alegorilere de çok az rastlanır ve temel söylem biçimi analitiktir.

İmdi Platon ve Aristoteles ile birlikte doruk noktasına ulaşan felsefenin Eski Yunandaki
gelişimi ve mitos karşısındaki konumlanışı ile İslam dünyasındaki gelişimi ve din
karşısındaki konumlanışı önemli ölçüde farklılık arz eder. Öncelikle Eski Yunan’da gerek
mitos gerekse de felsefe toplumun özsel gelişiminin birer ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu
açıdan felsefenin oluşum ve gelişimi en iyi ihtimalle mitosa rağmen logosun tedricen sesini
yükseltmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra İslam dünyasına felsefe, bilindiği gibi, Hz.
Muhammed’in Mekke’yi fethiyle başlayan ve sonra Râşit halifeler, Emevî ve Abbasî
iktidarları ile devam eden fetih hareketinin bir sonucu olarak Eski Yunan eserlerinin

|3|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

tercümeler yoluyla aktarımıyla girmiştir. Bu konuda uzun bir dönem kelamcıların İslam
dininin Yunan, İran ve Hint medeniyetlerinde hüküm süren dinlere göre üstünlüğünü ortaya
koymaya yönelik dini çabaların ötesinde bir diğer tartışma yabancı bir kültürün ürünü
olarak görülen felsefenin dini açıdan meşruiyeti üzerine yaşanmıştır. İslam dünyasındaki
ilk filozof olarak kabul edilen Ebû Yakup el-Kindi (ö. 260/873) bile Bağdat’ın entelektüel
ikliminde sorunu bu açıdan ele almıştır. 1 Oysa tam da sorunu bu şekilde ele almak, dinin
felsefeye önceliğini ve üstünlüğünü bir önyargı olarak merkeze almak ve bu merkezden
hareket ederek düşünmek demektir. Bu açıdan Farabi’nin önemi ise bu önyargıyı baş aşağı
çevirmesi, yani felsefenin değil, tam tersine dinin felsefî açıdan meşruiyetini sorun olarak
görmüş olmasıdır. Daha açık bir ifade ile Farabi, felsefenin hakikatinden kuşku duymayıp
bilakis dinin bir yalan olup olmadığını belirleyecek ölçütün ancak felsefe olabileceğine
yönelik bir bakış açısı geliştirir.

Öyleyse temel sorun herhangi bir din ya da din yorumumun, inanç olarak ortaya çıkabilecek
her türlü metafiziğin hakikati ne ölçüde temsil ettiğini belirlemektir. Her ne kadar
Farabi’nin konuya ilişkin açıklamaları soyut ve örnek içermiyor olsa da zihninin arka
planında mitos ile din arasında bir ayrım yapmış olduğu düşünülebilir. Bu durum tercüme
hareketi döneminde neden mitsel anlatıların çevirisinin yapılmadığını bir ölçüde açıklar.
Nitekim bu dönemde Eski Yunan felsefesine ait neredeyse tüm metinler Arapçaya tercüme
edilmesine karşın mitsel metinler görmezden gelinmiştir. Zira bu metinler bir tür sahte ya
da batıl din olarak telakki edilmiş ve herhangi bir kıymeti haiz görülmemiştir. Bunun yanı
sıra Tevrat ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da da bu tür mitsel anlatıların olduğu
görülmektedir. Öyleyse din ile mitos arasında bir ayrım yapma ve dindeki mitsel anlatıların,
kıssaların ve imgesel ifadelerin hakikatini belirleme bir zihinsel ihtiyaç olarak ortaya
çıkmıştır.

Bu bağlamda bu bildiride izini sürdüğüm soru, dini söylemde retorik ve şiirsel ifadelerin
kullanılmasının pratik yararının ötesinde inanç için epistemik bir gerekçe ortaya koyup

1
Nitekim Kindî sorunu ele alış biçiminde hakikatin kaynağına ilişkin kuşkunun hakikatin değerini
düşürmeyeceğini iddia eden apolojik bir özellik vardır. Felsefeyi “insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini
bilmesi” olarak tanımlayan Kindî, filozofun amacının da hakikate ulaşmak ve buna uygun eylemde
bulunmak olduğunu ekler (Kindî, Resâilü’l-Kindî el-Felsefiyye, tah. Muhammed Abdulhâdî Ebû Rîde, (Mısır:
Dârü’l-Fikri’l-Arabî,1950), 97). Dahası hakikatin kaynağı kim veya neresi olursa olsun üstün konumunu
vurgulayan ünlü ifadesiyle; “Bize uzak ve hatta karşıt toplumlardan olsa da nereden gelirse gelsin,
hakikatin güzelliğinden ve ona sahip olmaktan utanmamalıyız. Çünkü hakikati arayan için hakikatten daha
üstün bir şey yoktur. O halde hakikati aşağılamamak ve onu dile getireni küçümsememek gerekir.
Hakikatle alçalan hiç kimse yoktur; bilakis kişiye şeref ve üstünlük veren hakikatin kendisidir.” (Age., 103).
Kuşkusuz bu, hakikatin önemli ölçüde evrensel bir kavranışıdır.

|4|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

koymadığı; başka bir deyişle dinin inanç kavramı altında zihinlerimize sunduğu sembolik
ve imgesel dünya resminin hakikat değerinin ne olduğudur.

İmdi Farabi merkezinde gelişen klasik İslam felsefesi geleneğinde bu sorunun


ontolojik/kozmolojik, epistemolojik ve toplumsal/politik olmak üzere üç açıdan çözülmeye
çalışıldığı söylenebilir:

1. Ontolojik/Kozmolojik Bağlamda Dinin Hakikat Değeri

Farabi’nin felsefesinde sorun, ontolojik ve kozmolojik bağlamda sudûr teorisiyle çözülmeye


çalışılmıştır. Bu açıdan zamanının hâkim görüşü olan Aristoteles ve Batlamyus’un yer
merkezli evren anlayışı ve Plotinus’un sudûr teorisi vahiy kavramını anlamada önemli bir
dayanak teşkil etmiştir. Öyle ki Aristoteles’in De Anima adlı eserinde sözünü ettiği Etkin
Akıl, Farabi ve daha sonraki Müslüman filozoflar tarafından insan zihninden ayrı ve
bağımsız, yerküresine en yakın olan Ay feleğinin aklı ve yeryüzündeki oluşumların
yöneticisi olarak tasavvur edilmiştir. Bu suretle vahiy kavramının içeriğine de kelam
düşüncesinden farklı bir anlam yüklemiştir. Öyle ki Farabi tarafından vahiy, bu akılla
birleşme (ittisal), ondaki hakikatlerin tümel ve evrensel haliyle ilkin peygamberin aklına ve
akabinde imgesel ve tikel örnekleriyle imgelem (muhayyile) yetisine feyz etmesi olarak
anlamlandırılmıştır. Böylesi bir yetkinlik düzeyine gelmiş kişiye ise Etkin Akıldan edilgin
akla taşan bilgiler nedeniyle bilge (hakîm) ve filozof; muhayyile yetisine taşan bilgiler
nedeniyle de nebi ve münzir adı verilir. (Farabi 1991a, s. 125). Açıkçası burada Farabi
peygamber ve filozofu iki ayrı kişi olarak tasavvur etmeyip, aynı kişi ile ilgili olarak onun
farklı yetilerine izafeten farklı nitelemede bulunulabileceğini ifade eder.

Etkin Aklın aynı zamanda din dilindeki Cebrail ile özdeşleştirilmesi vahyin doğruluğunun,
evrensel ve rasyonel olmasının güvencesi olarak telakki edilmesi demektir. Buna göre
vahiy, insandaki düşünme yetisinin en üst basamağı olan müstefâd akıl olmasıyla
gerçekleşen bir kazanımdır. Öyle ki müstefâd akıl, tüm insanlarda ortak ve edilgin halde
bulunan bilkuvve akıl ile onu kuvveden fiile çıkaran ve böylece etkin kılan, kendisi ise
sürekli fiil halinde olan Etkin Akıl arasında köprü işlevi görür. İnsanın tinsel
yetkinleşmesinin en üst basamağı olan bu düzeye ulaşma, o kişinin Etkin Akılla
birleşmesi (ittisâl) ve Allah’ın Etkin Akıl aracılıyla ona vahyetmesi anlamına gelir. Es-
Siyasetü’l-Medeniyye’deki ifadeleriyle; “insana ancak Etkin Akılla kendisi arasında başka
hiçbir aracı kalmadığında vahiy gelir… Bu itibarla vahiy müstefâd akıl aracılığıyla Etkin

|5|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

Akıldan edilgin akla taşan güç ve yetkidir ki bununla insan nesneleri ve eylemleri nasıl
tanımlayıp mutluluğa doğru yönelteceğini bilir.” (Farabi, 1991b, s. 79-80).

Farabi tarafından ortaya konulduğu haliyle peygamber aklının ontolojik konumu ile
ilgili bu belirleme daha sonra İbn Sina tarafından “kutsal akıl” olarak kavramlaştırılmış,
nihayet Gazali tarafından da daha ayrıntılı olarak bu kavramın işlenmesiyle İslam
düşünce geleneğinin önemli bir bileşeni olmuştur.

2. Epistemolojik Bağlamda Dinin Hakikat Değeri

Epistemolojik bağlamda sorun, özellikle, felsefenin doğuş ve gelişiminde mitos ve logosun


ortaya koydukları söylem biçimlerinin yapısal farklılıkları açısından değerlendirilecek
olursa, bir ölçüde daha karmaşıktır. Nitekim bu açıdan dinin söylemi ile felsefenin söylemi
birbirine karşıt denecek ölçüde farklıdır. Öyle ki din tikel ve imgesel, başka bir deyişle yerel
bir söylemle ve insanların kavrayış güçlerinin asgarî düzeyine değin hitap eden bir dil
kullanırken felsefe soyut ve tümel, başka bir deyişle evrensel ve ancak üst düzey bir
düşünme düzeyine ulaşabilmiş insanlara hitap eden bir dil kullanır. Filozof ve peygamberin
farklı kişiler olarak algılanmasının da temel sebebinin bu noktada, yani ortaya koydukları
bilginin ve söylem biçiminin niteliği bağlamında ortaya çıktığı söylenebilir.

Bu açıdan Farabi öncelikle felsefe ile dini ortaya koydukları bilginin niteliği açısından
birbirinden net bir çizgiyle ayırır:

“Var olanlar eğer ne ise o olarak düşünülüyor ve onlara ilişkin bilgi kesin sonuç veren
tanıtlama (burhan) yöntemi ile elde edilip onaylanıyorsa bu bilgileri içeren bilim felsefedir.
Onlar imgesel bir biçimde kendilerine benzeyen örnekleri ile biliniyor ve inandırma/ikna
yollarıyla onaylanıyorsa eski filozoflar bunu mille/din olarak adlandırmışlardır… Onlara göre
din felsefenin bir yansımasıdır; her kişi de aynı konuları içerir ve varlıkların yüksek ilkeleri
üzerine bilgiler verir… Ancak bu bilgileri felsefe aklî bir biçimde din ise imgesel/mütehayyel
bir biçimde verir. Felsefe tanıtlama yöntemini din ise inandırma yöntemini kullanır. Felsefe,
İlk İlkenin ve cisimli olmayan yüksek ilkelerin bizzat kendisinin bilgisini verir; din ise cisimli
ilkelerden alınmış örnekleri ve toplumsal ilişkilerdeki benzerleriyle zihinde canlandırır.
Tanrısal işleri toplumsal ilkelerin işleriyle benzeştirir; doğal güç ve ilkelerin işlerini, Platon’un
Timaios’ta yaptığı gibi iradeye dayalı güç ve eylemlerle benzeştirir. Düşünülür nesneleri
duyulur nesnelerle benzeştirir. Sözgelimi maddeyi uçurum, karanlık ya da su ile; yokluğu,
karanlıkla benzeştirir… Sonuç olarak felsefe zaman bakımından dini önceler.” (Farabi, 1982,
s. 185-186)

|6|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

İşte felsefenin dini öncelemesi durumu bir dinin doğruluğunun belirlenmesinde temel teşkil
eder. Açıkçası felsefe-din ayrımı bağlamında Farabi sorunu bilgiye ulaşmada ve ifade
etmede kullanılan felsefî/düşünsel yöntemlerin niteliğini belirlemek suretiyle çözmeye
çalışır. Epistemolojik açıdan amaç, kesin bilgiye dayalı bir yönteme ulaşma ve tüm bilgi
dallarında bu yöntemi kullanmadır. (Farabi, 1970, s.27). Daha özelde bilgide amaç insanın
doğal ve gerçek amacının ve bu amaca ulaştıracak araçların, özce söylemek gerekirse,
hakikatin ve bu hakikate uygun erdemli bir yaşam tarzının belirlenmesiyle ilgilidir. Bu
belirleme ise toplumda egemen olan düşünme ve söylem biçimlerinin yetkinliğine bağlı
olarak gelişmektedir. Farabi Kitâbu’l-Hurûf adlı eserinde sorunu tarihsel açıdan
toplumsal hayatın ilkel biçimlerinden (zorunlu toplum) en üst biçimlerine (erdemli
toplum) değin gelişim sürecinde ortaya çıkan düşünme/söylem biçimleri ya da felsefe
yapma biçimleri ile ilişkilendirir.

Buna göre bir toplumda o toplumun kendi iç bünyesinden kaynaklandığı ölçüde felsefe
ve akabinde dinin ortaya çıkması o toplumdaki söylem ve düşünme biçimlerindeki
yetkinleşme düzeyiyle ilgilidir. Temelde üç tür düşünme/söylem biçimi vardır ve
tarihsel akışa göre, toplumsal hayatın yetkinliğe doğru ilerleyiş sürecinde felsefe,
sofistik/sufestâî çıkarımlara dayalı, diyalektik/cedelî çıkarımlara dayalı ve
analitik/burhânî çıkarımlara dayalı olmak üzere üç biçimde ortaya çıkar. Bunlardan ilki,
yanıltıcı felsefe/el-felsefetü’l- mümevvihe; ikincisi sanılı felsefe (el-felsefetü’l-maznûne);
üçüncüsü ise kesin felsefe (el-felsefetü’l-yakîniyye) olarak adlandırılır.

Bu felsefe yapma biçimleri içerisinde sadece tanıtlama yöntemiyle yapılan bir felsefeyle
hakikate ulaşılabilirken diğer yöntemlere dayalı felsefeler ya sanıya özgüdür ya da
yanıltma içerir. Bu bağlamda din de, kimi zaman kesin bilgiye dayalı gerçek felsefeden,
kimi zaman da gerçekte felsefe olmamasına karşın öyle olduğu sanılan sözde felsefeden
sonra gelir. Eğer din kıyas yöntemlerinin tümüyle birbirinden ayırt edilmesinden sonra
tamamlanmış olan kesin bilgiye dayalı bir felsefeye bağlı olarak ortaya çıkarsa, yetkinlik
bakımından doğru bir din olur. Bunun yanı sıra dinin bağlı olduğu felsefe, yetkinlik
bakımından tanıtlamaya dayalı bir düzeye gelmemiş, tam tersine retorik/hitâbî,
diyalektik/cedelî ya da sofistik yöntemlere dayanıyorsa, başka bir deyişle sözde felsefe
olarak nitelenebilecek bu alt düzeylerdeki düşünme ve söylem biçimlerine bağlı olan
herhangi bir din oluşursa, bu dine birçok yanlış görüş girmesi; dahası bu yanlış
görüşlerin imgesel örneklerinin toplumda yaygınlık kazanmasıyla hakikatten son

|7|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

derece uzak ve bozukluğu anlaşılmayacak ölçüde bozuk bir din oluşması kaçınılmazdır.
(Farabi, 1970, s. 153-154). Kısacası insanın kendi özünden kaynaklanmayan ve
tanıtlama yoluyla bildiği konuları içermeyen ya da bu iki yoldan biriyle bilinmesi
olanaklı olan hiçbir bilginin örneğini taşımayan her din sapkındır.

Bu görüşüyle Farabi, her dinin temelde bir felsefe dizgesinin uygulaması olduğunu
belirtmiş olur. Dahası erdemli (doğru ya da hak) din söz konusu olduğunda felsefe ile
din arasında söylem biçimi açısından değilse de içerik açısından tam bir uyum söz
konusudur. Bu bağlamda Farabi, erdemli dinin felsefeye benzediğini; tıpkı felsefe gibi,
onun da hem inanç (ârâ) ve hem de eylem ilkeleriyle ilgili olmak üzere iki yönü
olduğunu ileri sürer. Dindeki eylem hayatına ilişkin tek tek konuların tümelleri pratik
felsefede yer alırken tanıtlamaları olmaksızın var olan teorik/itikadî görüşler ise,
tanıtlamalarıyla birlikte teorik felsefede yer alır. Bu bakımdan dinin itikadî ve amelî her
iki bölümü de felsefede içkindir. Bu bakımdan bir dinin sapkınlığını ya da bir dinde
sonradan ortaya çıkabilecek sapkınlıkları (batıl inanç ya da hurafeleri) belirlemede
dinin felsefî hakikatle ilişkisi temel ölçüttür. Öyle ki erdemli dindeki inanç ilkeleri
hakikatin ya kendisi ya da bir simgesi olmak durumundadır. Bunun yanı sıra ne hakikati
ne de hakikatin simgesini içermeyen her din sapkın olduğu gibi dinde tarihsel süreç
içerisinde ortaya çıkabilecek hakikati ifade etmeyen, tanıtlama yöntemine aykırı
yorumlar da sapkın yorumlardır. (Farabi 1991c, s. 46-47). Buna göre sapkın din ya da
din yorumları, felsefî hakikat ve bu hakikatin simgesel anlatımıyla hiçbir ilişkisi
olmayan sanı ve boş inançları ifade eder.

Burada şu soru gündeme gelmektedir: Tanıtlamaya dayalı felsefe ile erdemli dinin
hakikatle ilişkisi aynı ise söylem farklılığının nedeni nedir? Bu konuda Farabi kaynaklı
ve İslam düşüncesinde etkin olmuş en temel varsayım bilgiye ulaşmada insanlar
arasındaki farklılaşmadır. Nitekim var olanlara ilişkin teorik ve pratik konuların
zihindeki karşılığı akıl ya da imgelem yetisiyle ilişkilidir. Onların düşünülmesi ya da
akılla kavranması özlerinin, gerçekte olduğu gibi zihindeki izdüşümüdür. Onların
imgelem yetisiyle kavranması ise, örneklerinin ve benzerlerinin zihindeki
izdüşümüdür. Farabi, zihnin bu iki farklı yönünü duyusal nesnelerin değişik
görüntülerinin olmasına benzetir. Sözgelimi bir kişinin değişik görünümleri vardır:
kendisi, kendisinin yerine geçen bir benzeri, sudaki yansısı ya da benzerinin sudaki
yansısı gibi. Kişinin doğrudan doğruya kendisini görmesi, aklın, varlıkların ilkelerini ve

|8|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

mutluluğu düşünmesine benzer; sudaki yansısını ya da benzerini görmesi ise


imgelemeye benzer. Çünkü, nesnelerin imgelenmesi onların kendilerinin değil, yalnızca
yansımalarının yani tekil örneklerinin zihinde canlandırılması demektir. Bu bağlamda
insanların çoğunun gerek doğal yapısı gerekse alışkanlıkları bakımından, varlıkların
ilkelerini, varlık derecelerini, Etkin Aklı, üst düzey yönetimi anlama ve düşünme güçleri
olmadığını, bu nedenle toplum geneline bu konuların örnek ve benzerlerinin imgelem
yetilerine yönelik olarak aktarılması gerektiğini belirten Farabi’ye göre, mutluluğu ve
yüksek ilkeleri akılla kavrandığı biçimiyle amaç edinen tasdik eden kimseler
filozoflardır. Bu konuları bilinçlerinde imgesel biçimde tasdik edenler ise inananlardır.
(Farabi 1991b, s. 85-86).

Farabi’ye göre felsefe ile din arasındaki bu ilişkiyi ve dinin, hakikatin benzetme ve
simgelerle anlatımı olduğunu bilmeyenler, kavrama yetersizlikleri yüzünden
göreceliğin tuzağına düşerek hakikatin olmadığını ya da olsa bile bilinemeyeceğini,
böyle bir arayış içinde olan kimsenin yanılgı içinde bulunduğunu ya da toplumsal bir
yarar sağlamaya çalışan biri olduğunu savunurlar. (Farabi 1991a, s. 149-150).

3. Toplumsal/Siyasal Bağlamda Dinin Hakikat Değeri

Toplumsal/siyasal bağlamda ise sorun insanın varoluş amacı ve bu amaca ulaşma uğrunda
toplumsal birliğin yetkinliği ile ilgisi kurularak çözülmeye çalışılmıştır. Buna göre
toplumların amacı haz, servet, saygınlık, özgür yaşamak, üstünlük kurmak gibi sözde
mutluluklara yönelik olmak üzere farklılaşmakta olup bu amaçlara dayalı olarak ortaya
çıkan din de hakikatin bir ifadesi olmayacaktır. Bunun yanı sıra Farabi’nin “en yüksek
mutluluk” (es-saâdetü’l-kusvâ) ile kavramlaştırdığı insanın doğal ve gerçek amacına
ulaşmasının aracı olan din ise erdemli din (el-milletü’l-fâzıla) adını alacaktır. Burada
ortaya konulan bir diğer ilke ise en yüksek mutluluğun sadece toplumun belli bir
kesiminin değil, en alt sınıflarından itibaren tümü için amaçlanmasıdır. Açıkçası dinin
söylemi insanın doğal ve evrensel amacını içeriyorsa ve bu amacı tüm insan sınıflarına
yönelik olarak vaz’ ediyorsa erdemli bir dindir. Aksi halde batıl ve sapkındır.

Başka bir ifadeyle, ‘din niçin vardır ya da gereklidir?’ sorusu Farabi tarafından, dinin felsefî
hakikate toplumun tüm kesimlerinin ulaşmasında bir araç konumunda ve temel
işlevlerinden birinin bu yönde insanlar arasında güçlü bir bağ oluşturmasıyla
ilişkilendirilerek cevaplanır. Öyle ki ona göre dinin (mille) var olma nedeni, felsefede

|9|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

ortaya konulan kuram ve eylem ilkelerini toplumun genelinin kavrayışına uygun


biçimde, imgeleme yoluyla onlara öğretmedir. (Farabi, 1970, s. 11). Başka bir deyişle
insanın doğal amacı olan mutluluğun temelini oluşturan felsefî hakikatin çoğu insanın
kavrayışının ötesinde olacağı ve Platon’un mağara alegorisinden hatırlanacağı üzere
filozofun bir görevinin de adeta mağaradaki gölgelerle yaşayan bu insanlara hakikati
ulaştırmak olduğu hatırlanırsa, toplum genelinin kavrayışına yardımcı olmak ve hakikati
onlara ulaştırmak için din gereklidir. Başka bir ifadeyle sadece filozofun teorik yetkinlikle
elde etmiş olduğu mutluluğu kazanmasıyla değil, aynı zamanda ahlak ve siyaseti de
içerecek şekilde bir yaşam biçimini toplum geneline ya da halk kitlelerine yaymak için
din gereklidir. Açıkçası teorik erdem olması itibariyle hakikatin ve pratik erdem olması
itibariyle bu hakikate uygun yaşam biçiminin toplumun en alt kesimlerine değin
ulaşması din sayesinde olur. Dahası bu yaşam biçimi insanın doğal amacı olan en üst
mutluluğa ulaşma uğruna toplumu oluşturan tek tek kişilerin görüş, inanç ve eylem
bakımından dayanışma içine girmesini, birleşmesini ve birbiriyle uyuşup kaynaşmasını
gerektirir. (Farabi, 1991c, s. 66).

Dinin bir yalan olarak algılanması da temelde toplumsal işlevi ile ilişkili olarak ortaya
çıkmaktadır. Nitekim Farabi (1991a, s. 160) el-Medinetü’l-Fazıla’da cahil toplumların
dindarlık ile ilgili görüşlerini açıklarken bu konuya değinir ve bu toplumlarda dinî
inançların, zayıflıklarından dolayı dünyevi nimetleri elde etmede zorlanan kimselerin
toplumda iktidar, itibar ve zevk elde edebilmek için başvurduğu hile ve tuzaklar olarak
düşünüldüklerini ifade eder. Bu açıdan erdemli bir dinin yalan olarak algılanması, ancak
sözde mutluluk türlerinin amaç olarak görüldüğü toplumlarda açığa çıkar.

Böylesi bir algının oluşması ise gerek felsefenin gerekse dinin toplumun kendi öz
yapısından kaynaklanmayıp başka toplumlardan aktarımı sürecinde gerçekleştiği
düşünülebilir. Öyle ki tüm toplumlar aynı düzeyde, kendi öz yapılarından gerçek felsefe ve
doğru dine ulaşamayabilirler. Bu durumda başka bir toplumdan felsefe ya da din aktarımı
söz konusu olabilir. İşte bu aktarım sürecinde epistemolojik zeminin sağlam kurulmaması,
kesin bilgiye ulaştıracak yöntem konusunda bir netlik oluşmayıp hakikat ile sanı ve
yanıltma içeren ideolojik söylemlerin ayırt edilememesi gerek bir dinin erdemli olup
olmadığını gerekse de erdemli bir din içerisinde ortaya çıkan yanlış yorum ve hurafelerin
belirlenememesinde temel etken olarak görülebilir. Öyleyse bir toplumda mantık ve
yöntembilim çalışmalarının önemi açıktır. Öyle ki mantık sayesinde doğru ve yanlış, kesin
bilgi ile sanı, hakikat ile yanılgı net bir biçimde ayırt edilmesi suretiyle din ile felsefe

|10|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

arasındaki olası çatışmalardan uzak kalınabilir. Bu bağlamda İslam dünyasında Farabi’nin


eserlerinin önemli bir bölümünün mantık alanına ait olması ve mantığı İslam dünyasında
inşa etmesi bakımından “müallim-sânî” ünvanıyla anılması, sonrasında ise özellikle
Gazâlî’nin çalışmalarıyla mantığın dinî ilimlerde kullanılmasıyla medrese eğitiminde
yerleşik hale gelmesi hak din ile inanç olarak ortaya çıkabilecek her türlü mit, hurafe ve
ideolojik söylem arasında ayrım yapmaya olanak sağlayacak bir paradigma sağlamıştır.
Öyle ki Gazâlî’nin felsefeye yönelik eleştirilerini dahi bu çerçevede değerlendirmek
mümkündür. Zira Gazâlî (1981, çev. Bekir Karlığa, s. 5) filozofları dini açıdan eleştirirken,
temel iddiası onların kendileriyle çelişir biçimde tanıtlama yöntemine sadık kalmadıklarıdır
ve tek tek maddeler halinde ne ölçüde tanıtlamaya aykırı fikirler geliştirdiklerini ortaya
koymaya çalışır.

Bu bağlamda İslam dünyasında yaşanan epistemolojik krizin sorumluluğunu Gazâlî’ye


yüklemek de büyük bir hata olacaktır. Bilakis Farabi, İbn Sina, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi
filozoflar tarafından din ile felsefe arasında kurulmaya çalışılan uyum özellikle fıkıhçılar
tarafından rağbet görmeyip filozoflar görüşlerini ancak kelam ve tasavvuf alanlarına
mezcederek sergileyebilmişlerdir. Dahası İslam’ın selefi yorumunun bu alanlara dahi
göstermiş olduğu direnç nedeniyle İslam dünyası günümüze değin çözülemeyen
epistemolojik bir çıkmazla karşı karşıya kalmıştır.

Sonuç

Eski Yunan düşüncesinde mitos ile logos ayrımı çerçevesinde Aristoteles’e değin logosun
mitosa karşı sesini tedricen yükseltmesine karşılık, İslam dünyasında bir yandan
tercümeler yoluyla aktarılan felsefenin dini açıdan meşruiyeti tartışma konusu olurken
diğer yandan ise özellikle Farabi ile birlikte hak dini belirlemede bir ölçüt olarak felsefenin
kullanılması söz konusu olmuştur. Buna göre bir dinin doğru olduğunu belirleyecek
epistemolojik ölçüt tanıtlama yöntemi ile elde edilen soyut ve evrensel hakikatin bir simgesi
ve imgesel ifadesi olmasıdır. Bu bağlamda mitos ile dinin ortak özelliği imgesel ve yerel bir
evren tasarımı ortaya koymalarıdır. Bununla birlikte bu imgesel tasarım;

a) evrensel ve tümel bilgileri ihtiva eden Etkin Akıldan peygamberin imgelem yetisine
feyziyle gerçekleşmesi,
b) kesin bilgi yöntemi olan tanıtlamaya dayanması
c) ve insanın doğal ve evrensel amacı olan mutluluğunun aracı olması itibariyle haktır,
doğrudur, erdemlidir.

|11|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

Bu bağlamda Farabi açısından, Platon’daki “asil yalan” nitelemesi ve buna dayalı olarak
önerdiği yöneten-yönetilen ilişkisi hatalı olmasa da eksiktir ve tamamlayıcı rolü Aristoteles
görür. Platon’un yaklaşımında eksik olan yön henüz tanıtlama yöntemine dayanacak bir
felsefî düzeye ulaşmamış olmasıdır ki bu eksiklik Aristoteles tanıtlama yöntemini ortaya
koymasıyla felsefî düşünce yetkin ve tamamlanmış bir duruma gelmiştir. Öyleyse dinin
hakikatini belirlemede Aristoteles’in yöntemi ve felsefesi temel ölçüttür. Diğer yandan
yöneticilerin, anlama düzeyleri farklılaşan kitleleri belli bir amaca ulaşmak uğruna devletin
uyumu için bir arada tutması hayati önem taşıyorsa, sadece teorik akılda yetkin olmaları
yeterli olmayıp pratik erdemlere ve retorik becerilere de sahip olması gerekir. Bu nedenle
Farabi için peygamber ideal siyasi yöneticisi olup toplumun felsefî hakikate ve en yüksek
mutluluğa ulaşmasının aracıdır. Çünkü yalnızca peygamber vahiy yoluyla elde ettiği bilgileri
duyulur ve imgesel örnekleriyle tüm insanların kavrayışlarına aktarabilecek retorik,
diyalektik ve pratik becerilere sahiptir.

Kuşkusuz bu fikir vahyin gerçekliğini imgesel düzeye indirgemesi nedeniyle Gazâlî


tarafından ağır bir eleştiriye uğratılmış, hatta dinin hakikatini ve evrenselliğini tartışma
konusu yapması nedeniyle sapma olarak telakki edilmiştir. Gazali’nin temel kaygısının
insanlara dindeki mitsel ifadelerin gerçeğin kendisi değil imgesel bir yansıması olduğunun
söylenmesi durumunda inanmaları için sağlam bir epistemik bir nedenin kalmayacağı,
dolayısıyla şüpheye ve inançsızlığa sürüklenecekleridir. Bununla birlikte İbn Rüşd, vahyin
önemli bir parçası olan bu mitsel anlatıların her ne kadar tanıtlamaları dinde olmasa da
inanmak için geçerli bir epistemik neden sağladığını ifade ederek Farabi’yi destekler.

Sonuç olarak Farabi, toplumun iyi yaşaması ve mutluluğu için kesin bilginin ve hakikatin
merkezi konumunu vurgulamakta, bir toplumda felsefe oluşmazdan önce ortaya çıkan
söylev ve inandırmaya dayalı dinsel ve ideolojik söylemleri ise kuşkuyla karşılamaktadır.
Ayrıca değişik toplumlarda gerçek felsefeye dayanmış olsalar da türlü yasal düzeneklerin
olabileceği gözleminden yola çıkarak dinin göreceli bir doğruluk sunduğunu, bu
görecelikten kurtulmak ve dinin bir yalan olarak algılanmaması için de felsefeye dayanması
gerektiğini ortaya koymuştur. Çünkü dinler, zamana ve toplumsal yapıya göre değişik
biçimlerde ortaya çıkmalarına karşın, tanıtlama yöntemine dayanan felsefe tüm
toplumlarda aynı hakikate ulaşma olanağı sağlamakta, din de ancak bu evrensel temele
dayanmak suretiyle, yerel bir söyleme sahip olsa da erdemli ve hak bir din olarak
tanımlanabilmektedir.

|12|
Uluslararası Mitoloji Sempozyumu/International Symposium on Mythology 2019

KAYNAKÇA

Platon (2001). Devlet, çev. Sabahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.

Farabi (1991a). Kitâbü Ârâ-i Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, neşr.: Albert Nasrî Nader, Beyrut:
Dârü’l-Meşrik.

Farabi (1991b). Kitâbü’s-Siyaseti’l-Medeniyye, neşr.: Fevzi Mitrî Neccâr, Beyrut: Dârü’l-


Meşrik.

Farabi (1991c). Kitabü’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ, neşr.: Muhsin Mahdi, Beyrut: Dârü’l-Meşrik.

Farabi, (1982). Kitâbü Tahsîli’s-Saâde, neşr.: Cafer Âl Yasin, el-A’mâlü’l-Felsefiyye içinde,


Beyrut: Dârü’l-Menâhil,.

Farabi (1970). Kitâbü’l-Hurûf, neşr.: Muhsin Mahdî, Beyrut: Dârü’l-Meşrik.

Farabi (1986). Kitâbü’l-Cedel, neşr.: Refîk el-Acem, Beyrut: Dârü’l-Meşrik.

Gazali (1982). Filozofların Tutarsızlığı, çev. Bekir Karlığa, İstanbul: Çağrı Yayınları.

|13|

You might also like