Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Psikanalitik Ki■ilik Çal■■malar■ 1st

Edition W. R. D. Fairbairn
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/psikanalitik-kisilik-calismalari-1st-edition-w-r-d-fairbairn
/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/
Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st
Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/

Un giorno diverso A2 B1 Primi Racconti 1st Edition


Marco Dominici

https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

100 DELF B1 Version scolaire et junior 1st Edition


Sylvie Cloeren

https://ebookstep.com/product/100-delf-b1-version-scolaire-et-
junior-1st-edition-sylvie-cloeren/

La nuova Prova orale 1 A1 B1 1st Edition Telis Marin

https://ebookstep.com/product/la-nuova-prova-orale-1-a1-b1-1st-
edition-telis-marin/
Genel Yayın: 5 770
PSİKOLOjİ/PSİKANALİZ

W.R.D. FAIRBAIRN
PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

ÖZGÜN ADI
Psychoanalytic Studies of the Personality

TAYLOR Ilı FRANCIS E-LIBRARY, 2001


COPYRIGHT ©1952 W.R.D. FAIRBAIRN

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2023


Sertifika No: 40077

İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN


MENEKŞE ARIK

DÜZELTİ
OZAN KIZILER

EDİTÖR
DEVRİM ÇETİNKASAP

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

GRAFİK TASARIM UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

I. BASIM: ŞUBAT 2023, İSTANBUL

ISBN 978-625-429-368-9

BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. 2622. SOK. NO: 6/31
BAGCILAR İSTANBUL
Tel. (0212) 445 32 38 Faks: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 44871

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 2'4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 39 95
e-posta: info@iskultur.com.tr
www.iskultur.com.tr
W. R. D. FAIRBAIRN

Psikanalitik
Kişilik Çalışınaları

Çeviren: Menekşe Arık

TÜRKiYE $BANKASI
Kültür Yayınları
İÇİNDEKİLER

Önsöz (Ernert Jones) .......................... ................ .. ... ................................................................................................................................................. VII


Giriş ....................................................................... ........ ................ ........... .. ....................................................................................................................................................... IX

BİRİNCİ KISIM: Nesne İlişkilerine Dayalı Kişilik Kuramı ..................................................... 1


1. Kişilikteki Şizoid Etkenler (1940) ................................................................................................................................... ........ 3
il. Psikozların ve Psikonevrozların Psikopatolojisine
Yeni Bakış (1941) 1 ................................................................. 21

III. Bastırma ve Kötü Nesnelerin Geri Dönüşü


("Savaş Nevrozlarına" özel atıfla) (1943) ... .............................. .................................................... 43

iV. Nesne İlişkileri Bağlamında İçruhsal Yapı (1944) ................................................................. 61

. V. Nesne İlişkileri ve Dinamik Yapı (1946) .................................................................... ............................. 101


VI. Nesne İlişkilerine Dayalı Kişilik Kuramının
Gelişimindeki Adımlar (1949) ........ ............................................................................................................................................ 113
VII. Yazarın Kişilik Yapısıyla İlgili Görüşlerindeki
Gelişimin Özeti (1951) ................. ................................................................................................................................................................. 121

İKİNCİ KISIM: Klinik Yazılar ........................ . ...... . . .. . . .


............... ................... ........................................................... ............. 135
1. Bir Kadın Hastanın Dini Fantezileri Üzerine Notlar (1927) ..................... ... 137
il. Fiziksel Genital Anormalliği Olan Hastanın
Analizinden Parçalar (1931) ........ ............ .. ................................................................................................................................ ...... 14 7
III. Kralın Ölümünün Analizden Geçen Hastalara Etkisi (1936) .. . ........... 165
ÜÇÜNCÜ KISIM: Çeşitli Makaleler 171
1. Komünizmin Sosyolojik Anlamına
Psikanaliz Işığında Bakmak (1935) ................................................................................................................................... 173
il. Psikolojinin İzinli ve Yasaklı Konuları (1939) .................................................................................. 183

III. Savaş Nevrozlarının Doğası ve Anlamı (1943) .................................................................. 189


iV. Cinsel Suçluların Tedavisi ve Rehabilitasyonu (1946) ..................................... 211

Kaynakça .................................................... ....................................................... . . . . .


.......... ................... ..... . ........... .. ..... . ..... ........... ......... .. .. ............... . ..... . 217
.... .

Dizin ................................................................................................................................................................................................................................................................... 219


ÖN SÖZ

Dr. Fairbairn psikanaliz alanında çok özel ve ilgi çekici bir konumdadır.
En yakınındaki meslektaşlarının yüzlerce kilometre uzakta olması ve onlar­
la nadiren buluşması birtakım zorluklar doğurduğu gibi büyük faydalar da
sağlamıştır. En büyük faydası, dikkatini dağıtan ve işine karışan bir şey olma­
dığından, kendi günlük çalışma deneyiminden ortaya çıkan kendi fikirlerini
geliştirmeye bütünüyle odaklanabilmiş olmasıdır. Bu durum özgün fikirlerin
önünü açar, Dr. Fairbairn 'in özgünlüğü de tartışmasızdır. Öte yandan, yal­
nız çalışan birinin gözünden kaçabilecek hususlara işaret eden, tek taraflı
düşünme riskini hafifleten çalışma arkadaşlarıyla tartışma imkanının yerini
doldurmak için çok kuvvetli bir özeleştiri meziyeti gerekir. Kitabın içeriğine
dair yapılacak değerlendirmelerin önüne geçmek bana düşmez, ama düşünce
ufkumuzu açacağına kesin olarak inandığımı söyleyebilirim.
Dr. Fairbairn'in yenilikçi fikirlerini tek cümlede ifade etmek mümkün ol­
saydı şöyle denebilirdi. Freud'un yaptığı gibi çeşitli erojen bölgelerin tahrikin­
den ve üreme organlarının faaliyetiyle doğan içsel gerilimden kaynaklanan
sinir sistemi uyarımını başlangıç noktası almak yerine, Dr. Fairbairn kişiliğin
merkezi olan benlikten başlayarak benliğin destek bulabileceği nesneye ulaş­
ma çabalarını ve bu yolda karşılaştığı güçlükleri anlatır. İlerleyen sayfalarda
işlediği bu temanın biyoloj ik olarak içgüdü problemlerine, psikoloj ik olarak
da dışarıdaki nesnelerle içerideki nesneler arasındaki hayret verici etkileşime
yansımalarını derinlemesine incelemiştir. Bütün bunlar psikanalize yeni bir
soluk getirerek verimli tartışmalara öncülük edecektir.

ERNEST JONES
G İ RİŞ
David E. Scharff, MD ve Ellinor Fairbairn Birtles

Fairbairn 'in nesne ilişkilerine dayalı kişilik kuramının nihai haline ulaştığı
"Nesne İlişkileri Bağlamında İçruhsal Yapı" makalesinin yayımlanmasından
bu yana elli yıl geçti. Bu makalede Fairbairn'in esas katkıları bütün olarak yer
alsa da sonradan ufak tefek değişiklikler, örneklemeler, uygulamalar gelmiştir.
Bu kitabın ilk dört makalesi Fairbairn'in özgün katkısının temelini oluştur­
maktadır. Bunlardan önce yazdığı makaleleri okuyunca Freud'un başlıca eser­
leri üzerine yaptığı dikkatli incelemelerin, bastırma ve çözülme süreçlerine gös­
terdiği yakın ilginin ve mantıksal düşünceye bağlılığının on üç yıllık ilk dönem
psikanaliz yazılarına rehberlik ettiğini görmek zor değildir. Freud'a gösterdiği
yakın ilginin bariz olduğu o ilk yazılarında bile, açık seçik ifade edilmese de
zaman içinde öne çıkan bir varsayım bulunur: Yaşamdaki olayların anlamı son
derece kişisel ve kişiye özgüdür, her bireyin yaşam seyri ve bağlamı içinde anla­
şılabilir ancak. Fairbairn başından beri her bireyin büyüme ve gelişim bağlamı­
nı ailenin oluşturduğunu savunmuştur. Belki Freud hariç ilk dönem yazarların
hepsini geride bırakacak şekilde, Fairbairn'in klinik odak noktasını, önceden
belirlenmiş bir yapının gözler önüne serilmesi değil, aile deneyiminin terapi4eki
bireysel anlatıyı nasıl şekillendirdiğini anlamak olmuştur. Bu kitapta yer alan iki
ilk dönem yazısında bunu açıkça görebiliriz: genital anormalliği olan hastanın
analizi üzerine yazısı ( 1 93 1 ) ve Kral V. George'un ölümü gibi ulusal bir olayın
üç analiz hastası açısından taşıdığı farklı anlamları daha kısaca örneklendirdiği
yazısı ( 1 936). Savaş nevrozlarının doğası üzerine makalesinde ( 1 94 3 ) bunun
daha açık seçik ifade edildiğini görürüz. Bu konular ilk dönem klinik ve kuram­
sal yazılarında da belirgindir; yakın zamana kadar derlenmemiş olan bu yazılar
artık iki cilt halinde basılmıştır: From Instinct to Sel{: Selected Papers of W. R.
D. Fairbairn [İçgüdüden Kendiliğe: W . R. D . Fairbairn'in Seçme Yazıları] . O
yazılarda Fairbairn'in klinik açıdan aileye odaklanmasına paralel olarak ruhsal
örgütlenmenin gözler önüne serilmesine yoğun ilgisini görebiliriz.
X PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

Fairbairn ruhsal mekanizmalarla ilgilenmeye başladığında Freud'un izin­


den giderek 1929'da Edinburgh Üniversitesi 'ne verdiği tıpta uzmanlık tezin­
de çözülme ile bastırma arasındaki farklılıkları irdelemiş, bir dizi seminer ve
makalede yapısal kuramın ve libido kuramının doğasını incelemiştir. Bugün
yine From Instinct to Sel{ [İçgüdüden Kendiliğe] kitabında basılmış olan bu
makale ve seminerlerde Fairbairn'i nihayetinde psikanaliz kuramını köklü bir
şekilde yeniden biçimlendirmeye götüren huzursuzluk sezilmektedir. 1 9 30'la­
rın sonlarında, Melanie Klein ve takipçilerinin gelişmekte olan çalışmalarına
giderek daha fazla eğilen Fairbairn 'in nesne ilişkilerine dayalı kişilik kura­
mına doğru ilerleyişini gösteren yazılar arasında, hastalarının V. George'un
ölümüne verdiği tepkiler üzerine makalesinin yanı sıra sanat psikolojisi ko­
nusunda yaratıcılığın ilişkisel yönüne ve kişilerarası iletişime odaklanan iki
makalesi (From Instinct to Sel(, Cilt il) bulunmaktadır. Bu makalelerde ayrıca
Klein 'ın devrim niteliğindeki fikri olan psikolojik onarım fikrini kullanmış,
bu kavramın sanatçının iç nesne dünyasındaki hasarı onarma fırsatını nitele­
diğini düşünmüştür.
1 940 tarihli " Kişilikteki Şizoid Etkenler" makalesi gerçekten özgün olan
yazılarının ilkidir ve birdenbire analitik düşünceye yeni bir yol açmıştır. Geri­
ye dönüp bakınca görebildiğimiz eğilimlere rağmen, bu kitabın en başında yer
alan bu makalenin yayımlanmasından önceki hiçbir şey, Fairbairn'in 1 940-44
yılları arasında olgunlaşan içgörülerinin özgünlüğü ve devrimci niteliğine dair
işaret vermiş sayılmaz. Bu yıllar arasında yazdığı ve bu kitabın ilk 100 say­
fasını oluşturan makalelerle Fairbairn psikanaliz kuramında köklü değişiklik
yapmıştır.
Fairbairn'in bebeğin ve çocuğun ilişki ihtiyacını gelişimin merkezine koy­
ması, psikanalizin yeni rotasını belirlemiştir. Anne babayla ve çocuklukta
merkezi önem taşıyan diğer kişilerle yaşananların içselleştirilmesi ve yumuşa­
tılması üzerine inşa edilen bir ruhsal yapı kuramı oluşturmuş, kendilik veya
benliğin tüm ilişkilerde kaçınılmaz olan tatminsizliklerle nasıl baş ettiğini gös­
termiştir. Ortaya koyduğu ruhsal yapıda dışarıda yaşananlar yansıma bulu­
yor, benliğin faaliyeti de bunların etkisini yumuşatıyordu.
Bu kitabın sayfalarında gömülü anlamları tam olarak idrak etmek psika­
nalizin neredeyse elli yılını almıştır. Fairbairn'in ilk dönem yazıları ve 1 952'de
Psychoanalytic Studies of the Personality [Psikanalitik Kişilik Çalışmaları]
yayımlandıktan sonra yazdıkları bu ikinci baskı yapılana kadar derlenmemiş,
o yüzden nispeten pek tanınmamıştır. İlk yazıları Fairbairn'in düşüncesinin
kökenlerini anlatırken, sonrakiler nesne ilişkilerine dayalı kişilik kuramının
bilimsel ve felsefi temelini kurmaya katkıda bulunmaktadır. Sonraki yazıları
ayrıca kuramı daha geniş çapta kişilik rahatsızlıklarına ve patolojik durumla­
ra uygulamakta, 1 952'de kitabın ilk basımında kalmış olan bazı tutarsızlıkla­
rı tashih etmektedir.
GİRİŞ XI

Fairbairn'in Düşüncesinin Kökenleri


Freud'un insan doğasına dair görüşü, kaynağını Platoncu düşünceden alan ve
Batılı zihniyette Hıristiyanlıkla kutsal bir yere konmuş olan zihin-beden ikiliğini var­
sayıyordu. Bu görüşe göre, insana dair kuvvetler beden ile zihin, cinsellik ile saldır­
ganlık, altbenlik ile benlik, birey ile toplum arasında sonu gelmez bir çatışma içinde­
dir. Fairbaim'in insan doğasını bütünleşmeye ve özne-nesne arasında karşılıklılığa
varmaya çalışan ayrılmaz bir bütün ve katılımcı olarak düşünen görüşe dayanarak
psikanalize eleştirel bakışla yeni bir yön vermesi, Freud ile ters düşer ve kaynağını
özellikle 19. yüzyıl Avrupa felsefesinde ele alındığı şekliyle daha doğrudan Aristote­
les geleneğinden alır. Fairbaim'in açıklamalarının temelini oluşturan özne-nesne iliş­
kisi bu gelenekte insanın dil, sembolleştirme, akılcı düşünme kapasitesinin temelidir.
Fairbaim'in felsefi vizyonu, tıp fakültesine girmeden önce Edinburgh Üniversitesi'n­
deki ilk lisansı olan "Zihin Felsefesi" alanındaki çalışmalarından gelmiştir. Bu alan
insanın psikolojisine felsefi açıdan yaklaşıyor, mantık, etik, hukuk ve eğitim felse­
feleri gibi zihin ürünlerine odaklanıyordu. Müfredatın metafiziksel içeriği Profesör
Andrew Seth Pringle-Pattison ( 1 882) etkisiyle oluşturulmuş ve Kant'ın, Hegel'in,
Lotze'un çalışmalarıyla doldurulmuştu. İlaveten Yunan felsefesi çalışmaları ve Fair­
baim'in Almanya'da aldığı Almanca dersleri bunları tamamlıyordu. Bu ders prog­
ramı, özellikle Hegel ve Kant'ın eserleri, Fairbaim'e başkasına dair öznel deneyimi­
mizi derinlemesine irdeleme imkanı vermiş, bu irdelemeler nihayetinde Fairbaim'in
kendi düşüncesinin ana dayanağı olarak "içsel nesne" teriminde berraklaşmıştır.
Herbert Spencer Konuşması'nda Einstein düşünce biçimlerinin bilimsel
kuramlara nasıl sindiğini ele almıştır:

Bu alanda keşifler yapan kişi, hayal gücünün inşalarını öyle zorunlu ve


öyle doğal şeyler gibi görür ki bunları kendi düşüncelerinin yaratımlarından
ziyade kesin gerçeklikler saymaya meyleder. (1933: 143)

Einstein'ın kuramsal fizikçiye dair söyledikleri psikanaliz kuramcısı için de ay­


nen geçerlidir. Fairbaim'in bireylerin çevrelerinden ve nesnelerinden farklılaşma
süreciyle ve dolayısıyla öznel deneyimin dinamikleriyle yoğun meşguliyeti hem iç
hem dış gerçekliğe dair birer epistemolojik statü haline geldi. Bu şekilde düşünme
tarzına eriştikten sonra artık dünyayı başka türlü görmesi mümkün değildi.
Bireye dair görüşünün ilk kaynağı Hegel'di. Hegel ( 1 8 17'de) giderilmemiş
arzudan doğan tatminsizliklerin her insanın ötekine sahip olma ihtiyacıyla
bağlantılı olduğunu, arzunun tatmin edici olmayan doğasının da bir başka
özbilinç yaratılmasına yol açtığını yazıyordu ( Singer, 1 9 8 3 : 57- 8 ) . Arzuyla
güdülenen karşılaşmaların tatmin edici olmayan doğası fikri, Fairbairn'de
benliğin bölünmesi ve dolayısıyla da içruhsal yapının inşası, kişilik gelişimi ve
psikopatoloj inin temel motivasyonu halini alır. Bu yolu izleyen Fairbairn 'in
geliştirdiği bireyleşme psikolojisi ve kendilik kimliği psikoloj isi, içgüdülerin
doyumundan ziyade anlama ve değere dayalı olmuştur.
Xll PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

Fairbairn'in ilk dönem yazıları ve dersleri 1994'e kadar yayımlanmamıştı.


1928'den 1930'a kadar geçen yıllarda Fairbairn Freud'un yazılarındaki üç yö­
nün açımlanmasına odaklanmıştır: ruhsal yapı, içgüdü kuramı ve bastırmanın
doğası. Freud'u hem açıklayan hem eleştiren bir kitap yazmaya niyet ettiği
anlaşılıyor. Bu ilk dönem yazıları son derece etraflıdır. 1930'ların ortasında
Edinburgh Üniversitesi'ndeki öğretim görevinden ayrılıp tam zamanlı olarak
özel muayenehanesine geçince bu hayalden vazgeçmiş gibi görünüyor.
Bugün From Instinct to Sel( (Cilt il) [İçgüdüden Kendiliğe] olarak yeni­
den basılan bu ilk dönem çalışmalarının hepsinde Freud'un enerji kavramını
sorunlu bulmuştur. Freud'un zihin-beden ikiliği varsayımının düşündürdüğü
gibi enerji ve yapının birbirinden ayrı tutulmasının mümkün olmadığını, özü
itibarıyla birbirleriyle ilişkili olduklarını zaten anlamıştı. Yeni düşünce mo­
deli, Einstein'ın görelilik kuramında E = MC2 diye tarif ettiği enerji ve yapı
arasındaki karşılıklı ilişkiydi. Bu formülde enerji ve kütle birbirinin yerine
geçebilir ve karşılıklı ilişki içindedir. Fairbairn'in psikolojisinde de böyledir;
zihinsel yapı ile anlam birbiriyle ilişkilidir ve aralarındaki bağı duygulanım
yükü oluşturur, kuramsal bir enerji miktarı değil.

İlk Dönem Çalışmaları


Fairbairn başlarda ruhsal yapıya odaklandı. Edinburgh Üniversitesi'nde ver­
diği derslerin temeli olan seminerlerde (1928), Freud'un ruhsal yapı topografi­
sine dair varsayımlarıyla ilişkili olduğunu düşündüğü mantıksal tutarsızlıkları
tespit ediyordu. Benliğin altbenlikten doğmuş, ama ona temelden karşıt oldu­
ğunu söylemek mantıksal olarak tutarsızdır, diye yazıyordu, üstbenliğin benliğe
benzer şekildeki karşıtlığı da öyle. Sonraki yıl üstbenlik üzerine yazdığı iki maka­
lede, Freud'un bu üç yapı arasındaki ilişkiye dair açıklamalarını irdeledi (1929a;
1929b). Freud'un üstbenliğinin ilkel doğasını ve hem bilinçli hem bilinçsiz bir
görüngü olarak, bastırmanın hem faili hem hedefi olarak işlev göstermesini tar­
tışıyordu. Kendi klinik deneyimine göre, Freud'un ruhsal işlevleri ve görüngüleri
yapı saymasının hata olduğunu düşünüyordu. Rahatlıkla gözlemlenebilen üst�
benlik görüngüsü hakkında şüphesi bulunmazken, psişe içinde faaliyet gösteren
işlevlerin benliğe karşıt ve onun üstüne bindirilmiş ayrı bir yapıya dayanma­
dığı sonucuna varıyordu. Onun yerine, Freud'un üstbenlik gelişimini nesneyle
özdeşim sürecine benzeten açıklamalarına katılıyor, ama gelişiminin "duygu
oluşumu" ile ilişkili olduğunu ekliyordu; bu da nesne ilişkilerinde duygulanımı
merkezi role koyma yolunda ilk adımdı. Fairbairn'e göre, sonuçta gelişen bir
"kompleks" veya "ruhsal yapı" ortaya çıkıyordu. "Üstbenlik genelde kompleks­
ten daha çok, ikinci bir kişiliktense daha az örgütlü olmakla birlikte, yine de
benzer düzende bir ruhsal örgütlenme olarak görünür" diye yazıyordu (1929a:
20). Fairbairn'i daha sonra yapacağı ilk dönem anne-çocuk ilişkisinden kaynak­
lanan içselleştirilmiş benlik tanımına götürecek ilk adım bu olabilir. Fairbairn bu
GİRİŞ Xlll

yazılarda Freud'un altbenliği içgüdüsel dürtülerin yuvası olarak görmesine katı­


lıyordu, ama bu yazılar aynı zamanda içgüdü kuramından benliğin nesneleriyle
ilişkisine dayalı bir kişilik kuramına yönelmesinin başlangıcına işaret etmektedir.
Üstbenliğin doğası üzerine yazdığı ve yakın zaman önce From Instinct to
Sel( (Cilt il) [İçgüdüden Kendiliğe] kitabında "Üstbenlik" başlığı altında bası­
lan makalelerde, Fairbairn (1929a) Freud'un üstbenlik hipotezini işlev ve yapı
bakımından çözümlemiştir. Burada, "üstbenlik bastırmanın yapısal failiyse
kendisi nasıl bastırılmış oluyor?" diye sorar. Benlik ve üstbenliğin enerjisiz
yapılar olduğu, diyalektik ilişkinin her ikisini de etkileyip değiştirebildiği so­
nucuna varır. Sorgulamasında enerji ve yapının ayrılmaz olduğu, üstbenlik
işlevlerinin içsel nesne ilişkilerinin karşılıklı etkileriyle ilgili olduğu şeklindeki
sonraki konumlarına doğru ilerlemeye başlar. Fairbairn bu seminerlerde ilk
kez "benlik" terimi yerine "örgütlü kendilik" terimini kullanır, bu da içruhsal
yapıya kişilik kazandırma yolunda ilk adım olmuştur.
Fairbairn, Freud'un yapısal kuramının ardından libido kuramını, yaşam ve
ölüm içgüdülerini inceledi (1930). Freud'un düşüncesindeki "karşıt kuvvet­
ler" ihtiyacını, Helmholtz'un 19. yüzyıl bilimsel düşüncesi üzerindeki etkisine
yoruyordu. Sonradan bu ilk dönem çalışmasını özetlerken şunları yazmıştır:

Freud'un libidonun esasen haz aradığı fikri, enerjiyi yapıdan ayrı tutma­
sının doğrudan sonucudur; zira enerji yapıdan ayrı tutulduğunda, rahatsız
edici olmadığı, hoşa gittiği düşünülebilecek tek ruhsal değişim, kuvvetlerin
dengeye gelmesini sağlayan, yani yönsüz değişimdir. Halbuki enerjinin yapı­
dan ayrılmaz olduğunu düşünürsek, anlaşılır olabilecek tek değişim yapısal
ilişkilerdeki ve yapılar arası ilişkilerdeki değişimlerdir. ( 1944: 126)

Fairbairn'in aşağı yukarı aynı dönemde yazdığı uzmanlık tezi (1929b)


"Çözülme ve Bastırma" başlığını taşıyordu. Freud, Janet, Rivers, McDougall
ve diğerlerinin yazılarını takip ederek, çözülmenin insanın genel bir kapasitesi
olduğu, bastırmanın ise "hoşa gitmeyen" şeylere uygulanan özel bir çözülme
örneği olduğu sonucuna varıyordu. Üstelik "çözülmeye uğrayan unsurlar esa­
sen ruhsal yapıya ait eğilimlerden oluşmaktadır" (1929b: 94). "Hoşa gitme­
yen" kavramını genişletip basit doyum kavramının ötesinde taşıdığı duygusal
bileşeni dikkate alırsak, Fairbairn'in sonradan ileri sürdüğü bir fikre, bebe­
ğin sevgi dolu bakım görmediği deneyimlerin en "hoşa gitmeyen" deneyimler
olarak algılanarak bastırıldıkları fikrine doğru ilerleriz. Çözülme ile bastır­
ma arasındaki ilişkiye dair incelemeleri, Fairbairn'in sonradan geliştirdiği bu
"hoşa gitmeyen" deneyimlerin aşırılığının etkisiyle kişiliğin bölündüğü fikrine
zemin hazırlamıştır; daha sonraki yazılarında, insanın kişiliğinin bölünmesi­
nin ve bastırılmasının "insan olarak sevilme ve sevgisine kabul görme arzu­
sunun hüsrana uğramasının" etkisiyle gerçekleştiğini yazmıştır ( Psikanalitik
Kişilik Çalışmaları, s. 39-40).
xıv PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇAUŞMALARI

Fairbairn'de "İçruhsal Yapı "


Bu kitaptaki yazılar Fairbaim'in olgun eserlerinin gövdesini oluşturur. Maka­
lelerin ilkinde kişilik bölünmesinin herkeste olduğunu anlatır, sonraki makalede
psikopatoloji çerçevesini bağımlılığın farklı evrelerine dayalı olarak gözden geçir­
meye başlar. Yenidoğanın mutlak bağımlılığı yavaş yavaş olgunlaşma yolundan
ilerleyerek yetişkin kişiliğin olgun bağımlılığına varır. İnsanın tek başına gelişmesi
mümkün değildir, bu nedenle mecburen dış dünyadaki başkalarıyla ilişkilerine ba­
ğımlıdır. Her insanın başlangıçta ebeveynlerine bağımlılığı genişleyerek hepimizin
kültüre, eğitime, siyasi düzene, kanuna ve doğaya bağımlılığına varır. Fairbaim
olgun bağımlılığı "farklılaşmış bireyin farklılaşmış nesnelerle işbirliğine dayalı iliş­
kiler kurabilmesi" diye tanımlar (Psikanalitik Kişilik Çalışmaları, s . 1 45 ) . Birey
başka bireylerin bütünlüklerini kendi bütünlüğüyle eşit düzeyde kabul ede­
bildiğinde gerçekleşir bu . Fairbaim bu makalede çeşitli sendromları, çocuksu
bağımlılıktan olgun bağımlılığa geçiş sırasında içsel nesne ilişkileriyle baş et­
menin kişiden kişiye değişen teknikleri olarak tanımlar.
Kitabın 1 944 tarihli üçüncü makalesi.ne gelindiğinde, Fairbaim kuramını esa­
sen bitmiş haliyle ortaya koyabilmektedir; başta bütün olan, ama farklılaşmamış
haldeki kendilik veya benlik, kaçınılmaz tatminsizlik karşısında nesneyi içine alır,
sonra nesnenin hala duygusal olarak katlanılmaz nahoşlukta görünen yönleri­
ni böler ve bastırır. Ancak buradaki yenilik, benliğin bir parçasının da bu kısmi
nesnelerle bağlantılı olarak bölünüp ayrılması ve bu kümelenmenin, bilinçte ta­
şınamayan sorunlu ilişkinin duygusal tonuyla nitelenmesidir. Yine bu makalede
zulmedilme ve reddedilme etrafında örgütlenen benlik ve nesne kümelenmeleri
(sonradan libido karşıtı benlik ve nesne diye adlandırmıştır); libidinal benlik ile
nesne arasındaki ilişki (ki bunu da ihtiyacın aşırı uyarılması etrafında inşa edilen
ilişki diye tanımlar), merkezi benlik ile ideal nesne yani nesnenin bastırmaya tabi
tutulmayan yönü arasındaki ilişki anlatılır. İçruhsal yapı böylece bastırma ve karşı­
lıklı etki yoluyla birbiriyle dinamik ilişki içinde olan altı altparçadan oluşur. Kendi­
liğin nesne parçalarının aslında benlik yapıları olduğunu, bu yüzden bağımsız ola­
rak ruhsal edimde bulunabildiklerini de belirtir (Psikanalitik Kişilik Çalışmaları,
s. 132). Bu kitapta yer alan sonraki yazılar ve yayımlandıktan sonra yazdığı diğer
makaleler kuramsal ince ayarlamalara ve ilave uygulama alanlarına ayrılmıştır.
Fairbairn'in düşüncesinin nispeten az ilgi görmüş bir yönü, çocukların cinsel
gelişimine dair yaptığı gözden geçirmedir. Oidipal durumun kastrasyon komplek­
sine, penisin olması veya olmamasına, hatta aktif pasif cinsiyet özelliklerine bile
dayanmadığını düşünüyordu . Oidipal sorunun başlangıcının dağ başında terk edi­
len bebeğin yaşadığı ilk mahrumiyete dayandığını ( 1 954: 1 16 vd .), ebeveynlerin
çocuğu engelleme ve hüsrana uğratma kapasitesiyle ilişkili olduğunu belirtmiştir.
Cinselliğin gelişimi sadece çocuğun narsisistçe fantezisini kurduğu fikirlere değil,
çocuğun cinsel ilişkililik içerdiğini anladığı bağımlılık ilişkisinin canlı gerçekliği­
ne de yaslanır, uyaran ve reddeden nesneler bedenin cinsel parçalarına yansıtılır.
GiRİŞ XV

Cinsiyet ve cinsel yönelim özdeşim ve nesne arayışının harmanlanmasına dayanır.


Fairbaim'e göre olgunluk, genitalliğin kişiliğe cinsel olarak işlemesiyle ilgili değil­
dir artık; genital organları da olan tam bir kişiyle ilişki kurma kapasitesine ulaşan
olgun bireyle ilgilidir. Sonuç olarak, çocuğun gelecekteki ruh sağlığına ve esenliğine
yatkınlık doğuran şey ebeveynin çocuğun ihtiyaçlarına olgun yanıtlar vermesidir,
cinsel gelişimin nispeten yalıtılmış bir yönü değil .
Bu bakış açısı Fairbaim'in nesne ilişkilerine dayalı gelişim fikrini daha geniş
toplumsal konulara uygulamasını sağlamıştır. Her birey ancak olgun biri olarak
toplumun katılımcı bir üyesi haline gelebileceğinden, toplumun gelişmekte olan
bireyin psikolojik ihtiyaçlarını karşılama biçimi toplumu da etkileyecektir. Dolayı­
sıyla toplumu yöneten bireylerin kendilerinin olgun bağımlılığa ilerlememiş olduğu
veya çocuksu bağımlılık koşullarına benzer mahrumiyetlerin yeniden üretildiği bir
toplum, potansiyeline ulaşması önlenmiş, olgun olınayan bireylerin ağır basmasını
teşvik eden bir toplum olacaktır. Toplumda hüsran yaratan ve tepkisel olarak şid­
detli saldırganlığa yol açan tam da böyle durumlardır. Üstelik olgunlaşmamış birey­
lerin baskın olduğu toplumlarda, ötekilere kısmi nesne veya şey muamelesi yapma
eğilimi artacaktır, tıpkı antisemitizmde olduğu gibi (From Instinct ta Self, Vol . il).
Fairbaim'in ruhsal gelişimin içkin genetik ve bünyesel kapasitelere dayandı­
ğını ve bunlarla etkileşimde olduğunu göz ardı etmediğini de belirtmek gerekir.
Nasıl ki karbon atomunun yapısı moleküler ilişki kapasitelerini belirler, her bire­
yin potansiyeli de özgün genetik yatkınlık yapısına bağlıdır. Bireyin içsel yapıları
ve genetik kapasiteleri de benzer bir gelişim esnekliği sağlar. Bu kadarı Freud'un
dürtülere ve kişiliğin içkin temeline dair tartışmasından da çıkmaktadır. Fakat
Fairbairn'e göre, gelişim her zaman fiili deneyimle birlikte hareket eder ve dürtü­
ler ancak deneyim yapısı içerisinde anlam kazanır. İçsel gerçeklik ve dolayısıyla
kişilik, dış gerçeklikle karşılaşma diyalektiği yoluyla sürekli evrimin sonucudur.
1943'te Fairbaim'in Britanya Psikanaliz Cemiyeti'nde Arına Freud grubu
ile Kleincılar arasındaki "Bilimsel Tartışmalar"a kısa süreliğine katılmasıyla
bu düşünce hattına ilginç bir ekleme gelmiştir. Orada okuduğu bir yazıda
(1943) çocuğun içinden doğan katkılar için "fantezi" sözcüğünün uygun bir
terim olmadığını söyledi:

Melanie Klein ve takipçilerinin özenle geliştirmiş olduğu "ruhsal gerçek­


lik" ve "içsel nesneler" kavramları geldikten sonra, açıklayıcı bir kavram
olarak "fantezinin" miadının dolduğunu söylemeden edemeyeceğim; kanaa­
timce artık "fantezi" kavramının yerine Benliğin ve içsel nesnelerinin doldur­
duğu "içsel gerçeklik" kavramını geçirmenin vakti gelmiştir.

Fairbaim yazdıklarının meslektaşlarınca baŞta yanlış anlaşılması ve hafife alın­


masıyla hayal kırıklığına uğrar. ilk birkaç eleştiri yazısı, hatta Winnicott ve Khan
tarafından yazılan yazı (1953) dahil, meselenin özünü kaçırıp önerdiği değişiklikleri
reddediyordu . Charles Rycroft'a yazdığı 1Eylül 1955 tarihli mektubunda şöyle der:
XVI PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇAUŞMALARI

Kitabıma dair çıkan eleştiri yazılarında en çok dikkatimi çeken şey, gö­
rüşlerimin çeşitli yanlarına ilgi gösterilse de içruhsal yapıya dair görüşlerimin
öylece yok sayılması oldu. Bu bende hayal kırıklığı yarattı, zira bence görüş­
lerim arasında en önemli olanlar bunlardı.

Bu yanlış anlamayı düzeltip Fairbairn'in çalışmalarında yüklü anlamları ayrıntı­


landırmak sonraki yazarlara düşmüştür. Guntrip ve Sutherland bunu ilk yapanlardı;
ikisi de Fairbairn'in analizanı, öğrencisi, meslektaşıydı. Guntrip işe Fairbairn'in çalış­
malarını özetleyerek başladı (Guntrip, 1961) ve sonra, kendiliğin bir türlü bulamadığı
besleyici/destekleyici nesne arayışı temasını takip ederek nesneden besleyici/destekleyici
ilişki görememesi sonucunda benliğin derinlere bastırdığı parçasını "gerilemiş libidinal
benlik" kavramıyla tanımladı (Guntrip, 1969). Bazılarına Guntrip'in kuramsal işle­
mesi Fairbairn'in kuramının simetrisini bozmuş gibi gelse de Guntrip'in Fairbairn'in
kendilik kuramına giden yazılarının etki alanını genişlettiğine kimsenin şüphesi yoktur.
Sutherland de benzer şekilde Fairbairn'i tanıtarak işe başlamıştır. Menninger Kli­
niği'nde 1963'te sunduğu çığır açan yazısında Fairbairn'in çalışmalarının bilimsel
temelini vurgulamış ve daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlamıştır; bu kitle içinde
yer alanlardan biri olan Kernberg, kendi çalışmalarında Fairbairn'den epey fayda­
lanmıştır. Sonrasında Sutherland psikanaliz kuramının ve uygulamasının gelişimi­
ni kolaylaştırması ve ayrıntılı kavrayışı sayesinde, en başta da önemli uluslararası
psikanaliz kaynaklarındaki (British ]ournal of Medical Psychology, lnternational
Journal of Psychoanalysis, International Library of Psychoanalysis) editörlüğü ve
üstlendiği Tavistock Kliniği Tıbbi Direktörlüğü sayesinde Fairbairn'in fikirlerini psi­
kanalizin gelişiminde sessiz, ama derinden bir dalga gibi hayatta tutan kişi olmuştur.
1989'da yayımladığı Fairbairn biyografisi ve kendi makalelerinin derlemesi olan
Therapy of the Autonomous Self le [Özerk Kendiliğin Terapisi] birlikte, Suther­
land'in kendiliğin evrimine olan ilgisinin Fairbairn'in çalışmalarını Guntrip'inkine
paralel, ama özgün esere daha sadık biçimde kuramsal olarak ileri taşıdığı görüldü.
Fairbairn'in çalışmalarından hareketle önemli eserler ortaya çıkaran yazarlardan
belki de en çok tanınanı John Bowlby'dir. Son yirmi beş yılda anne-bebek ilişkisine
dair kavrayışımızda muazzam ilerleme kaydetmemizi sağlayan Bowlby, geliştirdiği
bağlanma kuramı ve bebek gelişimine etolojik yaklaşımda Fairbairn'in izinden gittiğini
(kişisel yazışmasında) özel olarak belirtir. Henry Dicks, Fairbairn'in eserlerini Klein'ın
yansıtmalı özdeşim çalışmalarıyla harmanlayarak evlilik alanına ve etkileşim psikoloji­
sine uyguladı (1967). Bu sayede Shapiro ve Zinner (yayımlandığı yer J. Scharff, 1989),
daha sonra Scharff ve Scharff (1987) Fairbairn'in çalışmalarını ABD'de aile terapisi
alanında uyguladı. Kernberg (1963; 1976; 1980) Fairbairn'in çalışmalarının ABD'de
tanınmasını sağladı ve nesne ilişkilerine dünya çapında yeni bir ivme kazandırdı. Gro­
tstein'ın Splitting and Projective Identification [Bölme ve Yansıtmalı Özdeşim] (1981)
kitabında bir kısmı yayımlanan çalışmalarıysa bölmenin merkezi rol oynadığı fikrini
geliştirdi. Sutherland (1989) Kohut'un yazılarında (1971, 1977) Fairbairn'in kendilik
hakkında yazdıklarının yankılandığına işaret ederek Fairbairn'in analiz kuramına çiz-
GiRiŞ XVll

diği yeni yönün herkese mal olduğunu doğruluyordu, öyle ki onun çizdiği yönde ilerle­
yenler yolu kendilerinin bulduğunu sanabildiler. Daha yakın zamanda Rayner (1991),
Padel (1972; 1992), Ogden (1986) Fairbairn'in katkılarını önemli görüp incelediler.
Mitchell güncel analiz kuramındaki en ilginç gelişmelerden biri olarak Fairbairn'in
katkılarını ilişkisel kuramının merkezine koydu (1988); Jill ve David Scharff, Washin­
gton Psikiyatri Okulu'ndan meslektaşlarıyla birlikte, Fairbairn ve Sutherland'in yeni
derlenen makalelerinin yayıma hazırlanmasında görev aldılar (Sutherland, 1994; Fair­
bairn, 1994) ve Fairbairn'in kavramlarının aile ve evlilik terapisi, travma gibi alanlarda
uygulanmasını teşvik ederken kendilik ve nesne ilişkilerine dayalı bütünleşik psikotera­
pi ve psikanaliz düşüncesini geliştirmeye devam ediyorlar (D . Scharff, 1992; J. Scharff,
1992; D . ve J. Scharff, 1994) .
Fairbairn'in çalışmalarının ölümünden bu yana uygulandığı sahaların bu kısa ta­
raması son derece eksik olup geniş vizyonunun hakkmı vermekten çok uzaktır. Bu
kitapta yer alan makalelerde analiz uygulamalarının kapsamını genişleten Fairba­
irn, analitik vizyonun toplumsal meselelere ve politikalara, ulusçuluk ve uluslararası
ilişkilerin anlaşılmasına uygulanması gerektiğini düşünüyordu . Fram Instinct ta Sel{
[İçgüdüden Kendiliğe] kitabında yayımlanan diğer yazılarında nesne ilişkilerini ve
psikanalizi sanat psikolojisine, felsefeye, eğitim ve çocuk gelişimine uygulamıştır. Bu
yolların henüz başında olsa da fikirlerinin potansiyel uygulama alanlarını ve kulla­
nışlılığını görmemize yetecek kadar ilerlemiştir. Fikirleri bugün psikanaliz vizyonu­
nun o kadar ayrılmaz parçası haline gelmiştir ki söylenmesine gerek olmayan apaçık
gerçeklere dönüşmüştür; sanki ilişki ihtiyacı öteden beri gelişimin ve terapinin temel
olgularından biri olarak görülmüş, bölmenin değişik biçimleriyle hayatın başından
itibaren önemli olduğu hep biliniyormuş gibi gelir. Fairbairn'den önce analistin tek­
nik doğruluk için çabalayan ve sürece dahil olmayan, tarafsız bir yansıtma ekranı
olduğu savunuluyordu . Onun vizyonu sayesinde artık analistin terapi ilişkisine dahil
olduğunu, hastayla aynı gelişimsel süreçlerle ve içsel dinamiklerle boğuştuğunu, bu
süreçlerin dışında ve üstünde olduğu için değil, kendi deneyimleri vasıtasıyla hasta­
larının büyüme ve gelişme süreçlerinde yanlarında olabildiği için yardım edebildiğini
görüyoruz . Fairbairn terapi sürecinin nihayetinde temel değişim vasıtası olarak ilişki­
nin önemine bağlı olduğunu söylüyordu:

Benim kanaatimce, asıl belirleyici etken hastanın analistle olan ilişkisidir; diğer
etkenlerin...etki göstermeyi bırakın, var olınası bile bu ilişkiye bağlıdır, zira analistle
terapi ilişkisi olmadığı takdirde hiçbiri meydana bile gelınez. (Fram Instinct ta Sel{
[İçgüdüden Kendiliğe], Cilt 1: "Psikanalizin Doğası ve Amaçları Üzerine" (1958: 379))

Bu kitabın 1952'deki ilk basımından bu yana, ilişkiye odaklanma yeni psikana­


liz düzeninin parçası oldu; psikanalizin felsefeye, bilime, beşeri bilimlere, toplumsal
anlayışa katkılarını biçimlendirdi . Fairbairn bize psikanaliz kuramının ve uygula­
masının merkezinde ilişkilerin yer aldığını, ama daha da önemlisi insan olarak ya­
şantımızın ve her türlü akıbetimizin merkezinde kişisel ilişkilerin yer aldığını öğretti .
XVlll PSİKANALİTIK KiŞiLİK ÇALIŞMALARI

REFERANSLAR

Bowlby, J. (1969, 1973, 1980) Attachment and Loss, Vols. 1, il and III, Lan­
don: Hogarth.
Dicks, H. V. (1967) Marital Tensions, London: Routledge & Kegan Paul.
Einstein, A. (1933) ' On the Method of Theoretical Physics: The Herbert Spen­
cer Lecture delivered at Oxford on 10 June 1933', Oxford: Clarendon
Press. Reissued in N. G.
Coley and V. M. D. Hali (eds) (1980) Darwin ta Einstein: Primary Sources on
Science
and Belief, Harlow and New York: Longman.
Fairbairn, W. R. D. (1928) ' The Ego and the ld', in D. E. Scharff and E. F.
Birtles ( eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1929a) ' The Super-Ego', in D. E. Scharff and E. F. Birtles (eds) (1994) From
Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1929b) ' Dissociation and Repression', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds) (1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1930) 'Libido Theory Re-examined', in D. E. Scharff and E. F. Birtles (eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1943) ' Phantasy and lnternal Objects', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1944) 'Endopsychic Structure Considered in Terms of Object-Relations­
hips',
reprinted in this volume, pp. 82-136.
- (1952) Psychoanalytic Studies of the Personality, Landon: Tavistock and
Routledge & Kegan Paul.
- (1954) ' The Nature of Hysterical States', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds)
(1994) From lnstinct ta Sel(, Vol. 1, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1958) ' On the Nature and Aims of Psychoanalysis', in D. E. Scharff and
E. F. Birtles (eds) (1994) From Instinct ta Sel(, Vol. 1, Northvale, NJ: Jason
Aronson.
- (1994) From Instinct ta Sel(: Selected Papers of W. R. D. Fairbairn: Volu­
mes I & ll. Ed. D. E. Scharff & E. F. Birtles. Northvale, NJ: Jason Aronson.
Grotstein, J. S. (1981) Splitting and Projective Identification, New York: Jason
GİRİŞ XIX

Aronson.
Guntrip, H. (1961) Personality Structure and Human Interaction, London:
Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis.
- (1969) Schizoid Phenomena. Object-Relations and the Sel{, New York: ln­
ternational Universities Press.
Hegel, G. W. F. (1817) 'The Logic of Hegel ', in The Encyclopaedia of the Phi­
losophical
Sciences, trans. W. Wallace (1874), Oxford: Clarendon Press.
Kernberg, O. F. (1963) 'Discussion of Sutherland's " Object-Relations and the
Conceptual
Model of Psychoanalysis '' ,' British Journal of Medical Psychology 36:121-4.
- (1976) Object-Relations and Clinical Psychoanalysis, New York: Jason
Aronson.
- (1980) Internal World and External Reality: Object-Relations Theory App­
lied, New York: Jason Aronson.
Kohut, H. (1971) The Analysis of the Sel{, New York: International Universi­
ties Press.
- (1977) The Restoration of the Self, New York: lnternational Universities
Press.
Mitchell, S. (1988) Relational Concepts in Psychoanalysis, Cambridge, MA:
Harvard University Press.
Ogden, T. H. (1986) The Matrix of the Mind, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Padel, J. (1972) 'The Contribution of W. R. D. F airbairn', Bul/etin of the Euro­
pean
Psycho-Analytical Federation 2: 13-26.
- (1992) 'Fairbairn's Thought on the Relationship between Inner and Outer
Worlds',
London: Free Association.
Pringle-Pattison, A. Seth (1882) The Development {rom Kant to Hegel, Lon­
don: Williams
& Norgate.
Rayner, E. (1991) The Independent Mind in British Psychoanalysis, Northva­
le, NJ: Jason
Aronson.
Scharff, D. E. (1992) Refinding the Object and Reclaiming the Sel{, Northvale,
NJ: Jason
Aronson.
Scharff, D. E. and Scharff, J.S. (1987) O bject-Relations Family Therapy, Nort­
hvale, NJ:
Jason Aronson.
- (1994) Object-Relations Therapy o{ Trauma, Northville, NJ: Jason Aronson.
Scharff, J.S. (ed . ) (1989) Foundations of Object-Relations Family Therapy,
Northvale,
NJ: Jason Aronson.
- (1992) Projective and Introjective Identification and the Use of the Thera­
pist's Sel{, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Singer, P. (1983) Hegel, Oxford and New York: Oxford University Press.
Sutherland, J. D. (1963) 'Object-Relations and the Conceptual Model of Psy-
choanalysis',
British ]ournal of Medical Psychology 36: 109-24 .
- (1989) Fairbairn's Journey to the Interior, London: Free Association.
- (1994) Therapy of the Autonomous Sel{, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Winnicott, D. W. and Kalın, M. (1953) 'Review of Psychoanalytic Studies of
the
Personality by W. R. D. Fairbairn', lnternational Journal of Psychoanalysis
34: 329-33.
1. KI SI M

NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI


KİŞİLİ K KURAMI
BİRİNCİ BÖLÜM
Kişi l i kteki Şizoid Etken ler (1 940)1

Şizoid nitelikteki zihinsel süreçlerle son zamanlarda giderek daha çok meş­
gul olmaya başladım ve artık bana öyle geliyor ki bu tür süreçlerin kişiliğe
belirgin şizoid mahiyet katacak kadar öne çıktığı vakalar bütün psikopatoloj i
alanında en ilginç ve en bol malzemeyi sağlayan vakalardır. Bu görüşü destek­
leyen çeşitli hususlardan özellikle şunlara değinebilirim: (1) Tüm psikopato­
loj ik durumlar içinde kökü en derine inenler şizoid rahatsızlıklar olduğundan
hem kişiliği meydana getiren esasları hem de en temel zihinsel süreçleri ince­
lemek için en uygun fırsatı sunanlar da onlardır. (2) Terapide şizoid vakanın
analiz edilmesi, psikopatolojik süreçlerin olanca çeşitliliğiyle tek bir kişide
incelenmesine imkan tanır, zira bu tür vakalarda nihai duruma varılıncaya
kadar genellikle kişiliği savunmak için eldeki tüm yöntemler kullanılmıştır. (3)
Yaygın kanaatin aksine, aşırı gerilemiş halde olmayan şizoidler, ister normal
ister anormal her türlü insandan daha derin içgörü yeteneğine sahiptir; bu­
nun sebebi, en azından kısmen, epey içedönük olmaları (yani iç dünyalarıyla
meşgul olmaları ) ve iç dünyalarındaki derin psikoloj ik süreçleri iyi tanımala­
rıdır (bu süreçler düpedüz "psikonevrotik " diye sınıflandırılanlarda da elbette
mevcut olmakla birlikte en inatçı savunmalar ve çetin dirençlerle bilinç dışın­
da tutulur) . (4) Yine yaygın kanaatin aksine, şizoidlerin hatırı sayılır aktarım
kabiliyeti olup terapi sürecini ilerleten beklenmedik imkanlar sunarlar.
Açık şizoid rahatsızlıklar şu kategorilere ayrılabilir:
(1) Şizofreni.
(2) Şizoid Tipte Psikopatik Kişilik - bu grubun psikopatik kişilik vakaları­
nın çoğunluğunu teşkil ettiği pekala söylenebilir (epileptik kişilikler de bunun
dışında değildir) .

ı Bu makalenin kısaltılmış hali 9 Kasım 1 940'ta Britanya Psikoloji Cemiyeti İskoçya Şubesi
karşısında okunmuştur.
4 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

( 3) Şizoid Karakter - kişilikleri kesinkes şizoid özellikler barındırmakla


birlikte psikopatik diye düşünülemeyecek kişilerden oluşan geniş bir gruptur.
(4) Şizoid Durum veya geçici şizoid epizot - benim fikrimce, ergen " sinir
krizlerinin" önemli bölümü bu kategoriye girer.
Bu açık şizoid rahatsızlar bir yana, psikonevrotik semptomlarla gelen (ör­
neğin histerik, fobik, obsesif veya sadece kaygılı) hastalarda da esasen şizoid
özelliklere sık rastlanır. Tabii bu tür özellikler, mevcutsa dahi, kişiliği koru­
yagelmiş psikonevrotik savunmalar analitik tedavi sırasında (ve vasıtasıyla)
zayıfladığında ortaya çıkacaktır muhtemelen; fakat analist altta yatan şizoid
zemine aşinalık kazandıkça şizoid özelliklerin varlığını ön görüşmede tespit
etme ihtimali artar. Masserman ve Carmichael tarafından 1 00 psikiyatrik
vakanın incelendiği çalışmada (journal of Mental Science, Sayı. LXXXIV, s.
893-946) yer alan otuz iki şizofreni hastasının geçmişinde histerik ve obsesif
semptom görülme oranı bu açıdan ilginç bir bulgudur. Bu yazarlar "otuz iki
hastanın en az on beşinde açık şizofreni sendromu gelişmeden önce histerik
semptomlar görüldüğünü kesin olarak " tespit etmiştir. Obsesyon ve kom­
pulsiyonların görülme oranıyla ilgili olarak da " bunların en sık görüldüğü
grubun şizofrenler olduğunu" söylemişlerdir; otuz iki vakanın on sekizinde
obsesyon, yirmisinde kompulsiyon görülmüştür. Yine ilginç bir not olarak,
kendi müşahedem altındaki bir dizi askeri vakadan nihai tanısı " Şizofreni"
veya " Şizoid Kişilik " olanların % 50'sine muayeneye sevk edilirken "kaygı
nevrozu" veya " histeri " ön tanısı konmuştu. Her ne kadar bu rakamlar açık
şizoid hastanın kişiliğini korumak için boş yere psikonevrotik savunmalara
ne ölçüde başvurduğuna dair bir gösterge olsa da altta yatan şizoid eğilimin
bu tür savunmaların işe yaramasıyla ne ölçüde gizleniyor olabileceğine dair
herhangi bir şey söylememektedir.
Görünüşte psikonevrotik semptomlarla gelen vakalarda esasen şizoid
özelliklerin ne kadar yaygın görüldüğü anlaşıldığında, belli bir psikopato­
loj i etiketi yapıştırmakta zorlandığımız sorunlardan ötürü analize başvuran
bazı kişilerde de analitik tedavi seyrinde benzer özelliklerin varlığını tespit
etmek mümkün olur. Sosyal ketlenme, işe odaklanamama, karakter sorunları,
sapkın cinsel eğilimler ve iktidarsızlık, kompulsif mastürbasyon gibi psiko­
cinsel sorunlarla analiste başvuranların pek çoğu bu gruba girer. Münferit
gibi görünen semptomlarla (örneğin delirme korkusu veya teşhircilik kaygısı)
gelenlerin veya analitik tedavi talebi yersiz bulunanların (örneğin " bana fay­
dası olur gibi geliyor" veya " ilginç olur gibi geliyor " ) çoğunluğu da yine bu
gruba dahildir. Seans odasına gizemli bir edayla veya hayretler içinde girenler,
konuşmaya Freud'dan bir alıntıyla başlayanlar veya " burada ne işim var hiç
bilmiyorum " diye söze girenler de bu grupta yer alır.
Bahsettiğim bu kategorilere giren vakalar analitik olarak incelendiğinde,
tam anlamıyla kendine yabancılaşma veya gerçekdışılık gibi görüngülerin yanı
sıra gerçeklik hissinin nispeten hafif ve geçici olarak bozulmasının da esasen
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLiK KURAMI I BİRİNCİ BÖLÜM 5

şizoid nitelik taşıdığının farkına varmak mümkün olur; örneğin (kişinin ister
kendisine ister çevreye atfettiği) "yapaylık " hissi, dünyayla arasında bir cam
varmış gibi hissetme, tanıdık kişileri veya ortamları yabancılama, yabancı şey­
lerin tanıdık gelmesi. Yabancı şeylerin tanıdık gelmesiyle bağlantılı ilginç bir
deneyim olan " dejavu "nun da yine şizoid bir süreç içerdiği düşünülmelidir.
Uyurgezerlik, füg, çifte kişilik, çoklu kişilik gibi çözülmeli görüngülere de aynı
şekilde bakmak gerekir. Çifte ve çoklu kişilik tezahürlerine bakacak olursak,
Janet, William James ve Morton Prince'ın anlattığı birçok vaka titizlikle in­
celendiğinde bunların esasen şizoid nitelikte olduğu sonucuna varılabilir. Ja­
net'nin, klasik kavramı "histeri " ye temel oluşturan çözülmeli görüngülerin
tezahürü diye aktardığı pek çok vakanın pekala şizofrenik davranışlar sergi­
lediğini söylemek de yerinde olacaktır; benim yorumuma göre bu olgu, kendi
gözlemlerime dayanarak halihazırda vardığım sonucu desteklemektedir: His­
terik kişilikte, ne kadar derinde gömülü olursa olsun, gerek az gerek çok, ama
her daim şizoid bir unsur bulunur.
Şizoid görüngüleri bu anlattığım şekilde daha geniş çerçevede düşünüp
" şizoid " teriminin yananlamını genişlettiğimizde, terimin düzanlamı da kaçı­
nılmaz olarak genişlemeye uğrar ve sonuçta ortaya çıkan şizoid grubun hayli
kapsamlı olduğu görülür. Örneğin her toplulukta bulunan fanatikler, ajitatör­
ler, suçlular, devrimciler ve sair düzen bozucu unsurların büyük kısmı bu gru­
ba girer. O kadar göze çarpmamakla beraber aydın kesimde de şizoid özellik­
lere çokça rastlanır. Elitlerin burjuvalara dudak bükmesi, marjinal sanatçının
kültürsüzü hor görmesi şizoid nitelikte hafif tezahürler olarak görülebilir. Üs­
telik ister edebi ister sanatsal ister bilimsel olsun böylesi entelektüel uğraşların
az çok şizoid özellikler taşıyanları bilhassa cezbettiği anlaşılmaktadır. Bilimsel
uğraşların çekiciliği, şizoidin düşünce süreçlerine fazlasıyla kıymet vermesi
kadar mesafeli tavrından da ileri gelir; zira bilim alanında her iki özelliğin de
faydasını görmek işten bile değildir. Bilimin obsesyonel cazibesi öteden beri
bilinmektedir elbette, her şeyin derli toplu ve kılı kırk yaran doğrulukta olma­
sına duyulan kompulsif ihtiyaçtan kaynaklanır; lakin şizoid cazibe de ondan
aşağı kalmaz ve hiç olmazsa aynı ölçüde dikkate alınmalıdır. Son olarak, önde
gelen bazı tarihsel şahsiyetlerin şizoid kişilik ya da şizoid karakter diye yo­
rumlanmaya müsait olduğunu ileri sürebilirim, hatta tarihte iz bırakanlar da
genellikle bu gibi şahsiyetlerdir sanki.
Şizoid kategori diye tasavvur ettiğimiz gruba giren çeşit çeşit insanın ortak
özelliklerinden üç tanesi özel olarak bahsetmeye değecek kadar göze çarpar:
( 1 ) tümgüçlülük tavrı, (2) kendini yalıtma ve mesafe koyma, (3) iç dünyay­
la fazla meşgul olma. Fakat bu özelliklerin illa açıktan açığa görünmediğini
hesaba katmak gerekir. Dolayısıyla tümgüçlülük tavrı bilinçli de bilinçdışı da
olabilir. Ayrıca belli faaliyet alanlarıyla sınırlı kalabilir. Aşırı telafi çabasıyla
satıhta yer alan bir aşağılık hissi veya alçakgönüllülük kisvesine bürünebilir
yahut kıymetli bir sır gibi bile korunabilir. Kendini yalıtma ve mesafelenme
6 PSİKANALİTİK KİŞİLiK ÇALIŞMALAR!

tavrı da sosyallik maskesi veya üstlenilen birtakım rollerle örtülebilir; hatta


bazı bağlamlarda hatırı sayılır duygusallık eşliğinde ortaya çıkabilir. İç dün­
yayla meşguliyetse şizoid özellikler içinde şüphesiz en önemlisidir; iç dünya
dış gerçeklikle yer değiştirse de bir tutulsa da üst üste koyulsa da kişinin iç
dünyasıyla fazla meşgul olduğu gerçeği değişmez.
Buraya kadarki değerlendirmelerden ortaya çıkan " Şizoid " kavramının,
özellikle düzanlamıyla düşünüldüğünde, Jung'un formüle ettiği "İçedönük "
tip kavramıyla epey örtüştüğü gözden kaçmayacaktır. Jung daha önceki ya­
zılarından birinde ( Collected Papers on Analytical Psychology [Analitik
Psikoloji Üzerine Toplu Yazılar] ( 1 9 1 7), s. 347)2 şizofreninin ( " erken buna­
ma " ) sadece içedönük tipte görüldüğü yönünde fikir beyan etmiştir, bu da
içedönüklük ile şizoid gelişim arasında ilişki olduğunu kabul ettiğine işaret
eder. Jung'un " İçedönük " kavramıyla burada bahsedilen " Şizoid " kavramı
arasındaki örtüşme, bahsedilen grubun gerçekten var olduğunu teyit etmesi
bakımından ilgiye değer, zira iki kavrama birbirinden tamamen bağımsız yol­
lardan ulaşılmıştır. Elbette böyle bir örtüşmenin varlığını kabul etmem hiçbir
şekilde Jung'un temel psikoloj ik tipler kuramını kabul ettiğim anlamına gel­
mez. Hatta tam aksine benim şizoid grubu dayandırdığım temel, mizaçtan
ziyade kesin surette psikopatoloj ik etkenlerdir. Bu arada, şizoid terimine en
baştaki kullanımından ötürü yapışıp kalan uğursuz çağrışımlar yüzünden,
bahse konu grubu " şizoid " değil de " içedönük " terimiyle anlatmayı yeğle­
yenler olabilir. Fakat şizoid terimi, içedönük gibi salt betimlemekle kalmayıp
psikoloj ik kökene ışık tuttuğu için çok değerli bir avantaja sahiptir.
Bu şekilde düşünecek olursak istisnasız herkesi şizoid saymak gerektiği
eleştirisine hazır olmam gerekiyor. Aslında bu eleştiriye dünden hazırım, ama
bir şartla; çünkü bu önemli şart koşulmasa " Şizoid " kavramım o kadar geniş
kapsamlı olurdu ki hiçbir anlam ifade etmez hale gelirdi. Bu kavramı anlamlı
kılan şart şudur: Bütün mesele hangi zihinsel düzeyin ele alındığıdır. En temel
şizoid görüngü, benliğin bölünmüş olmasıdır; benim diyen iddia edemez ki
benliği en derin düzeyde bile bölünme emaresi göstermeyecek kadar bütün­
leşmiş olsun yahut büyük acılar, zorluklar, yokluklar çekerken (örneğin ağır
hastalık geçirirken, Kuzey Kutbu'nu keşfe giderken, Pasifik'in ortasında bir
teknede dımdızlak kalmışken, amansız zulme, modern savaşların saçtığı deh­
şete uğramışken) daha yüzeysel düzeylerde bile bu tür bölünme emareleri or­
taya çıkmasın. Burada hayati önem taşıyan etken, benlikte bölünme emaresi
görmek için zihnin ne kadar derinine inmemiz gerektiğidir. Fikrimce, zihnin
en derin düzeyinde benlik her daim az ya da çok bölünmüş haldedir, bir başka
deyişle (Melanie Klein 'ın terimleriyle aynı şeyi ifade edecek olursam) psişenin
temel konumu her daim şizoid konumdur. Tabii ki gelişim süreci ideal bir
seyir izlemiş olan mükemmel insanı kurguladığımızda bu ifade geçerliliğini

2 1908 tarihli "The Content of the Psychoses" (Psikozların İçeriği) adlı makale - ç.n.
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLiK KURAM! 1 BiRiNCi BÖLÜM 7

yitirir; lakin böylesi bir gelişim seyri bir kişiye bile nasip olmamıştır. Benliği,
hangi şart altında olursa olsun, en basit bölünmüşlük emaresi bile gösterme­
yecek kadar tek parça ve istikrarlı birinin olduğuna ihtimal vermek zordur.
Başı beladayken anormal bir sükunet ve kayıtsızlık duymamış ya da utançtan,
şaşkınlıktan bir anlığına kendi kendine dışarıdan bakar hale gelmemiş " nor­
mal " insan pek yoktur; geçmişle bugünün, hayalle gerçeğin birbirine karıştığı
"dejavu " denen o tuhaf deneyimi de çoğu insan yaşamıştır. Tüm bunların
esasen şizoid görüngüler olduğunu öne sürmekteyim. Hele bir evrensel görün­
gü vardır ki istisnasız herkesin en derinde şizoid olduğunu kesinkes ki!nıtlar:
Rüyadır bu; zira Freud'un araştırmalarına göre, insan rüyada kendini genel­
likle iki veya daha fazla ayrı kişi olarak görür. Bu noktada rüyalarla ilgili edin­
diğim fikrin şu minvalde olduğunu söyleyebilirim: Rüyada gözüken kişiler,
rüya görenin ya 1) kişiliğinin bir yönünü ya da 2 ) iç dünyasında kişiliğinin bir
yönüyle, genellikle özdeşim üzerinden, ilişki kurduğu bir nesneyi temsil eder.
Her halükarda, rüya görenin kendini rüyada birden fazla kişi olarak görmesi,
rüyadaki bilinç düzeyinde rüya görenin benliğinin bölünmüş olduğundan baş­
ka bir şekilde yorumlanamaz. Bu yüzden, rüya evrensel bir şizoid görüngüdür.
Freud'un tanımladığı haliyle " üstbenlik " de benliğin bölünmüş olduğuna işa­
ret eden evrensel bir görüngü olarak yorumlanmalıdır; madem "üstbenlik " ile
" benlik " birbirinden ayırt edilebilecek yapılardır, üstbenliğin sırf varlığı bile
şizoid konumun tesis edilmiş olduğuna kanıt teşkil eder.
" Şizoid" terimine önem kazandıran benlik bölünmesi kavramı ancak psi­
koloj ik köken bakımından düşünüldüğünde aydınlatıcı bir kavram olur. Bu
yüzden benlik gelişimine kısaca göz atmak gerekir. Freud'un en çok üzerinde
durduğu benlik işlevi, uyum sağlama işlevidir; benlik bu işlevi yerine getirir­
ken temel içgüdüsel faaliyetler ile dış dünyada hüküm süren şartlar, özellikle
de toplumsal koşullar arasında ilişki kurar. Lakin benliğin bütünleştirme iş­
levleri olduğu da unutulmamalıdır; ( 1 ) gerçekliğe dair algıları bütünleştirmek
ve (2) davranışları bütünleştirmek bu işlevlerin en önemlilerindendir. Benliğin
önemli işlevlerinden biri de iç dünya ile dış dünya arasındaki ayrımı gözet­
mektir. Benliğin bölünmesi bu işlevlerin tümünün kademeli gelişimini, farklı
derecelerde ve oranlarda da olsa, tehlikeye atar. Dolayısıyla, gelişim süreci
sonunda benlik bütünlüğünün çeşitli derecelerde olabileceğini görmek gerekir.
Hatta kuramsal bir bütünlük ölçeği düşünebiliriz; bir uçta tamamen bütünleş­
miş benlik, öbür uçta bütünleşmenin hepten sekteye uğraması, arada da çeşitli
bütünlük dereceleri bulunur. Böylesi bir ölçekte şizofrenler alt basamaklarda
yer alırken, şizoid kişilikler biraz daha üst basamaklarda, şizoid karakterler
daha da üst basamaklarda vs. diye gider; fakat bölünmenin olmadığı kusursuz
bütünleşmeyi temsil eden en üst basamak sadece kuramsal bir ihtimal olarak
görülmelidir. Bu ölçeği aklımızda tutarsak, yeterince ağır şartlar altında her­
hangi bir insanın da birtakım şizoid özellikler gösterebileceğini daha rahat
anlayabiliriz. Bazıları ancak ergenlik, evlilik, savaş zamanı askere gitmek gibi
8 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

durumların getirdiği yeni şartlara alışmak gerektiğinde benlik bölünmesi ser­


gilerken, bazıları alelade günlük olaylar karşısında bile bu tür emareler gös­
terebilir. Elbette pratikte, bu hayali ölçeği oluşturmanın önünde aşılması zor
engeller bulunur; şizoid tezahürlerin pek çoğunun, Freud'un da belirttiği gibi,
aslında benliğin bölünmesine karşı savunmalar olması gibi. Yine de bu şekil­
de hayali bir ölçeği gözümüzde canlandırmak, benlik bölünmesi bakımından
genel konumu kestirmemize yardımcı olur.
Her ne kadar Bleuler'in klasik "şizofreni " kavramı doğrultusunda benlik
bölünmesini en karakteristik şizoid görüngü saymamız gerekse de psikana­
listler şizoidin libidinal yönelimiyle hep daha çok ilgilenmiş, hatta ağırlıklı
olarak buna odaklanmışlardır; Abraham'ın libidinal gelişimin psikolojik kö­
kenlerine dayanan kuramının da etkisiyle, şizoid türden klinik tezahürlerin ilk
oral evreye saplanmadan kaynaklandığı düşünülegelmiştir. Benlik bölünmesi
muhtemelen yaşamın bu ilk evresinde, bu evredeki iniş çıkışların gelişmemiş,
deneyimsiz bebek üzerindeki etkisiyle meydana gelmeye başlar; demek ki ben­
lik bölünmesi ile libidinal oral içealım arasında çok yakın ilişki vardır. Ben­
liğin bölünmesinde rol oynayan sorunların bugüne dek gördüğü ilgiden çok
daha fazlasını hak ettiğini düşünüyorum; benim bu sorunlara ne kadar önem
verdiğim, şimdiye kadar söylediklerimden biraz anlaşılabilir. Fakat şimdi ilk
oral evreye saplanmanın ortaya çıkardığı veya yön verdiği, dolayısıyla şizoid
örüntünün belirlenmesinde önemli payı olan bazı gelişmeleri ele alacağım.
Bebeğin benliği her şeyden önce "ağız benliği " diye tanımlanabilir. Bu olgu
her insanın gelişimini derinden etkilemekle beraber, sonradan şizoid özellikler
gösterenler üzerindeki etkisi daha da belirgindir. Bebeğin başlıca arzu organı,
başlıca faaliyet aracı, başlıca tatmin ve hüsran vasıtası, başlıca sevgi ve nefret
kanalı, en önemlisi de yakın sosyal temas kurmasının ilk yolu ağızdır. İnsanın
kurduğu ilk sosyal ilişki kendisi ile annesi arasındadır; bu ilişkinin odağında­
ki eı:nzirme durumundaysa bebeğin ağzı kendi libidinal tutumunun, annenin
memesi de libidinal nesnesinin odağını teşkil eder. Bu şekilde kurulan ilişkinin
doğası da haliyle insanın sonraki ilişkilerini ve genel anlamda sosyal tutumu­
nu derinden etkiler. ilk oral evredeki söz konusu duruma libidinal saplanma
olması halinde, bu evreye uygun olan libidinal tutum abartılı bir şekilde süre­
gider ve geniş çaplı etkiler doğurur. Bunların ne tür etkiler olduğunu anlama­
nın belki de en iyi yolu, ilk başlardaki oral tutumun kendisini oluşturan temel
özelliklere bakmaktır. Bu özellikler şöyle özetlenebilir:
(1) Her ne kadar çocuğun annesiyle kurduğu duygusal ilişkide, anne kişi
olarak var olsa ve çocuğun libidinal nesnesi esasında annenin bütünü olsa
da yine de libidinal ilgi ağırlıklı olarak annenin memesine yoğunlaşır; sonuç
olarak, ilişkide sarsıntılar meydana geldiği ölçüde, memenin kendisi libidinal
nesne rolünü üstlenir, yani libidinal nesne (kişi veya bütün nesneden ziyade )
vücudun bir organı, bir başka deyişle kısmi nesne biçimini alır.
(2) Libidinal tutumun "alma" yönü "verme " yönüne ağır basar.
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLİK KURAM! 1 BİRİNCİ BÖLÜM 9

( 3) Libidinal tutumu nitelendiren sadece almak değil, aynı zamanda içine


katmak ve içselleştirmektir.
(4) Libidinal durum dolu olma ve boş olma hallerine muazzam anlam yük­
leyen bir durumdur. Çocuk aç olduğunda, tahminen, kendini boş hisseder;
doyana kadar beslendiğindeyse tahminen kendini dolu hisseder. Öte yandan,
annenin memesi ve çocuğun bakış açısından tahminen annenin kendisi de
normalde dolu olup emzirdikten sonra boş hale gelir - çocuk, annenin içinde
bulunduğu şartları kendi dolu ve boş olma deneyimi bakımından anlayabili­
yor olsa gerektir. Yoksunluk durumundaysa boş olma hali çocuk için özel bir
anlama bürünür. Kendini boş hissetmekle kalmaz; içinde bulunduğu durumu,
annesini kendisinin boşalttığı şeklinde yorumlar - zira yoksunluk hem oral
ihtiyacını artırmış hem de bu ihtiyaca saldırgan nitelik katmıştır. Yoksunluk
ayrıca içealım ihtiyacının kapsamını genişletir; bebeğin içine almaya ihtiyaç
duyduğu şey memenin içindekilerle sınırlı kalmayıp memenin kendisini, hatta
bütünüyle anneyi kapsar hale gelir. Bebeğin memeyi boşaltmaktan ötürü yaşa­
dığı kaygı böylece libidinal nesnesini yok etme kaygısına yol açar; annenin em­
zirdikten sonra kendisini bırakıp bırakıp gitmesi de bu izlenimi güçlendiriyor­
dur muhtemelen. Çocuk, sonuç olarak, libidinal tutumundan ötürü libidinal
nesnesinin gözden kaybolduğu ve tükendiği çıkarımına varır; sonraki aşamada
da yiyeceğin yendiği zaman dış dünyadan kaybolduğunu, hem karnım doysun
hem ekmeğim dursun diyemeyeceğini öğrenince bu çıkarım teyit edilmiş olur.
İlk oral evreye saplanma olduğu ölçüde, o evredeki libidinal tutumun tüm
bu özellikleri yoğunlaşarak sürüp gider, şizoid karakter ve semptomları belir­
leyen etkenler haline gelir. Bu etkenlerin yol açabileceği gelişmelerden bazıları
aşağıda ele alınacaktır.

1 . Kısmi Nesneye (Vücudun Organına) Yönelme Eğilimi


Önce bu etkenin ilk oral tutumdaki rolüne bakalım: İnsanlara kendi içinde
değeri olan kişiler değil de daha aşağı bir şeymiş gibi davranma yönündeki
şizoid eğilimi besler. Bu eğilime örnek olarak verebileceğimiz bir vakada, şi­
zoid tipte, son derece zeki bir adam, eşiyle gerçek duygusal temas kuramadı­
ğı hissiyle bana gelmişti; eşine gereksiz yere kusur buluyor, sevgi göstereceği
yerde surat asıyordu. Eşine karşı gayet bencil tavırlarını anlattıktan sonra,
genel olarak da insanlara pek sokulmadığını, başkalarını aşağı yukarı ilkel
havyanlar yerine koyduğunu ekledi. Bu son söylediğinden, yaşadığı sıkıntı­
ların kaynaklarından birini tespit etmek zor değildi. Rüyalarda hayvanların
genellikle vücudun organlarını simgelediği anımsanacaktır; bu olsa olsa eşini
de başkalarını da kişi değil kısmi nesne saydığını teyit etmeye yarar. Benzer
tutum sergileyen bir şizofreni hastası da karşılaştığı insanlara, barbar kabile­
sine girmiş antropolog gözüyle baktığını anlatmıştı. Yine az çok benzer tutum
gösteren bir asker vardı; geçmişi öteden beri şizoid kişiliği olduğuna işaret
1 Q PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

ediyordu, savaş zamanı askerdeyken akut şizoid duruma geçmişti. Küçükken


annesi ölmüş, ebeveyn olarak hatırladığı sadece babasıymış. Okulu bitirdik­
ten sonra çok geçmeden evden ayrılmış, bir daha da babasıyla görüşmemiş,
hayatta olup olmadığını bile bilmiyordu. Yıllarca başıboş, göçebe bir hayat
sürmüş, ama nihayetinde evlenip yuva kurmanın kendisine iyi geleceği fikrine
varmış. Kurmuş da. Evliliğinden mutlu olup olmadığını sorduğumda önce bir
şaşkınlık ifadesi kapladı yüzünü, ardından alaycı bir gülümseme. " Onun için
evlendim ya, " dedi üstten üstten, başka bir yanıta lüzum yokmuş gibi. Verdiği
karşılık elbette şizoidin iç dünya ile dış dünya arasında yeterince ayrım yapa­
mamasına örnek teşkil ettiği kadar, şizoid özellikler taşıyanların libidinal nes­
neleri kendi içinde değeri olan kişiler gibi değil de ihtiyaç giderme aracı gibi
görme eğilimine de örnektir. Bu eğilim de ilk oral evrede görülen kısmi nesne
olarak memeye yönelimin sürekli hale gelmesinden kaynaklanır.
Şizoid özellikler gösteren kişilerin kısmi nesne yönelimi, büyük oranda ge­
rilemeci bir olgudur ve kaynağını aldığı ilk oral evreyi takip eden aşamada
ebeveynle, özellikle de anneyle kurulan duygusal ilişkilerin tatmin edici olma­
ması sebebiyle ortaya çıkar. Sevgisini kendiliğinden, sahici bir şekilde göstere­
rek çocuğa insan olarak sevildiğini hissettiremeyen anne, bu şekilde gerileme­
yi en çok körükleyen anne tipidir. Sahiplenici anneler de kayıtsız anneler de
bu kategoriye girer. Belki de en kötüsü hem sahiplenici hem kayıtsız izlenimi
verenlerdir - örneğin kendini biricik oğluna adamış, ama her ne pahasına
olursa olsun onu şımartmamayı kafasına koymuş anne. Anne çocuğu insan
olarak gerçekten sevildiğine inandıramadığında, çocuğun annesiyle duygusal
ilişkiyi kişisel temelde sürdürmesi zorlaşır; sonuç olarak, durumu basitleştir­
mek amacıyla, ilişkilerini daha basit olan önceki biçimine geri döndürmeye,
kısmi nesne olarak annenin memesiyle kurduğu ilişkiyi canlandırmaya yöne­
lir. Bu türden gerilemeye örnek olarak genç bir şizofrenin vakasını verebiliriz;
gerçek hayatta annesine karşı derin husumet beslerken, rüyasında tavanından
süt akan bir odada yattığını görüyordu - söz konusu oda ise evde annesinin
yatak odasının hemen altındaki odaydı. Bu tür gerilemeci süreçler Nesnenin
Kişiliksiz/eşmesi diye tanımlanabilir; yanı sıra, tipik olarak, arzu edilen nesne
ilişkisinin niteliği de gerilemeye uğrar. Gerileme burada yine ilişkileri basit­
leştirmeye yarar; duygusal temasın yerini bedensel temas alır. Bunu da Nesne
İlişkisinin Duygulardan Arındırılması diye tanımlayabiliriz.

2. Libidinal Tutumda Almanın Vermeye Ağır Basması


İlk oral evrede almanın vermeye ağır basması doğrultusunda, şizoid eğilimli
kişiler duygusal olarak vermekte bir hayli zorlanır. Bu bağlamda ilginç bir nok­
tayı hatırlatalım: Organizmanın en temel eğilimi oral içealımdır, önem sırala­
masında onun hemen ardından gelen ise boşaltım faaliyetleridir (dışkı ve idrar
yapma ) . Boşaltım faaliyetinin biyolojik amacı gereksiz ve zararlı maddeleri
NESNE iLİŞKiLERİNE DAYALI KiŞİLİK KURAMI I BiRiNCi BÖLÜM 1 1

vücuttan atmaktır elbette, ama çocuk çok geçmeden boşaltımı biyoloj ik amaca
uygun olarak kötü libidinal nesnelerle baş etmenin klasik yolu olarak görmeyi
öğrenir; çocuk için boşaltımın ilk psikoloj ik anlam ve önemi, yaratıcı faaliyet
niteliği taşımasından ileri gelir. Boşaltım kişinin ilk yaratıcı faaliyeti, ortaya
çıkan ürünler de ilk yaratımlarıdır - içsel olup dışsallaştırdığı, kendine ait olup
verdiği ilk şeydir. Bu bakımdan, boşaltım faaliyeti, esasen almaya dayanan oral
faaliyete tezat teşkil eder. İki libidinal faaliyet arasındaki bu karşıtlık, tam tersi
yönde başka bir karşıtlığın da aynı anda mevcut olmasına engel değildir; zira
diğer taraftan, tabii ki oral içealım tutumu nesneye değer verme, boşaltım tu­
tumuysa nesneyi değersizleştirme ve reddetme anlamı taşır. Fakat konumuzla
ilgili olan nokta şudur ki zihnin derinlerinde, almak vücutta biriktirmenin, ver­
mekse vücuttan atmanın duygusal eşdeğeridir. ilaveten, derinlerde, vücudun
içindekilerle zihnin içindekilerin duygusal anlamı aynıdır; dolayısıyla insanın
birine karşı tutumu öbürüne karşı tutumunu yansıtır. İlk çocukluk döneminde
oral içealım tutumunun vücudun içindekilere aşırı değer vermesi gibi, şizo­
id eğilimli biri de zihnin içindekilere aşırı değer verir. Zihninin içindekilere
böyle aşırı değer vermesi, örneğin, sosyal bağlamda duygularını dışavurma
güçlüğünde kendini gösterir. Böyle biri için, duygularını dışavurmanın par­
çası olan verme unsuru, içindekileri kaybetme anlamı taşır; bu nedenle sosyal
temaslardan çoğu kez bitkin düşer. O yüzden insanlarla birlikte uzun zaman
geçirdiğinde " içinden bir gücün akıp gittiğini" hisseder, duygu deposu tekrar
dolabilsin diye bir süre sessiz, sakin ve yalnız kalmaya ihtiyaç duyar. Hastala­
rımdan biri, müstakbel nişanlısıyla üst üste iki gün görüşemiyordu; çünkü çok
sık görüştüklerinde kişiliğinin kuruyup zayıfladığını hissediyordu. Şizoid eğili­
min belirgin olduğu kişiler, duygusal kayba karşı savunma olarak duygulanımı
bastırma ve mesafe koymaya başvurur, bu yüzden başkalarına soğuk, hatta
uç durumlarda insanlıktan çıkmış gibi görünürler. Böylelerine "içine kapanık
kişilikler" denir; duygularını ne kadar içlerine kapadıklarına bakınca bu ifade
fevkalade yerindedir. Duygusal kayıpla ilgili kaygı bazen kendini tuhaf şekil­
lerde gösterir. Örneğin analize başvuran genç bir adamın vakasını ele alalım;
ilk görüşmede sezdiğim o hafiften esrarengiz havayı taşıyanların alttan alta
şizoid eğilim barındırdığı kanaatine varmışımdır, herhangi bir somut semptom
ortaya koyamadıkları da çok olur. Üniversite öğrencisi olan bu hastanın nesnel
problemi sınavlardan sürekli kalmasıydı. Özellikle sözlü sınavlarda çok zorla­
nıyordu; işin çarpıcı yanı, doğru yanıtı bildiğinde bile çoğu zaman soruya yanıt
verememesiydi. Babasıyla ilişkisinden kaynaklı sorunların bunda rolü olduğu
ortaya çıkacaktı elbette, ama kendisine odaklandığımızda, yaşadığı zorluğun
aldığı biçim şu bakımdan önemliydi: Doğru yanıtı vermek, güç bela elde ettiği
(yani içselleştirdiği ) bir şeyi vermek, dolayısıyla çok değerli bir şeyi kaybetmek
demekti. Şizoid eğilimli kişilerin duygusal anlamda vermeyle ilgili sıkıntılarını
aşmak için yararlandığı çeşit çeşit teknik vardır. Bunlardan ikisine değinebili­
riz: (a) rol yapma tekniği, (b) teşhircilik tekniği.
1 2 PSIKANALİTIK KiŞiLiK ÇALIŞMALARI

(a) Rol Yapma Tekniği


Şizoid biri rol yaparak veya belli bir role bürünerek bolca his sergileye­
bilir, göz dolduran sosyal temaslar kurabilir; ama bu şekilde aslında hiçbir
şey vermiyor, hiçbir şey kaybetmiyordur; çünkü sadece bir rolü oynadığında,
kendi kişiliği işin içine girmiyordur. Oynadığı rolü içten içte reddeder; böylece
kendi kişiliğini el değmemiş ve dokunulmaz halde tutmayı amaçlar. Lakin
şunu da eklemek gerekir ki bazen rol yaptığının gayet bilincinde olsa da bazen
hiç farkında olmayıp ancak analitik tedavi sırasında farkına varır. Bilinçli rol
oynamaya örnek verebileceğim bir vakada, şizoid özellikleri belirgin genç bir
adam, ilk görüşmemizde odaya girer girmez söze Freud alıntısıyla başlamıştı.
Böylece daha baştan kendini psikanalize kaptırmış biri gibi görünmeye çalı­
şıyordu, ama bende anında uyandırdığı şüphe bunun bir rolden ibaret oldu­
ğuydu; analitik tedavi başladığı gibi de bu şüphem doğrulandı. Büründüğü rol
aslında benimle sahici duygusal temas kurmaya ve sahiden duygusal anlamda
bir şeyler vermeye karşı savunmaydı.

(b) Teşhircilik Tekniği


Teşhirci eğilimler her zaman şizoid zihniyetin öne çıkan bir parçasıdır ve
tabii ki rollere meyletmeyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu eğilimler büyük oranda
bilinçdışı olabilmekte, çoğunlukla da kaygıyla gizlenmektedir; yine de ana­
litik tedavi sırasında apaçık ortaya çıkarlar. Edebi ve sanatsal etkinliklerin
şizoid yatkınlığı olan kişilere çekici gelmesi, kısmen, doğrudan sosyal temas
kurmadan teşhirci nitelikte dışavurum imkanı sağlamasındandır. Teşhircili­
ğin savunma olarak kullanılmasının önemi, "vermenin" yerine "göstermeyi "
koyarak vermeden verme yolu sunmasında yatar. Ancak kaybetmeden verme
problemini çözmeyi amaçlayan bu yolun da külfeti yok değildir; zira aslen
verme edimine yüklenen kaygı, gösterme edimine aktarılır, "gösteriş yapma "
sonuçta " kendini gösterme " halini alır. Hal böyle olunca, teşhirci durumlarda
yoğun ıstırap çekilebilmekte, "görülmenin" zerresi bile sancılı bir mahcubi­
yete yol açabilmektedir. Verme ile gösterme arasındaki bağlantıyı, şizoid ki­
şilik öğeleri barındıran bekar bir kadın hastanın tepkisinde görebiliriz. 1 940
yılında bir gece Almanların attığı bombanın evimin civarına düştüğünü sabah
gazetede okumuş, haberden bombanın düştüğü yerin evimden yeterince uzak
olduğunu ve benim güvende olduğumu anlamış, içi sevinçle dolmuştu. Fakat
duygusal olarak o kadar çekingendi ki bana dair hissettiklerini herhangi bir
şekilde doğrudan ifade etmeye içi elvermiyor, ama anlatmak da istiyordu. Bu
açmazdan sıyrılma çabasıyla, bir sonraki seansta, bin bir zahmetle kendisi
hakkında bir şeyler yazdığı kağıt parçasını bana verdi. Böylece bana bir şey
vermiş oldu; ama verdiği şey, bir anlamda, kendisine dair bir görünümün
kağıt üstündeki yansımasıydı. Bu olayda gösterme tutumundan verme tutu­
muna doğru ilerlediği besbelliydi; ne de olsa dolaylı bir şekilde bana zihninin
NESNE i LiŞKiLERiNE DAYALI KiŞİLiK KURAM! 1 BiRiNCi BÖLÜM 1 3

içindekileri vermiş, büyük narsisistik _değer yüklediği bu içerikten ayrılmak


için çaba göstermesi gerekmişti. Kendi zihninin içindekilere narsisistçe değer
vermekten, dış nesne ve insan olarak bana değer vermeye doğru ilerlediği de
belli oluyordu. Bu vakanın analizinde hastanın bedensel içeriğinden ayrılma­
da muazzam çatışma yaşadığının ortaya çıkmış olması da bu olay ışığında
düşününce şaşırtıcı değildir.

3 . Libidinal Tutumda İçe Alım Etkeni


ilk başlardaki oral tutumu nitelendiren sadece almak değil, aynı zamanda
içine katmak yani içselleştirmektir. Çocuğun bu ilk oral tutuma gerilemesinin
en büyük sebebi, (a) annesi tarafından aslında insan olarak sevilmediğini, ( b )
kendisinin ona duyduğu sevginin d e değer v e kabul görmediğini hissederek
hüsrana uğramasıdır. Ağır travma yaratan bu durum şunlara yol açar:
( a ) Çocuk annesinin kendisini sevmediğini hissettiği ölçüde annesini kötü
nesne yerine koyar.
( b ) Çocuk kendi sevgisinin dışavurumlarının kötü olduğu inancına varır,
bunun sonucunda da olabildiğince iyi kalsın diye sevgisini kendi içinde tut­
maya meyleder.
(c) Çocuk dışarıdaki nesnelerle sevgi ilişkilerinin genel olarak kötü, en
azından güvencesiz olduğu hissine varır.
En nihayetinde çocuk, nesneleriyle olan ilişkilerini iç dünyaya aktarır. ilk
oral evredeki hüsranların etkisiyle anne ve memesi halihazırda bu dünya­
da içselleştirilmiş nesneler olarak yer etmiştir; sonraki hüsranların etkisiyle,
nesnelerin içselleştirilmesi savunma tekniği olarak kullanılmaya devam eder.
Oral tutum doğası gereği bu içselleştirme sürecini beslemekte, hatta harekete
geçirmektedir, zira oral dürtünün esas amacı içealımdır. Söz konusu olan aslen
fiziksel içealımdır elbette, ama buna eşlik eden duygusal durumun da içealım
niteliği taşıdığını kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla, ilk oral evreye saplan­
ma meydana geldiğinde, içealım tutumu kaçınılmaz olarak benliğin yapısına
işlenir. Şizoid kişilik öğeleri barındıranlarda, bu yüzden, dış dünyanın anlamı
fazla ağırlıklı olarak iç dünyadan gelir. Gerçek şizofrenlerde bu eğilimin bas­
kınlığıyla iç ve dış gerçeklik ayrımı iyice ortadan kalkabilmektedir. Bu tür uç
vakalar bir yana, şizoid öğeler barındıran kişilerin değerleri iç dünyalarında
birikir. Nesneleri dış dünyadan ziyade iç dünyaya ait olmakla kalmaz, kendi­
leri de içsel nesneleriyle çok güçlü özdeşim kurarlar. Duygusal anlamda verme
güçlüğü çekmelerinde bu olgunun asli payı vardır. Nesne ilişkileri çoğunlukla
dış dünyada olan kişiler için vermenin sonucu yeni değer yaratımı, değer­
lerin gelişimi, özsaygının beslenmesi olurken, nesne ilişkileri çoğunlukla iç
dünyada olan kişiler için vermenin sonucu değerlerin aşınması ve özsaygının
azalması olur. Böyle kişiler verdiklerinde yoksullaşmış hissetmeye meyillidir;
çünkü iç dünyaları pahasına veriyorlardır. Bu eğilim kadınlarda çocuk doğur-
1 4 PSIKANALITIK KİŞiLiK ÇALIŞMALARI

manın müthiş kaygı verici olmasına yol açabilir, zira doğum yapmak çocuk
sahibi olmaktan çok içindekileri kaybedip bomboş kalmak anlamına gelir.
Benim bu tip kadın hastalarım olmuştur; içindekileri bırakmayı hiç istemedik­
leri için doğumları aşırı zor geçmiştir. Bu vakalarda söz konusu olan vücuttan
atmadır, ama daha zihinsel alanda da benzer bir durum görülebilir. Örneğin
bir sanatçı, tablosunu bitirdikten sonra bir şey yarattığını veya kazandığını
değil, içinden bir gücün akıp gittiğini hissediyordu. Bazı sanatçıların yaratıcı
faaliyetlerinin ardından gelen verimsiz ve huzursuz dönemlerini bu olgunun
yardımıyla açıklayabiliriz; bahsettiğim sanatçının vakasında öyle olmuştu.
Şizoid öğeler barındıran kişinin vermeyi ve yaratmayı takip eden yoksul­
laşma hissini hafifletmek için sıklıkla başvurduğu ilginç bir savunma vardır.
Verdiği veya yarattığı şeyi değersiz bulan bir tavra bürünür. Az önce bahset­
tiğim sanatçı, bitirdikten sonra tablolarını hiç umursamaz oluyordu; bitmiş
tablolar ya stüdyonun bir köşesine atılıyor ya da sırf satılacak mal muamelesi
görüyordu. Aynı şekilde, benzer zihniyetteki kadınlar bazen doğumdan sonra
çocuklarını hiç umursamaz olurlar. Diğer yandan, şizoid özellikler taşıyan biri
içindekileri kaybetmeye karşı büsbütün ters yönde bir savunma da benimse­
yebilir; kayıp hissine karşı kendini emniyete almak için, ortaya çıkardığı şeye
hala kendisinin parçasıymış gibi davranabilir. Örneğin anne, çocuğuna doğ­
duktan sonra kayıtsız kalmak şöyle dursun, kendi parçası gözüyle bakmaya
ve aşırı değer vermeye devam edebilir. Böyle bir anne çocuğunu gereğinden
çok sahiplenir, ayrı bir insan yerine koyamaz - olan zavallı çocuğa olur. Bu
kadar feci sonuçlar doğurmasa da benzer bir durum, sanatçının, içindekileri
kaybettiği hissinden kendini korumak için, tablolarını başkaları aldıktan son­
ra bile gerçeğe aykırı düşecek şekilde hala kendine aitmiş gibi görmesidir. Bu
bağlamda yine vermenin yerine göstermeyi koyan savunma biçiminden söz
edebiliriz. Sanatçı tabii ki tablolarını sergiler yani " gösterir" , böylece kendini
dolaylı olarak açığa çıkarmış olur. Yazar da kitapları vasıtasıyla kendini dün­
yaya belli bir mesafeden gösterir. Sanat böylelikle şizoid eğilimli kişilere gayet
elverişli dışavurum kanalları sunar. Sanatsal faaliyet sayesinde hem vermenin
yerine göstermeyi koymuş hem de iç dünyadan dış dünyaya geçtikten sonra
bile kendilerinin parçası olarak görebilecekleri şeyler ortaya çıkarmış olurlar.
İç dünyayla fazla meşgul olmanın bir başka önemli tezahürü düşünselleş­
tirme eğilimidir. Tipik şizoid özelliklerin başında gelen düşünselleştirme, son
derece güçlü bir savunma tekniği olup psikanalitik terapide hayli zorlu bir
direnç teşkil eder. Düşünselleştirme, düşünce süreçlerine aşırı değer verilmesi
anlamına gelir; düşünceye bu şekilde aşırı değer verilmesi de şizoid eğilimli ki­
şinin başkalarıyla duygusal temas kurmada güçlük çekmesiyle ilişkilidir. Ken­
di iç dünyasıyla meşguliyeti ve peşi sıra duygulanımın bastırılması sebebiyle
insanlarla ilişkilerinde doğal ve kendiliğinden davranmakta, hislerini doğal
olarak dışavurmakta zorlanır. Bu yüzden duygusal sorunlarını iç dünyasında
düşünsel düzeyde halletmeye çalışır. Bilinçli niyetine bakacak olursak, duygu-
NESNE İ LİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLİK KURAM! 1 BİRİNCİ BÖLÜM 1 5

sal sorunlarını düşünsel düzeyde çözme çabası, en başta, dış nesnelerle ilişki­
lerinde uyum sağlayacak davranışlar geliştirmeyi amaçlar. Fakat bilinçdışının
derinlerinden kaynaklanan duygusal çatışmaların bu şekilde çözülmesi pek
mümkün olmadığı için, duygusal sorunlara dış dünyadaki insan ilişkilerinin
duygusal çerçevesinde pratik çözüm bulma çabası gitgide yerini duygusal so­
runlara düşünsel çözümler getirmeye bırakır. İçselleştirilmiş nesnelere yapılan
libido yatırımı da bu eğilimi iyice pekiştirir. Basbayağı duygusal olan sorunla­
ra düşünsel çözümler getirme arayışı iki önemli gelişmeye yol açar: ( 1 ) Düşün­
ce süreçlerine yapılan libido yatırımı artar; yaratıcı faaliyet ve kendini ifade
etmenin asıl alanı düşünce dünyası olur; (2) hislerin yerini fikirler, duygusal
değerlerin yerini düşünsel değerler alır.
Gerçek şizofrenlere baktığımızda, hislerin yerine fikirlerin geçmesi uç nok­
talara varır. Böyle vakalarda, ortaya çıkan hisler genellikle düşüncelerin içe­
riğine ayak uyduramaz, içinde bulunulan duruma uygun düşmez; duygusal
dışavurumların katatonik vakalardaki gibi ansızın şiddetli patlamalar şeklin­
de görüldüğü de olur. Zaten "şizofreni" terimi, en başta, zihnin bölündüğü
izlenimini veren bu duygu-düşünce kopuşunun gözlemlenmesine dayanarak
benimsenmiştir. Fakat söz konusu bölünmenin esasen benliğin bölünmesi ol­
duğunu anlamak gerekir. Yüzeyde kendini duygu ile düşüncenin birbirinden
kopuşu olarak gösteren şey aslında benliğin ( 1 ) üst düzeylerini temsil eden ve
bilinci içeren yüzeysel parçası ile (2) alt düzeylerini temsil eden ve libidoyla en
çok donanmış yani duygulanımın kaynağı olan unsurları içeren derin parçası
arasındaki bölünmenin yansıması olarak yorumlanmalıdır. Dinamik psikana­
liz açısından böyle bir bölünmeyi açıklamanın tek yolu bastırma kavramıdır;
bu varsayımdan hareketle varabileceğimiz yegane sonuç, benliğin daha çok
libido içeren derindeki parçasının, düşünce süreçlerinin daha gelişkin olduğu
yüzeysel parçası tarafından bastırıldığıdır.
Şizoid özelliklerin nispeten hafif olduğu kişilerde elbette duygu ile düşünce
arasındaki kopuş bu kadar belirgin değildir. Yine de hem duygusal değerlerin
yerine düşünsel değerleri koymaya hem de düşünce süreçlerine yüksek dü­
zeyde libido yatırımı yapmaya tipik olarak meyillidirler. Böyle kişiler insani
temelde duygusal ilişkiler kurmaktansa ayrıntılı düşünce sistemleri oluştur­
maya eğilimlidir. Üstelik kendi yarattıkları sistemde bulunan nesneleri libido
nesnesi haline getirirler. "Aşka aşık " olmak tam da bu nitelikte bir görüngü
olup şizoidin birine gönül vermesi genellikle böyle bir unsur barındırır. Bu tür
bir aşkın sözde sevgi nesnesine yaşatabileceği şeyler bile ziyadesiyle tatsızken,
cidden şizoid kişilikteki birinin aşırı uç bir siyasi görüşe kendini kaptırması
daha da vahim sonuçlar doğurur, zira bu sefer zarar göreı:ılerin sayısı milyon­
ları bulabilir. Böyle bir kişilik, gönül verdiği düşünce sistemini kaskatı yorum­
layıp herkese uyguladığında tam bir fanatik olma yoluna girer, hatta özünde
fanatiktir zaten. Üstüne üstlük böyle bir fanatiğin kendi sistemini acımasızca
başkalarına dayatma hevesi ve kudreti varsa durum felakete dönebilir; ger-
1 6 PSİKANALITİK KiŞiLiK ÇALIŞMALARI

çi kötülük doğurabileceği gibi, kimi zaman hayrı dokunabileceğini de kabul


etmek lazım. Lakin belli bir düşünce sistemine gönül vermiş olan herkeste o
sistemi dış dünyaya dayatma isteği ya da kudreti bulunmaz. Hatta günlük
hayatın olağan akışına bir nebze de olsa uzak durup, çekildikleri entelektüel
inzivadan kendini beğenmişlikle sıradan insanları küçümsedikleri daha çok­
tur (örneğin aydınların burjuvalara karşı tutumu) .
B u noktada şizoid eğilimli kişilerin içlerinde a z y a da çok üstünlük hissi
taşıdığına dikkat çekmekte yarar var; büyük oranda bilinçdışı olsa bile -ki
genellikle öyledir- içsel üstünlük hissi her daim mevcuttur. Bu üstünlük hissi
analitik tedavi zarfında ortaya çıkana kadar hatırı sayılır bir direncin üstesin­
den gelmek gerekir; kaynaklarını analiz etmeye kalkıştığımızdaysa daha çetin
bir dirençle karşı karşıya geliriz. Yine de kaynaklarını ortaya çıkardığımızda
şunlara dayandığını görürüz: ( 1 ) hem zihinsel hem fiziksel anlamda kişinin
içindekilere gizliden gizliye aşırı değer vermesi; ( 2 ) içselleştirilmiş libidinal
nesnelerle ( örneğin annenin memesi, babanın penisi) kurulan hatırı sayılır öz­
deşim ve gizliden gizliye sahiplik ilişkisinden doğan narsisistik benlik şişmesi.
Buradaki gizlilik unsurunun önemini ne kadar vurgulasak az gelir. Belirgin
ölçüde şizoid olan kişilerin sıklıkla yaydığı o ketum, gizemli hava buradan
kaynaklanır; ama şizoid öğelerin nispeten ufak rol oynadığı kişilerin bile bi­
linçdışında gizlilik önemli bir etkendir. Gizliliğe ihtiyaç duyulmasının nedeni,
kısmen, bir nevi " çalıntı " olan içselleştirilmiş nesneleri sahiplenmenin verdiği
suçluluk duygusudur elbette; ama içselleştirilmiş nesneleri kaybetme korkusu­
nun rolü de en az o kadar büyüktür, zira bu nesneler alabildiğine (hatta canı
kadar) kıymetli gelir ve içselleştirilmeleri ne kadar önemli olduklarını, kişinin
onlara ne kadar yaslandığını gösterir. Böylesi içselleştirilmiş nesneleri gizliden
gizliye sahiplenmek kişiye diğer insanlardan " farklı " , hatta ekseriyetle müs­
tesna veya benzersiz olduğunu hissettirir. Halbuki başkalarından farklı olma
hissi kurcalandığında, " dışlanmış tip " olma hissiyle yakından ilişkili olduğu
görülür; bu hissi taşıyanların rüyalarında bir şeylerin dışında bırakılma tema­
sı sıklıkla vücut bulur. Böyle biri okul çağındayken evde annesiyle kurduğu
besbelli sıkı fıkı ilişkiyi okulda akranlarıyla kurmamış, daha sıradan çocuk­
ların takım oyunlarına harcadığı enerj iyi derslerinde başarılı olup sivrilmeye
ayırmıştır çoğunlukla. Gerçi kişisel başarıyı spor sahasında aramışlığı da ola­
bilir kimi zaman; yine de grup içi duygusal ilişkilerde zorlanmış olduğu sıkça
görülür. Her halükarda bu tür zorluklardan kaçınma çabalarının genellikle
düşünsel alanda kazanım elde etmeye yöneldiğini söylemek doğru olacaktır.
Düşünselleştirme savunmasının faaliyetini burada da çoktan görebiliyoruz;
gerçek şizofrenlerin geçmişine · baktığımızda okul hayatlarının en azından
bir kısmında ümit vadeden öğrenciler olduklarına sık rastlanması da dikkat
çekicidir. Şizoid kişilik öğeleri barındıranlarda görülen farklı olma hissinin
kaynaklarını daha da yokladığımızda rastladığımız bulgular şunlara da işaret
eder: ( 1 ) annesinin gerek belirgin kayıtsızlığından gerek belirgin sahiplenicili-
NESNE iLiŞKiLERiNE DAYALI KİŞİLiK KURAMI 1 BiRiNCİ BÖLÜM 1 7

ğinden ötürü hayatının başında annesi tarafından insan olarak, kendisi olarak
sahiden sevilmediği, değer görmediği inancını edinmiştir; (2) sonuçta ortaya
çıkan yoksunluk ve aşağılık hissi içine işlediğinden anneye saplanıp kalmıştır;
( 3 ) bu saplanmaya eşlik eden libidinal tutum aşırı bağımlı olmakla kalmayıp,
benliğin tehlike altında olduğu kaygısıyla özkorumacı ve narsisistik nitelik
kazanmıştır; ( 4) ilk oral evredeki tutuma gerileyince hem önceden içselleştiril­
miş " meme-anne" ye yapılan libido yatırımı yoğunlaşmış hem de içselleştirme
süreci gereksiz yere başka nesnelerle olan ilişkilere de uzanmıştır; ( 5 ) sonuçta
dış dünya pahasına genel olarak iç dünyaya aşırı değer verilmiştir.

4. Libidinal Tutum Dolayısıyla Nesnenin Boşaltılması


Nesnenin boşaltılması erken dönem oral tutumun içealımcı niteliğinin bir
getirisidir. Bu özelliğe daha önce değindiğimizde (s. 8-9) çocuk için doğur­
duğu psikoloj ik sonuçları biraz açıklamıştık. Yoksunluk hallerinde çocuğun
kendi içindeki boşluk yüzünden duyduğu kaygının annesinin memesinin boş
olmasından kaygı duymasına yol açtığına işaret etmiştik. Annenin memesinin
görünürde veya gerçekten boş olmasını kendi içealım çabalarının sonucu ola­
rak yorumladığına, böylece annenin sırf memesinin değil kendisinin de göz­
den kaybolması ve yok olmasından sorumlu olduğu kaygısına kapıldığına,
yoksunluk halinin libidinal ihtiyaçlarına saldırgan nitelik katmasının da bu
kaygıyı epeyce artırdığına işaret etmiştik. " Kırmızı Başlıklı Kız" masalında
bu kaygının klasik ifadesini görmekteyiz. Hatırlarsınız, masalda küçük kız
çok sevdiği büyükannesinin ortadan kaybolduğunu görüp dehşete düşer, bü­
yükannesini yutmuş kurt formunda, kendi içealım .ihtiyacıyla baş başa kalır.
Kırmızı Başlıklı Kız'ın trajedisi, ilk oral evredeki çocuğun trajedisidir. Elbette
her masal gibi bu masal da mutlu sonla biter. Elbette bebek de yiyip bitirdi­
ğinden korktuğu annesinin nihayetinde tekrar ortaya çıktığını keşfeder. Lakin
bebekler, zekadan yoksun olmasalar da kaygı karşısında kendilerini yatıştır­
mak üzere kullanabilecekleri türden bir örgütlenmiş deneyimden yoksundur­
lar. Zaman içinde edindikleri bilinçli bilgi sayesinde annelerinin kendi içealım
ihtiyaçlarının görünürdeki yok ediciliği sonucunda ortadan kaybolmadığını
fark ederler; böylece ilk oral evredeki yoksunluk kaynaklı bütün bu travmatik
durum deneyimi bastırmaya uğrar. Bu duruma bağlı kaygı da benzer türden
bir deneyimle yeniden etkinleşmeye hazır halde bilinçdışında varlığını sürdü­
rür. İlk oral evreye belirgin saplanma olduğu takdirde, çocuğun sonradan an­
nesi tarafından insan olarak sahiden sevilip değer görmediğini, kendisinin ona
duyduğu sevginin de makbul olmadığını hissetmesiyle birlikte, bu travmatik
durumun yeniden etkinleşmesi bilhassa muhtemeldir.
ilk oral evrede ortaya çıkan bu durum ile ısırma davranışının belirip emme
davranışının yanında yerini aldığı son oral evrede ortaya çıkan durum arasın­
daki ayrımı göz önünde tutmak önemlidir. Son oral evrede, emmeyle ilişkili
1 8 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

oral sevgi ile ısırmayla ilişkili oral nefret birbirinden ayrışır; bunun sonucu
olarak ambivalans gelişir. ilk oral evre ambivalans öncesidir ve bunun önemi
de şurada yatar: Çocuğun bu ambivalans öncesi evredeki oral davranışı, kişi­
nin sevgiyi dışavurmasının ilk yoludur. Çocuğun emme durumunda annesiyle
olan ilişkisi, sevgi ilişkisine dair ilk deneyimidir, bu yüzden de sevgi nesnele­
riyle kuracağı tüm ilişkilerin temelini oluşturur. Aynı zamanda ilk sosyal ilişki
deneyimi olup sonradan topluma karşı benimseyeceği tutum da buna dayanır.
ilk oral evreye saplanmış olan çocuğun annesi tarafından insan olarak sahi­
den sevilip değer görmediğini, kendisinin ona duyduğu sevginin de makbul
olmadığını hissettiğinde ortaya çıkan duruma az önce belirttiğimiz noktala­
rı göz önünde tutarak yeniden dönelim. Bu şartlar altında, ilk oral evredeki
asıl travmatik durum duygusal olarak yeniden etkinleşip geri gelir; çocuk,
annesinin sevgisini kendisi yok edip ortadan kaldırdığı için ondan sevgi gö­
remediğini hisseder. Kendisinin ona duyduğu sevginin kabul görmemesinin
de kendi sevgisinin yıkıcı ve kötü olmasından kaynaklandığını hisseder. Bu
durum tabii ki son oral evreye saplanmış olan çocuğun karşısına çıkan benzer
duruma kıyasla çok daha katlanılmaz bir durumdur. Son oral evreye saplan­
mış olan çocuk, esasen ambivalan olduğundan ötürü, annesinin sevgisini yok
eden şeyin kendi sevgisi değil kendi nefreti olduğu şeklinde yorumlar durumu.
Öyle olunca da kötülüğünün nefretinde yuvalandığını hissederek sevgisini iyi
tutmayı başarabilir. Bu konumun manik-depresif psikozun temeli olduğu ve
depresif konumu oluşturduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan şizoid gelişmele­
rin altında yatan konumun ambivalans öncesi ilk oral evreden kaynaklandığı
anlaşılmaktadır; kişinin sevgisinin libidinal nesnelerine zarar verdiği için kötü
olduğunu hissettiği bu konuma şizoid konum demek uygun olacaktır. Özünde
traj ik olan bu durum edebiyattaki pek çok büyük trajedinin temasını oluştur­
duğu gibi şiirlerde de tutulan bir temadır (Wordsworth'ün " Lucy" şiirleri gibi ) .
Dikkate değer şizoid eğilim taşıyanların sevgilerini göstermekte b u kadar zor­
lanmalarına şaşmamalı; Oscar Wilde'ın Reading Zindanı Baladı 'nda "Herkes
öldürür sevdiğini " derken ifade ettiği derin kaygıyı her daim taşımaktadırlar.
Duygusal olarak vermekte zorlanmalarına da şaşmamalı; tıpkı Borgia soyu­
nun armağanları gibi, verdikleri şeylerin ölüm saçtığı korkusundan bir türlü
kurtulamazlar. Aynı şekilde, bir hastam bana hediye olarak meyve getirdiğinin
ertesi günü seansa başlarken "Zehirlendiniz mi ? " diye sormuştu.
Artık şizoid eğilimli birinin sevgisini içinde tutmasının, sevgisine aşırı değer
biçmesine ilaveten bir nedeni daha olduğunu anlayabilecek durumda bulunu­
yoruz. Sevgisinin nesnelerinin üstüne salınamayacak kadar tehlikeli olduğu
hissiyle de sevgisini içine kapatır. Böylece sevgisini kasada emniyette tutmanın
yanı sıra kafese de kapatmış olur. Fakat işler bununla kalmaz. Kendi sevgi­
sinin kötü olduğunu hissettiğinden, başkalarının sevgisini de benzer şekilde
yorumlamaya meyilli olur. Bu yorumlama illa ki yansıtma yaptığı anlamına
gelmez, ama tabii ki her zaman bu savunma tekniğine de başvurabilir. Az önce
NESNE iLİŞKİLERiNE DAYALI KİŞİLİK KURAMI I BİRİNCİ BÖLÜM 1 9

bahsettiğimiz Kırmızı Başlıklı Kız masalında bunun örneği görülmektedir; her


ne kadar kurt, kızın içealımcı oral sevgisini temsil etse de masalda kurdun
yatakta büyükannenin yerine geçtiği anlatılır, bu da elbette kızın kendi içealım
tutumunu libidinal nesnesine atfettiği anlamına gelir, bu nesne de yiyip yu­
tan kurda dönüşmüştür. Demek oluyor ki şizoid özellikler taşıyan biri sadece
başkalarına sevgisini vermeye karşı değil, başkalarından sevgi almaya karşı
da savunmalar oluşturmaya sürüklenebilmektedir; bundan dolayı, epey şizoid
olan genç bir kadın hastam bazen bana " Ne yaparsanız yapın, yeter ki benden
hoşlanmayın" derdi.
Bu doğrultuda, şizoid eğilimli birinin sosyal temaslardan elini eteğini çek­
mesi, her şeyden önce, sevmemesi ve sevilmemesi gerektiğini hissetmesinden
ileri gelir. Fakat her z a man kendi halinde soğuk, uzak durmakla yetinmez.
Genellikle libidinal nesnelerini kendinden uzaklaştıracak adımlar da atar. Bu
amaçla elinin altında bir araç da bulunur: kendi farklılaşmış saldırganlığı.
Kendi nefret kaynaklarını seferber ederek saldırganlığını başkalarına, özellik­
le de libidinal nesnelerine yönlendirir. İnsanlarla çekişebilir, geçimsiz olabilir,
kabalık edebilir. Böylece hem nesneleriyle sevgi yerine nefret üzerinden iliş­
ki kurmuş hem de onların kendisine sevgi yerine nefret beslemesini sağlamış
olur; tüm bunların amacı, libidinal nesnelerini belli bir mesafede tutmaktır.
Gezgin ozanlar [troubadour] (ve belki diktatörler) gibi ancak uzaktan sevip
sevilmeye izni vardır. 1Şizoid eğilimli kişilerin bahtına düşen ikinci büyük traje­
di budur. İlki, daha önce gördüğümüz gibi, sevgisinin sevdiklerine zarar verdi­
ği hissidir. Kendini nefret duymak ve nefret uyandırmak zorunda bulduğunda
ikinci traj edi meydana gelir. Halbuki içten içe özlemini çektiği şey sevmek ve
sevilmektir.
Şizoid eğilimli birini sevginin yerine nefreti koymaya güduleyebilen iki şey
daha vardır - ne gariptir ki biri ahlak.dışı biri ahlakidir; bu arada devrimci­
ler ve vatan hainlerinde bu güdülerin özellikle güçlü olduğu anlaşılmaktadır.
Ahlak.dışı güdüyü belirleyen anlayış şudur: Sevginin tadına varma ümidim
kalm � mıştır madem, nefretin tadını çıkarayım bari, nefret doyursun beni.
Böylece şeytanla antlaşıp der ki " Benim hayrım sen ol şer3 " . Ahlaki güdüyü
belirleyen anlayışsa şudur: Sevmek zarar vermek demektir madem, özünde
yaratıcı ve iyi olan sevgiyle zarar vermektense, yıkıcı ve kötü olan nefretle za­
rar vermek yeğdir. Bu güdüler devreye girdiğinde ahlaki değerler hayret verici
şekilde tersine döner. " Benim hayrım sen ol şer" demekle kalmaz, " Benim
şerrim sen ol hayr" der üstüne. Değerlerin böyle tersine dönmesinin nadiren
farkındalıkla kabul edildiğini de eklemek gerek; ama yine de bu durum bilinç­
dışında genellikle son derece önemli rol oynar - bu da şizoid eğilimli kişilerin
bahtına düşen üçüncü büyük trajedidir.

3 Millon, Yitirilen Cennet, İthaki, 202 1 , çev. Yiğit Yavuz, s. 1 40. - ç.n.
İKİNCİ BÖLÜM
Psi kozların ve Psi konevrozları n
Psi kopatoloj isine Yen i Bakış (1 94 1 }1

Giriş
Az veya çok şizoid eğilim gösteren hastaların getirdiği şikayetler son yıllar­
da giderek daha fazla ilgimi çeker oldu ve bu sorunlara özel olarak eğildim.2
Sonuçta ortaya çıkan bakış açısının, sağlam temellere dayandığı kanıtlandığı
takdirde genel olarak psikiyatri, özel olarak da psikanalizde geniş çaplı etki­
ler doğurması kaçınılmazdır. Eriştiğim bulgular ve bunlardan çıkan sonuçlar
şizoid rahatsızlıkların doğası ve etiyolojisine ilişkin hakim fikirlerin kayda
değer ölçüde yenilenmesinin yanı sıra, şizoid süreçlerin yaygınlığına dair fi­
kirlerin de epeyce değişmesi ve buna paralel olarak da çeşitli psikonevroz ve
psikozlara dair güncel klinik anlayışın değişmesi gibi neticeler doğuracaktır.
Bulgu ve sonuçlarım ayrıca birçok klasik psikanaliz kavramında değişiklik
yapılmasıyla birlikte libido kuramının yeniden biçimlendirilip uyumlanmasını
gerektirmektedir.
Pek çok nedenden ötürü, bu inceleme esasen şizoid eğilimler üzerine yaptı­
ğım çalışmalardan vardığım bakış açısının daha genel yönleriyle kısıtlı olacak;
fakat baştan söyleyebiliriz ki ele alacağım savların çoğu, kendi analitik bul­
gularımdan vardığım şu sonuca dayanır: Şizoid grup şimdiye kadar genellikle
kabul edildiğinden çok daha geniştir ve gerek kaygı durumlarının gerekse de
paranoid, fobik, histerik, obsesyonel semptomların büyük bölümü kesinkes
şizoid zemine oturmaktadır. Bulgularıma göre şizoid grubun Jung'un " İçe dö­
nük " kavramının içerdiği gruba denk düştüğünü söylemek belki de " Şizoid "

ilk yayımlandığı yer The International ]ournal of Psycho-Analysis, Sayı XXII, Bölüm 3-4.
Burada ufak değişikliklerle yeniden yayımlanmaktadır.
2 Daha önceden yazılmış "Kişilikteki Şizoid Etkenler" adlı makale bu konuya eğilmekte olup
bu kitapta yer almaktadır.
22 PSİKANALİTIK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

kavramına yüklediğim geniş anlamı en iyi şekilde ifade edecektir. Açık şizoid
durumun temel özelliği (terimin kendisinden de anlaşılacağı üzere) benliğin
bölünmesidir; derin analizin gayet yaygın olarak açığa çıkardığı benlik bölün­
mesi sadece aleni psikopatoloj ik rahatsızlıkları olanlarda değil, herhangi bir
psikopatoloj ik etiket koyulamayan sıkıntılarla analize gelenlerde de görülür.
Benlikteki bölünmenin anlam ve önemi ancak gelişimsel açıdan incelendiğin-
·

de tam olarak anlaşılabilir.

Libido Kuramının Kendi İçindeki Kısıtlılıklar


Freud'un libido kuramına dair ilk formülasyonu, benlik gelişimiyle ilgili
güncel psikanalitik kavramları önemli ölçüde etkilemiştir; buna göre, libi­
do başlangıçta birkaç vücut bölgesine dağılmakta, bunların içinde özellikle
önemli olan birkaçı bizzat erojen nitelik taşımaktadır. Bu kavramlaştırmaya
göre, libidinal gelişimin başarısı, çeşitli yerlere dağılmış libidonun genital
dürtü hakimiyetinde bütünleşmesine bağlıdır. Fakat az sonra göreceğimiz
üzere libido kuramının kendi içinde bir zayıflığı vardır ve bu zayıflığı an­
lamanın en iyi yolu Abraham'ın katkılarıyla şekillenmiş haline bakmaktan
geçer. Libidinal bölgelerden özellikle önemli olanların her birine psikolojik
kökenli gelişimde özel yer ayıran Abraham, bir dizi gelişim evresi olduğu­
nu ve her evrede belli bir libidinal bölgenin baskın geldiğini farz etmiş; bu
düzende, klasik psikoz ve psikonevrozların her birinin belli bir evreye sap­
lanmaktan kaynaklandığı öne sürülmüştür. Emme davranışının ön planda
olduğu ilk oral evreye saplanma ile şizoid rahatsızlıkları ilişkilendirmenin
doğruluğu şüphe götürmez. Aynı şekilde, Abraham'ın ısırmanın ortaya
çıktığı son oral evreye saplanma ile manik-depresif rahatsızlıkları birbiri­
ne bağlaması da kuşkusuz yerindedir. Lakin iki ana! evreye ve ilk genital
evreye yani fallik evreye gelince işler biraz sarpa sarar. Şüphesiz ki, Abra­
ham'ın gayet açık seçik belirttiği gibi, paranoyak biri ilkel ana! tekniklerle
nesnelerini reddetme yoluna gider, obsesyonel biri daha gelişkin ana! tek­
niklere başvurarak nesnelerini kontrol altında tutar, histerik biriyse genital
organlardan feragati içeren teknikler kullanarak nesneleriyle daha iyi ilişki
kurmaya çalışır. Fakat kendi bulgularımdan vardığım, yine şüpheye pek yer
bırakmayan sonuç şudur ki paranoid, obsesyonel, histerik durumlar -fobik
durum da bunlara eklenebilir- esasen şu veya bu libidinal evreye saplan­
manın ürünü değil, sadece benliği oral kökenli çatışmaların etkilerine karşı
korumak üzere başvurulan çeşitli tekniklerdir. Bu kanaatimi destekleyen iki
olgu bulunur: ( a ) paranoid, obsesyonel, histerik, fobik semptomların analizi
şaşmaz bir şekilde altta yatan oral çatışmanın varlığını ortaya koyar, ( b )
paranoid, obsesyonel, histerik, fobik semptomlar çok yaygın şekilde şizoid
ve depresif durumların eşlikçisi ve öncülüdür. Halbuki şizoid veya depresif
durumu kendi başına savunma diye düşünmek mümkün değildir, her birinin
NESNE iLİŞKİLERiNE DAYALI KİŞİLİK KURAMI I İKİNCİ BÖLÜM 23

oral kökene dayanan etiyolojisi bulunur. Tam tersine, benliğin bu durumlara


karşı korunması gerekmektedir. 3
Abraham 'ın libido kuramında yaptığı değişikliklere bakmaya devam et­
tiğimizde " anal evrenin " bir nevi yapay (artefact) olup olmadığı sorusu akla
gelir, " fallik evrenin " de öyle. Abraham'ın evreleri salt libidonun örgütlenme
aşamalarını değil, nesne sevgisinin gelişim aşamalarını da temsil edecek şekil­
de tasarlanmıştır kuşkusuz. Yine de farklı evreleri betimlemek üzere kullanı­
lan adlandırmanın nesnenin değil de libidinal amacın niteliğine dayalı olma­
sı önemsiz sayılmaz. Abraham "meme " evreleri değil " oral " evreler demiş,
"dışkı " evrelerinden değil "ana! " evrelerden bahsetmiştir. "Anal evre " yerine
"dışkı evresini" koyduğumuzda Abraham'ın libidinal gelişim düzenindeki kı­
sıtlılık da kendini belli eder; zira meme ve genital organlar libidonun yöneldiği
doğal, biyoloj ik nesnelerken, dışkı kesinlikle bu nitelikte değildir. Dışkı bilakis
simgesel bir nesneden ibarettir. Tabiri caizse, bir nesne örneğinin yoğrulduğu
kilden fazlası değildir. 4
Libido kuramının tarihsel önemini ve psikanalitik bilginin ilerlemesine
katkısını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; sırf bulgulayıcı değeri bile kura­
mın üstün niteliğini kanıtlamıştır. Gelgelelim, ilerleme kaydetmek istiyorsak,
klasik libido kuramının esasen nesne ilişkilerine dayalı bir gelişim kuramına
dönüştürülmesinin vakti gelmiş gibi görünmektedir. Şu anki libido kuramının
açıklayıcı bir sistem olarak en büyük kısıtlılığı, libidinal tutum niteliği atfettiği
çeşitli tezahürlerin aslında benliğin nesnelerle ilişkilerini düzenleyen teknik­
lerden ibaret olmasında yatar. Libido kuramı, malum, erojen bölgeler kavra­
mına dayanır. Fakat erojen bölgelerin en başta libidonun aktığı kanallardan
fazlası olmadığını kabul etmek gerekir; ancak libidonun bir bölgeden akıp

3 Hem şizoid hem depresif durumla ilişkili az çok özgül savunmalar olabildiğini de kabul et­
mek gerekir; altta yatan çatışmalardan ziyade durumun kendisinin harekete geçirdiği bu tür
savunmalara belirgin örnek olarak depresif durumdaki manik savunma gösterilebilir. Demin
bahsedilen özgül olmayan teknikler (yani paranoid, obsesyonel, histerik, fobik teknikler) şi­
zoid veya depresif durumun ortaya çıkmasına karşı benliği koruma am acını yerine getireme­
diği takdirde bu tür özgül savunmaların devreye sokulduğu anlaşılmaktadır. Yine de bu özgül
savunmalar, onları tetikleyen temel şizoid ve depresif durumlardan ayırt edilmelidir.
4 Burada ilginç olan bir nokta da, Abraham'ın libidinal gelişim düzenindeki çeşitli evreleri
betimlemek üzere kullandığı adlandırmanın, libido kuramında yaptığı değişikliklerden önce
geçerli olan düzendeki adlandırmadan farklı olmasıdır. Önceki düzende üç gelişim aşama­
sı olduğu kabul edilmiş, bunlar sırasıyla ( 1 ) "otoerotik '', (2) "narsisistik'', (3) "alloerotik"
[ötekine yönelik erotizm-ç.n.] diye tanımlanmıştı. Bu adlandırmanın kendisi, önceki düzenin
esasen nesneye atıfta bulunduğunu gösteriyordu (libidinal amacın niteliğine değil) . Termi­
noloji konusunu bir yana bırakırsak, Abraham'ın libidinal gelişime dair açıklaması elbette
önceki düzenin değişikliğe uğramış haliydi; narsisistik evre ( " son oral evre " ) ile alloerotik
( " genital" ) evre arasına iki "anal evreyi" sokuşturmasıyla dikkat çeken bu değişikliğin hususi
amacı libidinal gelişim düzenine "kısmi sevgi" aşaması getirebilmekti. Fakat bu amaç kendi
içinde ne gibi bir değer taşırsa taşısın, Abraham'ın "anal evreleri" araya katmasıyla beraber
nesneye hiçbir şekilde atıfta bulunmayan bir adlandırmaya gitmek zorunda kalmış olması
kayda değerdir.
2 4 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

geçmesi o bölgeyi erojen hale getirir. Libidonun nihai hedefi nesnedir; elektrik
enerj isinin akışını belirleyen yasaların benzeri, nesne arayışındaki libido için
de geçerlidir. Tıpkı elektriğin en az dirençle karşılaştığı yoldan gitmesi gibi,
erojen bölge de libido için direncin en az olduğu yol, yani en kolay yol diye
düşünülmelidir; erojenliği de elektrik akımının geçtiği yerde manyetik alan
oluşturmasından farklı değildir. O zaman şöyle bir durum ortaya çıkıyor. İn­
san organizmasının yapılanışı icabı, bebeklikte nesneye giden en kolay, nere­
deyse biricik yol ağızdan geçer, haliyle ağız baskın libidinal organ olur. Olgun
bireydeyse (yine insan organizmasının yapılanışı icabı) nesneye giden en kolay
yol genital organlardan geçer - fakat yine de bir dizi başka yol ona eşlik eder.
Asıl mesele, olgun bireyin libidinal tutumunun esasen genital nitelikte olması
değil, genital tutumunun esasen libidinal nitelikte olmasıdır. Bebeklikteki li­
bidinal tutum ile olgunluktaki libidinal tutum arasındaki temel ayrım şundan
kaynaklanır: Bebeğin libidinal tutumu ağırlıklı olarak oral yani ağız yoluyla
olmak zorundayken, duygusal olgunluğa varmış yetişkinde libido birçok ka­
naldan nesne arayışına girer ve genital kanal bunların içinde asli rol oynasa da
biricik değildir. Dolayısıyla bebeğin libidinal tutumunu oral diye tanımlamak
doğruyken, yetişkinin libidinal tutumunu genital diye tanımlamak doğru de­
ğildir. " Olgun " diye tanımlamak en doğrusu olur. Bu terim de nesneyle tatmin
edici libidinal ilişki kurmak için genital kanalların açık olduğu şeklinde an­
laşılmalıdır. Aynı zamanda şunu da vurgulamak gerekir ki nesne ilişkilerinin
tatmin edici olması genital düzeye erişilmiş olmasından ötürü değildir. Tam
tersine, tatmin edici nesne ilişkileri kurulmuş olmasından ötürü hakiki genital
cinselliğe ulaşılır. 5
Buraya kadar sözü edilenlerden anlaşılacağı üzere, Abraham'ın "oral ev­
relerinin" isabetli olduğunu gösteren bolca kanıta rastlanmaktadır. "Fallik
evre, başka deyişle ilk genital evre" dediği aşama içinse durum tam tersidir.
Genital organlar olgun libidonun doğal kanalı olduğu için "son genital evre "
yerinde bir aşamadır; ama tıpkı " ana! evreler" gibi " fallik evre" dediği aşa­
ma da yapaydır. Temel erojen bölgeler kavramının yanlış yönlendirmesiyle
ortaya çıkmış yapay bir aşamadır. Fallik tutum derinlemesine incelendiğinde,
her defasında, fallik tutumun altında penisi ağza alma fantezileriyle ilişkili
oral saplanmanın yattığı görülür. Fallik tutumda, ilk kısmi nesne olan meme,
nesnenin genital organlarıyla özdeşleştirilmekte, yanı sıra öznenin genital or­
ganları da libidinal organ olarak ağızla özdeşleştirilmektedir. Buna göre, fallik

5 Oral aşamaya kıyasla "genital" aşamayı önemsiz göstermek gibi bir niyetim olmadığını belir­
teyim. " Genital" aşamanın asıl öneminin nesne ilişkilerinin olgunlaşmış olmasında yattığına,
genital tutumun bu olgunlaşmanın sadece bir unsuru olduğuna işaret etmek istiyorum. Aynı
şekilde oral aşamanın asıl öneminin nesne ilişkilerinin olgunlaşmamış olmasında yattığını ve
oral tutumun bu olgunlaşmamışlığın sadece bir unsuru olduğunu söyleyebiliriz; ama bebeğin
fiziksel bağımlılığı sebebiyle "genital" aşamaya kıyasla oral aşamada ilişkilerin ruhsal tara­
fından çok fiziksel tarafı ön plandadır.
Another random document with
no related content on Scribd:
Her senses were leaving her, gradually her thoughts became more
indistinct.
She fell forward across Max, and knew she must die.
But if it would save him, she was satisfied.
She stretched forth her hand and placed it on his forehead.
Her garment was still there, shielding his face from the sun.
“He will be saved,” she said. “Allah be praised,” she moaned.
CHAPTER VIII.
SHERIF EL HABIB.

“Allah! Allah! Great is Allah, and Mahomet is his prophet.”


The speaker had spread before him a square of carpet, and had
prostrated himself, bowing before the setting sun.
“Allah be praised!”
The prayers were ended, but the man remained prostrate on the
carpet.
In the distance a score of men stood, evidently waiting for their chief
to rise.
When his devotions were concluded he stood up, looked in the
direction of the setting sun, bowed his head once more, and sat
down on the sand to put on his sandals.
The man was evidently an Arab of high rank.
Dressed in white, his face partly covered, after the manner of the
chiefs of Arabia, he presented a most picturesque appearance.
Several of his escort, or guard, came forward and folded up the
carpet, placing it with great care on the back of a camel, which had
been brought forward.
The chief—Sherif el Habib—walked away from his servants, his
companion being a youth, fair as a girl, but strong as a lion.
“Ibrahim, my heart is sad,” said Sherif el Habib to the youth.
“Sad! and why so, my uncle?”
“For all these moons have we journeyed, but mine eyes have not
seen the glory of his coming.”
“Uncle, you did not expect to see the Great One at Cairo?”
“And why not?”
“Methinks the eyes of the houris as they peer through the lattices
would spoil even the prophet’s mission,” answered Ibrahim, smiling,
as he uttered the words.
“Those eyes were nearly thy ruin. But hath not the holy prophet
spoken of the Prophet of prophets, who should come and restore the
ancient glory of Egypt, and after visiting Mecca, plant the banner of
the crescent and Mahomet in every land?”
“But why do you think he has come now?” asked Ibrahim.
“In a vision of the night I heard the voice of Mahomet say out to me:
‘Arise, Sherif el Habib; cross thou the sea and go as I direct thee,
and thine eyes shall see the glory of the last imaum’—leader—‘the
rise of the Mahdi of whom I spake.’”
“So, uncle, we made a pilgrimage to Mecca, crossed the Red Sea,
wandered about these deserts for months, deserted the towns and
left the pretty girls—I beg pardon—all because of a dream.”
“You young men,” said Sherif el Habib, “are material. Is there nothing
better than making shawls?”
“There may be; I like to travel. I would like to go to Alexandria, to
Constantinople, to Paris, London. Oh, uncle, you are rich; give up
these dreams, and let us enjoy life.”
“Ibrahim, how old are you?”
“Eighteen, uncle.”
“And I am sixty-eight. Wait but a few more years and all my wealth
will be thine; then thou canst journey whither thou pleasest. But I
have a mission. When I go down to the grave of my fathers, my soul
will have seen the light of great Mahdi’s face.”
It is believed by devout followers of Mahomet that before the end of
the world there shall arise a mahdi—literally, a director who shall be
of the family of Mahomet, whose name should be Mahomet Achmet,
and who should fill the world with righteousness. For six hundred
years the Mohammedans have been expecting their messiah to
appear.
“As thou wilt, uncle, but——”
Ibrahim’s speech was cut short abruptly by the hurried salaam of
Effendi, the Sherif el Habib’s confidential eunuch and secretary.
“What is it, Effendi?”
“Your excellency! I know not, but a young and beautiful girl hath
fainted, and with her——”
“Who is she?” asked Ibrahim. “Lead me to her!”
“Nay, nephew, it is not fit that thou——”
“Go along, uncle; when I am your age I shall do as you do. Go along,
I care not for all the girls of Egypt.”
Sherif el Habib had not heard all the boy’s speech, for he had hurried
away with Effendi.
The eunuch led him across the sands to the place where Madcap
Max had fallen, and over him the girl, Girzilla.
Sherif el Habib looked at the youthful couple, and seemed strangely
disturbed.
He stooped and placed his hand over their hearts, and found that
both were alive.
“It is well,” he said, in a half-audible voice. Then, turning to Effendi,
he motioned him to follow.
Going to his camel, Sherif el Habib took from the pack a small bottle.
On the side of the vial were some hieroglyphics which, if translated
into good United States language, would signify that the contents
were known to be that strange result of modern research,
chloroform.
Giving the bottle to Effendi, Sherif el Habib said:
“It is my will that these people should go with us in a sleep as of
death; do thou with this as is usual.”
Effendi took the vial, and pouring some of the contents on two pieces
of linen, he returned to the Arab girl and Max and placed the linen
over their mouths. When the fumes of the chloroform had done their
work effectually he called some of the attendants, and ordered them
to place Max and Girzilla on the backs of camels.
“It is done,” he said to Sherif el Habib, making a low salaam.
“It is well,” was the chief’s answer.
Effendi moved away, leaving his master and Ibrahim alone.
“What new fancy has taken possession of you, uncle?”
“The glory of the great Mahomet surrounds me,” was the reply.
“If I were not the most loving of nephews,” said the youth, “I should
declare that you were mad.”
“My dear boy, for years I have hoped for a vision of the celestial, and
now mine eyes have been directed to the approach of the great
mahdi. In my dreams I heard a voice saying: ‘Go thou, and thou shalt
be directed. The guides even are sleeping, but they shall awake and
direct thee.’ Now did not this mean this youth and maiden? this
brother and sister who were asleep and awaiting me?”
“As you like, uncle. I will go with thee, for I love adventure; but I hope
we shall return alive.”
“Of that there is no doubt. Come, Effendi awaits us.”
The caravan started.
More than thirty camels were in procession; twelve of them carried
baggage, tents, and provisions, the other eighteen bore upon their
backs the bodyguard of Sherif el Habib.
Max and Girzilla, still unconscious, were on the same camel, being
fastened to basket paniers, one on either side of the animal.
As the caravan moved across the sandy plain we will take the
opportunity of more fully introducing the party to our readers.
Sherif el Habib was a Persian. In Khorassan he was known as the
most prosperous shawl manufacturer of all Persia.
He gave employment to over a hundred men, and Sherif el Habib’s
Persian shawls had been worn by the empresses and queens of the
world.
Sherif el Habib became a widower in a peculiar way. According to
the custom of his land, he had several wives.
In the palace of the Sherif—for this shawl manufacturer was ranked
as a prince—every contrivance had been resorted to to render the
happiness of the ladies complete.
Among other things was a large marble bath, fifty feet long by thirty
feet wide, and capable of holding fifteen feet of water in depth.
By clever mechanical contrivances the supply of water was so nicely
regulated that a stream to the depth of four feet was always flowing
through the bath.
This water was highly perfumed with attar of roses, and was so
delicious to the senses that it was an intoxicating pleasure to bathe.
One day the ladies of Sherif el Habib’s household were disporting
themselves in the bath, when by some accident the working gear got
out of order and the water began to rise.
The ladies were not alarmed, for all were good swimmers.
Gradually the water increased in volume until it was six feet deep.
How merrily the ladies laughed!
How delighted they were at this new experience!
They could no longer touch the marble bottom of the bath.
Like children paddling in the surf, they laughed and made fun of
each other.
They floated and swam about, dived and turned somersaults as
though they were amphibious animals.
The entrance to the bathroom was locked. It was water-tight, so that
should Sherif el Habib at any time desire the whole fifteen feet of
depth to be flooded, no water could escape into the other parts of the
palace.
When the ladies had grown weary they made a move to leave. But
they were tired.
The water was ten feet deep, and still rising.
One, the beauteous Lola, a sweet creature made to be loved, was so
exhausted that she begged one of the others to save her.
Buba, another Persian beauty, went to her assistance, but Lola clung
so tightly to her that both became exhausted and sank, never to rise
again in life.
The others shrieked for help.
No one heard them.
They could not stand on the sides. The steps were slippery as glass,
and could not be ascended.
The water gradually rose until twelve feet of water was in the bath.
When Sherif, alarmed at the long absence of the bathers, burst open
the door, he was almost swept away by the overflow of the water.
His mind was unstrung, as well it might be, for floating on the surface
of the water were the dead bodies of all his wives.
Almost beside himself with grief, he refused to be consoled until he
thought of his sister’s orphan child, the young Ibrahim, who was
living in Teheran.
From that day the love of this merchant prince’s heart was centered
on Ibrahim.
European teachers were engaged, and by the time the young
Persian was seventeen years old he could speak English, German
and French fluently, besides having a good knowledge of Persian,
Arabic and other Oriental languages and dialects.
CHAPTER IX.
IBRAHIM AND MAX.

When Ibrahim was seventeen his uncle told him that he was about to
make a pilgrimage.
It was his intention to visit the shrine of the prophet at Mecca, across
the Red Sea, and after exploring the wonders of Luxor, Carnac, and
ancient Thebes, go up the Nile, past Cairo, to Alexandria.
It was just the kind of pilgrimage to suit Ibrahim, and his heart beat
so fast with expectancy that his uncle feared he might bring on a
nervous fever. When Mecca was reached Sherif was so full of
religious fervor that he began to see visions and dream dreams,
much to the annoyance and yet amusement of Ibrahim.
Among other things, Sherif el Habib became convinced that he was
to be the discoverer of the Mahdi, or Mohammedan Messiah. When
Cairo was reached he said to Ibrahim that, instead of going to
Alexandria, they would cross the Libyan desert in search of the
Mahdi.
As the promised route was likely to be one of wild adventure, with
plenty of excitement, Ibrahim fell in with his uncle’s ideas, and with
but few murmurings agreed to leave civilization behind and go into
the interior of that land of mystery—the great deserts of the Dark
Continent.
But we must return to our caravan.
The cavalcade had moved in silence for several hours.
The time was a most miserable one to Ibrahim, but he had learned
enough of his uncle’s ways to be assured that he would fall into
disgrace if he dared to intrude on the silent meditations of Sherif el
Habib.
The caravan stopped.
The camels were unloaded, tents were pitched, and after devotions
the meal for the evening was spread.
Max and Girzilla had not yet roused from their unconsciousness.
They had been lifted with tender care from the camel, and laid down
under the best and largest tent.
Girzilla was the first to awake.
She opened her eyes and closed them suddenly; she imagined she
was dreaming.
Again the temptation was so great that she gently raised her eyelids,
and saw that the tent was hung with Oriental silk drapery, while a
thick Persian carpet had been spread upon the sand.
There was so much reality about it that she felt elated.
Where could she be?
Where was Max?
Raising her head she saw on the other side of the tent another
carpet, and on it reclined the form of Max.
Should she awaken him?
A deep affection for the madcap had taken possession of her, and
she was determined to do all she could to remain near him.
Cautiously she moved from the carpet and to the entrance of the
tent.
She was utterly bewildered.
A score of tents surrounded the one she had just left.
Camels were lying down, chewing their cuds—others were asleep.
Over all was the sky like a bright, blue canopy, studded with jets of
brilliant light.
The night air was calm and sweet, and Girzilla felt a soothing
influence pass over her.
With all the passionate fervor of her race she burst forth into poetic
declamation.
Clothing her ideas in Oriental language, developing the most
beautiful imagery, she apostrophized the sky and the stars, speaking
of the sky as the million-eyed goddess, looking down through the
millions of stars on the earth, and directing the destinies of men.
She thought she was unheard, but standing in the shadow of a tent
was Ibrahim.
He was entranced.
“More beauteous than the daughters of Iran! More eloquent than the
houris of Istaphan! Speak to me, and tell me who thou art.”
Girzilla heard the voice.
It was not that of Madcap Max.
Who, then, could be speaking?
All was silent, the stillness only broken by the champ, champ, champ
of the camels.
Ibrahim could see her, but the shadow of the tent enshrouded him in
darkness, and her eyes could not penetrate into the blackness.
“Who spake?” she whispered in her own language.
“Thine eyes, which rival the stars in their brightness, should be able
to see, though the clouds were blacker than the tomb, and thy soul,
which speaks through thy lips, should divine that one who loves the
music of thy mouth is near to thee.”
Girzilla made no answer.
She could not understand her surroundings.
All was so pleasant that she feared it was a dream.
To avert the calamity of awakening and finding that ’twas but a vision
of the night, she returned silently to the carpets and fell asleep.
The chloroform had not lost all its power.
Ibrahim grew bolder when he found she did not answer him.
“Come, sweet voice of the night,” he said, as he approached the
tent.
But Girzilla was asleep.
“My own gazelle——”
Max moved uneasily.
“I will sing to thee the songs of Istaphan. I will make thee a throne
upon which thou shalt sit as queen of my heart.”
“Am I dreaming,” asked Max, “or where am I? Ah, I remember! I died
out on the sand. Girzilla was with me. Where is she? Is this death? I
am very comfortable. Am I dead? I don’t feel like it.”
Max pinched himself and smiled.
“If I am dead, I can hurt myself I find. This isn’t sand. By the great
Jehosaphat! it is carpet, and I am in a tent. I have it—I am not dead,
but only kidnaped. I’ll get up and have a look around.”
“My beauteous one, speak to me again, and let the son of Iran hear
the liquid notes that pour from the throat of my gentle gazelle.”
“Who is there?” asked Max, gruffly.
He sprang to his feet, and moved slowly, and kept close to the side
of the tent until he reached the opening.
“My sweet enchantress, I feel that I could——”
“You could, eh? Well, how do you feel now?”
Max had struck out from the shoulder, and Ibrahim went heels over
head into the sand.
“How do you feel?” asked Max, in English.
To his surprise, he was answered in the same language.
“Feel! Very sore. Where did you get so much strength?”
“Who are you?” asked Max.
“I am Ibrahim of Khorassan; and who are you?”
“Well, Mr. Abraham——”
“Ibrahim,” corrected the youth.
“Well, Ibrahim, I am Max; that is enough for you. If it isn’t, I am also
the madcap, and I can fight as well as talk. How do you feel?”
“So you are the young fellow we picked up in the sand?”
“I don’t know. I only know that I don’t know, I mean I know——”
“You know plenty,” said Ibrahim, laughing at the confusion displayed
by Max.
“Where am I?”
“In the tent belonging to Sherif el Habib of Khorassan: and I am
Ibrahim, his nephew and friend.”
“Where is Girzilla?”
“Who is that? Your sister?”
“My sister? No; my friend, my guide, my——”
“You mean the charming creature whose eloquence is the sweetest
music mine ears have ever heard?”
“When did you hear? What do you know?” asked Max, abruptly.
“Don’t get mad. I am Ibrahim of Khorassan.”
“I don’t care who you are.”
“But my uncle is the great chief, Sherif el Habib——”
“I don’t care for that, either; I don’t care whether he is a sheriff, a
policeman, or a soldier.”
Ibrahim laughed.
He understood Max, and the idea of confusing the Persian Sherif
with the English sheriff amused him.
“You don’t understand—that is my uncle’s name.”
“Fetch him here and let me see him.”
Ibrahim was astounded.
The way Max spoke was something for which he was not prepared.
The sun was rising very rapidly, and as its rays, tinted with the
morning hues, fell upon the glittering sand and white tents, Max was
dazzled.
“Where am I?”
“You are with the caravan of the great Persian chief, Sherif el Habib.
My uncle found you dying, and he brought you and your sister here.”
“Thanks, awfully! Shake hands—that is what we do in England and
America——”
The youths clasped their hands.
“We shall be friends?” said Ibrahim.
“I hope so.”
“Have you a father?” asked the Persian.
“Alas! no. He was murdered at Cairo.”
“We shall be comrades?”
“Yes, I hope it, indeed.”
“Have you a mother?”
“Alas! no,” answered Max.
“Then we shall be brothers. I, too, am alone—I have no one but my
uncle.”
“I have no one at all.”
“He shall be your uncle, and I will be your brother. But who is she?”
“I told you—she is my guide.”
“No, Max. She may be a princess, a queen; she is a beauty, as
lovely as she is eloquent, and as poetic as the birds which fly above
the gardens of Paradise.”
CHAPTER X.
THE PETRIFIED FOREST.

Max asserted himself so strongly in favor of Girzilla that Ibrahim


refrained from approaching her, not because he had conquered the
passion he felt for her, but entirely out of respect for the madcap.
Sherif el Habib treated Max as a guest, and when he told him that he
was on a pilgrimage to find the promised mahdi, Max so thoroughly
threw himself into the work that the Persian devotee believed more
than ever in fate.
Girzilla had never been away so far, and so long as she could see
Max she was satisfied.
Nothing would make the chiefs of the caravan treat her other than
Max’s sister.
In this way the journey was continued into the desert of Lybia.
All had been tranquil.
No hordes of savages had disturbed the religious pilgrims, and Max
began to yearn for adventure.
Nearly a month had passed, and Max was as strong as a young
elephant, and as for Girzilla, nothing seemed to tire her.
One day a forest was sighted.
For many days not a leaf, not a tree—no, not so much as a blade of
grass, had been seen.
The unmistakable forest was as acceptable to the travelers as is a
rain shower to the parched earth.
It was impossible to reach the forest that day, but so impetuous was
the spirit of the two youths that they obtained permission to go in
advance of the party, and while Sherif el Habib rested—for he was
getting to look jaded and tired—they would investigate and return to
report.
Max and Ibrahim, now the best of friends, went forward, joyously.
They were both well armed, and carried enough rations to last them
four days.
It was noon on the following day before they were near to the forest.
Never before had they seen such gigantic trees.
But there was something weird and strange about the trees.
Not one of them appeared to have any foliage.
They stood erect, with their topmost branches piercing the clouds, as
it were, but not a sign or movement was visible.
A slight breeze whistled through the forest, but not a bough swayed,
not a tree bent its head before the wind.
“Haughty old fellows,” exclaimed Max, as he looked forward at the
unbending trees.
“They look more like stone than wood,” commented Ibrahim.
“You are right. I wonder what timber they are.”
There was another peculiarity noticeable.
Not a bit of brush, nor tuft of grass was to be seen.
So excited were the explorers that they bid defiance to the blazing
rays of the sun, and ran forward.
Max was the first to reach a tree.
The monarch who guarded the earth was many feet in diameter, as
straight as a flagstaff, and entirely without leaves.
Max touched the bark, and withdrew his hand, suddenly.
“What is it, Madcap? A viper stung you?”
“I don’t know. It seems as if the tree was red-hot,” answered Max.
“That is good. How could a tree be red-hot?”
“Feel for yourself.”
“You are right. By the beard of the prophet the tree must be burning.”
Max struck the trunk with a knife, but the blade broke in two, and no
impression was made on the tree.
Another, and still another tree was tried, with the same result.
A couple of hours wandering about, striking trees with the hafts of
their knives, or the butt of their guns, convinced them that they had
discovered a freak of nature—a veritable petrified forest.
It was true.
Every tree, by some action of nature, had changed its allegiance
from the vegetable to the mineral kingdom.
Each of the monarchs of the forest had been turned to stone.
There was something appalling in those great stone statues.
How many ages had they stood there?
What action of nature had changed them from living, sap-flowing
trees into blocks of granite, having only the appearance of their
former reality?
Ibrahim was scared.
His face lost its color, and he prostrated himself on the ground.
“Come along, old fellow,” said Max. “You are not afraid of these big
stones, are you?”
Ibrahim did not answer.
He was awe-stricken.
“Get up, Ib,” exclaimed Max, shortening his companion’s name very
materially.
It is a matter of doubt how long Ibrahim would have remained
prostrate had not some counter irritant appeared.
A couple of arrows were fired, and fortunately struck the trees,
glancing off close to our young explorers.
“Stop that, old fellow, whoever you are, and let us have a look at
you,” shouted Max.
He had scarcely uttered the words when the whole forest seemed
alive.
It looked as if every tree had hidden a man, and yet not a living
creature had the explorers seen before.
Where did all these savages come from?
The savages were something superlative.
They were almost as naked as when they came into the world.
Their bodies were rubbed all over with some filthy-looking clay.
The men wore heavy coils of beads round their necks; two heavy
bracelets of ivory, rudely carved, on their arms, just above the elbow;
and on each wrist was a bracelet or ring, in which, by some cunning
device, sharp pieces of flint, and in some cases lions’ claws, had
been inserted. These fellows surrounded Max and Ibrahim, dancing
in a fantastic manner and flourishing their arrows in the manner of
spears, only that they had four arrows in each hand—held between
the fingers so that the heads of the arrows were stretched out fan
shape.
The circle of savages closed in upon the explorers.
The faces of the blacks increased in savagery of expression.
They spoke a language which neither Max nor Ibrahim understood.
“We are in for it,” said Max.
“We shall die,” asserted Ibrahim, solemnly. “Oh, why did I ever
come?”
“To have some fun. Wait, and we will see what they mean to do.”
The savages got so close that our heroes were compelled at times to
dodge the fans of arrows, which threatened to mar the beauty of
their faces, they were so near.
“It is time to stop this,” said Max, drawing his old-fashioned revolver
—a weapon which must have been one of the first ever made, so
primitive was its construction. It had been given to Max by Sherif el
Habib, who believed it to be the most wonderful weapon ever
invented.
Max happened to catch sight of a monkey jumping from tree to tree,
so he put back his revolver and raised his rifle, a more modern and
more reliable weapon.
The savages stood still.
Surely this must be some magician or medicine man who had come
among them.
That must have been the burden of their thoughts, for they stood
watching and waiting.
But each man held his fan of arrows ready for use.
Carefully taking aim, Max fired.
The savages screamed as they heard the report, and the monkey
dropped dead.
As if by the stroke of a magician’s wand the arrows were gathered
together and held under the left arm.
“You conquered them,” said Ibrahim.
“It seems so; but I don’t know how we are going to escape.”
“No, nor I. What are they up to now?”
The chief had said something to the tribe, and instantly the naked,
ugly representatives of the genus man, as known in the petrified
forests of Lybia, disappeared, leaving only the chief and perhaps a
dozen to guard the white explorers.
A few minutes elapsed, and again the forest was alive; every man
had brought a woman with him.
The women were more repulsive looking than the men.
Their backs were gashed and scarred in every direction, while all
over their bodies deep furrows had been plowed out of the flesh.
At a signal all began dancing. The men at every movement struck
the women with their spiked bracelets, and soon the black bodies of
the females were dripping with blood.
But the women made no effort to escape, but laughed heartily when
they managed to escape a more than usually vicious blow from their
loving husband’s spiked bracelet.
“Can’t we stop it?” asked Max.
“I am afraid not.”
“I would like to kill the savages.”
“So would I; but we can’t, and so must endure it——”
“Or run away.”
“Let us try.”
No sooner suggested than attempted.
The dance was stopped, and the men and women alike rushed after
the runaways, capturing them easily, and holding them firmly until
the dance was finished.
When the dancing was concluded, the chief gave another command.
An aged woman, toothless and haggard-looking, with only a few
hairs on her head, was brought from some mysterious place and
placed against one of the stone trees.
Then the chief, by pantomimic action, showed that he wanted Max to
shoot her.
To make the madcap understand, he took the dead monkey and held
it in front of the old woman, then raised an arrow, as Max had done
his gun, and pointed it at the woman, letting the monkey fall as he
did so.
Max shook his head.
The gesture was not understood.
The chief stood by the side of Max, and raised the rifle to the
madcap’s shoulder, making a peculiar noise with his lips as he did
so.
“Don’t shoot,” said Ibrahim.
“I am not going to do so,” answered Max, “unless I shoot his nibs
here.”
“Who?” asked the Persian, not understanding the slang expression.
Max was about to explain, when a loud whoop was given.
The old woman had fallen forward—dead.
Fright had killed her.
But the savages believed that the white man’s magic had ended the
poor, old creature’s life.
Max and Ibrahim were the heroes of the day.
Songs of triumph—in gibberish which might mean anything—dances
of the most grotesque kind were indulged in, and it was plain to be
seen that these poor savages were nearly mad with joy.
When the excitement was at its height, Max whispered to Ibrahim:
“Let us run—but as we do so we had better point our guns at the
fellows; then they won’t follow.”
Awaiting a favorable moment, the young fellows started.
The dancing stopped, and the savages went in pursuit.
A shower of arrows fell round the explorers.
Max turned and raised his rifle.
What a change took place!
Instead of a hundred warriors pursuing two young men, a hundred
backs could be seen, and every savage was trying to break the
world’s record in running, not toward the explorers, but away from
them.

You might also like