PDF of Max Weber Bir Kilavuz 1St Edition Randall Collins Full Chapter Ebook

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Max Weber Bir K■lavuz 1st Edition

Randall Collins
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/max-weber-bir-kilavuz-1st-edition-randall-collins/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Sosyolojide Dört Ana Gelenek 1st Edition Randall


Collins

https://ebookstep.com/product/sosyolojide-dort-ana-gelenek-1st-
edition-randall-collins/

Felsefelerin Sosyolojisi Entelektüel De■i■im Global


Teorisi 1st Edition Randall Collins

https://ebookstep.com/product/felsefelerin-sosyolojisi-
entelektuel-degisim-global-teorisi-1st-edition-randall-collins/

Erziehung als Wertsphäre Eine Institutionenanalyse nach


Max Weber Robert Stölner

https://ebookstep.com/product/erziehung-als-wertsphare-eine-
institutionenanalyse-nach-max-weber-robert-stolner/

Modernidad y Capitalismo Max Weber y los dilemas de la


Teoría Política y Jurídica 1st Edition José Luis
Monereo Pérez

https://ebookstep.com/product/modernidad-y-capitalismo-max-weber-
y-los-dilemas-de-la-teoria-politica-y-juridica-1st-edition-jose-
luis-monereo-perez/
Ku c u k Hans Be■ Ya■■nda Bir O■lan■n Fobi Analizi 1st
Edition Sigmund Freud

https://ebookstep.com/product/ku-c-u-k-hans-bes-yasinda-bir-
oglanin-fobi-analizi-1st-edition-sigmund-freud/

L éthique protestante de Max Weber et les historiens


français Bibliothèque de l Ecole des Hautes Etudes
Sciences Religieuses 191 1st Edition Vincent Genin

https://ebookstep.com/product/l-ethique-protestante-de-max-weber-
et-les-historiens-francais-bibliotheque-de-l-ecole-des-hautes-
etudes-sciences-religieuses-191-1st-edition-vincent-genin/

Max Stirner wokó■ indywiduum 1st Edition Max Stirner


Karolina Fe■ Red

https://ebookstep.com/product/max-stirner-wokol-indywiduum-1st-
edition-max-stirner-karolina-fec-red/

Shy 1st Edition Max Porter

https://ebookstep.com/product/shy-1st-edition-max-porter/

O universo invisível Lisa Randall

https://ebookstep.com/product/o-universo-invisivel-lisa-randall/
Max Weber
Bir Kılavuz

RANDALL COLLINS
Bu kitabın yayın hakkı PHOENİX YAYINEVİ'ne aittir. Yayınevinin ve yayınlayıcısının
yazılı izni alınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde
kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.

Max Weber
Bir Kılavuz
RANDALL COLLINS
Çeviren: Taylan Banguoğlu
Dizi Editörleri: Güney Çeğin & Vefa Saygın Öğütle
Yayınevi Editörü: Fatma Gedikoğlu Üstün
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Gamze Uçak
©Phoenix Yayınevi Tüm Hakları Saklıdır.
Mayıs 2017, Ankara
ISBN No: 978-605-9801-56-0
Phoenix Yayınevi-Ünal Sevindik
Yayıncı Sertifika Na: 11003
Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1
Kızılay/Ankara
Tel: O (312) 419 97 81 pbx
Faks: O (312) 419 16 11
e-posta: info@phoenixkitap.com
http://www.phoenixyayinevi.com
Baskı:
Desen Ofset A. Ş.
Sertifika Na: 11289
Birlik Mah. 448. Cad. 476. Sk. Na: 2
Çankaya/Ankara Tel: O (312) 496 43 43
Dağıtım:
Siyasal Kitabevi
Şehit Adem Yavuz Sok. Hitit Apt. 14/1
Kızılay-Ankara
Tel: O (312) 419 97 81 pbx
Faks: O (312) 419 16 11
e-posta: info@siyasalkitap.com
http://www.siyasalkitap.com
Dizi Editörlerinin
Takdimi

Max Weber'in sosyolojik düşüncesini birleşti ren ve bütünleşti­


ren merkezi bir temanın bul unduğu, Weber a raştırmacılarının
hemfikir oldukları bir husus gibi görünüyor. Fakat bu merkezi
temanın ne olduğu hususunda rivayetler muhtelif. Baz ı sosyal
bilimci ve sosyologlara göre Webc r'in çal ışmalarındaki mer­
kezi tema hukuk sosyolojisi iken, d iğer bazısı için tahakkü m
sosyolojisi oldu. Y i ne aynı şekilde, bazı sosyologlar Weber'i
evrensel bir genel sosyal eylem teorisinin ku rucusu olarak
takdim ederken diğer bazıları onun farklı toplumlardaki belir­
li ta rihsel kurum ve yapıları anla maya istekli bir tarihsel sos­
yolog olduğunu savu nd u . Sosyal bili mler felsefesinin episte­
molojik düzleminde tartışılagelen mevzu, 19. yüzyılın sonla­
rında başlayıp 20. yüzyıla da sarkan Metfıodeııst reit 'ta
Weber'in aldığı özgün ve gerilimli pozisyon ve yanı sıra genel
metodolojik tutumu idi. Onun yapısalcı olduğunu iddia eden­
ler dahi old u. 1 980'lerle, yani l iberal iktisattaki amaçlı­
rasyonalite modelinin beklenmedik bir zindelik göstermesiyle
birl i k te, merkezi tem a üzerindeki vurgu iktisat sosyolojisine
doğru kayd ı, ha tta bu dönemde ilk kez Weber'in metodoloj i k
bireyciliği keşfedildi. Fakat yine ayn ı dönemde, Weber' i Ni-

3
etzsche ve Marx üzerinden şeyleşme temasına bağlayan çalış­
malar da eksik olmadı. Weber literatürü enine boyuna kazı ldı,
a rtık sosyal bilim literatüründe genel kabu l görmüş Webe r
araştırmacıları vardı.
U luslararası l i teratürdeki bu çeşi tlenmeye karşı lık, Weber
Türkiye'de merke zi tema bakımından kü ltü r sosyoloğu ola­
rak, epistemolojik bakımdan ise bi r kül tür bilimcisi olarak
kabul gördü. İ stisnalar bir yana konursa, bu alımlanma biçi­
minin hiç kuşkusuz ü lkenin sosyal bilimler alanına il işkin
sebepleri var. Tü rkçe l iteratürde 1 960' lardan sonra görünürlük
kazanmaya başlayan Weber fikriyatı, o dönemde sosyal bilim­
le rde ve bilhassa sosyoloj ide belli bir ağırl ık kazanıyor görü­
nen, kır ve göç, kentleşme ve gecekondulaşma temalarına ve
nicel araştırmaya odaklı yapısal-işlevselci ve klasik Marksist
ajandaya karşı, Türkiye modernleşmesi, merkez-çevre il işkisi
ve politik seçkinler temalarına ve nitel araştırmaya odaklı bir
çerçeveye temel kılındı. Çok büyük ölçüde kültü ralist bir nite­
lik taşıyan bu okuma biçimi, 1 990'larla birlikte, Weber'i tin ve
kültür bilimleri ge leneğin in devamcısı olarak okuyan bir sos­
yal felsefe biçiminde epistemolojik karşılığını buldu.
Peki, Kıta Avrupası'ndaki kıs ı tl ı bazı ortodoks akadem i
çevreleri dışında epey uzun zamandır kabul görmeyen bu
okuma biçimi nasıl oldu da Türkiye'de bu denli yaygınlık
kazandı? Müellif leri özgün bir yorumda bulundukları veh­
miyle ömür tüketmişlerse de, bu sorunun cevabını, genel ola­
rak Türkiye akademisinin heteronom karakterinde, özel olarak
da Türkiye sosyal bilimler alanının sözcüğün dar a nlamıyla
politize karakterinde aramak gerek. Böylesi bir atmosfer içe ri­
sinde, Weber bir yandan, bizzat kend isinin Ekoııoıııi ve Top­
lum' daki şiddetli itirazlarına rağmen (ki Tü rkiye' de katiyen

4
okunmadı}, kültürel enti telerin, tözlerin i mala tında, kül tü r
savaşına cephane olarak işe koşu ldu. A in Turca modernleşme
projesiyle hesaplaşmaktı asıl olan. Diğer yandan ise, söz konu­
su modernleşme projesini (bütünüyle yahu t eleşti rerek) sahip­
lenen çevrelerde "Webercilik", aynen muarızlarının formüle
ettikleri şekliyle kabul edilip sakınılması yahu t ifşa edilmesi
gereken bir kusur olarak görüldü. Batı'da 1 970'lerin sonu ve
1980' lerde başlayan Ma rx-Weber diyaloğunun Türkiye'de hiç
gelişmemiş olması ve kü l türalist olmayan bir tarihsel sosyoloji
yapma biçimiyle daha yeni yeni tanışıyor olmamız, bu husus­
ta başlı başına semptomatik. Epistemolojik düzlemde tartış­
maların pozitivizm-hermeneutik ikiliğine ve bu ikiliğin de söz
konusu dar politik çerçeveye sı kışması zaten bu yüzden kaçı­
nılmazdı. Böylelikle Türkiye sosyal bilimler a lanı, yapısal an­
lamdaki kur umsal ve bil işsel özerklik yoksunluğuna ek ola­
rak, araştırma ve teori ufukla rını ayrıca kendi elleriyle de da­
ral tm ış oldu.
Mnx Welıcr'i Yenideıı Okıınınk dizisinin, bu kasvetli ve bir
ölçüde yapısa l sorunları çözmesi beklenemez elbette. Mevzu­
bahis olan tüm konu mları kapsamak gibisinden bir dertten
z iyade, mezku r d izinin, Weber'le kuracağımız teorik ve
empirik il işki açısından yapabi leceği bazı şeyleri ö ne çıkarabi­
le ceğini düşünüyoruz. Belki de en çok sosyolojinin kurucu
baba larının derinlikli ü re timlerinden bu yana, bizim toplu m­
sal hayatı kavrayışımızı sosyolojik zaviyeden hareketle geliş­
tirmeye çalışan öbü r figürlere Weber' in sund uğu a l ternati flere
odaklanacağız. İ laveten, onun "makro-tarihsel" sosyoloj i alanı
açısından ortaya koyduğu çoklu ilgileri serimleyen bir profil
sergileyeceğiz. Muradım ız, Weber'i sosyoloji k kanona dahil
eden öğelerin (rasyonaliteden bürokrasiye) farklı patika lardan

s
irdeleneceği, yaşamı boyunca titizlikle ördüğü metodoloji k
terkibinin anlatılacağı, başyapıtı Ekoııomi ve Toplıım' da geliş­
tirdiği toplum kura mının ne türden bir kav ramsal aygıt tesis
ettiğinin ele alınacağı ve Weberci bir sosyolojik paradigmanın
asli parametrelerinin sunulacağı bu incelemeler dizisinin,
Türki ye sosyal bi li mler alanında çorak bırakıl mış/tahrif edi l­
miş Weber sureti ni sağlıklı bir görünüme kav uşturmasıdır.

Güney Çeğin & Vefa Saygın Öğütle

6
Sage'in
Önsözü

Bu kitap, Sage Yayınevinin hazırladığı Sosyal Teorinin Ustala­


rı dizisinin üçüncü ki tabıdır. Bu kitabın ele aldığı isim, tanıtı­
ma pek de ih tiyacı olmaya n Max Weber' dir. Y ine de, R andall
Collins'in, sosyal düşüncenin bu ustasına yönelik yaklaşı mı­
nın kıymeti hakkındaki ilk gözlem lerimi paylaşmak istiyoru m.
K i tabın alt başlığı olan "Bi r Kılavuz", her bi ri ilerleyen
sayfaların mahiyetini yansıtan bir kaç farklı anlamı ifade et­
mektedir. Açılış bölümü nde gösterildiği gibi, Max Weber' in
duygu dünyasında Freudyen bir sır saklıdır. Weber'i birkaç yıl
boyunca hareketsiz kılan iç çatışmalar, onun en önemli sosyo­
lojik çalışmalarını n özünün ve profilinin açıkl anmasına yar­
dımcı olur. Çünkü bu ça tışmalar ve bunların meydana getir­
diği entelektüel tıkanma ol masaydı; Weber, sıradan bir sosyo­
log olarak tarihte kolayca u nu tulabilirdi. O halde burada,
Weber'in sosyolojisindeki önem li bir biyografik unsur yat­
maktadı r. "Kı lavuz" kel i mesinin en temel anlamı, yol göster­
me kapasitesidir ve bu kitap, Collins'in kılavuzluğunu kulla­
narak, Weberc i sosyolojideki tarihsel detay yığınının altında
saklı "gizli hazineler"e ulaşma yol unu açmaktadır. Col lins'in,
Weber' in sadece iyi bi linen ça lışmalarını değil, aynı zamanda
sosyolojisinin bi rçok hususta teorik açıdan daha önemli olan

7
ve daha az bilinen çalışmalarını görmeleri için okuyuculara
yol göstermiş olmasının, ustalı klı bir iş olduğunu düşünüyo­
rum. Son olarak bu kitap, tü m kapsamlılığıyla birlikte
Weber' in sosyolojisine dair genel bir çerçevedir. Bu ki taptaki
tüm bölümler, Weber'in en öneml i fikirlerinin kısa bir beti m­
lemesini ve bilim sel bir analizini sunmaktadır.
İ tiraf etmeliyim ki, çoğu sosyoloğun aksine, hiçbir zaman
Weber'den çok hoşlanan biri olmadım. Weber'in güçlü yanla­
rı-zengin ve detaylı ampirik/tarihsel beti mlemeleri-, bana bo­
ğucu ve çoğu zaman sıkıcı gelmişti. Gerçekten de Coll ins' in
vurguladığı gibi, Weber kalben bir a mpiristti; ancak Weber'in
detaylı ampirik betimlemelerinde, Collins'in d iğer teorik ça­
lışmalarında da fazlasıyla göstermiş olduğu gibi, yoğun bir
pozitivist teorileştirme mevcu ttur. Sonuç olara k Weber'e dair
daha önceki görüşlerimi gözden geçirdim; hiç kimse Weber'in
çalışmasının bir teori olarak kabul edilmesi hususunda duy­
duğum kuşkuyu paylaşamaz; ancak Col l ins, Weber' in a mpirik
tanımlamalarının pozitivist bir şekilde yorumlanması gerekti­
ğine dair güçlü bir gerekçe sunmaktadır. İyiden iyiye
Weber'in ideal tip metodolojisinin (keskin analitik duyusu ve
tarihsel detaylara olan tutkusuyla eşlik ettiğinde), hem insan
toplumunun temel örgütlenme süreçlerine dai r bir görüş, hem
de küçük bir çabayla soyut sosyolojik yasalara çevrilebilen bir
genelleştirici ifadeler seti sağladığına dair bir değerlendirmeye
vardım. Dolayısıyla bu kitabın en kuvvetli yönlerinden biri;
Collins'in, Weber'in antipozitivist ifadelerini ve birçok çağdaş
"Weberci" nin, Weber'in insan örgütlenmesinin temel ve türü­
ne özgü özelliklerini hissetme yeteneğini gösterme amacıyla
kullandığı i fadeleri göz ardı etme konusundaki istekliliğidir.
Bu kitabın diğer büyük katkısı, Weber' in çalışmasını çok
boyutlu ve çoğu zaman çelişkili o larak ele almasıdır. Weber'in

8
sosyolojisi uzlaşmaz boyutlarla doludur. Bun ların en önemlisi,
idealara yapılan vurgu ve maddi koşullara olan ilgid ir.
Coll ins'in analizi, okuduğum Weber analizlerin hepsinden
daha çok, Weber'in sosyolojisindeki çok boyu tluluğu vurgu­
lamakta ve tarihsel süreçlerin idea list ve materyalist yorumları
üzerine Weber'in yaşadığı entelektüel ve kişisel çatışmayı
gözler önüne sermektedi r. Çünkü Collins'in de açık bir şekilde
gösterd iği gibi; siyasi, ekonomik, ekolojik ve ihtilaflı kuvvetler
her zaman, dini, ideolojik ve kültü rel süreçlerle eş zamanlı
olarak işlemektedir.
Bitirirken, okuyucunun Collins'in ne kadar iyi bir şekilde
yazdığını takdir edeceğine güveniyoru m . İ lerleyen sayfalar,
okuması keyif veren sayfalardır. Sonuç olarak bu kısa kitap,
Max Weber üzerine olan ikincil çalışmalar külliyatına önemli
bir katkı yapmaktadır.
L aguna Beach, California
jonathan H. Turner

9
İçindekiler

Dizi Editörlerinin Takdimi . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . ... ...... . . . . . . . . . .. . . . . . ... .......... 3


Sage'in Önsözü . . . .. . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . . . . 7

1. Weber'in Hayatı ve Kişiliği


Melodramatik ve Psikolojik Gizemleri .....•.............................. 13
WEBER'İN KARİYERİNİN İŞLEYİŞ DÜZENİ. . . .. .. . . . . . . . ........ . ... . .......... 17
WEBER'İN RUHSAL ÇÖKÜNTÜSÜ VE BUNUN NEDENLERİ. ......... 20
WEBER'İN ÇOKYÖNLÜ ENTELEKTÜEL KİŞİLİGİ. ............................ 41

2 . İdeaların Tarihteki Anlamı


Weber'in Metodolojik Makaleleri ve Eylem Teorisi .......•........ 45
İDEALİST OLARAK WEBER ....... . ... . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . 48
METHODENSTREİT: YÖNTEM SAVAŞLAR! . . . ..... . ... . . . . . . .. . . ...... . . ..... 55
WEBER'İN EYLEM TEORİSİ. ... ...
. . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . ...... . . . . . . . 61

3. İdeaların Tarihteki Anlamı


Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu ....... ....... ... .................. 67
PROTESTAN AHLAKI .. .. .... . ...... . ..
.. ...... . . . . . . .. ..... .... . ...
. ........... . .... . . . . 68
PROTESTAN AHLAKI TEZİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER . . ......... . ...... . . 74
.

WEBER'İN SAVUNMASI ............................................................... 75

11
4. Rasyonelleşme
Tarihin Ana Eğilimi? ............... . ... ..
. . ......................... ................ 87
RASYONALİTENİN ÇEŞİTLİ ANLAMLAR! ................. . . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . 89
BATI MÜZİGİNDE RASYONELLEŞME ............... ............................. 91
TOPLUMSAL GERİLİM ANLAMINDA RASYONELLEŞME . . . .......... 100

5. Weber'in Sosyal Değişme Görüşü ............•........•••......•..•...•... 115


RASYONEL KAPİTALİZMİN DOGUŞU ....... .................. . . . .............. 117
WEBERCİ NEDENSEL ZİNCİR MODELİ . . . . . . . . ......... ............. . . . . . . .. . . 123
WEBER'İN GENEL TARİH TEORİSİ . . . . . . . . . . . . . . ......... ............... ...... . . 135
WEBER'İN TARIMSAL SOSYOLOJİSİ:MADDİ KOŞULLAR VE
TOPLUMSAL YAPI .... . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... . . . . . . . .. . . . ........ 139
ANTİK KAPİTALİZMİN DOGASI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ............... . . . . . . . . 143

6. Dünya Dinleri Üzerine Karşılaştırmalı Çalışmalar .••••••••••••.....• 151


ANTİK YAHUDİLİK ......... . . . . . . . ........ . . . . ........... . . . . . ................... . . . . . . . 153
HİNDİSTAN DİNİ . . . . . .................... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... . . . . . . . . . . . . . . . . . 160
ÇİN DİNİ . . . . .................. .......... ......... . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . ......... . . . . . . . . . 171

7. Weber'in Sosyoloji Ansiklopedisi ...............••...•••..••..••.••.•...... 181


EKONOMİ VE TOPLUM . . . . . . . . ........ .................... ................. ......... 181
SİSTEMATİK BİR TEORİ OLARAK WEBER'İN
KARŞILAŞTIRMALI SOSYOLOJİSİ ... . . . . . ...................... . . . ............... 188
WEBER'İN TABAKALAŞMA TEORİSİ . .. . . . . ................... ................. 191
WEBER'İN SOSYOLOJİYE KATKISI ........................... . . . . . . . ............ 201

Kaynakça .... . . . . . ..... . . ....... . . . . . . . . . . ............. ...................... . . . . ................ 205

12
1
Weber'in Hayatı ve Kişiliği
Melodramatik ve Psikolojik Gizemleri

Çoğu sosyol og için, Max Weber büyük ustadır. Disipl inin


ön cüleri a rasında, entelektüel ola ra k en ka psa mlı ve ta rihsel
olarak en bil gili kişidir. O, en derin soruları sormu ş ve ken di­
ni, basit ceva pları kabul etmeye ka rşı disipl ine etmiştir. Mo­
dern toplumun doğası nedir? Dünya tarihinin işleyiş düzeni
n ed ir? Ekonomin in, iktidarın ve örgütlenmenin a cımasız ger­
çekl erinin kendini gösterdiği bir dünyada, b i r insan kişisel ve
siyasal ola rak nasıl duya rlı ve a hlaklı bir şekil de davranabil ir?
Weber bu soruları derinliklerin e ka dar inceledi; bu sıra da
bul duğu kavra mla r ve teoriler, sosyolojinin entelektüel dona­
n ımının öneml i bir parçası ha line gel miştir.
Aynı za ma nda Weber'in özell iği, ta rtışma lara yol açan bir
isim ol masıdır. Ba zıları için, güçsüz d urumda ola nı savun ma k
için za hmete giren v e onlar a d ına sayısız ta rtışma ve da vaya
giren bir kahraman olmuştur; hiç bir zaman ken dine menfaa t
sağlamayaca k veya diğerl erin in ha kkı olduğunu düşündüğü
şeyi ell erinden almayacak şekilde, titiz bir biçimde a hlaki so­
rumlu lu k alan onurl u bir a da m olmuştur. Oysa diğerleri için
Weber, bir a ziz olma kta n epey uzaktır. Muhafa za ka r, hat ta

13
milita rist ve mil liyetçi biri ola ra k ve otorite üzerine ola n dokt­
riniyle Nazi dikta törlüğünün yol unu açan kişi ola ra k ta rif
edilir. Entelektüel açıdan da Weber, bitmek bilmeyen ta rtışma­
la ra neden olmuştu r. Dini, ekonominin bir ideolojik yansıması
olmaktan çıka rı p ekonomiden daha güçlü kıla rak, duru mu
Marksistlerin a leyhine çevirmekte ba şa rılı olmuş mudu r? Yok­
sa Marksçı tema ları, ça tışmanın da ha karmaşık bir şekilde
çoklu boyu tla rına doğru geliştiren bir kişi midir? Pa rsonsçı
işlevselciliğin öncülü müdür, yoksa onun en kuvvetli pa nzehi­
ri midir? Bilimsel bir sistemin kişiler üstü ya sa larına ka rşı
bireyin a nla mlı bi lişini savuna n bir eylem teorisyeni midi r?
Modern Alma n yorumcu la rının onun dünya ta rih ine da i r
görüşlerini yorumla dığı g i b i b i r evri mci midir, yoksa ta rihselci
bir görüşün çoklu yolla rını ve öngörülemez geçişlerini sa vu­
nan bir a n ti-evrimci midir?
Gerçek şu ki, Weber bunla rın hepsi ve da ha fa zlasıymış
gibi görünmektedir. Özellikle entelektüel tara fta, Weber nere­
deyse her yorumla ma için bir şeyler su na r. Bu ka da r etkili bir
insan olma sının nedenlerinden biri de şüphesiz budu r.
Pa rsonsçı işlevcilerin, a nti-Ma rksistlerin, idea listlerin ve ev­
rimcileri n tümü, Weber'de üzerine daya ndırabilecekleri mal­
zeme bulabilir. Weber'i sembolik etkileşimciliğin ya da sosya l
fenomenolojinin öznelciliğine uydurmayı a rzulaya n anti­
işlevselciler için de bu du ru m geçerlidir. Aynı za ma nda
Weber, C . Wright Mills gibi ra d ikal muha l i flere de a raç sağ­
lamıştır ve modern çatışma teorisinin a tası olma unva nını ha k
etmektedir. Weber kimi zama n ideala rın ta rih üzerindeki etki­
sinin sa vunucusu olmu ş, kimi za ma nsa kiliseyi sa lt ma ddi bir
kurum olarak a la n inandırıcı a na l izler önermiştir.
Bu belirgin çelişkileri çözmenin tek yolu, Weber'in mahi­
yetinin çok boyutlu olduğunu söylemektir. Hem taba ka la şma

14
hem de siyaset teo rilerinde kullandığı en önemli
fo rmülasyo nlarından bi ri; sınıf, statü ve iktidar arasında yaptığı
üçlü ayrımdır: ya da dilerseniz, eko no mi, idealar ve inançlar
ve siyaset arasında diyebilirsiniz. Bu üç alan da vardır, bağım­
sız etkilere sahiptir ve birbirini etkiler. İster kapitalizmin do ­
ğası ve kökenini, ister din so runlarını, isterse siyaset meselele­
rini ele almış o lsun; Weber'in hayatı bo yunca gerçekleştirdiği
tüm çalışmalar, her so ruya uyguladığı bu ço k bo yutlu analiz
anlayışını barındırır.
Hal böyleyken haklı bir şekilde; Weber'in kendisinin,
gerçekten dünyanın, nihai o larak durduğu bir no ktası o lma­
yan ve hiçbir şeyin başka bir şeyden daha önemli sayılmadığı
ço k sayıda karşılıklı etkileşim halindeki boyutlardan ibaret
o lduğunu düşünüp düşünmediğini so rabiliriz. Weber'in yazı­
larında genelde, dünya tarihinin ana belirleyenleri olarak idea­
ların, insan zihninin, din ve rasyo nal ite gibi idea l faktörlerin
ro lünü savunmakta kararlı bir idealistmiş gibi görünmesini
sağlayan pek ço k örneğe rastlanır. Bazı bilim insanları Weber'i
bu şekilde yo rumlamışlardır ve şahsen ben, Weber'in yüreği­
nin ait o l d uğu yerin gerçekten de burası o labileceğini reddet­
me eğiliminde değilim. Diğer yandan fiilen bir so syo lo g o la­
rak, Weber'in entelektüel etkisinin en verimli o lduğu kanıtla­
nan yönlerinin, bunun tam a ksi bakış açısına vurgu yapanlar
o lduğunu söylemem gerekiyo r: yani, bir çatışma teo risyeni
olan Weber'in, saf iktidar po litikalarını, askeri mücadeleyi,
grupların ve resmi örgütlerin zo rlu maddi kısıtlamalarını en
iyi anlayan insan o lan Weber'in. Weber'in yüzlerce sayfalık saf
so syo lojik realizm ve hatta kinizm teşkil eden yazılarının bu
yönü, yine aynı ölçüde gerçektir.
Jeffrey Alexander (1983), düzgün birço k bo yutlu sosyo loji
teo risine yönelik yakın tarihli araştırmasında, Weber'in çalış-

ıs
masını başarısız birço k bo yutluluk girişimi o larak tanımlamış­
tır. To plumun birden ço k boyutunu ele ald ığını, h a tta do ğru­
dan dünyanın ço k boyutlu do ğasını tartıştığını; fakat yine de
nih ai ü rününün, gerçek bir sentez olmaktan ziyade, tutarsız
göründüğü söylemek istemekted ir. Bu so nuca katılıyo ru m.
Weber' in yazıları bir ölçüde şizo freniktir. Bunun sebebi, do ğ­
rudan kendisiyle çelişmesi ya da her so ruyu layıkıyla ele al­
makta başarısız o l ması değil, bir kişinin neredeyse aradığı her
şeyi o nun hacimli çalışmalarında bulabilecek o l masıdır.
Weber'in çalışmalarında, değerlere yapılan vurguyla birli kte
Parso ns'ın işlevselciliği için de, Schluchter ya da Habermas'ın
rasyo na list evrimciliği için de bo lca malzeme vardır. Weber
sembo lik etkileşimcilerin meşru müttefiki o lmasının yanı sıra,
sırasıyla sosyal feno meno lojiye ve etno metodo lojiye etki eden
Alfred Schutz üzerinde de etkilidir. Öte yandan modern örgüt
teo risi ve tabakalaşma teo risi, man tıken Weber' in çalışmala­
rından o rtaya çıkmış o labilir ve Weber; C. Wrigh t Mili s ya da
benim gibi çatışma sosyo lo glarını da etkileyebilmişti r, çünkü
tüm bu unsurlar Weber'in çalışmalarında mevcuttur. Bunlar
büyük boy bir sentez o lduğu anlamına gelmez; çalışmalarının
bütününün içerisinde hepsinin bir a rada var o lduğu, bi rkaç
farklı Weber'in o lduğunu söylemek daha doğru o l u r.
Weber'in çalışmalarının bu "şizo frenik" niteliğinden do­
layı, o nu n hayatı ve kişiliğine belli bir miktar dikkat sarf et­
menin faydalı o lacağını düşünüyo rum. Fakat burada yapıla­
cak o lan kesinlikle, o nu n çeşitli fikirlerinin nereden geldiğini
ve bu f i kirlerin hayatı boyunca nasıl geliştiğini gösteren tam
ölçekli bir entelektüel biyo grafi değildir. Henüz hayata geçiri­
len bu tip bir biyo grafik çalışma yo ktur ve buna girişilecek yer
de bu kısa giriş o lamaz. Weber'in eşi uzun bir dizi biyo grafik
hatı rat (Marianne Weber, 1926/ 1975) yazmıştır; fakat bunlar,

16
entelektüel gelişimini derinlemesine incelememiştir ve bir
insan olarak Weber'e dair, bir miktar idea l leştirilmiş ve hatta
sansürlenmiş bir bakış sunar. Weber'in hayatıyla ilgili ilginç
o lan şey, entelektüel çalışmasındakine benzer bir nitelikle,
yani iki uç a rasında kalmış o lmasıyla karşılaşıyo r oluşumuz­
dur. Weber'in, o rtasında uzun bir ruhsal çöküntü dönemiyle
kesintiye uğramış bir nev i ızdırap do lu bir kariyeri vardır.
Yüksek siyasi ve akademik beklentilerle başlamış o lmasına
rağmen, tam da böyle bir başlangıç yapmış gibi göründüğü
sırada, kariyeri kesintiye uğramıştır. Başlangıçta o nu beklediği
düşünüle n siyasi iktidar alanına ve yüksek en telektüel itibara
ancak hayatının görece geç döneminde geri dönüş yapmıştır.
Bu çökü ntünün tam da çalışmala rındaki entelektüel gerilimi
yaratan şeylere ışık tuttuğunu d üşündüğü m için, Weber' in
ruhsal çöküntüsünün do ğasına bakmayı değerli buluyo rum.

WEBER'İN KARİYERİNİN İŞLEYİŞ DÜZENİ

Weber'in hayatındaki belli başlı o lgulara az önce değindik.


Weber, keten ü reticisi bir aileden gelen bir Alman avukat ve
siyasetçinin en büyük oğlu o l a rak 21 Nisan 1 864 yılında doğ­
muştu r. Aile, Berlin'de yaşamıştır ve burada baba Weber, Al­
man Parlamento sunda [ Reichstag] sanayicilerin çıkarlarını
temsil eden o rta yo lcu bir partinin önemli bir üyesidir. Genç
Max, babasının evinde ço k sayıda önemli po litikacı ve entelek­
tüelle tanışmıştır ve o ldukça erken bir yaşta devletin içindeki­
lerin gelişmiş dünya görüşünü edinmiştir. Birbiriyle çekişen
iki öğrenci birliğine mensup Heidelberg ve Berlin Üniversite­
lerinde hukuk eğitimi almış, askerliğini yapmış ve o rduda
yedek subay o lmuştur. Hukuk diplo ması, Weber'e mahkeme­
lerdeki kariyerini getirmiştir; aynı dönemde akademik pozis­
yo n beklentilerine zemin hazırlayan hukuk ve iktisat tarihi

17
alanlarındaki ileri araştırmalarını sürdürmüştür. (O dönemin
Almanya'sında yüksek yöneti ci sınıflar arasında bu tip huku­
ki, siyas i ve akademik pozisyo nl arın birleşimleri, sıra dışı bir
durum değil d i .) Weber birkaç siyasi dernekte, özell ikle de
so syal refo rml a ilgil enen akademik ekono mistlerin bir derneği
ol an Verein fiir Sozialpolitikte aktif hale gel miştir. Al manya'nın
do ğu (Polonya) sınırında yabancı tarım işçil erinin Al man çift­
çil erin yerine geçmesi problemi hakkındaki araştırmasıyl a
tanınır hal e gel miştir.
1 893 yıl ında Weber, daha sonra Alman feminist ha reketi­
nin l iderlerinden biri olmuş kuzeni Marianne Schni tger'le
evlenmiştir. Bir yıl so nra güney Almanya'daki Freiburg Ü ni­
versitesinde ekono mi pro fesörü olmuştur. 1 896 yılında
Heidelberg Ü niversitesinde siyaset bilimi pro fesörü olmuştur.
Bir yıl sonra babas ı, o ğl uyla[Max] yaşadığı fırtınalı bir tartış­
ma so nrasında ölmüştür. Aylar içerisinde Max, insanların
içerisinde konuşmasını ya da işe gitmes ini imkansız hale geti­
ren ruhsal tükenme durumundan dol ayı kendini has ta his­
setmiştir. Ü niversiteden al dığı bir dizi izin ve çeşitl i sanato r­
yumlara yatma konusundaki başarıs ız deneyimlerinin ardın­
dan, so nunda üniversitedeki pozisyo nunun yanı sıra siyasi
faal iyetlerinden de ayrıl mıştır.
Neredeyse 6 yıl süreyle onu felce uğratan hastal ıktan so n­
ra nihayet 1903 yılında yeniden çal ışmaya başlamış ol m asına
rağmen, sinirsel rahatsızl ığı hayatının büyük bir bölümü bo ­
yunca s ıkıntı vermiştir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmiıı Rıı­
hu 'nu ve çeşitli meto do lojik makaleler yayınlamış ve çalışma­
larının büyük bir böl ümünü yayınl ad ığı derginin editörlüğü­
nü devral m ıştır. Alman So syo loji To pl ul uğu'nun kuruluşunda
ve araştırma projelerinin düzenlenmesinde aktif rol al mıştır.
İ yice gezmiş, çok sayıda dava ve kamusal ihtilafa müdahil

18
olmuş ve sosyal ekonomi üzerine ansiklopedik bir el kitabının
editörlüğünü yapmaya başlamıştır. Kalın bir cilt olan Ekonomi
ve Toplıını'u bu ansiklopedi için yazmıştır. Heidelberg' deki evi
öneml i Alman entelektüeller için bir merkez haline gelm işti r
ve F reud'un bazı radikal takipçileriyle arkadaş olmuştu r.
1 914 yılında 1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlik­
te Weber'in askeri görevlend i rmesi akti f hale gelmiş ve askeri
hastanelere idareci olmuştur. Almanların savaş gayreti gücü­
nü kaybettiğinde, Weber müzakere edilmiş bir barışı gerçek­
leştirmek için yapılan harekette siyasi olarak aktif bir rol oy­
namıştır. Dergisini dold urmak için Çin, Hint ve antik Yahudi­
lik dinleri üzerine olan a raştırmasının sonuçlarını yayınlamış­
tır. Savaş sonunda Kayzer Hük ü meti d üştüğünde oluşan siya­
si çalkantı sırasında, Weber siyasi ün kazanmaya başlamıştır.
Kısa süreliğine, savaş anlaşmasının müzakere edildiği Versay
Barış Konferansı'na ka tılan Alman heyetinin bir parçası olan
ve ortayolcu Alman De mokrat Parti'nin kurul uşu nda akti f
olan Heidelberg'deki devrimci işçiler ve askerler konseyine
seçilmiştir. Yirmi yılı aşkın bir süre sonra ilk defa Viyana ve
Münih üniversitelerinde yeniden ders ve rmeye başlamıştır.
Sol görüşlü devrimciler ve sağ görüşlü mil l iyetçiler arasında
bir orta yol tutturmak için "Bir Meslek Olarak Bilim" ve " Bir
Meslek Olarak Siyaset" gibi konular hakkında güçlü söylevleri
olmuştur ve hem genel ekonomi tarihi, hem de sosyal izm
üzerine dersler vermiştir. Aynı zamanda derleme yazılarını da
yayınlamıştır. Ti.i m bu çalışmalarının ortasındayken aniden
za türreye yakalanmış ve 14 Temmuz 1 920 yılında, 56 yaşın­
dayken ölmüştür.
Dikkat ederseniz, Weber'in hayatının işleyiş düzeni, ya­
şadığı ruhsal çöküntünün etrafında dönmüş görünmektedir.
Ruhsal çöküntüden önceki entelektüel çalışmaları, en azından

19
daha sonra onu meşhur eden sosyoloji çalışmalarıyla karşılaş­
tırıldıklarında görece sönü ktür. Birkaç uzun çalışma yazmıştır;
ancak bunlar, hukuk ve ekonomi tarihinin meseleleri üzerine
uzmanlaşmış akademik çalışmalar ve Polonya sınırında yaşa­
yan tarım işçileri üzerine bir politika çalışmasını -günümüzde
ABD'nin güneybatısında Meksikalı tarım işçileri üzerine yapı­
lacak bir çalışmaya benzeyen- içeren daha geleneksel ça lışma­
lar olmuşlardır. Weber, sosyolojik kavramlar hakkında daha
genel bir biçimde yazdığı ölçüde, daha sonra i fade ettiği fikir­
lerin çoğunu halihazırda oluşturmuş görünmektedir; ancak
bunlar, hiç de hakkında yazmaya değer gördüğü şeylerden
değil lerdir. Öte yandan, yaşadığı çöküntüden sonra Protestan
Ahlakı'nı, entelektüel hayatının yeni aşamasındaki neredeyse
ilk eseri olarak yayınlamıştır. Yaşadığı çöküntüden önce, daha
çok sıradan siyasi ve ekonomik konular üzeri ne çalışmış; daha
sonra dikkatini, ideal tipler, verstelten [ anlama], siyasette ve
bilimde değerler sorunu üzerine yazdığı ma kalelerinde ifade
ettiği gibi d ine ve ideaların rolüne kaydırmıştır. Erken Weber
ortadan kaybolmamıştır, ancak onun bir başka yanı da ortaya
çıkmıştır. Öyle görünüyor ki, eğer ruhsal çöküntü gerçekleş­
meseydi, bildiğimiz ünlü Weberci sosyoloji ortaya çıkmamış
olacaktı.

WEBER'İN RUHSAL ÇÖKÜNTÜSÜ VE


BUNUN NEDENLERİ

O halde Weber' in yaşadığı çöküntü nasıl bir şeydir? Günü­


müzde bu çöküntüyü kesinlikle, psikolojik kökeni olan bir
nevroz olarak görürdük. Weber Freud'un çağd aşıdır, fakat
1 898 yılında göründüğü hiçbir doktor psikoterapi bi lgisine
sahip değildir. Doktoralar tedavi yöntemi olarak Weber'e din­
lenmesini, seyahat etmesini ve banyo, diyet ve fiziksel egzer-

20
sizlerden o luşan bir reji me sahip dağ sanato ryumunda kalma­
sını tavsiye etmişlerdir. B unların hiçbiri iyi gelmemiştir ve
Weber, birkaç yıllığına, daha so nra durumu yavaş yavaş iyi­
leşmeye başlayıncaya kadar, tüm akti f çalışmalarından elini
çekmiş, yarı yatalak hale gelmiştir.
Weber'in sağlığı her zaman mükemmel o lmuştu. Çok ça­
lışkan biriydi ve sınıflarda veya to plantılarda heyecan verici
konuşmalarıyla ve kendisine hayran o lan meslektaşları ve
takipçileriyle bira içip, bitmek bilmeyen konuşmalar yapma­
sıyla bilinen aktif bir so sya l ve siyasi ka tılımcıydı. So run, an­
nesi ve babası arasında ço ktandır devam eden savaşla başla­
m ıştır. Hem siyasi ve ahlaki tutumları açısından, hem de an­
nesinin evi nasıl çekip çevireceği ko nusunda birbirlerinden
farklı o l muşlardır. Geleneksel a taerkil tipin kendine has önem­
li bir adamı o lan baba; karısının kendini o nun taleplerine
adamasının yanı sıra karısından ve ço cuklarından aynı şekilde
ko şulsuz bir itaat beklemiştir. Ço cuklarından birkaçının evle­
nip evden ayrılmasından so nra anne Helene Weber, ço cukla­
rını hangi zamanlarda ziyaret edebileceği ve o rada ne kadar
kalabileceği üzerine ko casıyla tartışmalar yaşamıştır. Baba
Max, ziyaretlerin kendine uygun o lan zamanlarda o l masını
talep etmiştir. 1 897 yazında bu tip bir tartışma, Helene'in kü­
çük Max ve Marianne'i Heidelberg' de planlanmış ziyareti
üzerine patlak vermiştir. So nunda Baba Max o rtaya çıkmış ve
o ğl unun önünde patronluk taslamaya çalışmıştır. Max her
zamanki gibi ezileni savunmanın erdem iyle, öfkeli bir şekilde
annesinin tarafını tutmuş ve babasına; annesinin, babasının
izni o lmadan ziyaretler yapması üzerine bazı haklarını güven­
ce a l tına a lan bir anlaşma yapma konusunda mutabakata
varmazsa babasıyla tüm bağlarını ko paracağını belirten bir
ü ltimato m vermiştir. Baba Max bunu öfkeyle reddetmiş ve

21
o ğl u onu evden atmıştır (mecazen tabii ki). Barışma konusun­
da daha hiç kimse bir şey yapmadan baba Max, kızgın bir
şekil de bir arkadaşıyla birlikte bir yo lcul uğa çıkıp gitmiştir.
Ancak bir mide kanaması sonucu öl müş ve çıktığı bu yo lcu­
luktan sadece bedeni geri dönmüştür.
Helene Weber, o n u hüzünlendiren şeye çok geçmeden
kendini alıştırmış görünmüştür. Max da il k başta çok raha tsız
olmuş görünmemiştir. Fakat kış gel diğinde, kendini sürekli
olarak bitkin hissetmeye başla mıştır. Kendini ateşl i ve gergin
hissetmiştir. Daha önce deliksiz uyku çeken bi riyken o an
uykusuzluk çeken birine dönüşmüştür. Uyku hapları bile az
bir raha tlama vermiş, geçen günler onu rahatsız etmiş ve ça­
l ışmalarına odakl anamaz hale getirmişti r. Ders vermek ona bir
eziyet haline gelmiştir ve dinleyici karşısına daha fazla çıka­
mamıştır. 1 898 kışında hastalığı daha da kötüleşmiş ve fiziksel
sempto mlar göstermeye başlamıştır, Noel ağacını süslemeye
çalışırken kolları ve sırtı felç ol muştur. Sadece seyahat, zihnini
dağıtmasını sağlamıştır. İ sviçre ve İ talya'da turistik yerleri
seyrederek veya bir kol tuğa uzanarak ve hiç bir şey düşün­
memeye çal ışarak çokça zaman geçirmiştir. Bu şekilde geçen
birkaç yıldan so nra nihayet; "kendi alanındaki literatür hariç
her kitabı" o ku maya başlayabilecek kadar iyileşmiştir. Tama­
men kuvvetten düştüğü dört yılın ardından, yavaş yavaş ye­
niden yazmaya başlamış ve nihayet to plantıl ara katıl ma ve
konuşma yapma yeteneğini yeniden kazanmıştır. Fakat yıllar
boyunca üniversitede ders verme düşüncesi, onun için dehşet
verici bir şey ol muş ve genel ol a rak mecburi ol an veya so n
teslim tarihi ol an bir şeyler yazma ko nusundaki herhangi bir
baskı, uykusuzluğunun ve yaşadığı çöküntünün gerginl iğinin
nüksetmesine neden olmuştur.

22
Ne o l muş o labilirdi? Mo dem açıklamaya göre gerginlik
ve tükenmişlik, güçlü bir iç çatışmadan kaynaklanmıştır. Tüm
enetj isi birbirini dengeleyen ve o nu az ço k felce uğratan iki
karşıt güç tarafından kullanılmaktaydı. Aynı zamanda açıkça
görülüyo r ki güçlü bir bastırma vardı; yani Weber'in düşün­
mek istemed iği ama yine de saplantılı bir şekilde onun dikka­
tini kendinde to playan ve o nun başka hiç bir şey d üşünmesine
izi n vermeyen belli düşünceler vardı. Freud'un da belirteceği
gibi; uyuyamaması, bu düşüncelerin rüya fo rmu hal inde o rta­
ya çıkmalarına karşı Weber'i ko ruyo rdu; gündüzleri zihnini
bo ş tutmak için ko ltuğa uzanması d a Weber'in uyanık o lduğu
zamanlar için aynı etkiyi sağlıyordu.
Peki bastırmaya çalıştığı şey neydi? Bu so ruya verilebile­
cek bariz cevap, babasının ölümüne neden o l masından do layı
duyduğu suçluluk hissi o lurdu . Fakat bu açıklama, Weber
herhangi bi r ahlaki suçu serbestçe kabu l etmeye inanan bir
kişi o lduğu i çin yeterli görünmemektedir. Üsteli k, kendi si n­
den daha da ahlakçı b i r kişi o lan ve tartışmaya Weber kadar
dahil o lan annesi, krizin çok geçmeden atlatılması açısından
bir örnek o luşturuyo rdu. Onu pençesinde tutan karşıt ve bir­
birini karşılıklı o larak nötralize eden güçlerin daha fazla analiz
edilmesi gerekmektedir.
Balıasma Karşı Aııııesi11in Ahlaki ve Politik İdealleri: Weber'in
annesi ve babası so n derece farklı ahlaki ve po litik ko numlara
s ahipti ve ikisi arasındaki çatışma, Max' ın kişiliğine güçlü bir
şekilde işledi. Babası o ld ukça nüfuzlu bir siyasetçiydi. Ço k
karizmatik bir kişiliği olmasa da, Reichstag'daki merkezi gidi­
şata ve aynı şekilde Berlin Belediye Teşkilatının idaresi ne da­
h ildi. Ö nde gelen siyasetçilerin yanı sıra elit akademik entelek­
tüeller de babasının evinde to planırlardı ve genç Max, hem
ilkeli so hbetleri hem de günlük po litik dediko dular ve hükü-

23
metteki karar vericilerin plan ların ı duyduğu bir o rtamda ye­
tişti. Max gayet açık bir şekilde babasının kariyeriyle özdeş­
leşmişti ve genel o larak onun politik görüşlerin i paylaşırdı.
Babası, Şan sölye Bismarck'ın So syalistlere ve Kato lik Kilisesi­
n in politi k ayrıcalıkların a karşı yürüttüğü mücadelesin i des­
tekleyen burjuva partisine üye o l an bir Ulusal L iberal' di.
Weber, babasın dan genel olarak siyasetin pratik gerçeklerini
ve taviz verme gereksin imin i öğrendi. Baba Max daha ço k
yumuşak başlı, ken din i beğen miş ve hiç de ahlakçı ol mayan
biriydi.
Annesi çok f arklı bir mizaca sahipti. Dindar f akat teo lojik
açıdan l iberal bir Hıristiyan ailede büyümüştü ve kilisenin
ken din i geleneksel do gma ve törenlerden kurtararak ve ken­
din i yo ksulların ıslah edilmesine adayarak mo dern dünyada
ken d in e bir yol açması gerektiğine son derece in an ı rdı. Ancak
bu şekilde d in siz sosyalizmden kurtulabilirlerdi. Kişisel o larak
gün lü k hayatın her detayın ı ahlak bakımından değerlen dirir­
di. Kocası ev ekono misin i eski patriarkal biçimde yürütürken
ken disi, bağış yapmak ve makbul bulduğu siyasi davasına
vermek için ayak o yunl ar ıyla ve tutumlu bir şekilde davran a­
rak para bulmaya çalışırdı. Ko cası açık bir şekilde o rta yoku,
düzen yanlısı po litikalara bağlı kalırken, Anne Weber, kilisele­
rin liberal kan adından türeyen so syal yardımlaşmaya yönelik
yen i Hristiyan -so syal hareketlerin tarafın ı tutardı.
Her ne kadar siyaset eğitimin i babasın dan devralsa da
Gen ç Max, bu hareketlere annesin in baskısıyla sür ü klen miştir.
1890 yılın da annesiyle birlikte, hem mon arşiyi hem de sosyal
refahı savunan yeni bir parti o lan Pro testan So syal Kon gre'n in
kuruluşuna katılmıştır. B u parti, imparato run geleneksel ikti­
darın ı kullan arak kapitalistlerin ve devrimcilerin benci l çıkar­
ların ı atlatmayı ve so syal refahı yukarıdan geti rerek işçileri

24
Marksizm' den kurtarmayı hedeflemiştir. Max bu birliğin bir
üyesi ve liderlerinden birinin yakın arkadaşı o l muştur. Bu kişi;
karizmatik ve idealist bir vaiz o l an, fakirlerin papazı o larak
anılan Friedrich Naumann'dır. Weber eko no mi ve siyasetin
pratik gerçeklikleri konusun da Naumann' a danışmanlık yap­
mıştır. Pro gramlarına m il liyetçi bir eğilim eklemeleri konu­
sun da Weber, onu etkilemeyi başarmıştır: Bunu sağlayan şey
Max'ın, Al manya'nın kitleler için düzgün bir yaşam yaratacak
araçlara sahip o labi lmesi için, dün yada büyük bir güç o l mayı
sürdürmesinin esas o lduğunu savunmasıdır. Weber'in yapt ığı
uyarı, Kazaklar[Co ssacks] geldiğinde so syal refaha ne o l aca­
ğıdır -bu uyarı, Alman l arın, R usya'dan gelen bir tehdit o larak
gördükleri barbar o to krasiye karşı savunma ihtiyacı duymala­
rına dayanan uzun süreli ko rkunun bir yansımasıdır-.
O halde burada Max Weber'in içinde gerçekleşen o lası bir
çatışma vardır. Annesinin din dar ahlakçılığı, on u n üzerin de
güçlü bir etkiye sahip o lmuştur. Her ne kadar babası siyaset
dünyasında işin i ko laylaştırsa da, siyasi bağlılığın ı annesi
kapmıştır. Hayatı boyunca siyasi kan aatleri, özellikle dindar
so syal-refah yönelimli liberallerin tarafında o l m uştur. Fakat
Weber'in onlardan daha gerçekçi o lduğu ve pratik başarıları­
nın önündeki muazzam engelleri gördüğü de bir gerçektir.
Weber aynı zamanda, geri kalan her şeyin ön ko şulu o lduğu­
nu düşün düğü için, devletin iktidar-prestijini en üst düzeye
çıkaran muhafazakar milliyetçiliğin bir tonunu onların po liti­
kaların a so kmuştur. Daha son ra, Almanya Hükümetin in I.
D ün ya Savaşı öncesinde sahip o lduğu ve savaş süresin ce yü­
rüttüğü po li tikayı eleştirirken Weber'in aşırı gerçekçi bakış
açısıyla eleştirdiği şey; Kayzer'in ve o nun seçtiği po litikacıla­
rın i lişkileri berbat etmesi, Alman ya'yı müttefiklerinden ya­
lıtması ve hiç gerek yokken Amerika Birleşik Devletleri'nin

25
düşmanlarının tarafına katıl masına neden o lmalarıdır. Weber,
a rkadaşları a rasındaki pasifistleri; ahlaki bakış açılarını po liti­
kaya so kan ve kendilerini savunma ko nusund a hiçbir şey
sunmayan gerçekdışı hayal perestler o larak görmüştür. Weber
bir bakıma annesinin idea lizmi ve babasının pratik realizmi
a rasında bir uzlaşma sağlamıştır; annesinin ideal lerini savun­
mayı istese de, po litikada her daim idealist o lmakta ısrar et­
menin, yalnızca mağlubiyete davetiye çıkarmak anlamına
geldiği noktasında babasıyla uzla� m ıştır. I. Dünya Savaşı so n­
rasında mülkiyetsiz ü to pik ko münlerin to plumu yeniden inşa
etmenin yo lu o labileceğine inanan bir grup genç idea list sos­
yaliste söylediği gibi: " İ nanç dağları yerinden o ynatabilir,
fakat çökmüş eko no minin ve sermaye açığının çaresi değildir"
(Marianne Weber, 1926 / 1975: 631 ).
O ha lde Weber'i n i ç çatışmalarından biri muhtemelen
annesi ve babası arasındaki farklılıkların etrafında dönmüştür.
Bu farklılıklar kend ini en ço k siyasette göstermiştir ve bu du­
rum, kendi po litik kariyerinin peşinden gi tmesi ko nusunda
o nun harekete geçmesine engel o lmuştur. Fakat bu fa rklılıklar
kend ini daha da ço k çatışan kişi lik biçimleri şeklinde göster­
miştir. Her ne kadar Max Weber dışarıdan babasına benzese
de içinde annesi hüküm sü rmüştür. Ona d ışarıdan bakan biri
d aha ço k; öğrencilerine emi rler veren ve sonrasında o nlara bir
bira içme yarışması ısmarlayan, iri ve sert bir ataerkil genç;
askeri ünifo rmasıyla ve kardeşlik derneğindeyken aldığı düel­
lo yaralarıyla gurur duyan, kapitalizmin ve güçlü bir Alman
Devleti'nin gerekliliğini savunan genç bir adam görmüştür.
İ çindeyse annesinin kesinti siz ahlaki değerlendirmeleri sağ­
lam bir pozisyon almıştır ve o lası en saf ve en hakkaniyetli
duruşu sergilemesi üzerine bitmek tükenmek bilmeyen bir
çekişme yaşamadan hiçbir şey yapamaz hale gelmiştir; bu

26
du ruş, herkese karşı gösterilen bir çeşit saplantı lı bir soyluluk­
tur. Kişiliğinin i ki tarafı, felç edici bir simbiyozun içine hapse­
dilmiş gibi görünmüştür.
Bastırılmış Cinsellik: Daha açık sözlü davranarak Freudyen
bir açıklama da yapılabilir. Freud'un klasik Oedipus komplek­
si teorisi, her erkek çocukta var olduğuna inandığı bilinçdışı
a rzu larla ilgilenir ve bu arzular; cinsel anlamda annesine sahip
olmak ve baş cinsel rakibi olan babasını öldürmektir. Max
Weber bir bakıma babasını öldürmüştür ve yaşadığı nevroz,
bundan kaynaklanan suçluluğa yoru labilir. Geleneksel
Freudyen teoriye göre, hem cinsel engellemeyi hem de suçlu­
luğu üreten; erkek çocuğun kendini babayla özdeşleştirmesi
ve onu sü perego olarak içselleştirmesidir. Fakat Max'ın d u­
rumunda görünen odur ki; açık a ra daha püriten ve ahlaki
figür olan kişi annesidir ve Max annesinin ahlaki tutumlarını
içsel leşti rmiştir.
Görü ldüğü gibi Helene Weber etkin topl umsal bilinçle
dolu, çok dindar bir kişi olmuştur. C insellik konusunda da
aşırı bir pü ritendir. E vlilik içi cinsel birlikteliği dahi bir günah
ve yalnızca üreme adına gerçekleştirilen bir fedakarlık olarak
görmüştür. Daha genç olduğu dönemlerde, bu yükümlü lük­
ten ku rtu lmak için yaşlılığını hasretle beklemiştir (Marianne
Weber, 1926/ 1975: 30). O halde, zevki seven ve ahlakçı olma­
yan kocasıyla yaşadığı çatışma kaynaklarından birinin, cinsel­
lik olduğu açıkça görünmektedir. Kocasını kontrol edemeyen
Helene Weber, bu durumu oğul larını kontrol etme çabasını iki
misline çıkararak telafi etmiştir: Görünüşe göre Max'ta olduk­
ça başarılı olmuştur. Ü niversite günlerinde ve askerlik hizmeti
süresince hemşerileri akı lları bir karış havada gününü gün
ederken, Max'ın kararlılığını ve saflığını koruduğu görünmek­
tedir. En azından eşinin yoğun hüsnütabir içeren biyografi-

27
sindeki açıklamalarda durum böyledir: Helene Weber, "Her­
hangi bir söz söylemeden -o günlerde hayatın karanlık kat­
manları ve onların tehd itka r sorunları gizli tutulduğundan- ve
sadece varlığının kutsal saflığıyla Max Weber'e sağlam bir
şekilde dürtülerine teslim olmamayı öğretmişti (Marianne
Weber, 1926/ 1975: 9 1 ) .
Max'ın 1 893 (Max 29, Marianne 23 yaşındayken) yılında
evlendiği Marianne'in kendisi de, pek çok açıdan Max'in an­
nesiyle benzerlik göstermiştir. Kendisi de cinsellik açısından
oldukça pü ritendir ve evlilik vazifesinin "ağır fedakarlık"ına
katlanıp katlanamayacağı hakkında kaygılıdır (Marianne
Weber, 1926 / 1975: 1 89). Belli ki bu fedakarlığı gösterememiş­
tir; hiç bir zaman çocuk sahibi olmamasının yanı sıra evlilikle­
ri cinsel anlamda başarısızdır (Green, 1974; Mitzman, 1970).
Fakat Max'ın ebeveynlerinin aksine, bu konu hakkında her­
hangi bir çahşma yaşanmamış görünmekted ir, Marianne ken­
disine tamamen ket vurulmuş bir koca seçmiştir. Annesinin
Max'a, Marianne'i seçmesinde yardım ettiği de söylenebi lir.
Çünkü Marianne, Berlin'e Weberlerde kalmaya gelen Weber
soyağacının daha fakir bir dalından gelen uzak bir kuzendir.
Benzer dini ve ahlaki tutumları paylaşması sebebiyle, Max'la
olan i lişkisi gelişmeden daha önce Max'ın annesiyle yakın
arkadaş olmuştur. Flörtlerinde hemen hiç tu tku olmamıştır.
Marianne, Max'ın kendisine müşfik bir amca gibi davrandığı­
nı belirtmiştir (Marianne Weber, 1926 / 1975: 1 75) . Her ikisinin
de kişisel özelliğinden bekleneceği gibi, Max'ın beş yıl önce
üstü kapalı bir bağ geliştirmiş old uğu hasta bir kuzenine ka rşı
yükümlülükleri konusunda bir takım ahlaki sorgulamalara
sahip olmuşlardır. Sonunda Max, Marianne'e, şaşırtıcı derece­
de şatafatlı, buyurucu ve vaaz veren bir " aşk mektubu" yolla­
yarak evlilik teklif etmiştir. Bu mektu p onların kararlarından

28
"ruhların mücadelesi" olarak bahsetmiş, "berraklık" ve "ağır­
başlılık" talep etmiş ve "ruhla rımızdaki belirsiz ve mistik ruh
ha llerine hayali bir şekilde teslim olmaya müsamaha göster­
memeliyiz" gibi if adeler içermiştir (Marianne Weber,
1926/1975: 1 79). Marianne'e yazdığı başka bir mektupta
Max 'ın "Kendine ne kadar da yaşlı bir bekar alıyorsun, evla­
dım" (Marianne Weber, 1 926/1975: 1 8 1 )demesi sebepsiz ol­
mamıştır.
Freiburg'da bir profesörlük elde etmesi Berlin'deki ai lesi­
nin evinden taşınmasına -o güne kadarki tüm zamanını ai lesi­
nin evinde geçirmişti ve bu du ru m o dönemde olağandı- ve
kend i evini kurmasına olanak sağlamış ve a rdından evlenmiş­
lerd ir. Yoğun bir akademik ve siyasi çalışmaya girişmiştir.
Marianne, Max' ın her gece l'e kadar çalıştığını ve ardından
hemen uyuduğunu belirtmiştir. Bu durum; her ikisinin de
cinselli kten nasıl uzak durduklarını ve sonraki dönemin aksi­
ne Max'ın uyuma güçlüğü çekmed iğini göstermektedir.
füıbasıyla yaşadığı tartışma ve a rdından ortaya çıkan çö­
küntü bu rutinden dört yıl sonra gerçekleşmiştir. Marianne,
Max'ın yoğun çalışma temposu haricinde oldu kça mu tlu ol­
duklarını belirtmiştir. Öte yandan Marianne, cinsel gerilime
dair herhangi bir işareti açık edecek ya da iti raf edecek bir
insan ol mamıştır. (700 sayfalık biyograf isinde a ralarında ça­
tışmanın yaşandığı tek bir hadisenin, h a tta anlaşmazlığın ol­
duğunu itiraf etmemiş, aralarındaki il işkiyi mükemmelen
huzurlu bir ilişki olarak tarif etmiştir.) Ancak çöküntünün
altında yatan kuvvetin, cinsel gerilim olabileceğine dair bir
varsayım akla yatkındır. Max, annesinin babasına karşı yürüt­
tüğü uz un süreli gerilla savaşında her zaman annesinin tarafı­
nı tu tmuştur. Elbette hiç bir şekilde dile getirilemeyecek bir
şey olsa da, aralarında süren bastırılmış cinsellik üzerine olan

29
temel savaşın b ilincinde olmuş olabilirdi. Babası cinsel özgür­
l üğü temsil etmiştir (büyük ihtimal le, ayrıca bir metresi vardı
ya da hayat kadınlarıyla görüşürdü. Bu durum, bu dönemdeki
birçok kadının, Helene Weber' in püritenliğini paylaştığı
Viktory a Dönemi için iyi bilinen bir olguydu), fakat annesi
özellikle cinsellikle ilgili tü m meselelerde şiddetli bir ahlakçı
olmuştu r. Dolayısıyla Max, aile bağlarının kopmasının şokuy­
la birlikte babasının ölümünün gerçekleşmesine katkıda bu­
l unduğunda; annesinin tüm ahlakçı taleplerinden yana du ra­
rak babasının temsil ettiği sağlıklı şeyleri, yani normal insanla­
rın sahip olduğu cinsel isteği, kesip attığını fark etmeye baş­
lamış olab ilirdi. Max bununla da kalmayıp, babasını öldürme­
sine yardım eden ve hatta bununla ilgili hiç bir suçluluk duy­
gusuna sahip olmayan püriten annesine karşı kolaylıkla bilin­
çaltında b i r isyan ve hatta bir nefret gel işti rmeye başlamış
olabilirdi. Belki de düşünmeye katlanamad ığı, geceleri onu
uykusuz bırakan ve gün içerisinde hiç bir şey düşünmemeye
çabalamasına neden olan şey, bıı idrakti.
Diğer bir dolaylı kanıt bu yorumu desteklemekted ir.
Çünkü Max'ın aslında gayri meşru ilişkiler yaşamaya başladı­
ğını, bu ilişkiye dahil olan kadının on larca yıl sonra bunu ifşa
etmiş olması sayesinde biliyoruz. Buradaki baş karakter,
avangard çevrelerin b i r mensubu olan Else von R i chthofen
olmuştu r; Else'nin kardeşi Frieda da, İ ngiliz erotik romancı D.
H. Lawrence ile ( 1 9 1 2 yılında) evlenmiştir. 1 907 yılında başla­
yan i lişk i leri birkaç yıl sürm üştür ve görünüşe göre bu dönem,
Max'ın kendisinden daha genç isyankar entelektüellerle tanış­
tığı döneme denk gel miştir. Bu yıllar, tam da Max'ın enerjisini
geri topladığı, iddialı projeler formüle etmeye başladığı ve
kamusal ih tilaflara dahil olduğu yıllar olmuştur: Sanki onu
hayata geri döndüren cinselliğini yeniden keşfetmesi olmuş-

30
tur. Fakat aynı z amanda önem li olan diğer bir husus; Max' ın,
Else von R ichthofen ile ilk defa 1 897 yılında tanışmış olması­
dır, bu yıl babasıyla kavga ettiği ve ruhsal çöküntüsün ün baş­
ladığı yıl olmuştur.
Else, Max'ın üniversitede verdiği derslere katılan bir öğ­
renciydi. Gün ümüz bakış açısıyla bu durum kulağa gayet
sıradan gelmektedir, ancak o dönemde bir kadın ın ün iversite­
de öğrenim görmesi büyük bir olaydı. Feministler, Alman
kadınlarının üniversitelere katılma ve kariyerlerini sürdürme
ha kkını talep etmeye daha yeni başlamışlard ı; o zamana kadar
sadece faki r kadınlar çalışırdı ve saygın sınıflara mensup her
kadının hedefi evlen mek ve evlerini idare etmekti. Başlarda
Weber, kad ınlara ka rşı cen til mence ama küçümseyici (mek­
tuplarından yapılan yukarıdaki alıntılara bakınca görebi lece­
ğimiz gibi) bir tutuma sahipti; fakat eşi güçlü bir feminist ha­
line gelince, o da eşinin izinden gi tti ve feminiz min kararlı bir
savunucusu haline geldi. N i tekim Marianne için üniversitede­
ki konumunu kullanarak kad ın öğren cilere dair engelin aşıl­
masın ı sağladı ve Else von R ichthofen ve Mariann e on un ders­
lerine birlikte katıldı (Marianne Weber, 1926 / 1975: 229). Bu­
rada iron i k olan, bu dön emde Max'ın kadın lara karşı erotik
an lamda ilgisin in ilk defa uyan mış olmasıdır. Else ise, Max'ın
eşin in feminist bir arkadaşı olmasın a rağmen, çok daha a tılgan
bir insandı ve a rkadaşının püriten eğilimlerini paylaşmıyordu.
Dolayısıyla Max ' ın babasıyla restleştiği z aman, pekala Max'ın
erotik hayatının uyan dığı dönem olabilirdi. Bu dönemde her­
hangi bir şey gerçekleşmiş olsa da olmasa da (ben olmadığına
inanma eğilimindeyim) bu kadın, daha son ra Max'ın bir ilişki
yaşamış olduğu kadın dı. Annesi adına yaşadığı patlaman ın da
gösterdiği gibi, kendi ahlakçı eğilimleri de kuşkusuz z i rve-

31
deydi ve dolayısıyla hastalığının kaynağı olan karşıt güçler
arasındaki felç edici çatışmayı kurdu.
Bu yorumla tuta rl ı bir şekilde, Weber'in hastalığı hayatı­
nın daha sonraki döneminde azalmıştır. Eşinin ve annesinin
halihazırdaki baskıları geri plana düşmeye başladığında kendi
başına uzun yolculuklara çıkmaya başlamışh r. (Muhtemelen
bu durum cinsel ilişkilerini yaşama olanağı sağlamıştır.)
Marianne Weber, kend i kitaplarını yayınlayan, konuşmalar
yapmaya ve düzenlemeye girişen başarılı bir femin ist lider
haline gelmeye başlamıştır. Daha sonra, 1. Dünya Savaşı son­
rası kadınlar oy kullanma hakkını kazandığında, Baden (Al­
manya'nın güneyi) Eyaleti yasama meclis temsilcisi seçilerek
Almanya'da kamu hizmetine seçilen ilk kadın olmuştur. Do­
layısıyla Marianne'in bağımsızlığının yükselişi, Max'ın psiko­
lojik bağımsızlığına katkı sunmuş olabilir. Else von Richthofen
de çok uzaklarda olmamıştır. 1902 yılında Weber'in bir arka­
daşı ve aynı zamanda edi törlü ğünü yaptığı dergi olan Archiv
fiir Sozialwissenschaft (Sosyal Bilim A rş ivi) nin çıkarılmasındaki
'

iş ortağı Edgar Jaffe ile evlenmiştir. Max'ın karmaşık bir bi­


çimde gel işmiş olan ahlaki soru mluluk duygusunun ve bir
arkadaşının eşiyle dost hayatı yaşamış olmasının, ona büyük
bir sıkıntı vermiş olduğu düşünülebilir; fakat işin aslı, sonuç
bunun tam tersi şeklinde olmuş görünmektedir. Bu durum da,
Weber' in nevrozunun, annesi ve eşi tarafından sü rdürülen
zorunlu bir aşırı bastırma modelinin ardından, cinsel özgürlü­
ğünün uyanma mücadelesi olduğunu söyleyen yoruma uy­
maktadır.
İ ronik olan; ne Marianne'in muhtemelen ne de Max'ın
hayatlarında ne olup bittiğini bilinçli bir şekilde fark etmeseler
de, bu konulardan bazılarının hayatlarında görünür bir şekil­
de kendini göstermiş olmasıdı r. Max'ın aktif olarak sosyal ve

32
entelektüel hayata yeniden dahil olmaya başladığı 1 906 yılı
civarında ve sonrasında, kendi çevreleri cinsel özgürleşme
konusuna ciddi bir biçimde ilgi duymaya başlamış, hatta bu
konuyu takıntı haline getirmiştir. Buna bir ölçüde Freud'un
etkisi neden olmuştur. 1 900 yılında Diişleriıı Yorıımu kitabının
yayınlanması Freud'u meşhur etmiştir ve yirminci yüzyılın ilk
yılları, cinsel lik üzerine i lk büyük teori k çalışmasının yayın­
landığı dönem olmuştur. Viktorya çağı parçalanıyordu ve
İ ngiltere ile A lmanya, cinsel özgürleşmenin gerçekleştiği esas
yerlerdi (Amerikan yazar F. Scott Fitzgerald, 1 . Dünya Savaşı
sırasında Amerika'da yaşanan benzer parçalanmanın tasvirini
yaptıktan birkaç yıl sonra meşhur olmuştu r.). Feminist hareket
de bu özgürleşmeyle bağlan tılı olmuştur. Marianne Weber
gibi pek çok eski feminist, uç püritenler olsalar da, hareketin
gelenek dışı yapısı ve kadınların kamu işlerine girişi, saygınlı­
ğa dair eski fikirlerin bir yeniden düşünüm sü recine uğradık­
ları anlamına gel miştir. Dolayısıyla gerek Marianne'in femi­
nist arkadaşları gerekse Max'ın entelektüel bağlantıları, erotik
özgürleşme meselesini kendi evlerinde tartışmaya açmışlardır.
Marianne'in tarif ettiği gibi o ve Max bu konuda hemfikir
olmuşlardır. Daha genç a rkadaşla rını d inlemeyi ve tartışma­
larda yer almayı i steseler de onların tu tumu, geleneksel ev lili­
ğin ku tsallığını ve cinsel liğe yönelik geleneksel kısıtlayıcı tu­
tumu savunmaktan yana olm uştur. Bilindiği gibi evlil iklerin­
de cinselliğin olmayışı ve biraz ironik de olsa belki kendi pra­
tiklerinin aşırı doğasının bir miktar farkında olmala rı, "onlar­
dan daha zayıf" ve cinselliğe dair kusurlara sahip insanları
bağışlamaya razı olacak kadar tutumlarını yumuşatmalarına
neden olmuştur (Marianne Weber, 1 926 / 1975: 371-389).
Max'ın bu konuda kendini nasıl hissettiğinden emin olamayız.
Radikal genç bir Freudyen olan Dr. Otto G ross, Weber'i n der-

33
gisine bir makale gönderdiğinde, Webcr bu makaleyi yayın­
la mayı reddetmiş ve doktriniyle ilgili şiddetli bir kınama
yazmıştır. Weber şöyle bi r tartışma yapmıştır: Diyelim ki
Freu d'un yöntemleriyle cinsel "suistimal"e dair uzun süredir
bastırılan bazı anı ların geri get iri lmesi başarıldı; bir kişi, yap­
tığının ahlaki sorumluluğunu al madığı sü rece bu durum bir
insana nasıl yardı mcı olabilir? (Ma riannc Weber, 1926 / 1975:
379 ) Diğer bir deyişle Weber, Freud'un asıl fikrini tamamen
ıskala mıştır: Tam da bu ahlaki sorumluluk; her şeyden önce
bastırmaya ve nevroza neden olan, süperegonun suçl uluk
duygusu yaratan baskısıyd ı.
Ancak, her ne kadar Weber, entelektüel ve kişisel olarak
açıkça kendisinin de muzdarip olduğu bastırmanın dinamik­
lerini kavrayamamış olsa da, kendi erotik hayatı için pra ti k bir
nıodus vivendi [yaşama biçimi] geliştirmiştir. Ma rianne "norm­
suz erotizm"in yeni ideallerine karşı daha anlayışlı bir tu tum
geliştirmeye başladıklarını fark etmiştir; bu sadece sevilen bir
konuşma konusu olmamıştır, aynı zamanda tekeşlil iğin en
iyiyi temsil ettiğini düşünmelerine rağmen bunun herkese
dayatılamayacağında da mutabık olmuşlardır. Max tati linin
çokça zamanını İ talyan A lpleri'nde yaşayan radikal entelektü­
el toplu luk arasında geçi rmiştir. Marianne' in gözünde Max,
sadece onlara koruyuculuk yapıyor ve polisle aralarındaki
hu kuki işleri yoluna koyuyordu. Örneğin Max, devlet bir
anarşistle birlikte yaşadığı gerekçesiyle çocuklarını elinden
almak istediğinde, Freudyen makalesini reddettiği Otto
Gross'un eşine, çocuklarının velayetini a lması için yardım
etmiştir (Marianne Weber, 1926/ 1975: 486-487). Max muhafa­
zakarlığına rağmen siyasetteki radikal bağlantıla rını sürdür­
müştür. Almanya 1 . Dünya Savaşı'nın sonunda devrimi yaşa­
dığında, genç devrimci pasifist arkadaşlarının hapisten çıkma-

34
sına yardım etmiş ve birçok davada onların lehine şahitlik
yapmıştır. Max'ın, bu çevrelerin cinsel özgü rlüğünde gelişti­
ğini söylemek daha akla yatkın olsa da, Marianne tü m bunları
onun özünde olan mertliğine vermiştir.
Marianne, Max'ın "günah işleyen" kişilere karşı üstünlük
taslayan bir ahlaki tutum sergilemeyi reddetmesinden etki­
lenmiştir. Marianne, Max kend i günahla rından bahsettiğinde,
kendisiyle evlenmek için hasta sevgi lisini terk etmesinden
kaynaklanan eski bir suçlulu ktan ya da babasının ölü münden
duyduğu suçlu luktan bahsettiğini düşünmüştür (Ma rianne
Weber, 1926/ 1975: 389). Ancak bu körlük ya da rasyonelleş­
tirme her neyse, Max'ın normale benzer bir hale gelmesini
sağlayan bir yaşam biçimi geliştirmişlerdir. Bu durumun ente­
lektüel sonuçları da olmuştur; iş, aile sosyolojisi üzerine yaz­
maya geld iği nde, içinde büyüdüğü duygusal Viktorya Döne­
mi ideolojisinden düşünülebi lecek ölçüde uzakta bir konuma
gelmiştir. Onun a i le sosyoloj isi, evli l iğin acımasız bir cinsel lik
ve ekonomi ilişkisi olduğu ve duygusa llığın bu durumu ancak
nadi ren gizled iği; çatışmanın, erkek ta hakkümünün silahları­
nın ve cinsiyetler arası savaşın real ist bir analizidir.
Politik Kariyerine Karşı Eıı tclektiiel Kariyeri: Weber'in yaşa­
dığı çökün tüye dahil edilmesi gereken üçüncü bir faktör var­
d ır. Gençlik dönemi, siyasi ve akademik olmak üzere, iki al­
terna tif kariyer arasında geçen bir mücadele olm uştur. Yaşa­
dığı çöküntü sonucu ikisinden bi rden elini çekmiştir ve bu
durum, daha önce önemsiz bir uğraş olarak gördüğü entelek­
tüel ça lışmalar yapmasıyla sonuçlanmıştır.
Weber, erken yetişkinlik döneminde tamamen kamu işle­
rinde aktif bir kariyer sahibi ol mayı beklemiştir. Sadece hu kuk
eğitiminde babasının ayak izlerini takip etmekle kal mamış,
aynı zamanda enerj isini ağırlıklı olarak aktivist siyasal b irlik-

35
ler için yazdığı ve politik reform meseleleri (göçmen emeği
sorunu, borsa)üzerine olan ayrıntılı raporlara vermiştir. Ü yesi
olduğu Protestan Sosyal Grup, ona geleceğin pol iti kacısı gö­
züyle bakmıştır ve Max'ın kendisi de üniversitede hukuk ve
ekonomi eğiti mi alırken ürettiği akademik çalışmalarını, sade­
ce uygun bi r siyasi pozisyonun açıl masını beklerken boş za­
manlarını değerlendirmenin bir yolu olarak görmüştür
(Marianne Weber, 1926 / 1 975: 1 62-1 64). Fakat sorun tam da bu
olmuştur. Weber'in aktif olduğu Hıristiyan-refah grubunun, o
dönemde Alman parti politikalarındaki gelgitler arasında
düşük bir başarı şansına sahip olmuştur ve Max bunu iyi bile­
cek kadar gerçekçi biridir. Kendi annesi, gamsız bir şekilde
siyasi gerçekleri önemsememiştir. Daha önce birçok kez Al­
man Parlamentosunda [Reichstag] koltuk elde etme deneme­
sinde başarısız olmasına rağmen, kocasının ölüm ünden sonra
aile parasını Naumann("fakirlerin papazı")'ın seçim kampan­
yalarını desteklemek için kullanmıştır (Marianne Webto'r, 1 926
/ 1975: 223). Alman pol itikası, Ma rksist sosya listler ve sağcı
partiler arasında keskin bir şekilde ayrıldıkça, babasının daha
muhafazakar olan Ulusal Liberal Partisi de gerilem iştir.
Böylece Weber, istediği için değil, siyasetin kendisini bir
yere götürmeyeceği sırada ona pozisyon açıldığı için öyle ya
da böyle akademik bir kariyere sü rü klenmiştir. Onu, ahlaki
açıdan makbul bu ldu klarının tarafında ol maya sü rükleyen
annesiyle, daha az esinlense de, tu tu mları her zaman Max'a
daha rasyonel gelen, soğukkanlı bir siyasetçi olan babası a ra­
sında bir baskı hissetmiş de olabilir. Yaşadığı çöküntüde önce,
1 897 baharında, Parlamentoda bir koltuğa(fakat babasını n
partisinden b i r Liberal olarak) adaylığını koyması için bir tek­
lif alm ıştır (Ma rianne Weber, 1926 / 1 975: 224). Max bunu red­
detmişti r. Siyaset yolu; gerek nesnel koşullar gerekse onun

36
gerçekçi olmayan ü topik konumlara bağlı kalmasını sağlayan
annesinin baskısı tarafından kapanmış görü nmüştü r.
İşin gerçeği, Weber muh temelen çok iyi bir siyasetçi ol­
mazd ı. Siyasetin esasını son derecede iyi kavramış ve siyasi
yazılarında taviz vermez ah lakçılığın genellikle felakete bir
d avet olduğunu her zaman kabu l etmiş olsa da, yine de kişisel
davranışlarında her za man en aşırı ahlakçı duruşu sergilemiş­
tir. 1908 yılında halka dönük etkinli klere geri döndü kten son­
ra, gazetelerde ve mahkemelerde yer alan bir takım ihtilafa
m üdahil olmuştur. Her seferinde, iyi bir nedenle başlamış ve
sonrasında bunlar itha m ve karşı lıklı su çlamalar silsi lesine
dönüşmüştür (Marianne Weber, 1 926 / 1 975: 408-449). Bir ga­
zete, eşinin feminist hareketi hakkında aşağılayıcı bir yazı
yazdığında, eşine bir cevap hazırlamasında yardımcı ol muş,
sonrasında, neticede referans verildiği iddia edi len isimsiz bir
profesörün kimliğine dayanan bir iftira davasımı müdahil
ol muştur. Weber tipik bi r şekilde, tam bu iftira davasını kaza­
nacağı sı rada; d üzenbazlık yapmaktan dolayı yakalanmış olan
d iğer taraftaki profesörün mahkeme kararıyla ezilmesini iste­
mediği için fikrin i deği ştirmişti r. Başka bir vakada, bir pasifis­
tin sorgu lanan düşünceleri uğru na Weber bir üniversite gö­
revlisini sert bir şekilde eleşti rmiş ve kendini bir davanın için­
de bulmuştur -ki üstelik Weber pasifizme karşıydı!-. Weber'in
ed itörlüğünü yapacağı bir siyasa l ekonomi el kitabının yeni
baskısı nın yayınlanması üzerine çirkin bir hukuki çekişme
dahi pa tlak vermiştir. Görünüşe göre ed itörl ü k konusunda
pas geçi lmiş olan başka bir profesör; uzun sü re önce ölmüş
olan eski baskının ed i törünü n yaşl ı varislerini devam eden
telif hakkından mahrum bırakacağı gerekçesiyle dava açmış­
tır. Dava absürttür, fakat en nihayetinde Weber onu kılıçla
yapılacak bir d üel loya davet etmiştir (bu gerçekleşmemiştir).

37
Weber'in çağdaşlarının, onu modern dünyaya sıkışmış bir
ortaçağ şövalyesi olarak görmesi boşuna deği ld ir.
Kısaca Weber siyaset konusunda her ne kadar entelektüel
açıdan daha iyisini bilse de, pratikte annesinin savunduğu
aşırı ahlakçı yol dan gitmiştir. Akademik dünya onun için
şüphesiz daha iyi bir yer olmuştur, fakat onun istediği bu
değildir. Karizmatik bir öğretim görevlisi olsa da ders vermeyi
her zaman bir yük olara k görmüştür. Benzer çatışmalardan
bazıları burada da ortaya çıkmıştır. Değerden arını klık (value­
freedom) doktrinine sıkı biçimde bağlı olmuştur: Buna göre
akademik çalışma siyasetten üstün olma lıdır ve bir profesör
öğrencilerine fikir aşılamaya çalışmaktan kaçınmalıdır. Ancak
pek de kendi öğüdüne uygun bir biçimde yaşamamıştır. İ lk
üniversite görevini yaptığı Freiburg'daki açılış konuşması, siya­
si öncelikler üzerine son derece mil liyetçi bir açıklama idi. 1 .
Dünya Savaşı sonunda, yıllar sonra Münih Ü niversitesinde ders
vermeye geri döndüğünde, güncel siyasal durum hakkında sert
eleştiri yazıları kaleme almak için derslerine birkaç sefer ara
vermiştir. Bir profesörün değerden bağımsız olması gerektiğine
dair ahlaki inancı ve eşit derecede güçlü olan siyasi olarak doğ­
ru bulduklarını ahlaki bakımdan değerlend irme eği limi, onun
için her zaman bir gerilim oluşturmuştur. 1 897 yılında yaşadığı
çöküntüden sonraki yıllarda, bu gerilim onu kelimenin tam
anlamıyla konuşmaktan tamamen alıkoymuştur.
Nevrozu, hem poli tikayı hem de akademiyi bırakmasını
sağlayacak mazereti vermiştir. Aslında eğer Freud' un, bir
nevrozun bir kişiyi baş etmek istemediği bir durumdan çıka­
rarak pratik bir problemi çözdüğüne dair doktrini doğruysa,
Weber'in yaşadığı çöküntü, kariyer çatışmasındaki her iki
taraftan da kaçınması için ideal bir yol olmuştur. İ yileşmekte
olduğu yıllarda dahi ka tlanamadığı tek şey, son tesli m tarihle-

38
ri veya baskı altında çalışmak olmuştur. Zihinsel boşluk yılla­
rının ardından yeniden okumaya başladığında, okudukları
"kendi alanındaki çalışmalar hariç her şey" olmuştur. Oku­
dukları; Antik Dönem tarihi, Doğu ve Ortaçağ dinleri ve daha
sonra sa nat, felsefe ve müzik ve kü ltür tarihine ait olmuştur.
Elbette bu konu lar, sosyolojisinde incelediği ve onu meşhur
eden konulardır. Fakat Webcr'in kendisi, bu ça lışmalara hiçbir
zaman çok cid di çalışmalar gözüyle bakmış gibi görünmemiş­
tir. Her ne kadar biz bunları sa f akademik konular olarak gör­
sek de, Wcber'e göre kendisinin akademik uzmanlığı, ekono­
mi ve hukuka dair sorunla rın dünyevi, pratik anal izi olmuş­
tur. Daha sonra, Alman Sosyoloji Derneği'nde aktif hale gele­
cek kadar iyileştiğinde, önerdiği ve belli bir ölçüde yürüttüğü
a raştırma lar, onu meşhur eden tarihi alanlardan bir hayli
uzaktır. Bunun yerine fab rikada çalışmanın işçilerin hayatı
üzerindeki etkilerine, popüler basının ve sosyal kulüplerin
kitlelerin siyasi bilinçleri üzerindeki etkilerine il işkin -hepsi
makbul, gündemde olan, reforma yönelik meselelere il işkin­
pratik bilginin elde edil mesi gerektiğine inanmıştır. Weber'in
baskın "sağlıklı" zihinsel durumu yalnızca annesinin i lgilen­
diği türden pratik topl umsal meseleleri ciddiye almış gibi
görünmektedir.
Sosyoloj inin şansına, yaşadığı çöküntü Weber'i, onun da­
ha "gelgeç" entelektüel ilgi lerine, özellikle de din ve uzaklar­
daki egzotik toplu m lara yönelik ilgilerine yönel mesini sağla­
mıştır. Sorumluluk duygusu da bu konuda katkıda bulunmuş­
tur. 1 903 yılında Arclıiv'in ed itörlüğünü yapmak konusunda
a rkadaşlarına katıl mayı kabul etmesinden sonra, dergiye ma­
teryal sağlaması gerektiğini düşünmüştür. Protestan Ahlakı ve
metodolojik makalelerinin yanı sıra dünya dinlerine dair diğer
çalışmalarını da bu dergi için yazmıştır. Bunun üzerine, aynı

39
za manda bir arkadaşı olan derginin yayıncısı, onu siyasal
bilimler ansiklopedisini derlemeye ikna etmiştir. Yazı verecek
birkaç kişi yükümlül üklerini yerine getirmed iğinde, Weber
eksik yerleri doldurması gerektiğini düşünmüştür. Bunun
sonucu olarak onun katkıla rı, sosyoloji üzerine çok ciltli bir
esere, Ekoıımni v e Toplum'a dönüşmüştür. Kendisinden sonra
gelen sosyoloji için bu çalışma, onun başyapıtı olsa da, Weber
için bu çalışma, yalnızca bir görev ve asıl ilgisinin küçük bir
performansı olmuştur. Hint d ini ve antik Yahudilik üzerine
olan ünlü çalışmaları da, I. Dünya Savaşı sırasında müzakere
edilmiş bir barışı getirmek için verdiği beyhude siyasi çabaları­
na, bir süre ara vermek için yazdığı raporlar olmuşlardır
(Marianne Weber, 1 926 / 1975: 570, 593). (Yahudilik üzerine olan
ki tabı diğer kitaplarına göre dine dair daha fazla siyasi yoruma
yer veriyorsa, bunun nedeni kısmen, böylesine bir siyasi atmos­
ferin ortasında bu kitap üzerine çalışmış olmasıdır.)
O halde entelektüel açıdan Weber, çok yönlü bir figür
olarak ortaya çıkmıştı r. Kişiliğinin bir tara fı, yalnızca mevcu t
uygulamanın dünyevi ekonomik meseleleri üzerine ça lışma­
nın daha uygun olduğuna inanmıştır. Diğer tara fıysa, tarihi ve
dini karşılaştırmanın en uzak alanları üzerine çalışmayı sev­
miştir. Her ne kadar asıl dehası burada ya tsa da, haya tındaki
rastlantılar bunu mü mkün kıl mad ığı (ya da tarihi bir ders ya
da bir el ki tabı hazırlamak için bir talebi karşılaması gerekme­
diği)sürece bunu hiçb i r zaman yapamamıştır. Nevrozunun
iyileştiği, genç bohem entelektüeller arasında yaşadığı ve on­
larla ilişki içine gird iği yıllarda, kişiliğinin sanatsal tarafını ara
sıra şımartmıştır. 1 9 1 1 yılı civarında modern sanata, müzik
performanslarına merak salmış ve ti.i m sana t dallarını kucak­
layan bir sosyoloji yazmayı planlamıştır (Marianne Weber,
1 926 / 1 975: 496-500). Aynı zamanda Rus roman yazarı Tolstoy

40
üzerine bir kitap yazmayı planlamıştır. Weber bu ki tabın,
yaşadığı en özel deneyi mlerin sonuçlarını içereceğini beyan
etmiştir (Marianne Webcr, 1 926 / 1 975: 466). M uhtemelen,
Tolstoy'un tanınmış bir önderi old uğu ve entelektüel a rkadaş­
larını cinsellikle birlikte, heyecanland ıran pasifizmin ahlaki
meselesini ele alacağından bahsetmiştir. Tolstoy' un en ünlü
kitaplarından birinin aldatmayı anlata n bir roman olan A1111a
Kare11i11a olduğu düşünülürse, bu kitapla birlikte belki de bize
cinsel ahlak ha kkında Webcr' in kendi ifşaatı sunu lacaktı. Fa­
ka t Weber'in bu haya li hiç bir zaman gerçekleşmemiştir. Bu
sanatsal ilgi, sadece müzik sosyoloj isi üzerine yazd ığı kısa bir
ci ltte karşımıza çıkmıştır. Fakat yine de, sanatsal kaygısı onun
genel sosyoloj ik görüşüne bir şeyler katmıştır. Görüleceği
üzere Weber'i n üzerinde durduğu ana konulardan biri, dünya
tarih inin ve özellikle modern dünya tarih inin kültürel anlamı­
na dair bir ilgi altında toplanabi lir.

WEBER'İN ÇO KYÖNLÜ ENTELEKTÜEL KİŞİLİGİ

Webcr'in kişil iğinin sı rrım çözmemiş olabili riz. Fakat mesele­


nin, yaşadığı ruhsal çöküntüyü, onun en güçlü entelektüel
karakteristiği olan çokyönlülü ğünün bir anah ta rı ya da en
azından bir sembolü olarak görmek olduğunu gösterdiğimi
umuyoru m. Nevroz, özelli kle de onun yaşadığı felç edici tip­
teki nevroz, güçlü ka rş tt kuvvetler arasındaki bir çatışmadır.
Gördüğümüz gibi Weber, bunun gibi sayısız çatışmaya maruz
kalmıştır. Bu çatışmalar onu kişisel olarak güçten düşü rse de
bunlar, önemsiz ça tışmalar dPğil, dünyasındaki ana kuvvetle­
rin bazılarının yansıma ları olmuştur. Karşıt siyasi ve ahlaki
tutumlarıyla birlikte annesi ve babası, modern uygarlığın bir
takım ana karakteristiklerini temsil etmişlerdir. Weber'in ça­
lışmala rının kendine özgü bir karakteri vardır, çünkü hem

41
babasının burjuva siyasal gerçekçiliğini hem de annesinin
Protestan savaşımını barındırı r. Weber'in annesinin yanı sırn
ailesinin geri kalanının geçmişi (çalışkan iş insanları), onun
için püriten ahlakçılık ve çalışkan kapitalizmin doğası arasın­
daki bağlantıyı bizzat ortaya çıkarmış olmalıdır.
Benzer şekilde cinsel özgürl ük ve cinsel bastırma arasın­
daki mücadelenin yanı sıra feminizm ve modernizmin yükse­
lişi de Weber için soyut entelektüel meseleler olmamıştır.
Weber bunla rın ortasında olmuş ve kişisel bir bedel ödemiştir.
Sadece modern aile ve modern kültüre karşı değil aynı za­
manda buna bağlı olarak tarih boyunca toplumlara karşı bakı­
şı da, haya tının öneml i kişisel boyutlarını idrak e tmesinden
ortaya çıkmıştır. Siyasi kariyer ve a kademik hayat, eylem ve
düşünce arasındaki çatışma Weber'e, her iki tarafın hem sırla­
rını hem de zayıflıklarını açığa vuran bir bakış açısı ve her iki
tarafa karşı bir mesafe kazand ı rmıştır. Weber hakikaten birbi­
riyle çarpışan kuvvetler arasındaki bir pota olmuştur ve
çokyönlü entelektüel çalışmaları bunun ürünü olmuştur.
Weber'in entelektüel açıdan başarılı olmasına katkıda bu­
lunan muazzam sosyal avantajlara sahip olduğu da söylenebi­
lir. Daha çocu kluğundan beri zamanının büyük entelektüelle­
rini tanımıştır. En saygın Alman tarihçi ve felsefeciler babası­
nın evinde buluşmuştur. Ü niversitede eğitim görü rken, kendi
alanına uzak olan alanlarda bile, en ünlü profesörlerin tü­
münden ders almayı adet haline geti rmiştir. Bu durum elbette,
dünya tarihi hakkındaki geniş bilgisinin ve başyapıt seviye­
sinde nasıl yazı yazılacağına dair sağlam bir hisse sahip olma­
sının kaynaklarından biri olmuştur. Büyük tarihçi Theodor
Mommsen, Max'ın doktora tez savunması sırasında onu varisi
ilan etmek adına orada olmuştur. Mommsen aynı zamanda bir
aile dostuydu ve onun oğlu, Max'ın kız kardeşiyle evliydi.

42
Dolayısıyla, bizim şu anda onun ana çalışmaları olduğunu
düşündüğümüz eserleri yayınlamasından önce da hi, seçkin
bir akademik pozisyon elde etmesi adına Weber'in önünün
açık olması şaşırtıcı bir duru m olmamıştır.
Weber aynı zamanda bilgili meslektaşlarla birlikte olma­
sından dolayı da şanslı olmuştur. Her ne kadar kendisi, bir
muhteşem özgünlük düşünü rü olsa da bazı fikirleri diğerle­
rinden alınmıştır. " İ deal tip" doktrinini Weber meşhur etmiş­
tir, ancak bu kavram ilk defa, Weber'in Heidelberg'den bir
arkadaşı ve meslektaşı olan hukuk a lanındaki bir bilim insanı
olan Georg jell inek tarafından ku llanılmıştır (Marianne
Weber, 1 926 / 1 975: 496-500) . Metodolojik yazılarında Weber,
Freiburg Ü niversitesi'nden bir arkadaşı ve meslektaşı olan
filozof Heinrich Rickert' ten (laf arasında, Weber' in babasının
arkadaşı olan diğer bir Berl inli pol i tikacının oğl u) fazlasıyla
etkilenmi ştir. Weber'in meşh ur dini kariznııı incelemesinin
orijinal kavramı da, bir Heidelberg teoloğu olan ve bi r dönem
Weber'le aynı evde farklı daireleri paylaşan Ernst
Troel tsch' den alınmıştır. Weber entelektüel çevresinde her
zaman çağdaş düşünü rlerle karşı karşıya gelmiştir ve bu du­
ru m, kendini modern düşü ncenin merkezinde tu tmanın kesin­
likle en iyi yolu olmuştur.
Entelektüel üretkenliğin fiziki şartları dahi Weber' den
yana olmuştur. Archiv fiir Sozialwisseııschaft dergisinin editör­
lüğünü, bir çeşit görev ve bir yük olarak görmüş olmasına
rağmen, burası ona kendi materyal lerini herhangi bir değer­
lendi rmeden geçmeden hızlıca yayınlayabileceği bir yer sağ­
lamıştır. Yazarların bazen dostane olmayan hakemlerle yıllar­
ca mücadele etmesinin gerektiği günümüz dergilerinin aksine,
Weber' in zamanındaki akademik dergilerde değerlendirme,
yalnızca dergi editörünün kararına bağlıydı ve Weber kendi

43
yazılarının ed i törüydü. Bu konuda hiçbir çekinceye sahip
olmamış ve hatta bunu, derginin materyal ihtiyacının karşı­
lanmasın ın sürd ürülmesi adın a ken d i görevi olarak görmüş­
tür. Ben zer bir şekilde ünlü eseri Ekonomi ve Toplum, editörlü­
ğü altındaki bir diziyi doldurmak için yazılmıştı r ve kimsenin
değerlendirmesine tabi olmamıştır. Bu özgürlük du rumu ve
yayın kolaylığı, her dönem entelektüelinin imreneceği bir
durum olmuştur. Üstelik Weber, zaman a da sa hip olmuştur.
15 yıldan fazla bir süre boyunca - hastalığının derinliklerin den
çıkmaya ve yazmaya başladığı 1 903 yılından, üniversitede
ders vermeye başladığı 1 9 1 8 yılına kadar- Weber'in neredeyse
hiç bir iş yükümlülüğü yoktur( l . Dünya Savaşı başındaki bir
buçu k yıllık askeri hastane idareciliği d ışında). Ayrıca i."ıni ver­
sitede herhangi bir pozisyona sahip olmamış ve kendi kendine
üstlendiği editörlük işleri haricinde herhan gi bir görevi yerine
getirme yükümlülüğü de olma mıştır. Dolayısıyla bu dönemde
eğer 4000 sayfa yazmışsa bu, yıllık 250 sayfaya tekabül etmek­
tedir ve bu oran yazmak d ışında hiçbir şey yapmasına gerek
olmayan bi r yazar için yeterince rahat bir üretim oran ıdır.
Gen el olarak düşünürsek, Weber'in nevrozu, en telektüel
açıdan neredeyse ideal bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu boş
vakit ve özgürlük için ödediği i nsani bedel ne olursa olsun,
buna değer bir şekilde sonuçlandığına dair bi r karara varma­
mak zord ur. Kendini nihayet daha özgür bırakılmış bir hale
doğru götürme yolu göz ön ün e alındığında, Weber'in ken di­
sinin de bunu böyle görmüş olabileceğine inanmak isteriz.

44
Another random document with
no related content on Scribd:
samalla kun suuri rakkaus hitaasti muuttui vieläkin kiihkeämmäksi
vihaksi.

Kaksitoista tuntia sitten hän oli oppinut tuntemaan, mitä suuri


rakkaus merkitsi. Ja sillä hetkellä hän oli kypsynyt mieheksi, ja hänet
oli vallannut uusi ymmärtämys, uusi hellyys, jollaista hänen raju
luonteensa ei koskaan ennen ollut tuntenut.

Mutta rakkauden oli tappanut petoksen kauhu ja sen mukana


olivat myöskin usko ja luottamus tuhoutuneet. Hänen kestämänsä
hirveä kokemus oli särkenyt hänen haaveensa ja katkeroittanut
hänen mielensä, ja hänessä heränneet uusi hellyys ja uusi
ritarillisuus olivat hävinneet ikäänkuin niitä ei olisi ikinä ollutkaan.

Vain hänen alkuvoimainen hurjuutensa oli jäänyt jälelle,


kannustaen häntä siihen ainoaan tehtävään, joka tuntui olevan
mahdollinen.

Hänen nuoret kasvonsa kovettuivat ja hänen suunsa ympäristön


julmat piirteet syvenivät, kun hänen ajatuksensa kääntyivät kostoon,
jonka hän valmistaisi — jos saisi elää. Ja kautta Allahin, hän eläisi,
eläisi kiristääksensä täyden maksun niiltä, jotka olivat häntä
loukanneet. Kuten hän kärsi, pitäisi heidänkin kärsiä. Ja Jasminin
myös! Ei hänen sukupuolensa eikä rakkauden muisto pelastaisi
häntä. Rakkauden? Hän virnisti itsellensä katkeran pilkallisesti.
Häneen nähden oli rakkaus mennyttä! Ikinä hän ei enää säästäisi
ainoatakaan naista kestääksensä sitten samaa vimmastuttavaa
nöyryytystä, jonka rääkkäämänä hän nyt kiemurteli.

Kuinka hupsu ja typerä hän olikaan ollut! Hänet oli peijannut tyttö,
joka oli tehnyt, mitä hänen oli määrä tehdä, joka oli esittänyt osansa
yhtä varmasti kuin täysin kehittynyt näyttelijätär.
Alusta alkaen oli tyttö häntä pettänyt. Luottaen harvinaisen
kiehtovan olemuksensa vetovoimaan hän oli punonut
suunnitelmansa viimeistellyn taitavasti, houkutellen häntä
teennäisellä siveydellänsä, näytellen hänelle valheellista ujoa
arkailun naamiota, kunnes vihdoin oli vähitellen näyttänyt taipuvan
hänen hartaisiin pyyntöihinsä ja lopuksi pannut vaaraan juuri saman
siveyden, josta hän oli kerskaillut — sillä hänen oli täytynyt tietää,
mitä Ahmedin mielessä oli, tullessansa sinä aamuna häntä
kohtaamaan. Hän ei ollut voinut arvata toisen säästävän häntä.
Varmistuaksensa voitostaan hän oli alistunut siihenkin vaaraan.

Ja minkälaisen kudoksen valheita hänen lapsekkaat huulensa


olivatkaan lausuilleet!

Leväten hänen sylissänsä ja vastaten hänen suuteloihinsa oli tyttö


kutonut satoja haaveellisia juttuja pidättääkseen häntä luonansa,
kunnes hänen rikoskumppaninsa saapuisivat.

Hän muisti, kuinka hellittämättä tyttö oli kysellyt hänestä, muisti


kymmeniä puolittain unohtuneita tapahtumia, jotka nyt olivat omiansa
todistamaan tytön petollisuutta. Ja koko ajan oli tyttö nauranut
hänelle, halveksinut hänen nuorekasta intoaan ja hänen sokeata
hupsuuttaan!

Kiukku ja loukattu ylpeys taistelivat keskenänsä hänen


tyhjentäessänsä katkeruuden maljan pohjasakkaa myöten.
Sadatellen itseänsä ja tyttöä hän kiskoi aatoksensa uusille urille.

Tyttö oli ollut pelkkä välikappale — entä päämiehet, sen satimen


virittäjät, johon hän oli niin helposti tarttunut? Mikä oli hänen
vangitsemisensa todellinen syy? Hän tiesi tunkeutuneensa
pahamaineiseen seutuun, jossa laittomuus rehoitti hallituksen sitä
estämättä, sillä viranomaisilla ei ollut keinoja väkisin toteuttaa
arvovaltaansa, joka toistaiseksi oli vain nimellinen. Hän tiesi
myöskin, että useiden kuukausien aikana oli liikkunut huhuja
heimojen keskuudessa vallitsevasta tyytymättömyydestä. Mutta mitä
se häntä liikutti? Hän ei ollut koskaan sekaantunut heimojen
keskinäisiin riitoihin. Harrastaen ainoastaan omaa nautintoansa ja
omia huvejansa hän ei ollut edes vaivannut päätään isänsä
rautavaltikalla ohjaaman voimakkaan heimon hallitusasioilla. Miten
hän niin ollen oli voinut sotkeutua salaperäisiin vehkeisiin? Miten hän
sitä aprikoikin, hän ei kyennyt keksimään vastausta siihen
kysymykseen.

Eikähän hänen vangitsemisensa syy ollutkaan sillä hetkellä niin


tärkeä kuin tarve selviytyä asemasta, johon hän huomasi
joutuneensa.

Mutta miten hän olisi voinut pelastua, sidottu ja avuton kun oli?
Tiukalle kiristettyjen nuorien turruttamina olivat hänen kätensä ja
jalkansa aikoja sitten käyneet ihan tunnottomiksi, ja hän virui kuin
pölkky kykenemättä hievahtamaankaan.

Ja kun hän ei ollut saanut ruokaa neljäänkolmatta tuntiin ja oli


mielipuolena janosta, niin kuinkahan kauan kestäisi, ennenkuin hän
vaipuisi tyyten tajuttomaksi? Jo nyt hänen oli vaikea keskittää
ajatuksiansa.

Hänen aivoissaan risteili tähän hetkeen ihan kuulumattomia


seikkoja ja irrallisia, tyyten haaveellisia kuvitelmia. Ajoittain tuntui
siltä kuin hän ei olisikaan ollut yksin — varjomaisia olentoja näytti
leijailevan hänen läheisyydessänsä ja kuiskailevan himmeästä
hämystä kaikuvia ääniä; se oli sekavasti liikkuvien hourekuvien
vilkettä. Ja tuontuostakin hän säpsähti, jupisten kirouksen, kylmän
hien kihotessa yli hänen koko ruumiinsa, kun hän taaskin näki
maurilaisen pahanilkiset kasvot kumartuneina puoleensa ja kuuli
jälleen pahaenteiset uhkaukset yhtä selvästi kuin olisi ne lausuttu.

Ja joka kerta kun se näky uusiintui, sadatteli hän itseänsä


raukaksi, koettaen hillitä häntä kiusaavia, harhailevia mielikuvia. Hän
pakotti ajatuksensa suuntautumaan nykyisyyteen. Kuinka kauan hän
oli virunut pienessä majassa? Kuinka pitkä aika olisi aamuun?

Hänen päänsä kohdalla olevasta ikkunasta tunkeutuva leveä


kuutamoviiru ilmaisi hänelle, että aika kului, että ennenkuin monta
tuntia kuluisi, olisi hänen todellisesti uhmailtava sitä, mitä hän
mielikuvituksessansa pelkäsi.

Hammasta purren hän työnsi sen ajatuksen luotansa. Kävisipä


hyvin tai huonosti, hän oli Allahin käsissä — eikä aamu ollut vielä
tullut!

Antautuen vihdoinkin ruumiillisen nääntymyksensä valtaan hän ei


koettanutkaan vastustaa hiipivää unisuutta, vaan loikoi rauhallisesti,
tarkkaillen, kuinka varjot huoneessa kuutamon kirkastuessa kävivät
tummemmiksi.

Hän oli vaipumaisillaan uneen, kun täydellisestä hiljaisuudesta


kuuluva ääni äkkiä herätti hänet valppaaksi.

Aluksi hän kuunteli leväperäisesti, mutta sitten hänen


mielenkiintonsa lisääntyi. Oli myöhäistä lepakkojen äännellä —
omituista, ettei hän ollut kuullut niiden ääntä aikaisemmin.

Se oli mitätön ääni kiinnittääksensä hänen huomiotaan, mutta


hänen kuunnellessansa korvat herkkinä kulki väristys hänen
ruumiinsa lävitse, ja hänen sydämensä alkoi sykkiä tukehduttavasti,
Sillä nämä lepakot olivat erikoisen itsepintaisia, ja niiden heikko
kirahtelu aaltoili yksitoikkoisen säännöllisesti. Melkein tietämättänsä
hän alkoi laskea hiljaisten äänien välillä kuluvia sekunteja.

Viisi — seitsemän. Viisi — seitsemän. Ramadan ja S'rir, kautta


Allahin, jälleen käyttämässä poikamaista merkkikieltä, Joka vuosia
sitten oli usein houkutellut hänet rientämään kuumeisen kiihtyneenä
teltastansa liittyäkseen johonkin keskiöiseen kepposeen, jonka
arabialaispojat olivat järjestäneet hänen huviksensa. Ramadan ja
S'rir — kuinka hän oli saattanut unohtaa heidät?

Hänen mieleensä tulvahti uusi toivo, ja hänen silmänsä leimusivat,


kun hän ponnisti antaaksensa vastausmerkin. Mutta hänen kielensä
oli jäykkä ja turvonnut, eikä hänen kuivuneilta huuliltaan lähtenyt
minkäänlaista ääntä.

Hänet valtasi eräänlainen vimma, kun hän oivalsi, mitä seurauksia


hänen äänettömyydestänsä saattaisi olla.

Hän oli varma, että hänen palvelijansa olivat lähellä. Pitikö heidän
alttiutensa jäädä palkkiotta? Olivatko he seuranneet hänen jälkiänsä
tänne saakka vain sitä varten, että heidän yrityksensä menisi
myttyyn, koska he eivät saisi vastausta, jota antamaan hän oli
voimaton? Pitikö pelastumismahdollisuuden sittenkin lipua hänen
ohitseen?

Jospa hän vain voisi liikahtaa, synnyttää jonkunlaisen äänen, joka


tunkeutuisi paksun tiiliseinän toiselle puolelle!

Mutta kykenemättömänä puhumaan, kykenemättömänä


hievahtamaan hän tiesi, että hänen pelastumistoiveensa kävisivät
joka hetki yhä heikommiksi.

Toivo oli muuttumaisillaan epätoivoksi, kun hänen tähyämänsä


ikkunan tasalle äkkiä kohosi tumma hahmo. Minuutit tuntuivat
tunneilta hänen odottaessaan pelosta väristen, tuskin uskaltaen
huokua, sillä aikaa kun ikkunan ruostuneet rautatangot taipuivat ja
heltisivät kahden voimakkaan käden otteesta.

Toinen toisensa jälkeen ne meluttomasti irroitettiin ja siirrettiin


syrjään, ja pientä aukkoa sitten kappale kappaleelta laajennettiin,
kunnes se oli siksi iso, että mies mahtui siitä lävitse.

Varmastikin siellä oli Ramadan: hänen voimansa olivat


sananpartena.

Syntyi hetkisen kestävä väliaika, sieluavihloava jännitys, jonka


kestäessä tarkkailijan kuumeisissa aivoissa risteili satoja pelokkaita
aavistuksia, ja sitten tuli Ramadania hoikempi ja ketterämpi olento
jalat edellä aukosta, pudoten lattialle äänettömästi kuin kissa.

Seuraavalla hetkellä kumartui S'rir hänen puoleensa kädessään


pitkä veitsi.

»Taivaaseen tai helvettiin, oi herra», virnaili hän ja katkaisi


Ahmedia kahlehtivat siteet.
II

Oli ruokalevon hetki.

Sheikin laajan leirin yllä lepäsi rauhallinen hiljaisuus, mutta pian se


väistyisi tavallisen toimeliaan hyörinnän tieltä, joka vallitsi siellä
silloinkin, kun päällikön kotkankatse ei ollut saapuvilla.

Sillä hänen seuralaistensa keskuudessa noudatettua sotilaskuria


ei koskaan höllennetty.

Heidän sotahenkinen heimonsa oli kohonnut maassa etusijalle, ja


nyt he olivat eläneet monta rauhallista vuotta, alati toivoen sotaa,
jota ei milloinkaan syttynyt.

Kun he olivat niin mahtavia, etteivät naapuriheimot uskaltaneet


heitä häiritä, heitä samalla kertaa sekä pelättiin että vihattiin heidän
mahtavuutensa tähden ja kummallisten luulojen nojalla, jotka monien
miespolvien ajan olivat pitäneet heitä erillisenä rotuna. He eivät
olleet oikeaoppisia, vaan hyväksyivät omia ominaisia
uskonkappaleitansa, minkä vuoksi heihin oli kauan suhtauduttu
taikauskoisen kammoavasti, ja se antoi heille erikoislaatuisen
arvoaseman naapurien keskuudessa. Ja ylpeinä omituisesta
maineestansa he pitivät sitkeästi kiinni omituisuuksistaan ja lisäsivät
heitä ympäröivää salaperäisyyttä.

Eivätkä tuoreessa muistissa olevien vuosien tapahtumat olleet


omiansa hälventämään tätä salaperäisyyttä. Ne harvinaiset
olosuhteet, joissa Ahmed ben Hassan oli syntynyt ja sittemmin tullut
heimon johtajaksi, olivat nostattaneet tavattomia, haaveellisia juttuja,
jotka olivat muuttuneet maassa melkein pyhimystaruiksi.

Viisikolmatta vuotta hän oli hallinnut kansaansa despoottisesti.

Ja heimonsa jäsenistä hän yhä vieläkin oli taivaan lähettämä


johtaja, jonka ihmeellinen ilmestyminen oli turvannut ikivanhan
nimen jatkumisen.

Leiri sijaitsi sheikin omanansa pitämän laajan alueen


äärimmäisellä pohjoisliepeellä, matalan kalliokummun juurella, joka
oli läntisellä taivaanrannalla sinisenä tahrana häämöttävän
vuorijonon viimeinen ulkonema. Muutamia kitukasvuisia puita ja pari
kolme puolittain hiekkaan hautautunutta taatelipalmuryhmää
osoittivat vettä olevan läheisyydessä ja nähtävästi olivat jokseenkin
äskettäin hylätyn viljelyskokeen jäännös. Pieni teltta-armeija oli
hajallaan silmääkiehtovassa epäjärjestyksessä ja sieltä näkyi
etelään, lakealle aavikolle, jonka hietikko ulottui kilometrin toisensa
jälkeen loputtomiin saakka ja jonka aaltoilevalla pinnalla oli siellä
täällä orjantappurapensaita ja kaislamaisia drinnejä. Ne tarjosivat
ravintoa kameleille, jotka joka päivä ajettiin sinne syömään aavikon
niukkaa kasvullisuutta. Aseistettujen vahtien valvoessa uinui leiri
turvallisena keskipäivän päivänpaahteessa, eikä ihmiselämästä
näkynyt paljoakaan merkkejä; vain silloin tällöin ilmestyi jostakin
matalasta teltasta unisesti haukotteleva mies, joka potkaisi syrjään
sisäänkäytävän edustalla torkkuvan, äkäisen, valkean
kabyylilaiskoiran ja lähti sitten verkkaisesti tehtäviinsä tai
kohtauspaikallensa. Kyyhkysiä kuherteli ja pöyhisteli
auringonpaisteessa, ja muutamia sileäkarvaisia, hyvinruokittuja
aaseja kieriskeli hilpeästi hietikossa tai harhaili määrättömästi sinne
tänne, tunkien ohi mennessään uteliaat kuononsa joka paikkaan,
mutta karttaen pitkiä jonoja lieassa olevia hevosia, jotka seisoivat
päät nuokuksissa, laiskasti huiskautellen hännillänsä kärpäsiä ja
heräten vilkkaiksi vain silloin, kuin joku niistä kirkuen kiskoi päitsiään
torjuaksensa tungeksivan naapurin lähentelyt.

Se, koiran haukahdus ja silloin tällöin kuuluva, pitkäveteinen


aasinkiljunta olivat ainoat täydellistä hiljaisuutta häiritsevät äänet.

Vähän matkan päässä pääleiristä, puolittain taatelipalmuryhmien


piilossa, oli sheikin tilava kaksoisteltta.

Ovikaisteleet olivat levällään, ja keihäillä tuetun ovikatoksen


suojassa lepäsi kaksi pitkää, laihaa vinttikoiraa suipot kuonot ristiin
pantujen etukäpälien varassa.

Sielläkin oli hiljaista.

Mutta ainoa teltassaolija ei nukkunut.

Yksin istui Diana Glencaryll, entinen Diana Mayo, kotinansa niin


kauan olleen teltan barbaarisen sisustuksen keskellä pienen
kirjoituspöydän ääressä, katsellen haaveksivasti avaruuteen,
kätensä alla puolittain kirjoitettu kirje unohtuneena. Kuluneet vuodet
olivat pidelleet häntä hellävaroen.

Vieläkin hentona ja poikamaisen näköisenä yllänsä olevassa


somassa ratsastuspuvussa hän näytti vain vähän vanhemmalta kuin
se huimapäinen tyttö, joka parikymmentä vuotta sitten oli ratsastanut
Biskrasta etsimään seikkailuja, joutuen kestämään kauhistuttavia
kokemuksia, jotka olivat päättyneet kokonaan toisella tavoin kuin hän
oli odottanut ja muuttaneet koko hänen elämänsä juoksun.

Eikä hän olisi suonut sitä toisenlaiseksi.

Hänen vankeutensa hirveät kuukaudet tuntuivat nyt himmeästi


muistetulta unelta, hänen sielullinen ja ruumiillinen tuskansa vain
tulikokeelta, jonka jälkeen hän oli päässyt sanomattomaan onneen.

Niin onnellisena kuin harvat voivat koskaan toivoa olevansa hän ei


ollut milloinkaan pahoitellut, vaan kiittänyt joka päivä Jumalaa siitä
mielijohteesta, joka oli kiidättänyt hänet aavikolle.

Hän oli mieltynyt viettämäänsä villiin vaelluselämään sekä


intohimoisesti kiintynyt häntä palvovaan puolisoon, tyytyi eristettyyn
asemaansa, joka oli vimmastuttanut monen muun naisen
mielipuoleksi, ja puuhaili päivät pääksytyksin omaksumissansa
tehtävissä, eikä hänellä ollut milloinkaan ollut aikaa eikä halua
ikävystyä.

Ei ennen kuin viime aikoina.

Hänen sileätä otsaansa rypistivät huolekkaat ajatukset, kun hän


laski, kuinka monta viikkoa hän oli ollut yksin. Neljä kuukautta oli
sheikki ollut poissa.

Neljä kuukautta hän oli tähyillyt ja odottanut puolisonsa paluuta, ja


häntä oli kiduttanut pelko ja huoli miehen turvallisuudesta.

Tämä oli heidän ensimmäinen pitkäaikainen eronsa, ja hän oli


sairaloisesti ikävöinyt kuulla toisen ääntä, kaivannut hänen
syleilyänsä ja entistäkin selvemmin tajunnut, mitä sheikin rakkaus
merkitsi hänelle, kuinka välttämätön miehen läheisyys oli hänen
onnellensa.

Päivät olivat viruneet loputtoman pituisiksi. Ja sheikin lähtö oli ollut


salaperäinen. Jo joku aika sitten hän oli pannut merkille, että
päällikkö oli ollut tavallista miettivämpi ja puuhaisempi, tavallista
harvasanaisempi. Mutta hän oli tottunut miehen mielialoihin, varoi
aina sekaantumasta hänen asioihinsa, jollei häneltä oltu
suoranaisesti pyydetty neuvoa, eikä nytkään ollut kysynyt mitään,
ennenkuin puolison silminnähtävä jäyhä yltyvä levottomuus pakotti
hänet puhumaan. Ja sheikin vastaukset olivat olleet epämääräisiä ja
epätyydyttäviä.

Hän oli saanut selville vain yhden seikan, joka oli jossakin määrin
rauhoittava. Puolisoa eivät huolettaneet hänen oman heimonsa
asiat. Ja kaikki se, mitä tapahtui heidän oman alueensa rajojen
ulkopuolella, oli tuntunut Dianasta vähäarvoiselta. Mutta sheikin laita
oli toisin. Hän oli syvästi perehtynyt kansansa tapoihin ja tunsi
perinpohjaisesti itämaalaisten huikentelevan luonteen, joten hänen
oli ollut mahdoton huolettomasti syrjäyttää maan kaikilta seuduilta
saapuneet kummalliset huhut tyytymättömyydestä ja
rauhattomuudesta. Vaikka hän olikin varma omien seuralaistensa
uskollisuudesta, hän kuitenkin vaistosi vaaran uhkaavan
ulkopuolisesta vaikutuksesta, ja vihdoin hän oli johtunut uskomaan,
että hän vain mieskohtaisesti tiedustelemalla saisi selvyyden
oikeasta asiaintilasta ja sen rauhattomuuden alkulähteestä, joka
tuntui uhkaavan maata.

Haluamatta lisätä Dianan levottomuutta selittämällä hänelle


täydessä laajuudessaan, minkäluontoinen tämä hänen vaaralliseksi
tietämänsä yritys oli, hän oli kertonut vaimollensa varsin vähän
suunnitelmistaan ja pujahtanut matkallensa öiseen aikaan ypöyksin,
ilman seuralaisia.

Kun Diana oli heimon jumaloima ja sheikin ylimmän päällikön


Jusefin ja uskollisen ranskalaisen kamaripalvelijan Gastonin
pätevässä huomassa, ei hänen omaa turvallisuuttansa saattanut
epäillä, eikä hän itse ollut sitä hetkeäkään ajatellut. Vain sheikin
tähden hän pelkäsi, kun päivä seurasi toistansa eikä häntä kuulunut
takaisin.

Neljä kuukautta.

Hän sysäsi päiväkirjan syrjään, huoahtaen väsyneesti. Minkä


tähden oli tämä pulma sattunut juuri nyt, kun tilanne muutoinkin oli
kyllin vaikea?

Kyyneleet kihosivat hitaasti hänen silmiinsä hänen kääntyessään


vieressänsä olevaan maurilaiseen tuoliin päin ja ottaessaan siltä
kaksinkertaiset, nahkaiset valokuvakehykset. Ja hänen huulensa
värähtivät hänen tarkasti silmäillessänsä niitä kahta poikaa, jotka
hän oli synnyttänyt palvomallensa miehelle. Kaksoiset — mutta joka
suhteessa tuiki erilaiset.

Vaistomaisesti hän ensiksi katseli nuoremman ja rakkaamman


pojan muotokuvaa. Se oli hänen itsensä ottamasta pikakuvasta
suurennettu, ja kuvatun epätavallinen, vapaa, huolettoman
miellyttävä asento teki kuvan todellisemmaksi, luonnollisemmaksi.

Hänen huulillansa väikkyi vavahteleva hymy, kun hän luetteli


toisen toisensa jälkeen ne yhtäläisyyden merkit, jotka tekivät pojan
niin paljoa rakkaammaksi hänelle. Kasvoiltaan ja vartaloltaan hän oli
sheikin täsmällinen jäljennös. Hänellä oli sama pitkä vartalo ja
uhkamielinen ryhti, samat kauniit kasvot, julma suu ja kireät silmät,
jotka tuijottivat uhmaavasti lähekkäin olevien kulmakarvojen alta —
siinä oli sheikki sellaisena kuin viimemainittu oli ollut silloin, kun
Diana oi ensi kerran hänet nähnyt, ennenkuin rakkaus oli herännyt
pehmentämään hänen piirteittensä tylyyttä.

Eikä rakkauskaan ollut muuttanut häntä paljoa, mietti vaimo,


hymyillen taaskin surumielisesti. Yksinomaan hänellä pehmeni jyrkkä
suu helläksi, yksinomaan hänelle tuikki tummissa, rajuissa silmissä
lämmin hohde, joka vieläkin jaksoi panna hänen sydämensä
sykkimään hurjasti.

Ja samoin kuin vartaloltansa ja piirteiltänsä muistutti aavikolla


kasvanut poika isäänsä myöskin luonteeltaan, eikä se yhtäläisyys
aina ollut omiansa tekemään heidän sopuansa täydelliseksi. He
olivat liian samanlaisia, molemmat kiihkeäluonteisia ja jäykkiä, ja luja
tahto kalahti vähäväliä toista lujaa tahtoa vastaan.

Vaikka sheikki olikin salaa ylpeä komeasta pojastaan, ei hän


sietänyt nuoremman Ahmedin puutteita, jotka niin voimakkaasti ja
tuskallisesti muistuttivat hänelle hänen omaa myrskyistä
nuoruuttansa. Harmissaan siitäkin, ettei hänen tuleva seuraajansa,
vaikka olikin jo täysi-ikäinen mies, osoittanut paljoakaan harrastusta
muuhun kuin omien huviensa edistämiseen, hän oli vähemmän
lauhkea kuin olisi muutoin saattanut olla, ja hänen vallankäyttönsä oli
mielivaltaista.

Ja kun poika oli yhtä mittaa epäsuosiossa, paljasti hän hyvin


niukasti sitä todellista, syvää rakkautta ja ihailua, jota hän tunsi
isäänsä kohtaan, sillä hänestä isä oli miehen korkein ihanne.
Diana oli puskurina näiden kahden samanlaisen ja kuitenkin
vastakkaisen luonteen välillä. Molempien palvomana hän lievensi
isän kovuutta ja hillitsi pojan huimuutta — sikäli kuin kykeni. Vaikka
poika olikin oikullinen ja itsepäinen, tunsi äiti hänen pohjalla piilevän
hyvyytensä ja saattoi olla suvaitsevainen sellaisissa tapauksissa,
joissa sheikki ei voinut olla.

Kuinka usein hän olikaan esiintynyt heidän välittäjänään! Kuinka


usein olikaan se, että hänellä oli syvä tuntemus toisen luonteesta,
auttanut häntä ymmärtämään toisen katsantokantaa. Eivätkö
myöskin he kaksi milloinkaan oppisi ymmärtämään toisiansa? Hän
nojautui taaksepäin tuolissansa, hieman väristen.

Entäpä jos heidän välisensä alituinen epäsopu vihdoin johtaisi


välien avoimeen rikkoutumiseen, jota hän oli aina pelännyt!

Sheikin leirissä oli ainoastaan yksi laki, hänen omansa. Hän vaati
ehdotonta kuuliaisuutta ja turvautui määräystensä tueksi
despoottisiin keinoihin, joita käyttämään hänet oli kasvatettu. Pitikö
äidin niin hellästi rakastaman pojan saada sama rusentava kokemus,
jonka hän itse oli kokenut niin monta vuotta sitten?

Hän torjui sen ajatuksen luotansa heti sen herättyä, kammoten sitä
uskollisuuden puutteena.

Sheikki oli oikeassa, vaikka hänen menettelytapansa olivat


ankarat. Sellaisessa yhteiskunnassa kuin heidän ei sopinut olla
enempää kuin yksi pää. Ja Poju saisi sen oppia, kuten muut olivat
oppineet. Mutta oi, hyvä Jumala, jospa hän vain voisi säästää sen
opetuksen tuskan! Ja nytkin hän tiesi, että jos sheikki palaisi tänään,
olisi aihetta lisäselkkauksiin heidän välillänsä — sillä myöskin
nuorempi Ahmed oli poissa leiristä, ja se oli vastoin hänen isänsä
jyrkkiä määräyksiä.

Dianan silmiä synkisti uusi huoli. Mutta sitten hän vasten


tahtoansakin naurahti muistaessaan, kuinka poika varhain eräänä
aamuna oli juoksujalkaa tullut hänen makuuhuoneeseensa, hilpeästi
väittänyt, että hänen mielensä rauhan tähden oli ehdottoman
välttämättömästi saatava lupa poistua muutamiksi päiviksi, ja kuinka
hän oli nauraen torjunut äidin vastaväitteet ratsastaessansa pois
Jusefin kahden pojan seurassa, jotka olivat lapsuudesta saakka
olleet hänen mieskohtaiset henkivartijansa. Ja siitä oli kuusi viikkoa.

Tottuneena hänen retkiinsä pohti Diana mielessänsä asiata,


koettaen saada selvyyttä tähän hänen viimeiseen hullutteluunsa,
joka oli yksi monien joukossa. Kunpa Poju olisi edes odottanut
Ahmedin paluuseen saakka!

Ahmedin, rakastaja-puolison, jonka harras kiintymys oli tehnyt


hänelle mahdolliseksi viettää yksinäistä elämäänsä! Hän kuiskasi
sheikin nimen kaihoisan hellästi koettaessansa tukahduttaa
pelkoaan, joka pyrki käymään sietämättömäksi.

Johtaaksensa ajatuksensa muualle hän alkoi tarkastaa toista


muotokuvaa. Siinä oli hänen tuntematon vanhempi poikansa, jota
hän ei ollut nähnyt sen koommin kuin pojan ollessa viisivuotinen
lapsi ja jonka lähestyvä vierailu täytti hänen mielensä sekavilla,
iloisen pelokkailla tunteilla. Mitä pojan tulosta koituisi hänelle?
Rakastaisiko tämä toinen koskaan häntä kuten Poju häntä rakasti?
Saisiko poika milloinkaan tietää, että ero, joka oli aiheuttanut hänelle
niin paljon katkeria kyyneliä, ei ollut johtunut hänen tahdostansa,
käsittäisikö toinen koskaan, mitä se kieltäymys oli hänelle
maksanut?
Hänen oli ollut pakko sallia pojan lähteä.

Ja hänen sydäntänsä kirveli vieläkin, kun hän muisteli eroansa


pienestä, vakavasilmäisestä ihmisenalusta, joka oli lähetetty
Englantiin jonkunlaisena myöhäisenä myönnytyksenä sheikin
hartaasti vedonneelle, sydämeltään murtuneelle isälle, jolle sheikki ei
ollut ikinä antanut anteeksi. Päättäneenä pysyä syntymämaassansa
ja syntymäkansansa keskuudessa hän oli lähettänyt vanhemman
poikansa kasvatettavaksi ja harjoitettavaksi sitä asemaa varten,
johon hän itse ei milloinkaan astuisi. Glencaryllin kreivinä oleminen
ei merkinnyt hänelle mitään — ben Hassanin heimon päällikkönä
oleminen merkitsi kaikki kaikessa. Ja Englannissa asuvalle
yksinäiselle miehelle oli lapsi tullut melkein taivaan lahjana,
suoranaisena vastauksena palaviin rukouksiin, sellaisen toiveen
täyttymisenä, joka oli näyttänyt miltei saavuttamattomalta. Hän oli
tuhlannut lapselle koko vuosikausia tukahdutetun rakkautensa, ja
poika oli kasvanut mieheksi tuntien ainoastansa iso-isänsä ja pitäen
ainoastansa hänestä, vastaten hänen rakkauteensa vilpittömällä
kiintymyksellä.

Nyt Diana katseli omia kasvojansa, hänen omat silmänsä tuijottivat


häneen hänen kädessänsä olevasta muotokuvasta. Se oli suuresti
erilainen kuin toinen kuva. Tämä oli täydelleen sovinnainen
atelierimaalaus lyhyestä, vaaleasta, vakavakasvoisesta nuoresta
miehestä, jonka melkein ennenaikainen totisuuden ilme näytti
huonosti sopivan yhteen hänen nuoruutensa kanssa. Hän katseli
kuvaa kauan ja vakavasti. Mitä olivat aika ja olosuhteet tehneet
pojasta? Mitä merkitsisi hänen tulonsa hänelle itsellensä ja
vanhemmille, jotka hän oli unohtanut?
Hän saattoi nojautua ainoastaan pojan harvoihin kirjeisiin, jäykkiin,
niukkoihin pikku tiedonantoihin, joissa selvästi tuntui jonkun toisen
vaikutus, joissa yksinomaan lueteltiin alastomia tosiasioita ja jotka
eivät olleet ilmaisseet hänelle mitään kirjoittajasta itsestään eivätkä
sisältäneet mitään sellaista, mitä hänen äidinsydämensä kaihosi
tietää. Jospa hän vain olisi saanut nähdä pojan joskus! Jospa
Ahmed vain olisi voinut olla erossa hänestä kyllin kauan, jotta hän
olisi voinut käydä vierailumatkoilla, joille hän oli niin varmasti uskonut
pääsevänsä!

Mutta hänen sitä koskevat, arkaillen lausutut viittauksensa olivat


saaneet osaksensa jyrkän epäilyksen, ja hänestä oli ollut mahdoton
yrittää enää uudelleen. Ja nyt vihdoin oli poika tulossa, ja nytkin vain
sen tähden, että liikeasiat pakottivat.

Hänen huulensa nytkähtelivät tuskaisesti, kun hän muisteli pojan


viimeisen kirjeen sanamuotoa. Se oli ollut vieläkin kylmempi ja
muodollisempi kuin toiset olivat olleet, eikä hän siinä lausunut
iloansa pikaisen jälleennäkemisen johdosta, vaan yksinkertaisesti
esittänyt kuivan selostuksen asiaintilasta; se ei ollut pojan kirje
vanhemmallensa, vaan tilanhoitajan hillitty tunteeton selostus
poissaolevalle työnantajalle. Vanha Glencaryllin kreivi oli nimittäin
kuollut jo lähes vuosi sitten. Ja pysyen jyrkkänä siinä
päätöksessään, että luopuisi kaikista niistä eduista, mitä hänen
isänsä kuolemasta saattaisi hänelle koitua, oli Ahmed ben Hassan
siirtänyt pojallensa täydelleen ja ilman ehtoja laajat tilukset, jotka
eivät herättäneet hänen mielenkiintoansa, ja suuren omaisuuden,
johon hän, vaikka ei olisikaan itse ollut rikas, ei olisi kajonnut.

Mutta oli ilmaantunut erinäisiä muodollisuuksia, erinäisiä


pohdittavia kohtia, jotka tekivät isän ja pojan mieskohtaisen
tapaamisen välttämättömäksi. Kuukausia kestänyt kirjeenvaihto,
turhantarkan itsepintainen toiselta ja odottamattomasti katkonainen
toiselta puolen, oli johtanut siihen, että oli järjestetty kohtaus. Dianan
sydän sykki nopeammin, kun hän ajatteli tätä niin pian tapahtuvaa
tapaamista.

Caryll oli parhaillansa Raoul de Saint Hubertin seurassa pienessä


Tuggurtin kaupungissa vartoamassa kirjettä, joka kutsuisi hänet
hänen isänsä leiriin.

Ainoastansa Raoulilta hän olikin saanut kaikki vähäiset tietonsa


tästä hänelle vieraaksi jääneestä pojastansa. Raoul oli kuten
ennenkin ainoa rengas hajaantuneen perheen jäsenten kesken, ja
hänen satunnaiset käyntinsä olivat merkinneet Dianalle enemmän
kuin pelkästänsä luotetun ja rakkaan ystävän saapumista. Diana ei
ollut koskaan aavistanut rakkautta, jota hän oli pitänyt salattuna
sydämessänsä kaksikymmentä vuotta, eikä arvannut, millaista
tuskaa ne vierailut hänelle tuottivat. Hänen tulonsa oli aina merkinnyt
uutisia Caryllista ja upeasta englantilaisesta talosta, jossa hän oli
usein nähty ja tervetullut vieras. Hänen silmiensä välityksellä Diana
oli nähnyt poikansa kasvavan lapsesta pojaksi, pojasta
nuorukaiseksi. Mutta kuinka vähän hän sitten oli itse asiassa
osannut kertoa. Surullisen vanhuksen intohimoinen kiintymys ja
tuhlaava aulius suuresti rakastettua, arasti varjeltua perillistä
kohtaan; pojan melkein naisellinen hellyys kaikessa, mikä koski iso-
isää — sen verran hän oli oppinut tuntemaan ja lisäksi muita pojan
jokapäiväisen elämän pieniä yksityiskohtia. Hän tiesi, että Caryll oli
ikäisekseen totinen, syventynyt aikanansa hänen omikseen joutuvien
tilusten hoitoon, ujo, hillitty nuori mies, joka oli aina pysynyt jonkun
verran arvoituksellisena jopa ranskalaisellekin, joka oli tuntenut
hänet koko hänen elämänsä ajan.
Oikeasta Caryllista ei Diana siis tiennyt mitään. Hän oli saanut
nauttia kuivia akanoita, alastomia tosiseikkoja, samalla kun hän oli
nälkäisesti kaivannut syvempää, läheisempää tuntemusta, jota
hänelle ei oltu suotu.

Entä minkä kannan Caryll saavuttuansa omaksuisi? Niin paljon


kuin hän pojan tuloa kaipasikin, pelkäsi hän sitä toisina hetkinä.
Lukemalla Caryllin viimeisen kirjeen rivien lomitse hän oli vaistonnut,
että pojasta oli pian tapahtuva käynti vastenmielinen, ja tuskakseen
saanut sen vaikutuksen, että Caryll tunsi tuskin salattua
vihamielisyyttä.

Se ajatus kauhistutti häntä. Mutta vaikka se saattoikin olla


katkeraa, kenties se oli kuitenkin luonnollista. Caryllin ei hevillä
voinut otaksua hellivän rakkaudentunteita sellaisia vanhempia
kohtaan, jotka nähtävästi eivät olleet välittäneet hänestä. Ei hänen
voinut otaksua tuntevan niitä syitä, joista tämä näennäinen
välinpitämättömyys oli johtunut.

Oli niin paljon sellaista, mitä hän ei tiennyt. Oli mahdotonta


kuvitella, että ylpeä vanha kreivi oli saattanut pojanpojalleen
tunnustaa lyhyen avioelämänsä häpeällistä tarinaa, kertoa hänelle
siitä traagillisesta tapahtumasta, joka oli vienyt häneltä vaimon ja
pojan ja jättänyt hänet pitkiksi vuosiksi yksin kantamaan suruaan,
katumustaan ja yksinäisyyttään. Tuntui yhtä mahdottomalta mustata
vainajan muistoa paljastamalla nyt Caryllille, mistä syystä sheikki ja
hänen isänsä oikeastaan olivat vieraantuneet toisistansa.

Caryll täytyisi jättää ajattelemaan, mitä ajattelisi, moittimaan sitä


miestä, jossa oli vähemmän moittimisen syytä.
Glencaryll-perheen oikean tarinan tunsi vain yksi ulkopuolinen
henkilö ja Diana arvasi, että Raoul de Saint Hubertissa niin
voimakkaana esiintyvä synnynnäinen ritarillisuus pitäisi hänen
huulensa suljettuina. Jollei välttämättömyys pakottaisi häntä
puhumaan.

Ja intohimoisesti rakastaen puolisoaan Diana huomasi melkein


toivovansa, että sellainen pakottava tilanne sattuisi.

Oli hirveätä ajatella, että Ahmedin uskottiin toimineen vääristä


syistä; hirveätä oli ajatella, että edellisen miespolven aikana alkanut
vieraantuminen jatkuisi seuraavaan pelkästään sellaisen
väärinkäsityksen tähden, jota ei milloinkaan voitaisi selvittää. Sillä
hän tunsi Ahmed ben Hassanin kyllin hyvin oivaltaaksensa, ettei hän
milloinkaan viittaisi siihen asiaan; hän ei olisi tietääksensäkään
poikansa mahdollisesta tuomitsevasta kannasta samoin kuin hän ei
ollut välittänyt mitään niin monta vaotta sitten hylkäämästänsä
sukulaisuussuhteesta. Avioliittonsa alkuaikoina Diana oli jännittänyt
kaiken vaikutusvaltansa sovinnon aikaansaamiseksi, mutta hänen
ponnistuksensa olivat olleet turhia, sillä vaikkakin sheikki aina oli
ollut mukautuvainen häntä kohtaan, ei mies ollut nyt ottanut hänen
pyyntöjänsä kuuleviin korviinsakaan, olipa lopuksi jyrkästi
kieltäytynyt keskustelemasta siitä asiasta.

Diana oli tehnyt voitavansa. Jumala yksin tiesi, mitä tulevaisuus


toisi muassaan.

Hän huokasi taaskin, pani valokuvat syrjään ja kävi uudelleen


käsiksi kirjeeseen, joka oli hänen edessänsä lehtiöllä.

Mutta muste kuivui hitaasti hänen kynässään eikä tiheästi


kirjoitettuun sivuun tullut lisää ainoatakaan sanaa. Kirje oli osoitettu

You might also like