Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Kültür Mitleri Tanr■lar■ Yaratmak

Uluslar■ ■cat Etmek 2nd Edition


Williams F Mccants
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/kultur-mitleri-tanrilari-yaratmak-uluslari-icat-etmek-2nd-
edition-williams-f-mccants/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

■■■■■■■■■■■ ■■■■ A2 B1 2nd Edition ■ ■ ■■■■■■■■■■ ■ ■


■■■■■■ ■ ■ ■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29839716/

Phonétique progressive du français Niveau intermédiaire


A2 B1 Corrigés 2ème édition 2nd Edition Lucile Charliac

https://ebookstep.com/product/phonetique-progressive-du-francais-
niveau-intermediaire-a2-b1-corriges-2eme-edition-2nd-edition-
lucile-charliac/
Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco
Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/

Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st


Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

Devleti Tahayyül Etmek 2nd Edition Mark Neocleous

https://ebookstep.com/product/devleti-tahayyul-etmek-2nd-edition-
mark-neocleous/

■■■■■■■■■■ ■■■■ ■■■ ■■■■■■■■■■■ B1 B2 3rd Edition ■


■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29840068/
William E McCants, Princeton Üniversitesi'nde doktorasını tamamlayan yazar,
halen johns Hopkins Üniversitesi'ne bağlı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
William F McCants

Kültür Mitleri
Tanrıları Yaratmak Ulusları lcat Etmek

Çeviren

Merve Tabur
Kültür Mitleri
Tanrıları Yaratmak Ulıısları icat Etmek

William F. McCants

Özgün adı: Foundfng Gods, Inventing Nations


Conqııut and Cultııre Mytlısfrom Antiqııity to Islam

İthaki Yayınları· 816

Yayına Hazırlayan: Selçuk Aylar


Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Şükrü Karakoç
2. Baskı, Mart 2018, İstanbul
ISBN: 978-605-375-247·9

Sertifika No: 11407

© 2018 by Princeton University Press


1ürkçe Çeviri© Merve Tabur, 2012
© İthaki, 201s

İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti:nin yan kuruluşudur.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul
Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
ithaki@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com

Kapak, iç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin lş Merkezi No: 403/2 Topkapı-lstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97
Sertifika No: 40200
İçindekiler

Teşekkürler 9

Giriş 11

I. BÖLÜM Tanrıların Hediyeleri: Antik Yakındoğu ve


Yunan Mitolojisinde Medeniyetin Kökenleri 23

II. BÖLÜM Yardımsever Gök Tanrısı: Kur'anda Kültürel Tarih 47

III. BÖLÜM İlk Kimdi? Protografı ve Keşif Katalogları 83

IV. BÖLÜM Ulusların İcadı: Medeniyetin Kökenlerine İlişkin


Fetih Sonrası Yerel Tarihler 119

V. BÖLÜM "Eskilerin Bilimleri": Felsefe, Tıp ve Pozitif


Bilimlerin Kökenleri Üzerine Düşünmek 163

Sonuç 195

Kaynakça 199
Memleketi Teksas'ın kuruluş hikayesini anlatmayı seven babam için...
TEŞEKKÜRLER

Bu kitabı oluşturan doktora tezine danışmanlık yapan ve onu yayınlamam


için beni teşvik eden Michael Cook'a; tezimin Hermetik çekirdeğini geliş­
tirmeme yardım eden Peter Brown'a ve gerek zamanını gerekse içgörüsünü
cömertçe bana sunan ve Antik Çağ'da post-kolonyal etnik şovenizm konulu
bir seminerde beni benzer ilgi alanlarına sahip klasikçilerle tanıştıran Patricia
Crone'a teşekkür ederim. Seminerin zamanlaması sebebiyle onların düşün­
celerini tezime dahil edemedim, fakat yayımlanmış eserlerine kitap boyunca
başvurdum.
Ayrıca, bu projeden vazgeçmediği için Princeton Universiry Press'teki edi­
törüm Rob Tempio'ya; pürüzleri giderdikleri için Ben Holmes ve Dalia Gef­
fen' e ve eleştirileriyle kitabın daha iyi olmasını sağlayan Princeton'ın anonim
eleştirmenlerine de teşekkür ederim.
Aileme (Annem, Babam, David, Halleh, Martha ve Sina) ve işimi kolay­
laştırıp ilerlememi sağlayan akademisyen arkadaşlarıma minnettarım. İkinci
gruptan Vahid Brown, Michael Doran, Najam Haider, Thomas Heggham­
mer, Stephanie Kaplan, Stephen Lambden, Todd Lawson, Afshon Ostovar,
Sam Parker ve Farzin Vejdani'ye teşekkür etmek istiyorum. Son dakikada ol­
dukça faydalı birtakım geri bildirimlerde bulunan Michael Horowicz'e özel
teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu kitap, karım Casey ve hem meslektaşım hem de arkadaşım Sholeh Qu­
inn'in desteği olmaksızın yazılamazdı. İki küçük kız çocuğu -Ariana ve Eva
Daisy- ve akademik olmayan tam zamanlı bir işle, taslak üzerinde çalışmak
için hiç boş vaktim olmuyordu. Kitabı yayınlamam konusunda kararlı olan
Casey, her pazarı "Kitap Günü" olarak bana bıraktı. Aynı derecede kararlı olan
Sholeh, düzeltileri yüzüme gözüme bulaşcırmadan nasıl yapacağımı gösterdi.
İkinize de bütün kalbimle teşekkür ediyorum.
G iR iŞ

Günümüzde Afganistan sınırlarında yer alan Belh şehrinde doğmuş İranlı


Müslüman bir gökbilimci olan Ebu Ma'şer, MS IX. yüzyılda, Adem ve onun
torunu Hermes'in, sanatları ve bilimleri Nuh Tufanı' ndan önce tesis ettiğini
yazdı. Yaklaşmakta olan Tufan'ın "bütün sanatlar"ın kökünü kurutacağından
korkan Hermes, bu sanatlara ilişkin bilgileri -gelecek kuşakların faydalana­
bilmesi için- Mısır'da inşa ettiği tapınaklara kazımıştı. Bu bilgiler, Tufan'dan
sonra Babilli ikinci bir Hermes tarafından tekrardan ele geçirilmiş ve öğrencisi
Pythagoras aracılığıyla Yunanlara ulaşmıştı.1 Ebu Ma'şer bu anlatının
önsözünde, (Yunan mitolojisindeki tanrılardan biri olan) ilk Hermes'i, Ya­
hudilerin Kitab-ı Mukaddes'teki Hanok ile; Arapların Kur'an'da bahsedilen
gizemli İdris ile ve İranlıların Kral Huşeng ile bir tuttuklarını açıklıyordu.
Ayrıca İranlılar Adem'i, ilk insan ve ilk kral addedikleri Keyumers ile
özdeşleştirmişlerdi.
Ebu Ma'şer anlatısını büyük ölçüde, sanatların ve bilimlerin kökenleri ve
aktarımı hakkındaki İslam öncesi düşünceye borçludur.2 Fakat bu anlatı aynı
zamanda, bir İslam imparatorluğu kurmuş olan Araplar IX. yüzyılda siyasi ege­
menliklerini kaybetmekteyken, imparatorluğun merkezi olan Irak'ta yaşanan
toplumsal ve entellektüel gerilimleri de yansıtır. O dönemde, çeşidi gelen­
eklerden gelen alimler ve ilgili elit çevreler, kültürel nüfuzlarını arttırmak için
yarış halindeydiler. Bazıları Mekke ve Kudüs'e, bazıları Persepolis'e ve ötekiler
de Atina'ya yönelmişlerdi. Ebu Ma'şer gibi onların da, sanatların ve bilimle­
rin kökenleri ve aktarımı hakkında yazmalarının yegane sebebi, Antik Çağ'a
duydukları ilgi değildi. Aynı zamanda, çağdaş okuyucularına hangi sanatlara
ve bilimlere değer vermeleri ve onlara kimin sahip çıkması gerektiğini söyle­
mek için de yazıyorladı. Medeniyetin kökenlerine dair anlatıları aracılığıyla
kendilerini ve dahil oldukları grupları tanımlıyor, otoritelerini meşrulaştırıyor
ve kendi geleneklerini rakip gelenekler ve iddialardan ayrıştırıyorlardı.
Onların anlatılarını eşzamanlı olarak karşılaştırmak, ilk Müslüman elitlerin ve
onlar arasındaki gerilimlerin bir haritasını sunar. Artzamanlı bir karşılaştırma
ise, bu elitlerin kimliklerinin siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında nasıl
değiştiğini ortaya koyar.

11
İlk Müslümanların medeniyetin kökenlerine ilişkin kuramlarının
özgünlüğünü kavrayabilmek için, onları, bu konuyla ilgili metinlerin
yoğunlaştığı benzer dönemlerle karşılaştırmak gerekir. En benzer dönemler
şunlardır: Muhammed Peygamber'in ölümünü ve Yakındoğu'nun neredeyse
tamamını kapsayan Arap-İslam imparatorluğunun kuruluşunu takip eden,
medeniyetin kökenleri hakkında zengin bir literatürün geliştiği üç yüz yıl (MS
632-934) ve aşağı yukarı o döneme benzeyen, Yakındoğu'da Yunan ve Roma
hakimiyetlerinin sağlanmasını (sırasıyla MÖ 323-30 ve M Ö 31-MS 337)3 ta­
kip eden üç yüz yıl. Bu fatih halkların üçü de Yakındoğu'nun uç noktalarından
gelmekteydi. Yaptıkları fetihler, öğrenme ve meşrulaştırma mekanizmalarına
ilişkin kadim yerel gelenekleri birbirlerinden ve fatihlerinkilerden farklı olan
ayrık ve karmaşık toplulukları birleştirdi.4 Bu yerel gelenekler ile fatihlerin
geleneklerinin konumu, fetih sonrası dönemde, medeniyetin ilklerine dair lis­
telerde ve tarihlerde metinsel olarak düzenlendi. Bu metinler, her fetihten üç
yüz yıl sonra ortaya çıkan, medeniyetin kökenlerine ilişkin hakim anlayışın,
karmaşık bir ödünç alma sürecinin ürünü olduğunu göstermektedir. Bu süreç
içerisinde fatihler ve fethedilenler karşılıklı olarak ve fethedilenler de kendi
içlerinde birbirlerinden beslenmişlerdir. Metinlerdeki bu yaklaşımın sebepleri;
imparatorluğun yol açtığı, acil ilgi gerektiren siyasal ve toplumsal ikilemlerle
ilişkili olduğu kadar, bağımsız araştırmaların işleyiş biçimiyle de ilişkiliydi.
Üç fetih sonrası dönem arasında en az bir büyük farklılık bulunur. Yun­
anlar ve Romalılar Yakındoğu'ya yüksek bir kültür ile gelmişlerdi ve yerli
elitler bu kültüre ya itiraz etmiş ya sahip çıkmış ya da ikisi arasında bir şey
yapmışlardı. Fakat fatih Arapların karşılaştırmaya tabi tutulabilecek bu çeşit
bir kültürleri yoktu. Dolayısıyla, takip eden üç yüz yıl boyunca fatihler ve fet­
hedilenler sadece "İslam" değil, aynı zamanda "Arap" kimliği ve çalışmalarının
da içeriği hakkında tartışmalar yürüttüler. Bu kitabın ortaya koyduğu üzere,
erken İslam kültürünün yönelimi Arabistan'la sınırlı değildi; içeriği, dini me­
tinlerden olduğu kadar pagan geleneğinden ve mitolojisinden de etkilenmişti.
Bugün İslam kültürü olarak tanımladığımız olgu, İslam çağının ilk üç yüz
yılında gerçekleşen ve dönemin mit inşasında etkileri görülen çekişmeli bir
kendini meşrulaştırma sürecinin ürünüdür. Bu sürecin ana karakterleri, Arap
olmayan halkların ve paganların töresel bilgilerinden oldukça faydalanmıştır.
Fetih sonrası dönemlerin üçünde de etiyolojik spekülasyonlar dört tema
etrafında toplanmıştır: İlahi inayet, ilk mucitler, yerli medeniyetin kurucuları
ve bilimlerin kökenleri. Beşinci bir tema, tarih öncesinde kültürel oluşum
kuramları (Kulturentstehungslehre), yalnızca Yunan-Roma toplumunda bulu-

12
nan bir özellikti. Birçok Yunan ve Romalı da dahil olmak üzere öteki halklar,
bilinmesi mümkün olmayan kadim bir tarih fikrini reddettiler. Kültürün kö­
kenlerini, kayda geçmiş olayların başlangıç döneminde yaşamış olan kahra­
manlara atfederek açıkladılar (Kulturgeschicte).5
Bu malzemeyi ve onun araştırma konusunu tanımlamak için kullanılan
modern terminoloji kafa karıştırıcı olabilir. Halkbilimciler, şeylerin (örn. dini
törenler, simya) kökenleriyle ilgili her mite uyguladıkları etiyoloji terimini
kullanırlar.6 Daha yerinde olmasına rağmen daha az kullanılan bir başka terim
de, kültü?" miti ya da sanatların ve bilimlerin kökenlerine ilişkin mitlerdir.7
Kültür kahramanları, bunları oluşturan ünlü figürlerdir.8 Bu kitapta ben kültür
mitini tercih ediyorum çünkü etiyolojiden daha sınırlayıcı; fakat sanatların ve
bilimlerin kökenlerine ilişkin mitlerden bahsederken değişimli olarak her iki
terimi de kullanıyorum. Benzer şekilde, kültür sözcüğünden kastım, bu sa­
natlar ve bilimlerdir. Bu kültür tanımı, antropologların kullandığı şekliyle,
öğrenilmiş bütün düşünce ve davranışları içerebilen kültür tanımından daha
sınırlayıcıdır.
"Sanatlar ve bilimler"i teşkil edenin ne olduğu ise, sorunun kime
sorulduğuna bağlıdır. Medeniyetle bağlantılı her şey için Sümerliler me, eski
Yunanlar ise tekhnai terimini kullanıyordu. Fakat terimlerini tanımlamamış
oldukları için, tanımların sözcüklerin kullanımlarından çıkarsanması gereki­
yor. Bu tanımlar, şiir ve çömlekçilik gibi sanatların yanı sıra matematik gibi
bilimleri de içerebilir. Tarih öncesi kültürel oluşum üzerine düşünen ilk insan­
lar arasında yer alan Sofistler, tekhnai'yi, hayatı iyileştirip güzelleştiren deney­
imlere ve bilgiye dayanan becerilerle sınırlamışlardı. Onlara göre geometri ve
astronomi bu kategoriye dahil değildi.9 MÔ lV. yüzyılda Platon ve Aristote­
les, Sofistler' in, episteme olarak sınıflandırdıkları matematiksel bilimlere ilişkin
olumsuz değerlendirmelerine karşı çıkmışlardı. Fakat bu bilimlerin tekhnai'den
(pratik ihtiyaçlarımıza hizmet eden bilgi) ayrı tutulması gerektiği konusunda
Sofisder'le hemfikirdiler. Böylece bize "sanatlar ve bilimler" ifadesini bıraktılar.
Buna rağmen, her bir kategoride hangi disiplinlerin bulunduğu konusundaki
kafa karışıklığı sürüyordu ve hala da sürmektedir. 10 Bu kitapta "sanatlar ve
bilimler"i; öğrenilen, insanlığın doğayla ilişkisini değiştiren ve genellikle girift
kentsel toplumlarla ilişkilendirilen disiplinler olarak tanımlıyorum. Bir tek
istisna bulunur; o da dildir. Dil, hem basit hem de girift toplumların özelliği
olmasına rağmen burada ele alınmıştır, çünkü Yunanlar, Romalılar ve Araplar
dilin medeniyetin vazgeçilmez öncülü olduğuna inanıyorlardı.
Kitab-ı Mukaddes ve antik Yakındoğu ile ilgili çalışmalar yürütenler ve

13
klasikçiler, kültür mitleri üzerine, İslam çalışmaları yapanlardan daha çok
düşünmüştür. Bunun sebeplerinden biri, ilk üç grubun, (kültür mitleri de da­
hil olmak üzere) Yakındoğu mitlerinin Kicab-ı Mukaddes üzerindeki etkisini
uzun süredir tartışıyor olmasıdır.11 Bir diğer sebep de klasikçilerin, Antik Çağ
tarihçilerinde ilerleme kavramının bulunup bulunmadığıyla ilgilenmeleridir. 12
Klasikçiler yakın geçmişte, antik Yakındoğu'da fetih sonrası yerel kimliğin
doğasını anlamaya yönelik güncel post-kolonyal yaklaşımları incelediler.13 Bu
araştırmaların hepsi kültür mitleriyle alakalıdır. Buna karşın, İslam' ın ilk dö­
nemlerindeki ilerleme kavramı14 ya da post-kolonyal15 kimlikle ilgili çok az
tartışma bulunmaktadır16 ve İslami kültür mirleri, Tanah' ın tarihi ve kökenine
dair tartışmalarla daha az ilişkilidir.
İslam öncesi kültür mirleri üzerine yapılan çalışmalar, İslam' ın ilk dönem­
lerindeki kültür mitleriyle ilgili çalışmalara layasla daha gelişmiş olduğundan,
ilkini ön plana aldım ve ileriki bölümlerde ele aldığım İslami malzemenin
çerveçevesini oluşturmak için kullandım. Bu çerçeve aynı zamanda, medeni­
yetin kökenlerine ilişkin İslami düşüncenin, hem içerik hem de varsayımlar
bakımından, konu hakkındaki Antik Çağ düşüncesinden son derece
etkilendiğine yönelik inancımı da yansıtmaktadır. Dahası, Müslüman yazar­
lar, Helenistik ve Roma dönemi yazarlarının karşılaştıklarına benzer toplumsal
ve siyasi koşullar tarafından şekillendirilmişlerdi. Bu yüzden, kaygılarının yanı
sıra, entellekcüel ve kültürel ikilemlere getirdikleri çözümlerin birçoğunda da
ortaktırlar. Son olarak, klasikçilerin tartışmalarına İslami malzemeyi dahil
ederek, Arap fetihlerinin her iki tarafındaki akademik toplulukları, Akdeniz
ve Yakındoğu mirasına daha geniş açılı bir mercekten balanaya teşvik etmeyi
ümit ediyorum.
İslami kültür miderinin Antik Çağ' a olan borcunun tek kanıcı, İslam
öncesi kültür micleriyle aynı konulara odaklanmış olmaları değildir; bu micler
arasında birçok bağlantı bulunduğu gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır.
Bölümleri bu konular çerçevesinde düzenledim. Öncesinde ise, zemini
hazırlamak ve bir referans noktası belirlemek amacıyla, kadim kültür micleri­
yle ilgili giriş niteliğinde bir bölüm bulunuyor.
Medeniyetin kökenleri üzerine düşünmek yazılı tarih kadar eski bir
uğraştır. Bu konuyu işleyen antik Yakındoğu mitolojisinin neredeyse tamamı,
tanrıları ya da onların ilahi aracılarını, medeniyetin tamamıyla faydalı olan
unsurlarını insanlara getiren varlıklar olarak tanımlar. Yunan ve Yahudi mir­
leri, belki de kısmen yeni (örn. MÖ 2000 ya da 3000 yerine MÖ 1000)
olmaları dolayısıyla farklıdırlar. Yunan miti, yardımsever bir tanrıya dayalı

14
Yakındoğu modelini korur, ama söz konusu tanrı, medeniyetin esaslarını in­
sanlara ancak. başka bir tanrı onları geçimleri için çaba sarf etmek zorunda
bırakarak cezalandırdıktan sonra öğretir. İnsanlar daha sonra demirciliği icat
ederler; o da şiddete ve neticede insanlığın sonunun gelmesine yol açar. Ya­
hudi mitinde de insanlar bir tanrı tarafından, geçimlerini sağlamak için çaba
sarf etmek zorunda bırakılarak cezalandırılır ve sonrasında kültürü edinir­
ler. Bu açıdan Yunan ve Yahudi mitleri benzerdir. Fakat ikincisinde insanlar
kültürü kendi becerileri sayesinde edinirler. Tanrı'nın bu konuyla hiçbir ilgisi
yoktur. O, insanların sonunda demirciliğin icadına ve insanlığın yıkımına yol
açan buluşlarını hoş karşılamaz. Yakındoğu'nun büyük güçlerinin kıyısında
yazılmış, medeniyetin kökenleriyle ilgili bu iki kötümser hikayenin, sonraki
dönemlerde insan becerisini takdir etmeye başlayan medeniyetlerin ilk kültür
mitleri olması ironiktir.
Kur'an, Kitab-ı Mukaddes'teki hikayelerden çokça faydalanması
bakımından, "Kitab-ı Mukaddes geleneği"nden bir metindir. Buna rağmen,
Kur'an'daki kültürel kökenler algısı ancikYakındoğu yazarlarınınkine benzer:
Yardımsever bir gök tanrısı olan Allah insanlara kültürü -hatta demirciliği
de- verir. Fakat bu, antik mitolojinin dirilişinden ziyade, iki Helenistik
gelişmenin bir araya gelmesidir. İlk gelişme, Yahudiler ve Hıristiyanların,
Yunan Stoacıların ilahi inayet kavramını benimsemesidir. Bu düşünceye göre,
her şeyi tedarik eden Tanrı'dır. İkinci gelişme ise, medeniyetin ilerlemesinde
Tanrı'ya daha olumlu bir rol atfeden kanondışı Yahudi ve Hıristiyan metin­
leridir. Kur' an, eğer insanlar rızıklarını sağlayan Tanrı'ya layıkıyla ibadet et­
mezlerse, O'nun, bu kişilerin mallarını başkalarına vereceğini öne sürer ve
iddiasını desteklemek için bu farklı edebi geleneklerde yer alan örneklerden ve
görüşlerden faydalanır. Bu iddia .Arapların, Yakındoğu medeniyetlerine yöne­
lik fetihlerine gerekçe sağlamış olabilir.
Fetihlerden sonra Arapların siyasi egemenliği sadece yüz yıl sürdü.
lrak'taki alimler, egemenlikleri zayıfladıkça, Arap kahramanlar ile Kitab-ı
Mukaddes'te bahsi geçen kahramanlara atfedilen kültürel "ilkler"e (eva'il) dair
listeler oluşturmaya başladılar.17 İlkler üzerine yazan alimlerin "protografi"18
olarak adlandırdığım bu faaliyetleri, Kur'an'ın Kitab-ı Mukaddes'le ilişkili
arka planına ve onun ortaya çıkmasını sağlayan Arap muhitine duydukları
ilgiyi yansıtır. Hazırladıkları listeler ayrıca, dini ve kültürel yeniliklerin yanı
sıra .Arapların kendi aralarındaki çekişmelerle dolu bir yüzyılı, İslam önce­
si geleneğe dayandırarak anlamlandırma çabasıydı. Yunan protografisinin
oluşumundan önce de benzer bir yenilik ve çekişme dönemi yaşanmıştı. 19 Bu

15
durum, kültürel rekabet ile protografinin gelişmesi arasında bağlantı olduğunu
ortaya koyuyor.
Eva'il listelerini hazırlayan Müslüman yazarlar başlangıçta, yabancı ka­
dim medeniyetlerin, kendi kültürlerine katkılarını kabul etme hususunda
tereddütlüydüler. Aslında bazı yazarlar IX. yüzyılda, yabancı tesirleri titizli­
kle görmezden gelen eva'il listeleri hazırlamıştı. İmparatorluğun süratle 1ran'a
yönelmekte olduğu bir dönemde, onun yalnızca Arap ve İbrahim! karakte­
rini vurguluyorlardı. Aksine, İslam öncesi dönemde Yunan ve Romalıların
hazırladığı protografik listeler -her ne kadar bazı yazarlar en az Müslüman
meslektaşları kadar bundan rahatsızlık duysalar da- hemen hemen her zaman
yabancı tesirleri göz önünde bulunduruyordu. Roma döneminde Hıristiyanlığı
savunanlar, Yunan-Roma kültürünün barbarlardan alındığını ve bu yüzden de
Hıristiyanlıktan daha tanıdık olmadığını göstermek için, yabancı ilklerle ilgili
bu listelerden faydalanmışlardı.
Arapların kültürel edinimlerinin listelerini oluşturan Müslümanların
kendilerine özgü bir mütevazılıkları vardı; Araplara atfettikleri ilkler
sınırlıydı. Fakat İranlı yazarların, Arapların başarılarına dair bu sönük liste­
leri eski İran krallarının evrensel başarılarıyla (örn. devlet yönetiminin icadı)
tamamlamalarının ortaya koyduğu üzere, bu durumdan fethedilenin de is­
tifade etmesi mümkündü. Fetih sonrası dönemde İranlılar, İran medeniyeti
hakkında yazdıkları ilk tarih anlatılarında aynısını yaptılar. Listeleri Arapça
yazmalarına ve Kitab-ı Mukaddes'te ve Kur'an'da geçen olay ve karakterle­
re ilişkin anlatıları muhafaza etmelerine rağmen, ilk İran krallarının seküler
başarılarını da vurguladılar.
Medeniyetin kökenlerine ilişkin bu yerel anlatılar, yerli edebiyatı ele alan
post-kolonyal teorilerdeki direniş, asimilasyon ya da melezlik kategorilerine
tam anlamıyla uymaz.20 Bu anlatılar egemen söyleme ne açıkça karşı çıkar ne de
onu basitçe üretir ya da pekiştirir.21 Homi Bhabha'nın melezlik kavramı daha
uygundur çünkü sonuçta ortaya çıkan tarihyazımsal karışım ne tamamıyla
İslami ne de tamamıyla İranlıdır; dolayısıyla her ikisinin de istikrarını bozar.22
Fakat yerli yazarların direndiği, uyum sağladığı ya da karıştığı egemen bir kültür
arayışında olan araştırmacılar, böyle bir şey olmadığını gözden kaçırabilirler.
Aksine, İslam bilgi dağarının yönelimi oldukça çekişmeliydi. Ayrıca İranlı
yazarların, fatihleri, fethedilen halklara daha çok benzemeye ikna etmeye
çalışmaları, en az onların kültürünü benimsemeleri kadar olasıydı. İranlıların
Arapça yazdığı medeniyet tarihlerinden bazıları, Yakındoğu'nun Yunanlar ve
Romalılar tarafından fethedilmesinden sonra yerli elitlerin yazdığı, medeni-

16
yetin kökenlerine ilişkin Yunanca anlatılarla benzerlik taşır. Bu önceki yerel
tarihler, kültürel yanlış anlaşılmaları düzeltme, yabancı hükümdarlara nasıl
yerli krallar gibi davranacaklarını öğretme, kadim bir kültürün bekçisi olarak
yazarın konumunu güçlendirme ve öteki rakip medeniyetlerin başarılarının
önemini azaltma amaçlarını taşıyordu. İran hakkındaki ilk yerel tarihler de
benzer bir işlev görmüşlerdi. Bu tarihler, ulusal bir destan olan Şahname'nin
temelini oluşturmuş ve bağımsız İran hükümdarlıklarının kurulmasını
meşrulaştırmış, böylece eski kültürel başarılarla övü:nmenin muğlaklığını or­
taya koymuşlardı. Bu tarz övünmelerin amacı, fatihleri kendine çekmenin
yanı sıra onları kendinden uzaklaştırmak da olabilirdi.
İran'ın, İslam imparatorluğu üzerindeki artan etkisi, Yunanların bilimsel
metinlerinin Arapça'ya çevrilmesine yol açtı çünkü Müslüman hükümdarlar,
işlevlerinden biri de bu gibi çevirilere hamilik yapmak olan İran krallarına
benzemeye çalışıyorlardı. Müslüman ve gayri-müslim elitler de, kozmopolit
Bağdat'ta gittikçe daha çok hissetmeye başladıkları çağın dini çıkmazlarını
çözmek ve pratik tıp gibi işlevsel amaçlarla bilimsel metinlere ihtiyacı
duyuyorlardı.
Bu metinlerin çevrilmesi, bahsettikleri bazı disiplinlerin -ağırlıklı olarak
felsefe, matematiksel bilimler ve tıp- kökenleri hakkında varsayımlarda
bulunulmasına yol açtı. Bu tarz varsayımlar Antik Çağ'da yoğun bir toplum­
sal ve siyasal karmaşanın yaşandığı dönemlerde ortaya çıkmış ve Yunanların
bilimlerin oluşturulmasındaki rolü sorusuna odaklanmıştı. İlk olarak,
Yunanların kendi kendilerine meydana getirdikleri bir şey var mıydı yoksa her
şeyi başkalarından mı almışlardı? Şüphesiz Yunanlar birçok bilim meydana
getirmişlerdi fakat bizzat kendilerinin bu bilimlere Doğulu kökenler atfetme
eğilimleri, Yunan olmayanları da aynı şeyi yapmaya teşvik etmişti. İkinci
olarak, insanların hiçbir yardım almadan kendi zihinleriyle karmaşık bilimler
geliştirmeleri mümkün müydü? Birçokları bunun mümkün olmadığına ve bir
şeyleri harekete geçirebilmek için ilahi vahye ihtiyaç olduğuna inanıyordu.
Aynı iki soruya ve onlarla ilgili karşıt görüşleri savunanlara, ilk İslam bilim
tarihlerinde de rastlanır. Galip gelen çözüm, bilimlerin, daha eski dönem­
lerde yaşayan, kendilerine vahyedilmiş Kitab-ı Mukaddes devri peygamber­
lerinden geldiği· yönündeydi. Bu, Roma devrinde yaşayan bazı Yahudiler
ile Kilise Babaları'nın vardığı çözümle aynıydı. Yahudiler ve Hıristiyanların
bu argümanı öne sürmelerinin öncelikli sebebi, kültürel hainler oldukları
yönündeki pagan suçlamalarını köreltmekti. Müslümanlar ise aynı argümanı,
bilimleri dindaşlarının gözünde güvenilir kılmak için kullanıyorlardı .

17
Yazarlar bu kültür mitlerini aktarırken fetih sonrası toplumundaki yerle­
rini belirliyorlardı. Bilimin kökenini ve aktarılışını tanımlayarak, bize, hem
o gelenekle hem de o geleneği uygulayan ve ondan uzak duran çağdaşlarıyla
nasıl ilişkilendiklerini söylüyorlar. Eski kahramanların maceralarına dair ta­
rihler yazarak, bize, kendi emik kökenleri hakkında nasıl düşündüklerini ve
başkalarının, kendi gruplarına nasıl dahil olabileceklerini ya da bu gruplar­
dan dışlanabileceklerini söylüyorlar. Faydalı sanatların ve bilimlerin liste­
lerini yaparak, toplumlarının ideal kültürel şeceresini kodluyor ve bunun
kullanılabilmesi için gerekli bilgiyi sunuyorlar. Tanrı'nın dünyada işlerini nasıl
yürüttüğünü ortaya koyarak, toplumun nasıl düzenlenmesi ve kim tarafından
korunması gerektiğini açıklıyorlar. Bu bilimsel faaliyetler hiçbir zaman fetih
sonrasında taşıdıklarından daha çok önem taşımadı. O dönemde fatihin ve
fethedilenin konumları istikrarsızdı ve iki grup da uzak geçmişe demir atma
ihtiyacı duyuyordu.
Bu kitapta ele alınan birincil kaynaklar eski olsa da, bugünün grupları
ve tarihsel süreçleriyle olan paralellikleri göz ardı etmek oldukça zor. Zira
Yakındoğu'nun büyük bir bölümünde hakim olan Avrupa yönetiminin
sona ermesinin üstünden yalnızca on-yirmi yıl geçmiş durumda. Söz konu­
su meseleden sapmamak ve onu aşırı derecede modern kaygılar tarafından
şekillendirilmiş bir çerçeveye sokmaya çalışmamak için sonuç bölümüne ka­
dar bu cezbedici eğilime karşı koydum ve orada da bu konuyu yalnızca çekine­
rek ele aldım. Bununla beraber, paralellikler çarpıcıdır: Fatihlerin arkalarında,
fethedilenlerin kendi yerel geleneklerini dile getirmek için kullandıkları
araştırma ve bilim dilleri bırakmaları; kültürel öncüllük mücadelesi; mede­
niyetin kökenleriyle fazlasıyla ilgilenme ve medeniyetin gelişimine dair, ne
fethedilenlere ne de fatihlere ait olan yeni bir hikayenin ortaya çıkışı.
Roma yönetimine tabi olan Yahudiler ile bugün Batı'da yaşayan Müslü­
manlar arasındaki benzerlik, zamansal yakınlık dolayısıyla, belki de okurların
dikkatini en çok çekecek olan parallelliktir. Yahudilerin karşı karşıya kaldığı
düşmanlık ve bir yandan bununla başa çıkarken öbür yandan kimliklerini mu­
hafaza etmek için geliştirdikleri stratejiler, günümüzde Batılı Müslümanların
karşı karşıya kaldığı düşmanlığı ve Müslüman elitlerin üzerinde yürüdüğü
asimilasyon ile direniş arasındaki ince çizgiyi hatırlatıyor. Bu kitap, er­
ken dönem İslam kimliğinin değişken yapısını ve Arabistan çölüyle sınırlı
olmadığını ortaya koyuyor. Bu durum, İslam'ın modernite ve medeniyet ile
uyumlu olmadığını iddia eden Müslümanların ve gayrimüslimlerin durup
düşünmesine sebep olmalıdır. Aslında Roma yönetimine tabi olan Yahudiler

18
de benzer şekilde suçlanmıştı ve medeniyete soğuk bakan bir kutsal metinleri
vardı. Fakat meydana getirdikleri Yahudilik biçimi -Hıristiyanlık- onları fet­
hedenlerin dini haline geldi ve Batı medeniyetinin temellerini oluşturdu.

Notlar

İbn Cülcül, Tabakdtü'l-etıbba, 5-10.


2 Ebu Maş'er'in anlarısının metinsel şeceresi hakkında ayrınrılı bir tartışma için,
Van Bladel'in Arabic Hennes isimli kitabına bakınız.
3 Dönemler birebir uyuşmuyor çünkü İskender'in Yakındoğu'daki fetihlerinin ak­
sine, bölgedeki Roma egemenliği daha küçük bir alanı kapsıyordu ve daha yavaş
yayılıyordu. Bu egemenlik Asya'nın MÖ 188'de mağlup edilmesi ve MÔ 133'te
Roma eyaleti ilan edilmesiyle başlamışrı. Seleukosların yönettiği Suriye ve Pto­
lemaiosların yönettiği Aigyptos, MÖ. I. yüzyılın sonlarına kadar Roma eyaleti
olmadılar.
4 Bunu, MS XIII. ve XIV. yüzyıllarda Moğolların Yakındoğu'da yaprığı fetihlerle
karşılaştırın. Bu fetihler kültür mitlerinin yaygınlaşmasına yol açmadı. Bu farklı­
lık, yukarıda ele alınan üç döneme kıyasla, o dönemde Yakındoğu elit kültürünün
görece homojenliği ve fatihler tarafından benimsenmiş olmasıyla açıklanabilir.
5 Tarih öncesi kültürel oluşum kuramları ile kültür tarihi arasındaki ayrım için bkz.
Zhmud, Origins, 48-49, 51, 54. Tarih öncesi dönemi kuramsallaştıranların ne­
den pagan Yunan-Roma yazarlarıyla sınırlı olduğunun açıklaması, Matthew Go­
odrum'un "Prolegomenon" ve "Biblical Anthropology" eserlerinde yer alır. Fakat
Goodrum'un yanıldığı bir nokta var: Bilinmesi mümkün olmayan kadim bir tarih
fikrini reddedenler yalnızca ilk Kilise Babaları değildi. MÔ VIII. yüzyılda yaşamış
olan Hesiodos'tan beri, bazı Yunan ve Romalı yazarlar da aynı fikirdeydiler.
6 Childs, "Eciological Tale," 388; Sharon, Patterns, 74, 76; Niesio!owski-Spano,
"Two Aetiological Narratives," 369-70.
7 Spence, lntroduction, 149; Rüpke, Religion of the Romans, 128. �bsters Revised
Unabridged Dictionary kültür mitini, "Prometheus mitinde olduğu gibi, sanatlar
ve bilimlerin keşfiyle ya da daha ileri bir medeniyetin gelişiyle ilişkilendirilen mit"
şeklinde tanımlıyor (1998).
8 Spence, !ntrodııctioıı, 119; Leeming, Storytelling, 130-31; Seal, Folk Heroes, 51-53;
Bastian ve Mitchell, Native American Mythology, 83; Hansen, Classical Mythology,
141-43; Yang, An ve Turner, Chinese Mythology, 261; Espln ve Nicholoff, !ntrodu­
ctory Dictio11ary, 302.
9 Zhmud, Origüıs, 46.
10 age. 14, 20-21; Cuomo, Technology, 13, 18.
11 Bu tartışmanın, antik ve klasik mitolojiler ile Kitab-ı Mukaddes mitolojisi üzerine
çalışan araştırmacıları hala nasıl birbirine düşürdüğüne iyi bir örnek olarak, Gmir­
kin'in Tevrat'ın ilk beş kitabını geç bir tarihe dayandırma girişimlerine bakınız

19
(Berossus and Genesis).
12 Örneğin Dodds, Ancient Concept ofp,.ogresr, Edelstein, idea ofp,.ogresr, Guthrie, in
the Begi.nning.
13 Bkz. Bohak, "Recent Trends"; Malkin, "Postcolonial Concepts"; Moyer, "Limits
of Hellenism"; Barclay, "Empite Writes Back" ve Lyman, "Justin and Hellenism."
14 Bildiğim kadarıyla klasik İslam'da ilerleme kavramını ele alan tek eser, Khalidi' nin
"The idea of Progress in Classical Islam"ıdır. Khalidi'nin, Klasik İslam'ın ilerleme
kavramını üç döneme ayırma girişimi, anakronistik alıntılarla baltalanır. Bilimsel
ilerleme konusunda ikinci aşama iyimserliğe (MS 900'den 1 100'e kadar sürmüştü)
örnek olarak el-Cahiz'i (ö. MS 869) gösterir (282). Beşinci bölümde tartışacağım
üzere, bilimsel ilerleme konusundaki karamsar ve iyimser yaklaşım eşzamanlıydı.
Khalidi'nin hakkını vermek gerek çünkü gerçeklerin daha karmaşık olabileceğini
kabul eder ve makalesini ötekiler için bir başlangıç noktası olarak sunar (284-85).
15 Patricia Crone' u n ("Post-Colonialism," 2) yakın zamanda belirttiği üzere, İslam'ın
erken dönemini çalışan araştırmacılar, fetih sonrası dönemin hemen sonrasını da
içeren bu terimden memnun değiller. Bu memnuniyetsizliğin, anakronizm kor­
kusundan kaynaklandığı varsayılabilir. Bu büyük bir talihsizlik çünkü klasik ve
modern post-kolonyalizm arasında birtakım tarihsel paralellikler bulunuyor ve
İslam'ın erken dönemi, teorik literatürü zenginleştirebilir ve aynı zamanda ondan
faydalanabilir.
16 Crone ("Imperial Trauma" and "Post-Colonialism"), ilk Müslüman Arapların, za­
yıflayan güçlerine dair endişelerini incelemiş, fakat fethedilen halkların kendilerini
nasıl temsil ettiklerini ele almamıştır. Tavakoli-Targhi ("Contested Memories")
post-kolonyal kuram ile sadece İran tarihine dair egemen Müslüman söyleminin
ortaya çıkışını incelemek için ilgilenmiştir. Benzer şekilde, Bashear (Arabs and Ot­
hm) Arapların ötekileri nasıl gördüklerini ele alır, fakat ötekilerin Araplar karşı­
sında kendilerini nasıl temsil ettiklerinden bahsetmez.
17 Eva'il listelerine dair en iyi bibliyografik incelemeler, Rosenthal'ın eva'il üzerine
yazdığı, Encyclopedia ofIslam (2. baskı)'da yer alan makale ile Abdülaziz el-Ma­
ni'nin, İbn Batiş'in (ö. H. 655/MS 1257) Gayetü1-vesa'il isimli eserinin yayımına
yazdığı önsözdür (al-Mani', 'J\n Edition of Ghayat al-ıuasa'il'). Eva'il literatürü­
nün, İslam tarihyazıcılığındaki yerine dair kısa ve öz incelemeler için bkz. Noth,
Historical Tradition, 104-7; Wansbrough, Sectarian Milieu, 36; Khalidi, Historical
Thought, 34; Oziekan, "Origins of Things," 26. Daha ayrıntılı bir tartışma için
bkz. Lang, '1\wa'il."
18 Klasikçiler bu malzemeyi heurematografı ya da keşiflere dair yazılar şeklinde ad­
landırıyor. Bu terim, MÖ IV. yüzyıl'da Yunanistan'da ortaya çıkmış olan ve prötoi
heuretai "ilk kaşifler"-olarak adlandırılan edebi bir türe dayanır. Heurematografi,
-

kapsam bakımından etiyolojiden (kökenlere ilişkin mitler) daha sınırlıdır ve daha


bilinçli bir biçimde medeniyet sahasındaki ilklerle ilgilenen bir edebi türdür. Bu
terim, söz konusu ilklerin keşifler ya da icatlar olarak düşünülmesi gerektiğini

20
ima eder fakat bu her zaman doğru değildir. Yunanların metinleri çoğu zaman,
insanlara teknolojiyi tanrıların verdiğinden bahseder. Öce yandan Araplar ben­
zer malzemeler için, daha kapsayıcı bir terim olan eva'ili -"ilkler"- kullanırlar.
Yunan-Roma dünyasına ait metinlerle Arapça metinler arasındaki dilbilimsel ve
metinsel benzerlikleri göz önünde bulundurarak, protografi ya da "ilklere dair ya­
zılar" terimini tercih ediyorum. Bu terim etiyolojiden daha sınırlı olmasına rağmen
heurematografi kadar kısıtlayıcı değildir. Metinde bir protografi örneğinden bazen
"protograf " ya da "protografık malzeme" şeklinde bahsediyorum.
19 Almanca'da, Yunan ve Latin etiyoloji literatürü üzerine yazılmış birtakım iyi ince­
lemeler bulunur; bunların en yenisi, Klaus Thraede'nin mucitler hakkındaki ma­
kalesidir ("Erfınder II"). Bu literatürü Arapça evail listelerine bağlamaya yönelik
bir çaba da, Richard Gosche'nin 1867 tarihli "Das K.itab al-awa'il"idir. Sonraki
eva'il listeleri (gerek kronolojiler ve biyografiler arasına serpiştirilmiş gerek liste­
ler halinde derlenmiş olsunlar) hemen her zaman ilk üç yüzyılda yazılmış olan
eserlere dayanırlar. Evail derlemelerinin iyi örnekleri için, el-Şibli'nin (ö. H. 769/
MS 1367) Mehdsinii.'l-vesa'il fi ma'rifetü'l-eva'iline ve Suyuti'nin (ö. H. 9 11/MS
1505) Vesa'il ild ma rifetü l-evd'iline bakınız. Aynı şey, mucitlerle ilgili Orta Çağ
' '

Avrupa literatürü için de söylenebilir. Bu literatür temel olarak, klasik etiyoloji


metinlerinin kataloglarından oluşuyordu (iyi bir örnek için Polydore Vergil'in Ke­
şif Üzerine sine bakınız). Her iki durumda da, sonraki yazarların klasik geleneklere
'

duydukları saygı, onları kültürün kökenleri hakkındaki kendi görüşlerini belirt­


mekten ziyade önceki görüşleri derlemeye itmişti; bu, vesô.'ilii'l-evô.'ilin bir nevi
kapanışıydı. Bu dönemden sonra yeni etiyolojiler oluşturulmamasının, toplumsal
ve siyasi sebepleri de vardı.
20 Post-kolonyal kuramın modernite öncesi döneme uygulanmasını teşvik eden li­
teratür gittikçe büyüyor -özellikle de K.icab-ı Mukaddes çalışmaları (Seesengo­
od, "Hybridicy," 10n3}, Helenistik çalışmalar (Malkin, "Posccolonial Concepts,";
Barclay, "Rhecoric," 3 18) ve Roma çalışmaları (Lyman, "Justin and Hellenism")
alanlarında. Ayrıca, bu kuramdan faydalanan birçok monografi bulunuyor (örn.
Vasunia, Gift ofthe Nile).
2 1 Bu iki kategori için bkz. Said, Cııltııre and !mperialism, 195 ve Spivak, "Can ehe
Subaltern Speak?" 296.
22 Bhabha, Location ofCultııre, 102-22; Barclay, "Empire Wrices Back," 3 17.
BİRİNCİ BÖLÜM

Tanrıİarın Hediyeleri: Antik Yakındoğu ve


Yunan Mitolojisinde Medeniyetin Kökenleri

Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan


Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enli),
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için
"Gök ile yerin kemiği"nde (Nippur) . . . yaydı.
Kazmayı var etti, "gün"ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
Kazmaya ve sepete "kudret" yükledi.
Enlil, kazmasını yüceltti,
Başı lacivert taşından olan altın kazmasını,
Gümüş ve altın . . . , evinin kazmasını,
Lacivert taşından . . . ,
Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden çıkıntısı
olan kazmasını.
Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi,
Kutsal taç kindı/yu başına koydu,
Çamurdan, insanın başını biçimledi,
Enlil'in önünde o {insan?) ülkesini kapladı,
Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu.
Yanında duran Anunnakilerin,
Armağan olarak ellerine ontt (kazma?) koydu,
Enlil'i duayla yatıştırdılar,
Kazmayı, tutmaları için kara-kafalı halka verdiler.

-"Kazmanın Yaratılışı"

23
RAB Tanrı, Adem'e,
"Karının sözünü dinlediğin ve sana,
Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için
Toprak senin yüzünden lanetlendi" dedi,
"Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Toprak sana diken ve çalı verecek,
Yaban otu yiyeceksin.
Toprağa dönünceye dek
Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın.
Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın
Ve yine toprağa döneceksin."
-Yaratılış 3: 17-19

Yakındoğu'daki Yunan, Roma ve Arap fetihlerinin, fatihlerin ve fethedi­


lenlerin medeniyetin kökenlerine ilişkin algılarını nasıl şekillendirdiğini gö­
rebilmek için, çalışmama fetihlerden önce bölgede var olan kadim mitlerin
kısa bir incelemesiyle başlıyorum. Bunlar Mezopotamya, İran, Mısır, Yunan
ve İbrani mitleridir (mevcut Hurri, Hitit ve Kenan metinleri bu konuya de­
ğinmez). Mezopotamya, İran ve Mısır mitlerinde, tanrılar medeniyeti yoktan
[ex nihilo] var eder ve İnsanlara verirler. Bu amaçla bazen, insan ya da yarı­
insan muhataplarını aracı olarak kullanırlar. Yarattıkları sanatlar ve bilimler
neredeyse her zaman faydalıdır ve bunların çıkış noktaları genellikle insanlarla
değil şehirlerle ilişkilidir.
MÖ I. binyılın ilk yıllarından başlayarak, bu modele istisna teşkil eden
iki durumla karşılaşırız. Bu istisnalar, MÖ VIII. yüzyılın sonlarında yaşamış
olan Yunan şair Hesiodos'un Yunan mitlerinde ve Yaratılış'ta geçen, Adem ile
Havva hikayesinin Yahvist olarak bilinen yazarının İbrani mitlerinde yer alır.
Bu anlatılarda insanlar, teknolojiyi icat ederek, Tanrı'nın gözünden düşme­
lerinin üstesinden gelirler. Fakat bu icat iyi bir şey değildir, çünkü metalurji,
demir silahlar ve şiddet derken, nihayetinde insanlığın sonunun gelmesine yol
açar. Ayrıca teknoloji şehirlerdeki tanrılar tarafından değil, bronz ve demir
ırklar (Hesiodos'ta gene) ya da (Yahvist anlatısına göre) ilk kadın ile adamın so­
yundan.gelen günahkar bir kabile tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla, Demir
Çağı'nın sonunda ve Perslerin Yakın Doğu ile İonya Yarımadası'nı istilasının
arifesinde, Yakındoğu ve Yunan mitolojisinde yeni bir kavramsal gelişme ol­
muştur: Medeniyeti insanlar yaratmışlardır ve medeniyet kötü bir şeydir.
İki mit arasındaki benzerliğin tek sebebi ikisinin de Yakındoğu kökenli ol­
ması değildir {Hesiodos'un babası, günümüz Türkiye'sinin kıyısında yer alan

24
Kyme'den göç etmişti).1 Bir başka sebep de yazarların ortak bakış açısıdır. Ara­
larında belki de sadece bir yüzyıl olan bu iki kişinin, güçlü Yakındoğu medeni­
yetlerinin uç noktalarında yazdıkları bu eserler, taşradaki çiftçilerin, kendi iyi
yaşam idealleriyle taban tabana zıt olan imparatorluk inşasına bağlı şehirleşme
ve şiddete duydukları tiksintiyi yansıtır.
Aşağıda incelenen metinlerin türleri, farklı Arıtik Çağ toplumlarının kül­
tür mitlerinin günümüze geliş biçimlerindeki çeşitlilik sebebiyle heterojendir.
Mezopotamya mitleri, kil tabletlere kazınmış şiirler ve tıp metinleri halinde;
Mısır mitleri, mezarların üstündeki resimler ve yazıtlar aracılığıyla, İran mitle­
riyse, sözlü gelenekler yoluyla günümüze gelmiştir. Metinlerin eski olması ve
muğlak bağlamları dolayısıyla, katipleri ve yazarları bu metinleri oluşturmaya
iten belirli saiklerin neler olduğu her zaman açık değildir. Metinlerin çoğu
devletin himayesinde üretildiği için, içeriklerinin devletin çıkarlarına fayda
sağladığı varsayılabilir (örn. geleneğin koruyucuları olarak görünmek, kendi­
lerini eski imparatorlukların mirasçıları olarak meşrulaştırmak). Mitler aynı
zamanda, onları kadim bir geleneğe bağlayarak ve o geleneğin önemini gerek­
çelendirerek muhafaza eden katiplere ve rahiplere de yarar sağlamış ve böyle­
likle onların da kültürel muhafızlık konumları sağlamlaşmış olabilir. Kendi
devletlerini kaybetmiş ve başkaları tarafından fethedilmiş olan yazarların bazı
metinlerinde (Yahvist' in durumunda olabileceği gibi) kültür mitlerinin, fethe­
den devletin meşruiyetini bozmak için kullanıldığına dair kanıtlar bulunabilir.
Antik Yakındoğu'nun mit yazıcılığı, sonraki kültür mitlerinin içeriğine büyük
ölçüde katkı sağlamakla kalmamış; ayrıca yerli yazarların, topraklarının ya­
bancılar tarafından fethedilmesinden sonra kullandığı meşrulaştırma ve meş­
ruiyeti bozma stratejilerinin bazılarını da önceden bildirmiştir.

Antik Yakındoğu Kültür Mitleri


Antik Yakındoğu'da yaşayanlar arasında kültürel aktarımla ilgili hakim dü­
şünme biçimi, kültürün uzak bir geçmişte doğrudan tanrılardan alınan bir
hediye olduğuydu;2 bu kültürel armağanlar çoğunlukla faydalıydı. Bu görüş,
MÔ iV. binyılın sonları ve III. binyılın başlarında Yakındoğu'daki siyasi ge­
lişmeleri yansıtıyordu. Yakındoğu toplumları krallık kurumunu tesis etme­
lerine olanak sağlayan bir örgütlenme seviyesine ulaştıkça, mitolojileri de
benzer şekilde gelişiyordu. Bu sebeple, III. binyıl Sümer şiirinde -Yakındoğu
mitolojisine ilişkin en erken kayıt- bir üst-tanrı, bir şehrin hükümdarı olarak
betimlenir; alt-tanrılar ise onun sarayında hizmet ederler. Tanrılar, (önceki
mitolojilerde olabileceği gibi) temel doğa güçlerinin birebir aynısı değildir;

25
onlardan farklılaştırılmışlardır3. Her biri ayrı bir görevi üstlenen tanrılar, bu
güçlerin sürekliliğini sağlamakla yükümlüdürler.4 Sanatların ve bilimlerin ha­
misinin dünyevi kral olması gibi, kültürü bağışlayan da genellikle üst-tanrıdır.
Sümer mitolojisinde baş-tanrı, gök tanrısı Enlil'di. Kültürün büyük bir
bölümü, en üst otorite olması sebebiyle, onun izniyle meydana gelmişti. Ya
kültürü yaratmaları için başkalarına izin vermişti ya da kendisi doğrudan mü­
dahalede bulunmuştu. "Enlil İlahisi," eylemlerini perde arkasından gerçekleş­
tiren bir Enlil portresi çizer:

Yıice dağ Enlil ('in izni) olmaksızın,


hiçbir şehir kurulamaz,
hiçbir topluluk oraya yerleşemez,
hiçbir büyükbaş hayvan ahırı yapılamaz,
koyun ağılı dikilemezdi.
Hiçbir kral göreve getirilemez,
hiçbir efendi yaratılamaz,
hiçbir baş-rahip ya da baş-rahibe
kurban olarak sunulan hayvanların iç organlarına bakılarak
atanamazdı.
Birliklerde hiçbir general ya da çavuş
bulunamazdı.5

Bu bölümün başında alıntılanan "Kazmanın Yaratılışı"nda Enlil'in rolü


daha dolaysızdır. Tohumların toprakta filizlenmesini sağlar ve insanlara kaz­
mayı verir ki mahsülleri toplayabilsinler.6
III. binyıl Sümer şiirinde, insanlara kültür getiren bir diğer önemli figür
de su tanrısı Enki'dir. Enki su tanrısı olarak toprağın verimini arttırmakla kal­
maz, aynı zamanda ona şekil verir. Bu sebeple de bir sanat.kar olarak tasvir edi­
lir.7 Kültür üretmek için bazen gök tanrısı Enlil ile birlikte çalışır. Dolayısıyla
"Büyükbaş Hayvanlar ve Tahıl" mitinde bu iki tanrı, kardeş tanrılar Lahar ve
Aşnan'ı dünyaya gönderirler. Enlil ve Enki, Lahar için bir koyun ağılı dikerler
ve o da çoban olur; kız kardeşi Aşnan'a ise bir saban ve koşum takımı verirler
(bu teknolojinin insanlara nasıl geçtiğinden hiçbir yerde bahsedilmez). Böyle­
ce Aşnan da çiftçi olur. İki tanrı arasındaki ilişkiler başlangıçta dostane olsa da,
şarabı fazla kaçırdıkları için kavga etmeye başlarlar. Bu da her birinin, kendi
geçim yoluyla böbürlenmesine ve ötekininkini küçümsemesine yol açar.8
Başka bir yerde Enki tek başına hareket eder. "Enki ve Dünya Düzeni"nde,
saban, koşum takımı, kazma ve tuğla kalıbını Sümer halkına armağan eder.

26
Sonrasında dikkatini konutların inşasına verir ve insanlara (bir inşaat aleti
olan) gugun'u bağışlar, temelleri atar ve evler inşa eder. Bundan sonra toprağı
hayvanlar ve bitkilerle doldurur; ahırlar ve koyun ağılları kurar. Bütün bunlar
gerçekleşirken de, bu hediyelere göz kulak olmaları amacıyla çeşitli tanrılar
atar.9
Enki'nin insanlara kültür getiren bir figür olarak rolü, "İnanna ve Enki:
Medeniyetin Eridu'dan Uruk'a Aktarılması" mitinde de görülen bir motiftir.
Bu mitte, cennetin kraliçesi ve Sümer şehri Uruk'un koruyucu tanrıçası olan
İnanna, şehrini medeniyetin merkezi haline getirmek istemektedir. Bu yüzden
Enki'nin şehri Eridu'ya gitmeye ve onun mesini, medeniyetin temellerini, ele
geçirmeye karar verir. Enki onun adına bir ziyafet düzenler ve sarhoş olduktan
sonra ona yüzden fazla me verir.10 Her ne kadar bunlar çoğunlukla krallık ve
kült ile alakalı olsalar da, aralarında sanat, müzik, müzik aletleri, marangoz­
luk, metal işlemeciliği, yazı sanatları ve sepet örme meleri de bulunmaktadır.
İnan na bunların hepsini Uruk'a götürür. 11
Bu son etiyoloji,12 Sümer yaratılış mitlerinin birkaçında bahsi geçen bir
temayı ön plana almaktadır: medeniyet belirli bir şehrin koruyucu ilahıyla
yakından ilişkilidir. Enki, Eridu'nun; Enli!, Nippur'un ve İnanna, Uruk'un
koruyucu ilahlarıdır. İlahlar, şehirler ve kültürün yaratılışı arasındaki bu iliş­
ki, MÖ III. binyılda Sümerlerin siyasi örgütlenme biçiminin nasıl olduğunu
yansıtır. Sümer, o dönemin büyük bir bölümünde, bağımsız şehir-devletlerin
bir araya gelmesinden oluşmaktaydı.
Mezopotamya mitolojisinde başlıca kültür bağışçıları tanrılardır, fakat bu
konuda tek değildirler. Kozmik düzeni koruyan ve medeniyetin temellerini
(me) bağışlayan yarı-insan, yarı-balık yedi "bilge" (apkalle, tekil apkallu), tanrı
Ea'ya (Sümer metinlerinde Enki olarak anılır) hizmet etmekteydi.13 Bu ikinci
işlev, isimlerinde korunagelmiştir -apkalle'nin üçüncüsünün ismi Enmedug­
ga ("iyi me'nin efendisi"), dördüncününki Enmegalamma ("toprak mesinin
efendisi") ve beşincininki, "yücelik mesinin efendisi" anlamına gelebilecek
Enmebulugga'dır.14 Bazı metinler apkalle'nin kültüre aracı olma işlevine atıf­
ta bulunur. Örneğin Aşurbanipal'in kütüphanesinden tıpla ilgili bir tablette,
"Tufan'dan önce" apkalle'nin merhemler ve sargılar hakkında yazdığı bilgilerle
karşı karşıya olduğumuz öne sürülmekcedir.15 "Yirmi Bir Yara Lapası" başlıklı
mit, bu bilginin köken olarak apkalle'den gelmediğini, onların yalnızca Ea'dan
alıp naklettiklerini ileri sürer.16 Erra D estanı 'na göre apkalle, Tufan'dan sonra
dipsiz boşlukta Ea'ya kanlmıştır.17
Mezopotamya mitolojisinde Tufan-öncesi kültür, çoğunlukla tanrıların

27
ya da onların elçilerinin bir hediyesi gibi görülür. Tufan'dan sonra kültürün
yeniden doğuşu ise insan eliyle gerçekleştirilmiştir. Gılgamış'ta Umapiştim,
"Tufan'ın yıktığı ibadet merkezlerini esas yerlerine geri taşımıştır."18 Güverte­
ye aldığı zanaatkarlar, ona bu girişiminde yardım etmiş olabilirler19 fakat bu
bize söylenmiyor. Yeni bir şey icat ettiğinden de bahsedilmiyor; muhtemelen
sadece "bir hikaye"yi esas alarak, Tufan öncesi çağdan hatırladıklarını yeniden
yapmıştı. 20
Utnapiştim'i yaratıcılığın herhangi bir türüyle bağdaştırmak mümkün de­
ğildir. Buna rağmen, (II. binyılın ilk yarısından kalma) "Enmerkar ve Arat­
ta'nın Efendisi" isimli bir diğer Sümer miti, Mezopotamya düşüncesinde in­
san buluşlarının yeri olduğiınu göstermektedir. Bu hikayede, Tufan'dan sonra
Uruk'un ikinci kralı olan Enmerkar, şehrindeki tanrılar için şaşaalı bir tapmak
inşa etmek ister. Gereken değerli taşlar ve metaller kendisinde bulunmadığı
için, zengin bir şehir olan Aratta'nın hükümdarına bir elçi gönderir. Bu elçi,
mesajları iletmek için iki adam arasında mekik dokur ve sonunda yorulur.
Bunu gören Enmerkar kilden bir tablet yapar ve Aratta' nın hükümdarına me­
sajını yazar. Metin, kil tabletlere yazı yazmanın kökeninin bu girişim olduğu­
nu açıkça belirtir: "Önceleri, killere mesaj yazımı yoktu."21 Bu son etiyolojik
miti, Mezopotamya mitolojisindeki genel kültürel gelişim modelinin bir is­
tisnası olarak görmek en doğrusu olacaktır. Bu mitlerdeki kültür etiyolojileri
genellikle kültürel yaratımı tanrıların kudreti dahilinde ele alır; onu insanlara
doğrudan veya apkalle aracılığıyla hediye olarak sunan, tanrılardır.
Mezopotamya'nın doğusuna doğru, İran ilmine ve irfanına dair kayıtlar
aynı modeli takip eder: Bir tanrı insanlara kültürü indirir ya da onun nasıl
kullanılacağını öğretir. Bu kayıtlar güvenilir bir biçimde, Arap fetihlerinden
önceki bir tarihe dayandırılabilir (fakat burada incelenen diğer mitlerden çok
daha yakın tarihli olabilirler).22 Dolayısıyla, yirminci fargard'da -kötü ruhlara
nasıl karşı koyulacağıyla ilgili dini bir metin olan Vendidad ın bölümlerinden
biri- Zerdüşt, Ahura Mazda'ya şöyle sorar: "Şifacıların ilki [olan] kimdi?"23
Ahura Mazda o kişinin, kendisine şifalı bitkiler gönderdiği Thrita (bir rahip)
olduğu cevabını verir. Ayrıca Ahura Mazda'nın manevi yoldaşlarından olan ve
metallerle ilişkilendirilen Hşatra-Vairya da, bu rahibe bir "derman kaynağı"
(büyük ihtimalle cerrahide kullanılan bir bıçak) vermiştir.24
Benzer bir kültürel hediye modeline Yima hikayesinde de rastlanır. Vendi­
dad ın ikinci fargardinda, Yima' nın Ah ura Mazda ile konuşan ve Zerdüşt dini
hakkında bilgi edinen ilk ölümlü insan olduğunu öğreniriz. Fakat o, Ahura
Mazda'nın dinini nakledip başkalarına öğretmeyi reddeder.25 O zaman Ahu­
ra Mazda Yima'dan dünyayı yönetmesini ve zenginleştirmesini ister ve Yima

28
bunu kabul eder. Ahura Mazd.a, Yima'ya, egemenliğinin sembolleri olarak "al­
tın mühür ve altın kakmalı bir hançer" hediye eder.26 Üç yüz yıl hüküm sür­
dükten sonra, Yima'nın dünyanın boyutunu genişletmesi gerekir, zira dünya
bütün insanları ve sürülerini kapsayacak kadar büyük değildir. Takip eden bin
beş yüz yıl boyunca bunu iki kere daha yapar. Ahura Mazda daha sonra, "kötü
kışlar"ın dünyayı dondurmak üzere olduğuna dair Yima'yı uyarır ve ona her
bir hayvan ve bitki türünden alınan örneklerin saklanabileceği topraktan bir
korunağın (vara) nasıl yapılacağını anlanr.27
Yima'nın tasviri, Thrita'nin hikayesinde olduğu gibi, Yakındoğu kültür
etiyolojisinin bütün öğelerini içerir: Bir tanrı bir insana kültürü bağışlar ve
bir felaket kültürü ortadan kaldırmakla tehdit eder. Evrensel krallık hediye
edilmesi gibi İran'a özgü bazı önemli öğeler de bulunmaktadır.
Aynı dönemde (il. binyılda) batıdaki Anadolu ve Suriye kaynaklı Yakındo­
ğu mitleri, kültürün kökenleri hakkında daha da az bilgi verir. Hurri şarkıla­
rından oluşan Anadolu kökenli Kumarbi Destanı, tanrıların yaratılışı ve kendi
aralarındaki kavgalar hakkında bize pek çok şey söyler28 fakat kültürün kö­
kenleri hakkında hiçbir bilgi vermez. Hitit mitolojisinde de benzer eksiklikler
bulunmaktadır.29 Suriye'nin kuzeyindeki Ras Şamra'da bulunan Kenan mitleri
bize kültürün kökenleri hakkında görece daha fazla bilgi sunar, fakat net bir
kültür etiyolojisi yoktur.30 Örneğin, MÖ XIV. yüzyıla ait bir metin olan Baal
Şiiri'nde bir kozmogoni [evrenin doğuşuna dair bir anlatı] ya da antropogoni
[insanın doğuşuna dair bir anlatı] yoktur. Metinde üst-tanrı El'in, "Mahlılka­
tın Yaratıcısı" sıfatıyla anıldığını görüyoruz31 ama onları nasıl yarattığı ya da
refahı nasıl sağladığı hakkında bilgi verilmiyor. Kültürün yaratılmasıyla ilgili
olarak, maddi kültürü yaratanın, metal işleyen tanrı Kothar-wa-Hasis olduğu­
nu görüyoruz. Bu tanrı, El ve rakibi Baal için birer saray inşa eder32; bir masa
ve süs kaselerinin yanı sıra altın ve gümüşten bir de taht yapar.33 Baal için
çift-başlı iki farklı gürz tasarlar ki, El'in oğlu Yam'ı yenebilsin.34 Fakat Kothar­
wa-Hasis ile ilgili bu bölümlerin maddi kültür etiyolojsi olup olmadığı açık
değildir ve bu objelerin insanlara geçtiğine dair herhangi bir gösterge yoktur.
Aynı döneme ait başka bir Ras Şamra metni olan Akhalta, Kothar-wa-Hasis
bir insan için birtakım objelere şekil verir: Kahraman Akhat için yay ve oklar.
Fakat Baal Şiiri gibi bu hikaye de net bir etiyoloji değildir.35 İleride ortaya
çıkacak arkeolojik bulguların, bize yeni Kenan kültür mitleri sağlayabileceğini
göz ardı edemeyiz. 36 Fakat mevcut mitler, medeniyetin kökenlerinden çok
tanrılar arasındaki anlaşmazlıkları açıklamaya odaklanmaktadır.
Buna karşılık, erken dönem Mısır mitolojisinde birden fazla kültür etiyo­
lojisi mevcuttur, fakat bunlara ilk kozmogonilerde rastlanmaz: Örneğin II.

29
binyıla ait Teb [ Thebes] kozmogonisinin aksine, cenaze törenleriyle ilgili çeşitli
metinlerden oluşan 111. binyıla ait Heliopolis Kozmogonisi'nde yer almazlar. 37
Kültür etiyolojilerinin en eski örneklerinden birine, nasihatname türünün bir
örneği olan "Merikare için Dersler"de rastlanır. Yaklaşık olarak MÖ 2000 ta­
rihinden kalma bu metinde, firavun .Akhtoy, oğlu Merikare'ye, Mısır'ın güneş
tanrısı Ra'ya tapmasını söyler. Merikare'nin babasının açıklamasına göre, bu
tapınmanın ana sebeplerinden biri Re'nin yaratıcı gücü ve dünya üzerindeki
egemenliğidir.

Tanrının sürüsü insanlar iyi yönetilirler. O [Ra] , gökyüzü­


nü ve dünyayı arzusu doğrultusunda yaram ve su canavarını
geri püskürttü. Burunları (için) yaşam nefesini yarattı. Onun
bedeninden çıkanlar, onun suretleridir. Gökyüzünde dilediği
gibi yükselir. Onları beslemek için, bitkiler, hayvanlar, kümes
hayvanları ve balıklar meydana getirdi. Düşmanlarını kacletti
ve isyan çıkarmayı düşündükleri için (kendi) çocuklarını (bile)
yaraladı. Gün ışığını dilediği gibi yapar ve onları görmek için
yanlarından süzülür. Onlar için bir tapınak dikmiştir ve ağla­
dıklarında onları duyar. Onlar için yumurtadayken (bile) yöne­
ticiler, engellilerin sırtlarını yaslayabilecekleri bir destek yaram.
Gündüz ve gece [görülen] kabusları savuşturmaları için büyüyü
onlara silah olarak verdi.38

Burada güneş tanrısı Ra' nın, hayvanları ve bitki örtüsünü insanları beslemek;
krallık kurumunu ve büyüyü de onları korumak için yarattığını görüyoruz.
Erken dönem Sümer mitolojisinde olduğu gibi, insan yaşamının temel ihti­
yaçlarını fedakarca karşılayan en önemli kültür sağlayıcısı, baş tanrıdır.39
Kültürel kökenlere dair benzer ve belki de daha kapsamlı bir anlatı, MÖ
710 dolaylarında zarar görmüş bir metinden kopyalanan ve yine ciddi biçim­
de tahribata uğramış bir yazıt olan Memphis Teolojisi' nde yer alır. Bu metinde,
bütün tanrıların bir karışımı olan Memphis tanrısı Ptah, dünyayı yoktan var
eder ve bazı sözcükler söyleyerek "tüm el sanatlarını" meydana getirir. Aynı
şekilde insanlara, şehirlere ve tapınaklara da şekil verir.40 Bazılarının, tarihini
11. binyıla dayandırdığı bu kozmogonide41 baş tanrı, diğer kozmogonilerde de
gördüğümüz gibi, hem insan yaşamının temel ihtiyaçlarını karşılamakla yü­
kümlüdür hem de tüm el sanatlarının yaratıcısı olarak itibar görür. B u ikinci
durum, söz konusu mitin, kültürel yaratı bahsinin geçmediği önceki daha
sade kozmogonilerden sonra ortaya çıktığını akla getirir. Ptah'ın önceki tan­
rıların bir karışımı olarak betimlenmesi aynı zamanda, Memphis Teolojisi' nin ,

30
çeşidi yerel kozmogonileri uyumlu hale getirmek için sonradan yapılan bir
girişim olduğunu düşündürür. Fakat bu kozmogoninin tarihi ne olursa olsun,
öteki kozmogonilerle paylaştığı bir özellik vardır: Hepsinin de kültür etiyo­
lojileri oldukça muğlaktır. Örneğin, Memphis Teolojisi' nde Ptah'ın hangi el
sanatlarını yarattığı söylenmez, sadece bunu yaptığı belirtilir.
Genellikle Mısır kültür mitleri Mezopotamya'nınkilerle benzerlik taşır:
Belirli bir şehirle ilişkili olan bir tanrı, sanatları ve bilimleri yoktan var eder ve
insanlara verir. Fakat dikkate değer iki istisna vardır. Birincisi, yaratma tarzına
ilişkindir. Güneş tanrısı Ra' nın temsilcisi olan ay tanrısı Thoth, insanlara ya­
zıyı vermekle kalmaz aynı zamanda onu icat eder.42 Dolayısıyla, yazıya "Tho­
th'un alfabesi" denilmiştir. Katipler çoğu zaman "uzman" ya da "Kitapların
Efendisi" olarak andıkları Thoth'a, koruyucuları olarak saygı göstermişlerdir.43
İkincisi, belirli bir sanatı ya da bilimi kimin yarattığına ilişkindir. M.ısır­
lılar, Üçüncü Hanedanlığı yöneten Firavun Zoser'in rahibi ve dolayısıyla bir
insan olan İmhotep'i piramitlerin mucidi olarak görüyorlardı.44 Edinimin­
den dolayı Mısırlılar onu bir tanrı (Ptah'ın oğlu) olarak görmeye başladılar
ve tıbbın kurucusu olduğuna inandılar.45 Sonraki katipler, tapınak inşası ve
yenilemesiyle ilgili birtakım yazılarının, Mezopotamya'daki apkalle örneğinde
olduğu gibi, aslen ona ait olduğunu dile getirdiler.46

Süreklilikkr ve Değişimkr: Yunan Mitolojisinde Kültür Kahramanları


Erken dönem Yunan mitolojisinin bir bölümü (örn. MÔ VII. yüzyıl ya da
öncesi), kültürel kökenler modeli açısından Yakındoğu mitolojisiyle hemen
hemen aynıdır: Şehirlerle ilişkilendirilen tanrılar, sanatları ve bilimleri yoktan
var etmiş ve insanlara vermiştir. Örneğin Aphrodite'ye llahi'de (MÔ 700 do­
laylarında Homeros üslubunda yazılmış bir metin),47 Atina'nın koruyucu ilahı
Athena, zanaatkarlara bronzdan binek ve iki tekerlekli at arabası yapımını,
kadınlara da dişlerini öğrettiği için övülür.

Bu dünyanın zanaackarlarına ilk öğreten oydu


karmaşık tasarımlarla bronzdan
binek ve iki tekerlekli at arabalarının nasıl yapılacağını.
Ve yumuşak tenli genç kızlara evlerinde harika işler öğretti
her birinin zihnine beceri yerleşcirerek.48

Sonraki bir metinde (büyük olasılıkla MÔ V. yüzyılda Atina'da ortaya çık­


mış olan) Hephaistos'a llahi'de,49 Athena'nın zanaatkarlara verdiği eğitim, me­
talleri işleyen Yunan tanrısı Hephaistos'unkiyle tamamlanır.

31
Bahset şarkılarında ey billur sesli İlham Perisi, becerisiyle ünlü Hephais-
tos'tan.
O ki, gri gözlü Athena ile beraber el sanatlarını öğretti
bu dünyanın insanlarına; doğrusu ondan önce
vahşi yaratıklar gibi dağlardaki mağaralarda yaşarlardı.
Şükürler olsun ünlü zanaatkar Hephaistos'a ki,
el sanatlarını öğrendiler ve bütün bir yıl boyunca hiç zor­
lanmadan
kendi evlerinde tasasız bir hayat sürdüler. 50

Aynen Aiskhylos'un Zincire Vurulmuş Prometheus (MÖ 456 dolayları)' unda


Promerheus'un insanlara maden çıkarmayı öğretmesi gibi, metalurji tahminen
Arhena ve Hephaistos'un insanlara öğrettiği el sanatlarından biriydi.51
Hephaistos'a İlahi geç tarihli bir metindir ve bazı özellikleri V. yüzyıla ait
olduğunu açığa vurur (bkz. Üçüncü Bölüm). Yine de metinde Athena ve Hep­
haistos'un, zanaatkarlar için birer kültür kahramanı olarak betimlenmeleri ke­
sinlikle çok daha erken bir dönemin bilgilerine dayanmaktadır. Aphrodite'ye
İlahi'deki göndermeye ek olarak, İlyada'da Athena ve Hephaistos maden işle­
yenlerin koruyucuları olarak anılırlar.52
Zanaatlara dair bu etiyolojiler, insanlara kültürü verenin tanrılar olması
açısından erken dönem Yakındoğu mitolojisiyle paralellik taşır.53 Fakat aynı
zamanda farklılıklar da mevcuttur. Her ne kadar bu yardımsever ilahi figür­
ler Yakındoğu mitolojisinde de olduğu gibi bazen şehirlerle ilişkilendirilmiş
olsalar da, her zaman ya da sadece böyle olmak zorunda değildi. Hephaistos
herhangi bir şehrin koruyucu tanrısı değildi, Athena ise birden çok şehrin
koruyucu tanrısıydı. Dahası, metal işlemeciliğinin kökenlerini açıklamaya yö­
nelik, Tanah'ın dışında Yakındoğu mitinde var olmayan baskın bir ilgi söz ko­
nusuydu (aşağıya bakınız). Kuşkusuz "Enki ve İnanna" başlıklı mitte bir metal
işlemeciliği etiyolojisi bulunur, fakat tanrıların verdiği kültü.re! hediyelerden
oluşan uzun bir listenin ortasında kısaca bahsi geçer. Ugarit mitinde Kothar­
wa-Hasis de metal objeler yapar fakat metal işlemeciliğine dair net etiyolojiler
yoktur. Aksine, yukarıda bahsi geçen iki ilahide metal işlemeciliği etiyolojisi
ana unsurdur.
Metal işlemeciliğinin kökenleri, en eski Yunan mit yazıcılarından Hesio­
dos'un da (MÖ V1II. yüzyıl) kafasını kurcalamıştı. Hesiodos'un Iheogonia'sın­
dan, insanların bir zamanlar tanrılar gibi yaşadıklarını, geçimleri için çaba
sarf etmek zorunda olmadıklarını öğreniriz. Fakat bu rahatlık -Titanlar'ın
soyundan gelen ve onlar gibi tanrı olan- Prometheus, kurbanlık bir öküzün

32
daha az makbul olan yarısını -yani kemiklerini- almasına yol alacak şekilde
Zeus'u kandırdığında bozulmuştu. Öteki yarıyı insanlar yedi . Böylece kurban
sunma pratiğini yerleştirdiler ve et yiyerek kendilerini tanrılardan ayırdılar.
Arsızlıklarının cezası olarak Zeus onları geçimlerini sağlayabilmeleri için ateş
kullanmadan emek sarf etmek zorunda bıraktı. Fakat Prometheus insanlara
acıdı ve onlar için Zeus'tan ateşi çaldı.54
Hesiodos'un insan kökenlerine ilişkin mitleri, Sümer mitolojisi ya da Yu­
nanların Aphrodite'ye İlahi metni gibi, tanrıları, kültürü insanlara veren figür­
ler olarak betimler. Fakat iki önemli farklılık bulunur. Öncelikle, kültürel bir
hediye olan ateş, insanlara ancak bir tanrı, baş tanrıya karşı ayaklandıktan
ve ateşi çaldıktan sonra gelir. Baş tanrı, acı çeksinler diye insanlardan ateşi
esirgemek ister. Arıtik Yakındoğu mitolojisinde bu kavramları görmeyiz. Tan­
rılar sanatları ve bilimleri karşılık beklemeden verirler. Enki gibi hileci tanrılar
da bulunmasına rağmen, hileleri kültürün bağışlanmasıyla bağlantılı değildir.
Hesiodos'tan birkaç yüzyıl sonra, İbrani literatüründeki Gözcüler Kitabı'nda
benzer bir hikayeyle karşılaşırız (bkz. İkinci Bölüm) . Burada meleklerin gay­
rimeşru bir şekilde insanlara bir şeyler öğretmesi söz konusudur fakat kültürü
hediye eden bu ilahi varlıklar kötü niyetlidirler ve hırsızlık ya da hilekarlığa
başvurmadan kötülük yaparlar.
İkinci olarak, Hesiodos kültürün tarihini, artan teknolojik gelişmeler yü­
zünden insanlığın durumunun kötüleştiği bir gerileme olarak görür. Şüphesiz
teknoloji (ateşin sunulması), insanların cezalandırıldıktan sonraki o ilk düş­
kün hallerini kısmen düzeltir,55 fakat o andan itibaren insanlık üzerinde yıkıcı
bir etkisi vardır. Hesiodos İşler ve Günler'inde beş ırktan bahseder. Bunların
dördü, altından başlayarak Hesiodos'un yaşadığı demir çağına kadar, ma­
denlere tekabül eder. Birbirini takip eden ırkların her biri (Demir Çağı'ndan
önceki kahramanlar çağında yaşayan insanlar dışında), bir öncekinden daha
kötüdür. Hesiodos, anlatısında teknolojik yeniliklerden açıkça bahsetmese de,
Bronz Çağı insanlarının bronza şekil verdiğini ve birbirleriyle savaşarak kendi­
lerini yok ettiklerini yazar. Yani metal işlemeciliğinin onların kendi buluşları
olduğunu öne sürer.56 Son çağ olan Demir Çağı da savaş, sıkıntı ve ölümle
doludur. Dolayısıyla Prometheus'un Teogonia'da insanlara faydalı bir bağışta
bulunmasının aksine, Hesiodos'un İşler ve Günlerinde insan eliyle biçimlen­
dirilmiş nesneler yıkıma sebebiyet verir. Dahası metalurji, şiddet ve kültürel
çöküş birbirine bağlıdır ve bu tema Yaratılış'ta da karşımıza çıkar.

33
Tanah'ta Antikahramanla1· Olarak Külm1· Kahramanları
Tanah antropogoni içeren bir kozmogoniyle başlar ve kozmogonisiz bir antro­
pogoniyle devam eder. Rahip olduğu düşünülen bir yazar tarafından yazılmış
olan kozmogoni Yakındoğu'ya mükemmel bir biçimde uyum sağlar: Bir tanrı
gökleri ve dünyayı yaratır, geceyi gündüzden ayırır, gökkubbeye şekil verir,
karaları ve denizleri oluşturur ve en sonunda dünyaya bitkileri, hayvanları ve
sonrasında da insanları yerleştirir {Yaratılış 1-2:3).57 Fakat Yakındoğu ve Mı­
sır'ın gök tanrılarının tersine, Tanrı insanlara medeniyetin temel sanatlarını ve
bilimlerini vermez.
Tanrı'ya Yahve şeklinde hitap ettiği için modern araştırmacıların Yahvist
olarak adlandırdıkları başka bir yazar tarafından yazılan antropogonide, in­
sanların kültürel gelişimine dair bilgiler verilerek anlatıya devam edilir. Yah­
vist'in kültürel aktarım modeli Yakındoğu ve Yunan mitolojilerinde karşımıza
çıkan modele genel olarak benzer: Bir tanrı insanlara kültürü bağışlar. Fakat
Tanah'ta kültür, daha dar bir tanımla, Tanrı'nın seçilmiş sözcüsüne, yani pey­
gamberlere verilen kanun ve vahyedilen bilgelik olarak tasavvur edilir. Öte
yandan maddi kültür Tanah'ta hemen hemen her zaman olumsuz bir geliş­
medir; Tanrı'ya ya da O'nun seçtiklerine değil, daha ziyade Tanrı'ya itaatsizlik
edenlere atfedilir. Dolayısıyla Yahvist, insan keşiflerini ve icatlarını olumsuz
şekilde yansıtır. Bu da onu entelektüel açıdan Yakındoğu'daki mit yazıcıların­
dan ziyade Yunan Hesiodos' a yakın kılar.
Hesiodos gibi Yahvist de, medeniyetin doğuşunu, insanların son derece
rahat, huzurlu bir durumdan düşüşüne eşlik eder biçimde tasvir eder; diğer
Yakındoğu mitlerinde bu anlatının karşılığı yoktur. Kültürel kökenlere ilişkin
anlatısı, yaratılışın başlangıcında huzur içinde yaşayan bir insanlık tasviriyle
başlar. Bu varoluş içerisinde iki insan, Adem ile Havva, doğadan ayrışmamış
yaratıklar olarak yaşarlar; dolayısıyla çıplaktırlar fakat bundan utanç duy­
mazlar {Yaratılış 2:25). Adem, Tanrı tarafından bahçeye bakmak ve toprağı
sürmekle görevlendirilmiş (Yaratılış 2: 1 5) olmasına rağmen, bunu besin sağ­
lamak amacıyla yaptığına dair bir gösterge yoktur. Zira yeteri kadar yiyecek
vardır; o yalnızca ağaçlardan meyve toplar (Yaratılış 2 : 1 5).58 Bu bir tarım eci­
yolojisi oluşturmaz çünkü tarımın kökenleri daha sonra -Adem Cennet'ten
kovulduktan sonra- açıklanır.
Adem, Tanrı'nın lücfuyla, O' nun yarattığı bütün varlıkların isimlerini
sayar (Yaratılış 2:1 9-20). Metnin düz anlamı, bu eylemin Adem'in bağımsız
yaratıcılığının sonucu olduğuna ve ona Tanrı tarafından verilen doğaüstü bir
bilgiden kaynaklanmadığına işaret eder. 59 Her ne kadar bu bir tür kültürel edi-

34
nim olsa da, bu noktada insan dilinin yaratılmasından bahsedemeyiz; ancak
sonraki Yahudi geleneğinde bu hadise bu şekilde anlaşılmıştır. Daha önemlisi,
burada maddi kültürün yaratılması da söz konusu değildir.
Maddi kültürün yaratılması ancak Adem ile Havva iyi ve kötünün bilgi­
sini veren ağacın yasak meyvesini yiyerek günah işledikten sonra gerçekleşir.
Bu meyveyi yemeleri kendilerini doğadan ayrı görmelerine ve çıplaklıklarının
farkına varmalarına sebep olur. Bedenlerini örtmek için yapraklardan önlükler
dikerler (Yaratılış 3:7). Dolayısıyla insanların ilk maddi buluşları, yani kıya­
fetleri n dikilmesi ve giyilmesi, utançtan ve artık doğal durumlarının kabul
edilebilir olmamasından kaynaklanır.60 Bunu, doğadan kültüre geçişi incele­
yen Mezopotamya mitiyle karşılaştırmalı. Gılgamış Destanı'nda Gılgamış'ın
yoldaşı Enkidu yabanda doğmuştur ve hayvan gibi yaşar. Ancak Şamhac isimli
bir fahişe kendisini baştan çıkardıktan sonra doğadan ayrışır ve şehir hayatına
katılmayı başarabilir.61 Hikayenin eski Babil versiyonunda Enkidu, medeniye­
te katılımının bir göstergesi olarak giyinir ve "herhangi biri gibi olur."62 Yah­
vist'in anlatısında olduğu gibi, giyinmek insanları hayvanlardan ayırt etmek
için kullanılır. Fakat Kitab-ı Mukaddes anlatısında giyinmek ideal bir konum­
dan düşüşün göstergesiyken, Gılgamış'ta ilerlemenin göstergesidir.
Adem ile Havva sınırı aşmalarının cezası olarak Cennet'ten kovulurlar; fa­
kat ayrılmalarından önce Tanrı onlar için "deriden giysiler" yapar (Yaratılış
3:2 1 ) . Yapraktan yapılmış giysilerinden farklı olarak bu buluş kendi eserleri
değildir; onlara Tanrı tarafından verilmiştir. Bu, Tanah'ta Tanrı' nın insanla­
ra bir maddi kültür ürünü hediye ettiği nadir durumlardan biridir. Promec­
heus' un hediyesi ateş gibi, bir üst-tanrı tarafından verilen kovulma cezasını
yumuşatmayı amaçlamaktadır (her ne kadar Yahve'nin karşılığı olan Zeus
insanlara böyle bir şey vermediği için birebir paralellik bulunmasa da). Bu an­
latının, hayvan derisinden yapılan giysilere ilişkin bir eciyoloji olarak görülüp
görülemeyeceği açık değildir. Öyle olsa bile bu istisnai bir durumdur. Genel­
likle başlarının çaresine bakmaları için Tanrı insanları kendi hallerine bırakır.
Yaratılış'ta betimlenen bir sonraki yenilik -tarımcılık- Adem ile Havva
kovulduktan sonra onaya çıkar. Ayrılmalarından önce Tanrı, insanın sınırı
aşmasının cezası olarak toprağı lanetler ve Adem' e artık yiyecek elde etmek
için çiftçilik yapması gerektiğini söyler: "Yaşam boyu emek vermeden yiye­
cek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek. Yaban otu yiyeceksin.
Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü top­
rak.sın, toprak.can yaratıldın ve yine toprağa döneceksin." (Yaratılış 3: 1 7- 1 9).63
İnsanın doğal ortamdan ayrışması artık tamamlanmıştır. Giyinme ihtiyacı

35
Adem ile Havva' nın doğadan ayrılışlarını fark ettiklerinde duydukları utanç­
tan kaynaklanır. Fakat artık "yaratılmış olduğu toprağı işlemek" (Yaratılış
3:23) zorunda olan Adem'in hayatta kalabilmek için doğayı dize getirmesi ge­
rekmektedir. Burada önemli olan, Tanrı'nın Adem'e toprağı nasıl işleyeceğini
söylememesidir; Adem bunun nasıl yapılacağını ya cennette geçirdiği dönem­
den bilmektedir ya da kendi kendine keşfeder. Tarımın kökenlerine ilişkin bu
olumsuz betimleme, tarımın gelişimini olumlu bir biçimde resmeden ve tarla
sürmek için gerekli olan aletleri insanlara veren tanrılara faydalı bir rol biçen
öteki Yakındoğu kültür mitlerinden oldukça farklıdır.
Bir günahın cezası olarak yeryüzünün bereketini azaltma teması, Kabil ile
Habil'in hikayesinde tekrar karşımıza çıkar. Kabil babası gibi toprağı işleyen
bir adamdır ve kardeşi Habil de çobandır (Yaratılış 4:2) . İkisi de Tanrı'ya bi­
rer sunuda bulunurlar. Kabil'inki "toprağın ürünlerinin sunusu" dur (Yaratılış
4:3). Habil ise Tanrı'ya "sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle
de yağlarını" sunar (Yaratılış 4:4). Tanrı, Habil'in sunusunu kabul eder fakat
Kabil'inki geri çevirir. Kabil kıskançlıktan Habil'i öldürdüğünde, Tanrı Ka­
bil'e toprağın artık ona yiyecek vermeyeceğini söyler. Sonuç olarak Kabil, Nod
topraklarındaki geri kalan günlerini dışlanmış biri olarak geçirmeye zorlanır ki
bu "aylak aylak dolaşmak" anlamına gelir (Yaratılış 4: 1 2). Adem ile Havva'nın
Habil'i kaybı, Şit isimli başka bir oğullarının doğumuyla telafi edilir (Yaratılış
4:25) .
Kabil'in sunusunun neden reddedildiğine ilişkin bir açıklama bulunmadı­
ğı için, Tanrı'nın gözünde onun geçim yolunun Habil'inkinden daha değersiz
olduğunu varsayabiliriz. Fakat Yahvist, Tufan'dan sonra "ilk bağı eken kişi"nin
(Yaratılış 9:20) dindar Nuh olduğunu da belirtir. Dolayısıyla hikayeyi tarım­
cılığın lanetlenmesi olarak yorumlamak herhalde hata olacaktır. Bunun yeri­
ne Yahvist, Tanrı'nın topraktan elde edilen geçimliğe engel olarak insanların
günahlarını cezalandırması temasını daha iyi örneklendirebilmek için, kadim
Sümer miti "Büyükbaş Hayvanlar ve Tahıl"ın bir versiyonunu (yukarıya bakı­
nız) yeniden yazmıştır.
Kabil'in cezalandırılması bir göçebelik etiyolojisinden çok, büyük ihtimal­
le Yakındoğu'da metal işlemeciliği yapan seyyar bir kabilenin kökenlerini an­
latma amacı taşıyordu.64 Birincisi, Kabil ismi (İbranice kayin) esasen "metal
işleyen, demirci" anlamlarına geliyordu.65 İkincisi, onun soyundan gelenlere
atfedilen hemen hemen bütün kültürel gelişmeler, yerleşik çiftçilerin ihtiyaç­
larını karşılamak üzere hizmet sunan geçici gruplarla ilişkilendirilmişti.66 Do­
layısıyla Lemek'in (Kabil'in oğlu Hanok'un büyük-büyük torununun) oğlu

36
Yaval, "mal sahibi göçebelerin atası" idi (Yaratılış 4:20).67 Bu tarz seyyar satı­
cılar, büyük ihtimalle takı ve metal eşyalar da dahil olmak üzere, çeşidi mallar
satıyorlardı.68 Yaval'in erkek kardeşi Yuval "lir ve ney çalanların atası" (Yaratılış
4:2 1 ) olarak tasvir edilir; bu, seyyar mecal işlemecileriyle ilişkilendirilen bir
yetenektir (aşağıya bakınız).69 Lemek' in başka bir eşinden olan oğlu Tuval-Ka­
yin, "tunç ve demirden çeşitli kesici aletler yapan" (Yaratılış 4:22) biriydi. Bu,
silahlara ya da carım aletlerine şekil vermenin yanı sıra, mecal silahlara70 ya da
saban gibi tarım aletlerine kesicilik niceliğini kazandıran ilk kişi olarak anıldığı
anlamına da gelebilir.71
Yakındoğu' nun yerleşik kırsal nüfusu, metalurjiye dair uzmanlık bilgisi­
ne sahip oldukları için demircilere şüpheyle yaklaşıyordu (ikinci bölümdeki
tartışmaya bakınız). Lemek'in ailesine ilişkin bu betimleme, bazı araştırma­
cıların öne sürdüğü gibi antik Mezopotamya'da mecal işlemeciliğinin geliştiği
şehirlere yapılan genel bir göndermeden çok,72 büyük olasılıkla, Yakındoğu'da
ticaret yaptığı için dışlanan ve metal işlemeciliğiyle uğraşan geçici bir kabile­
nin etiyolojisiydi.73 Yahvist'in böylesi bir kabileye ve onlara atfedilen kültürel
edinimlere soğuk baktığı, onları erdemli Şit'in değil de, doğrudan herhangi
bir kültürel buluşla bağdaştırılmayan ve "lanetlenmiş" toprağı işlemeye devam
eden günahkar ve göçebe Kabil'in soyundan gelenlerle ilişkilendirmesinden
anlaşılır (Yaratılış 5:29). Yahvist ayrıca Kabil soyunun getirdiği yenilikleri, ya
da en azından metalurjiyi, çöldeki göçebelerin gaddar adaletiyle bağdaştırır
zira metalurjinin icadının hemen ardından, Lemek, kendisini yaralayan bir
adamı öldürmekle böbürlenir (Yaratılış 4:23-24).
Yahvist' in şehir yaşamının doğuşuyla Kabil'in soyu arasında kurduğu bağ,
Kabil' in soyundan gelenlerin seyyar satıcılar olarak betimlenmesine görünüşte
ters düşer. Tanrı onu avare avare dolaşmak zorunda olduğu bir hayata mah­
kum ettikten hemen sonra, Kabil'in, oğlu Hanok'un ismini verdiği bir şehir
inşa ettiğini öğreniriz (Yaratılış 4: 1 7). Fakat bu noktada metin açık değildir ve
bunun yerine şehri inşa edenin Hanak olduğunu ve şehre oğlu İrad' ın ismini
verdiğini söylüyor olabilir. Bu ismin Sümer mitolojisinde geçen büyük bir
şehir olan Eridu'nun ismiyle benzerlik taşıması, etiyolojisinin Mezopotamya
kökenli olduğuna işaret edebilir.74 Fakat şehir medeniyetinin kurucusunun
bir katil ya da bir katilin oğlu olması, şehir yaşamına dair Mezopotamya'daki
olumlu etiyolojilerle çelişir. Bu şekilde ele alındığında, Yahvisc' in Kabil' i yerle­
şik olmayan ilk metal işlemecisi, Hanok' u da ilk şehir kurucusu olarak andığı
sonucuna varabiliriz. Bu iki eciyoloji uyumsuz değildir çünkü yerleşik tarım­
cılığı ideal yaşam tarzı olarak gören birinin bakış açısını yansıcır.75

37
Yahvist'in anlatısında Kabil'in soyunu, insan medeniyetinin ahlaksızlığına
ilişkin bir tasvir izler. Böylece, Kabil'in soyundan gelenlerin getirdiği yenilik­
lerin bu ahlaksızlığı teşvik ettiği ima edilir (Yaratılış 6). Tanrı bu durumdan
rahatsız olur ve bir tufanla insanlığı yok ederek Nuh ve ailesiyle her şeye baş­
tan başlamaya karar verir. Mezopotamya'nın cufan mitinde, nüfus sorununu
(tanrılar onların ölmesini kararlaştırmadık.lan için insanlar bir hayli çoğalmış­
lardı) çözmek amacıyla bir tanrı suları insanların üstüne salıverir. Kitab-ı Mu­
kaddes'te bahsi geçen tufana sebep olan, bu mitin aksine, kültürel gelişmenin
teşvik ettiği toplumsal gerilemedir.
Tufan'dan sonra Nuh, Adem'in erdemli soyunun bir üyesi olarak, ataları­
nın saygıdeğer mesleğine geri döner; "ilk bağı diken kişi" olarak betimlenmek­
tedir (Yaratılış 9:20). Dolayısıyla Nuh, Tufan öncesi devirle aradaki önemli
kültürel bağlantıyı sağlar ve Adem'in mesleğine geri dönüş yaparak kültürün
hikayesini yeniden başlatır. Fakat oğullarından biri olan Ham bir günah işle­
yip o günahın sonuçlarını evlatlarına miras bıraktığında, eski aile laneti Nuh'a
yeniden musallat olur. Hikayeye göre Nuh, Tufan'dan sonra bir üzüm bağı
yetiştirir. (Bu, kültürel anlamda bir ilk olabilir fakat bu konuda bilgi veril­
miyor. Yahvist Nuh'un ilk şarap tüccarı değil, ilk bağı diken kişi olduğunu
vurguluyor. Dolayısıyla üzüm bağlarının bakımı büyük olasılıkla iş tanımının
bir parçasıydı.) Nuh bu bağlardan şarap üretir; bu şaraptan içerek sarhoş olur
ve çıplak bir vaziyette kendinden geçer. Babasının yerde çırılçıplak yattığını
gören Ham iki kardeşine haber verir; onlar da gözlerini kaçırarak babalarının
üzerini örterler. Nuh uyanıp da en küçük oğlunun yaptıklarını duyduğunda
(Yaratılış 9:24), Ham'ın oğlu Kenan'a lanet okur ve soyunu, Sam'ın soyundan
gelenlere (İsraillilere) kölelik yapmaya mahkum eder.
Kabil'in soyundan gelenlerin tasvirinde olduğu gibi, Ham'm soyundan
gelenlerin en önemlisi olan Nemrut ile ilişkilendirilen yenilikler de, ataları­
nın günahlarından ötürü olumsuz bir biçimde yansıtılır. Nemrut, Yaratılış'ta,
"dünya üzerindeki ilk yiğit adam" (Yaratılış 10:8) olarak anılır. Büyük olası­
lıkla onun ilk kral olduğu söylenmek istenmektedir. Yönettiği en önemli şe­
hir, Doğu'dan göç eden erkeklerin Şinar topraklarında kurduğu Babil şehridir
(Yaratılış 1 1 :2) . Burada Kabil' in, Eden'in doğusunda avare avare dolaşmasına
gönderme yapılıyor gibi.76 Bu insanlar oraya vardıklarında tuğlalar yapıp on­
ları pişirirken (Yaratılış 1 1 :3) birbirlerine şöyle derler: "Haydi, kendimize bir
kent kuralım. Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne
dağılmayız" (Yaratılış 1 1 :4). Şehir inşasına zaten iyi gözle bakmayan Tanrı,
daha büyük çapta bir işbirliğini ve dolayısıyla daha karmaşık bir medeniyeti

38
mümkün kılan dilsel birlikten rahatsız olur: "Tek bir halk olup aynı dili ko­
nuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek,
hiçbir engel tanımayacaklar" (Yaratılış 1 1 :6). Tanrı insanların çizgiyi aşmasını
önlemek için "dillerini karıştırır" ki "birbirlerini anlamasınlar" (Yaratılış 1 1 : 7)
ve sonra onları dağıtır. Yahve'nin dilleri karıştırması, yalnızca Yahvist'in çizdiği
gerici kültürel tarih resminin bir diğer örneği olmakla kalmaz, aynı zamanda
kültürel ilerlemeye ve şehir medeniyetine karşı muhalif bir duruştur.
Şimdiye kadar Yahvist'in, maddi kültürün icadını -deriden yapılan giysiler
haricinde- asi insanlara atfettiğini gördük. Karşıtlık oluşturacak biçimde, Şit
ve Nuh'un soyundan gelen erdemli insanlar, Tanrı'nın hukukunu almak dı­
şında herhangi bir kültürel yenilikle anılmazlar. Yahvist, MÖ il. ve 111. yüzyıl­
larda Yahudiler tarafından önemli bir kültür kahramanı olarak görülecek olan
Yeret'in oğlu Hanok'tan (Kabil'in oğlu Hanok ile karıştırılmamalıdır) sadece
kısaca bahseder ve ona herhangi bir buluş atfetmez. Rahip yazar, Yahvist'in
Hanok anlatısını genişlettiğinde bile, sadece Metuşelah'ın babası olduğunu ve
oğlunun doğumunu takip eden üç yüz yıl boyunca ilahi varlıklarla (ha'elohim)
birlikte yürüdüğünü, sonrasında ise Tanrı'nın "onu yanına aldığını" öğreni­
riz (Yaratılış 5:21 -24). Rahip yazar, Hanok betimlemesini, tanrılardan aldığı
bilgiyi ve kehanet tekniklerini insanlara vermesiyle bilinen Sümer mitoloji­
sindeki tufan kahramanı Enmeduranki'nin bir versiyonuna dayandırmış ola­
bilir;77 fakat yine de bu vahiylerin herhangi birini Hanok'a atfetmekten geri
durmuştur.
MÖ il. yüzyılda önemli bir diğer kültür kahramanı haline gelecek olan İb­
rahim' e, Tanah' ın yazarları hiçbir kültürel buluş ya da vahiy atfetm�. Örneğin
Yaratılış'ın on ikinci bölümünde Tanrı'nın Vaat Edilmiş Topraklar'a gitmek
üzere neden İbrahim'i seçtiği söylenmez; ona sadece oraya gitmesi söylenmiş
ve ondan yüce bir ulusun meydana geleceği sözü verilmiştir. Vaat Edilmiş
Topraklar'a gitmek üzere yola çıkmadan önce, daha sonraki geleneksel riva­
yetlerde olduğu gibi kendi ülkesinin insanlarının putlarını reddetmez ya da
yıldızlara bakarak tektanrıcılığı sezmez.
Özede, Tanah'ın Yahvist bölümünde yer alan kültür etiyolojilerinde üç ge­
nel tema gözlemleyebiliriz. İlk olarak, insanlar karşı konulamaz bir biçimde
kendi kültürlerinin yaratılmasından sorumludurlar. Tanrı, İsraillilere rehberlik
yapmak ve yasaları vermek dışında, insanlara maddi kÜltüre ilişkin yalnızca
bir nesne vermiştir: Deriden yapılmış giysiler. Bu durum, kültürel kökenlere
ilişkin erken dönem Yakındoğu ve Yunan mitlerine belirgin bir biçimde ters
düşer, zira bu mitlerde tanrılar insanlara maddi kültürü cömertçe bağışlar.

39
İkinci olarak, maddi kültürün gelişimine olumsuz bakılır. Deriden yapılmış
giysileri bir kenara bıraktığımızda, maddi kültürün gelişimi en iyi ihtimalle
günahların cezalandırılmasıdır. Eğer günahkarlar Adem gibi tövbe ederlerse
cezalarını kabul edecek ve daha fazla günah işlemeyecek ya da buluş yapma­
yacaklardır. Dolayısıyla Adem'in oğlu Şit ve onun erdemli soyu çiftçi olarak
kalır ve yeni şeyler icat etmez. Günahların cezalandırılması en kötü ihtimalle,
aynen Kabil'in evlatlarında olduğu gibi, daha çok buluşa ve daha çok güna­
ha sebep olur. İki durumda da kültürel gelişme, cennet ortamından gittikçe
uzaklaşmaya eşlik eder.
Kendi sefaletlerinden insanlar sorumludur ve Tanrı durumlarını iyileştir­
mek için çok az şey yapmıştır. Bu, Hesiodos'un, insanların cezalandırılmasın­
dan sonra gelen toplumsal çöküş tasvirine benzer. Yahvist gibi o da çöküşü
metalurji, şiddet ve kültürel gerilemeyle bağdaştırır (bu tema ayrıca, Babil
sürgününden sonra yazılmış en eski Yahudi kutsal metinlerinden biri olan
Gözcüler Kitabı'nda da yer alır -bkz. İkinci Bölüm}.
Üçüncü olarak, Tanah'ta medeniyetin kökenlerinin hikayesi, Mezopotam­
ya mitolojisinde yer alan temaları -gerek açıkça gerek gizliden gizliye- tersi­
ne çevirir. Mezopotamya mitolojisinde insanların hayvanlarla akrabalığından
acı duyulur ve medeniyete götüren bilgileri edinmek iyi bir şeydir. Yaratılış'ta
hayvanlarla yaşamak iyidir ve medeniyete yol açan bilgi günahın sebebi ve so­
nucudur.78 Mezopotamya mitolojisinde medeniyet tanrıların bir hediyesidir;
Yaratılış'ta ise bir insan buluşudur.79 Mezopotamya mitolojisinde insanlar en
yüksek kapasitelerine şehirlerde yaşarken ulaşırlar; Yaratılış'ta ise oralarda en
düşük noktaya gelirler.80 Babil'in inşası muazzam bir insani başarıdır fakat
Yaratılış'ta bu, insanın kibrinin göstergesidir. 8 1 Kısacası, Mezopotamya mito­
lojisinde olaylar kötü başlar ve gittikçe iyileşirken,82 Yaratılış'ta ( 1 :3 1 ) her şey
"çok iyi" başlar ve gittikçe kötüleşir.
Hendel'in de iddia ettiği üzere bu karşıtlıklar Yahvist'in, Babil mitolojisi­
nin önemini ve ihtişamını azaltmak amacıyla, tarihyazımıyla ilgili birtakım
stratejiler kullandığını gösterir ve dolayısıyla metni Yahudilerin Babil'den sü­
rülüşü sırasında yazdığını ima eder.83 Öyleyse Yahvist'in anlatısında Tarırı'nın
halkının, ancak kurucusu İbrahim doğduğu topraklar ve medeniyetin beşiği
olan Mezopotamya'dan ayrılıp Vaat Edilmiş Topraklar'a gittiğinde tamamen
kurulmuş olması pek de şaşırtıcı değildir.84 Tanah, ancak bu noktadan sonra
şehir medeniyetine ve insan buluşlarına -ya, da en azından İsrail'le ilişkilendi­
rilenlere- daha olumlu bir bakış açısı geliştirir.85

40
Sonuç
İncelediğimiz metinlerde tanrılar (bazen insan ya da yarı-insan muhataplar
aracılığıyla), olumlu biçimde yansmlan ve yoktan var edilen bir medeniyetin
gelişimini sağlayan faillerdir. Kuşkusuz bu ana modelden birtakım sapmalar
olmuştur; örneğin Mezopotamya mitolojisinde kil tableclerin üzerine yazı yaz­
mayı keşfeden insan-kral Enmerkar ya da yazıyı "bulan" Mısır tanrısı Thoth
gibi. Fakat ana model, Mezopotamya'dan Yunanistan'a, MÔ IV. binyıldan I.
binyılın başlarına kadar geçerlidir. Bu modelden sapmaların en önemli iki ör­
neği olan Hesiodos ve Yahvist'in miclerinin çıkış noktaları daha geç bir tarihe
dayanır ve kültürel kökenleri salt tanrıların işi olarak düşünme hususunda
bir değişime işaret ederler. Hesiodos bir tanrıyı medeniyetin doğuşunun faili
yaparak standart modele sadık kalır. Öte yandan sonral<l kültürel tarihi, yeni
gelen her bir insan neslinin, yarattığı maddi kültürle (özellikle de metalurjiyle)
insanlığın çöküşünü hızlandırdığı bir gerileme olarak betimleyerek bu model­
den ayrılır. Yahvist, Tanrı'yı yaratıcı süreçten tamamen çıkarır ve insanların
günahları ile kültürel yaratım, özellikle de metalurji arasında daha güçlü bir
bağ kurar. İki yazar da medeniyetin hor görülmesi konusunda hemfikirdir ve
onu insanlığın Tanrı'nın gözünden düşüşünün bir sonucu olarak resmederler.
Dolayısıyla, medeniyet tarihinin çok erken dönemlerinde, medeniyete ilişkin
hoşnutsuzlukların örneklerine sahibiz, Kültürel gelişmeye ve ona eşlik eden
şiddete bu kadar kötümser yaklaşan iki ismin, üç büyük imparatorluğun (Yu­
nan, Roma ve Arap) kültürel kanonlarının büyük bir bölümünü oluşturacak
eserler yazmış olmaları ironiktir.

Notlar
Nelson ve Grene, God and the Land, 38. İlk epigraf, Kramer, Sümer Mitolojisi,
5 1-52'den alınmış bir III. binyıl Sümer şiiridir. Çeviri ve biçimlendirme Kramer'e
aittir. Üç noktalar, orijinal metindeki boşlukları ifade eder. [Samuel Noah Kramer,
Sümer Mitolojisi, çev. Hamide Koyukan, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 1999, 103-
104].
2 Castellino, "Origins," 93; Van Seters, Prologııe, 66.
3 Jacobsen, Treasıtres, 2 1, 26, 73.
4 age. 80-84.
5 age. 100-10 1.
6 Kramer, Sttmerian Mythology, 5 1-52; bkz. Jacobsen, Treamres, 103.
7 Jacobsen, Treasttres, 1 1 1.
8 Kramer, Sttmerian Mythology, 53-54. Bir çoban ile bir çiftçi arasındaki bu kar-

41
deş kavgası, Kabil ile Habil'in hikayesini anımsatır. Çiftçilik, şarap ve sarhoşluk
arasındaki bağlantı aynı zamanda Nuh'un hikayesini çağrıştırmaktadır (aşağıya
bakınız).
9 age. 59-62; bkz. Jacobsen, Treasures, 1 1 5.
1 O Kramer, Sumerian Mythology, 64-66; ve Kraemer ve Maicr, Myths ofEnki, 59-
63'te yer alan daha yakın tarihli çeviriye bakınız.
1 1 Kramer, Sumerian Mythology, 66; Kraemer ve Maier, Myths ofEnki, 62-63.
12 Neden bilimi -çn
1 3 Reiner, "Seven Sages," 6, 9-1 0; Hallo, ''Antiquity," 1 76; Dalley, "Near Eastern
Myths," 49-50;
Dalley, "Semiramis," 13; Lenzi, "Uruk Lise."
14 Kvanvig, Roots, 193.
15 Lenzi, "Uruk List," 1 49-5 1 .
1 6 Lamben, "Poultices"; Greenfield, "Apkallu," 72.
17 Greenfield, "Seven Pillars," 1 6.
1 8 Dalley, Myths, 5 1 .
1 9 age. 1 12.
20 age. 50. Gılgamış'ın seyahatlerinin gizli bir kaydı olduğunu öne süren Gılgamış
Destanı'nın standart Babil versiyonu da bu gizli bilgiler motifinden faydalanır
(Michalowski, "Commemoration," 79).
21 Çeviren Black ve diğerleri, Elektronik Metin (http://etcsl.orinst.ox.ac.uk/cgi-bin/
ercsl.cgi; 2 Ocak 201 0'da erişildi), 500-5 1 4 no'lu satırlar. Bkz. M ichalowski,
"Commemoration," 83-84.
22 Aşağıda kaynakçası verilen Vendidad, büyük olasılıkla Akameniş döneminde (MÖ
550-330 dolaylarında) yazılmış olmakla beraber çok daha eski bilgileri muhafaza
eder (bkz. MacKenzie, "BundahiSrı," Encyclopedia lranica içinde).
23 Anon., Vendidad 20. 1 (Zend-Avesta içinde, böl. 1 ) .
24 age. 20.3-4. Fargard 7.44 üç çeşit doktor olduğunu belirtir: bıçakla iyileştirenler,
şifalı bitkilerle iyileştirenler ve "Kutsal Söz"le iyileştirenler.
25 age. 2.2-3. Dinkerfe göre, Yima'nın Ahura Mazda'nın dinini reddetmesinin sebe­
bi "eskilerin dinine bağlılığı" dır. Dinkert Yima'nın, "dünyayı geliştirmek, geniş­
letmek ve böylelikle iyileştirmek amacıyla diğer şeyler üzerine" Ahura Mazda'dan
eğitim almayı kabul ettiğini de belirtir. (Dinkert, 8. kitap, 44. bölüm, West, Pah­
lavi Texts içinde, 4. kısım)
26 Vendidad2.4-6.
27 age. 2. 1 1-38.
28 Prirchard, Ancient Near Eastern Texts (bundan sonra ANET olarak kısaltılacaktır) ,
120-25. Yakın tarihli bir çevirisi için bkz. Hoffner, Hittite Myths, 38-6.
29 En yeni derlemeler ve çevirilerden biri için Hoffner'in Hittite Myths isimli kitabına
bakınız.
30 Ras Şamra metinlerinin keşfinden önce Kenan mitolojisinin ana kaynağı, Byblos-

42
lu Philon'un Fenike Tarihi idi (MS I. yüzyılın ikinci yarısında). Philon, kitabın,
Troia düşmeden önce yaşamış olan Fenikeli Sankhuniathon tarafından yazılmış
bir Fenike metninin Yunanca çevirisi olduğunu iddia ediyordu. Bu eserde çok sa­
yıda kültürel yenilik insanlara atfedilir; Sankhuniathon'a göre bu insanlar başarıla­
rından dolayı daha sonra ilahlaştırılmıştır. Daha sonra göreceğimiz gibi, Philon'un
kitabındaki kültür etiyolojileri Troia düşmeden önce yaşamış birinin değil, He­
lenleşmiş bir yazarın kaygılarını yansıtır. Bu durum, metindeki diğer ipuçlarıyla
beraber, eserin hem yazarından ve hem de döneminden şüphe duyulmasına sebep
olur. Antik Çağ mitlerinin Roma döneminde yeniden ele alınması tartışmasına
geldiğimizde, bu metindeki etiyolojileri daha kapsamlı inceleyeceğim.
31 Bkz. ANET, 1 40.
32 age. 1 29, 133-35.
33 age. 1 32.
34 age. 1 3 1 .
35 age. ı s ı .
3 6 Dalley, "Near Eastern Myths"ta (59), henüz keşfedilmemiş Kenan yaratılış hikaye­
lerinin olabileceğine
ilişkin bazı ipuçlarını tartışır.
37 Bkz. "The Creation of Atum," ANET içinde, 3; ve "Thebes as the Place of Creati­
on," ANET içinde, 8.
38 ANET, 4 1 7.
39 Fakat XII. yüzyıla ait Teb kökenli bir metinde, hem insanların hem de tanrıların
bu temel ihtiyaçlara bel bağladığından bahsedilir. Bu metinde Osiris, üst-tanrı
Ra'ya, kendisinin (Osiris), tanrıları yaşatmak için arpa, bir tür buğday ve büyük­
baş hayvanlar yarattığını ve bunlardan ötürü oğlu Horus' a iltimas geçilmesi gerek­
tiğini belirtir (ANET, 1 6).
40 age. 5.
41 Metnin içeriği daha eskilere dayanıyor olabilir fakatJunge' un "Zur Fehldatierung"da
fılolojik sebeplere dayanarak iddia ettiği üzere, metin Yeni Krallık'tan (MÔ XVI.­
XI. yüzyıllar) kalma materyalin Geç Hanedanlık Dönemi'nde (MÔ V II.-IV. yüz­
yıllar) bir araya getirilmesinden oluşan bir derlemedir.
42 Boylan, 7hoth, 98-1 00; Derrida, "Plato's Pharmacy," 1 37n4; Bleeker, Haothor and
7hoth, 1 40-4 1 ; Senner, Origins, 1 0-1 1 ; Zhmud, Origins, 33-34.
43 Boylan, Thoth, 99, 1 00, 1 03.
44 Zhmud, Origins, 34n50.
45 Wildung, lmhotep; Redford, "Review," 1 72.
46 Wildung, lmhotep; Redford, "Review," 1 72-73.
47 Athanassakis, Homeric Hymns, 8 1 .
4 8 age. 5. 1 2-1 5 (43).
49 age. 89.
50 age. 5. 1-7 (56).

43
5 1 Aiskhylos, Prometheus Boımd (Zincire Vurulmuş Promethetts), 50 1-4, WOrks içinde.
52 Homer, Odysseia 6.233.; bkz. Athanassakis, Homeric Hymm, 82, 83. Atina'da me­
tal işlemeciliğiyle uğraşanlar her sene Athena'nın şerefine bir festival düzenlerlerdi
ve tanrıçanın en bilinen lakaplarından biri de Ergane, yani "iş yapan kadın"dı
(Athanassakis, Homeric Hymm, 82).
53 Yakındoğu kültür mitlerinde olduğu gibi, Yunan tanrılarını harekete geçiren şey,
genelde diğerkamlık duygusuydu. Fakat kültürün bencilce bir sebeple hediye edil­
diğine dair bir örnek bulunur: Athena ve Poseidon'un Atinalıların sevgisini ka­
zanmak için girdikleri rekabet. Poseidon halka tuzlu su kaynağı, Athena ise zeytin
ağacı teklif eder (bkz. Agard, ''.Achens' Choice," 1 4).
54 Hesiodos, Theogony (7'7eogonia), 535-69; Hesiodos, WOrks and Days (işler ve Gün­
ler), 44-50, 1 08-25, Evelyn-White, Hesiod içinde. Clay (Cosmos, 125-26) Zeus,
ateşi ellerinden almadan önce de insanların ona sahip olduğu, Prometheus'un ateşi
sadece geri getirdiği tahmininde bulunur.
55 Blundell, Origim, 1 8.
56 Hesiodos, işler � Günler, 1 50-55.
57 Tarihi büyük olasılıkla MÖ II. binyıla dayanan fakat I. binyıl tabletlerinde günü­
müze ulaşan bir eser olan Enuma Eliş'te, benz�r şekilde, Babil tanrısı Marduk {ya
da Bel) gökyüzünün sularıyla dünyayı ayırır, kuru toprak yaratır, takımyıldızları
ve ayı, dağları ve nehirleri ve son olarak insanları meydana getirir (Dalley, Myths,
255-60). Enuma Eliş ile Yaratılış arasındaki paralelliklerin bir analizi için bkz.
Heidel, Babylonian Genesis ve Gmirkin, Berossus and Genesis, 92- 100.
58 Daha fazla açıklama için bkz. Kawashima, "Homo Faber," 486-47.
59 Hıristiyanlık öncesi dönemde yaşayan Yahudi yazarlar kesinlikle bu fikirdeydi:
Adem'i peygamber olarak görmüyorlardı {kaynakların bir listesi için bkz. Ginz­
berg, Legends 5:83n29). Adem'in, isimleri peygamberlere mahsus bir bilgi ola­
rak Tanrı'dan aldığı iddiasını yalnızca Hıristiyan yazarların eserlerinde görüyoruz
{erken dönem Hıristiyan metinlerinden bazıları için bkz. age. n. 30) . Adem'in
peygamber olduğuna dair Hıristiyan görüşü, Yaratılış 2:2 1 'in Yunanca çevirisine
dayanır. İbranice metinde Tanrı, Havvayı yaratmak için Adem'in kaburga kemi­
ğini çıkarttığı sırada onu "derin bir uyku"ya (tardemah) yatırır. Septıtagint bu ifa­
deyi "vecd" (ekstasin) olarak çevirir. Hıristiyanlık gelmeden önce yaşamış Yahudi
yazarlardan biri olan Philon, Adem'in, bu vecd durumunda "felsefe yapmış" ola�
bileceğini yazsa da, bunun, "kendi iradesiyle bir şey söylemeyen, söylediği her şey
garip olan ve başka biri tarafından yönlendirilen" bir peygamberin vecdine ben­
zemediğini belirtmeye dikkat eder (Philon, Quis rerum divinarum heres, 5 1-52,
Complete WOrks içinde). Louis Ginzberg'in, Yaratılış 2:2 1 'in Septuaginc çevirisini
ve Philon'un onun hakkındaki yorumlarını, neden Hıristiyanlık öncesi dönem­
de Yahudiler arasında Adem'in peygamber olduğuna ilişkin bir görüş olduğunu
kanıtlamak için kullandığından emin değilim (bkz. Ginzberg, Legends 5:83n30;
Ginzberg yanlışlıkla Yaratılış 2:20'ye ve Philon'un Quis rerum'unun 52. bölümüne

44
referans veriyor).
60 Kawashima, "Homo Faber," 487.
61 Dalley, Myths, 52-56.
62 age. 1 38 .
63 Burada ve başka yerlerde Tanah'ın çevirileri için revize edilmiş standart versiyonu
· (RSV) kullandım. [Türkçe çeviride kullanılan metin: Kutsal Kitap, İstanbul: Kita-
bı Mukaddes Şirketi, 2007].
64 Maccoby, Sacred Exectttioner, 57.
65 age. 1 3 .
66 Hieberc, Landscape, 41-44. Bazı araştırmacılar Kabil'in soyuyla ilişkilendirilen
teknolojinin, onların çöl göçebesi olduklarını gösterdiğini iddia etmiştir (bkz. örn.
Westermann, Genesis 1-1 1 , 324; Gunkel, Genesis, 5 1-52) . Diğerleri Kabil'in, ya
da ayeti farklı biçimde okuyarak oğlu Hanok'un, şehir inşa faaliyetlerine odaklan­
mış ve Kabil'in soyundan gelenlerle ilişkilendirilen teknolojilerin şehirlerle ilgili
faaliyetler olduğunu belirtmiştir (Castellino, "Origins," 93; Hallo, ''Antediluvian
Cities," 64-65). İlk yorum daha doğru gibi duruyor, zira Theodore Hieberc'in
de açıkladığı üzere, ikinci yorum Kabil'den (ya da Hanok'tan) sadece arızi bir bi­
çimde şehir kuran biri olarak bahsedilmesine dayanır ve Yaratılış anlatısının geri
kalanında tarımcılığa yapılan genel vurguyu görmezden gelir (Hieberc, Yahwist's
Landscape, 42).
67 Sawyer'in önerisi üzerine miqhenasin RSV çevirisini "sürü"den "mal"a değişcirdim
(Sawyer, "Cain," 1 60) .
68 age. Kabil soyundan gelenlerin mesleklerine ilişkin diğer çağdaş görüşler için Saw-
yer'in kitabındaki 63 no'lu dipnotta yer alan referanslara bakınız.
69 age. 1 60 .
70 age. 1 6 1 .
71 Hiebert, Landscape, 44.
72 Castellino, "Origins," 93; Hallo, ''Antediluvian Cities," 64-65.
73 Sawyer bunun, metal işleyen geçici bir Edom topluluğuna gönderme olabileceğini
iddia eder ("Cain," 1 59-62).
74 Hallo, ''Antediluvian Cities," 64.
75 Hiebert, Landscape, 42.
76 Ellis, Yahwist, 1 33.
77 Vanderkam, Enoch, 35-45.
78 Gmirkin, Berossıts and Genesis, 1 0 1-2.
79 Kawashima, "Homo Faber," 485, 492. Yukarıda ana hatları verilen kanıtlar göz
önünde bulundurulduğunda, Kawashima'nın, Yahvist'in "insan edinimlerini ço­
ğunlukla olumlu bir biçimde yansımğı"na (499) yönelik iddiasını korumak ol­
dukça güçtür. Bu edinimlerin "ahlaki muğlaklıktan muaf olmadığını" kabul eder
fakat bu yeterli değildir.
80 Hende!, "Mesopotamian Problem," 29.

45
Another random document with
no related content on Scribd:
Isaac smiled. His precautions, then, had clearly not been unneeded.
You can’t trust le-ady with high political secrets. He smiled again,
and muttered complacently: ‘Quite right, quite right, Rosie.’
‘When can I see you again, me darlin’?’ Rosie inquired anxiously.
Isaac bethought him in haste of a capital scheme for removing
Rosina to-morrow evening from the scene of operations. ‘You can
get away to-morrow?’ he asked with a cunning leer. ‘About eight
o’clock at me house, Rosie?’
Rosie reflected a moment, and then nodded. ‘Aunt Clemmy will do
de missy hair,’ she answered slowly. ‘I come down at de time, Isaac.’
Isaac laughed again. ‘Perhaps,’ he said, ‘I doan’t can get away so
early, me fren’, from de political meetin’—dar is political meetin’ to-
morrow ebenin’ down at Delgado’s; but anyhow, you wait till ten
o’clock. Sooner or later, I is sure to come dar.’
Rosina gave him her hand reluctantly, and glided away back to the
house in a stealthy fashion. As soon as she was gone, Pourtalès
flung his head back in a wild paroxysm of savage laughter. ‘Ho, ho,
ho!’ he cried. ‘De missy, de missy! Ha, ha, I get Rosina out ob de
road anyhow. Him doan’t gwine to tell nuffin now, an’ him clean off
de scent ob de fun altogedder to-morrow ebenin’!’
STATION No. 4.
Standing at the corner of two unimportant streets, in Philadelphia,
U.S., and having no external features to distinguish it from the
numberless stables and coach-houses in its vicinity, except the
words ‘Station No. 4’ painted in large black letters on its gray door,
its unpretentious exterior gives no hint of the marvels to be found
within. Yet, for all its modesty and seeming indifference to
appearances, Station No. 4 is no whit behind its more elaborate
fellow-stations in matters of organisation and interior economy, down
to the minutest details of drill and machinery; and the fine stalwart
lads, whose acquaintance we are about to make, have shown their
pluck and training in many of the most destructive fires which from
time to time have ravaged the Quaker City.
As is usual in America, no order or official introduction is requisite to
insure sightseers a welcome and the fullest explanation of everything
of interest; nor is the application of the ‘silver key’ expected; while
the mere fact that the visitor is a foreigner, and more especially if he
prove to be an Englishman, is sufficient to secure him a hospitable
reception and a more than ordinarily courteous escort. Our rap on
the door-panel is instantly followed by the appearance of a sturdy,
good-looking young fellow in a plain uniform of dark-blue cloth, under
whose guidance we are soon deep in the mysteries of electric
signalling, self-adjusting harness, and all the thousand-and-one
ingenious contrivances for time-saving, which have long since made
the American fire-brigades the most efficient in the world.
We find ourselves in a long narrow building, some forty or fifty feet in
length, and ten or twelve in width. On one side is a staircase leading
to the upper floors; on the other, a narrow gangway, kept clear of
encumbrances, runs from end to end of the building. A wide
doorway, like that of a coach-house, opens upon the main street;
and at the farther end, facing the doorway, are three stalls, in each of
which stands a horse, wearing a blind-halter, but otherwise
unencumbered, and not attached in any way to the stall. A single line
of rails is laid in the floor from end to end, on which rest the wheels
of the engine and hosecart; for, unlike our English machines, the
engine does not carry either the hose itself or the men who work it, a
separate two-wheeled vehicle, something of the build of a small
wagonette, being employed for this purpose. This hosecart stands in
front of the engine, and carries, besides the long coil of tube, all the
appliances, such as axes, ropes, &c., which are likely to be needed
at a fire; and a couple of the portable chemical engines, known as
Extincteurs, packed away in boxes beneath the seats. Both engine
and hosecart are furnished with large clear-toned bells, and it is the
duty of one of the men to keep these bells ringing during the whole
journey to a fire, as a warning to all other traffic to leave the car-
tracks in the centre of the street clear for the passage of the engine.
The clamour of these bells, as, in the dead of night, engine after
engine rushes at full gallop through the streets, is one of the most
impressive accompaniments of a great fire, and is a far more
effectual means of clearing a crowded thoroughfare than the shouts
of the firemen, so familiar to a Londoner’s ears.
Having exhausted the hosecart, and shown how carefully all its
equipments are packed so as to combine the minimum of space with
the maximum of availability, our guide passes on to the engine itself,
for which he seems to entertain as much affectionate pride as if it
were a living pet. It stands immediately behind the hosecart, allowing
a space of about three feet between the end of its pole and the back
of the cart. The driving-seat is very high, and gives room for one man
beside the driver, all the rest of the force having their allotted seats in
the cart. The engine itself, a powerful steamer, is as handsome an
object as bright paint and brilliantly polished metal can make it; and
no one, judging from its spick-and-span appearance, would credit it
with the yeoman service it has done in many a conflagration.
Beneath the boiler, the fire is already laid, with wood soaked in coal-
oil and a substratum of highly inflammable ‘kindling,’ ready to spring
into a blaze on the smallest conceivable provocation. The boiler is
connected by a tube with a large stationary boiler in the cellar
beneath, and a constant supply of hot water passes from the latter to
the former. This tube being automatically severed from the engine
the instant an alarm is sounded, and the engine-fire kindled at the
same moment, a sufficient pressure of steam for the pumps is
generated long before the scene of the fire is reached, and so again
valuable time is saved.
Our attention is next drawn to the harness, which is suspended from
the ceiling exactly over the places occupied by the horses when
attached to the engine and cart. Great ingenuity is displayed both in
the construction of each part of the trappings and in the
mathematical accuracy with which it adjusts itself to the exact spot of
the horse’s anatomy which it is intended to occupy. The collars are of
iron, hinged at the topmost point, and having a clasp like that of a
lady’s bracelet to close them beneath the horse’s neck. When
hanging, they are open to their full extent; and as they descend upon
the horse, they close and snap by their own weight. The polechains
are attached by spring snaps to the collars, and this is the only part
of the harnessing which has to be done by hand after the alarm
sounds. The entire harness for each vehicle is suspended by a
single cord, which merely requires a touch of the driver’s hand, when
he reaches his seat, to adjust and liberate the whole.
Against the wall, close by the door, and well in view from the foot of
the staircase, are a large gong, a clock, and a glass-covered dial, the
last bearing the numbers which indicate all the sections into which
the city is divided for the purposes of the brigade. At the further end
of the building, as already mentioned, are the horses, clever, well-
trained, serviceable-looking animals, of which our guide has much to
say, his anecdotes and manner of speaking of them showing that
they are as great favourites with the brigade as their engine itself.
The big sturdy fellow on our right, as we stand facing them in their
stalls, does duty between the shafts of the hosecart; the others, a
well-matched pair so far as size and strength go, belonging to the
engine.
As yet, our cicerone is the only member of the force whom we have
seen, the rest being ‘off duty,’ and spending their leisure hours in the
comfortable reading-room on the first floor. But now our guide
disappears for a moment, and presently returns with an older man,
whom he introduces as the superintendent of the station. The latter,
after a few minutes’ chat, in the course of which we manage to pay
one or two well-merited compliments to the American system,
volunteers to indulge us with a private view of the working of the
station. Placing us so as to insure fair-play to the men and horses,
and assuring us that no one in the building but ourselves is in the
secret of his intention, he approaches the gong, and touches a
spring which sets the electric current working. The transformation is
instantaneous. The gong sounds sharply; the doors of the stalls fly
open; a whiplash, suspended like the sword of Damocles over the
hosecart horse’s flanks, descends sharply, and sends him off down
the narrow gangway at a swinging trot. His companions follow, and
range themselves in place on either side of the engine-pole. The
harness falls into place obedient to the touch of the driver, who, with
the rest of the men, has glided from the floor above, and has already
swung himself to his seat. Two others clasp the chains to the collars;
and in another instant each stands ready to mount to his place in the
cart the moment the word is given to start. Glancing at our watches,
we see that the whole time since the first stroke of the gong is
exactly eight seconds—an almost incredible illustration of what can
be done by perfect organisation and careful drilling.
The private rehearsal being now at an end, the reverse process
follows, with scarcely less despatch and mechanical regularity; and
almost before we have realised the completeness of the
preparations, the horses are once more in their stalls, the men have
returned to their occupations above-stairs, and the usual orderly
aspect of things is restored, within one minute from the sounding of
the alarm. The superintendent is well pleased with the admiration
and applause his little performance elicits, and now proceeds to
point out one or two minor details which had escaped our notice. He
shows that the clock has stopped—registering the exact moment at
which the call sounded—explains the machinery by which the
electric current throws open the doors of the building and of the
horses’ stalls—points out how the precise locality of the fire is shown
by the number of beats on the gong and by the numbered dial; how
the tube which supplies hot water to the boiler has been closed and
disconnected; and finally, conducting us upstairs to the dormitory,
how the gas in the chandelier is turned on and ignited by an electric
spark, so as to avoid delay in case of a night-alarm.
And so at length, rather exhausted by then having exhausted the
wonders of the place, we bid our friendly guide ‘good-day,’ and once
more find ourselves in the street. Station No. 4 has resumed its
unpretentious aspect, and as we turn away, we can hardly credit that
commonplace exterior with such marvellous contents. It is as if we
had been admitted for a brief space to the Palace of Enchantments
of some fairy tale or Arabian Nights’ story, and it is difficult to realise
that we have only been behind the scenes of one of the hardest-
worked departments of a nineteenth-century police.
Each Company is responsible only for attendance upon calls within
certain fixed limits, except in the case of a general call. But as every
summons rings in every station, the organisation is kept in perfect
order by the frequency of the alarms. In connection with the fire
brigade there is also a Patrol or Salvage Corps, whose quarters are
similarly equipped in all respects; while the arrangements for the
comfort and recreation of the staff are rather better, and the number
of hands employed considerably larger than in the individual
stations. The importance of efficiency in both departments may be
judged from the fact that, as our guide informed us, the calls to
actual fires, upon Station No. 4, average about twenty per month
during the long winter season.
WHERE THE TRACKS LED TO.
IN FOUR CHAPTERS.—CHAP. II.
The very next day the office porter at Thurles & Company—I never
heard who the ‘Company’ was—received orders to go to Bristol on
some errand for the firm, and wait for a packet, which he was to
bring back with him. Thurles & Company had two out-of-door porters
or messengers; but this was the man who attended to the head-
clerk’s room, to the counting-house, and, of course, on Mr Thurles.
He went, and I suppose his employers had written to the Bristol
people asking them to keep the man down there for a while, as he
was gone a very long time. In his absence, another person had to be
appointed to perform his duties; and I may as well say at once that I
was the temporary porter, and that the regular party had been
purposely sent away to make room for me. Dressed in plain brown
livery, with brass buttons, wearing a false pair of whiskers—I shaved
quite close in those days—with collar and tie as much unlike my
usual style as could be, without anything like a caricature, I was not
easily to be recognised, even if—as was hardly probable—some of
the clerks had ever seen and known Sergeant Holdrey of the
metropolitan police. There were not many clerks at Thurles &
Company’s, so on the first day of my taking office I knew them all.
My inexperience in my duties occasioned me, and others too, some
inconvenience at first, and would have been much worse but for a
little assistance I derived from a clerk who observed it—a young
fellow named Picknell. I had noticed him when I first went in, and did
not like his looks. He was short and thin, very dark-complexioned like
a gipsy, with eyes that you couldn’t fix, and couldn’t say whether they
were watching you or not; and I never could make up my mind from
first to last as to whether he had or had not a cast in his eye.
However, he took compassion on me, and told me several things
which were useful, and from the first seemed to take an interest in
me. Well, on this day I could do but little. I kept my eyes open;
noticed the manner and style of the clerks, and of the porters as well.
These latter had not been suspected; but they were none the less
likely to have been in the job, and of course I noticed thoroughly the
window and its position as regarded the safe.
Mr Thurles had said the robbery must have been committed by some
one whose appearance was familiar to the people in the
neighbourhood, as he would certainly be noticed; but after seeing
the premises, I did not agree with him. The entry was made in just
the way a regular ‘tradesman’ would have done it; but this was no
guide, if the place had been prepared for him.
I went home to think over the matter and to decide what my first
move should be. I was going round a crescent which lay in my road
home, when I was startled by seeing two figures cross the farther
end, and, as they passed under the light of a lamp, I could have
sworn that one was my Winny; the other was a man I could not
recognise. I laughed at the fancy, however, as it was impossible that
my girl should be there; and I had turned down a street which led to
my place, when, by a sudden change of mind, I turned sharply round
and went in the direction where I had seen these persons. But just
there the crescent joined a large and busy thoroughfare, in which it
was easy to lose any one; at anyrate, I could see nothing of them,
although I walked first on one side and then the other for several
minutes. Once I thought I saw a couple resembling them enter a
shop, and I hurried up, only to find, when close to them, that these
were not in the least like the persons I thought I had seen.
This incident disturbed me more than I could account for, and do
what I would, I could not help thinking of it all the way home; and as I
put my key in the door, my heart fluttered in such a way as it had
never done with more serious business. It was an immense relief to
me to find Winny there and my tea waiting for me as usual.
‘What has been troubling you, father?’ she said, as I took off my hat
and coat. ‘You look harassed.’
‘Well, I am a little harassed, Winny. I don’t like being taken from
home again.’ I had determined to say nothing about the crescent
incident, of which I began to feel a trifle ashamed.
I made up my mind to have a nice enjoyable Christmas, for the
business of Thurles & Company was not of the kind to demand my
running about without rest, and, in honest truth, I did not see how I
was to begin anywhere, so a day’s consideration would not hurt it.
We had a quiet day enough. My wife’s brother and his wife came to
tea and supper; as also did Dick Berry, an old comrade—pensioned
off like myself—and his wife. We had a cosy evening; but Winny and
I had our dinner alone. When it was over and I got my pipe, I could
not help thinking of very different times—when my poor wife was
alive—always so cheerful!—when the two boys, who died with the
scarlet fever, were still with us, and when Tom, my other boy, had not
gone to Australia. While I was thinking like this, I caught Winny’s eye
fixed on my own, and I supposed something of the same train of
fancy was in her mind, for she rose from her chair, threw her arms
round my neck, and—to my alarm, as well as my surprise, for she
was not a girl to give way—burst out sobbing.
I was upset for the moment; but rallying, I said: ‘Come, Winny, my
dear! We must keep up a better heart than this. I know you are
thinking of the past; but I would rather you, with all your life before
you, thought of the future.’
For the moment she was worse instead of better for this cheering up,
and I really thought was going to be hysterical; but she rallied herself
with a great effort, and after kissing me again and again, dried her
eyes, and laughed at herself for being so foolish.
We had no fresh outbreak; but, for all that, I was glad when my
friends dropped in and things became more generally cheerful. We
had our usual chat, our game at cards; although Winny was a
woman grown, she always looked for the ‘speculation’ at Christmas,
just as she had done when a child. We had our songs too; but over
these, I gave my old friend Dick, who was a beautiful singer—had
been better, I know, but was capital still—a hint not to make the
ballads too sentimental, consequently he left out Isle of Beauty,
which was his great favourite, and worth walking a mile to listen to.
So the evening passed off pretty well.
On the next day I was at Mr Thurles’ office again. Being Boxing Day,
there was only one clerk there. It was necessary, it appeared, to
keep the office open; but no particular business was expected to be
done. The clerk on duty was the young man Picknell. He was as
pleasant as before, and quite disposed to make the time pass
agreeably, so that the loss of my holiday should not be so bad after
all. He sent out for a bottle of wine, as on such a day, he said, no
one ever came after the morning; and being, it seemed, of an
abstemious turn, he meant it all, or nearly all, for me. Now, that was
kind of him; but, as it happens, I am abstemious also, and do not
care for anything in that way until the evening. However, to show that
I appreciated his kindness, I drank a glass or two. Also—it was a
waste of good liquor, I own—I threw a little under the grate while he
was out of the room. I wanted to please him, and at the same time to
keep my head clear.
To keep up the idea that I was enjoying myself, I allowed my tongue
to run somewhat more than usual. He was by no means displeased
at this, but rather encouraged it. I was at a loss how to introduce the
robbery. I wanted to get at the gossip and opinion of the office on the
subject; but it was a ticklish matter to begin upon, when the difficulty
was solved by Mr Picknell mentioning it. Mr Thurles had told me that
only a few of his people knew all the facts of the burglary; but if he
thought such a thing was possible, I did not, and would have betted
that every man in the concern knew quite as much about it as did his
master.
‘Through the window under which you are sitting, David,’ said Mr
Picknell—I was ‘David’ as the new porter—‘some thieves broke into
the office a little time back. We had a most mysterious robbery here.’
‘Then that must have been what I heard two of the gentlemen talking
about the other day,’ I answered. ‘Did you lose much, sir?’
‘I believe not a great deal,’ continued the clerk; ‘and why such expert
burglars as these must have been, should not have arranged for a
greater haul, no one can guess.’ He went on to tell me, very clearly,
how all was supposed to have been done, and in telling me this, he
mentioned Mr Godfrey’s name. He showed me where the young
man sat, and explained his duties. He touched only slightly upon
these things; yet it was quite clear from what he said that no one had
such facilities for knowing what was in the safe as Mr Harleston, and
no one could so easily have taken a cast of the keys. He did not say
this right out, yet he contrived to impress it all upon me as clearly as
though he had put it down in writing.
I was easily led, you may suppose, to talk upon this subject, and he
led me on accordingly. But, of course, if you lead a man anywhere,
you have to go first along the same path, hence, naturally, he had to
dwell upon the matter just as much as I did. Having learned so
much, I wanted to hear more about Mr Godfrey.
‘Why does not the young gentleman come here now?’ I asked. ‘I
understood he was engaged in the office.’
‘So he was,’ returned the clerk with a queer smile; ‘but things are not
pleasant just now.’
‘I should have thought Mr Thurles would have liked some
confidential person in his establishment,’ I continued; ‘it would be
very convenient.’
‘Perhaps he would,’ said Picknell, with another smile; ‘but sometimes
confidential persons know too much, and then, you see’—— He
broke off here, but of course I understood his hint.
Well, the day wore away pleasantly, after a fashion, and I strove to
see something like the ghost of a clue in what little I had already
gathered. It certainly looked rather suspicious as against Mr Godfrey,
and I resolved to pay some attention to him and his associates. And
then there were other things to be thought of, because I am not one
of those men who, having taken up an idea, try to make everything fit
in with that, instead of making my ideas fit the facts.
The first thing now to be done was to ascertain what expenses
young Mr Godfrey was running into and what companions he mixed
with. It was certain that it was not he who had paid in the forged bills;
and as those were lost, a good deal of the regular way of proceeding
was of no avail. Here, too, a hint or two from Mr Picknell came in
useful. It appeared that the young fellow had a great taste for
horseracing—or for betting on horseracing, which is not altogether
the same thing. This was important, and so were several other
scraps of information I picked up from the clerk.
In the little time that I was at home, I was sorry to see that Winny
was not yet her old self; and I determined that as soon as this
business was over, winter-time though it might be, she should take a
holiday, and we would go to some sheltered place on the south coast
for a fortnight, as I feared she was working too hard.
I now learned that Mr Harleston was supposed to be entangled with
some disreputable female acquaintance. Mr Picknell let this fall as
though by accident. I did not greatly believe in the accidental
character of the information, for I had soon decided that the clerk did
not like Mr Harleston; nevertheless, such news was valuable, as my
experience had long taught me that such an entanglement was
enough to account for anything.
I had not seen Mr Godfrey. This was indispensable, so I resolved on
a bold stroke, and determined to call at the house of Mrs Thurles
with some excuse, to ask for him. Well dressed up, I thought I was
safe; and luck befriended me. I had got up a clumsy story: it was to
the effect that I heard they were taking on people at Thurles &
Company, and I had been recommended to apply to him. It was
absurd enough, I know, to go to a gentleman in the evening on such
an errand; but in my case it did not matter, as the stroke of luck I
referred to saved me all trouble. I was opposite the house, at the foot
of the steps, turning over the beginning of the story in my mind for
the last time, when the door opened and a servant looked out.
Seeing me, by the light of the street-lamp, he beckoned and said:
‘Do you want to earn a shilling, my man?’ I said ‘Yes’ promptly
enough, and went up the steps; while the man, turning to a
gentleman whom I now saw in the hall, said: ‘Here is one who will
go, Mr Godfrey. The very chance! A tall, fine, handsome young
fellow, but without that air of resolution I like to see in a man’s eyes
and mouth.’ ‘A good enough fellow you are,’ I thought; ‘but could
easily be made a tool of by man or woman either.’
It appeared he had an appointment with a gentleman, but being
detained at home, would be an hour behind time; and to send word
to this effect was why he wanted a messenger. Mr Godfrey was man
of business sufficient to make sure of my doing my errand properly,
by adding a line to say I was to have a shilling on my giving the note
in. He told me this with a smile. As nothing particular came of the
message, I will merely say that I delivered it promptly and got my
money.
Now I had seen Mr Godfrey, I should not forget him easily. But what
struck me as strange was the feeling that I had seen him before. Of
course one may meet anybody, casually pass him in the street, and
so forth, retaining a vague recollection of his features; but this was
not altogether like that. I seemed to have some recent knowledge of
him, but where, or how, I racked my brains in vain to find out.
My plan was to watch Mr Godfrey. I had learned, I considered, all I
could at the office; the only thing to be done now was to find out
more concerning his habits and associates; therefore I gave up the
porter’s livery next day. To do this was not difficult, as one of the out-
door men was ordered to take my duty until the return of the regular
official.
I felt in duty bound to return Mr Picknell’s liberality, and to ask him to
have a glass with me at my expense; but I would not do this before
the other clerks, as the young man might not like it; consequently, I
waited until the men had left, and then, lingering outside for Mr
Picknell, I intended to speak to him when a little way from the office.
As I knew where he lived, I took up a position accordingly; but he
turned in an unexpected direction, and went quickly away from me.
This might easily happen from his having a special engagement; but
there was something in the manner of his crossing the road, and
then hurrying down a bystreet, which looked like a man
endeavouring to escape notice; and I made up my mind to follow and
watch, instead of speaking to him. It was not easy to keep him in
sight, so quickly did he go, and so suddenly did he turn down
unexpected streets, but I managed pretty well, until I found, much to
my astonishment, that we were drawing near the neighbourhood in
which I had earned my shilling on the previous evening, and, in fact,
were close to the house of Mr Godfrey Harleston.
It was surely impossible that he could be going there; but he kept on
until we were almost in the street, when he entered a low-looking
public-house which stood in a mews close by. I waited, hidden in a
neighbouring doorway, to see him come out. A long time passed;
and as he did not appear, I began to grow uneasy. At last I went into
the house, and found, to my disgust, that it opened on the other side
into a bystreet near the mews, and by this way, no doubt, Mr Picknell
had gone. This was surprise enough; but, to add to my
astonishment, I saw, leaning against the bar, smoking, and with a
half-emptied tumbler before him, Sam Braceby, the Long-necked
Sam whom I had saved at the Old Bailey. I knew him at once, and
the recognition was mutual. Sam had nothing to fear from me now,
but I could tell that he was rather staggered by seeing me. Of course
I could not consider him as being after any good, see him where I
might, and he knew that as well as I did. He touched his cap, and
asked to be allowed the pleasure of standing a glass. When I
declined this, he said he had been to the West End on a profitable bit
of business—indeed, he thought he was going to take a snug little
beerhouse there, which a friend had promised to put him into. I
looked at him steadily while he said this, and smiled when he had
finished. In spite of himself, Sam could not help smiling also,
although he tried to disguise it by drinking some gin-and-water.
AN ANCIENT SPINNER.
In the ‘good old days’ before the invention of the spinning-jenny and
the steam-engine, when working-men were slaves, and the rich had
not the luxuries they have now, spinning was the work of the
mistress of the house. Many good stories begin with an account of a
fair maiden at a spinning-wheel, and a very ancient rhyme refers to
the days ‘when Adam delved and Eve span.’ When a young lady
was growing of a marriageable age, in the days of the spinning-
wheel, she made preparation for her nuptials by spinning the
material for sheets, tablecloths, napkins, and all manner of
household necessaries; hence she was called a ‘spinster.’
Words change in their meanings with the changing fashions of a
changeful world. There is one class of spinners, however, to which
the whir of the loom and the steam-engine has made but little
difference. ‘Men may come, and men may go, but they go on for
ever.’ All the changes of our complex civilisation make but little
difference to these little spinners. They live in their dark little houses;
spin their threads; live their lives; die in peace, or else get eaten up,
and pass off the scene, making no fuss, seeking no honour. Some
people call them mussels; scientific naturalists call them Mytilus
edulis. They deserve a good name, for they are an ancient and
honourable family, that have fought a good fight in the fierce battle of
life, and have endured through long ages, while many others have
perished.
Every one who has visited the seashore must have noticed at times
a little mussel forming the centre of a tangled mass of threads,
shells, stones, and all sorts of fragments. These are bound together
by the labour of the black-shelled spinster. Instead of anchoring to a
rock, as a well-behaved little mussel ought to have done, this one
has gone off and anchored to all sorts of rubbish, and been driven
and tossed by the waves of the sea in all directions, until it has
formed the centre of the tangled mass we find on the beach. In the
natural way, a mussel settles between high and low water mark.
When covered by the tide, he opens his doors, and angles for a
living with his wonderful fishing-apparatus, for the spinsters of the
sea are all born fishermen. When the tide is going out, the little
angler closes the valves of his house as tight as a steel safe, and
keeps his mouth shut, with a lot of water inside, until the tide covers
him again.
How the Frenchmen have learned the habits of this well-known little
spinner, and cultivated him, and made of him a cheap and nutritious
article of diet for the French nation, is fairly well known. How the little
fellow builds his house and weaves his ropes, is not quite so well
known. The house itself, with its black outside, and the beautiful sky-
blue, pearly inside, is a work of the greatest skill, while the
mechanism by which it is opened and closed forms a chapter in the
world’s wonder-lore. The little spinner lives in a soft, fleshy ‘mantle,’
inside of his stony house. On the edge of this mantle are tiny fingers
(cilia) and little pigment cells with which he builds. The material—
carbonate of lime—is extracted from the clear sea-water by a simple
process in the life of the animal. Just as our food goes to form blood
and bone, muscle and sinew, so does the food of the little spinner go
to form his delicate tissues and his hard shelly house. The mussel-
house is as much a part of the mussel’s life as our homes are part of
our lives, and the processes of building are not so very different
either; both are simple, both are mysterious.
To watch this little spinner make his thread is very interesting. From
one side of his house protrudes a curious little pad of flesh, a quaint,
pointed sort of a tab. This is called his ‘foot,’ though it might just as
well have been called his hand. He touches the rock, or whatever he
desires to attach himself to, with this foot, then withdraws it, leaving
a tiny thread, which he has made by some mystic process, in his
own body, just as a spider makes her silken cord. The foot comes
out again and again, always leaving a thread, until a strong rope is
woven, which binds him securely to his chosen home. He can
shorten or lengthen this cable by a simple contractile motion, which
allows him a little play; but he may be said to be fixed for life, once
he settles down. After a severe storm, some of them will generally be
found on the shore, driven from their moorings, helpless and
homeless on the strand; but they can stand the storm as well as the
ships of more skilful people, and their disasters at sea are probably
less numerous in proportion than ours are.
I had one little fellow in an aquarium, who had been gathered from a
spot where the tide left him for a long period every day. He did not
care to be under water all the time, so, by the aid of his foot and his
wonderful home-made thread, he climbed up the glass to the surface
of the water. There he attached some threads above water to the
glass, leaving some below. When the little spinner felt like having a
breath of fresh air, he ‘hauled in’ on his upper guys, and rose above
the surface. When tired of that, he ‘slacked off,’ and took a turn
underneath, thus making something like his accustomed tidal habit.
Watching these little animals in their daily movements, one grows to
have a fellow-feeling for them. Some of their actions seem almost
human, and they form a part of the household, just as the cat, the
dog, or the canary. One day a conscienceless sea-pirate known as a
dog-whelk settled on this little spinner, and began to bore through his
shell with murderous intent. The whelk was taken off, and removed
to another part of the aquarium. On the morrow, he had found his
way back and settled down again on the innocent little victim, so he
was sentenced to death as a murderer, and paid the penalty with his
life.
This mussel has inherited the spinning business from a long line of
ancestors; for when the coal-forests bloomed where the iron
furnaces now roar, in the ‘Black Country’ of England, the forefathers
of our little spinner were inhabitants of the fresh-water pools in the
carboniferous forests. Ages have come and gone since then; the
stony remainders of the ancient spinners are dug from out the
deepest coal-mines, but the clever little fellows still spin their simple
threads along our shores as of old. We sometimes weave their
threads into gloves and hose, as a matter of curiosity; but few ever
seem to have time to listen to the wonderful story that can be told to
listening ears by this Ancient Spinner.
AN ESCORT ADVENTURE.
‘Sergeant, you have been detailed to proceed on escort with the
prisoner Scales. I would advise you to keep a sharp eye upon him.
He is a desperate character, and if he gets half a chance, will
endeavour to give you the slip,’ remarked our adjutant to me.
‘Very good, sir,’ I replied.
‘Here is your paper,’ said the officer, as he handed me the warrant
which bound me, under severe penalties for non-fulfilment of its
provisions, to take private Jeremiah Scales ‘dead or alive’ to the
district military prison.
I saluted the adjutant, and was turning to leave, when the colonel
entered the orderly-room.
‘Good-morning, colonel,’ said the adjutant. ‘This sergeant is going on
Scales’s escort, and I was just warning him to take great care of the
rascal.’
‘Confound the fellow!’ grumbled the colonel. ‘After all, it seems the
scoundrel is coming back to me. The court-martial that tried him—
very properly, considering his antecedents—sentenced him to be
discharged on the expiry of his term of imprisonment; and now the
general, presumably acting on superior instructions, remits the only
part of the punishment that is likely to benefit the service. During my
twenty years’ experience, I have always found it the same in the
army. Last spring, for instance, during the wholesale reduction that
took place, we had, perforce, to send away a number of good men,
infinitely better than this blackguard. Now, the Franco-Prussian
business comes on the boards, and the authorities at the Horse
Guards are moving creation to obtain recruits in order to get the
regiments up to full strength. Every broken-down scarecrow in the
kingdom is being enlisted, at least if I may judge from the precious
specimens sent up to me. Besides, the recommendations of courts-
martial with regard to the discharge with ignominy of the scum of the
army are not being given effect to, and the rascals are allowed to
remain in the service.—Yes, sergeant,’ resumed the commanding
officer, addressing me, ‘you’ve got a cut-throat incorrigible
blackguard to deal with; and if you don’t look out, he’ll give you some
trouble.’
I then saluted the officers, and leaving the orderly-room, retired to
my quarters to make a few preparations for my journey, which was a
tramp of about eight miles along the seacoast. These finished, I
proceeded to the room of the private who was detailed to
accompany me, in order to have a consultation with him on the
subject. This man, a Welshman, named Williams, was a veteran
whose period of service had almost expired. He was, speaking
literally, the ‘hero of a hundred fights;’ his experience of active
service beginning while a boy in the second Sikh war. He
subsequently was engaged in Kaffirland, the Crimea, and in India
during the suppression of the Mutiny, finishing with the Abyssinian
expedition, which took place two years prior to the time of which I
write.
I narrated to Williams the remarks of the colonel and the adjutant
regarding our prisoner; but the veteran affected to treat the matter
very lightly. ‘I’ve had tougher jobs than this in my time, sergeant,’ he
said; and then added significantly, pointing to his Snider: ‘Just let him
try to bolt, and my word, he won’t get very far!’
The prisoner, Scales, was a repulsive-looking fellow of about twenty-
five. He was more a lithe and active than a powerful man, but was
nevertheless, by reason of his brutal and vindictive disposition, the
terror of all the peaceably disposed men of the corps. He had served
in the army for about three years, during which period he was always
in trouble. On the return of the regiment from abroad, he came to us
from the depôt with an extremely bad character; and this evil
reputation he afterwards consistently maintained. At the reduction of
the army referred to in the colonel’s remarks, the services of Mr
Scales would to a certainty have been dispensed with had he not at
the time been a deserter. Being apprehended and brought back to
the corps at the beginning of the scare occasioned by the disturbed
relations of Prussia and France, he received two months’
imprisonment, and was sent to his duty. Three days after his release,
an officer’s room was broken into and all his valuables abstracted;
and in this business it was supposed Scales was implicated
conjointly with a comrade of equally had repute. This private
deserted with the booty, and Scales was apprehended on suspicion
and handed over to the civil authorities; but he was liberated owing
to no sufficient evidence being forthcoming to warrant his being sent
to trial on the charge. His next feat was striking a non-commissioned
officer, and for this offence he was now sentenced to nine months’
imprisonment; the further recommendation by the court-martial for
his dismissal from the service with ignominy being remitted by the
general commanding the district.
No wonder that our worthy colonel was indignant at the prospect of
having such a character sent back to the regiment! Blackguards of
his description, in regard to the relations of soldiers with civilians,
invariably bring the regiments which have the misfortune to own
them into general discredit. The great majority of soldiers are
respectable and well-conducted men, and to such it is very galling
and annoying to be subjected to a social ostracism as rigid, in some
cases, as that experienced by a time-expired convict, because of the
excesses committed by a disreputable minority of their number; the
civil community being addicted to the belief that all who wear the red
coat are bad alike. It is to be regretted that the commanding officer of
a regiment has not the power of summarily dispensing with the
services of an incorrigible ruffian by having him kicked out of the
barrack gate.
In the afternoon, Williams and I, equipped in marching order, and
provided each with ten rounds of ammunition and a day’s rations,
made our appearance at the regimental guardroom. The sergeant of
the guard gave me a word of caution, and informed me that Scales
had been boasting to the men that he meant to make his escape.
Our man received us with a stolid look, and mechanically held out
his wrists for the reception of the handcuffs; and after a word of
farewell to the other prisoners, he took his place beside the private,
who had his bayonet fixed. I then marched them out of barracks into

You might also like