Professional Documents
Culture Documents
PDF of Milletlerin Zenginligi 1St Edition Adam Smith Full Chapter Ebook
PDF of Milletlerin Zenginligi 1St Edition Adam Smith Full Chapter Ebook
PDF of Milletlerin Zenginligi 1St Edition Adam Smith Full Chapter Ebook
Smith
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/milletlerin-zenginligi-1st-edition-adam-smith/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...
https://ebookstep.com/product/riqueza-das-nacoes-volume-ii-6th-
edition-adam-smith/
https://ebookstep.com/product/an-inquiry-into-the-nature-and-
causes-of-the-wealth-of-nations-1776-1st-edition-adam-smith-2/
https://ebookstep.com/product/an-inquiry-into-the-nature-and-
causes-of-the-wealth-of-nations-1776-1st-edition-adam-smith/
https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-french-
edition-christophe-adam/
Best of Christophe Adam Édition française Christophe
Adam
https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-edition-
francaise-christophe-adam/
https://ebookstep.com/product/terror-story-1st-edition-adam-
surray/
https://ebookstep.com/product/adam-eve-1st-edition-arto-
paasilinna/
https://ebookstep.com/product/monstros-1st-edition-barry-windsor-
smith/
https://ebookstep.com/product/degismeyi-istemek-uzerine-1st-
edition-adam-phillips/
© Liberus Kitap - 2020
Hberus
Rasimpaşa Mh. Nuh Bey Sk. No. 15/A
Kadıköy /İstanbul
www.Iiberus.com.tr
Milletlerin
Zenginliği
Adanı Snıith
Çeviren: Prof Dr. Mustafa Acar
Adam Smith (1723-1790)
Modern iktisadın kurucu babası, düşünür, ahlak felsefecisi. l 723'te İskoçya'nın
Kirkcaldy şehrinde doğdu. 1 737- 1 740 yılları a rasında Glasgow Üniversitesi'nde
okudu; bu sırada F. Hutcheson'da n dersler aldı. l 746'ya kada r Oxford Üniversite
si'ne devam ettikten sonra İskoçya'ya döndü. Edinburgh'da Belagat (Retorik) üze
rine verdiği derslerle meşhur oldu. Glasgow Üniversitesi'nde 1 75 l'de ma ntık pro
fesörlüğüne, 1 752'de ise daha önce hocası Hutcheson'ın da ders verdiği Ahlak Fel
sefesi kürsüsüne ata ndı. Burada görev yaptığı sırada Ahlaki Duygula r Kuramı (The
Theory of Moral Sentiments) adlı eserini yazdı ( 1 759). l 764'te profesörlükten ayrılıp
Buccleuch Dükü'ne hocalık yapmaya başladı. Bu görevi sırasında Fra nsa'ya seyahat
etti; önde gelen Fransız düşünürler Volta ire, Quesna i, Turgot ve Helvetus'la tanıştı,
onla rla fikir alışverişinde bulundu. Ünlü eseri Milletlerin Zenginliği'ni Fra nsa'da iken
ya zmaya başladı. l 766'da İngiltere'ye döndü. Milletlerin Zenginliği ta m da Ameri
ka n Bağımsızlık Bildirisi'nin ila n edildiği tarihte, 1 776'da yayımla ndı. Bu bağla mda
1 776 bir yanda n siyasi ta rih, diğer ya nda n iktisadi düşünce ta rihi açısında n, ta rihin
akışını değiştiren kırılma noktala rında n biridir. 1 777' den ölümüne kadar Edinbur
gh'da gümrük görevlisi ola rak çalıştı. l787'de dostu Edmund Burke'den sonra Glas
gow Üniversitesi'nin Lord Rektörü seçildi. l 790'da ölen Smith, düşünce ta rihinin en
önemli simala rında n biri ola rak tarihe geçmiştir.
Yayıncının Notu• 9
Çevirenin Önsözü • 11
BİRİNCİ KİTAP:
İKİNCİ KİTAP:
Sermayenin Niteliği, Birikimi ve İstihdamı
Giriş• 221
I. BÖLÜM: Sermaye Stokunun Bölünüşü Hakkında• 223
il. BÖLÜM: Toplumun Genel (Sermaye) Stokunun Özel Bir Şubesi Sayılan Para,
Yahut Milli Sermayenin Muhafazası İle İlgili Harcamalar Hakkında• 229
III. BÖLÜM: Sermaye Birikimi Yahut Üretken ve
Üretken Olmayan Emek Hakkında• 261
iV. BÖLÜM: Faizle Ödünç Verilen Sermaye Hakkında• 275
V. BÖLÜM: Sermayelerin Farklı İstihdam Biçimleri Hakkında• 281
ÜÇÜNCÜ KİTAP:
Farklı Milletlerde Servetin Çeşitli Gelişme Biçimleri Hakkında
BEŞİNCİ KİTAP:
Hükümdar veya Devletin Geliri Hakkında
Ek• 715
Referanslar• 719
Adam Smith kimdir? İktisadi düşünce tarihindeki yeri ve önemi nedir? Nasıl bir
sistem önermektedir? Ölümünden yaklaşık 230 yıl sonra bugün hala bizim için an
lamlı ve önemli olan düşünceleri nelerdir? İktisadi düşüncenin başucu eseri Millet
lerin Zenginliği 'nin çevirisine girmeden bu sorular üzerinde kısaca durmakta yarar
vardır.
Adam Smith Milletlerin Zenginliği adlı şaheserin yazarıdır. Bugüne kadar yazılmış
ve insanlığın kaderinin değişmesinde belirleyici rol oynamış on temel eser arasın
da Milletlerin Zenginliği'nin de yer aldığında hiç kuşku yoktur. Yayımlandığı yıl olan
1776, hem iktisadi düşüncede bir devrim yaratması hem de zenginliğin yaratılması
ve iktisadi realitenin aulaşılmasına dair yeni bir düşünüş biçimi, sistematik bir yakla
şımın doğması bakımından tari hin kırılma noktalarından biridir. Aynı yıl Amerikan
bağımsızlık savaşının kazanılması, Kuzey Amerika'da İngiliz sömürgeciliğinin sona
ermesi ve temel hak ve özgürlükleri etkileyici bir dille savunan Bağımsızlık Bildi
risi'nin yayımlanması 1776'yı hem iktisadi hem de siyasi anlamda modern tarihin
dönüm noktalarından biri hale getirmektedir.
11
ABD Başkanı Trump olmak üzere, dünyanın değişik bölgelerinde iktidar sahiple �in
ce bugün ticaret savaşlarıyla, savaş tamtamlarıyla, içe kapanmacı-korumacı-�adı a ��
söylemleriyle adeta yeniden hortlatılmaya çalışılan merkantilizmin üç belırleyıcı
ayağı vardı: 1) Zenginliğin kaynağı kıymetli maden (altın-gümüş) stoklarıdır, 2) Yer
yüzünde zenginlik sabittir, birinin zenginleşmesi ötekini fakirleştirme pahasına ola
bilir, 3) Dış ticaret sıfır-toplamlı bir oyundur; birinin karı ötekinin zararına eşittir, o
nedenle dış ticarette korumacılık esastır.
Smith'in de ustalıkla işaret ettiği gibi, altın ve gümüş biriktirmek zenginliğe giden
yegane yol değildir. Altın ve gümüş, daha genelde para karın doyurmaz; ancak bun
lar karın doyuracak nesnelerin elde edilmesini sağlayan araçlardır. Yeryüzünde zen
ginlik sabit değildir; emeğin, sermayenin, toprak ve doğal kaynakların, girişimciliğin,
kısaca eldeki üretken kaynakların akıllıca ve ustaca kullanımıyla artırılabilecek,
başkalarından bir şey çalmadan, eksiltmeden, haksız yere başkalarının elindekine el
koymadan çoğaltılabilecek bir şeydir. Başka bir deyişle zenginlik veya servet pastası
başkalarından çalmadan, onlara zarar vermeden de büyütülebilir. Dış ticaret asla sı
fır-toplamlı bir oyun değildir; dış ticaret yapınca birinin kazancı mutlaka öbürünün
kaybı anlamına gelmez; mübadeleye katılan her iki taraf için de kazançlı dış tica
ret pekala mümkündür. Smith'in çağdaşı, Klasik iktisatçıların öncülerinden David
Ricardo'nun "Mukayeseli Üstünlükler Teorisi" ile daha da geliştirdiği üzere, Smith
ülkelere mutlak üstünlüğe sahip oldukları, yani başkalarından daha ucuza üretebil
dikleri ürünleri üretip, pahalıya ürettiklerini de başkalarından satın almayı, dolayı
sıyla serbest ticaretle ihtiyaçlarını karşılamayı önermektedir. İşbölümü uzmanlaş
mayı doğuracak, uzmanlaşma verimliliği artıracak, artan verimlilik sayesinde kendi
ihtiyacımızdan çok daha fazla üretmek mümkün olacak, ihtiyaç fazlası üretim de
serbest ticaret yoluyla başka ülkelerle mübadele edilerek paylaşılacak, böylece zen
ginlik artacaktır.
12
kalkınmanın anahtarı gören, biraz güç elde edince bunu hemen başkalarını zapt-u
rapt alma yönünde kullanan, yeryüzüne ayar vermeyi kendi omuzlarına yüklenmiş
tanrısal bir misyon gibi gören hegemonyacı, baskıcı, yasakçı, otoriteryen zihniyetin
her devirde mebzul miktarda takipçisi olmuştur, bugün de vardır.
Atalarımız "meyveli ağaç taşlanır" demişler; her alanda olduğu gibi düşünce tarihi
boyunca da üretken, orijinal, yaratıcı, eskiye ve kurulu düzene meydan okuyan tip
ler daima tepki çekmiştir, saldırıya uğramıştır, taşlanmıştır, eleştirilmiştir. Peygam
berler tarihi bu konuda zengin bir malzeme sunmaktadır. Adam Smith de bu anlam
da düşünce tarihinde en fazla tartışılan, tepki gösterilen ve eleştirilen insanlardan
biridir. Smith'in bunca tepki çekmesinin nedenlerinin bir kısmı ideolojik, zihniyetle
alakalı, dünyaya bakış açısının farklılığından kaynaklı, bir kısmı ise onu yanlış oku
ma veya yanlış anlamadan kaynaklıdır.
Bunlardan biri, iktisadi adam (homo economicus) ve kendi çıkarı peşinde koş
manın meşrulaştırılması bağlamında Adam Smith'e yöneltilen haksız eleştirilerdir.
Başka bir deyişle Smith'in en çok eleştirildiği konulardan biri, onun kişisel menfaa
ti, yahut şahsi çıka rı peşinde ko ş m ayı ve bencilliği yücelttiği konusudur. Buna göre
Smith "homo-economicus"un mucididir, şahsi çıkarından başka bir şey düşünmeyen
insanın meşrulaştırıcısıdır, bencilliği normal kabul etmektedir, bir görünmez el mari
fetijle kişisel çıkarı bayraklaştırmaktadır vs.
Oysa Adam Smith'in yaptığı, bir meşrulaştırma ya da bir temenni değil, bir tes
pittir. İnsan çoğu zaman şahsi çıkarını önceleyen, başkalarından önce kendisini dü
şünen, kişisel menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu bizim yabancısı olduğumuz
13
bir olgu da değildir. En dini-bütün olanlarımız da dahil, insanla
��
rın ha�gi d r ülerle
kadar belırleyıcı oldu
hareket ettiğini gözlemleyin, öz-menfaatin, kişisel çıkarın ne
diyerek esasen bu
ğunu göreceksiniz. Nitekim, atalarımız "önce can, sonra canan"
e yar
gerçeği dile getirmektedirler. Kaldı ki, "şeytan ayrıntılarda gizlidir," kestirm
kavram lara bakmak
gılarda bulunmadan önce, insanların ne dediklerine, orijinal
gerekir.
Bu bağlamda altı önemle çizilmelidir ki, çoğu kez bencillik olarak yorumlanan
"öz-sevgisi" kavramının orijinal metindeki karşılığı "self-love"dır. Bu kavram kendi
ni sevme, kendini beğenme, kendi ihtiyacına öncelik verme, yahut kişinin kendine,
şahsına yöneltilmiş sevgi ve muhabbet demektir. Bunun yanlış bir şekilde "bencillik"
olarak okunmasıyla ve kollektivist bir yorumla, birçok insanı Adam Smith'in başka
larına zarar verecek biçimde kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil
insan tipini meşrulaştırdığını düşünmeye sevk etmektedir.
14
Özetle Adam Smith, korumacı, kendine yeterlilikçi, çatışmacı bir öğreti olan
merkantilizme, merkantilist felsefeye bayrak açan adamdır. Zenginliğin yegane kay
nağının altın ve gümüş biriktirmekten ibaret olduğu görüşünü reddetmektedir. Mer
kantilizmin büyük yanılgılarından biri olan yeryüzündeki zenginliğin sabit ve dış
ticaretin sıfır-toplamlı bir oyun olduğu, dolayısıyla birinin zenginleşmesinin ancak
ötekinin fakirleşmesi pahasına olabileceği fikrini çürütmektedir. Merkantilizmin
yine temel düsturlarından biri olan, dış ticarette korumacılığa karşı çıkmakta, ser
best ticareti savunmaktadır.
Milletlerin Zenginliği'nin Türkçede zaten çevirisi olduğu halde neden bu eserin yeni
bir çevirisini yayımlamaya gerek duyulduğu konusunda yayıncının da elbette kendi
gerekçeleri vardır ama ben burada sadece mütercim olarak kendi gerekçelerimi sıra
layacağım.
Her şeyden önce, Milletlerin Zenginliği gibi bir şaheserin altında mütercim olarak
imzası olmasını istemeyecek aklı başında çok az iktisatçı vardır. Düşünce tarihinde
son derece önemli bir iz bırakmış böylesi muhteşem bir eseri Türkçeye çevirmek
bendenizin de uzun zamandır aklından geçen bir projeydi; hayata geçmesi için uy
gun zamanı bekleyen bir hayal olarak askıda duruyordu.
Bundan yaklaşık 1 5 yıl önce başka bir yayıncı ile gerçekleştirilmesi planlanan,
hatta kısmi bir başlangıç adımı da atılan proje, yayıncıdan kaynaklanan nedenlerle,
o zaman akim kalmıştı. Daha sonra bendenizin dekanlık ve rektörlük gibi yoğun
mesai gerektiren idari görevleri yüzünden yeniden rafa kaldırılmak zorunda kalın
mıştı.
Siz yeter ki hayal edin, bir şeyi yapmayı kafaya koyun, Ruhsal Zeka'nın diliyle
"kader defterine randevu düşün," Kadir Mevla bugün olmazsa yarın mutlaka bir fır
sat veriyor. İşte Liberus Yayınevi'nin Milletlerin Zenginliği'ni çevirme teklifi, bu an-
15
lamda bir hayalin gerçekleşmesine imkan veren, değerlendirilmesi gereken önemli
bir fırsattı.
Birincisi bu eser, Smith'in orijinal eserinin tam ve kapsamlı bir çevirisidir; yarım,
özet, kısaltılmış ya da sıkıştırılmış bir çalışma değildir. Türkçede bu özellikte daha
önce yayımlanmış zaten tek bir çeviri vardır. Söz konusu çeviri ile kıyaslanınca, eli
nizdeki eser, aşağıda değinileceği üzere, bugün günlük dilde kullanımı yaygın olan
kelimelerin tercih edilmesi, sadelik ve akıcılık yönünden daha iddialı bir eserdir.
İkincisi, mevcut çevirilerde yer yer tercüme hatalarına tesadüf edilmiştir. Zaman
zaman olumlu cümlenin yanlışlıkla olumsuz olarak çevrildiği veya tam tersinin ya
pıldığı, yer yer de uzun cümlelerin anlam bütünlüğünü bozmadan bölünmesi konu
sunda sorunlar olduğu görülmektedir. Arzu eden okuyucuya bu konuda daha geniş
bilgi verilmesi mümkündür.
Üçüncüsü, mevcut çevirilerde bulunan bazı cümleler anlamı az çok doğru ver
mekle birlikte, iyileştirmeye muhtaç durumlar göze çarpmaktadır. Bu çerçevede pek
çok cümlede orijinal metne daha uygun olacak şekilde iyileştirmeler yapılmıştır. Bu
türden çok sayıdaki iyileştirmelere bir örnek vermek gerekirse;
Orijinal cümle: "If the two countries are at a great distance, the difference may
be very great; beca use though the metals naturally fly from the worse to the better
market, yet it may be difficult to transport them in such quantities as to bring their
price nearly to a level in both." (Wealth of Nations, Book 1, p. 1 52)
Mevcut çevirilerden birindeki karşılığı: Bu iki ülke birbirinden çok uzak ise, ara
daki fark pek büyük olabilir. Çünkü kötü pazardan iyi pazara kaçmakla birlikte, ne
de olsa metalleri, fiyatlarını aşağı yukarı bir kerteye getirecek miktarlarda oradan
oraya taşımak güçtür.
Bizim önerdiğimiz çeviri: Şayet bu iki memleket birbirinden epey uzak ise, ara
daki fark çok muazzam olabilir; çünkü, her ne kadar metaller doğal olarak kötü pa
zardan iyi pazara doğru hareket etseler de, yine de, fiyatlarını her iki ülkede de aşağı
yukarı aynı seviyeye getirecek miktarlarda bunları -bir yerden diğerine- taşımak
zor olabilir.
16
ma," kıymetli maden ölçü birimi olarak "ons" yerine "onça," iktisadi kavramlardan
"tüketim" (consumption) yerine "yoğaltım," "tahıl" yerine "zahire," "değişilir" yerine
"değiş edilir," farklı (different) yerine "başka başka" gibi karşılıklar verilmektedir.
Yine mevcut çevirilerde geçen "savsama, hava oyunu, uslamlama, belgitme, yeğlik
li, imsakçi, kesenkes, .." gibi pekçok kavramın bırakın sıradan okuyucuyu, üniversite
mezunu uzman araştırmacılar tarafından bile bilindiği şüphelidir; bunların bugün
günlük dilde kullanılmadıkları ise kesindir. Yurdum insanı bu kavramlar yerine "ih
mal, spekülasyon, akıl yürütme, argüman, tercihli, yasakçı, kesinlikle.." demeyi tercih
etmektedir. "Liberal" yerine bugün kimse "açık yürekli" veya "açık görüşlü" deme
mektedir.
Bir noktanın daha altını çizmekte yarar olabilir. Smith eserde üç temel üretim
faktörü olarak emek, sermaye ve toprağın toplam gelirden veya üretimden aldığı
payı uzun uzun izah etmektedir. Smith'in, sonraki çağlarda Avusturyalı iktisatçılar
ca ayrı bir üretim faktörü olarak gündeme getirilecek olan, girişimciyi sermayedarla
aynı kişi olarak gördüğü, dolayısıyla üretimden sermayenin aldığı pay ile girişimci
nin payının kar adı altında tek bir kategoride topladığı anlaşılmaktadır. Bugün dört
temel üretim faktörü olarak emek, sermaye, toprak ve girişimcinin üretimden aldık
ları paya sırasıyla ücret, faiz, rant ve kar denmektedir. Son zamanlarda üretim süre
cinde bilginin de ayrı bir faktör olarak görülmesi gerektiği görüşü giderek daha fazla
kabul görmektedir.
Kısaca elinizdeki çeviri gerek orijinal metnin tam ve eksiksiz çevirisi, gerekse di
lin akıcılığı ve günlük konuşma diline uygunluğu açısından mevcut alternatifler ara
sındaki en iyisi olma iddiasındadır. Takdir elbette ki okuyucu ve araştırmacılarındır.
17
Üçüncü Baskının Takdimi
Elinizdeki eserin ilk baskısı 1775 yılının sonu ve 1776 yılının sonunda yapılmıştı.
Bu nedenle de, işlerin bugünkü gidişatından söz edildiğinde, kitabın büyük bölümünde
işlerin benim bu kitabı yazmakla meşgul olduğum söz konusu tarihlerde veya bunun
biraz öncesindeki durumu anlaşılmalıdır. Ancak bu üçüncü baskıda birçok ilave yap
tım, özellikle de Gümrük Vergi İadeleri ve Primler konulu bölümlere. Benzer şekilde,
Merkantilist Sistemle İlgili Sonuç adlı yeni bir bölüm, devletin harcamalarıyla ilgili bö
lüme de yeni bir madde ilave ettim. Bütün bu ilavelerde, işlerin bugünkü hali demek,
daima 1783 yılı ile içinde bulunduğumuz 1784 yılının başlarındaki durumu demektir.
19
Dördüncü Baskının Takdimi
21
Giriş ve Çalışmanın Planı
Her milletin yıllık emeği, yaşamak için her yıl tükettiği bütün o gerekli ve ya
rarlı şeyleri o millete sağlayan temel kaynaktır. Tüketilen bu maddeler her zaman
söz konusu emeğin ya doğrudan kendi ürünüdür, ya da bu ürün karşılığında başka
milletlerden satın alınmış şeylerdir.
İşte bu ürünün veya bu ürünle satın alınan şeyin, onu tüketecek olanlara kıyasla
daha az ya da daha çok oluşuna göre, bir millet ihtiyaç duyduğu bütün o gerekli ve
yararlı şeylerle daha iyi veya daha kötü donatılmış olur.
Fakat bu oran her millette iki dinamik tarafından belirleniyor olmalıdır. Birincisi
genel olarak emek verirken gösterilen ustalık, el yatkınlığı ve kavrayıştır. İkincisi ise,
yararlı işlerde istihdam edilenler ile böyle işlerde istihdam edilmeyenler arasındaki
orandır. Toprağı, iklimi veya arazi genişliği ne olursa olsun, herhangi bir milletin
yıllık arzının bolluğu ya da kıtlığı, bu durumda, söz konusu iki koşula bağlı olmalıdır.
Bu arzın bolluğu ya da kıtlığı da, sözü edilen iki koşuldan ikincisinden ziyade birin
cisine daha fazla bağlı görünmektedir. Avcılık ve balıkçılıkla geçinen medenileşmemiş
milletlerde, çalışabilecek durumda olan her birey, kendisi veya ailesi ya da kabilesinde
ki ava gidemeyecek veya balığa çıkamayacak kadar çok yaşlı, çok genç veya dermansız
olan kişiler için hayat için gerekli ve yararlı şeyleri -yapabildiği ölçüde- temin edebil
mek amacıyla, elinden geldiğince az veya çok çalışır. Ne var ki, bu milletler o kadar ber
bat bir vaziyette fakirdirler ki, sıklıkla sırf yoksulluk yüzünden çocuklarını, yaşlılarını
ve müzmin hastalarını bazen kendi elleriyle yok etmek, bazen de onları açlığın pen
çesine bırakmak veya vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaya terk etmek zorunda
kalır veya en azından zorunda kaldıklarını sanırlar. Medenileşmiş ve gelişen milletler
ise, aksine, her ne kadar çok sayıda insan hiç çalışmadığı halde, çoğu da çalışanların ço
ğunun on katı hatta sıklıkla yüz katı ürün tükettikleri halde, yine de, toplumun toplam
emeğinin ürünü o kadar büyüktür ki, bu ürün hepsine bol bol yeter. Bu toplumda, en alt
ve en fakir katmandan bile olsa, tutuınlu ve çalışkan bir işçi, hayatın ihtiyaçlarını gide
rip yarar sağlayan maddelerin, medenileşmemiş herhangi bir yabaninin erişebileceğine
kıyasla, daha fazlasının tadını çıkarabilir.
23
şülmesini sağlayan düzen, bu İnceleme'nin Birinci Kitap'ının konusunu teşkil etmektedir.
24
Milletlerin Zenginliği'nin
Doğası ve Nedenlerine Dair
Bir İnceleme
1. CİLT
BİRİNCİ KİTAP
Emeğin Üretici Güçlerini İyileştiren Nedenler
ile Emeğin Hasılasının Farklı Toplum Katmanları
Arasında Doğal Olarak Dağılımını Sağlayan Si stem
Hakkında
I. BÖLÜM
İşbölümü Hakkında
Onun için, son derece önemsiz bir imalat dalı olmakla beraber, işbölümünün çok
lukla göze çarptığı, iğnecilik zanaatından bir örnek ele alalım. İşbölümü ile ayrı bir
zanaat haline gelen bu iş için yetişmemiş; o işte kulla nıla n (icadına da muhtemelen
aynı işbölümünün sebep olduğu) aletlerin nasıl kullanıldığını bilmeyen bir işçi, elin
den gelen gayreti gösterse, günde belki bir iğneyi zor yapar; hele yirmi iğneyi, hiç ya
pamaz. Oysa şimdiki yapılış şekli ile bu işin tamamı başlı başına bir zanaat olmanın
yanı sıra, -çoğu yine kendi başına ayrı birer iş olan- bir sürü de kollara ayrılmıştır.
İşçinin biri teli çekip gerer; bir başkası bunu düzeltir; bir üçüncüsü keser; bir dör
düncüsü ucunu sivriltir; bir beşincisi baş geçebilmesi için tepesini ezer. Başı yapmak
29
iki veya üç ayrı işlem gerektirir. Başı tepeye takmak ayrı bir iştir, iğneleri ağartmak
bir başka iştir; iğneleri kağıda sıralamak bile, başlı başına bir zanaattır. Hasılı, önem
taşıyan iğne yapma işi, böylece, aşağı yukarı on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. Bazı
fabrikalarda aynı işçi bunların bazen ikisini üçünü birden yaparken, bazılarında bü
tün bunların her birini ayrı ayrı iş-çiler yapar. Ben, yalnız on işçi çalıştırdığı için bir
kısım işçilerin bu işlemlerden ikisini veya üçünü birden yaptıkları, bu türden küçük
bir fabrika gördüm. Pek yoksul, bu yüzden de gerekli alet edevat bakımından eşit
derecede kötü donatılmış olmalarına rağmen, sıkı çalışınca, işçiler beraberce günde
on iki libre· kadar iğne yapabiliyorlardı. Her librede, dört binden fazla orta boy iğne
bulunmaktadır. Demek ki, söz konusu on iki kişi birlikte, bir günde kırk sekiz binden
fazla iğne yapabilmekteydi. Buna göre, kırk sekiz binin onda birini yapan her bir
kişi, günde dört bin sekiz yüz iğne yapıyor sayılabilir. Oysa bunların her biri birbiri
ne bağlı olmadan ayrı ayrı çalışsa ve de bu iş için eğitilmemiş bulunsalardı, şüphesiz
bu insanlardan her biri bir başına günde yirmi iğne, belki de bir tek iğne bile yapa
mayacaktı. Yani, yaptıkları çeşitli işlemlerin uygun bir işbölümü ve kombinasyonu
sonucu şu anda başardıklarının, iki yüz kırkta birini kesinlikle, dört bin sekiz yüzde
birini ise büyük ihtimalle, beceremeyeceklerdi.
"· Libre (pound): 453,6 gram (0,454 kg.) dengi İngiliz ağırlık ölçüsü birimi. (ç. n.)
30
farklı çeşitli kollara ayrılmasının imkansızlığıdır. Gerçi, en zengin milletler, genel
olarak çiftçilikte de sanayide de bütün komşularını geride bırakmaktadırlar. Ancak,
bunların asıl fark yarattıkları üstünlük alanı, tarımdan çok sanayidir. Bunların top
rakları genel olarak daha iyi işlenmiş olduğu ve daha çok emek verilip masraf edil
diği için, bu topraklar, genişlikleri ve doğal verimlilikleri oranında daha fazla ürün
verir. Fakat bu üretim üstünlüğünün, emek ve masraf üstünlüğü oranını aştığı çok
az görülür. Tarımda, zengin memleketin emeği, yoksul memleketin emeğinden her
zaman için çok daha verimli olmaz; ya da, en azından, aradaki verimlilik farkı hiçbir
zaman sanayide olduğu kadar büyük değildir. Ondan dolayı, zengin bir memleketin
tahılı, yoksul memleketin aynı kalitedeki tahılından, her zaman için, daha ucuza pa
zara gelmez. Fransa, zenginlik ve gelişme bakımından Polonya'dan üstün bir ülke
olmasına rağmen, Polonya buğdayı, aynı kalitedeki Fransa buğdayı kadar ucuzdur.
Tahıl yetiştiren bölgelerde, Fransa'nın buğdayı İngiliz buğdayı kadar iyi olup, fiyat
bakımından da çoğu yıllar hemen hemen onunla aynıdır. Halbuki Fransa, zenginlik
ve ilerleme bakımından, İngiltere'den belki de daha geridedir. Ancak, İngiltere'nin
tahıl toprakları Fransa'nın tahıl topraklarından daha iyi işlenmiştir; Fransa toprak
larının da Polonya topraklarından çok daha iyi işlenmiş olduğu söy-lenir. Yoksul
memleket, rençperliğinin geride olmasına rağmen, tahılının kalitesi ve ucuzluğu ba
kımından, zengin memleketle bir dereceye kadar rekabet edebilir; ama sanayi ala
nında böyle bir yarışa kalkışamaz. En azından, söz konusu sanayi zengin memleke
tin toprağına, iklimine, durumuna uygun bulunuyorsa, buna yeltenemez. Fransa'nın
ipeklileri, İngiltere'ninkilerden daha güzel ve ucuzdur. Çünkü İngiltere iklimi, hele
hele ham ipek ithali üzerine konulmuş şimdiki yüksek vergiler altında, ipek sanayii
için, Fransa iklimi kadar uygun değildir. Fakat İngiltere'nin demir ve çelik ürünleri
ile kaba yünlüleri, Fransa'nınkilere kıyas edilemeyecek kadar üstündür; eşit kalite
de olanlardan da çok daha ucuzdur. Söylendiğine göre, birtakım çok kaba saba ev
eşyası yapımı bir yana bırakılırsa, ki hiçbir memleket bunlarsız olamaz, Polonya'da
sanayi diye bir şey yok gibidir.
İkincisi: Bir tür işten bir diğerine geçerken çoğu kez kaybedilen zamanın tasar
rufu ile elde edilen avantaj, ilk bakışta tahmin edeceğimizden çok daha büyüktür.
Bir tür işten, başka bir yerde ve tamamen farklı aletlerle yapılan bir ötekine çabu
cak geçmek imkansızdır. Küçük bir çiftliği ekip biçmekte olan kırdaki bir dokumacı,
tezgahından tarlasına, tarlasından tezgahına gidip gelirken zamanının epeyce bir
kısmını kaybetse gerektir. Her iki zanaat, aynı işyerinde yürütülebildiğinde, zaman
kaybı şüphesiz çok daha az olur. Ama yine de, bu durumda bile hatırı sayılır ölçü
de zaman kaybedilir. Bir insan bir işten ötekine atlarken genellikle biraz ağırdan
alır, oyalanır. İşin yenisine koyulurken, iyiden iyiye kendini verdiği olmaz; yaygın
ifadesiyle, kafası orada değildir. Güzel güzel çalışacak yerde, bir müddet ipe un se
rer. Kırdaki her ırgat, her yarım saatte bir iş ve alet değiştirmek, hemen her Allah'ın
günü elini yirmi türlü şekilde kullanmak zorunda olduğundan, bu kaytarma ve yasak
savarmışçasına çalışma adetini, tabiatıyla, daha doğrusu ister istemez, benimsemiş
olur. Bu onu, hemen her zaman tembelleştirip uyuşuklaştırır; en işten başkaldır
mayacağı zamanlarda bile canla başla iş göremez hale getirir. Böylece, el yatkınlığı
bakımından taşıdığı yetersizlikten bağımsız olarak, tek başına bu sebep, kendisinin
başarabileceği iş miktarını daima büyük oranda azaltacaktır.
Bununla bera her, makinelerdeki bütün iyileşmeler, onları bizzat kullanma fırsatı
bulanların eseri olmaktan çok uzaktır. Birçok gelişme, makine yapımının başlı başı
na bir zanaat haline gelmesiyle, makine yapanların hüneri sayesinde olmuştur. Bazı
iyileştirmeler ise, meslekleri hiçbir şey yapmayıp sadece her şeyi gözlemek olan, bu
sayede de, birbirine pek uzak, hiç birbirine benzemeyen şeylerin güçlerini bir araya
getirebilen filozof veya spekülasyon adamı dediğimiz kimselerin marifetidir. Toplu
mun ilerlemesiyle, her iş güç gibi, felsefe yahut spekülasyon da, ayrı bir vatandaşlar
sınıfının başlıca veya biricik meşgalesi yahut zanaatı olmaktadır. Yine bütün öteki
işler gibi, bu iş de, bir sürü alt kollara ayrılmıştır; bunların her biri başlı başına belirli
bir düşünürler sınıfı veya zümresine meşgale yaratmaktadır. Başka her işte olduğu
gibi, felsefede de işin inceden inceye bölümlere ayrılması mahareti artırır; vakitten
tasarruf ettirir. Her bir kimse, kendi özel alanında daha uzman olur, başarılan işin
toplamı artar; böylece bilgi miktarı da epeyce çoğalır.
İyi idare edilen bir toplumda, halkın en aşağı tabakalarına kadar yayılan kapsam
lı zenginliği meydana getiren şey, işbölümü dolayısıyla çeşitli zanaat üretimlerinin
hepsinin fazlasıyla çoğalmasıdır. Yaptığı işin ürünü olarak her işçinin elinde kendi
ihtiyacından fazla olup dilediği gibi kullanabileceği büyük bir miktar vardır. Öteki
her işçi de aynı durumda olduğundan, kendisine ait olan malların büyük bir kısmını
onlarınkinin büyük bir miktarı ile -yahut aynı şey demek olan, bedeli ile- değişmesi
mümkün olur. Kendisi ötekilere muhtaç oldukları şeylerden bol bol verirken, onlar
da buna işine yarayan şeylerden yine bol miktarda sağlarlar. Böylelikle, toplumun
bütün o farklı tabakaları arasında herkese ulaşan bir bolluk yayılmış olur.
Gelişmekte olan medeni bir memlekette, en ufak bir esnafın veya gündelikçinin
sahip oldukla rına bakınız. Ona bu eşya nın kaza ndırılmasında küçük de olsa bir payı
bulunan insan sayısının her türlü tahminin üstünde olduğunu göreceksiniz. Mesela,
görünüşte ne kadar kaba saba da olsa, bu gündelikçinin sırtındaki yün ceket bir
sürü işçinin ortak emeğinden hasıl olmuştur. Çoban, yünü cinsine göre ayıran kim
se, yünü diden yahut taraktan geçiren kişi, boyacı, çırpıcı, iplik bükücü, dokuyucu,
baskıcı ile perdahçı ve daha birçoklarının, bu basit üretimin başarılabilmesi için çeşit
çeşit zanaatlarını hep birlikte bir araya getirmeleri gerektir. Sonra, bu malzemelerin
33
bazı işçilerden çoğu kez ülkenin pek uzak yerlerinde bulunan öteki işçilere aktarıl
masında, kim bilir kaç tüccar, kaç arabacı çalıştırılmıştır! Hele, boyacıların kullan
dığı, çoğu kez dünyanın bir ucundan gelen çeşitli ilaçları bir araya toplamak için ne
alışverişler, ne deniz üstü gidiş gelişler olmuş, nice gemi mimarları, kalyoncular, yel
kenci ve halatçılar kullanılmıştır! Bu işçilerden en solda sıfır olanının aletlerini yap
mak için bile ne türlü türlü emekler lazımdır! Kalyoncunun gemisi, çırpıcının dibeği,
hatta dokumacının tezgahı gibi çapraşık makineler şöyle dursun, sadece pek basit bir
alet olan, çobanın yün kırptığı makasa biçim vermek için, ne kadar çeşit çeşit emeğe
lüzum olduğunu düşünelim. Madenci, cevherin eritildiği fırını yapan kişi, kerestelik
ağacı kesen oduncu, eritme yerinde kullanılacak kömürü yakmış bulunan kömürcü,
tuğlacı, duvarcı, fırının hizmetine bakan işçiler, fabrika inşaatçısı, demirci, bakırcı. ..
Bir makasın yapılması için bütün bunların türlü türlü zanaatlarının bir araya gel
mesi gerekmektedir. Bu kişinin giydiği elbise ile ev eşyasına dahil çeşitli aletleri de
aynı şekilde gözden geçirecek olsak; üstüne giydiği kalın bezden gömleği, ayağındaki
pabuçları; üstünde yattığı döşek ve bunu vücuda getiren çeşitli kısımların hepsini;
üzerinde yemeğini pişirdiği ocak ızgarasını, o iş için toprağın altından çıkarılarak
belki uzun deniz ve kara yollarıyla taşınıp kendisine getirilen kömürü; bütün öteki
mutfak takımlarını; bütün sofra takımlarını; yiyeceğini, sofraya getirip üzerine erza
kını koyduğu çanağı, toprak yahut metal tabağı veya bunları kestiği bıçakları, çatal
ları; ekmeğini ve birasını hazırlamak için çalışmış olan çeşitli işçileri; rüzgar ile yağ
muru tutup, ısıyı ve ışığı içeri alan cam pencereyi; dünyanın bu kuzey bölgelerinin,
onsuz oturmaya pek elverişli olmayacağı bu güzel, yerinde icadın yapılabilmesi için
gerekli bilim ve sanatı, bu çeşit yararlı nesneleri yapmakta çalıştırılan çeşitli işçilerin
aletlerini ... Evet, işte bütün bu şeyleri inceler, her biri için ne kadar farklı emekler
sarf edildiğini göz önüne getirirsek, binlerce kişinin yardımı ve elbirliği olmaksızın,
medeni bir memlekette, en sıradan bir kimsenin bile, her zamanki (pek yanlış olarak
tahayyül ettiğimiz üzere) külfetsiz ve sade şekli ile bile donatılamayacağını anlarız.
Gerçi, bir kodamanın pek aşırı lüksü yanında, bu kişinin eşyası elbette çok sönük,
çok bayağı kalır. Yine de bir Avrupa hükümdarı ile çalışkan, tutumlu bir köylünün
eşyası arasındaki fark, her zaman bu köylününkilerle on bin baldırı-çıplak yabani
nin hayatı ve hürriyeti üzerinde mutlak söz sahibi olan nice Afrika kralının eşyası
arasındaki fark kadar olmasa gerektir.
34
il. BÖLÜM
İşbölümünün Doğmasına Yol Açan
İlke Hakkında
me, yahut kişinin benliğine yöneltilmiş sevgi demektir. Türkçeye yanlış bir şekilde "bencillik" olarak
çevrilmesi, kollektivist bir yorumla, birçok insanı Ada m Smith'in başkala rına zarar verecek biçimde
kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil insan tipini meşrulaştırdığını düşünmeye sevk
etmektedir. Oysa bencillik (selfishness) öz-sevgisinden (self-love) başka bir şeydir. Smith'in vurgulama
ya çalıştığı şey, insanların kendileri için bir şey yapmalarının çoğu kez aynı zamanda başkalarına da
iyilik anlamına geldiği, yani kendine iyilikle başkalarına iyilik arasında, kişisel menfaat ile toplumsal
menfaat arasında bir çatışma değil bir uyumun söz konusu olduğudur. Adam Smith'le ilgili kollektivist
zihniyetli entellektüeller ve bunların etkisiyle popüler kültürde karşılık bulan önyargılar ve yanlış de
ğerlendirmelerin birçoğunun kaynağı bu noktayla ilgilidir. (ç. n.)
36
manın işine geldiğini görür. Benzer şekilde, bir üçüncü kimse, demirci veya bakırcı
olur. Bir dördüncüsü, yabani insanın giyeceğinin en önemli unsurunu teşkil eden
post ve derilerin terbiyecisi, yani debbağ olur. Böylece, kendi tüketimini aşan bütün
emek hasılasının fazla kısmını, muhtaç olabileceği başkalarının emek mahsulünün
fazla kısmı ile değişebileceğinden emin bulunması, her insanı, kendini belirli bir işe
vermeye ve bu iş için olanca maharet ve yeteneğini geliştirip mükemmelleştirmeye
teşvik eder.
Aslında, insanlar arasındaki doğal kabiliyet farkı, sanıldığından çok daha azdır.
Olgunluk çağına geldikleri zaman çeşitli mesleklerden insanları birbirinden ayırt
eder görünen çeşitli yetenekler, çoğu durumda işbölümünün sebebi olmaktan ziya
de, onun bir sonucudur. Birbirine hiç benzemeyen karakterdeki kimseler arasın
daki fark, mesela bir filozof ile sokaktaki sıradan bir hamal arasındaki fark, pek o
kadar yaratılıştan değil, daha ziyade alışkanlık, adet ve eğitimden ileri geliyor gibi
görünmektedir. Bu kimseler, dünyaya geldikleri zaman ve ömürlerinin ilk altı veya
sekiz yılında, birbirlerine belki pek benzerlerdi. Ne ana-babaları ne de oyun oyna
dıkları arkadaşları bunlar arasında göze batan bir fark görebilirdi. O yaşlarda ya
hut az daha sonra, bu çocuklar birbirinden çok farklı işlerde çalışmaya koyulurlar.
İşte o zaman aralarında bir farklılık göze çarpmaya başlar ve bu gitgide büyür. O
kadar ki, artık filozofun gururu, aralarında tek bir benzeme noktası bulunduğunu
bile kabule yanaşmayacaktır. Ama alışveriş, trampa, değiş tokuş eğilimi olmasa idi,
her insan, yaşamak için muhtaç olduğu her zorunlu ve yararlı maddeyi, kendi ba
şına elde etmek zorunda kalacaktı. Her birinin yerine getireceği görev ve yapacağı
iş aynı olacak, büyük yetenek farklarını tek başına doğurabilecek böyle bir görev
farkı bulunmayacaktı.
Çeşitli mesleklerdeki insanlar arasında çok dikkati çeken söz konusu yetenek
farkını ortaya çıkaran bu arzu olduğu gibi, bu farkı faydalı kılan da yine aynı eği
limdir. Aynı türden olduğu kabul edilen birçok hayvan sınıfı, insanlar arasında
alışkanlık ve eğitimden önce mevcut görünen yetenek farkından daha belirgin bir
yetenek farkını, tabiattan alır. Yaradılıştan kabiliyet ve eğilim bakımından filozof
ile sokaktaki hamal arasındaki fark, bir mastı' ile bir tazı; bir tazı ile zağar,"' zağar
ile bir çoban köpeği arasındaki farkın yarısı kadar değildir. Lakin adı geçen çeşitli
hayvan türlerinin, hep aynı cinsten olmalarına rağmen, birbirlerine faydası yok gi
bidir. Mastının kuvvetini desteklemeye, ne tazıdaki çevikliğin, ne zağardaki zeka
nın, ne çoban köpeğindeki yumuşak başlılığın en ufak bir hayrı olur. Trampa yahut
mübadele gücü veya arzusu olmadığı için, bu çeşitli yetenek ve eğilimlerin verimle
ri, ne bir araya getirilip ortak bir sermayeye dönüştürülebilir, ne de o türün rahatı
ve idamesi için ufacık bir fayda sağlar. Her hayvan, bütün ötekilerden ayrı, kendi
kendine başının çaresine bakıp, nefsini korumak zorundadır. Tabiatın, soydaşları
birbirinden ayırdığı bu yetenek farklılığından hiçbir surette faydalanamaz. Bunun
aksine, insanlar arasındaki en aykırı yetenekler, birbirlerine faydalıdır. Denebilir
""· Eskiden muhafız olarak veya savaşta kullanılan bir tür köpek, (mastiff). (ç. n.)
"""" . Bir av köpeği cinsi. (ç. n.)
37
ki, teker teker sahibi oldukları yeteneklerin çeşitli meyveleri, hepsinde bulunan
alışveriş, trampa ve değiş tokuş arzusu sayesinde ortak bir servet haline getirilmiş
olur. Her insan, oradan, yani başka insanlardaki yeteneklerin hasılasından, muh
taç olduğu kısmı satın alabilir.
111. BÖLÜM
İşbölümünün Pazarın Büyüklüğü ile Sınırlı
Olduğu Hakkında
İşbölümüne yol açan şey mübadele etme gücü olduğuna göre, bu bölünüşün kap
samı her zaman için, mübadele etme gücü ile, ya da başka bir deyişle, pazarın bü
yüklüğü (piyasanın genişliği) ile sınırlı olsa gerektir. Pazar çok küçük olursa, kendi
tüketiminden artan emek hasılası fazlasının hepsini, kendisinin elde etmek isteyece
ği başkalarına ait benzeri hasıla fazlası ile değişme arzusuyla, kimse kendini tama
mıyla tek bir işe vermeye heveslenemez.
Hatta pek bayağı cinsten öyle bazı çalışma türleri vardır ki, bunlar bir büyük
şehirden başka yerde yürütülemez. Mesela bir hamal, başka bir yerde ne iş, ne geçim
yolu bulabilir. Köy onun için çok dar bir alandır. Öyle rastgele bir kasaba pazarı bile
hamala sürekli iş sağlamak için yeter büyüklükte sayılamaz. İskoçya dağları gibi,
pek az sakini olan bir memlekette, şuraya buraya serpilmiş mini mini köyler ile tek
tük evlerde her çiftçi kendi ailesinin kasabı, fırıncısı, biracısı olmak durumundadır.
Bu gibi yerlerde bir demirciye, doğramacıya veya duvarcıya, aynı zanaatla iştigal
eden bir başkasından en azından yirmi mil ötede zor rastlayabiliriz; daha yakın
da bunlardan bulunmasını pek ummayız. Bunların en yakınından 8 - 1 0 mil uzakta
bulunan dağınık aileler, daha kalabalık memleketlerde esnafa gördürülen bir sürü
ufak tefek işi kendi başlarına yapmasını öğrenmek zorundadırlar. Hemen her yerde,
kırsal bölgede çalışanlar, aynı materyaller üstünde çalışacak kadar birbirleriyle ya
kın ilgisi olan her türlü zanaat kollarının topuna birden sarılmak ihtiyacındadırlar.
Taşradaki bir doğramacı her türlü ağaç işleri, kırdaki bir çilingir ise bütün demir
işleri ile uğraşır. Bunla rda n birincisi, yalnız doğramacılıkla kalmayıp, dülgerlik, ince
marangozluk da yapar. Ağaç üzerine oymacılık bile yaptığı gibi, saban da yapar, iki
ve dört tekerlekli araba da yapar. Ötekinin uğraştığı işler ise, daha çeşitlidir. İskoç
ya dağlarının iç kısımlarındaki kuytu köşelerde çivicilik gibi bir zanaatın yerinin
olmasına imkan yoktur. Günde bin çivi ve yılda üç yüz iş günü hesabı ile böyle bir
işçi, yılda üç yüz bin çivi çıkarabilir. Ancak, böyle bir yerde bir yıl içinde bunların
bin tanesini -yani bir günde yaptığını- bile harcamaya imkan bulamaz.
39
Suyolu ile ulaştırma, sadece karadan taşımanın sağlayabileceğinden daha geniş
bir piyasayı her çeşit endü striye açık tuttuğundan, doğal olarak her türlü zanaat
deniz kıyılarında, kullanışlı ırmaklar boyunca, bölümlere ayrılıp gelişmeye başlar.
Çoğu kez bu gelişme, üzerinden uzun zaman geçmesiyle birlikte memleket içlerine
kadar yayılır. İki adamın sürdüğü, sekiz beygirin çektiği büyük tekerlekli bir araba,
aşağı yukarı dört ton ağırlığındaki malı, Londra'dan Edinburgh'a, aşağı yukarı altı
haftada getirip götürebilir. Yaklaşık aynı süre içinde, 6 veya 8 adamın kullandığı bir
gemiyle Londra ile Leith limanları arasında gidip gelme, çoğu kez iki yüz ton ağırlı
ğında mal taşınmasına imkan verir. Böylece, suyolu ile ulaştırma sayesinde, 6 veya 8
kişi, aynı süre içinde, Londra ile Edinburgh arasında, yüz adam tarafından sürülen
dört yüz beygir tarafından çekilen büyük tekerlekli elli arabanın taşıdığı kadar mal
getirip götürebilir. Demek ki, en ucuz karayolu ile Londra'dan Edinburgh'a taşınan
iki yüz ton malın üstüne, yüz insanın üç hafta süreyle bakım masrafını, ayrıca dört
yüz beygir ile elli büyük arabanın hem bakımını, hem de aşağı yukarı bakımları ka
dar tutan yıpranıp eskime masrafını yüklemek gerektir. Oysa suyolu ile taşınan aynı
miktar mala, ancak 6 veya 8 insanın geçimi ile, iki yüz tonluk bir geminin yıpranıp
eskime masrafı, bir de fazla olan risk karşılığı, yahut kara ve su ulaştırması arasın
daki sigorta farkı binecektir. İşte, bu iki yer arasında, karayolundan başka ulaştırma
bulunmasaydı, birinden ötekine, ancak ağırlıklarına oranla pahası pek yüksek mal
lar taşınabileceğinden, aralarında şimdi yapılabilen alışverişin pek azı olabilirdi. Bu
yüzden de, karşılıklı olarak birbirlerinin çalışmasını desteklemeleri şimdiki kadar
değil, çok daha az olurdu. Dünyanın birbirinden uzak bölgeleri arasında ya pek az
alışveriş olur, ya hiç olmazdı. Hangi mallar Kalküta ile Londra arasındaki karadan
ulaştırma maliyetini kaldırabilirdi ki? Yahut böyle bir masrafı kaldıracak kadar de
ğerli olsa bile, o mal, bunca barbar milletin topraklarından ne dereceye kadar güven
lik içinde geçirilebilirdi? Oysa şimdi bu iki şehir, kendi aralarında pek önemli alışve
rişte bulunmakta; karşılıklı olarak birbirlerine pazar sağladıklarından, birbirlerinin
çalışmasını hayli gayrete getirmektedirler.
40
yüğü ola n bu denizde med-cezir' bulunmadığından, bunda n dolayı da rüzga rla rda n
başka sebeple dalgala nma olmadığında n, hem sula rının sakinliği, hem adala rının
çokluğu, hem çevresindeki kıyıla rın yakınlığında n dolayı, dünya denizciliğinin baş
la ngıcı için burası pek elverişli idi. O çağla rda pusula kulla nmasını bilmediklerinden,
insanla r kıyıları gözden kaybetmekten korkuyorla rdı. Gemi yapma sa na tının kusur
lu oluşu yüzünden, kendilerini okya nusun a zgın dalgala rına bırakıvermeyi gözleri
kesmiyordu. Herkül sütunla rını geçmek, ya ni Cebelita rık Boğa zı'nın ötesine yelken
açmak, eski dünyada uzun za ma n en pa rmak ısırıla n, en tehlikeli denizcilik başa rısı
sayılıyordu. O eski çağla rın en maha retli denizcileri, en bilgili gemi mima rla rı ola n
Fenikeliler ile Kartacalıla r bile, bu geçidi geçmeyi neden sonra deneyebilmişlerdi.
Uzun bir zaman için, bunu onla rda n başka sınaya bilen bir millet de çıkma mıştı.
Akdeniz kıyıla rındaki bütün memleketler içinde Mısır'ın, ta rım ve sa nayiyi
önemli denecek kada r ilerleten ilk memleket olduğu a nlaşılmaktadır. Yuka rı Mısır
hiçbir yerde Nil Nehri'nin birkaç mil ötesinden ileriye uza nma z. Aşağı Mısır' da ise, o
koca ırmak, fa rklı birçok ka nalla ra bölünür. Azıcık hüner sayesinde, (hemen hemen
bugün Holla nda'da Ren ve Möz ırmakla rındaki gibi), bütün büyük şehirler, bütün
büyükçe köyler, hatta kırla rdaki bir sürü çiftlik evi a rasında, bu ka nalla rın suyolu ile
ulaştırmaya ya ra mış olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu iç suyolla rında gidiş gelişin
kapsa mı ve kolaylığı belki de Mısır'ın erkenden gelişmesinin başlıca sebeplerinden
biri olmuştur.
Bengal illeri ile Doğu Hint Adala rı'nda, Çin' in ba zı doğu illerinde, ta rım ve sa na
yinin gelişmesinin en eski çağlara kada r uza ndığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber,
pek uzakla ra giden bu eskilik, dünya nın bu bölgesindeki bizlerin güvenilirliğinden
emin olduğumuz hiçbir ta rihle belgelenmiş değildir. Bengal'de Ganj ile başka birçok
büyük ırmak, Mısır'daki Nil'de olduğu gibi, bir sürü kulla nışlı ka nal vücuda getir
mektedir. Çin'in doğu illerinde de birçok büyük nehir, çeşitli kolla rıyla bir dizi kanal
oluşturmaktadır. Birbirlerine geçit verdiği için bu nehirler Nil' den ve Ganj ' da n, belki
her ikisinin topla mında n bile daha geniş ölçekte iç su ulaştırmasına elverişlidir. Eski
Mısırlılarla Hintlilerden ve Çinlilerden hiçbirinin, dış ticareti teşvik etmemiş olup,
sahip oldukları büyük servetin tümünü ülke içi suyollarıyla ulaşımda n faydala na rak
elde etmişe benzemeleri, dikkate değerdir.
Bütün iç Afrika'nın, Asya'nın, Ka radeniz ile Hazar Denizi'nin epey ötesine dü
şen bölgenin ta ma mının, eski İskit ülkesinin, bugünkü Tata rista n ile Sibirya'nın,
öteden beri şimdi gördüğümüz barbar ve medeniyetsiz durumda bulundukları a n
laşılmaktadır. Tata rista n denizi, üzerinde gidip gelmeye elverişli olmaya n bir buz
okya nusudur. Dünya nın en büyük ırmakla rında n birkaçı bu memleketten geçiyorsa
da, ulaştırma ve alışverişte bulunabilmek için, çoğu yerinde bu ırmakla r birbirine
pek uzaktır. Avrupa'daki Baltık ve Adriya tik denizleri gerek Asya gerek Avrupa'daki
Ka radeniz ve Akdeniz; Asya'daki Aden, Basra, Hint, Bengal, Siya m körfezleri gibi,
deniz tica retini bu koskoca kıta nın iç kesimlerine kada r ulaştırabilecek giriş kapıla-
"". Ayın belirli dönemlerinde denizin yükselip alçalması, gelgit. (ç. n.)
41
rında n hiçbiri Afrika' da yoktur. Afrika'nın büyük ırmakla rı da kayda değer iç suyolu
ulaştırmasına elvermeyecek kadar birbirinden uzaktır. Esasen, bir milletin, çokça
kolla ra veya ka nalla ra bölünmeyen, denize dökülmezden önce bir başka toprakta n
geçen bir ırmak yolu ile yapabileceği ticaret, hiçbir zama n pek fa zla ola ma z. Çünkü,
ırmağın yuka rısındaki memleket ile deniz a rasındaki bağla ntıyı kesmek, hep, öteki
a ra zinin sahibi buluna n milletin elindedir. Tuna üzerindeki gidiş gelişin Bavyera,
Avusturya, Maca rista n gibi çeşitli devletlere faydası, Ka radeniz'e döküldüğü yere
kada r ırmağın geçtiği güzergahın tama mının bu devletlerden yalnız birinin elinde
bulunduğu takdirde olabileceğinden çok daha a zdır.
42
iV. BÖLÜM
Paranın Kökeni ve Kullanımı Hakkında
İşbölümü bir kere iyice yerleştikten sonra, insa nın kendi emeğinin ürünüyle
ka rşılayabileceği kısım ihtiyaçlarının pek az bir kısmıdır. İnsa n, ihtiyaçla rının pek
çoğunu, kendi tüketiminden arta kala n emek ürününün fa zlasını, başka insa nla rın
emek ürününden ihtiyaç duydukla rıyla mübadele ederek giderir. Böylece, her insan
mübadele ile geçinir, yani bir dereceye kada r tacir durumuna girer; toplumun kendi
si de tam bir alışverişçi toplum olma yolunu tuta r.
Ancak, işbölümü yeni yeni ortaya çıkmaya başlarken, bu mübadele gücü faali
yetlerinde sık sık pek büyük engellerle ka rşılaşmış, çok zorluğa uğra mış olmalıdır.
Diyelim ki, belirli bir malda n bir adamın elinde muhtaç olduğunda n fa zlası var; bir
başkasında ise, ihtiyacında n az. Bu durumda birinci ada mın bu fa zla nın bir kısmı
nı elden çıka rmak; ötekinin ise, bunu satın almak işine gelecektir. Faka t, şans eseri,
bu ikinci ada mın elinde ötekinin muhtaç olduğu bir nesne yok ise, bunla r arasında
mübadele yapıla ma z. Kasabın dükka nında, kendi tüketebileceğinden fa zla et va rdır.
Biracı da, ekmekçi de, bunun bir kısmını satın almak isterler. Ancak, ka rşılık ola rak
verebilmek için, bunla rın elinde, uğraştıkla rı za naa tın çeşitli ürünlerinden başka bir
şeyleri yoktur. Kasap ise acilen ihtiyaç duyduğu ekmek ile bira nın ta ma mını temin
etmiş durumdadır. Bu koşulla rda bunla r a rasında bir mübadele ola ma z. Ne kasap
onla ra satıcı ne onlar ötekine müşteri olabilir; böylece, hepsi de, ka rşılıklı ola rak
birbirlerine faydalı olabilmekten uzaktır. Toplumda işbölümünün ilk yerleşmesin
den sonraki her dönemde, bu gibi durumla rın ya rattığı zahmeti önlemek için, her
tedbirli kimse, kendi çalışmasının semeresinden başka, ka rşılığında emeğinin ürünü
nü vermemezlik edenin pek çıkmayacağını sa ndığı şu veya bu malda n bir mikta rını,
hep ya nında bulundurabilecek şekilde işlerini aya rla maya, elbette gayret etmiş olsa
gerektir.
Bu a maçla, birbiri a rdınca birçok fa rklı nesnenin akıl edilip kulla nılmış olması
muhtemeldir. Toplumun gelişmemiş çağla rında alışverişteki ortak vasıta nın hayvan
olduğu söylenir. Pek elverişsiz bir a raç olmuş denebilirse de, eski za manlarda eşyaya,
çoğu kez, elde edilmeleri için ka rşılık olarak verilen hayvan sayısı ile paha biçildiğini
43
görüyoruz. Homeros, Diomede'nin zırhı ile kalka nının sadece dokuz öküz ettiğini;
Glaucus'un zırhının ise, yüz öküz ettiğini söyler. Alışverişte ve tica rette kulla nıla n
ortak aracın, Habeşista n' da tuz; Hindista n kıyıla rındaki bazı bölgelerde bir tür de
niz hayva nı kabukla rı; Ternöv'de kuru morina balığı, Virginia'da tütün; Batı Hint
Adala rı'ndaki sömürgelerimizden ba zıla rında şeker; bazı başka memleketlerde post
veya tabakla nmış deri olduğunu söylerler. Bana anla ttıkla rına göre, bugün İskoç
ya'da bir işçinin ekmekçiye veya meyha neye pa ra yerine çivi götürdüğüne sık sık
şahit oluna n bir köy va rmış.
Bununla beraber, kaçınıla maya n sebeplerle, bütün memleketlerdeki insanla rın
eninde sonunda alışveriş için herha ngi bir nesneden ziyade metalleri tercihte ka ra r
kılmış oldukla rı anlaşılmaktadır. Hemen hiçbir şey onla r kada r az yıpra nır olmadı
ğında n, metaller, herha ngi bir başka nesneden daha az fire vererek sakla nabildiği
gibi, ıska rtaya çıkmada n istendiği kada r pa rçaya bölünebilir. Çünkü bu pa rçala r,
eritilmekle kolayca yeniden birleştirilebilir. Bu, onla r kada r daya nıklı başka hiçbir
nesnede bulunmaya n bir niteliktir. Bu da, bütün öteki vasıfla rın üstünde ola rak, on
ları alışveriş ve dolaşım aracı olmaya elverişli kıla r. Mesela, tuz sa tın almak isteyip
de, karşılığında hayva nda n başka verebileceği şey bulunmaya n bir ada m, bütün bir
öküzün veya bütün bir koyunun tuta rı kada r tuzu, bit defada satın almak zorunda
kalmış olsa gerektir. Bunda n az tuz alabildiği pek ola ma z; zira ka rşılık diye verecek
olduğu nesnenin fire vermeden bölünebildiği nadirdir. Daha fa zlasını sa tın almak
isteyince de, yine aynı sebeplerden dolayı, bu mikta rın iki veya üç mislini, ya ni iki
üç öküz veya iki üç koyun değerinde tuz satın almak zorunda kalmış olmalıdır. Bu
nun aksine, sığır veya koyun yerine, elinde, ka rşılık ola rak verebileceği metali olsa,
metalin mikta rını acilen ihtiyaç duyduğu nesnenin tam miktarı ile kolayca denkleş
tirebilirdi.
Bu a maçla, çeşitli milletler fa rklı fa rklı metaller kulla nmışla rdır. Eski Ispa rtalıla r
arasında ortak alışveriş vasıtası demir idi; eski Romalıla rda bakırdı; bütün zengin ve
tica retçi milletlerde ise altın veya gümüş idi.
Anlaşıla n bu metaller ilkin, işa retsiz ve da mgasız, işlenmemiş çubuklar halinde,
bu a maçla kulla nılıyordu. Nitekim eski bir ta rihçi ola n Timaeus'un eserine daya
na rak Pliny; Romalıla rın, Servius Tullius za ma nına kada r basılmış pa raları bulun
madığını; her neye ihtiyaçla rı olursa, bunu sa tın almak için da mgala nma mış bakır
çubuklar kulla ndıkla rını bildirmektedir. Demek ki, bu işlenmemiş çubukla r o sırada
para va zifesini görüyordu.
Metallerin böyle işlenmemiş şekilde kulla nılması çok önemli iki sakınca doğuru
yordu. Bunla rda n birincisi metalleri ta rtmak, ikincisi ise aya rla rına bakmak zahmeti
idi. Küçük bir mikta r fa rkının değerde büyük fark doğurduğu kıymetli madenlerin
gereği gibi kesin ola rak ta rtılması işi, en azında n, pek hassas dirhemlere ve tera ziye
lüzum gösterir. Hele altın ta rtmak, pek ince bir iştir. Esasen kaba madenlerde ufak
" · "Kral Servius bronz üzerine bir dizayn nakşeden ilk kişiydi; Timaeus'a göre Roma'da daha önce
hammadde kullanırlardı." Pliny, Natura! History, XXXIII. Çev. H. Rackham, içinde: Loeb Classical Lib
rary ( 1 952), IX, 37. (ç. n.)
44
bir ya nlışın pek önemi olmayacağında n, ta rtı işi şüphesiz daha az incelik ister. Yine
de, bir ma ngırlık mal almak veya sa tmak ihtiyacındaki bir zavallının, her defasında
ma ngırı ta rtmak zorunda kalması, pek sıkıcı olsa gerektir. Aya ra bakmak işlemi ise
daha güç, daha usa ndırıcı bir iştir. Metalin bir pa rçası, uygun eriticilerle bir pota
içinde eritilmedikçe, aya ra bakma denemesinden elde edilecek sonuç son derece be
lirsizdir. Ne va r ki, basılmış pa ra nın ortaya çıkmasında n önce, bu ca n sıkıcı, zahmetli
işlem yerine getirilmediği takdirde halk, her an için, pek büyük hile ve dola ndırıcılığa
ma ruz kalmış olmalıdır. Zira malına karşılık, bir libre ağırlığında has gümüş veya saf
bakır yerine, dış görünüşü bu metallere benzetilmiş, en kaba, en adi madenlerden ya
pılma ka rışık bir taklit maden alabilirdi. Bu gibi yolsuzlukla rı önlemek, mübadeleyi
kolaylaştırmak, böylelikle, her türlü endüstriyi ve tica reti teşvik etmek içindir ki, ge
lişme yolunda oldukça ileri gitmiş bütün memleketlerde, mal sa tın alırken herkesin
kulla ndığı belirli metallerin belirli bir mikta rına beylik bir da mga basmak gerektiği
görülmüştür. İşte, basılmış para ile darpha ne adı verilen devlet da irelerinin kökeni
budur. Mahiyet bakımında n bu kurumla r tıpkı, yünlülerle soğuk bezlere ölçü ve işa
ret koya n da irelere benzer. Bunla rın hepsi, piyasaya sürüldüğü za ma n o türlü çeşit
malla rın mikta rı ve birörnek kalitesi ka musal bir da mga ile a nlaşılsın diye yapılır.
Kulla nıla n metaller üstüne vurula n ilk beylik da mgala rda, çoğu durumda anlaşıl
ması hem pek güç hem de çok önemli ola n, metalin kalitesini veya sa flık derecesini
göstermek a macı güdüldüğü; bunla rın, bugün gümüş levha ve çubukla ra vurula n
Sterlin işa retine veya ba zen altın külçeler üzerine vurula n İspa nyol da mgala rına
benzediği; sikkenin yalnız bir tarafına vuruldukla rı ve bütün yüzü kapla madıkları
için, aya rı göstermekle beraber metalin ağırlığını göstermedikleri anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim, Machpelah'ın ta rlası için Ephron'un ödemeye razı olduğu dört yüz gü
müş miskali, tera zi ile ta rtmıştır. O zaman miskal alışverişte geçer akçe imiş; ancak,
bugünkü altın külçelerde veya gümüş çubukla rda olduğu gibi sayı ile değil, ta rtı ile
alınırmış. İngiltere' de, eski Sakson kralla rının gelirleri, para ile değil ayniya t ola rak,
ya ni her türlü yiyecek-içecek ve donatım şeklinde ödenirmiş. Gelirlerinin kralla ra
pa ra ola rak ödenmesi adetini başla ta n kişi Fa tih Willia m olmuştur. Ancak, ha zine
ta rafında n bu pa ra uzun za man sayıla rak değil, ta rtıla rak alınmıştır.
Bu metallerin doğru ola rak ta rtılmasındaki elverişsizlik ve zorluk, sikkenin vücut
bulmasına sebep olmuştur. Bunun da mgası, pa ra nın her iki yüzünü, bazen kena rını
bile ta ma mıyla kapladığında n, metalin yalnız aya rını değil ağırlığını da belirtiyor sa
yılıyordu. Onun için bu sikkeler, ta rtma zahmetine girmeden, bugünkü gibi sayıla rak
kabul ediliyordu.
Başla ngıçta, bu sikkelerin adla rını taşıdığı ölçüler, a nlaşılan içlerinde bulunan
metalin ağırlığını veya miktarını ifade edermiş. Roma' da, pa rayı ilk ola rak bastırmış
buluna n Servius Tullius zamanında, Roma As'ı yahut Pondo'su, bir Roma !ibresi ağır
lığında saf bakırı ihtiva ediyordu. Bu, bizdeki kuyumcu libresi gibi, on iki onsa bö
lünmüş olup, her birinde bir ons gerçek saf bakır vardı. I. Edwa rd za ma nında, İngilte
re'nin Sterlin lirasında, darphane ta rtısı ile bir libre belli aya rda gümüş bulunuyordu.
45
Another random document with
no related content on Scribd:
Jan. 21, 1918.
Two or three days ago I received from you an admirable letter,
dated December 12, and yesterday arrived our long errant Christmas
mail—many trucks of it—and in it several letters from you dated about
Thanksgiving. It is strange that my letters take so long to reach you,
but you must have some of them by now. I certainly was glad to get ten
cans of tobacco from you, I have wanted a pipe full of that excellent
tobacco for months. I got a thousand stogies from Fr. Daly, a box of
cigars from my father, another from John B. Kennedy and another from
one Romaine Pierson, one of my father’s friends, who sent me also a
large can of tobacco. Also I got a lot of jelly and candy from my mother
and a little book of “Maxims of Fr. Faber” from Eleanor Rogers Cox,
and enough scapulars to sink a ship.
It certainly gives me the keenest delight to read your poetry. The
poem about the Christmas Tree has —— backed off the map. Also
“High Heart” is very noble poetry. I envy you your power of writing
poetry—I haven’t been able to write a thing since I left the ship. Also I
envy you your power of being high hearted and, wholly legitimately,
aware of your own high heartedness. Not that I am low spirited—I am
merely busy and well-fed and contented. I am interested but not
excited, and excitement is supposed to be one of war’s few charms.
The contentedness is not absolute, of course, for I have, when away
from you, always a consciousness of incompleteness. But I have not
had the painful and dangerous times I expected to find as soon as we
reached this country.
I am keenly interested in the novel you and Margaret are writing.
But don’t plunge too deep into occult studies in getting dope for it.
Don’t attend any seance of any kind or use Planchette or try automatic
writing or make any experiments of a supernatural kind. If you do, I
swear that if I do get shot I won’t haunt you—and I’m conceited
enough to think I can’t make a worse threat.
By the way, Kenton’s suggestion that you send me a checkerboard
is excellent. I’d like it very much.
I love you.
* * * * *
Feb 5, 1918.
I am enclosing a letter from Helen Parry Eden which should be put
in the autograph-letter file. A good way to keep author’s letters is to
paste special envelopes for them on the inside of the covers of
author’s books. Do not use the original envelopes for this purpose. But
probably this plan is unsafe in a library frequented by wild babies. But
at any rate try to get the stuff stowed away safely and neatly. Bob
Holliday could advise you intelligently as to the proper preservation of
autographed letters.
It is about a week now since I heard from you, and I am eagerly
awaiting to-day’s arrival of mail. I work in the place to which the mail is
brought for assortment, so I get my letters without much delay—that is,
delay after they reach the Regiment. The first delayed batches of mail
are still arriving—I get a November letter one day, a January letter the
next, a December the next.
Send me by all means all the verse you write—I find I enjoy poetry
more these days than I did when I made my living largely by making it
and writing and talking about it. But I wish I could make it as I used to
—I have not been able to write any verse at all except “Militis
Meditatio” which I sent you. I wrote a brief prose sketch which is still in
process of censuring—the censorship regulations may or may not be
so interpreted as to exclude it. I think I’ll be allowed to print it, however,
as it is really not a writing on military subjects, but an introspective
essay written by a sort of soldier. If it gets by, it will go immediately to
George H. Doran to be censored.
The second package of tobacco has arrived. The package
containing it was broken, but in the bottom of the mail bag I found all
ten cans of tobacco. I certainly am glad to get it—after ten years this
kind still seems to me to be the best tobacco in the world.
I am not especially delighted with the circumstances of my work
just at present. I am perfectly comfortable, have good meals and
quarters and my work is not at all hard. But I want to get into more
interesting and important work—perhaps it will be all fixed up by the
time I write to you again. I love you.
Joyce Kilmer.
* * * * *
* * * * *
A. E. F.
Dear Aline:
Sorry to use this absurd paper—but none other is accessible. I’m
in a hospital at present—been here for three days with a strained
muscle. It has been delightful to sleep between sheets again—I have
rested up beautifully, I go back to the regiment to-morrow.
I sent you two batches of copy recently—or three, rather. Hope you
get them—but if you don’t, I’ll write some more—like Caterina, you
know when she was defending her husband’s castle against the
enemy. The enemy took her six children as hostages. “Surrender the
castle, or I’ll kill the children!” said he. “Go ahead, kill ’em!” said
Caterina. “I can make more!”
As to your plan of renting a house at Shirley—wherever that is—for
the Summer, go ahead, if you must—I don’t think there is any chance
of my getting home this Summer. If I do come home, I’ll cable you in
time for you to get back to Larchmont before my arrival. Larchmont is
just about far enough from New York. Not for many a year will I
consent to spend a day in any place more rural. I have had enough of
wildness and rawness and primitiveness—the rest of my life, I hope,
will be spent in the effetest civilization. I don’t want to be more than an
hour’s distance from the Biltmore grill and the Knickerbocker bar. And
God preserve me from farms!
I love you.
Joyce.
* * * * *
* * * * *
April 1, 1918.
Dear Aline:
This letter is written to you from a real town—written, in fact, above
ground. You may be surprised to know that recent letters to you were
not written in these conditions. They were written in a dug-out, but I
was not permitted to tell you so at the time. In a dug-out, also, were
written the verses I sent you some two weeks ago—you may
remember their damp-clayey flavour. I slept and worked (the latter
sometimes for twenty hours at a time) in this dug-out for a month,
except for one week when I was out on special work with the
Regimental Intelligence Section. You don’t begrudge me that week, do
you? I cannot now describe it, but it was a week of wonder—of sights
and sounds essential, I think, to my experience. For there are
obligations of experience—or experiences of obligation—to be
distinguished from what I might call experiences of supererogation or
experiences of perfection—but what rubbish this is! Let us rather
consider my present great luxury, and the marvels of which it is
composed. In the first place, one room (not a cot in a crowded barrack,
not a coffin-like berth in a subterranean chamber) but a real room, with
windows and a large bed and a table and chairs and a practical wash
stand. The bed I share with one L—— D——, an amiable gamin, about
to be made a Corporal. I am a Sergeant—with stripes some five days
old. (It is the height of my ambition, for to be commissioned I’d be sent
to school for three months and then, whether or not I succeeded, be
assigned to another Regiment. And I’d rather be a Sergeant in the 69th
than lieutenant in any other outfit.)
To continue—I also eat from a table excellent meals, with a napkin
on my knees. I have soldiered pretty hard for some months now, taking
everything as it came, and I think I’ve honestly earned my stripes. Now
I’m going to have an easier life—not working less hard, but not seeking
hardships. So I am paying seven francs a day for meals, and six francs
a week for my share in a bed-room. And it’s delightfully refreshing.
Also, I yesterday had a hot shower-bath—very much a novelty!
This morning I received two letters from you, to my great joy. The
pictures of the children are excellent. I am glad to see Deborah’s hair
so long and lovely. Do, by all means, send me pictures of yourself and
Deborah in a leather case, as you promise. I can imagine no possible
gift I’d rather receive. Mail is coming here every day now, so I look
forward to frequent messages from you.
What a cheerless place the States must be these days! Don’t send
me American papers (except the Times Book Review) for they depress
me, showing me what a dismal land you live in. This meatless,
wheatless day business is very wearying. It can do no earthly good—it
is merely giving comfort to the enemy, who undoubtedly know all about
it. I wish—aside from the obvious greatest reasons—that you were
here in France—you’d like everything, but especially the gentle, kind,
jovial, deeply pious people. Time enough—to resume—for wheatless
days when the enemy takes your wheat. Until then, carpe diem!—that
is, eat buckwheat cakes with plenty of syrup.
I am disgusted with all I read in the American Magazines about the
Americans in France. It is all so hysterical and all so untrue. It isn’t
jealousy that makes me say this—I have no desire to compete with
newspaper-correspondents—but it annoys me to see the army to
which I belong and the country on and for whose soil we are fighting so
stupidly misrepresented.
I hope you received “Rouge Bouquet”—if you did receive it I know
you liked it. General —— (I forgot, I mustn’t name generals lower in
rank than Major-Generals) had twelve copies of it made. I sent it to you
two weeks ago—you should be receiving it now. The newspapers by
now have re-revealed its meaning to you, if any explanation was
needed. It was read at an evening entertainment at one of our camps
at the front. Father Duffy read it, and taps was played on the cornet
before and after. I couldn’t get down to hear it—I was further front, at
work in the dug-out that night.
I think most of my war book will be in verse. I prefer to write verse,
and I can say in verse things not permitted to me in prose. You
remember—no, probably you don’t—Coventry Patmore and his
confessor. The confessor objected to the passionate explicitness of
some of Coventry’s devotional poems—they dealt with things esoteric,
he said, and should be set forth in Latin, not in the profane tongue.
And Coventry replied that for most people poetry was an
incomprehensible language, more hidden than Latin—or more hiding.
And speaking of Coventry Patmore, the best way to fry potatoes is
to have deep oil or butter violently boiling in a great pot, to slip the
slices of potatoes into it and stir them persistently, never letting them
touch the pot’s bottom, to lift them out (when they are golden brown)
by means of a small sieve, and to place them on paper so that the
grease may be absorbed.
The best news I’ve had since I reached France is about Kenton’s
medal. I’m going to write to-day and tell him so.
I love you,
Joyce.
* * * * *
* * * * *
* * * * *
The above is rather stern and brusque, isn’t it? Well I wrote it in
rather stirring times—now only memories. I am resting now, in a
beautiful place—on a high hilltop covered with pine and fir trees. I
never saw any mountain-place in America I thought better to look at or
from. I sleep on a couch made soft with deftly laid young spruce
boughs and eat at a table set under good, kind trees. A great
improvement on living in a dug-out and even (to my mind) an
improvement on a room with a bed in a village. I am not on a furlough,
I am working, but my work is of a light and interesting kind and fills only
six out of twenty-four hours. So I have plenty of time for writing, and
have started a prose-sketch (based on an exciting and colourful
experience of the last month) which I will send you soon. Everything I
write, I think, in prose or verse, should be submitted to Doran first.
I wish I could tell you more about my work, but at present I cannot.
But there are advertised in the American magazines many books
about the Intelligence Service—get one of them and you’ll find why I
like my job. The work Douglas is doing is not allied to mine. Only I
suppose he’ll have a commission. I won’t work for one, because I don’t
want to leave this outfit. I love you more than ever, and long for the
pictures you promise me. You will be amused by the postcards I
enclose.
Joyce.
Say, the stuff about your not appreciating “Rouge Bouquet” was
written before I got your delightful letter of April 18, admirable critic!
* * * * *
Dear Aline:
I have just received your letters of April 1st and April 5th.
“Moonlight” is noble, like its author. As to being worried about you
because it expresses pain, why, I’d be worried only if you did not
sometimes feel and express pain. Spiritual pain (sometimes physical
pain) is beautiful and wholesome and in our soul we love it, whatever
our lips say. Do you not, in turn, worry because of my foolish letter to
you from the hospital. At that time I was just an office hack—now I am
a soldier, in the most fascinating branch of the service there is—you’d
love it! It is sheer romance, night and day—especially night! And I am
now therefore saner than when I wrote to you from the hospital. I’ve
had only a week of this work—but I’m already a much nicer person.