PDF of Milletlerin Zenginligi 1St Edition Adam Smith Full Chapter Ebook

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Milletlerin Zenginli■i 1st Edition Adam

Smith
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/milletlerin-zenginligi-1st-edition-adam-smith/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Riqueza das Nações Volume II 6th Edition Adam Smith

https://ebookstep.com/product/riqueza-das-nacoes-volume-ii-6th-
edition-adam-smith/

An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of


Nations 1776 1st Edition Adam Smith

https://ebookstep.com/product/an-inquiry-into-the-nature-and-
causes-of-the-wealth-of-nations-1776-1st-edition-adam-smith-2/

An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of


Nations 1776 1st Edition Adam Smith

https://ebookstep.com/product/an-inquiry-into-the-nature-and-
causes-of-the-wealth-of-nations-1776-1st-edition-adam-smith/

Best of Christophe Adam French Edition Christophe Adam

https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-french-
edition-christophe-adam/
Best of Christophe Adam Édition française Christophe
Adam

https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-edition-
francaise-christophe-adam/

Terror story 1st Edition Adam Surray

https://ebookstep.com/product/terror-story-1st-edition-adam-
surray/

Adam Eve 1st Edition Arto Paasilinna

https://ebookstep.com/product/adam-eve-1st-edition-arto-
paasilinna/

Monstros 1st Edition Barry Windsor Smith

https://ebookstep.com/product/monstros-1st-edition-barry-windsor-
smith/

De■i■meyi ■stemek Üzerine 1st Edition Adam Phillips

https://ebookstep.com/product/degismeyi-istemek-uzerine-1st-
edition-adam-phillips/
© Liberus Kitap - 2020

Yazar: Adam Smith


Kitabın Adı: Milletlerin Zenginliği
Orijinal Adı: An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations

Sertifika No: 34356


ISBN: 978-605-06999-1-3

Liberus Kitap: kırk sekiz


Ekonomi: beş

Birinci Baskı: mayıs iki bin yirmi

Yayın Yönetmeni: Faruk Akhan


Editör: Haluk Kürşad Kopuzlu
Kapak Tasarım: Ömer Faruk Yıldız

Baskı-Cilt: Ana Basım Matbaa, Mahmutbey Malı. Devekaldırımı Cad. 2622


Sk. Güven İş Merkezi No: 6/13 Bağcılar/İstanbul

Hberus
Rasimpaşa Mh. Nuh Bey Sk. No. 15/A
Kadıköy /İstanbul

www.Iiberus.com.tr

f W@ Tel: +90 216 418 04 38


Mail: liberus@liberus.com.tr
liberus

Milletlerin
Zenginliği
Adanı Snıith
Çeviren: Prof Dr. Mustafa Acar
Adam Smith (1723-1790)
Modern iktisadın kurucu babası, düşünür, ahlak felsefecisi. l 723'te İskoçya'nın
Kirkcaldy şehrinde doğdu. 1 737- 1 740 yılları a rasında Glasgow Üniversitesi'nde
okudu; bu sırada F. Hutcheson'da n dersler aldı. l 746'ya kada r Oxford Üniversite­
si'ne devam ettikten sonra İskoçya'ya döndü. Edinburgh'da Belagat (Retorik) üze­
rine verdiği derslerle meşhur oldu. Glasgow Üniversitesi'nde 1 75 l'de ma ntık pro­
fesörlüğüne, 1 752'de ise daha önce hocası Hutcheson'ın da ders verdiği Ahlak Fel­
sefesi kürsüsüne ata ndı. Burada görev yaptığı sırada Ahlaki Duygula r Kuramı (The
Theory of Moral Sentiments) adlı eserini yazdı ( 1 759). l 764'te profesörlükten ayrılıp
Buccleuch Dükü'ne hocalık yapmaya başladı. Bu görevi sırasında Fra nsa'ya seyahat
etti; önde gelen Fransız düşünürler Volta ire, Quesna i, Turgot ve Helvetus'la tanıştı,
onla rla fikir alışverişinde bulundu. Ünlü eseri Milletlerin Zenginliği'ni Fra nsa'da iken
ya zmaya başladı. l 766'da İngiltere'ye döndü. Milletlerin Zenginliği ta m da Ameri­
ka n Bağımsızlık Bildirisi'nin ila n edildiği tarihte, 1 776'da yayımla ndı. Bu bağla mda
1 776 bir yanda n siyasi ta rih, diğer ya nda n iktisadi düşünce ta rihi açısında n, ta rihin
akışını değiştiren kırılma noktala rında n biridir. 1 777' den ölümüne kadar Edinbur­
gh'da gümrük görevlisi ola rak çalıştı. l787'de dostu Edmund Burke'den sonra Glas­
gow Üniversitesi'nin Lord Rektörü seçildi. l 790'da ölen Smith, düşünce ta rihinin en
önemli simala rında n biri ola rak tarihe geçmiştir.

Prof. Dr. Mustafa Acar


1 96 5 yılında Ka rama n'da doğdu. 1 986'da ODTÜ İktisat bölümünden mezun
oldu. Bir süre TÜİK ve T. İş Ba nkası'nda çalıştı. Sonra akademik hayata atılmaya
ka ra r verdi. l994'te YÖK bursuyla ABD'ye gitti. Purdue Üniversitesi'nden iktisa t
dalında 1 996'd a master, 2000'd e doktora derecesi aldı. Kırıkkale Üniversitesi (2000-
20 1 1 ), Aksa ray Üniversitesi (20 1 1 -20 1 5) ve N. Erbaka n Üniversitesi (20 1 5-halen)
gibi çeşitli üniversitelerde çalıştı; bölüm başkanlığı, deka nlık ve rektörlük gibi ida ri
görevler üstlendi. TÜBA üyesi ola n ve çok iyi derecede İngilizce bilen Prof. Aca r'ın
1 3'ü İngilizce'den çeviri olmak üzere, bazıları ortak ya za rlı toplam 32 kitabı, 50 ki­
tap bölümü ve 1 00 dolayında bilimsel makalesi yayımlanmıştır. Çevirilerinden ba­
zıla rı şunla rdır: Tercih (R. Roberts), Görünmez Kalp (R. Roberts), Her Şeyin Bedeli (R.
Roberts), Siyasal İslam 'ın Geleceği (G. Fuller), Tann'yı Kıyamete Zorlamak (G. Halsell),
Hayvan Çiftliğine Dönüş (B. Abra ms), Küresel Kapitalizmi Savunmak Q. Norberg), Eşitlik­
çilik: Doğaya Karşı İsyan (M. Rothbard), İktisadi Düşünce Tarihi (M. Skousen), Bitmeyen
Arayış: Bir Entellektüelin Yaşam Öyküsü (K. Popper).
İÇİNDEKİLER

Yayıncının Notu• 9

Çevirenin Önsözü • 11

Üçüncü Baskının Takdimi• 19


Dördüncü Baskının Takdimi• 21

Giriş ve Çalışmanın Planı• 23

BİRİNCİ KİTAP:

Emeğin Üretici Güçlerini İyileştiren Nedenler ile Emeğin Hasılasının Farklı


Toplum Katmanları Arasında Doğal Olarak Dağılımını Sağlayan Sistem Hakkında

I. BÖLÜM: İşbölümü Hakkında· 29


il. BÖLÜM: İşbölümünün Doğmasına Yol Açan İlke Hakkında• 35
III. BÖLÜM: İşbölümünün Pazarın Büyüklüğü ile Sınırlı Olduğu Hakkında• 39

iV. BÖLÜM: Paranın Kökeni ve Kullanımı Hakkında• 43


V. BÖLÜM: Malların Reel Fiyatı ile Nominal Fiyatı,
Yahut Emek Cinsinden Fiyatı ile Para Cinsinden Fiyatı Hakkında• 49

VI. BÖLÜM: Malların Fiyatını Oluşturan Bileşenler Hakkında• 61


VII. BÖLÜM: Malların Doğal Fiyatı ve Piyasa Fiyatı Hakkında• 67
Vlll. BÖLÜM: Emek (İşgücü) Ücretleri Hakkında• 75

IX. BÖLÜM: Sermaye Karları Hakkında• 91


X. BÖLÜM: Farklı İstihdam Alanlarında
İşgücü Ücretleri ve Sermaye Karları Hakkında• 99
I. Kısım: İstihdamın Bizzat Doğasından Kaynaklanan Eşitsizlikler• 100

il. Kısım: Avrupa'nın Uyguladığı Politikadan Kaynaklanan Eşitsizlikler• 114

XI. BÖLÜM: Toprak Rantı Hakkında• 133


I. Kısım: Rantını Her Zaman Çıkarabilen Toprak Ürünleri Hakkında• 135
il. Kısım: Rantını Bazen Çıkarabilen, Bazen Çıkaramayan
Toprak Ürünleri Hakkında• 146
m. Kısım: Rantını Her Zaman Çıkarabilen Ürünler
ile Bazen Çıkarıp
Bazen Çıkaramayan Ürünlerin Göreli Değerindeki
Oransal Değişimler Hakkında• 156
Son Dört Yüzyıllık Dönemde Gümüşün Değerinde
Görülen Değişmelere İlişkin Bir Arasöz• 158

Altın ve Gümüşün Göreli Değerleri Arasındaki Orantıda


Görülen Değişmeler• 181

Gümüşün Değerinin Hala Düşmekte Olduğu Şüphesinin Dayanakları• 184

Bayındırlığın Gelişmesinin Üç Tür İşlenmemiş Ürünün


Reel Fiyatı Üzerindeki Farklı Etkileri• 185
Gümüşün Değerindeki Değişmelere Dair Arasözün Sonu• 200

Bayındırlığın İlerlemesinin İşlenmiş Ürünlerin


Reel Fiyatı Üzerindeki Etkileri• 204

. Bölümün Sonu • 207

İKİNCİ KİTAP:
Sermayenin Niteliği, Birikimi ve İstihdamı

Giriş• 221
I. BÖLÜM: Sermaye Stokunun Bölünüşü Hakkında• 223

il. BÖLÜM: Toplumun Genel (Sermaye) Stokunun Özel Bir Şubesi Sayılan Para,
Yahut Milli Sermayenin Muhafazası İle İlgili Harcamalar Hakkında• 229
III. BÖLÜM: Sermaye Birikimi Yahut Üretken ve
Üretken Olmayan Emek Hakkında• 261
iV. BÖLÜM: Faizle Ödünç Verilen Sermaye Hakkında• 275
V. BÖLÜM: Sermayelerin Farklı İstihdam Biçimleri Hakkında• 281

ÜÇÜNCÜ KİTAP:
Farklı Milletlerde Servetin Çeşitli Gelişme Biçimleri Hakkında

I. BÖLÜM: Servetin Doğal Gelişmesi Hakkında• 295


il. BÖLÜM: Roma İmparatorluğu'nun Çöküşünden
Sonra Eski Avrupa' da Tarımın Gerilemesine Dair• 299
lll. BÖLÜM: Roma İmparatorluğu'nun Çöküşünden Sonra
Şehirler ve Kasabaların Gelişip Serpilmesi• 309

iV. BÖLÜM: Şehirlerin Ticaretinin Kırların Gelişmesine


Nasıl Yaradığı Hakkında• 317
DÖRDÜNCÜ KİTAP:
Politik Ekonomi Sistemleri Hakkında
Giriş· 329

I. BÖLÜM: Ticari, Yahut Merkantilist Sistemin Esası Hakkında• 331

il. BÖLÜM: Yurtiçinde Üretilebilecek Malların Yabancı


Ülkelerden İthali Üzerine Konulan Kısıtlamalar Hakkında• 347

lll. BÖLÜM: Dış Ticaret Dengesinin Aleyhte Olduğu Sanılan Ülkelerden


Hemen Her Malın İthaline Karşı Getirilen Olağanüstü Engeller Hakkında• 361
I. KISIM: Bu Kısıtların Merkantilist Sistemin Esaslarına Göre Bile Mantıksız
Olduğu Hakkında• 361

Mevduat Bankaları, Özellikle de Amsterdam Bankası Hakkında Arasöz• 366


il. KISIM: Bu Olağanüstü Kısıtlamaların Başka İlkeler Bakımından da Mantıksızlığı
Hakkında• 373
IV. BÖLÜM: Gümrük Vergi İadeleri Hakkında• 383
V. BÖLÜM: Primler Hakkında• 387
Tahıl Ticareti İle Tahıl Kanunları Hakkında Arasöz• 400
VI. BÖLÜM: Ticaret Antlaşmaları Hakkında• 415

VII. BÖLÜM: Sömürgeler Hakkında· 425

I. KISIM: Yeni Sömürgeler Tesis Edilmesinin Ardındaki Dürtüler• 425


II. KISIM: Yeni Sömürgelerin Refah Sebepleri • 432
III. KISIM: Amerika'nın ve Ümit Burnu Üzerinden Hindistan'a Giden Yolun
Keşfedilmesiyle Avrupa'nın Elde Ettiği Avantajlar Hakkında• 451

VIII. BÖLÜM: Merkantilist Sistem Konusunun Sonucu• 487


IX. BÖLÜM: Tarımcı Sistemler, Yani Toprak Mahsulünü
Her Ülkenin Geliri ile Zenginliğinin ya Tek ya da
Başlıca Kaynağı Olarak Gösteren İktisadi Sistemler Hakkında• 501

BEŞİNCİ KİTAP:
Hükümdar veya Devletin Geliri Hakkında

I. BÖLÜM: Hükümdar veya Devletin Harcamaları Hakkında• 521


I. KISIM: Savunma Harcamaları Hakkında• 521
il. KISIM: Yargı Harcamaları Hakkında• 534

III. KISIM: Kamu İşleri ve Kamu Kurumlarının Harcamaları Hakkında• 547


MADDE 1: Toplumun Ticaretini Kolaylaştırmaya Yönelik
Kamu İşleri ve Kamu Kurumları Hakkında• 548
Ticareti Genel Olarak Kolaylaştırmak için Gerekli Olanlar• 548
Ticaretin Belirli Dallarını Kolaylaştırmak İçin Gerekli
Kamu İşleri ve Kamu Kurumları Hakkında • 554
MA DDE il: Gençlerin Eğitimine Yönelik Kurumların Masrafı Hakkında • 573

MADDE III: Her Yaştaki Halkın Öğretimine Mahsus Kurumların Masrafı


Hakkında • 592

iV. KISIM: Hükümdarlık Haysiyet ve Şerefini Koruma Masrafı Hakkında • 613


Birinci Bölümün Sonucu• 614
il. BÖLÜM: Toplumun Genel Gelirinin Yahut
Kamu Gelirinin Kaynakları Hakkında• 615
1. KISIM: Hükümdara veya Devlete Has Olabilen
Mali Araçlar veya Gelir Kaynakları Hakkında • 615

il. KISIM: Vergiler Hakkında• 621


MA DDE 1: Rant [Kira Geliri] Vergileri /Arazi Rantı Üzerindeki Vergiler• 623
Arazinin Kira Geliriyle Değil, Ürünüyle Orantılı Vergiler• 630
Evlerin Gelir Vergileri• 632
MA DDE il: Kar Yahut Sermayeden Doğan Gelir Üzerindeki Vergiler• 638

Belirli İşlerin Karından Alınan Vergiler• 641


1. ve il. Maddelere Ek: Toprağın, Evlerin ve Sermaye Stokunun
Sermaye Değeri Üzerinden Alınan Vergiler• 646
MA DDE III: Emek Ücretlerinden Alınan Vergiler• 651

MADDE iV: Fark Gözetilmeksizin Gelirin


Her Türlüsünden Alınmak İstenen Vergiler• 653

Nüfus Başına Vergiler• 653


Tüketim Malları Üzerindeki Vergiler• 655
111. BÖLÜM: Kamu Borçları Hakkında• 683

Ek• 715

Referanslar• 719

Smith, Görünmez El ve Serbest Ticaret Konusunda Önerilen Bazı Kaynaklar• 719


Yayıncının Notu

Milletlerin Zenginliği'nin muhtelif tarihlerde birçok baskısı yapılmıştır. Elinizdeki


çeviriye esas alınan nüsha, Adam Smith 'in Eserleri ve Yazışmaları adlı Glasgow Derle­
mesinin ikinci cildinde bulunan, Milletlerin Zenginliği'nin, S. Marcelo Soares tarafın­
dan derlenmiş, eldeki en modern, en iyi baskısıdır.

Smith'in orijinal eserde verdiği kendi dipnotları, sayfanın altında ve dipnottan


hemen önce köşeli parantez içinde [Smith] şeklinde belirtilmiştir. Mütercimin oku­
yucuya yardımcı olmak üzere verdiği açıklayıcı dipnotlar yine sayfa altında ve ( -ı:)
şeklinde ve sonda (ç. n.) ("çevirenin notu") kısaltmasıyla belirtilmiştir.

Elinizdeki esere şu şekilde referans verilebilir: Smith, Adam, Milletlerin Zenginli­


ği 'nin Doğası ve Nedenlerine Dair Bir İnceleme, Der. S. M. Soares, Çev. M. Acar, İstanbul:
Liberus Yayınları, 2020.
Çevirenin Önsözü

Adam Smith kimdir? İktisadi düşünce tarihindeki yeri ve önemi nedir? Nasıl bir
sistem önermektedir? Ölümünden yaklaşık 230 yıl sonra bugün hala bizim için an­
lamlı ve önemli olan düşünceleri nelerdir? İktisadi düşüncenin başucu eseri Millet­
lerin Zenginliği 'nin çevirisine girmeden bu sorular üzerinde kısaca durmakta yarar
vardır.

Adam Smith modern iktisadın kurucu babasıdır. Düşünceleriyle, eserleriyle tari­


hin gidişatını değiştirmeye çok önemli katkılar yapmış bir düşünür, iktisatçı, ahlak
felsefecisidir. Mark Skousen'in İktisadi Düşünce Tarihi adlı önemli eserinde kelime­
nin ikili anlamına atıf yapan yerinde bir edebi sanat kullanarak dediği gibi, "her şey
Adem'le başlamıştır." Bunu ister yeryüzünde insanoğlunun macerasının başlangıcı,
isterseniz modern iktisadın doğuşu anlamında alabilirsiniz; modern iktisadın mace­
rası Ad.anı Smith'le başlamıştır.

Adam Smith Milletlerin Zenginliği adlı şaheserin yazarıdır. Bugüne kadar yazılmış
ve insanlığın kaderinin değişmesinde belirleyici rol oynamış on temel eser arasın­
da Milletlerin Zenginliği'nin de yer aldığında hiç kuşku yoktur. Yayımlandığı yıl olan
1776, hem iktisadi düşüncede bir devrim yaratması hem de zenginliğin yaratılması
ve iktisadi realitenin aulaşılmasına dair yeni bir düşünüş biçimi, sistematik bir yakla­
şımın doğması bakımından tari hin kırılma noktalarından biridir. Aynı yıl Amerikan
bağımsızlık savaşının kazanılması, Kuzey Amerika'da İngiliz sömürgeciliğinin sona
ermesi ve temel hak ve özgürlükleri etkileyici bir dille savunan Bağımsızlık Bildi­
risi'nin yayımlanması 1776'yı hem iktisadi hem de siyasi anlamda modern tarihin
dönüm noktalarından biri hale getirmektedir.

Adam Smith'in Milletlerin Zenginliği çerçevesinde sonraki kuşaklara bıraktığı dü­


şünsel-entellektüel mirası bir Önsöz'ün dar kapsamına sığdırmak kuşkusuz müm­
kün değildir; ancak bu önemli mirasın üç başlık altında özetlenmesi mümkündür:
1) Merkantilizmin reddi, zenginliğe giden alternatif yol, 2) Görünmez El öğretisi, 3)
Serbest ticaretin önemi. Her biri üzerinde kısaca duralım.

Smith'in öncülüğünü yaptığı Klasik liberal iktisadi öğretinin ortaya çıkmasından


önceki devirlerde, 15-17. yüzyıllarda egemen iktisadi öğreti merkantilizmdi. Başta

11
ABD Başkanı Trump olmak üzere, dünyanın değişik bölgelerinde iktidar sahiple �in­
ce bugün ticaret savaşlarıyla, savaş tamtamlarıyla, içe kapanmacı-korumacı-�adı a ��
söylemleriyle adeta yeniden hortlatılmaya çalışılan merkantilizmin üç belırleyıcı
ayağı vardı: 1) Zenginliğin kaynağı kıymetli maden (altın-gümüş) stoklarıdır, 2) Yer­
yüzünde zenginlik sabittir, birinin zenginleşmesi ötekini fakirleştirme pahasına ola­
bilir, 3) Dış ticaret sıfır-toplamlı bir oyundur; birinin karı ötekinin zararına eşittir, o
nedenle dış ticarette korumacılık esastır.

Adam Smith, bu bağlamda her şeyden önce merkantilizme başkaldıran, zengin­


liğin yolunun ille de altın ve gümüş biriktirmekten, ya da başkalarının kaynaklarını
yağmalamaktan geçmediğini ileri süren adamdır. Önerdiği sistemin adı "doğal öz­
gürlükler sistemi"dir; devletin sağladığı katlanılabilir bir güvenlik-adalet şemsiyesi
altında işbölümü, uzmanlaşma, üretken kaynakların etkin kullanımı, verimlilik ar­
tışı, böylece ortaya çıkacak ihtiyaç fazlası üretimin de serbest ticaret yoluyla başka
ülkelerle paylaşılması zenginliğe giden alternatif, barışçı yoldur.

Smith'in de ustalıkla işaret ettiği gibi, altın ve gümüş biriktirmek zenginliğe giden
yegane yol değildir. Altın ve gümüş, daha genelde para karın doyurmaz; ancak bun­
lar karın doyuracak nesnelerin elde edilmesini sağlayan araçlardır. Yeryüzünde zen­
ginlik sabit değildir; emeğin, sermayenin, toprak ve doğal kaynakların, girişimciliğin,
kısaca eldeki üretken kaynakların akıllıca ve ustaca kullanımıyla artırılabilecek,
başkalarından bir şey çalmadan, eksiltmeden, haksız yere başkalarının elindekine el
koymadan çoğaltılabilecek bir şeydir. Başka bir deyişle zenginlik veya servet pastası
başkalarından çalmadan, onlara zarar vermeden de büyütülebilir. Dış ticaret asla sı­
fır-toplamlı bir oyun değildir; dış ticaret yapınca birinin kazancı mutlaka öbürünün
kaybı anlamına gelmez; mübadeleye katılan her iki taraf için de kazançlı dış tica­
ret pekala mümkündür. Smith'in çağdaşı, Klasik iktisatçıların öncülerinden David
Ricardo'nun "Mukayeseli Üstünlükler Teorisi" ile daha da geliştirdiği üzere, Smith
ülkelere mutlak üstünlüğe sahip oldukları, yani başkalarından daha ucuza üretebil­
dikleri ürünleri üretip, pahalıya ürettiklerini de başkalarından satın almayı, dolayı­
sıyla serbest ticaretle ihtiyaçlarını karşılamayı önermektedir. İşbölümü uzmanlaş­
mayı doğuracak, uzmanlaşma verimliliği artıracak, artan verimlilik sayesinde kendi
ihtiyacımızdan çok daha fazla üretmek mümkün olacak, ihtiyaç fazlası üretim de
serbest ticaret yoluyla başka ülkelerle mübadele edilerek paylaşılacak, böylece zen­
ginlik artacaktır.

İnsanoğlu genelde realiteye, özelde iktisadi realiteye iki zihniyetin penceresinden


bakmaktadır. Biri açık/ geniş, diğeri kapalı/ dar bir penceredir. Zihniyet, insan-insan,
insa n-doğa, insa n-toplum, insa n-devlet ve insa n-Ta nrı ilişkilerine bakış, kaynakları
okuma, yorumlama ve hüküm çıkarma şeklinin, anlayış ve düşünüş tarzının adıdır.
Din ve kültürden bağımsız, her coğrafyada temsilcilerini bulacağımız bu iki zihni­
yetten biri savaşçı, çatışmacı, içe kapanmacı, korumacı, kollektivist, devletçi ve ku­
mandacıdır. Herkesi kendisine potansiyel tehdit gören, kendine yeterliliği erdem bi­
len, korumacılık yoluyla rekabeti engelleyip rant aktarımıyla yerli zengin yaratmayı

12
kalkınmanın anahtarı gören, biraz güç elde edince bunu hemen başkalarını zapt-u
rapt alma yönünde kullanan, yeryüzüne ayar vermeyi kendi omuzlarına yüklenmiş
tanrısal bir misyon gibi gören hegemonyacı, baskıcı, yasakçı, otoriteryen zihniyetin
her devirde mebzul miktarda takipçisi olmuştur, bugün de vardır.

Öteki zihniyet kimsenin burnunu kanatmadan zenginlik yaratmanın da müm­


kün olduğunu düşünen, barışçı, özgürlükçü, dışa açılmacı, bütünleşmeci, bireyci,
serbest ticaretçi ve piyasacı zihniyettir. Zenginliğin, servet ve refahın sabit bir şey
olmadığını, büyütülebilir, artırılabilir ve çoğaltılabilir olduğunu, birinin zenginliği­
nin ille de başkasını fakirleştirme pahasına olmadığını, başkasına zarar vermeden
de zenginleşmenin mümkün olduğunu, dış ticaretin de asla sıfır toplamlı bir oyun
olmadığını, ticarete katılan her iki tarafın da bundan kazançlı çıkacağını, serbest
piyasanın devletçi-müdahaleci-kumandacı sistemden çok daha insani, ahlaki ve re­
fah yaratıcı olduğunu düşünen bir zihniyettir bu. İşte Adam Smith bu barışçı ve öz­
gürlükçü zihniyetin öncülerindendir. Denebilir ki yeryüzündeki bütün çatışmalar,
son tahlilde, kıt kaynakların paylaşımı bağlamında bu iki zihniyetin çatışmasıdır.
Kaynaklar kıttır; kıt kaynakları paylaşmanın nihayetinde iki yolu vardır. Biri savaş,
diğeri barış; biri korumacılık, diğeri serbest ticaret; biri yağma ve talan, diğeri üretim
ve mübadele. Smith'in önerdiği yol barışçı, özgürlükçü, serbest ticaretçi, üretim ve
mübadele yöntemidir.

Smith Hakkındaki Bazı Önyargılar veya


Yanlış Değerlendirmeler

Atalarımız "meyveli ağaç taşlanır" demişler; her alanda olduğu gibi düşünce tarihi
boyunca da üretken, orijinal, yaratıcı, eskiye ve kurulu düzene meydan okuyan tip­
ler daima tepki çekmiştir, saldırıya uğramıştır, taşlanmıştır, eleştirilmiştir. Peygam­
berler tarihi bu konuda zengin bir malzeme sunmaktadır. Adam Smith de bu anlam­
da düşünce tarihinde en fazla tartışılan, tepki gösterilen ve eleştirilen insanlardan
biridir. Smith'in bunca tepki çekmesinin nedenlerinin bir kısmı ideolojik, zihniyetle
alakalı, dünyaya bakış açısının farklılığından kaynaklı, bir kısmı ise onu yanlış oku­
ma veya yanlış anlamadan kaynaklıdır.

Bunlardan biri, iktisadi adam (homo economicus) ve kendi çıkarı peşinde koş­
manın meşrulaştırılması bağlamında Adam Smith'e yöneltilen haksız eleştirilerdir.
Başka bir deyişle Smith'in en çok eleştirildiği konulardan biri, onun kişisel menfaa­
ti, yahut şahsi çıka rı peşinde ko ş m ayı ve bencilliği yücelttiği konusudur. Buna göre
Smith "homo-economicus"un mucididir, şahsi çıkarından başka bir şey düşünmeyen
insanın meşrulaştırıcısıdır, bencilliği normal kabul etmektedir, bir görünmez el mari­
fetijle kişisel çıkarı bayraklaştırmaktadır vs.

Oysa Adam Smith'in yaptığı, bir meşrulaştırma ya da bir temenni değil, bir tes­
pittir. İnsan çoğu zaman şahsi çıkarını önceleyen, başkalarından önce kendisini dü­
şünen, kişisel menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu bizim yabancısı olduğumuz

13
bir olgu da değildir. En dini-bütün olanlarımız da dahil, insanla
��
rın ha�gi d r ülerle
kadar belırleyıcı oldu­
hareket ettiğini gözlemleyin, öz-menfaatin, kişisel çıkarın ne
diyerek esasen bu
ğunu göreceksiniz. Nitekim, atalarımız "önce can, sonra canan"
e yar­
gerçeği dile getirmektedirler. Kaldı ki, "şeytan ayrıntılarda gizlidir," kestirm
kavram lara bakmak
gılarda bulunmadan önce, insanların ne dediklerine, orijinal
gerekir.
Bu bağlamda altı önemle çizilmelidir ki, çoğu kez bencillik olarak yorumlanan
"öz-sevgisi" kavramının orijinal metindeki karşılığı "self-love"dır. Bu kavram kendi­
ni sevme, kendini beğenme, kendi ihtiyacına öncelik verme, yahut kişinin kendine,
şahsına yöneltilmiş sevgi ve muhabbet demektir. Bunun yanlış bir şekilde "bencillik"
olarak okunmasıyla ve kollektivist bir yorumla, birçok insanı Adam Smith'in başka­
larına zarar verecek biçimde kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil
insan tipini meşrulaştırdığını düşünmeye sevk etmektedir.

Oysa bencillik (selfishness) öz-sevgisinden (self-love) başka bir şeydir. Adam


Smith'in eserinde Görünmez El öğretisiyle vurgulamaya çalıştığı şey, insanların
kendileri için bir şey yapmalarının çoğu kez aynı zamanda başkalarına da iyilik an­
lamına geldiğini, yani kendine iyilik ile başkalarına iyilik arasında, başka bir deyişle
kişisel menfaat ile toplumsal menfaat arasında bir çatışma değil, bir uyumun söz konu­
su olduğudur. Bu bağlamda Görünmez El öğretisi, daha sonraki yüzyıllarda kendili­
ğinden doğan düzen fikrine de ilham kaynağı olacak, son derece önemli içerimleri olan
bir öğretidir. Buna göre insan kendi menfaati peşinden koşarken esasen otomatik
olarak, görünmez bir el tarafından topluma da hizmet etmeye yönlendirilmektedir.
Smith'in klasik örneğine atıfla söylersek, soframızdaki et ve ekmek ile sırtımızdaki
giyecek ne kasabın diğerkamlığındandır, ne fırıncının, ne de terzinin kendini bizim
için feda eden fedakarlığından. Herkes esasen çoluk-çocuğunun geçim derdinde­
dir, herkes kendi menfaatinin peşinden gitmektedir; ama bunu yaparken görünmez
bir el tarafından topluma da hizmet ettirilmektedir. Nitekim öz-sevgisiyle hareket
eden kasabın elinden çıkan ürün bizim soframızda et, fırıncının ürünü soframızda
ekmek, terzinin ürünü sırtımızda giysi olmaktadır. Yani, kişisel menfaat ile toplum­
sal menfaat çoğu zaman birbiriyle çatışmaz, aksine uyum içindedir.

Adam Smith'le ilgili kollektivist zihniyetli entelektüeller ve bunların etkisiyle


popüler kültürde karşılık bulan önyargılar ve yanlış değerlendirmelerin önemli bir
kaynağı bu noktayla ilgilidir. Smith bu konuda ya doğru dürüst okunmamış, ya anla­
şılmamış, ya da bilerek veya bilmeyerek yanlış anlaşılmıştır. Smith'in bencilliği, yani
başkasına zarar verme pahasına kendini merkeze koymasına cevaz verdiği doğru
değildir. Unutulmamalıdır ki, Smith aynı zamanda bir ahlak felsefecisidir; din, ah­
lak, Tanrı ve maneviyatla barışık bir insandır. En önemlisi, Milletlerin Zenginliği'nden
daha önce yazdığı önemli bir eserinin adı Ahlaki Duygular Ku ra m ı 'dır. Bu eserinde
Smith, insandaki bencilliğin ve şahsi çıkar peşinde koşma dürtüsünün, 'başkalarına
kendisini sevdirme' ve 'başkaları tarafından takdir edilme' dürtüsü tarafından den­
gelendiğinden söz etmektedir.

14
Özetle Adam Smith, korumacı, kendine yeterlilikçi, çatışmacı bir öğreti olan
merkantilizme, merkantilist felsefeye bayrak açan adamdır. Zenginliğin yegane kay­
nağının altın ve gümüş biriktirmekten ibaret olduğu görüşünü reddetmektedir. Mer­
kantilizmin büyük yanılgılarından biri olan yeryüzündeki zenginliğin sabit ve dış
ticaretin sıfır-toplamlı bir oyun olduğu, dolayısıyla birinin zenginleşmesinin ancak
ötekinin fakirleşmesi pahasına olabileceği fikrini çürütmektedir. Merkantilizmin
yine temel düsturlarından biri olan, dış ticarette korumacılığa karşı çıkmakta, ser­
best ticareti savunmaktadır.

Özellikle sosyalist-Marksist, milliyetçi ve dinci gelenek başta olmak üzere, mer­


kantilist öğretilere sıkı sıkıya bağlı neo-merkantilist görüşler günümüz dünyasında
siyasi ve entellektüel çevrelerde sık karşılaştığımız görüşlerdir. Özellikle dünyada
kutuplaşmanın ve çatışmaların arttığı, ülkelerin ve iktidar hırsıyla yanıp tutuşan li­
derlerin önüne gelene meydan okumayı marifet bellediği, neo-nazi, ırkçı, aşırı sağcı
hareketlerin yükselişe geçtiği dönemlerde korumacı, içe kapanmacı neo-merkanti­
list görüşlere rağbet de artmaktadır; aynen günümüzde olduğu gibi. Bunlara karşı
yapılabilecek en iyi şey, barışa odaklı, piyasacı, serbest ticaretçi, dışa açılmacı; mal­
ların, hizmetlerin, paranın, sermayenin, insanların ve fikirlerin serbest dolaşımını
öngören politikaları ısrarla savunmaktır. Düşünce dünyasının cihangir zekaları
Smith'in yaptığı gibi, zenginleşmenin tek yolunun çatışmadan geçmediğini; Frederic
Bastiat'nın yaptığı gibi, savaşın ve yıkımın karlı bir şey olmadığını, malların geçmesi­
ne izin verilmeyen sınırlardan askerlerin geçeceğini hatırlatmaktır.

Bu Tercümeye Neden Gerek Duyuldu?

Milletlerin Zenginliği'nin Türkçede zaten çevirisi olduğu halde neden bu eserin yeni
bir çevirisini yayımlamaya gerek duyulduğu konusunda yayıncının da elbette kendi
gerekçeleri vardır ama ben burada sadece mütercim olarak kendi gerekçelerimi sıra­
layacağım.

Her şeyden önce, Milletlerin Zenginliği gibi bir şaheserin altında mütercim olarak
imzası olmasını istemeyecek aklı başında çok az iktisatçı vardır. Düşünce tarihinde
son derece önemli bir iz bırakmış böylesi muhteşem bir eseri Türkçeye çevirmek
bendenizin de uzun zamandır aklından geçen bir projeydi; hayata geçmesi için uy­
gun zamanı bekleyen bir hayal olarak askıda duruyordu.

Bundan yaklaşık 1 5 yıl önce başka bir yayıncı ile gerçekleştirilmesi planlanan,
hatta kısmi bir başlangıç adımı da atılan proje, yayıncıdan kaynaklanan nedenlerle,
o zaman akim kalmıştı. Daha sonra bendenizin dekanlık ve rektörlük gibi yoğun
mesai gerektiren idari görevleri yüzünden yeniden rafa kaldırılmak zorunda kalın­
mıştı.

Siz yeter ki hayal edin, bir şeyi yapmayı kafaya koyun, Ruhsal Zeka'nın diliyle
"kader defterine randevu düşün," Kadir Mevla bugün olmazsa yarın mutlaka bir fır­
sat veriyor. İşte Liberus Yayınevi'nin Milletlerin Zenginliği'ni çevirme teklifi, bu an-
15
lamda bir hayalin gerçekleşmesine imkan veren, değerlendirilmesi gereken önemli
bir fırsattı.

Son olarak, eldeki çevirinin eski tercümelerden farkının ne olduğu okuyucunun


doğal olarak aklına takılan bir soru olabilir. "Yurdum insanı"nın hoş ağzıyla ifade
edersek, "Ötekiler dururken neden seninkini okuyalım hoca, di baayım baa?" diye
sorabilirsiniz. Bunun için başlıca dört gerekçe öne sürülebilir.

Birincisi bu eser, Smith'in orijinal eserinin tam ve kapsamlı bir çevirisidir; yarım,
özet, kısaltılmış ya da sıkıştırılmış bir çalışma değildir. Türkçede bu özellikte daha
önce yayımlanmış zaten tek bir çeviri vardır. Söz konusu çeviri ile kıyaslanınca, eli­
nizdeki eser, aşağıda değinileceği üzere, bugün günlük dilde kullanımı yaygın olan
kelimelerin tercih edilmesi, sadelik ve akıcılık yönünden daha iddialı bir eserdir.

İkincisi, mevcut çevirilerde yer yer tercüme hatalarına tesadüf edilmiştir. Zaman
zaman olumlu cümlenin yanlışlıkla olumsuz olarak çevrildiği veya tam tersinin ya­
pıldığı, yer yer de uzun cümlelerin anlam bütünlüğünü bozmadan bölünmesi konu­
sunda sorunlar olduğu görülmektedir. Arzu eden okuyucuya bu konuda daha geniş
bilgi verilmesi mümkündür.

Üçüncüsü, mevcut çevirilerde bulunan bazı cümleler anlamı az çok doğru ver­
mekle birlikte, iyileştirmeye muhtaç durumlar göze çarpmaktadır. Bu çerçevede pek
çok cümlede orijinal metne daha uygun olacak şekilde iyileştirmeler yapılmıştır. Bu
türden çok sayıdaki iyileştirmelere bir örnek vermek gerekirse;

Orijinal cümle: "If the two countries are at a great distance, the difference may
be very great; beca use though the metals naturally fly from the worse to the better
market, yet it may be difficult to transport them in such quantities as to bring their
price nearly to a level in both." (Wealth of Nations, Book 1, p. 1 52)

Mevcut çevirilerden birindeki karşılığı: Bu iki ülke birbirinden çok uzak ise, ara­
daki fark pek büyük olabilir. Çünkü kötü pazardan iyi pazara kaçmakla birlikte, ne
de olsa metalleri, fiyatlarını aşağı yukarı bir kerteye getirecek miktarlarda oradan
oraya taşımak güçtür.

Bizim önerdiğimiz çeviri: Şayet bu iki memleket birbirinden epey uzak ise, ara­
daki fark çok muazzam olabilir; çünkü, her ne kadar metaller doğal olarak kötü pa­
zardan iyi pazara doğru hareket etseler de, yine de, fiyatlarını her iki ülkede de aşağı
yukarı aynı seviyeye getirecek miktarlarda bunları -bir yerden diğerine- taşımak
zor olabilir.

Elinizdeki çeviriyi mevcut çevirilerden farklı kılan sebeplerin dördüncüsü ve


daha önemlisi, söz konusu çevirilerde bugün artık günlük dilde pek kullanılmayan,
iktisat öğretiminde de tercih edilmeyen karşılıklar sık sık dikkati çekmektedir. Bu
tür anlamı pek bilinmeyen veya hemen hiç kullanılmayan kelimelerin tercih edilme­
si akıcılığı bozmaktadır. Örneğin "level" karşılığı olarak "düzey" veya "seviye" yerine
"kerte," "improvement" karşılığı olarak "ıslah" ya da "iyileştirme" yerine "bayındır-

16
ma," kıymetli maden ölçü birimi olarak "ons" yerine "onça," iktisadi kavramlardan
"tüketim" (consumption) yerine "yoğaltım," "tahıl" yerine "zahire," "değişilir" yerine
"değiş edilir," farklı (different) yerine "başka başka" gibi karşılıklar verilmektedir.
Yine mevcut çevirilerde geçen "savsama, hava oyunu, uslamlama, belgitme, yeğlik­
li, imsakçi, kesenkes, .." gibi pekçok kavramın bırakın sıradan okuyucuyu, üniversite
mezunu uzman araştırmacılar tarafından bile bilindiği şüphelidir; bunların bugün
günlük dilde kullanılmadıkları ise kesindir. Yurdum insanı bu kavramlar yerine "ih­
mal, spekülasyon, akıl yürütme, argüman, tercihli, yasakçı, kesinlikle.." demeyi tercih
etmektedir. "Liberal" yerine bugün kimse "açık yürekli" veya "açık görüşlü" deme­
mektedir.

Bu bağlamda temel iktisadi kavramlar olarak özellikle üçünü ayrıca zikretmek


gerekir. "Supply" karşılığı olarak iktisat öğretiminde bugün "piyasa mevcudu" de­
ğil, "arz" sözcüğü kullanılmaktadır. "Stocks" karşılığı olarak "mal mevcudu" yerine
"sermaye" veya "sermaye stoku" demek çok daha aşina ve tercihe değerdir. "Con­
sumption" karşılığı olarak "yoğaltım" yerine "tüketim" demek de yine hem günlük
konuşma diline, hem de iktisat öğretimi bağlamında müfredat diline çok daha uygun
düşmektedir. Benzer şekilde, "sikke" yerine "madeni para," "para ile ödenen" yerine
"parasal" veya "nominal" daha tercihe değer karşılıklardır.

Bir noktanın daha altını çizmekte yarar olabilir. Smith eserde üç temel üretim
faktörü olarak emek, sermaye ve toprağın toplam gelirden veya üretimden aldığı
payı uzun uzun izah etmektedir. Smith'in, sonraki çağlarda Avusturyalı iktisatçılar­
ca ayrı bir üretim faktörü olarak gündeme getirilecek olan, girişimciyi sermayedarla
aynı kişi olarak gördüğü, dolayısıyla üretimden sermayenin aldığı pay ile girişimci­
nin payının kar adı altında tek bir kategoride topladığı anlaşılmaktadır. Bugün dört
temel üretim faktörü olarak emek, sermaye, toprak ve girişimcinin üretimden aldık­
ları paya sırasıyla ücret, faiz, rant ve kar denmektedir. Son zamanlarda üretim süre­
cinde bilginin de ayrı bir faktör olarak görülmesi gerektiği görüşü giderek daha fazla
kabul görmektedir.

Kısaca elinizdeki çeviri gerek orijinal metnin tam ve eksiksiz çevirisi, gerekse di­
lin akıcılığı ve günlük konuşma diline uygunluğu açısından mevcut alternatifler ara­
sındaki en iyisi olma iddiasındadır. Takdir elbette ki okuyucu ve araştırmacılarındır.

Prof. Dr. Mustafa Acar


acar70@gmail.com
Selçuklu/Konya, 3 Haziran 2019

17
Üçüncü Baskının Takdimi

Elinizdeki eserin ilk baskısı 1775 yılının sonu ve 1776 yılının sonunda yapılmıştı.
Bu nedenle de, işlerin bugünkü gidişatından söz edildiğinde, kitabın büyük bölümünde
işlerin benim bu kitabı yazmakla meşgul olduğum söz konusu tarihlerde veya bunun
biraz öncesindeki durumu anlaşılmalıdır. Ancak bu üçüncü baskıda birçok ilave yap­
tım, özellikle de Gümrük Vergi İadeleri ve Primler konulu bölümlere. Benzer şekilde,
Merkantilist Sistemle İlgili Sonuç adlı yeni bir bölüm, devletin harcamalarıyla ilgili bö­
lüme de yeni bir madde ilave ettim. Bütün bu ilavelerde, işlerin bugünkü hali demek,
daima 1783 yılı ile içinde bulunduğumuz 1784 yılının başlarındaki durumu demektir.

19
Dördüncü Baskının Takdimi

Elinizdeki dördüncü baskıda herhangi bir değişiklik yapmadım. Ancak şu anda


Amsterdamlı Bay Henry Hope'a büyük minnet borcumu ifade etme zamanının
geldiğini düşünüyorum. Amsterdam Bankası gibi, kağıt üzerindeki hesapların bana
hiçbir zaman tatmin edici ve hatta anlaşılabilir gelmediği çok ilginç ve önemli bir
konuda edindiğim son derece ayrıntılı ve geniş görüşlü bilgileri bu beyefendiye
borçluyum. Bu beyefendinin adı Avrupa'da o kadar yakından tanınıyor ki, ondan
gelen bilgi bahşedildiği kişiye büyük onur veriyor olsa gerektir; bundan dolayı içim­
den bir ses bu teşekkürü ifade etmemi o kadar istiyor ki, kitabımın bu yeni baskısı­
nın başına bu takdimi iliştirme zevkinden kendimi mahrum bırakamadım.

21
Giriş ve Çalışmanın Planı

Her milletin yıllık emeği, yaşamak için her yıl tükettiği bütün o gerekli ve ya­
rarlı şeyleri o millete sağlayan temel kaynaktır. Tüketilen bu maddeler her zaman
söz konusu emeğin ya doğrudan kendi ürünüdür, ya da bu ürün karşılığında başka
milletlerden satın alınmış şeylerdir.
İşte bu ürünün veya bu ürünle satın alınan şeyin, onu tüketecek olanlara kıyasla
daha az ya da daha çok oluşuna göre, bir millet ihtiyaç duyduğu bütün o gerekli ve
yararlı şeylerle daha iyi veya daha kötü donatılmış olur.

Fakat bu oran her millette iki dinamik tarafından belirleniyor olmalıdır. Birincisi
genel olarak emek verirken gösterilen ustalık, el yatkınlığı ve kavrayıştır. İkincisi ise,
yararlı işlerde istihdam edilenler ile böyle işlerde istihdam edilmeyenler arasındaki
orandır. Toprağı, iklimi veya arazi genişliği ne olursa olsun, herhangi bir milletin
yıllık arzının bolluğu ya da kıtlığı, bu durumda, söz konusu iki koşula bağlı olmalıdır.

Bu arzın bolluğu ya da kıtlığı da, sözü edilen iki koşuldan ikincisinden ziyade birin­
cisine daha fazla bağlı görünmektedir. Avcılık ve balıkçılıkla geçinen medenileşmemiş
milletlerde, çalışabilecek durumda olan her birey, kendisi veya ailesi ya da kabilesinde­
ki ava gidemeyecek veya balığa çıkamayacak kadar çok yaşlı, çok genç veya dermansız
olan kişiler için hayat için gerekli ve yararlı şeyleri -yapabildiği ölçüde- temin edebil­
mek amacıyla, elinden geldiğince az veya çok çalışır. Ne var ki, bu milletler o kadar ber­
bat bir vaziyette fakirdirler ki, sıklıkla sırf yoksulluk yüzünden çocuklarını, yaşlılarını
ve müzmin hastalarını bazen kendi elleriyle yok etmek, bazen de onları açlığın pen­
çesine bırakmak veya vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaya terk etmek zorunda
kalır veya en azından zorunda kaldıklarını sanırlar. Medenileşmiş ve gelişen milletler
ise, aksine, her ne kadar çok sayıda insan hiç çalışmadığı halde, çoğu da çalışanların ço­
ğunun on katı hatta sıklıkla yüz katı ürün tükettikleri halde, yine de, toplumun toplam
emeğinin ürünü o kadar büyüktür ki, bu ürün hepsine bol bol yeter. Bu toplumda, en alt
ve en fakir katmandan bile olsa, tutuınlu ve çalışkan bir işçi, hayatın ihtiyaçlarını gide­
rip yarar sağlayan maddelerin, medenileşmemiş herhangi bir yabaninin erişebileceğine
kıyasla, daha fazlasının tadını çıkarabilir.

Emeğin üretici güçlerinde görülen bu gelişmenin nedenleri ve emeğin mahsulünün top­


lumun değişik katmanları ve şartlan içinde yaşayan insanlar arasında doğal olarak bölü-

23
şülmesini sağlayan düzen, bu İnceleme'nin Birinci Kitap'ının konusunu teşkil etmektedir.

Herhangi bir milletin, emeğini kullanırken gösterdiği ustalığın, maharetin ve


kavrayışın fiili durumu ne olursa olsun, onun yıllık üretiminin bolluğu ya da kıtlığı,
bu durum devam ettiği sürece, yıllık olarak faydalı işlerde istihdam edilenlerin sayı­
sı ile böyle işlerde istihdam edilmeyenlerin sayısı arasındaki orana bağlı olmalıdır.
Bundan böyle görüleceği üzere, faydalı ve üretken işçilerin sayısı, her yerde, bunla­
rı çalıştırmak için istihdam edilen sermaye stokunun miktarıyla ve bunun istihdam
edilme şekliyle orantılıdır. İkinci Kitap, bundan dolayı, sermaye stokunun doğası ve
zaman içinde nasıl biriktiğinin yanı sıra, farklı kullanım şekillerine göre sermayenin
harekete geçirdiği emek miktarlarını ele almaktadır.

Emek harcarken sergiledikleri ustalık, maharet ve kavrayış bakımından hatırı sa­


yılır ölçüde ilerlemiş milletler, emeğin genel idaresi ve yönlendirilmesinde oldukça
farklı yollar takip etmişlerdir. Bu yollar ise üretimin büyüklüğüne katkı açısından
eşit derecede elverişli olmamıştır. Bazı milletlerin uyguladığı siyaset kırsal alanların
faaliyetine olağanüstü teşvik sunarken, başka bazılarının siyaseti kentlerin çalışma­
sını teşvik etmiştir. Hemen hiçbir millet çalışmanın her türüyle tarafsız bir şekilde
ve eşit derecede ilgilenmiş değildir. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden beri, Av­
rupa'nın siyaseti kırsal yörelerin faaliyeti olan tarımdan ziyade, şehirlerin faaliyeti
olan küçük sanatlar, imalat ve ticareti kayırır nitelikte olagelmiştir. Bu siyaseti öne
çıkarıp kökleştirdiği anlaşılan koşullar, Üçüncü Kitap'ta açıklanmaktadır.
Her ne kadar söz konusu farklı planlar, belki de, ilkin -toplumun genel refahı
üzerinde yaratacağı sonuçlarını hesap etmeksizin ya da o.1görmeksizin- kimi in­
san topluluklarının özel menfaatleri ve önyargıları tarafından ortaya çıkarılmış olsa
bile, yine de bunlar çok farklı politik ekonomi teorilerine kaynaklık etmiştir. Bu teo­
riler ki, bazıları şehirlerde gerçekleştirilen faaliyetleri öne çıkarırken, bazıları kırsal
yörelerin faaliyetlerini öne çıkarmaktadır. Söz konusu teoriler sadece okumuşların
düşünceleri üzerinde değil, hükümdarların ve egemen devletlerin kamu yönetimi
üzerinde de kayda değer ölçüde etkili olmuştur. Dördüncü Kitap'ta söz konusu çeşitli
teorileri ve bunların farklı çağlarda ve milletler üzerinde doğurduğu başlıca etkileri
elimden geldiğince kapsamlı ve açık biçimde açıklamaya çalıştım.

Büyük halk topluluklarının zenginliğinin nelerden meydana geldiğini, yahut fark­


lı çağlarda ve milletlerde bunların yıllık tüketimlerini karşılamış olan kaynakların
doğasını açıklamak ilk Dört Kitabın amacıdır. Beşinci ve son Kitap ise hükümdar ya
da devletin gelirini ele almaktadır. Bu Kitap'ta şunları göstermeye gayret ettim: İlk
olarak, hükümdar veya devletin zorunlu harcamaları nelerdir; bu harcamaların han­
gileri bütün toplumun ortak katkılarıyla, hangilerinin ise toplumun yalnızca bir kısmı
veya kimi belirli üyelerince karşılanması gerekir? İkincisi, halkın tümünün yüklen­
mesi gereken masra fla rın ka rşıla nmasına bütün toplumun ka tılımını sağla ma nın çe­
şitli yolları nelerdir, bu yöntemlerin başlıca avantaj ve dezavantajları nelerdir? Üçün­
cüsü ve sonuncusu da, bugünkü hükümetlerin hemen hepsini bu gelirin bir kısmını
karşılık göstererek rehin vermeye ya da borçlanmaya sürükleyen nedenler nelerdir,
bu borçların toplumun gerçek zenginliği, yani toplumun emek ve toprağının yıllık
ürünü üzerindeki etkileri nelerdir?

24
Milletlerin Zenginliği'nin
Doğası ve Nedenlerine Dair
Bir İnceleme
1. CİLT

BİRİNCİ KİTAP
Emeğin Üretici Güçlerini İyileştiren Nedenler
ile Emeğin Hasılasının Farklı Toplum Katmanları
Arasında Doğal Olarak Dağılımını Sağlayan Si stem
Hakkında
I. BÖLÜM
İşbölümü Hakkında

Emeğin üretici kuvvetlerindeki en büyük iyileşmenin yanı sıra, emeğin idaresin­


de yahut kullanılmasında gösterilen ustalığın, el yatkınlığının ve kavrayışın daha bü­
yük bir kısmı, anlaşılan odur ki, işbölümünden kaynaklanmıştır.

İşbölümünün toplumun genel iş hayatı üzerindeki etkileri, bu etkilerin belirli bazı


sanayi kollarında kendini nasıl gösterdiğine bakılmak suretiyle, daha kolay anlaşıla­
bilir. İşbölümünün oldukça önemsiz bazı sanayi kollarında en ileri düzeye taşınmış
olduğu yaygın bir kanaattir. Bunun nedeni gerçekte bunlarda işbölümünün, daha
önemli sanayilerdekinden daha ileri götürülmüş olması değildir. Asıl sebep, az sa­
yıda kimsenin ufak tefek ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olarak iş yapan bu küçük
imalat dallarında çalışan işçilerin sayısının ister istemez az olması; işin bütün fark­
lı kollarında çalıştırılanların çoğu kez aynı işyerinde bir araya getirilip, hep birden
gözetim altında bulundurulabilmeleridir. Aksine, büyük bir halk kitlesinin devasa
büyüklükteki ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan büyük sanayilerde ise, işin her ayrı
kolu o kadar çok işçi çalıştırır ki, bunların hepsini aynı işyerinde bir araya toplamak
imkansızdır. Bir defada, o işin yalnız bir tek kolunda çalıştırılanlardan fazlasını gö­
rebilmemiz pek nadirdir. Bundan dolayı, her ne kadar bu tür büyük sanayilerde iş,
daha önemsiz mahiyetteki sanayilere göre, gerçekte çok daha fazla parçaya bölün­
müş olabilse bile, buradaki bölünüş ötekindeki kadar belli değildir; dolayısıyla da
bunun çok daha az farkına varılmıştır.

Onun için, son derece önemsiz bir imalat dalı olmakla beraber, işbölümünün çok­
lukla göze çarptığı, iğnecilik zanaatından bir örnek ele alalım. İşbölümü ile ayrı bir
zanaat haline gelen bu iş için yetişmemiş; o işte kulla nıla n (icadına da muhtemelen
aynı işbölümünün sebep olduğu) aletlerin nasıl kullanıldığını bilmeyen bir işçi, elin­
den gelen gayreti gösterse, günde belki bir iğneyi zor yapar; hele yirmi iğneyi, hiç ya­
pamaz. Oysa şimdiki yapılış şekli ile bu işin tamamı başlı başına bir zanaat olmanın
yanı sıra, -çoğu yine kendi başına ayrı birer iş olan- bir sürü de kollara ayrılmıştır.
İşçinin biri teli çekip gerer; bir başkası bunu düzeltir; bir üçüncüsü keser; bir dör­
düncüsü ucunu sivriltir; bir beşincisi baş geçebilmesi için tepesini ezer. Başı yapmak

29
iki veya üç ayrı işlem gerektirir. Başı tepeye takmak ayrı bir iştir, iğneleri ağartmak
bir başka iştir; iğneleri kağıda sıralamak bile, başlı başına bir zanaattır. Hasılı, önem
taşıyan iğne yapma işi, böylece, aşağı yukarı on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. Bazı
fabrikalarda aynı işçi bunların bazen ikisini üçünü birden yaparken, bazılarında bü­
tün bunların her birini ayrı ayrı iş-çiler yapar. Ben, yalnız on işçi çalıştırdığı için bir
kısım işçilerin bu işlemlerden ikisini veya üçünü birden yaptıkları, bu türden küçük
bir fabrika gördüm. Pek yoksul, bu yüzden de gerekli alet edevat bakımından eşit
derecede kötü donatılmış olmalarına rağmen, sıkı çalışınca, işçiler beraberce günde
on iki libre· kadar iğne yapabiliyorlardı. Her librede, dört binden fazla orta boy iğne
bulunmaktadır. Demek ki, söz konusu on iki kişi birlikte, bir günde kırk sekiz binden
fazla iğne yapabilmekteydi. Buna göre, kırk sekiz binin onda birini yapan her bir
kişi, günde dört bin sekiz yüz iğne yapıyor sayılabilir. Oysa bunların her biri birbiri­
ne bağlı olmadan ayrı ayrı çalışsa ve de bu iş için eğitilmemiş bulunsalardı, şüphesiz
bu insanlardan her biri bir başına günde yirmi iğne, belki de bir tek iğne bile yapa­
mayacaktı. Yani, yaptıkları çeşitli işlemlerin uygun bir işbölümü ve kombinasyonu
sonucu şu anda başardıklarının, iki yüz kırkta birini kesinlikle, dört bin sekiz yüzde
birini ise büyük ihtimalle, beceremeyeceklerdi.

Her ne kadar birçoğunda, iş, ne bu kadar ince bölümlere ayrılabilir, ne de işlem


bakımından bu derece basitleştirilebilir ise de, öteki her sanat ve sanayide de işbölü­
münün etkileri, şu ufacık iş kolunda yarattığı etkilere benzer. Ancak, bir sanata iş­
bölümü ne kadar sokulabilirse, emeğin üretici kuvvetlerini o nispette artırmaktadır.
Çeşitli zanaatlarla meşgalelerin birbirinden ayrılmasının, böyle bir avantajın sonucu
olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu birbirinden ayrışma da, genel olarak, sanayi
ve gelişmenin en yüksek düzeyini yakalamış ülkelerde en ileri noktaya götürülmüş
bulunmaktadır. Toplumun henüz gelişmemiş halinde bir tek kişinin gördüğü bir iş,
toplumun gelişmiş halinde birçok kimsenin işi olmaktadır. İlerlemiş her toplumda
genel olarak bir çiftçi, çiftçiden başka bir şey değil; imalatçı da, imalatçıdan başka bir
şey değildir. Bitirilmiş bir sanayi mamulünü meydana getirmek için gereken emek de
hemen her zaman çok sayıda el arasında bölüştürülür. Keten veya yünü yetiştirenden
bezi ağartıp perdahlayacak olana, yahut kumaşı boyayıp parlatacak olana varıncaya
kadar, bez ve yünlü sanayiinin her kolunda, kaç çeşit zanaat istihdam edilir! Esasen,
tarımın doğası, emeğin inceden inceye alt kollara bölünmesine de, bir işin öteki işten
büsbütün ayırt edilmesine de, sanayide olduğu kadar elverişli değildir. Doğramacı­
lık ile demircilik zanaatının genellikle birbirinden ayrıldığı kadar, hayvan besleyen
ile tahıl yetiştiren çiftçinin işlerini birbirinden tamamıyla ayırmaya imkan yoktur.
İplikçi, hemen her zaman, dokumacıdan ayrı bir kimsedir. Oysa çift süren, tırmık
kullanan, tohum eken ve ekini biçen kişi çoğu kez aynı kişidir. Bu farklı cinsten iş­
lerin sırası yılın farklı mevsimlerinde geldiğinden, bir insanın bunların herhangi bi­
riyle sürekli olarak uğraşması mümkün değildir. Tarım zanaatında emeğin üretici
güçlerinin her zaman sanayideki gelişmeye ayak uyduramamasının sebebi, belki de,
tarımda istihdam edilen işgücünün bu şekilde baştan aşağı ve tam olarak birbirinden

"· Libre (pound): 453,6 gram (0,454 kg.) dengi İngiliz ağırlık ölçüsü birimi. (ç. n.)
30
farklı çeşitli kollara ayrılmasının imkansızlığıdır. Gerçi, en zengin milletler, genel
olarak çiftçilikte de sanayide de bütün komşularını geride bırakmaktadırlar. Ancak,
bunların asıl fark yarattıkları üstünlük alanı, tarımdan çok sanayidir. Bunların top­
rakları genel olarak daha iyi işlenmiş olduğu ve daha çok emek verilip masraf edil­
diği için, bu topraklar, genişlikleri ve doğal verimlilikleri oranında daha fazla ürün
verir. Fakat bu üretim üstünlüğünün, emek ve masraf üstünlüğü oranını aştığı çok
az görülür. Tarımda, zengin memleketin emeği, yoksul memleketin emeğinden her
zaman için çok daha verimli olmaz; ya da, en azından, aradaki verimlilik farkı hiçbir
zaman sanayide olduğu kadar büyük değildir. Ondan dolayı, zengin bir memleketin
tahılı, yoksul memleketin aynı kalitedeki tahılından, her zaman için, daha ucuza pa­
zara gelmez. Fransa, zenginlik ve gelişme bakımından Polonya'dan üstün bir ülke
olmasına rağmen, Polonya buğdayı, aynı kalitedeki Fransa buğdayı kadar ucuzdur.
Tahıl yetiştiren bölgelerde, Fransa'nın buğdayı İngiliz buğdayı kadar iyi olup, fiyat
bakımından da çoğu yıllar hemen hemen onunla aynıdır. Halbuki Fransa, zenginlik
ve ilerleme bakımından, İngiltere'den belki de daha geridedir. Ancak, İngiltere'nin
tahıl toprakları Fransa'nın tahıl topraklarından daha iyi işlenmiştir; Fransa toprak­
larının da Polonya topraklarından çok daha iyi işlenmiş olduğu söy-lenir. Yoksul
memleket, rençperliğinin geride olmasına rağmen, tahılının kalitesi ve ucuzluğu ba­
kımından, zengin memleketle bir dereceye kadar rekabet edebilir; ama sanayi ala­
nında böyle bir yarışa kalkışamaz. En azından, söz konusu sanayi zengin memleke­
tin toprağına, iklimine, durumuna uygun bulunuyorsa, buna yeltenemez. Fransa'nın
ipeklileri, İngiltere'ninkilerden daha güzel ve ucuzdur. Çünkü İngiltere iklimi, hele
hele ham ipek ithali üzerine konulmuş şimdiki yüksek vergiler altında, ipek sanayii
için, Fransa iklimi kadar uygun değildir. Fakat İngiltere'nin demir ve çelik ürünleri
ile kaba yünlüleri, Fransa'nınkilere kıyas edilemeyecek kadar üstündür; eşit kalite­
de olanlardan da çok daha ucuzdur. Söylendiğine göre, birtakım çok kaba saba ev
eşyası yapımı bir yana bırakılırsa, ki hiçbir memleket bunlarsız olamaz, Polonya'da
sanayi diye bir şey yok gibidir.

İşbölümü neticesinde, aynı sayıda adamın, üretilen iş miktarında sağlayabildiği


bu büyük artış, üç ayrı sebepten ileri gelmektedir. Birincisi, teker teker her işçide el
yatkınlığının artmasından; ikincisi, çoğu kez bir tür işten ötekine geçerken kaybedi­
len zamanın tasarruf edilmesinden; sonuncu olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltarak,
bir adama birçok işçinin işini yapabilme imkanı veren çok sayıda makinenin icat
edilmiş olmasından.

Birincisi: El becerisinin gelişmesi, işçinin başarabileceği iş miktarını muhakkak


artırır. İşbölümü, her kişinin görevini birkaç gayet basit tek işleme indirip, bu ame­
liyeyi işçinin hayatında biricik meşgale haline getirmek suretiyle, muhakkak surette
işçinin el becerisini çok artırmaktadır. Çekiç kullanmaya alışık olmakla beraber çivi
yapma alışkanlığı bulunmayan sıradan bir demirci, bir vesileyle çivi yapmayı dene­
mek zorunda kalsa, eminim ki, günde iki veya üç yüz taneden fazlasını yapamayacak,
yaptıkları da pek bir şeye benzemeyecektir. Çivi yapmaya alışık olmakla beraber,
biricik veya ana zanaatı çivicilik olmayan bir demircinin, var kuvvetiyle çalıştığında,
31
günde sekiz yüz yahut bin çividen fazlasını yapabildiği pek olmaz. Ben, çivi yapmak­
tan başka hiçbir zanaatla uğraşmamış, yaşı yirmiden küçük delikanlılar gördüm.
Sıkı çalıştılar mı, bunların her biri, günde iki bin üç yüzden fazla çivi çıkarabiliyor­
du. Çiviye biçim verilmesi, hiç de öyle basit işlemlerden değildir. Aynı kimse, körüğü
çalıştırır; gerektiğinde ateşi karıştırır veya düzeltir; demiri kızdırır, çivinin her yanı­
nı döver. Çivinin tepesini döverken de, alet değiştirmesi gerekir. Bir iğne yahut metal
düğme yapımının inceden inceye ayrıldığı çeşitli işlemlerin hepsi, bundan daha basit;
ömründe bütün işi gücü bunları yapmaktan ibaret bulunan kimsenin el yatkınlığı,
çoğu zaman çok daha fazladır. Bu sanayideki işlemlerden bazılarının yapılışındaki
hız, bunları hiç görmemiş olan insanların insan elinden çıkabileceğini sandıkları hı­
zın çok üstündedir.

İkincisi: Bir tür işten bir diğerine geçerken çoğu kez kaybedilen zamanın tasar­
rufu ile elde edilen avantaj, ilk bakışta tahmin edeceğimizden çok daha büyüktür.
Bir tür işten, başka bir yerde ve tamamen farklı aletlerle yapılan bir ötekine çabu­
cak geçmek imkansızdır. Küçük bir çiftliği ekip biçmekte olan kırdaki bir dokumacı,
tezgahından tarlasına, tarlasından tezgahına gidip gelirken zamanının epeyce bir
kısmını kaybetse gerektir. Her iki zanaat, aynı işyerinde yürütülebildiğinde, zaman
kaybı şüphesiz çok daha az olur. Ama yine de, bu durumda bile hatırı sayılır ölçü­
de zaman kaybedilir. Bir insan bir işten ötekine atlarken genellikle biraz ağırdan
alır, oyalanır. İşin yenisine koyulurken, iyiden iyiye kendini verdiği olmaz; yaygın
ifadesiyle, kafası orada değildir. Güzel güzel çalışacak yerde, bir müddet ipe un se­
rer. Kırdaki her ırgat, her yarım saatte bir iş ve alet değiştirmek, hemen her Allah'ın
günü elini yirmi türlü şekilde kullanmak zorunda olduğundan, bu kaytarma ve yasak
savarmışçasına çalışma adetini, tabiatıyla, daha doğrusu ister istemez, benimsemiş
olur. Bu onu, hemen her zaman tembelleştirip uyuşuklaştırır; en işten başkaldır­
mayacağı zamanlarda bile canla başla iş göremez hale getirir. Böylece, el yatkınlığı
bakımından taşıdığı yetersizlikten bağımsız olarak, tek başına bu sebep, kendisinin
başarabileceği iş miktarını daima büyük oranda azaltacaktır.

Üçüncüsü ve sonuncusu: Uygun makine kullanılmakla işin ne kadar kolaylaştırı­


lıp kısaltıldığı herkesin gözüne çarpmakta olsa gerektir. Herhangi bir örnek vermeye
gerek yoktur. Bu nedenle yalnız şu noktaya işaret edeceğim: İşi bu derece kısaltıp
kolaylaştıran bütün bu makinelerin icadı, anlaşılan odur ki, aslında işbölümünden
ileri gelmiştir. Bütün dikkatleri bir tek hedefe yöneltildiğinde insanların, bir amaca
ulaşmanın daha zahmetsiz, daha kestirme yollarını bulup çıkarmaları, (zihinleri bir
sürü değişik şeyler arasında dağıldığı zamana oranla) daha çok ihtimal dahilindedir.
İşbölümü sayesinde her insanın olanca dikkati, doğal olarak bir tek basit amaca yö­
neltilmiş olur. Bu nda n dolayı, işin her ayrı ko lun d a çalıştırılanlardan birinin veya
ötekinin, kendine ait görevi yerine getirmek için, az zamanda daha kolay, daha kısa
yöntemler bulmasını beklemek doğaldır; yeter ki işin doğası böyle bir gelişmeye mü­
sait olsun. İnceden inceye bir sürü bölümlere ayrılmış olan sanayilerde kullanılan
makinelerin çoğu, aslında sıradan işçilerin icadıdır; zira her biri çok basit bir işlem
üzerinde çalıştırıldığından, tabiatıyla bunlar o ameliyeyi başarmak için daha kolay,
32
daha çabuk yöntemler bulmaya kafa yormuştur. Bu tür imalathaneleri gezmeye hay­
li alışık olanlara, işin kendilerine düşen kısmını kısaltıp kolaylaştırmak üzere, bu gibi
işçilerce icat edilmiş pek güzel makineler gösteriliyor olmalıdır. İlk ateş makinele­
rinin başında, pistonun iniş çıkışına göre, kazanla silindir arasındaki bağlantıyı bir
açıp bir kapamak için sürekli olarak çalıştırılan, bir erkek çocuk bulunurdu. Bu ço­
cuklardan arkadaşları ile oynamaya düşkün olan biri, irtibatı sağlayan kapağın ko­
luna bir ip takıp, bu ipi makinenin bir başka tarafına bağlamakla, kendisinin yardımı
olmaksızın kapağın açılıp kapandığını, bunun da kendisini arkadaşları ile birlikte
eğlenebilmek için serbest bırakacağını gördü. İlk icat edildiği günden beri bu makine
üzerinde yapılan iyileştirmelerin en büyüklerinden biri, emeğinden tasarruf etmek
isteyen bir oğlan çocuğunun işte bu şekildeki buluşudur.

Bununla bera her, makinelerdeki bütün iyileşmeler, onları bizzat kullanma fırsatı
bulanların eseri olmaktan çok uzaktır. Birçok gelişme, makine yapımının başlı başı­
na bir zanaat haline gelmesiyle, makine yapanların hüneri sayesinde olmuştur. Bazı
iyileştirmeler ise, meslekleri hiçbir şey yapmayıp sadece her şeyi gözlemek olan, bu
sayede de, birbirine pek uzak, hiç birbirine benzemeyen şeylerin güçlerini bir araya
getirebilen filozof veya spekülasyon adamı dediğimiz kimselerin marifetidir. Toplu­
mun ilerlemesiyle, her iş güç gibi, felsefe yahut spekülasyon da, ayrı bir vatandaşlar
sınıfının başlıca veya biricik meşgalesi yahut zanaatı olmaktadır. Yine bütün öteki
işler gibi, bu iş de, bir sürü alt kollara ayrılmıştır; bunların her biri başlı başına belirli
bir düşünürler sınıfı veya zümresine meşgale yaratmaktadır. Başka her işte olduğu
gibi, felsefede de işin inceden inceye bölümlere ayrılması mahareti artırır; vakitten
tasarruf ettirir. Her bir kimse, kendi özel alanında daha uzman olur, başarılan işin
toplamı artar; böylece bilgi miktarı da epeyce çoğalır.

İyi idare edilen bir toplumda, halkın en aşağı tabakalarına kadar yayılan kapsam­
lı zenginliği meydana getiren şey, işbölümü dolayısıyla çeşitli zanaat üretimlerinin
hepsinin fazlasıyla çoğalmasıdır. Yaptığı işin ürünü olarak her işçinin elinde kendi
ihtiyacından fazla olup dilediği gibi kullanabileceği büyük bir miktar vardır. Öteki
her işçi de aynı durumda olduğundan, kendisine ait olan malların büyük bir kısmını
onlarınkinin büyük bir miktarı ile -yahut aynı şey demek olan, bedeli ile- değişmesi
mümkün olur. Kendisi ötekilere muhtaç oldukları şeylerden bol bol verirken, onlar
da buna işine yarayan şeylerden yine bol miktarda sağlarlar. Böylelikle, toplumun
bütün o farklı tabakaları arasında herkese ulaşan bir bolluk yayılmış olur.

Gelişmekte olan medeni bir memlekette, en ufak bir esnafın veya gündelikçinin
sahip oldukla rına bakınız. Ona bu eşya nın kaza ndırılmasında küçük de olsa bir payı
bulunan insan sayısının her türlü tahminin üstünde olduğunu göreceksiniz. Mesela,
görünüşte ne kadar kaba saba da olsa, bu gündelikçinin sırtındaki yün ceket bir
sürü işçinin ortak emeğinden hasıl olmuştur. Çoban, yünü cinsine göre ayıran kim­
se, yünü diden yahut taraktan geçiren kişi, boyacı, çırpıcı, iplik bükücü, dokuyucu,
baskıcı ile perdahçı ve daha birçoklarının, bu basit üretimin başarılabilmesi için çeşit
çeşit zanaatlarını hep birlikte bir araya getirmeleri gerektir. Sonra, bu malzemelerin

33
bazı işçilerden çoğu kez ülkenin pek uzak yerlerinde bulunan öteki işçilere aktarıl­
masında, kim bilir kaç tüccar, kaç arabacı çalıştırılmıştır! Hele, boyacıların kullan­
dığı, çoğu kez dünyanın bir ucundan gelen çeşitli ilaçları bir araya toplamak için ne
alışverişler, ne deniz üstü gidiş gelişler olmuş, nice gemi mimarları, kalyoncular, yel­
kenci ve halatçılar kullanılmıştır! Bu işçilerden en solda sıfır olanının aletlerini yap­
mak için bile ne türlü türlü emekler lazımdır! Kalyoncunun gemisi, çırpıcının dibeği,
hatta dokumacının tezgahı gibi çapraşık makineler şöyle dursun, sadece pek basit bir
alet olan, çobanın yün kırptığı makasa biçim vermek için, ne kadar çeşit çeşit emeğe
lüzum olduğunu düşünelim. Madenci, cevherin eritildiği fırını yapan kişi, kerestelik
ağacı kesen oduncu, eritme yerinde kullanılacak kömürü yakmış bulunan kömürcü,
tuğlacı, duvarcı, fırının hizmetine bakan işçiler, fabrika inşaatçısı, demirci, bakırcı. ..
Bir makasın yapılması için bütün bunların türlü türlü zanaatlarının bir araya gel­
mesi gerekmektedir. Bu kişinin giydiği elbise ile ev eşyasına dahil çeşitli aletleri de
aynı şekilde gözden geçirecek olsak; üstüne giydiği kalın bezden gömleği, ayağındaki
pabuçları; üstünde yattığı döşek ve bunu vücuda getiren çeşitli kısımların hepsini;
üzerinde yemeğini pişirdiği ocak ızgarasını, o iş için toprağın altından çıkarılarak
belki uzun deniz ve kara yollarıyla taşınıp kendisine getirilen kömürü; bütün öteki
mutfak takımlarını; bütün sofra takımlarını; yiyeceğini, sofraya getirip üzerine erza­
kını koyduğu çanağı, toprak yahut metal tabağı veya bunları kestiği bıçakları, çatal­
ları; ekmeğini ve birasını hazırlamak için çalışmış olan çeşitli işçileri; rüzgar ile yağ­
muru tutup, ısıyı ve ışığı içeri alan cam pencereyi; dünyanın bu kuzey bölgelerinin,
onsuz oturmaya pek elverişli olmayacağı bu güzel, yerinde icadın yapılabilmesi için
gerekli bilim ve sanatı, bu çeşit yararlı nesneleri yapmakta çalıştırılan çeşitli işçilerin
aletlerini ... Evet, işte bütün bu şeyleri inceler, her biri için ne kadar farklı emekler
sarf edildiğini göz önüne getirirsek, binlerce kişinin yardımı ve elbirliği olmaksızın,
medeni bir memlekette, en sıradan bir kimsenin bile, her zamanki (pek yanlış olarak
tahayyül ettiğimiz üzere) külfetsiz ve sade şekli ile bile donatılamayacağını anlarız.
Gerçi, bir kodamanın pek aşırı lüksü yanında, bu kişinin eşyası elbette çok sönük,
çok bayağı kalır. Yine de bir Avrupa hükümdarı ile çalışkan, tutumlu bir köylünün
eşyası arasındaki fark, her zaman bu köylününkilerle on bin baldırı-çıplak yabani­
nin hayatı ve hürriyeti üzerinde mutlak söz sahibi olan nice Afrika kralının eşyası
arasındaki fark kadar olmasa gerektir.

34
il. BÖLÜM
İşbölümünün Doğmasına Yol Açan
İlke Hakkında

Bu kadar çok faydaya kaynaklık eden işbölümü, esasen, işbölümünün meydana


getirdiği ve herkese ulaşan zenginliği önceden görüp, bunu amaç edinen bir insanın
kafasından doğmuş değildir. İşbölümü, öyle geniş bir fayda gözetmeyen, insan doğa­
sında var olan belirli bir eğilimin, yani alıp verme, bir şeyi bir başka şeyle takas etme
eğiliminin yavaş, tedrici, fakat kaçınılması imkansız olan sonucudur.

Bu eğilimin, daha ziyade aydınlatılması mümkün olmayan insan tabiatının te­


mel ilkelerinden biri mi, yoksa daha ihtimal dahilinde göründüğü gibi, muhakeme
ve konuşma yetilerinin kaçınılmaz bir sonucu mu olduğu, şimdiki incelememizin
konusu değildir. Bu eğilim bütün insanlarda vardır; başka hiçbir hayvan türünde
görülmez. Anlaşıldığı kadarıyla hayvanlar ne bunu, ne başka tür akitleri bilirler. Aynı
tavşanın peşinden koşan iki tazı, ara sıra elbirliği ile hareket ediyor gibi görünür.
Her biri, avı arkadaşına doğru kışkırtır; yahut arkadaşı onu kendisine yönlendirdi­
ğinde, yakalamaya çalışır. Yine de bu, o hayvanlar arasındaki bir anlaşmadan ileri
gelmeyip, sadece o sırada aynı amaç üzerinde hırslarının rasgele birleşmesinden do­
layıdır. Köpeğin bir başka köpekle, hak ve insaf gözeterek, bile bile, bir kemiği bir
diğer kemik karşılığında değiştiği görülmemiştir. Hareketleri veya doğal bağırışı ile
bir hayvanın bir başka hayvana "Bu benim, şu senin; şuna karşılık sana bunu verece­
ğim" dediği görülmüş değildir. Bir hayvan bir başka hayvandan yahut bir adamdan
bir şey elde etmek istediğinde, hizmetine muhtaç olduğu kimselerin teveccühünü ka­
zanmaya çalışmaktan başka ikna yolu yoktur. Köpek yavrusu, anasına yaltaklanır;
sofradaki efendisinin elinden beslenmek isteyen zağar, bin türlü şaklabanlıkla onun
dikkatini çekmeye çalışır. Bazen, insanın da, kendi benzerlerine karşı aynı oyunlara
başvurduğu olur. İstediğini yaptırmak için başka çaresi olmayınca, türlü dalkavuk­
luklar yapıp, yağcılı k ve şaklabanlıkla onların lütfuna mazhar olmaya çabalar. Ne
var ki, her defasında bu çareye başvuracak zamanı olmaz. Medeni toplumda her an,
bir sürü insanın işbirliğine, yardımına muhtaçtır; oysa o kısacık bütün ömrü nere­
deyse birkaç kişinin dostluğunu kazanmaya ancak yeter. Hemen bütün öteki hayvan
35
cinslerinde, olgunluk çağına erişince, her birey tamamıyla kendi başına buyruktur; o
doğal halinde başka hiçbir canlı yaratığın yardımına ihtiyacı yoktur. İnsanın ise, he­
men her zaman soydaşlarının yardımına ihtiyacı vardır; bu yardımı sadece onların
yardımseverliğinden beklerse, eli böğründe kalır. Onların öz-sevgilerini kendi lehine
yönlendirip, kendilerinden istediği şeyi yapmalarının aslında bizzat kendi menfaat­
lerine olduğunu onlara gösterebilirse, insanları ikna etme ihtimali daha yüksektir.
Bir başkasına herhangi bir alışveriş teklifinde bulunan kimsenin yapmak istediği şey
esasen budur. Buna benzer her teklifin manası şudur: " İ stediğim şeyi bana verin, siz
de benden şu istediğiniz şeyi alın." Muhtaç olduğumuz iyi şeylerin en çoğunu işte bu
şekilde elde ederiz. Yemeğimizi, kasahın, biracının veya fırıncının hayırseverliğinden
değil, onların kendi menfaatlerini kollamalarından umarız. Onların insaniyetine
değil, öz-sevgilerine' hitap ederiz. Hiçbir zaman kendi ihtiyacımızı ağzımıza almaz,
onların kendi faydasından dem vururuz. Bir dilenciden başka hiç kimse, sadece va­
tandaşların iyilikseverliğine güvenmek yolunu tutmaz. Dilenci bile, tamamen buna
bel bağlamaz. Gerçi hali vakti yerinde olan kimselerin cömertliği geçimini fazlasıyla
temin etmesini sağlar. Ama bu kaynak yaşamak için muhtaç olduğu her şeyi eninde
sonunda kendisine temin etse bile, bunları ona ihtiyaç duyduğu sırada yetiştirmez,
yetiştiremez. Zaman zaman ortaya çıkan ihtiyaçlarının büyük bir kısmı, başka in­
sanlarınki gibi, sözleşme, değiş tokuş ve satın alma ile karşılanır. Birinin kendisine
vermiş olduğu para ile yiyecek satın alır. Bir ötekinin bağışladığı giysileri, kendisine
daha uygun başka eski giyeceklerle veya başını sokacak bir yer ya da yiyecek ile takas
eder. Yahut da bunları -ihtiyacı olunca yiyecek, giyecek veya başını sokacağı bir yer
satın alabileceği- para ile değişir.

Karşılıklı muhtaç olduğumuz şeylerin çoğunu birbirimizden bu şekilde anlaşma,


trampa veya sa tın alma yoluyla elde etmemiz gibi, aslında işbölümüne yol açan şey
de aynı alışveriş eğilimidir. Bir avcılar veya çobanlar kabilesinde, filan kimse bir
başkasından daha çabuk, daha ustalıkla, mesela, yay ve ok yapmakta, bunları sığır
veya av eti karşılığında arkadaşları ile sık sık trampa etmektedir. Sonunda anlar
ki, böylelikle, kendisi yakalamaya çıktığı takdirde tutabileceğinden daha çok hay­
van ve av eti elde edebiliyor. Bu şekilde, menfaatini gözetmek sayesinde, yay ve ok
yapmak gitgide adamın başlıca işi olur; böylece o kimse bir çeşit silahçı olur çıkar.
Bir başkası, küçük evlerin yahut bir yerden bir yere taşınabilen kulübelerin kafesini
çatıp üstünü örtme konusunda kendini göstererek sivrilir. Komşularına, bu yolda
faydalı olmaya çalışır. Komşuları da onu, yine hayvan ve av eti vermekle mükafat­
landırır. Sonunda bu kimse kendisini büsbütün bu zanaata verip, bir tür dülger ol­
. "Öz-sevgisi" kavramının orijinal metindeki karşılığı "self-love" olup kendini sevme, kendini beğen­
""

me, yahut kişinin benliğine yöneltilmiş sevgi demektir. Türkçeye yanlış bir şekilde "bencillik" olarak
çevrilmesi, kollektivist bir yorumla, birçok insanı Ada m Smith'in başkala rına zarar verecek biçimde
kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil insan tipini meşrulaştırdığını düşünmeye sevk
etmektedir. Oysa bencillik (selfishness) öz-sevgisinden (self-love) başka bir şeydir. Smith'in vurgulama­
ya çalıştığı şey, insanların kendileri için bir şey yapmalarının çoğu kez aynı zamanda başkalarına da
iyilik anlamına geldiği, yani kendine iyilikle başkalarına iyilik arasında, kişisel menfaat ile toplumsal
menfaat arasında bir çatışma değil bir uyumun söz konusu olduğudur. Adam Smith'le ilgili kollektivist
zihniyetli entellektüeller ve bunların etkisiyle popüler kültürde karşılık bulan önyargılar ve yanlış de­
ğerlendirmelerin birçoğunun kaynağı bu noktayla ilgilidir. (ç. n.)
36
manın işine geldiğini görür. Benzer şekilde, bir üçüncü kimse, demirci veya bakırcı
olur. Bir dördüncüsü, yabani insanın giyeceğinin en önemli unsurunu teşkil eden
post ve derilerin terbiyecisi, yani debbağ olur. Böylece, kendi tüketimini aşan bütün
emek hasılasının fazla kısmını, muhtaç olabileceği başkalarının emek mahsulünün
fazla kısmı ile değişebileceğinden emin bulunması, her insanı, kendini belirli bir işe
vermeye ve bu iş için olanca maharet ve yeteneğini geliştirip mükemmelleştirmeye
teşvik eder.

Aslında, insanlar arasındaki doğal kabiliyet farkı, sanıldığından çok daha azdır.
Olgunluk çağına geldikleri zaman çeşitli mesleklerden insanları birbirinden ayırt
eder görünen çeşitli yetenekler, çoğu durumda işbölümünün sebebi olmaktan ziya­
de, onun bir sonucudur. Birbirine hiç benzemeyen karakterdeki kimseler arasın­
daki fark, mesela bir filozof ile sokaktaki sıradan bir hamal arasındaki fark, pek o
kadar yaratılıştan değil, daha ziyade alışkanlık, adet ve eğitimden ileri geliyor gibi
görünmektedir. Bu kimseler, dünyaya geldikleri zaman ve ömürlerinin ilk altı veya
sekiz yılında, birbirlerine belki pek benzerlerdi. Ne ana-babaları ne de oyun oyna­
dıkları arkadaşları bunlar arasında göze batan bir fark görebilirdi. O yaşlarda ya­
hut az daha sonra, bu çocuklar birbirinden çok farklı işlerde çalışmaya koyulurlar.
İşte o zaman aralarında bir farklılık göze çarpmaya başlar ve bu gitgide büyür. O
kadar ki, artık filozofun gururu, aralarında tek bir benzeme noktası bulunduğunu
bile kabule yanaşmayacaktır. Ama alışveriş, trampa, değiş tokuş eğilimi olmasa idi,
her insan, yaşamak için muhtaç olduğu her zorunlu ve yararlı maddeyi, kendi ba­
şına elde etmek zorunda kalacaktı. Her birinin yerine getireceği görev ve yapacağı
iş aynı olacak, büyük yetenek farklarını tek başına doğurabilecek böyle bir görev
farkı bulunmayacaktı.

Çeşitli mesleklerdeki insanlar arasında çok dikkati çeken söz konusu yetenek
farkını ortaya çıkaran bu arzu olduğu gibi, bu farkı faydalı kılan da yine aynı eği­
limdir. Aynı türden olduğu kabul edilen birçok hayvan sınıfı, insanlar arasında
alışkanlık ve eğitimden önce mevcut görünen yetenek farkından daha belirgin bir
yetenek farkını, tabiattan alır. Yaradılıştan kabiliyet ve eğilim bakımından filozof
ile sokaktaki hamal arasındaki fark, bir mastı' ile bir tazı; bir tazı ile zağar,"' zağar
ile bir çoban köpeği arasındaki farkın yarısı kadar değildir. Lakin adı geçen çeşitli
hayvan türlerinin, hep aynı cinsten olmalarına rağmen, birbirlerine faydası yok gi­
bidir. Mastının kuvvetini desteklemeye, ne tazıdaki çevikliğin, ne zağardaki zeka­
nın, ne çoban köpeğindeki yumuşak başlılığın en ufak bir hayrı olur. Trampa yahut
mübadele gücü veya arzusu olmadığı için, bu çeşitli yetenek ve eğilimlerin verimle­
ri, ne bir araya getirilip ortak bir sermayeye dönüştürülebilir, ne de o türün rahatı
ve idamesi için ufacık bir fayda sağlar. Her hayvan, bütün ötekilerden ayrı, kendi
kendine başının çaresine bakıp, nefsini korumak zorundadır. Tabiatın, soydaşları
birbirinden ayırdığı bu yetenek farklılığından hiçbir surette faydalanamaz. Bunun
aksine, insanlar arasındaki en aykırı yetenekler, birbirlerine faydalıdır. Denebilir

""· Eskiden muhafız olarak veya savaşta kullanılan bir tür köpek, (mastiff). (ç. n.)
"""" . Bir av köpeği cinsi. (ç. n.)
37
ki, teker teker sahibi oldukları yeteneklerin çeşitli meyveleri, hepsinde bulunan
alışveriş, trampa ve değiş tokuş arzusu sayesinde ortak bir servet haline getirilmiş
olur. Her insan, oradan, yani başka insanlardaki yeteneklerin hasılasından, muh­
taç olduğu kısmı satın alabilir.
111. BÖLÜM
İşbölümünün Pazarın Büyüklüğü ile Sınırlı
Olduğu Hakkında

İşbölümüne yol açan şey mübadele etme gücü olduğuna göre, bu bölünüşün kap­
samı her zaman için, mübadele etme gücü ile, ya da başka bir deyişle, pazarın bü­
yüklüğü (piyasanın genişliği) ile sınırlı olsa gerektir. Pazar çok küçük olursa, kendi
tüketiminden artan emek hasılası fazlasının hepsini, kendisinin elde etmek isteyece­
ği başkalarına ait benzeri hasıla fazlası ile değişme arzusuyla, kimse kendini tama­
mıyla tek bir işe vermeye heveslenemez.

Hatta pek bayağı cinsten öyle bazı çalışma türleri vardır ki, bunlar bir büyük
şehirden başka yerde yürütülemez. Mesela bir hamal, başka bir yerde ne iş, ne geçim
yolu bulabilir. Köy onun için çok dar bir alandır. Öyle rastgele bir kasaba pazarı bile
hamala sürekli iş sağlamak için yeter büyüklükte sayılamaz. İskoçya dağları gibi,
pek az sakini olan bir memlekette, şuraya buraya serpilmiş mini mini köyler ile tek
tük evlerde her çiftçi kendi ailesinin kasabı, fırıncısı, biracısı olmak durumundadır.
Bu gibi yerlerde bir demirciye, doğramacıya veya duvarcıya, aynı zanaatla iştigal
eden bir başkasından en azından yirmi mil ötede zor rastlayabiliriz; daha yakın­
da bunlardan bulunmasını pek ummayız. Bunların en yakınından 8 - 1 0 mil uzakta
bulunan dağınık aileler, daha kalabalık memleketlerde esnafa gördürülen bir sürü
ufak tefek işi kendi başlarına yapmasını öğrenmek zorundadırlar. Hemen her yerde,
kırsal bölgede çalışanlar, aynı materyaller üstünde çalışacak kadar birbirleriyle ya­
kın ilgisi olan her türlü zanaat kollarının topuna birden sarılmak ihtiyacındadırlar.
Taşradaki bir doğramacı her türlü ağaç işleri, kırdaki bir çilingir ise bütün demir
işleri ile uğraşır. Bunla rda n birincisi, yalnız doğramacılıkla kalmayıp, dülgerlik, ince
marangozluk da yapar. Ağaç üzerine oymacılık bile yaptığı gibi, saban da yapar, iki
ve dört tekerlekli araba da yapar. Ötekinin uğraştığı işler ise, daha çeşitlidir. İskoç­
ya dağlarının iç kısımlarındaki kuytu köşelerde çivicilik gibi bir zanaatın yerinin
olmasına imkan yoktur. Günde bin çivi ve yılda üç yüz iş günü hesabı ile böyle bir
işçi, yılda üç yüz bin çivi çıkarabilir. Ancak, böyle bir yerde bir yıl içinde bunların
bin tanesini -yani bir günde yaptığını- bile harcamaya imkan bulamaz.

39
Suyolu ile ulaştırma, sadece karadan taşımanın sağlayabileceğinden daha geniş
bir piyasayı her çeşit endü striye açık tuttuğundan, doğal olarak her türlü zanaat
deniz kıyılarında, kullanışlı ırmaklar boyunca, bölümlere ayrılıp gelişmeye başlar.
Çoğu kez bu gelişme, üzerinden uzun zaman geçmesiyle birlikte memleket içlerine
kadar yayılır. İki adamın sürdüğü, sekiz beygirin çektiği büyük tekerlekli bir araba,
aşağı yukarı dört ton ağırlığındaki malı, Londra'dan Edinburgh'a, aşağı yukarı altı
haftada getirip götürebilir. Yaklaşık aynı süre içinde, 6 veya 8 adamın kullandığı bir
gemiyle Londra ile Leith limanları arasında gidip gelme, çoğu kez iki yüz ton ağırlı­
ğında mal taşınmasına imkan verir. Böylece, suyolu ile ulaştırma sayesinde, 6 veya 8
kişi, aynı süre içinde, Londra ile Edinburgh arasında, yüz adam tarafından sürülen
dört yüz beygir tarafından çekilen büyük tekerlekli elli arabanın taşıdığı kadar mal
getirip götürebilir. Demek ki, en ucuz karayolu ile Londra'dan Edinburgh'a taşınan
iki yüz ton malın üstüne, yüz insanın üç hafta süreyle bakım masrafını, ayrıca dört
yüz beygir ile elli büyük arabanın hem bakımını, hem de aşağı yukarı bakımları ka­
dar tutan yıpranıp eskime masrafını yüklemek gerektir. Oysa suyolu ile taşınan aynı
miktar mala, ancak 6 veya 8 insanın geçimi ile, iki yüz tonluk bir geminin yıpranıp
eskime masrafı, bir de fazla olan risk karşılığı, yahut kara ve su ulaştırması arasın­
daki sigorta farkı binecektir. İşte, bu iki yer arasında, karayolundan başka ulaştırma
bulunmasaydı, birinden ötekine, ancak ağırlıklarına oranla pahası pek yüksek mal­
lar taşınabileceğinden, aralarında şimdi yapılabilen alışverişin pek azı olabilirdi. Bu
yüzden de, karşılıklı olarak birbirlerinin çalışmasını desteklemeleri şimdiki kadar
değil, çok daha az olurdu. Dünyanın birbirinden uzak bölgeleri arasında ya pek az
alışveriş olur, ya hiç olmazdı. Hangi mallar Kalküta ile Londra arasındaki karadan
ulaştırma maliyetini kaldırabilirdi ki? Yahut böyle bir masrafı kaldıracak kadar de­
ğerli olsa bile, o mal, bunca barbar milletin topraklarından ne dereceye kadar güven­
lik içinde geçirilebilirdi? Oysa şimdi bu iki şehir, kendi aralarında pek önemli alışve­
rişte bulunmakta; karşılıklı olarak birbirlerine pazar sağladıklarından, birbirlerinin
çalışmasını hayli gayrete getirmektedirler.

Suyolu ile taşımanın bu gibi ü stünlükleri bulunduğuna göre, sanatın ve endüst­


rinin ilk gelişmesinin, bu kolaylığın her türlü emek ürününe bütün yeryüzünü pazar
olarak açtığı yerde olması; bunların, memleketin iç kısımlarına her zaman çok daha
sonra yayılmaları doğaldır. Memleketin iç tarafları, uzun zaman, mallarının çoğuna,
kendilerini çevreleyip deniz kıyıları ile kullanışlı ırmaklardan ayıran topraklardan
başka pazar bulamazlar. O yüzden, pazarlarının genişliği, uzun zaman o toprak­
ların zenginliği ve nüfusunun çokluğu nispetinde kalmak durumundadır. Bundan
dolayı, bu iç bölgelerin gelişmesi, ancak o memleketin gelişmesinden sonra olabilir.
Kuzey Amerika'da bulunan sömürgelerimizdeki çiftlikler, daima ya deniz kıyıları ya
da kullanışlı ırmaklar boyunca yayılmıştır. Hemen hiçbir yerde bunların çok ötele­
rine yayıldıkları olmamıştır.

En güvenilir tarihe göre en önce medenileşmiş oldukları anlaşılan milletler, Ak­


deniz kıyıları çevresinde oturanlardı. Yeryüzünde bilinen bütün iç denizlerin en bü-

40
yüğü ola n bu denizde med-cezir' bulunmadığından, bunda n dolayı da rüzga rla rda n
başka sebeple dalgala nma olmadığında n, hem sula rının sakinliği, hem adala rının
çokluğu, hem çevresindeki kıyıla rın yakınlığında n dolayı, dünya denizciliğinin baş­
la ngıcı için burası pek elverişli idi. O çağla rda pusula kulla nmasını bilmediklerinden,
insanla r kıyıları gözden kaybetmekten korkuyorla rdı. Gemi yapma sa na tının kusur­
lu oluşu yüzünden, kendilerini okya nusun a zgın dalgala rına bırakıvermeyi gözleri
kesmiyordu. Herkül sütunla rını geçmek, ya ni Cebelita rık Boğa zı'nın ötesine yelken
açmak, eski dünyada uzun za ma n en pa rmak ısırıla n, en tehlikeli denizcilik başa rısı
sayılıyordu. O eski çağla rın en maha retli denizcileri, en bilgili gemi mima rla rı ola n
Fenikeliler ile Kartacalıla r bile, bu geçidi geçmeyi neden sonra deneyebilmişlerdi.
Uzun bir zaman için, bunu onla rda n başka sınaya bilen bir millet de çıkma mıştı.
Akdeniz kıyıla rındaki bütün memleketler içinde Mısır'ın, ta rım ve sa nayiyi
önemli denecek kada r ilerleten ilk memleket olduğu a nlaşılmaktadır. Yuka rı Mısır
hiçbir yerde Nil Nehri'nin birkaç mil ötesinden ileriye uza nma z. Aşağı Mısır' da ise, o
koca ırmak, fa rklı birçok ka nalla ra bölünür. Azıcık hüner sayesinde, (hemen hemen
bugün Holla nda'da Ren ve Möz ırmakla rındaki gibi), bütün büyük şehirler, bütün
büyükçe köyler, hatta kırla rdaki bir sürü çiftlik evi a rasında, bu ka nalla rın suyolu ile
ulaştırmaya ya ra mış olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu iç suyolla rında gidiş gelişin
kapsa mı ve kolaylığı belki de Mısır'ın erkenden gelişmesinin başlıca sebeplerinden
biri olmuştur.
Bengal illeri ile Doğu Hint Adala rı'nda, Çin' in ba zı doğu illerinde, ta rım ve sa na­
yinin gelişmesinin en eski çağlara kada r uza ndığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber,
pek uzakla ra giden bu eskilik, dünya nın bu bölgesindeki bizlerin güvenilirliğinden
emin olduğumuz hiçbir ta rihle belgelenmiş değildir. Bengal'de Ganj ile başka birçok
büyük ırmak, Mısır'daki Nil'de olduğu gibi, bir sürü kulla nışlı ka nal vücuda getir­
mektedir. Çin'in doğu illerinde de birçok büyük nehir, çeşitli kolla rıyla bir dizi kanal
oluşturmaktadır. Birbirlerine geçit verdiği için bu nehirler Nil' den ve Ganj ' da n, belki
her ikisinin topla mında n bile daha geniş ölçekte iç su ulaştırmasına elverişlidir. Eski
Mısırlılarla Hintlilerden ve Çinlilerden hiçbirinin, dış ticareti teşvik etmemiş olup,
sahip oldukları büyük servetin tümünü ülke içi suyollarıyla ulaşımda n faydala na rak
elde etmişe benzemeleri, dikkate değerdir.
Bütün iç Afrika'nın, Asya'nın, Ka radeniz ile Hazar Denizi'nin epey ötesine dü­
şen bölgenin ta ma mının, eski İskit ülkesinin, bugünkü Tata rista n ile Sibirya'nın,
öteden beri şimdi gördüğümüz barbar ve medeniyetsiz durumda bulundukları a n­
laşılmaktadır. Tata rista n denizi, üzerinde gidip gelmeye elverişli olmaya n bir buz
okya nusudur. Dünya nın en büyük ırmakla rında n birkaçı bu memleketten geçiyorsa
da, ulaştırma ve alışverişte bulunabilmek için, çoğu yerinde bu ırmakla r birbirine
pek uzaktır. Avrupa'daki Baltık ve Adriya tik denizleri gerek Asya gerek Avrupa'daki
Ka radeniz ve Akdeniz; Asya'daki Aden, Basra, Hint, Bengal, Siya m körfezleri gibi,
deniz tica retini bu koskoca kıta nın iç kesimlerine kada r ulaştırabilecek giriş kapıla-

"". Ayın belirli dönemlerinde denizin yükselip alçalması, gelgit. (ç. n.)
41
rında n hiçbiri Afrika' da yoktur. Afrika'nın büyük ırmakla rı da kayda değer iç suyolu
ulaştırmasına elvermeyecek kadar birbirinden uzaktır. Esasen, bir milletin, çokça
kolla ra veya ka nalla ra bölünmeyen, denize dökülmezden önce bir başka toprakta n
geçen bir ırmak yolu ile yapabileceği ticaret, hiçbir zama n pek fa zla ola ma z. Çünkü,
ırmağın yuka rısındaki memleket ile deniz a rasındaki bağla ntıyı kesmek, hep, öteki
a ra zinin sahibi buluna n milletin elindedir. Tuna üzerindeki gidiş gelişin Bavyera,
Avusturya, Maca rista n gibi çeşitli devletlere faydası, Ka radeniz'e döküldüğü yere
kada r ırmağın geçtiği güzergahın tama mının bu devletlerden yalnız birinin elinde
bulunduğu takdirde olabileceğinden çok daha a zdır.

42
iV. BÖLÜM
Paranın Kökeni ve Kullanımı Hakkında

İşbölümü bir kere iyice yerleştikten sonra, insa nın kendi emeğinin ürünüyle
ka rşılayabileceği kısım ihtiyaçlarının pek az bir kısmıdır. İnsa n, ihtiyaçla rının pek
çoğunu, kendi tüketiminden arta kala n emek ürününün fa zlasını, başka insa nla rın
emek ürününden ihtiyaç duydukla rıyla mübadele ederek giderir. Böylece, her insan
mübadele ile geçinir, yani bir dereceye kada r tacir durumuna girer; toplumun kendi­
si de tam bir alışverişçi toplum olma yolunu tuta r.
Ancak, işbölümü yeni yeni ortaya çıkmaya başlarken, bu mübadele gücü faali­
yetlerinde sık sık pek büyük engellerle ka rşılaşmış, çok zorluğa uğra mış olmalıdır.
Diyelim ki, belirli bir malda n bir adamın elinde muhtaç olduğunda n fa zlası var; bir
başkasında ise, ihtiyacında n az. Bu durumda birinci ada mın bu fa zla nın bir kısmı­
nı elden çıka rmak; ötekinin ise, bunu satın almak işine gelecektir. Faka t, şans eseri,
bu ikinci ada mın elinde ötekinin muhtaç olduğu bir nesne yok ise, bunla r arasında
mübadele yapıla ma z. Kasabın dükka nında, kendi tüketebileceğinden fa zla et va rdır.
Biracı da, ekmekçi de, bunun bir kısmını satın almak isterler. Ancak, ka rşılık ola rak
verebilmek için, bunla rın elinde, uğraştıkla rı za naa tın çeşitli ürünlerinden başka bir
şeyleri yoktur. Kasap ise acilen ihtiyaç duyduğu ekmek ile bira nın ta ma mını temin
etmiş durumdadır. Bu koşulla rda bunla r a rasında bir mübadele ola ma z. Ne kasap
onla ra satıcı ne onlar ötekine müşteri olabilir; böylece, hepsi de, ka rşılıklı ola rak
birbirlerine faydalı olabilmekten uzaktır. Toplumda işbölümünün ilk yerleşmesin­
den sonraki her dönemde, bu gibi durumla rın ya rattığı zahmeti önlemek için, her
tedbirli kimse, kendi çalışmasının semeresinden başka, ka rşılığında emeğinin ürünü­
nü vermemezlik edenin pek çıkmayacağını sa ndığı şu veya bu malda n bir mikta rını,
hep ya nında bulundurabilecek şekilde işlerini aya rla maya, elbette gayret etmiş olsa
gerektir.
Bu a maçla, birbiri a rdınca birçok fa rklı nesnenin akıl edilip kulla nılmış olması
muhtemeldir. Toplumun gelişmemiş çağla rında alışverişteki ortak vasıta nın hayvan
olduğu söylenir. Pek elverişsiz bir a raç olmuş denebilirse de, eski za manlarda eşyaya,
çoğu kez, elde edilmeleri için ka rşılık olarak verilen hayvan sayısı ile paha biçildiğini

43
görüyoruz. Homeros, Diomede'nin zırhı ile kalka nının sadece dokuz öküz ettiğini;
Glaucus'un zırhının ise, yüz öküz ettiğini söyler. Alışverişte ve tica rette kulla nıla n
ortak aracın, Habeşista n' da tuz; Hindista n kıyıla rındaki bazı bölgelerde bir tür de­
niz hayva nı kabukla rı; Ternöv'de kuru morina balığı, Virginia'da tütün; Batı Hint
Adala rı'ndaki sömürgelerimizden ba zıla rında şeker; bazı başka memleketlerde post
veya tabakla nmış deri olduğunu söylerler. Bana anla ttıkla rına göre, bugün İskoç­
ya'da bir işçinin ekmekçiye veya meyha neye pa ra yerine çivi götürdüğüne sık sık
şahit oluna n bir köy va rmış.
Bununla beraber, kaçınıla maya n sebeplerle, bütün memleketlerdeki insanla rın
eninde sonunda alışveriş için herha ngi bir nesneden ziyade metalleri tercihte ka ra r
kılmış oldukla rı anlaşılmaktadır. Hemen hiçbir şey onla r kada r az yıpra nır olmadı­
ğında n, metaller, herha ngi bir başka nesneden daha az fire vererek sakla nabildiği
gibi, ıska rtaya çıkmada n istendiği kada r pa rçaya bölünebilir. Çünkü bu pa rçala r,
eritilmekle kolayca yeniden birleştirilebilir. Bu, onla r kada r daya nıklı başka hiçbir
nesnede bulunmaya n bir niteliktir. Bu da, bütün öteki vasıfla rın üstünde ola rak, on­
ları alışveriş ve dolaşım aracı olmaya elverişli kıla r. Mesela, tuz sa tın almak isteyip
de, karşılığında hayva nda n başka verebileceği şey bulunmaya n bir ada m, bütün bir
öküzün veya bütün bir koyunun tuta rı kada r tuzu, bit defada satın almak zorunda
kalmış olsa gerektir. Bunda n az tuz alabildiği pek ola ma z; zira ka rşılık diye verecek
olduğu nesnenin fire vermeden bölünebildiği nadirdir. Daha fa zlasını sa tın almak
isteyince de, yine aynı sebeplerden dolayı, bu mikta rın iki veya üç mislini, ya ni iki
üç öküz veya iki üç koyun değerinde tuz satın almak zorunda kalmış olmalıdır. Bu­
nun aksine, sığır veya koyun yerine, elinde, ka rşılık ola rak verebileceği metali olsa,
metalin mikta rını acilen ihtiyaç duyduğu nesnenin tam miktarı ile kolayca denkleş­
tirebilirdi.
Bu a maçla, çeşitli milletler fa rklı fa rklı metaller kulla nmışla rdır. Eski Ispa rtalıla r
arasında ortak alışveriş vasıtası demir idi; eski Romalıla rda bakırdı; bütün zengin ve
tica retçi milletlerde ise altın veya gümüş idi.
Anlaşıla n bu metaller ilkin, işa retsiz ve da mgasız, işlenmemiş çubuklar halinde,
bu a maçla kulla nılıyordu. Nitekim eski bir ta rihçi ola n Timaeus'un eserine daya­
na rak Pliny; Romalıla rın, Servius Tullius za ma nına kada r basılmış pa raları bulun­
madığını; her neye ihtiyaçla rı olursa, bunu sa tın almak için da mgala nma mış bakır
çubuklar kulla ndıkla rını bildirmektedir. Demek ki, bu işlenmemiş çubukla r o sırada
para va zifesini görüyordu.
Metallerin böyle işlenmemiş şekilde kulla nılması çok önemli iki sakınca doğuru­
yordu. Bunla rda n birincisi metalleri ta rtmak, ikincisi ise aya rla rına bakmak zahmeti
idi. Küçük bir mikta r fa rkının değerde büyük fark doğurduğu kıymetli madenlerin
gereği gibi kesin ola rak ta rtılması işi, en azında n, pek hassas dirhemlere ve tera ziye
lüzum gösterir. Hele altın ta rtmak, pek ince bir iştir. Esasen kaba madenlerde ufak
" · "Kral Servius bronz üzerine bir dizayn nakşeden ilk kişiydi; Timaeus'a göre Roma'da daha önce

hammadde kullanırlardı." Pliny, Natura! History, XXXIII. Çev. H. Rackham, içinde: Loeb Classical Lib­
rary ( 1 952), IX, 37. (ç. n.)
44
bir ya nlışın pek önemi olmayacağında n, ta rtı işi şüphesiz daha az incelik ister. Yine
de, bir ma ngırlık mal almak veya sa tmak ihtiyacındaki bir zavallının, her defasında
ma ngırı ta rtmak zorunda kalması, pek sıkıcı olsa gerektir. Aya ra bakmak işlemi ise
daha güç, daha usa ndırıcı bir iştir. Metalin bir pa rçası, uygun eriticilerle bir pota
içinde eritilmedikçe, aya ra bakma denemesinden elde edilecek sonuç son derece be­
lirsizdir. Ne va r ki, basılmış pa ra nın ortaya çıkmasında n önce, bu ca n sıkıcı, zahmetli
işlem yerine getirilmediği takdirde halk, her an için, pek büyük hile ve dola ndırıcılığa
ma ruz kalmış olmalıdır. Zira malına karşılık, bir libre ağırlığında has gümüş veya saf
bakır yerine, dış görünüşü bu metallere benzetilmiş, en kaba, en adi madenlerden ya­
pılma ka rışık bir taklit maden alabilirdi. Bu gibi yolsuzlukla rı önlemek, mübadeleyi
kolaylaştırmak, böylelikle, her türlü endüstriyi ve tica reti teşvik etmek içindir ki, ge­
lişme yolunda oldukça ileri gitmiş bütün memleketlerde, mal sa tın alırken herkesin
kulla ndığı belirli metallerin belirli bir mikta rına beylik bir da mga basmak gerektiği
görülmüştür. İşte, basılmış para ile darpha ne adı verilen devlet da irelerinin kökeni
budur. Mahiyet bakımında n bu kurumla r tıpkı, yünlülerle soğuk bezlere ölçü ve işa­
ret koya n da irelere benzer. Bunla rın hepsi, piyasaya sürüldüğü za ma n o türlü çeşit
malla rın mikta rı ve birörnek kalitesi ka musal bir da mga ile a nlaşılsın diye yapılır.
Kulla nıla n metaller üstüne vurula n ilk beylik da mgala rda, çoğu durumda anlaşıl­
ması hem pek güç hem de çok önemli ola n, metalin kalitesini veya sa flık derecesini
göstermek a macı güdüldüğü; bunla rın, bugün gümüş levha ve çubukla ra vurula n
Sterlin işa retine veya ba zen altın külçeler üzerine vurula n İspa nyol da mgala rına
benzediği; sikkenin yalnız bir tarafına vuruldukla rı ve bütün yüzü kapla madıkları
için, aya rı göstermekle beraber metalin ağırlığını göstermedikleri anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim, Machpelah'ın ta rlası için Ephron'un ödemeye razı olduğu dört yüz gü­
müş miskali, tera zi ile ta rtmıştır. O zaman miskal alışverişte geçer akçe imiş; ancak,
bugünkü altın külçelerde veya gümüş çubukla rda olduğu gibi sayı ile değil, ta rtı ile
alınırmış. İngiltere' de, eski Sakson kralla rının gelirleri, para ile değil ayniya t ola rak,
ya ni her türlü yiyecek-içecek ve donatım şeklinde ödenirmiş. Gelirlerinin kralla ra
pa ra ola rak ödenmesi adetini başla ta n kişi Fa tih Willia m olmuştur. Ancak, ha zine
ta rafında n bu pa ra uzun za man sayıla rak değil, ta rtıla rak alınmıştır.
Bu metallerin doğru ola rak ta rtılmasındaki elverişsizlik ve zorluk, sikkenin vücut
bulmasına sebep olmuştur. Bunun da mgası, pa ra nın her iki yüzünü, bazen kena rını
bile ta ma mıyla kapladığında n, metalin yalnız aya rını değil ağırlığını da belirtiyor sa­
yılıyordu. Onun için bu sikkeler, ta rtma zahmetine girmeden, bugünkü gibi sayıla rak
kabul ediliyordu.

Başla ngıçta, bu sikkelerin adla rını taşıdığı ölçüler, a nlaşılan içlerinde bulunan
metalin ağırlığını veya miktarını ifade edermiş. Roma' da, pa rayı ilk ola rak bastırmış
buluna n Servius Tullius zamanında, Roma As'ı yahut Pondo'su, bir Roma !ibresi ağır­
lığında saf bakırı ihtiva ediyordu. Bu, bizdeki kuyumcu libresi gibi, on iki onsa bö­
lünmüş olup, her birinde bir ons gerçek saf bakır vardı. I. Edwa rd za ma nında, İngilte­
re'nin Sterlin lirasında, darphane ta rtısı ile bir libre belli aya rda gümüş bulunuyordu.

45
Another random document with
no related content on Scribd:
Jan. 21, 1918.
Two or three days ago I received from you an admirable letter,
dated December 12, and yesterday arrived our long errant Christmas
mail—many trucks of it—and in it several letters from you dated about
Thanksgiving. It is strange that my letters take so long to reach you,
but you must have some of them by now. I certainly was glad to get ten
cans of tobacco from you, I have wanted a pipe full of that excellent
tobacco for months. I got a thousand stogies from Fr. Daly, a box of
cigars from my father, another from John B. Kennedy and another from
one Romaine Pierson, one of my father’s friends, who sent me also a
large can of tobacco. Also I got a lot of jelly and candy from my mother
and a little book of “Maxims of Fr. Faber” from Eleanor Rogers Cox,
and enough scapulars to sink a ship.
It certainly gives me the keenest delight to read your poetry. The
poem about the Christmas Tree has —— backed off the map. Also
“High Heart” is very noble poetry. I envy you your power of writing
poetry—I haven’t been able to write a thing since I left the ship. Also I
envy you your power of being high hearted and, wholly legitimately,
aware of your own high heartedness. Not that I am low spirited—I am
merely busy and well-fed and contented. I am interested but not
excited, and excitement is supposed to be one of war’s few charms.
The contentedness is not absolute, of course, for I have, when away
from you, always a consciousness of incompleteness. But I have not
had the painful and dangerous times I expected to find as soon as we
reached this country.
I am keenly interested in the novel you and Margaret are writing.
But don’t plunge too deep into occult studies in getting dope for it.
Don’t attend any seance of any kind or use Planchette or try automatic
writing or make any experiments of a supernatural kind. If you do, I
swear that if I do get shot I won’t haunt you—and I’m conceited
enough to think I can’t make a worse threat.
By the way, Kenton’s suggestion that you send me a checkerboard
is excellent. I’d like it very much.
I love you.
* * * * *

Feb 5, 1918.
I am enclosing a letter from Helen Parry Eden which should be put
in the autograph-letter file. A good way to keep author’s letters is to
paste special envelopes for them on the inside of the covers of
author’s books. Do not use the original envelopes for this purpose. But
probably this plan is unsafe in a library frequented by wild babies. But
at any rate try to get the stuff stowed away safely and neatly. Bob
Holliday could advise you intelligently as to the proper preservation of
autographed letters.
It is about a week now since I heard from you, and I am eagerly
awaiting to-day’s arrival of mail. I work in the place to which the mail is
brought for assortment, so I get my letters without much delay—that is,
delay after they reach the Regiment. The first delayed batches of mail
are still arriving—I get a November letter one day, a January letter the
next, a December the next.
Send me by all means all the verse you write—I find I enjoy poetry
more these days than I did when I made my living largely by making it
and writing and talking about it. But I wish I could make it as I used to
—I have not been able to write any verse at all except “Militis
Meditatio” which I sent you. I wrote a brief prose sketch which is still in
process of censuring—the censorship regulations may or may not be
so interpreted as to exclude it. I think I’ll be allowed to print it, however,
as it is really not a writing on military subjects, but an introspective
essay written by a sort of soldier. If it gets by, it will go immediately to
George H. Doran to be censored.
The second package of tobacco has arrived. The package
containing it was broken, but in the bottom of the mail bag I found all
ten cans of tobacco. I certainly am glad to get it—after ten years this
kind still seems to me to be the best tobacco in the world.
I am not especially delighted with the circumstances of my work
just at present. I am perfectly comfortable, have good meals and
quarters and my work is not at all hard. But I want to get into more
interesting and important work—perhaps it will be all fixed up by the
time I write to you again. I love you.
Joyce Kilmer.

* * * * *

February 22d, 1918.


My dear Aline:
It is a long time since I have heard from you—about three weeks.
But I suppose that I will receive a number of letters at once. I do not
yet know whether or not you have received the two batches of
American Express Company checks, amounting in all to $100.00,
which I sent you some time ago. But I am not worrying about it, if the
checks are lost it still is possible to recover the money. I sent you two
lots of prose and verse recently, and in the envelope containing this
letter is a quaint supplement to one of my little sketches—that called
“Breakfasts.” It is a letter to Kenton from the little girl who lives in the
house by the Fountain, where Farrell and Driscoll and I used to eat
every morning in our last station. I showed Solange (an excellent,
demure and pious infant) Kenton’s photograph, and told her that he
studied French in school. He is supposed to answer in French, tell him
—of course his French teacher must help him. I saved the censor
trouble by clipping from Solange’s letter the name of the town
honoured by her presence, but I guarantee (with St. Anthony’s aid) the
safe delivery to her of any epistle he may entrust to me.
The town we are in now has no Solange—or has revealed none to
me as yet—but in a certain Cafe which I much frequent is Antoine,
aged two, who can salute in the French manner, comme ca (illustrated)
or in the American manner, comme ca, (illustrated). No, not with the
left hand! good Heavens, child! Sacre bleu! nom d’um nom! Quelle
dommage! Well, if you are going to cry about it, you needn’t salute at
all. Here, shut up and drink the dregs of my vin rouge et sirop. Fini,
bebe!
Also there is an admirable child named Jean who has six months.
He wears a lavender cloak with a hood attached. His home is a barber
shop, the most beautiful and extraordinary barber shop in the world.
His father the barber has gone to the Wars—remain madame,
grandpere, and M. Biebe. It is a very modern barber shop, with mirror-
walls, and powdered soap in silver salt cellars. Grandpere sits by the
stove all day long and says that there are many American soldiers in
the town. Madame exhibits le petit Jean and asks if it is ever as cold as
this in America. I shave with six razors if I desire, and wash in
beaucoup de l’eau chaud. And Madame deftly swinging le petit Jean
over her left shoulder opens a secret drawer under a mirror and
proffers me a tiny tube of fixative for my moustache.
I have a delightful delusion now and then—I see you walk into the
Adjutant’s office, past the Sergeant Major’s desk, and to me. The
building in which we work was once a palace—but its inlaid floor never
supported a duchess (gold powdered though her hair were, and light
her laughter as champagne bubbles) so precious as this fleeting vision
of you.
Joyce Kilmer.

Note.—Three small, spirited pen drawings are incorporated


into this letter at the points indicated in the printed text.

* * * * *

A. E. F.
Dear Aline:
Sorry to use this absurd paper—but none other is accessible. I’m
in a hospital at present—been here for three days with a strained
muscle. It has been delightful to sleep between sheets again—I have
rested up beautifully, I go back to the regiment to-morrow.
I sent you two batches of copy recently—or three, rather. Hope you
get them—but if you don’t, I’ll write some more—like Caterina, you
know when she was defending her husband’s castle against the
enemy. The enemy took her six children as hostages. “Surrender the
castle, or I’ll kill the children!” said he. “Go ahead, kill ’em!” said
Caterina. “I can make more!”
As to your plan of renting a house at Shirley—wherever that is—for
the Summer, go ahead, if you must—I don’t think there is any chance
of my getting home this Summer. If I do come home, I’ll cable you in
time for you to get back to Larchmont before my arrival. Larchmont is
just about far enough from New York. Not for many a year will I
consent to spend a day in any place more rural. I have had enough of
wildness and rawness and primitiveness—the rest of my life, I hope,
will be spent in the effetest civilization. I don’t want to be more than an
hour’s distance from the Biltmore grill and the Knickerbocker bar. And
God preserve me from farms!
I love you.
Joyce.

* * * * *

March 12, 1918.


Dear Aline:
I receive your letters frequently and regularly, and they are
delightful, stimulating, typical. To-day I returned from a week’s sojourn
in a charming hospital (a strained muscle, now healed, sent me there)
and I found two letters from you awaiting me, the latest dated February
12. Let me congratulate you on your aviation poem—most beautiful
and true, the most intellectual poem you have made. By all means put
it in your book.
I received Francis Carlin’s wholly heavenly book just before I went
to the hospital, and have read it many times with delight. When you
see him, give him my homage. He should be walking goldener floors
than those of a mortal shop—he should rather be over here with us,
whatever his convictions may be. For it is wrong for a poet—especially
a Gael—to be listening to elevated trains when there are screaming
shells to hear, and to be sleeping soft in a bed when there’s a cot in a
dug-out awaiting him, and the bright face of danger to dream about,
and see.
I treasure your picture, and Christopher’s shadowy profile—send
me more photographs. Love me constantly, never let a day pass
without going to church for me.
Joyce.

* * * * *

March 14, 1918.


Dear Aline:
I enclose some verses that you may like very much. That is, I think
I enclose them—I have yet to consult with our Regimental censor as to
whether or not I may send them. If the place name is cut out, put in its
stead any French proper name that rhymes and do with the poem as
you will. Perhaps the best thing to do with it will be to hand it to Bob for
publishing.
As to my book—why don’t worry about it—we all will live just as
long and just as happily and probably be just as wealthy—or poor—if it
is never written. I am cheerfully neglecting it, for many reasons. One is,
of course, the censorship, which prevents the sending out of articles
sufficiently topical and specific to be interesting. Another is a military
regulation which forbids an officer or enlisted man from acting as a
correspondent or writing for publication on a military subject. This will
not, I suppose, prevent the publication of such of my verses and
essays as are inspired by my experiences. But it will prevent my
making for serial publication any consecutive record of events. What I
will do will be to assemble, after the war is over, or after I have
returned from it, such random essays or rhymes as I have made and
bind them together with a thread of reminiscence—partly introspective,
partly—what is the word? extraspective? external, at any rate. I shall
write nothing that has any news value. I believe in my vanity that it will
be a most charming book, not without its high lights of something more
than charm. It really is the sort of book I’d like greatly to read, and I
think that it will reach a public tired of the many war-narratives. And
don’t think people won’t read it after the war is over! They will! The only
sort of book I care to write about the war is the sort people will read
after the war is over—a century after it is over! And that is the sort of
book I am going to make. A journal intime, but as close to literature, as
carefully thought and wrought as I can do. It will be episodic—chaotic,
perhaps—no glib tale, no newspaper man’s work—but with God’s help,
a work of art. So clamour not for copy! My enclosures of some weeks
ago may have pleased you, but you’ll like this better.
Which for no reason brings me to the subject of growing middle-
aged, an experience which you are enjoying, I trust; I know I enjoy it.
What an advantage we have over our children! While they, to their
embarrassment, grow up—voices changing, legs and arms becoming
too obvious, self-consciousness and shallow romanticism seizing them
—we gracefully, comfortably, grow down. Perhaps it is as a protective
measure that I, a private soldier, grow vain—as snails develop shells—
but I confess it is with consummate pleasure that I contemplate my
senility and, may I say, mediævality. I picture myself at forty, rotund but
eminently presentable, moustache and hair delicately grayed, tailored
admirably, with the leisurely power no young man may have. I picture
myself at sixty, with a long white moustache, a pale gray tweed suit, a
very large Panama hat. I can see my gnarled but beautifully groomed
hands as they tremblingly pour out the glass of dry sherry which
belongs to every old man’s breakfast. I cannot think of myself at
seventy or eighty—I grow hysterical with applause—I am lost in a
delirium of massive ebony canes, golden snuff-boxes, and daily silk
hats.
And as for you! My God! what a vision! That dear autumnal hair
silvering—the mouth of my delight exquisitely etched with honourable
lines—each one the record of a year’s love—those eyes richer in their
mystery—but I cannot write of this—for the thought might give me
power to sweep away the years and make me find you, when I come
back from the Wars, becapped and tremulous and leaning on two
sticks! NO! I don’t want you to be old now—I want you to be the
innocent sophisticated young woman you are in the little picture I carry
(traditionally!) over my heart. But I want to watch you grow old—if I can
watch you and at the same time hold you in my arms.
Joyce.
* * * * *

April 1, 1918.
Dear Aline:
This letter is written to you from a real town—written, in fact, above
ground. You may be surprised to know that recent letters to you were
not written in these conditions. They were written in a dug-out, but I
was not permitted to tell you so at the time. In a dug-out, also, were
written the verses I sent you some two weeks ago—you may
remember their damp-clayey flavour. I slept and worked (the latter
sometimes for twenty hours at a time) in this dug-out for a month,
except for one week when I was out on special work with the
Regimental Intelligence Section. You don’t begrudge me that week, do
you? I cannot now describe it, but it was a week of wonder—of sights
and sounds essential, I think, to my experience. For there are
obligations of experience—or experiences of obligation—to be
distinguished from what I might call experiences of supererogation or
experiences of perfection—but what rubbish this is! Let us rather
consider my present great luxury, and the marvels of which it is
composed. In the first place, one room (not a cot in a crowded barrack,
not a coffin-like berth in a subterranean chamber) but a real room, with
windows and a large bed and a table and chairs and a practical wash
stand. The bed I share with one L—— D——, an amiable gamin, about
to be made a Corporal. I am a Sergeant—with stripes some five days
old. (It is the height of my ambition, for to be commissioned I’d be sent
to school for three months and then, whether or not I succeeded, be
assigned to another Regiment. And I’d rather be a Sergeant in the 69th
than lieutenant in any other outfit.)
To continue—I also eat from a table excellent meals, with a napkin
on my knees. I have soldiered pretty hard for some months now, taking
everything as it came, and I think I’ve honestly earned my stripes. Now
I’m going to have an easier life—not working less hard, but not seeking
hardships. So I am paying seven francs a day for meals, and six francs
a week for my share in a bed-room. And it’s delightfully refreshing.
Also, I yesterday had a hot shower-bath—very much a novelty!
This morning I received two letters from you, to my great joy. The
pictures of the children are excellent. I am glad to see Deborah’s hair
so long and lovely. Do, by all means, send me pictures of yourself and
Deborah in a leather case, as you promise. I can imagine no possible
gift I’d rather receive. Mail is coming here every day now, so I look
forward to frequent messages from you.
What a cheerless place the States must be these days! Don’t send
me American papers (except the Times Book Review) for they depress
me, showing me what a dismal land you live in. This meatless,
wheatless day business is very wearying. It can do no earthly good—it
is merely giving comfort to the enemy, who undoubtedly know all about
it. I wish—aside from the obvious greatest reasons—that you were
here in France—you’d like everything, but especially the gentle, kind,
jovial, deeply pious people. Time enough—to resume—for wheatless
days when the enemy takes your wheat. Until then, carpe diem!—that
is, eat buckwheat cakes with plenty of syrup.
I am disgusted with all I read in the American Magazines about the
Americans in France. It is all so hysterical and all so untrue. It isn’t
jealousy that makes me say this—I have no desire to compete with
newspaper-correspondents—but it annoys me to see the army to
which I belong and the country on and for whose soil we are fighting so
stupidly misrepresented.
I hope you received “Rouge Bouquet”—if you did receive it I know
you liked it. General —— (I forgot, I mustn’t name generals lower in
rank than Major-Generals) had twelve copies of it made. I sent it to you
two weeks ago—you should be receiving it now. The newspapers by
now have re-revealed its meaning to you, if any explanation was
needed. It was read at an evening entertainment at one of our camps
at the front. Father Duffy read it, and taps was played on the cornet
before and after. I couldn’t get down to hear it—I was further front, at
work in the dug-out that night.
I think most of my war book will be in verse. I prefer to write verse,
and I can say in verse things not permitted to me in prose. You
remember—no, probably you don’t—Coventry Patmore and his
confessor. The confessor objected to the passionate explicitness of
some of Coventry’s devotional poems—they dealt with things esoteric,
he said, and should be set forth in Latin, not in the profane tongue.
And Coventry replied that for most people poetry was an
incomprehensible language, more hidden than Latin—or more hiding.
And speaking of Coventry Patmore, the best way to fry potatoes is
to have deep oil or butter violently boiling in a great pot, to slip the
slices of potatoes into it and stir them persistently, never letting them
touch the pot’s bottom, to lift them out (when they are golden brown)
by means of a small sieve, and to place them on paper so that the
grease may be absorbed.
The best news I’ve had since I reached France is about Kenton’s
medal. I’m going to write to-day and tell him so.
I love you,
Joyce.

* * * * *

April 19, 1918.


Dear Aline:
My chief occupation at the present time is awaiting a letter from
you.
It is several hours since I wrote the first paragraph of this letter. I
have been to supper (I am hitting the mess-line these days, for my
money gave out and I didn’t want to borrow any more) and ridden in a
motor-cycle-side car all over the countryside—through a dozen little
villages, every one full of French and American soldiers, with a
sprinkling of coolie labourers, in quest of a certain village which holds
two companies of a certain outfit with which I had to have a
conference. The village was hard to find (their names all sound alike,
and old French ladies, when interrogated as to direction, always point
in a direction in which there is no road and say something that sounds
like “Honk! honk! Ba! ba!”) and also the night was cold. I have enjoyed
many rides more. Returning to the office (I sleep in the same building)
half frozen and weary, I found that not two truck-loads, but two sacks
of letters had been delivered, and that I had received three letters. I
leaped at the letters—one was an invitation to a Ladies’ Day at the
Columbia University Club, another was from my mother, another from
Fr. Garesché. None from You! You accused me in one of your letters of
writing to you when I was depressed—well, I’m depressed now, all
right! I’ll wait until to-morrow morning to finish this letter, I guess, or
else I’ll give you real cause for complaint. Not that I blame you, or think
you haven’t written often—it’s the mail system’s fault. Good night!
I hope Kenton has learned to serve Mass by this time. I wrote to
him a long time ago and told him to see Fr. Morris about it, but I fear
that he would be too shy to do this unless some pressure were brought
to bear. If you would ask Fr. Morris to teach him how to serve Mass,
and persuade him to ask Kenton to come to see him about it, so that
the initiative would seem to come from Fr. Morris, I think things would
work out well. I pray for Kenton to have the grace of a vocation to the
priesthood—I hope he may have a Jesuit vocation—and I think it is
good to do all we can toward the fulfillment of this desire—this is, I
think, a supplementary way to “sway the designs of God.” I think of the
children often and can visualise them well in spite of my long absence
from them, that is, all except young Christopher. I am aware of
Kenton’s gravity and of his thoughtful and radiant smile, of Deborah’s
vivacity and exquisite colouring (she is like one of her mother’s gay
thoughts), of Michael’s magnetic rotundity, of his blue eyes, of his
charming habit of toppling over like a toy tumbler of lead and celluloid.
And of Rose I am nearly always conscious, delightfully, when I am
awake and often when I am asleep, and especially when I am in the
church—which is twice every day, to receive Holy Communion
immediately after Reveille and to pray for a few minutes in the evening.
We have a magnificent old church in this town, as near to where I am
now as the church is to our house in Larchmont. And right by the
tower-door is a big statue of St. Nicholas of Bari, in his episcopal
robes, and hopping around his feet are two little bits of babies he
saved and brought back to life after they’d been cut up and pickled.
Very nice! You’d like it! Pray to St. Nicholas for me, and to St. Stephen,
St. Brigid, St. Michael, St. Christopher, St. Joseph, St. Anthony of
Padua, St. Teresa, and all our other good friends in Heaven, and love
me.
Joyce.
* * * * *

April 21, 1918.


Dear Aline:
I am glad of the auspicious beginning of Eleanor’s romance. I
would so regard it, for I cannot understand the interpretation which
makes marriage the termination instead of the beginning of a splendid
adventure. If there should ever be the perfect novel of love, it would
begin rather than end “And they were married.” Would the phrase
continue: “And lived happily ever after”? I doubt it—but that depends
upon the definition of happiness. I know that you dislike the symbolism
which is the basis of Coventry Patmore’s greatest poems, but I think
you will admit that there is this truth in his idea—the relationship of
man and wife is like that of God and the soul in that it must be purified
and strengthened by suffering. Also—to put it on a lower plane—
Eleanor is enough of a poet to take some enjoyment out of being the
wife of a soldier gone to the wars—or Irish enough, which is the same
thing.
As to the matter of my own blood (you mentioned this in a previous
letter) I did indeed tell a good friend of mine who edits the book-review
page of a Chicago paper that I was “half Irish.” But I have never been a
mathematician. The point I wished to make was that a large
percentage—which I have a perfect right to call half—of my ancestry
was Irish. For proof of this, you have only to refer to the volumes
containing the histories of my mother’s and my father’s families. Of
course I am American, but one cannot be pure American in blood
unless one is an Indian. And I have the good fortune to be able to
claim, largely because of the wise matrimonial selections of my
progenitors on both sides, Irish blood. And don’t let anyone publish a
statement contradictory to this.
Speaking of publishers, please be very careful that there is nothing
in the book you and Margaret wrote to offend, in the slightest degree. I
would go so far as to say that if the spirit of the book is not obviously
and definitely Catholic—readily so recognised by Catholic readers—it
would grieve me to see it published with your name attached—grieve
me deeply. I don’t want anyone to say of you, “There is nothing about
that novel to show she is a Catholic.” I don’t think Catholic writers
should spend their time writing tracts and Sunday-school books, but I
think that the Faith should illuminate everything they write, grave or
gay. The Faith is radiantly apparent in your last poems. It is in Tom
Daly’s clowning as it is in his loftier moods. Of course anyone would
rather write like Francis Thompson than like Swinburne. But I can
honestly say that I’d rather write like John Ayscough than like William
Makepiece Thackeray—infinitely greater artist though Thackeray be.
You see, the Catholic Faith is such a thing that I’d rather write
moderately well about it than magnificently well about anything else. It
is more important, more beautiful, more necessary than anything else
in life. You and I have seen miracles—let us never cease to celebrate
them. You know that this is not the first fever of a convert’s enthusiasm
—it is the permanent conviction of a man who prayed daily for months
for the Faith before that grace was given him. The Faith has done
wonderful things for you, but I think since I have been in France it has
done more for me. It has carried me through experiences I could not
otherwise have endured. I do not mean that it has kept me from fear—
for I have no fear of death or wounding whatever. I mean that it has
helped me to endure great and continued hardships. These hardships
are now past—they belong to last December—but I cannot forget what
made me live through them and bear myself like a man. Therefore—for
this and a multitude of other reasons, among which let me put that it is
my most earnest request—be zealous in using your exquisite talent in
His service of Whom, I am glad to have said, Apollo was a shadow. If
what you write does not clearly praise the Lord and his Saints and
Angels, let it praise such types of Heaven as we know in our life—God
knows they are numerous enough.
Does this sound like the writing of the least desirable of your
aunts? Forgive me if it does, and heed my request even if it seem
unreasonable—the request, I mean, not to sign your name to the book
if it is not Catholic in spirit. I can honestly offer “Trees” and “Main
Street” to Our Lady, and ask her to present them, as the faithful work
of her poor unskilled craftsman, to her Son. I hope to be able to do it
with everything I write hereafter—and to be able to do this is to be a
good poet.
Speaking of Poetry, I have read with exquisite relish, several times,
the copy of the Bulletin you sent me. And always I stop reading—
prevented from continuing by irresistible mirth. God help us! Let all the
world, especially all of it that deals in thought, beat its breast and
repeat after me “God help us.” Here are young men battling in a
strange land to win back for the people of that land their decent
homes. Here are French peasants (old men, children and women)
kneeling at mass in a church with a yawning shell hole through the
tower. Among them are American soldiers. And other American
soldiers (God rest their brave young souls) rest in new graves by a fair
road I know. We hear the crash of shells, the tattoo of machine guns,
we see unearthly lights staining the black sky. And—Oh, God help us!
Send me more bulletins! I want to read more about Mr. —— whose
“mystic” (of course!) poems, seem to ... “to challenge comparison with
the works of Tagore.” I want to read more about ... chaunting to crowds
of old ladies who stink of perfume and cold cream and gasoline, while
a young female shakes her shanks and “gives a visual embodiment of
the poet’s idea.” I want to read about A ... “What a privilege to be at
once a poet and a fairy godmother!” And I want to read about W ...
going West and—just being himself! God forgive me for being a
Pharisee, and keep me from judging others! But I do love to read about
these things and then go across the street and drink a large drink with
Joe Brady, meanwhile singing a coarse ballad entitled “The Old Gray
Mare.”
We’re going to be paid to-morrow, I’m glad to say, so I’ll be able to
have a few meals indoors. This roadside picnic stuff is all right in fair
weather, but French weather is not always what it should be. I hope
your allotment is arriving, but I doubt it. I think we’ll collect it in our old
age. I read recently that a Civil War Veteran had just succeeded in
collecting some pay due him in 1862—perhaps we’ll be as lucky. We’ll
buy a carton of cigarettes for Christopher’s youngest son with the first
payment.
Your poem “Experience” has lodgment in my brain and heart and
soul. “She walks the way primroses go.” Simple—isn’t it? that line—to
make it nothing much was required—genius merely. Thank God there’s
you in a world of ——s and ——s. Do you mind being considered the
“one just man”? Figuratively I kiss your hand—it was absurd of me to
preach to you who are my mistress in the art of devotion as in the art
of poetry.
Joyce.
* * * * *

April 27th, 1918.


Dear Aline:
Some mail came to-day and in it was a package containing ten
boxes of tobacco, Merci bien! (when I get back I’ll talk just like —— or
——.) I received a box of admirable cigars yesterday (they were
originally awarded to Father Daly in payment for a contribution to
America, and he kindly directed that they be sent to me).
We are in a new town now (new to us, that is) a little bit of a place.
We have been recently in a rather large town, where I lived very
comfortably. I am comfortable here (especially since yesterday
afternoon, when I had a hot shower bath and had my clothes sterilized)
but not luxurious. But I’m looking forward to a much easier and vastly
more interesting time for the rest of my stay in France. I have asked to
be relieved from my office job, and my request has been granted. I
hope on Monday (this is Saturday night) to become a member of the
Regimental Intelligence Section, and the Adjutant tells me I am to be
transferred as a Sergeant, although I was willing to give up my stripes
for the sake of getting into this work. So henceforth I’ll be peering at
the Germans through field glasses from some observatory instead of
toiling in a dug-out or crowded office. You wouldn’t want me to come
back round-shouldered and near-sighted, would you? Well, that would
be the result of keeping on this statistical job much longer. The
intelligence work is absolutely fascinating—you’ll be glad I took it up.
You would have liked the gutter-babies in our last town. About a
dozen of them used to come out at meal times and besiege our mess-
line. They brought their dad’s canteens to be filled with coffee, and
they accepted, politely, bread and karo. They were very nice, and fat,
as all French babies are. I don’t know whether the French are so
devoted to my dear patron St. Nicholas of Bari, because they love
children, as he does, or are devoted to children because they love him.
Anyway they have the nicest children there are outside of Larchmont
Manor and Heaven (these words mean nearly the same thing) and
they treat them most enthusiastically. Large crowds of men and
women stand for half an hour in a busy city street watching a young
baby learn to walk, the baby being decorated, for the occasion, with his
big sister’s broad-brimmed hat. And also nearly every church has a
statue or window representation of St. Nicholas of Bari with the three
babies he restored to life. It helps me to feel at home. I hope you and
Kenton pray to him often, he is a very generous saint and has treated
me beautifully.
I had a quaint experience to-night. There is no priest now in this
town, but there is a fine old church, with God in it. Since there is no
priest, I can’t get my daily communion, but I go in occasionally to say
my prayers. Well, to-night there was a very old lady in the church. She
was so crippled with age and rheumatism that she could not kneel, so
she was huddled up on a bench near the rail. And she had a white cap
on, and she carried a tall staff with a crutch top such as witches use.
She was very pious, and prayed audibly, making pious ejaculations,
like an old Irish lady. For some time she didn’t know anyone else was
in the church. But when she found I was there, she waited until I had
said my beads and then she came over to me (rising with great
difficulty and putting on the heavy wooden shoes that lay beside her).
Then she extended to me her beads. The link between two of them
was undone, and she asked me to mend it. I tried to do so, but my
clumsy fingers had little success. So I gave her my rosary in exchange
for hers—which I can easily mend with a pair of pincers—and she was
very grateful. But I feel that I got the best of the bargain, for there may
be a special sort of a blessing attached to beads worn by the gnarled
fingers of one so near God. I could make a rhyme out of this
experience, but it would seem a profanation. You see some of the
possible interpretations of it, don’t you?
The news about D—— is interesting—well, he is trying to serve his
conscience, and I am trying to serve mine, and that’s all a gentleman
can do. And since we’re both suffering, I believe we’ve both followed
the right course. There are many ways to Heaven, but only one Lamp
—as I once said in some verses.
But as to suffering—don’t be pitying me! It’s you that are doing the
suffering, you with no exhilaration of star-shells and tattoo of machine-
guns, you without the adventure. I feel very selfish, often.
I love you and you are never away from me.
Joyce.

* * * * *

April 29, 1918.


Dear Aline:
For Heaven’s sake, don’t tell me about how bad tea rooms are! I
admit that I used to scorn them. Now I could live in one,
enthusiastically. I wouldn’t mind at all the closeness, the bad service,
the soiled table linen. Why, Max’s Busy Bee sounds better to me now
than Sherry’s used to sound.
“She walks the way Primroses go” reechoes in my soul. What a
delightful poet you are! Send me some more poems, at once, please.
It’s time I heard from you again. Some mail came to-day, but I got
nothing from you. You should write me long letters often. By all means
take up Fr. Hayes’ lecture offer. You can make your lectures chiefly
readings. Get Dr. Pallen to help you make a circular, and put on it
testimonials from whomever he suggests. Get Bob Holliday’s advice as
to form of circular. You will find valuable suggestions as to
engagements in my correspondence files, wherever they are.
(Here I paused to eat ten cakes purchased at the Y. M. C. A. for a
franc.)
Young —— is in a nearby town—an amiable child indeed he is. I
saw him twice, and he presented me with a bag of cakes and a box of
cigars. He reminds me very much of Kenton, but is in many respects
his inferior. I’d like to see Kenton and Fr. Daly and Deborah and
Michael and Christopher and Sister Emerentia and some Bass’ Ale
and some dry sherry and a roast of lamb with mint sauce and
Blackwood’s Magazine and the bar in the Auditorium Hotel in Chicago
and a straw hat and the circus. And I really wouldn’t mind seeing you.
Joyce.
* * * * *

May 15, 1918.


Dear Aline:
Your friends are a bit impertinent, I think. I don’t claim to be a
learned French scholar (although I have talked French every day for
six months). But I do claim to know the name of the place where I lived
in constant danger of death for six weeks, where many of my friends
gave their lives for their country. It is Rouge Bouquet, not Rouge
Bosquet. I’ll be deeply grieved if it appears in print incorrectly. Also, I
wish the grace in “Holy Ireland” to stand as I wrote it. It is just as Frank
Driscoll said it on that unforgettable night—it is the grace used in Jesuit
houses. Please see to this, and don’t let all the world revise my mss. I
rather expected you’d like the poem better, but perhaps the reason the
fellows in the Regiment liked it so much is because we all felt keenly
the event it memorizes.
I’ll write to you more to-morrow. I love you.
Joyce.

* * * * *

The above is rather stern and brusque, isn’t it? Well I wrote it in
rather stirring times—now only memories. I am resting now, in a
beautiful place—on a high hilltop covered with pine and fir trees. I
never saw any mountain-place in America I thought better to look at or
from. I sleep on a couch made soft with deftly laid young spruce
boughs and eat at a table set under good, kind trees. A great
improvement on living in a dug-out and even (to my mind) an
improvement on a room with a bed in a village. I am not on a furlough,
I am working, but my work is of a light and interesting kind and fills only
six out of twenty-four hours. So I have plenty of time for writing, and
have started a prose-sketch (based on an exciting and colourful
experience of the last month) which I will send you soon. Everything I
write, I think, in prose or verse, should be submitted to Doran first.
I wish I could tell you more about my work, but at present I cannot.
But there are advertised in the American magazines many books
about the Intelligence Service—get one of them and you’ll find why I
like my job. The work Douglas is doing is not allied to mine. Only I
suppose he’ll have a commission. I won’t work for one, because I don’t
want to leave this outfit. I love you more than ever, and long for the
pictures you promise me. You will be amused by the postcards I
enclose.
Joyce.
Say, the stuff about your not appreciating “Rouge Bouquet” was
written before I got your delightful letter of April 18, admirable critic!

* * * * *

Dear Aline:
I have just received your letters of April 1st and April 5th.
“Moonlight” is noble, like its author. As to being worried about you
because it expresses pain, why, I’d be worried only if you did not
sometimes feel and express pain. Spiritual pain (sometimes physical
pain) is beautiful and wholesome and in our soul we love it, whatever
our lips say. Do you not, in turn, worry because of my foolish letter to
you from the hospital. At that time I was just an office hack—now I am
a soldier, in the most fascinating branch of the service there is—you’d
love it! It is sheer romance, night and day—especially night! And I am
now therefore saner than when I wrote to you from the hospital. I’ve
had only a week of this work—but I’m already a much nicer person.

“For Sergeant Joyce is three, and Oh,


He knows so much he did not know!”

As to the picture I sent you, why, surely I have a moustache, and


not a “morning pout.” Mechante. A long moustache I have (illustration

You might also like